Hz. PEYGAMBER’İN (s.a.v.) ALEMLERE RAHMET OLUŞU
Sadr-ı Bedr-i Kâinat Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] bahar yağmurlarının toprağa düşmesiyle birlikte doğaya hayat vermesi gibi yeryüzüne teşrifiyle ve nübüvvetiyle âlemlere rahmet olmuştur. Allah [celle celâluhü] Kitab-ı Mübîn’inde onun hakkında, “(Ey Muhammed), Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 21/107) buyurmuştur. Eğer bütün peygamberler hayatta olsalardı, hepsine Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimize tabi olmaktan başkası helal olmazdı. [S.A.B]
Yaratılmışlar içinde Allah’ın habibi Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz gibi sevilen, özlenen, hürmet gören, hasretiyle gönülleri yakan başka kim olabilir? O sevgiden, sevgi de O’ndan hâsıl olmuştur.
Cenab-ı Hakk’ın varlık âlemindeki ilk tecellisine habibi Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz mazhar olmuştur. Yüce Allah ilk olarak habibinin nurunu ve ruhunu yaratmıştır. Cenab-ı Hak kainatta O’nun bir dengini ve benzerini yaratmamıştır.
Âlemlerin Rabbi onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Resûlüm, biz seni, bütün âlemlere sadece rahmet olarak gönderdik.” [1]
O, yaratıldığı günden itibaren âlemlere rahmet olmaya başlamış ve bu sıfat ondan hiçbir zaman alınmamıştır. O’nun rahmet oluşu dünyada olduğu gibi ahirette de devam edecektir.
Efendimiz’in (s.a.v.) Allah katındaki derecesine ilk olarak Hz. Adem (a.s.) şahit olmuştur. Hz. Adem, yaratılıp cennete yerleşince Arş’ta ve cennetin her kapısında “Lâ ilâhe illallah, Muhammedü’r-Rasulullah” ibaresinin yazılı olduğunu gördü. İsmi Rabbi ile birlikte zikredilen o habibe hayran oldu, bu hale de hayret etti. Dünyaya gönderilince de, “Ya Rab, beni Muhammed’in (s.a.v.) hürmetine affet” diyerek onun ismini vesile edip affını istedi ve affedildi. [2]
Yüce Allah, habibini Hz. Davud (a.s.)’a da şöyle tanıtmıştır:
“Muhammed’i kendim için yarattım. Adem’i Muhammed için yarattım. Diğer bütün varlıkları da Adem’in oğulları için yarattım. Onlardan kim kendisi için yarattığım şeyle (gönülden) meşgul olursa, onu kendimden mahrum bırakırım. Kim de benimle meşgul olursa, kendisi için yarattığım varlıkları onun hizmetine veririm.” [3]
Hz. İbrahim( a.s.), kendi neslinden gelecek olan Hz. Rasulullah (s.a.v.) için hep şu duayı yapıyordu:
“Rabbim, zürriyetimden onlara senin ayetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, kendilerini temizleyecek bir peygamber gönder.” [4]
Hz. İbrahim’in zürriyetinden gelmesini istediği peygamber, Efendimiz (s.a.v.) idi. Bunun için O’na “Bize kendinizden ve peygamberliğinizin başlangıcından bahseder misiniz?” diye sorulunca şu cevabı vermiştir:
“Adem daha yaratılış çamuru içinde yoğrulurken, ben Ümmü’l-Kitap’ta ‘peygamberlerin sonuncusu’ olarak yazılmıştım (ve Melekût Âlemi’nde ilan edilip tanıtılmıştım). Ben babam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annem Âmine’nin rüyasıyım. Annem bana hamile iken kendisinden bir nur çıkıp Şam’ın köşklerini aydınlatmıştı.” [5]
Yüce Allah, önceki bütün peygamberlere habibi Hz. Peygamber Efendimiz’i tanıttığı gibi ümmetini de tanıtmıştır. [6]
Hz. Musa (a.s.) Tevrat’ta Hz. Rasulullah (s.a.v.)’in ve ümmetinin sıfatlarını görünce hayran olmuş ve “Ya Rabbi, beni de habibin Ahmed’e ümmet eyle..” diye dua etmiştir. [7]
Hz. Süleyman a.s.’ın yüzüğünde, kendisine vahiyle bildirilen şu cümle yazılı idi: “Enallâhu lâ ilâhe illâ ene. Muhammedün abdî ve rasûlî: Ben, kendisinden başka ilah olmayan Allah’ım. Muhammed benim kulum ve rasulümdür.” [8] Hz. İsa( a.s.) da, ümmetine kendisinden sonra gelecek Ahmed ismindeki son peygamberi müjdeleyip duruyordu. [9]
Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, peygamberler vasıtasıyla önceki ümmetlere tanıtılmış, hepsi onu kendi çocuklarını tanırcasına tanımışlardı. [10] Ayette belirtildiği gibi, savaşta başı sıkışan Ehl-i kitap (yahudi ve hıristiyanlar) onun ismini zikrederek Allah’tan yardım istiyorlardı ve yardım da görüyorlardı. Ancak Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz saadetli vücuduyla âlemi şereflendirip peygamberliğini ilan edince, yahudiler, beklenen peygamber Araplardan çıktı, bizden gelmedi diye haset ve inatla onu inkâr ettiler. [11]
Hz. Peygamber (s.a.v) bizzat rahmetin kendisiydi. Yüce Mevlâ onu âlemlere rahmet olarak göndermişti. Hakkında şöyle buyurmuştur:
"(Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." [12]
Resûl-i Ekrem de (s.a.v) kendisinin rahmet olarak gönderildiğini şu veciz ifadeyle dile getirmiştir:
"Ben rahmet olarak gönderildim." [13] Yine ümmeti hakkındaki merhametini şöyle dile getirmiştir:
"Ümmetim karşısında benim durumum, ateşe düşüp yanmasınlar, diye elinde yelpaze ile canlıları ateşten uzaklaştıran kişinin haline benzer, eteklerinden tutup ümmetimi ateşten uzaklaştırıyorum." [14]
Bütün peygamberlerin ümmetlerinden önce kendilerini düşünüp, "Nefsî! Nefsî!" diyecekleri mahşer günü merhamet duygularıyla dolu olan Resûlullah Efendimiz (s.a.v) kendinden önce ümmetini düşünüp, "Ümmetî! Ümmetî!" diyecektir. [15]
Kötülüğe İyilikle Mukabele:
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber'le (s.a.v.) birlikte yürüyordum. Resûlullah'ın (s.a.v.) üzerinde Necran yapımlı, kenarı kalın bir cübbe vardı. O anda bir bedevî, Resûlullah'a yaklaştı ve cübbenin eteklerine asılarak öyle bir çekti ki Resûl-i Ekrem'in (s.a.v.) ensesi kızardı ve cübbe mübarek ensesinde iz bıraktı. Sonra da şöyle dedi:
"Yâ Muhammed (s.a.v.), benim şu iki deveme, yanında bulunan ganimet mallarından mal yüklet! Sen kendin ve babanın malından mal yükletmiyorsun ya!"
Resül-i Ekrem (s.a.v.) biraz sükût ettikten sonra şöyle buyurdu:
"Mal Allah'ın malıdır. Ben de O'nun kuluyum." Sonra sözlerine şöyle devam etti:
"Ey Arabî! Bana yaptığın bu şeyin tıpkısı ceza olarak hakkında tatbik edilsin mi?" Bedevî,
"Hayır, çünkü sen kötülüğe kötülükle mukabele etmezsin."
Bu cevap karşısında Hz. Peygamber (s.a.v.) tebessüm etti. Sonra onun bir devesine arpa, bir devesine de hurma yükletilmesini emretti. [16]
Efendimiz’in ümmetine düşkünlüğü: Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] bütün insanlara özellikle ümmetine karşı çok düşkün olmuş, onlara bir sıkıntı, eza ve felaket gelmesi kendisini çok üzmüştür. Bu husus Tevbe Sûresi’nin 128. âyetinde şöyle ifade edilmiştir: “Andolsun size, kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.” [S.A.B]
Allah'ın merhamet sıfatının bir sonucu olarak insanlara gönderilen peygamberlerin en önemli özelliklerinden biri de merhametli olmalarıdır.
Rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü (s.a.v) son derece merhametliydi. Gönlü şefkat ve acıma duygularıyla doluydu. Kalbi duygu ve sevgi yüklüydü. Bu yüzden zaman zaman gözleri buğulanır, şakaklarından aşağı göz yaşları akardı. Özellikle ümmeti hakkında çok merhametliydi. Hak Teâlâ onu böyle bir tabiatta yaratmıştı. Ondan bahsederken şöyle buyurur:
"Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. O, size çok düşkün, müminler hakkında pek şefkatli ve merhametlidir." [17]
Bu âyetten açıkça anlaşıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.v) ümmetinin azap görmesi şöyle dursun, zahmet çekmesinden dahi üzüntü duyar. Ümmetinin sıkıntısı onun da sıkıntısı, sevinci onun da sevincidir. Yine şöyle buyurur:
"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi." [18]
Ebû Hüreyre (r.a.), onun merhamet ve şefkatinin enginliğini şu şekilde ifade eder:
"Biz, bir gazada kâfirlerin yok olması için Allah Resûlü'nün (s.a.v) beddua etmesini istedik. O ise,
"Ben, lânet etmek için değil, rahmet olarak gönderildim" [19] buyurdu."
Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: "Sahâbeler Allah Resûlü'ne (s.a.v) müracaat ederek,
"Ey Allah'ın Resûlü! Tâifliler'in okları bizleri yaralayıp parçaladı. Onların helâki için Allah'a bir bedduada bulunuverseniz!' deyince Allah Resûlü (s.a.v),
"Allahım, Tâiflilere hidayet ver!' diye onların hidayeti için dua etti ." [20]
O rahmet peygamberiydi. Bu yüzden Uhud günü yanağı yarılıp dişi kırıldığında kendisinden beddua etmesi istenmiş, o şu karşılığı vermişti:
"Ben lânetçi olarak gönderilmedim. Ben ancak davetçi ve âlemlere rahmet olarak gönderildim." [21]
Ashâb-ı kirâm, Hz. Peygamber'i (s.a.v) kendilerine örnek alıp her konuda onun sünnetine uydukları için, kısa zamanda kemale ermişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Ben şefaatimi ümmetimden büyük günah işleyenler için sakladım.” [22]
Başka bir rivayette şöyle buyrulmuştur:
“Siz şefaatimi, müttaki ve günahtan temiz olanlara ait olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hayır, benim şefaatim ümmetimden hata ve günahlara bulanmış kimseler içindir." [23]
Diğer bir hadiste ise şöyle buyurmuştur:
"Her peygamberin ümmeti hakkında yaptığı bir dua vardır: Ben ise, duamı, kıyamet günü ümmetime şefaat için sakladım." [24]
Nakledildiğine göre bir Müslüman, cahiliye döneminde kızını kuyuya nasıl attığını ve yavrucağın "Babacığım, babacığım" diye yalvarışının kulaklarında nasıl hâlâ çınlayıp durduğunu anlatması, Resûlüllah'ın (s.a.v.) gözyaşlarının mübarek sakalının üzerinde hüzün taneleri olarak akmasına sebep olmuştur. Orada bulunan bir başka Müslüman olayı anlatana;
Resûlullah'ı (s.a.v.) üzdün, diye çıkışmış. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise,
"Dokunma, adam kendisine dert olmuş bir konuyu araştırıyor" buyurmuş sonra da o kişiye;
"Allah, cahiliyede işlenenleri bağışlamıştır. Sen şimdi Müslümanca yaşamaya bak"[25] tavsiyesinde bulunmuştur.
Cafer b. Ebî Talib'in şehid edildiği gün, Hz. Peygamber (s.a.v), Cafer'in evine giderek çocuklarını kucağına almış, okşamış ve ağlamıştır. Hz. Âişe diyor ki; Hz. Cafer'in vefat haberi geldiği gün, Resülullah'ın hüznünü yüzünden okuyorduk."[26]
Mute Savaşı'nda şehid düşen komutanlardan Zeyd b. Harise'nin kızı, Hz. Peygamberin (s.a.v) yüzüne melül mahzun bakmış Hz. Peygamber de kendisini tutamayarak ağlamıştı. Orada bulunan Sa'd b. Ubade'nin
"Bu ne hal, ya Resûlallah?" sorusuna da;
"Bu, sevenin, sevdiğine hasret ve özlemidir" [27] cevabını vermiştir.
Efendimiz’den sonra onun ümmeti başıboş bırakılmamıştır. Bu dini ihya eden Müceddit ve kamil mürşitler Resûlullah Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinden hiçbir zaman ayrılmamışlardır. [S.A.B]
Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) risalet görevine başladığında etrafında zamanla pek çok insan toplandı. O’na ilk inanan müminlere Ashab-ı Kiram denildi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile beraber yaşadıkları devre ise Asr-ı Saâdet adı verildi.
Rasulullah Efendimiz (s.a.v.)’in risalet görevi ile, kendisine inanan müminler, hakikatte O’nun terbiyesine altına girmiş oluyorlardı. Peygamber Efendimiz Ashab-ı Kiram’ı irşad ediyor, onlara yol gösteriyordu.
Efendimiz (s.a.v.) hem risaletin sahibi hem de velâyetin öncüsüydü. Risaletinde hem nübüvvet hem de velâyet olduğundan, beşeriyyeti terbiye ederken, hutbe okurken, sohbet ederken, hayatın tüm hallerinde sadece ilâhi hükümleri tebliğ etmekle kalmıyor, aynı zamanda Ashab-ı Kiram’ı tezkiye ediyordu.
Rabbimiz Teâla şöyle buyuruyor:
“Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resul gönderdik.“ [28]
O’nun irşadıyla; en uzağından en yakınına, O’nu bir defa göreninden bin defa görenine kadar bütün ashabı, Nur-u Muhammedî ile aydınlanıyordu.
Efendimiz (s.a.v) güneşin dünyayı aydınlattığı gibi ashabının kalplerini aydınlatıp onların ahlakını değiştiriyordu.
Eğer bu tür bir değişiklik, kötü ahlakın güzelliklere, küfrün imana, isyanın itaate, ihlasın salih amellere dönüşmesi olan bir eğitim olmasaydı, Ashab-ı Kiram’dan sonra Kur’an ve Sünnet’in hükümleri kaybolur giderdi. Sahabeyi görenler de değiştiler, İslam’ın güzelliklerine kavuştular. Allah (c.c) ve Rasulüne (s.a.v.) bağlılıklarını artırdılar.
Nihayet İmam-ı Azam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Malik gibi büyük zatlar yetişti. Onlar Ashab-ı Kiram’ı görünce Rasulullah Efendimiz’i (s.a.v.) görür gibi oluyorlardı. Onlara Tabiîn adı verildi. Tabiin alimlerini görenlere ise Tebe-i Tabiin denildi. Onlar da kamil insanlardı.
Ne var ki, Asr-ı Saadet ile başlayan bu terbiye, tezkiye hayatı gün geçtikçe azaldı. Nefsin lezzetleri ve dünya sevgisi çoğaldıkça, kamil insanlar da azaldı.
Asr-ı Saadet’ten bir-iki asır sonra da insanlar İslam’ın hükümlerini doğru olarak kendilerine öğretecek Nur-u Muhammedî’yi aramaya koyuldular.
Bu arayışın amacı, Nur-u Muhammedî’ye kavuşarak irşat ve ıslah olmaktı. İrşat edecek kişi kamil bir mürşit olmalıydı. Önderlerine mürşit, bulundukları mekana da tekke, dergah dediler. Kamil bir zatın yanında İslami terbiye almaya başladılar.
İmam-ı Azam Hazretleri, ‘Ben bir mezhep kuruyorum, ismi Hanefi mezhebi olsun’ demedi. Halk, kendisine sorular soruyordu. O da bunlara cevap veriyordu. Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine, hadislere göre hüküm veriyordu.
Ama önceki gördüğü nesli, Ashab-ı Kiram’ı bilerek, tanıyarak bu sorulara fetvalar veriyordu. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Malik Hazretleri de böyle yapmışlardı. Bazı zamanlar oldu ki aynı konuda üçünün de farklı görüşleri oldu.
Derken, İslamı yaşayan abidler, zahidler, alimler çoğalmaya başladı. Görüşleri Kur’an ve Sünnet’in hükümlerine uygun olanlara Ehl-i Sünnet denildi.
Ehl-i Sünnet’in arasında, Allahu Tealâ’ya kulluk vazifesini yerine getirebilmek, kalpleri Allah ve Resulünün sevgisiyle doldurabilmek, gafletten insanları koruyabilmek için bir hayat tarzı ortaya çıktı: Sofilik.
Ve hicretin ikinci asrından itibaren bu isim, Ashab-ı Kiram’ı gören insanların kullandıkları, anladıkları, yaşantısını gördükleri ve alışageldikleri bir isim oldu.
Allahu Tealâ ile olan iman bağımızı kuvvetlendiren, bizi takva ve edebe sevk eden kamil mürşidler, Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin varisleridir. İşleri yeni bir din getirmek değil, son din olan İslam’ı yaşamada insanlara önderlik yapmak ve örnek olmaktır. Müfessir Kadı Beydavi, Allah’ın halifesi olan bu seçkin zatların vazife ve yetkisini şöyle belirtir:
“Allah Tealâ halifeye ihtiyacından değil, kulların vasıtasız olarak ilahi feyzi kabulde ve ilahi emirleri elde etmedeki kusurlarından ve arada vasıtalara muhtaç olduklarından dolayı, kullarından bazılarını seçip kusurlu olanların terbiye ve arındırma işini onlara yüklemiştir. Allah’ın halifelerinin yaptığı da budur. Allah Tealâ’dan aldıkları nur ve ilahi şuuru kendi cinslerine aktarırlar.”
Resûlullah Efendimiz’in [sallallahu aleyhi ve sellem] sünnetine uymanın önemi. [S.A.B]
Yüce dinimizin temeli, hiç şüphesiz, indirilişiyle birlikte ilahî koruma altına alınmış olan Kur’an ve onun gereği gibi hayata intikalinin yegane garantisi olan Sünnet’tir.
İlâhi kelâm olan Kur’an, insanlık alemine Rasul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz vasıtasıyla intikal etmiştir. Üstelik Cenab-ı Hak, Rasul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’i, Kur’an’ı insanlara sadece tebliğ etmekle değil, aynı zamanda açıklamakla da görevli kılmıştır.
Rasul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’e uymayı, O’na muhalefet etmemeyi, O’nun getirdiklerini alıp, sakındırdıklarından uzak durmayı emreden, Allah’ın rızasını arayanlar için O’nda güzel örnek bulunduğunu haber veren, ancak O’na itaat etmekle gerçek anlamda Rabbimiz’i sevdiğimizi söyleyebileceğimizi ve bağışlanmamızın da buna bağlı olduğunu bildiren ayetler, Sünnet’in dindeki yerini ve fonksiyonunu tayin edici ilâhi beyanlar cümlesindendir.
Buradan hareketle şunu söylemek kaçınılmaz olmaktadır: Eğer Rasul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in açıklaması olmadan Kur’an’ın Cenab-ı Hakk’ın muradına uygun olarak anlaşılması ve yine Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu bir hayatın yaşanması mümkün olsaydı, Efendimiz’e vurgu yapan onlarca ayete gerek olmazdı.
Kur’an’ı –mesela– bir dağın başına indirerek insanlara “falan dağa bir kitap indirildi; gidip onu alın ve içindekilerle amel edin” diye seslenen bir melek göndermek Cenab-ı Hakk’ın kudreti dahilinde olduğu halde ilâhi hikmet böyle tecelli etmemiş, ilâhi kitaplar insanlara her zaman peygamberler (hepsine salât ve selam olsun) vasıtasıyla gönderilmiştir.
Sünnet Olmadan Kur'an Anlaşılmaz
Bilindiği gibi Hz. Ali (r.a.) döneminde ortaya çıkmış olan Haricîler, İslâm dünyasını yıllarca meşgul eden ve kendileri gibi düşünmeyen herkesi kâfirlikle suçlayan bir grup idi. Gittikleri yanlış yoldan döndürmek ve İslâm’a verdikleri zararları önlemek için Hz. Ali (r.a.), gerek bizzat, gerekse arkadaşları vasıtasıyla Haricîler’le pek çok mücadelelere girişmişti. Bu meyanda bir keresinde amcasının oğlu Abdullah b. Abbas (r.a.)’ı onlarla münazara yapmak üzere görevlendirmişti. Abdullah b. Abbas (r.a.)’ı yolcu ederken aralarında şöyle bir konuşma geçti:
- Onlarla tartışırken Kur’an ayetlerinden delil getirme.
- Niçin ey Müminlerin Emiri? Kur’an bizim evlerimizde nazil oldu. Onun ayetlerini ben onlardan daha iyi bilirim.
- Doğru söylüyorsun. Ama biz davamızı ispat için bir ayet ileri sürüyoruz, onlar da kendi davalarını ispat için başka bir ayet okuyor. Çünkü Kur’an, bünyesinde pek çok anlam barındıran ve ayetleri birçok manaya çekilebilecek bir yapıya sahiptir. Onun için onlarla tartışırken Sünnet’ten delil getir. Böyle yaparsan kaçıp kurtulacak bir yer bulamazlar. [29]
Nitekim rivayetin devamında Abdullah b. Abbas (r.a.)’ın, tartışırken Sünnet’ten deliller getirmek suretiyle Haricîler’i mağlup ettiği zikrediliyor.
Hz. Ali r.a.’ın bu tespiti bize şunu anlatıyor: Kur’an ayetlerinin hepsi aynı özellikte değildir. Kimi ayetlerin anlamı ilk okuyuşta kolayca anlaşılabilirken, kimileri dış anlamdan farklı bir maksadı ifade eder. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de mecaz, kinaye, istiare gibi sanatlı anlatımlar bulunduğunu ve hatta Arapça’da –ve hele Kur’an Arapçasında– bu tür anlatımların daha fazla olduğunu düşündüğümüzde, Hz. Ali (r.a.)’ın tavrındaki hikmeti daha iyi kavrıyoruz.
Şüphesiz bu olay, inanç ağırlıklı bir sapmanın önüne geçmek için Sünnet’e duyulan ihtiyacı yansıtmakla sınırlıdır. Oysa Sünnet’in önem ve fonksiyonunun bu alanla sınırlı olmadığı açıktır. Sünnet, hayatın bütün alanlarını kuşatan, hatta Kur’an’ın hiçbir şekilde değinmediği hususlara dahi uzanarak müslümanca yaşamanın canlı örneğini teşkil eden bir ihata kabiliyetine sahiptir.
Efendimiz s.a.v., “Sizden (hiç) biriniz, hevasını (görüşünü, arzusunu, isteğini) benim getirdiklerime tabi kılmadıkça iman etmiş olamaz” [30] buyurmak suretiyle iman iddiasının, kişisel arzu, istek ve görüş değil, Sünnet-i Seniyye’ye ittiba ile geçerli olabileceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Aynı şekilde Kur’an’ı kendi şahsi görüşü doğrultusunda yorumlamaya kalkanların, sonuçta doğru yorum yapmış olsalar bile, izledikleri metot dolayısıyla hata etmiş olacaklarını şu hadis ifade etmektedir: “Kim Kur’an hakkında şahsi görüşü ile konuşursa, isabet etmiş olsa bile hata etmiştir.” [31]
“Resul-i Ekrem (s.a.v.) İslam'dır” Muhammed Esed’e ait olan bu söz, bizce gerçeği temelinden kavraması dolayısıyla son derece önemlidir. Zira Kur’an’ın, çoğu zaman ibadetlerin bile detaylarını vermediği gerçeği göz önüne alındığında, bir Müslüman ibadet ve inançla ilgili hususlardan başlayarak dünya görüşünde, aile ve iş hayatında, toplumsal ilişkilerinde, davranışlarında, hatta giyim-kuşamında, yeme-içmesinde, temizliğinde... özgün bir kimlik kazandıran değerlerden Sünnet olmaksızın söz etmemiz imkansızdır.
Bir keresinde Sahabe’den İmran b. Husayn (r.a.)’ın hadis rivayet ettiği mecliste bulunanlardan (muhtemelen Mu’tezile mezhebine mensup) birisi “Bize Kur’an’ı anlat (hadis nakletmeyi bırak)” demişti. İmran b. Husayn (r.a.)’ın cevabı şu oldu:
“Sen ve arkadaşların Kur’an okuyorsunuz. Bana söyler misin, namaz ve namazla ilgili rükünler nelerdir? Keza altın, deve, sığır ve sair malların zekâtı ne kadar verilecektir? Namazın dört rekât olduğunu, Kâbe’nin yedi kere tavaf edileceğini, Safa ile Merve arasında sa’y yapılacağını sadece Kur’an’a dayanarak söyleyebilir misiniz?”
Bu açıklama karşısında adam, “Bana hayat verdin. Allah da sana hayat versin” diye mukabele etti. [32] Bu olayı nakleden Hasan-ı Basrî (k.s.) Hazretleri diyor ki: “O zat ölmeden önce (Sünnet’in önemini kavrayarak) iyi bir İslâm fakihi oldu.”
Hayat Sünnet'le İbadete Dönüşür
Burada belirtmemiz gereken bir diğer önemli husus da şudur: Sünnet-i Seniyye’nin belirleyiciliğinde yaşanan bir hayatta, adet ibadete dönüşerek sevap konusu haline gelir. Bir başka deyişle Müslüman, sırf Sünnet’te tavsiye edildiği için herhangi bir davranışı benimser ve yaparsa, karşılığında sevap kazanır.
Çok basit bir örnek olarak şunu zikredelim: Yemeği sol elimizle yersek dinden çıkmayız; ama sağ elimizle yersek bir sünneti yerine getirmiş, dolayısıyla sevap almış oluruz. Tekrarlı yaptığımız işlerde 3, 5, 7 gibi tekli rakamlara riayet etmek, yatağa sağ tarafımız üzerine yatmak, tuvalete, banyoya sol ayakla girip sağ ayakla çıkmak, camiye, eve, işyerine sağ ayakla girip sol ayakla çıkmak gibi bireysel alanla sınırlı işlerden, toplumsal, hukuki, ekonomik, ticari konulara kadar aklımıza gelecek her faaliyet sahasıyla ilgili olarak Sünnet’in eşsiz rehberliği ve diriltici soluğu, bizlere iyiyi, doğruyu ve güzeli işaret ettiği kadar, sevap hanemizin dolmasını da sağlamaktadır.
“Her maruf (İslâm’ın benimseyip teşvik ettiği güzel şey) sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman, kendi kovandan kardeşinin kabına su vermen de birer maruftur.” [33] “İman yetmiş küsur bölümdür. En üstünü lâ ilâhe illallâh sözüdür. En aşağısı ise gelip-geçenlere eziyet veren şeyleri yoldan temizlemektir. Haya da imandan bir bölümdür” [34] gibi hadisler, Müslümanın bütün davranışlarının dinî bir veçhesi olduğunu vurgulamaktadır.
Bu hadisten hareketle, alimlerimiz tarafından “Şuabu’l-İman” adıyla kitaplar yazılmış ve imanın yetmiş küsur şubesine (bölümüne) delalet eden rivayetler bir araya toplanmıştır. Meşhur Buharî şarihi Bedruddîn el-Aynî de, bu hadisi esas alarak imanın 77 şubesini teşkil eden hususları tespit etmeye çalışmıştır. [35] Ona göre bu 77 bölümü teşkil eden hususlar özetle şöyledir:
Birinci kısım iman ve tasdik ile ilgili olup 30 maddedir. İkinci kısım dil ile ilgili ameller olup 7 maddedir. Üçüncü kısım bedenî amellerle ilgili olup 40 maddedir ve bu 40 maddeye kişinin kendisi ile ilgili hususlar yanında, toplumsal hayata ilişkin hususlar da girer.
Burada sadece başlıklarıyla zikrettiğimiz bu 77 bölümün, imanın şubeleri olarak insan hayatının bütün yönlerini kuşatan her türlü tutum ve davranışı içine aldığı dikkat çekmektedir. Böyle bir iman anlayışında din-dünya ayrımı yapmanın mümkün olmadığı açık biçimde ortaya çıkmaktadır.
Bütün bu hakikatleri göz önüne aldığımızda, son dönemde Sünnet’in dinimize kaynaklığı ve Müslümanın hayatındaki belirleyiciliği üzerine yoğunlaşan tartışmaların maksadını anlamak kolaylaşacaktır.
__________
[S.A.B] Sohbet Alt Başlığı.
1 Enbiya, 107
2Hâkim, Müstedrek, 2/615; Beyhaki, Delâilü’n-Nübüvve, 5/488, 499; Taberânî, es-Sağîr, 2/82-83.
3 Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), 3/131.
4 Bakara, 129
5 Ahmed, Müsned, 4/128; Hâkim, Müstedrek, 2/600; Kastalânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniye, 1/67; ed-Dürrü’l-Mensur, 1/334; Hasâisü’l-Kübrâ, 1/16; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 1/80; Heysemî, ez-Zevâid, 2/220.
6 Fetih, 29
7 Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1/21, 22; ed-Dürrü’l-Mensûr, 3/553; Ebû Nuaym, Hilye, 3/375-376; Heysemî, Takribü’l-Buğye, 3/7.
8 el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1/14; Heysemî, ez-Zevâid, 5/152.
9 Saf, 6
10 Bakara, 146
11 Taberî, Câmiü’l-Beyân, 1/577-581; ed-Dürrü’l-Mensûr, 1/215-217; Mazharî, Tefsirü’l-Mazharî, 1/107.
12 Enbiyâ 21/107.
13 Dârimî, Mukaddime, 15; Aclûnî, Keşfül-Hafâ, 1/191 (nr. 637).
14 Tirmizi, Edeb, 82.
15 bk. Tirmizî, Sifâtü'I-Kiyâme, 10.
16 Buhârî, Edeb, 68; Ebû Davud, Edeb, 1 (nr. 4775); Ahmed b. Hanbel, B Müsned, 3/153; Münzirî, et-Tergib vel-Terhib, 3/419; Ebû Nuaym, Delâilü'n-Nübüvve, 1/184; Beyhakî, Delâilü'n-Nübûvve, 1/318; Ibn Ebü'd-Dünya, Mekârimü'l-Ahlâk, nr. 380; Zehebi, Siyer-u A'lamı'n-Nübelâ, 2/386
17 Tevbe 9/128.
18 Âl-i İmrân 3/159.
19 Müslim, Birr, 24 (nr. 87); Beyhaki, 5uabül-imàn, nr. 1403; Ebû Nuaym, Delâilü'n-Nübüvve, 1/40; Begavî, el-Envâr fî,5emâilin-Nebî, 1/208.
20 Tirmizi, Menâktb, 74 (nr. 3942); ibn Kesir, es-Siretü Nebeviyye, 3/667.
21 Müslim, Birr, 24 (nr. 87).
22 Ebû Davud, Sünnet, 20; Tirmlzî, Sıfatu'l-Kıyâme, 11 (nr. 2435); İbn Mâce, Zühd, 37 (nr. 4310); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/213; Beyhakî, Şu-abü'l-imân, nr. 310.
23 Tirmlzî, Sıfatu'l-Kıyâme, 11 (nr. 2436).
24 Buhâri, Deavât, 1, Tevhid, 31; Müslim, imân, 86; Mâlik, Muvatta, Kur'an, 8; İbn Mâce. Zühd, 37 (nr. 4307); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/275, 3/134; Beyhakî, Şuabü'l-İmân, nr. 313.
25 Darimi, Mukaddime, 1.
26 İbn Hlşam, Sfre, 4/16; Beğavî, el-Envir ti Şemâili Nebi, 1/223.
27 İbn Sa'd. Tabakâtü'l-Kübrâ, 3/47, Beğavî, al-Envâr li Şemâili Nebi, 1/224.
28 Bakara suresi ayet-151
29 Nehcu’l-Belâğa; Suyutî, Miftâhu’l-Cenne
30 Hatib Bağdâdî, Tarihu Bağdâd; Bağavî, Şerhu’s-Sünne
31 Beyhakî, el-Medhal
32 Hakim, el-Müstedrek; Hatib Bağdâdî, el-Kifâye
33 Tirmizî
34 Müslim, Ebû Davud, Nesaî, İbn Mâce
35 Umdetu’l-Kârî
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder