Fıkıhla cevaplanmış sorular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fıkıhla cevaplanmış sorular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2013 Pazar

Sigara içmek haram mi?

Sigara içmek haram mi?  
Bu meselenin tamamen benzeri ne Kur'an'da vardir, ne de sünnette. Bu son devirlerde ortaya çikan bir durumdur. Bu konuda en hafif konusanlar mekruh demisler. Fakat bu durum islâm'in bu meseleye bakis açisini tam yansitmamaktadir. Çünkü insan sigara içmekle hem israf, hem vücuda zarar, hem de baskasina zarar vermektedir. Mekruh diyenler bir sigara içmekle bu üç zarar ayni anda olmadigi için diyorlar. Oysa insan tiryaki olunca bu üç zarar bir arada ve artarak olur ve mesele haram görünümü kazanir. Bu görüs fikihtan biraz anlayan kimselerinin kabul edecegi bir görüstür. Bu hükme nasil bir kiyas ile ulasiyoruz bir de ona bakalim. Bir seye haram hükmünü vermek için illa naslarda (Kur'an ve Sünnette) lafzen (kelime olarak) geçmesi sart degildir. Mesela eroin de naslarda lafzen geçmez ama eroinin zararlarini gerek tipçilar gerek se fikihçilar çok açik bir sekilde ortaya koyuyorlar. Nefse zarar veriyor, mala zarar veriyor ve baskalarina da zarari dokunuyorsa, bu üç zarari bir arada ve sürekli olarak veren her sey bütün fukahaya göre haramdir. Karsimiza çikan yeni meselelere de bu ölçüyle bakip hüküm vermeli. Bu sayilan unsurlar bir çok açik nasla haram olduguna göre, ayni zararlara götüren seylere deharam diyoruz. Ayni seyi sigaraya tatbik etmekle sigaranin da haram oldugu hükmüne variyoruz. Sigaranin mubah ve mekruh oldugu üzere fetva verenler - zamanlarinin sartlari içinde - sihhate ne ölçüde zarar verdigini bilemedikleri için böyle yapmis olabilirler.
Sigaraya mekruh diyenler
Bu gün sihhate zarari bilindigi halde hala mekruh diyen hocalarimizda malesef vardir. Bu insanlari aldatan zararin az az, uzun vadede ve birden olmamasidir . Eger her sigara içen bir hafta içinde ölseydi veya bir organi bir hafta içinde islemez hale gelip kesilseydi. Acaba ona hala kim mekruh diyebilirdi? Gelecek bu zararlarin geç gelmesi ve azar azar gelmesi, mekruh diyenlerin mekruh demesine, onlara muhalif olanlarin da olaya yumusak bakmasina neden oluyor. Ama bir gerçek hiç bir zaman unutulmamali. Eger zararin uzun zamanda ve geç gelmesi bir harama helal görünümü kazandiracaksa içki, kumar, hirsizlik, intihar, eroin ve daha kesin haram olan bir çok seyde -Allah muhafaza- helal veya mekruh olabilir. Yani bir kimse; zehir) kullanarak intihar edecegim dese acaba ona cevabimiz ne olurdu? Haram olan içkiyi her gün az az alan, zararini uzun vadede gören veya görmeyen, sarhos olmayacak kadar içen kimseye, içkide az zarar veriyor veya sarhos etmiyorsa, diye hangi hoca efendi "mekruhtur" diyebilir. Haydi içki ayet ve hadisle haram oldugu açik olan bir sey, ona mekruh diyemiyoruz. Ya eroine, biraya ne demeli? Bunlar ayet ve hadiste açik olarak geçmiyor. Bunlara ayette ve hadisde geçmiyor, zararida uzun vadede görülürse bunlari kullanmak haram degil mekruhtur diye kim fetva verirse o kisiler sigaraya da ayni fetvayi verebilirler.
Kimse darilmasin
Hala sigaraya mekruh diye fetva veren veya duydugu bu fetvalarla amele devam eden olacaksa veya sigaraya kadar daha neler var deyip olayi geçistirmeye çalisanlar bulunacaksa, onlar bilsinler ki, bu satirlarin yazari onlardan daha çok onlarin yüce divanda sorumlu olmamalarina "dua"cidir. Bu satilarida kimseyi rahatsiz etmek ve içtigi sigaranin zevkini burnundan getirmek amaciyla yazmiyorum. Hatta çok daha büyük yanlislar varken, onlara göre ufak bir yanlis ( ufak gibi görünen) olan sigara ile birinci derece ugrasmayi da gereksiz görüyorum. Bu satirlardan dolayi kendilerine cevap hakki dogan tiryakileride kendi vicdanlariyla bas basa birakiyorum, vicdanini tatmin eden ..... Bu konunun genis tahlilini gelecegini bildigim itirazlarla birlikte Fikih ölçülerinde tekrar ele alacagim insaallah. ( Sigara konusunda bugün bir çok islam alimi böyle düsünmektedir. Bu satirlar indi (sahsi) bir görüsten daha ziyade alimlerimizin bu konudaki degerlendirmelerinden ilham alinarak yazilmistir. Yukaridaki görüslerin benzerleri Günümüz islam Hukukçularindan Prof. Hayrettin Karaman ve digerleri tarafindan da dile getirilmektedir.)

Hile-i ser'iyye nedir ?



Hile-i ser'iyye nedir ?
'Mehâric' diye de isimlendirilen hilenin, Islâm hukukundaki tanimi söyledir:
"Ser'î (hukukî) bir kurtulus, hukukî bir tedbir veya hukukî bir çikis yolu" demektir.(1)
Hile-i ser'iyye, hukuka uygun olarak problemlerin çözümünde kullanilmistir. Bu, kolaylik, genislik getirdiginden çogu mezhepler tarafindan uygulanma sahasi olmustur. (2) Serahsi'ye göre "Kendisiyle ferdin, haramdan uzaklastigi, veya helali elde ettigi hile, dinen güzeldir. Mekruh olan hile ise, baskasinin hakkini almak, bâtili hak göstermek veya hak olan bir seye süphe etmesine vesile olacak, sekilde yapilan hileler (tahrimen) mekruhtur."(3)
Islâm tarihinde hukuka uygun olarak isletilen bir çok hile-i ser'iyye mevcuttur: Buna, su hadis-i serif misal gösterilebilir: Bilal (r.a.) Hz. Peygamber'e ikram etmek için iyi cins hurma getirdi. Allah'in elçisi bu hurmayi nereden aldigini sorunca, Bilal söyle dedi:
"Bizde âdi bir hurma vardi. Nebi (s.a.)'e yedirmek için, ben onun iki ölçegini bu iyi hurmanin bir ölçegine sattim."
Bunun üzerine Allah'in Resûlü (a.s.) söyle buyurdu:
"Bizde âdi bir hurma vardi. Nebi (s.a.)'e yedirmek için, ben onun iki ölçegini bu iyi hurmanin bir ölçegine sattim." Bunun üzerine Allah'in Resûlü (a.s.) söyle buyurdu:
"Eyvah, eyvah ribanin ta kendisi, ribanin ta kendisi. Bunu böyle yapma. Fakat hurma satin almak istersen, kendi hurmani baska bir satim akdi ile sat. Onun satis bedeli ile istedigin hurmayi satin al." (4)
Baska bir rivayette hadisin sonu söyledir: "Bu riba muamelesi olup, onu bozunuz. Sonra elinizdeki hurmanizi satip, bunun bedeli ile bize hurma satin aliniz.
Bu örneklerden anlasildigina göre, ayni cins mallar trampa edilecekse, esit olarak mübadele edilmeli, eger kalite farki gibi nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna razi degillerse, mübadele edilecek mallarin kiymeti para ile takdir edilerek degisim yoluna gitmeli.
Bu örneklerden anlasildigina göre, ayni cins mallar trampa edilecekse, esit olarak mübadele edilmeli, eger kalite farki gibi nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna razi degillerse, mübadele edilecek mallarin kiymeti para ile takdir edilerek degisim yoluna gitmeli.
Bu satista, faize düsmemek için trampa yerine "para ile satis yapma" yoluna gitmek, ser'i bir hile (çözüm) örnegidir. Kaynaklarda insanlari aldatmak ve sahtekârlik için yapilan hilelerin; kitap, sünnet ve icmaya göre haram oldugu belirtilmistir. (5)
Bu satista, faize düsmemek için trampa yerine "para ile satis yapma" yoluna gitmek, ser'i bir hile (çözüm) örnegidir. Kaynaklarda insanlari aldatmak ve sahtekârlik için yapilan hilelerin; kitap, sünnet ve icmaya göre haram oldugu belirtilmistir. (5)
Bir yolunu bularak, kitabina uydurarak veya ismini degistirerek harami islemek, sorumlulugu kaldirmaz; aksine bu yollar ve çareler de haramdir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.): "Ümmetimden bir grup baska bir isim koyarak sarabi helâl sayacaktir" (6) buyrugu ile buna isaret etmistir. Müstehcen gösteri, eser ve hareketlere "san'at", faize "sermaye kâri" demek bunlari helâl kilmaz. (7)
Bosanmis bir kadini, onunla sürekli evli kalmak amaciyla degil de önceki kocasina helal ettirmek (tahlîl) maksadiyla anlasmali nikah yapmak, ulemânin çogunluguna göre caiz degildir (9). Bu konuda Hz. Peygamber Efendimiz (a.s.): "Allah, hulle yapana da, kendisi için hulle yapilana da lanet etsin" (10) buyurmaktadir.

Kaynak: Ali Riza Günes, Kadin ve aile, 07/97



DOMUZ ETI NIÇIN HARAM ?

DOMUZ ETI NIÇIN HARAM ?


Prof. Dr. Selahattin Salimoglu
IMTIHANIN GEREGI
Bir seyin helal veya haram olmasi, Allah'in emrine tabidir. Allah bir seye "helal" derse helal, "haram" derse haram olur. Yani din bir imtihandir, insanlara yapilan bir tekliftir.
Cenab-i Hak, cennete layik bir duruma getirmek icin, insanlari imtihana tabi tutuyor. Bu sebeple, bazi emir ve yasaklar koymustur. Esas olan da bu emir ve yasaklara uymaktir.
Bu prensiplerin gerek insanin sahsi hayatina, gerekse cemiyet hayatina pek cok faydalari vardir. Dolayisiyle bunlar, emir ve yasaga daha suurlu olarak riayet etmemizi sagliyor.
Dinimizin yasakladigi hususlardan birisi de, domuz etidir. Bu yasaklamanin, pek cok hikmeti vardir. Biz, burada sadece birkacina isaret etmege calisacagiz.
ZEHIRLI MADDELER
Domuz eti cok yaglidir. Yenildigi takdirde, bu yag kana gecer. Böylece kan, yag tanecikleriyle dolmus olur. Kandaki bu fazla miktardaki yag; atar damarlarin sertlesmesine, tansiyon yükselmesine ve kalb infarktüsüne sebep olur.
Ayrica, domuz yagi icerisinde "sutoksin" denilen zehirli maddeler mevcuttur. Vücuda giren bu zehirli maddelerin disari atilmasi icin, lenf bezlerinin fazla calismalari icab eder. Bu durum, bilhassa cocuklarda lenf dügümlerinin iltihaplanmasi ve sismesi seklinde kendini gösterir. Hasta cocugun bogaz bölgesi anormal bir sekilde siserek, adeta domuza benzer. Bu sebeple, bu hastaliga "domuz hastaligi" (skrofuloz) adi verilir. Hastaligin ilerlemesi halinde, bütün lenf bezleri cerahatlanarak siser. Ates yükselir, agri baslar ve tehlikeli bir durum ortaya cikar.
FAZLA MIKTARDA KÜKÜRT
Domuz etinde bol miktarda bulunan sümüksü bag dokusu, kükürt yönünden cok zengindir. Bu sayede, vücuda fazla miktarda kükürt alinmis olur. Bu fazlaliksa; kikirdak, kas ve sinirlere oturarak eklemlerde iltihaplanma, kireclenme ve bel fitigi gibi cesitli hastaliklara yol acar.
Domuz eti devamli yenirse, vücuttaki sert kikirdak maddesinin yerini, domuzdan gecen sümüksü bag dokusu alir. Bunun sonucu olarak, kikirdak yumusar; vücut agirligina tahammül edemeyerek altinda ezilir. Böylece, eklemlerde bozulmalar meydana gelir. Domuz eti yiyenlerin elleri peltelesir, yag tabakalari tesekkül eder. Mesela yiyen kimse sporcuysa; yorgun, tembel ve hareketsiz olur. Bazi futbolcular bu sebeple mesleklerinden olmuslardir.
ASIRI BÜYÜME
Domuzda büyüme hormonu da cok fazladir. Dogdugu zaman birkacyüz gram olan domuz yavrusu, alti ayda yüz kiloya (!) erisir. Bu kadar süratli gelisme, büyüme hormonunun fazlaligi sebebiyledir.
Domuz etiyle fazla miktarda alinan büyüme hormonu, vücutta doku sisliklerine ve iltihaplanmalara yol acar. Burun, cene, el ve ayak kemiklerinin anormal bir sekilde büyümesine ve vücudun yaglanmasina sebep olur.
Büyüme hormonunun en etkili yönü, kanserin gelismesine zemin hazirlamasidir. Nitekim domuz kesim isiyle ugrasanlar, erkek domuzlarin belli bir yastan sonra kansere yakalandiklarini ifade ederler.
DERI HASTALIKLARI
Domuz etinin ihtiva ettigi histamin ve imtidazol denilen maddeler, deride kasinti hissi uyandirir. Ekzama, dermatit, nörodermatit gibi iltihabi deri hastaliklarina zemin hazirlar.
Bu maddeler ayrica; kan cibani, apandisit, safra yollari hastaliklari, toplar ve damar iltihaplari gibi hastaliklara yakalanma ihtimalini artirir. Bu sebeple doktorlar, kalb hastalarina domuz eti yememelerini tavsiye ederler.
BIR HATIRA
Alman hekimi Prof. Dr. Reckeweg "Domuz Eti ve Insan Sagligi" adli eserinde bir hatirasini söyle anlatir:
"Tedavi maksadiyla bir ciftci ailesinin biraz sapa yörede bulunan ciftligine gitmistim. Babada müzmin antroz (dejeneratif eklem hastaligi) ve kalca eklemi iltihabi vardi. Ayrica karacigerinden de rahatsizdi. Annenin bacaklarinda varis ve eziyet verici kasintisi olan ekzama vardi. Ailenin kizlari ise, kalp yetmezligi ve romatizmadan rahatsiz idi. En sagliklilari görünmesine ragmen ogullari da anjinsonrasi kalp yetmezliginden ve kan cibanindan müsteki idi. Evin öbür kizi ise müzmin bronsitten muzdarip idi. Ogullarindan bir digeri de, "domuz killanmasi" ve müzmin plörite yakalanmis olup, devamli tekrar eden fistül ifrazatindan rahatsiz idi.
Yukarida sakinlerinin hastaliklarindan uzun uzadiya bahsettigim ciftlik evinde muayene sirasinda garip bir olaya sahit oldum. Ailenin arasinda iri cüsseli bir domuz hic istifini bozmadan asagi dogru sarkan kalin bir agac dalina abanarak sirtini kasiyordu.
Hastalara "Oradaki domuzu görüyormusunuz? Onun kasinmasina ve iltihaplara yol acan maddeleri, etiyle beraber siz de yiyorsunuz. Iste bu maddeler, sizdeki hastaliklarin yegane sebebidir." dedim.
Yukarida kendilerinden bahsettigim, Kara Ormanlar havalisinde oturan benzeri ciftlik sahiplerinden verdigim nasihati dinleyenler, domuz eti yemekten vazgecerek hastaliklarinin cogundan kurtuldular. Simdi o ciftliklerin etrafindaki otlaklarda Islam ülkelerinde oldugu gibi kücük koyun sürüleri yayiliyor."
DOMUZ ETI VE TRISIN
Domuz eti ile insana bulasan tehlikeli hastaliklardan birisi de Trisin [oku: Trischin] hastaligidir. Domuzlar bu hastaligi trisinli fare yemek veya trisinli domuz eti ile beslenmekle alirlar. Fakat Trisin domuzlarda agir bir hastalik yapmaz. Halbuki insanlarda, cok tehlikeli ve öldürücü bir hastalik meydana getirir.
Domuz etiyle alinan Trisin kurtcuklar, mide ve bagirsak yoluyla kana gecer. Böylece de, bütün vücuda yayilirlar. Trisin kurtcuklari özellikle cene, dil, boyun, yutak ve gögüs bölgelerindeki kas dokularina yerlesirler. Cigneme, konusma ve yutma adelelerinde felcler meydana getirirler. Yine kan damarlarinda tikanikliga, menenjit ve beyin iltihabina sebep olurlar. Bazi agir vakalar, ölümle sonuclanir. Bu hastaligin en kötü tarafiysa, kesin bir tedavi seklinin olmamasidir.
Trisin hastaligi, bilhassa Avrupa ülkelerinde yaygindir. SIKI veteriner kontrolleri yapilmasina ragmen, Isvec, Ingiltere ve Polonya'da Trisin salginlari görülmektedir.
Yurdumuzdaysa, yerli hristiyanlarin disinda Trisin hastaligi görülmemistir.
GIDALAR VE INSAN MIZACI
Insan ve hayvanlar, yedikleri gidalarin az-cok tesirinde kalirlar. Mesela kedi, köpek, arslan gibi et yiyen hayvanlarin yirtici; koyun, keci, deve gibi ot ile beslenen hayvanlarsa daha uysal ve yumusak huylu olduklari malumdur.
Bu durumda, insanlar icin de gecerlidir. Nebati gidalarla beslenenlerin, genellikle halim-selim; et ve et ürünleriyle beslenen insanlarin ise daha sert mizacli olduklari tesbit edilmistir.
Domuz, disisini kiskanmayan bir hayvandir. Domuz eti ile beslenen insanlarda, kiskanclik hissinin zayifladigi veya dumura ugradigi gözlenmistir
Fransiz filozoflarindan Savorin de beslenmenin mizac üzerindeki bu tesirine cok önem vererek, "Bana ne yedigini söyle, senin ne oldugunu haber vereyim." demistir.
HELALLER IHTIYACA YETER
Yüce Rabbimiz, istifademiz icin pek cok gida yaratmistir. Bunun yaninda, bazi zararli seylerin yenip icilmesini yasaklamistir. Cünki O, sonsuz sefkat ve merhamet sahibidir. Kullarina, tasiyamayacaklari yükleri vermez. Emir ve yasaklari, insanlarin rahatlikla altindan kalkabilecekleri seylerdir. Acaba insan icki icmeyince, domuz eti yemeyince ne kaybeder?



(Bu yazi "Merak Ettiklerimiz 1" adli kitaptan (Prof. Dr. Adem Tatli) alinmistir ve Prof. Dr. Selahattin Salimoglu'na aittir. Cihan Yayinlari, ISTANBUL; ISBN 975 - 7486 - 13 - 2)




Tüp bebek ne zaman caiz olur?

Tüp bebek ne zaman caiz olur?
Insan yaratilisinda mutlaka cocuk sahibi olma arzusu mevcuttur. Bu yuzden cogu zaman esler ne olursa olsun cocuk sahibi olmayi ister, hayirli mi hayirsiz mi konusunu dusunmeye bile razi olmazlar. Halbuki bu konuda da insan gayet tedbirli ve temkinli olmali, hayirlisini ver Ya Rab, diyerek hakkinda pisman olmayacagi sonucu istemelidir.
Nitekim boyle dusunmeden ille de cocuk isteyenlerin bazilarini gormekteyiz:
-Keske, hayirlisini ver Ya Rab!.. deseydik diye pismanliklarini izhar etmekteler.
Belli arizalar sebebiyle cocuklari olmayanlar icin tibbi buluslar da soz konusudur. Bunlarin en basinda tup bebek olayi gelmektedir. Zaten bize cok sorulan sorulardan biri de bu mevzudadir:
-Tup bebek icin ne dersiniz? denmekte, dinen caiz olup olmayacagi hususu arastirilmaktadir.
Bu konunun bircok cihetleri vardir. Ancak ben ilk ana unsurunu ifade ederek gorusleri arz edeyim. Tup bebek caiz olabilir de olmayabilir de.
Olabilirin sarti sudur:
-Tup bebegin asli unsuru nikahli kari-kocadan olacaktir.
Bu, su demektir: Baska kadindan, yahut da erkekten alinan sperm veya yumurtadan elde edilen tup bebekler caiz olmazlar. Cunku bebegin kendisi baskasindan alinmadir. Birinin oglu, kizi otekine verilmek gibi bir sey olur bu. Eslerin sperm ve yumurtasini belli mekanik yerlerde gelistirip yine sahiplerinin rahminden dunyaya getirmek suretiyle elde edilen tup bebek caiz olabilir. Bu konuda Diyanet Isleri Baskanligi Din Isleri Yuksek Kurulu'nun gorunumu "Gunumuz Meselelerine Fetvalar" kitabinda okumak mumkundur. Mezkur kitapta soyle denmektedir. Sayfa (106)'dan aynen:
Tup bebek Islam'a gore caiz midir?
Kadin veya esindeki bir kusur sebebiyle, tabii iliski ile gebeligin gerceklesmesi mumkun olmadigi takdirde, dollendirilecek yumurta ve sperm, her ikisi de nikahli eslere ait olmak (yani bunlardan biri yabanciya ait olmamak), dollendirilmis olan yumurta, baska bir kadinin rahminde degil, yumurtanin sahibi olan kadinin rahminde gelismek ve yapilan islemin gerek anne ve babanin, gerekse dogacak cocugun maddi, ruhi ve akli sagligi uzerinde olumsuz bir etkisinin olmayacagi tibben sabit olmak sartiyla, normal yoldan gebe kalmasi ve anne olmasi mumkun olmayan evli hanimlarin, yukarida belirtilen sartlara uyarak, cesitli tibbi usullerle gebeliklerinin saglanmasinda, Islami hukumler acisindan bir sakinca yoktur.
Baska bir kadinin yumurtasi veya kocasi disinda yabanci bir erkekten alinan sperm ile bir kadinin gebeliginin saglanmasi ise, insanlik duygularini rencide etmesi ve zina unsurlari tasimasi sebebiyle (caiz) degildir.
Ahmet Sahin
Kaynak: Zaman, 14.09.1996

ISLAM'DA ZORLAMA YOK MUDUR?

ISLAM'DA ZORLAMA YOK MUDUR?
Fevzi ZÜLALOGLU 

Bildigimiz gibi Kur'an peyderpey, tertilen 23 yillik bir süreçte birtakim olaylara çözüm getirmek, ânin kalbine tevhidin oklarini batirarak bir büyük dönüsüm gerçeklestirmek üzere gelmistir.
Kur'an'in ayetleri yasanan hayattaki sorunlarla alakalidir. Sözkonusu ayetleri yasanilan vakiadan tam olarak bagimsiz düsünmek mümkün degildir. Çogu zaman inis gerekçesini de içinde barindiran ayetleri baglamindan kopararak anlamaya çalismak, yasadigimiz topraklarin kültürel tarihinde "Bektasi mantigi" diye nitelenmistir.
seytandan bahseden bir ayeti meleklerle alakalandirmak nasil abesse, emir kipindeki bir ayete de tavsiye demek, teferruat demek de ayni kabildendir.
Bu çalismamizin konusu "Dinde ikrah yoktur" ayeti çerçevesindedir. Hak olan bir sözü bazen, Allah'in disindaki herkesi, öncelikli olarak tagutu memnun ve razi etmek isteyen, dini ticaret malzemesi olarak kullanan samiriler asil baglamindan kopararak ayetlerin anlamini tahrif etmeye çalisabilmektedirler. Dogru bir anlayisa ulasabilmenin yolu, Kur'anî bir kavrayis çabasi ile mesaji bütünlügünden koparmadan algilamaktir.
A- Kur'an'da ikrah Kavraminin
Anlam Alani
Ke-re-he kök harflerinden türeyip, if'al kalibinda olan ikrah kavrami, hoslanmamak, çirkin karsilamak, kötü görmek, bir isi isteksiz yapmak ve kötü bir eyleme zorlanmak anlamlarina gelmektedir. Kur'an-i Kerim'de bes ayette bu kalipla geçmektedir. Mekruh da ayni kökten olup "kötü görülen" demektir.
ikrah terimi, Nahl sûresi 106. ayette küfre mecbur birakilmak, inkara zorlanmak baglami içinde kullanilmistir: "Kim iman ettikten sonra Allah'i inkar ederse, kalbi imanla dolu oldugu halde inkara zorlanan (ükrihe) baska, fakat kim kalbini kafirlige açarsa, iste Allah'in gazabi bunlaradir. Onlar için büyük bir azap vardir"
Nur sûresi 33. ayette ise ikrah, kötü bir fiil olan zina konusunda cariyelerin zorlanmasi baglaminda kullanilmistir:
"Dünya hayatinin geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhsa zorlamayin; kim onlari buna zorlarsa (ikrah), bilsin ki, maruz kaldiklari bu zorlamadan dolayi Allah onlara aciyip esirgeyecek ve bagislayacaktir".
ikrah fiili Taha sûresi 73. ayette de, Firavun tarafindan kötü bir fiil olan sihir yapmaya zorlanan sihirbazlarin durumunu anlatmak için kullanilmistir:
"Bize gelince, açikçasi biz, hatalarimizi ve bize sihir alaninda zorla yaptirdigin (ikrah) seyi bagislamasi umuduyla Rabbimize inandik. Çünkü Allah (umut baglananlarin) en hayirlisi ve en kalicisidir"
Özetle ikrah kavrami yukaridaki ayetlerde insanlari inanmak istemedikleri bir düsünce sistemine ve kötü isler yapmaya zorlamak anlaminda kullanilmistir. Diger iki ayete ilerideki konularda deginecegiz.
B- islam'da Zorlama Yoktur,
Yaptirim Mekanizmasi Vardir
ikrah'in insanlari kötü bir ise zorlamak anlamina geldigini söylemistik. Ayrica yeryüzünü bir sinav alani olarak düzenleyen Rabbimiz iman konusunda da insanlarin zorlanamayacagini, dogru olanin bireysel ve kollektif iradeyi harekete geçirmek oldugunu birçok ayette bize ögütlemektedir.
Dinde ikrah yoktur. Ancak iyiligi emretmek, kötülügü engellemek mü'minlerin hem ferdi hem de toplumsal-siyasal görevleridir. Çünkü mü'minler Allah'in hükümlerini kendi nefslerinde yasamakla, adaleti ikâme etmekle, zulmü engellemekle yükümlüdürler.
Emretmekte de ikrah olmamalidir. Dinde zorlama yok demek, hiçbir denetim ve yaptirim yok demek degildir. Birçok ayet ve Rasulullah'in örnek uygulamalari islam'da denetim mekanizmasi oldugunu göstermektedir. "Emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker" görevimizden söz eden asagidaki ayetler dikkatle incelenmelidir:
"Sizden, iyiye çagiran, uygun olani emreden ve kötülügü yasaklayan bir topluluk olsun. iste onlar basariya ulasanlardir" (3/Al-i imran, 104, Ayrica bkz. 3/Al-i imran, 110).
Ortada eger bir emir ve yasak var ise yaptirimdan söz etmemek mümkün degildir. ilahi olsun, beseri olsun her otorite özünde siyasi olsun veya olmasin bir yaptirim barindirir. Ancak yaptirim, kontrol ve denetleme araçlari karsi tarafa haksizlik doguracak sekilde kullanilmamalidir.
Günlük hayatta bile verdigi sözü yerine getirmeyen birini taahhüdünde durmasi için çesitli denetim mekanizmalari gelistirilmistir. Söz verdigi günde borç vb. taahhüdlerini yerine getirmeyene, haksizlik yapmadan akitlerine bagli kalma konusunda yaptirim uygulamak nasil dogalsa, ayni sekilde Allah Teala ile iman akdi imzalayan birini, akitlerine bagli kalma konusunda belli yaptirimlara tâbi tutmak da bir denetlemedir. Çünkü iman tezahürleri ile anlamlidir. Dinin gerektirdigi ritüelleri yerine getirmeyen kisiye mü'minlerin olusturdugu otoritenin yaptirim uygulamamasi onu kendi haline birakmasi mümkün degildir:
"Biz onlari yeryüzüne yerlestirsek namaz kilarlar, zekati verirler, uygun olani emrederler, fenaligi yasak ederler. islerin sonucu Allah'a aittir" (22/Hacc, 41).
Kur'an'daki farziyet ifade eden bütün emirler bir tür ilahi iradenin insan hayatina müdahale istegidir. Nitekim dinin temel ibadetleri, Allah Teala'nin tesekkül ettirilmesini istedigi toplumsal, siyasal yapiyi ilgilendiren konular Kur'an'da çogu zaman emir kipi ile ifade edilen ilahi buyruklar seklinde geçmektedir:
"Namazi bitirdiginizde Allah'i anin, ayakta iken, otururken ve uzanmis halde ve yeniden güvenliginizi sagladinizda namazlarinizi (eksiksiz) eda edin. Namaz bütün mü'minler için (günün) belli zamanlari ile kayitli kutsal bir yükümlülüktür" (4/Nisa, 103).
En zor sartlarda, savas aninda bile namazin tümden terkine izin vermeyen Rabbimiz kisaltmaya ruhsat tanimaktadir. Mü'min oldugu iddiasinda olan bir kimsenin temel bir ibadeti yapip yapmamasi onun vicdani sorumluluguna terkedilemeyecek kadar ciddi bir konudur.
Anlasilacagi gibi emir ve yasak, bir seyin nasil yapilmasi gerektigini belirleyen bir normdur. Normlara uymayanlara yaptirim uygulamak da yerine göre siyasal otoritenin, yerine göre toplumsal otoritenin kontrolündedir.
Özetle ikrah, bir iste kisiyi tercihte bulunmaya icbar etmek, kötü bir fiil islemeye zorlamaktir. Ancak bir kimsenin üstlendigi bir taahhüdü yerine getirmesini istemek, ikrah degildir. Mesela, borç akdini yerine getirmeyene uygulanan yaptirim mesrudur. Bu, bazen sosyal kontrol mekanizmalari araciligi ile olurken, bazen de hukuki denetimlerle olur. Fakat birisini borçlanmaya ya da borçlu olmadigi halde borçluymus gibi ödeme yapmaya zorlamak ikrahtir.
C- Bir Ma'rufu Yayginlastirma Kurumu: Hisbe
islam dünyasinda Hz. Peygamber döneminden itibaren varligi bilinen Hisbe teskilati topluma "emr-i bil'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker" hizmeti vermek için Hz. Ömer zamaninda müessese haline getirilmistir*.
iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek gayesiyle kurulan bu kurumun basinda bulunana "muhtesib" denilir. Muhtesib, dinin hos karsilamayip çirkin gördügü münker denilen tezahürleri ortadan kaldirmaya çalisir. Tarihteki uygulamalarda muhtesib toplumun ve kurumlarin seriata uygunlugunu denetler, okullari teftis eder, ögrencileri döven ögretmenleri cezalandirir, çarsilarin nizamini kontrol eder, zimmilere ait binalarin müslümanlarinkinden daha yüksek yapilmamasina dikkat etmeye kadar varan birçok yetkiye sahip kilinmistir.
Muhtesib'in Görevlerini Kaynaklar Sekiz Baslikta Özetlemislerdir:
a- Bilmek: Tecessüs yapmadan münkerin islenisine ya sahit olmak ya da sikayetle, sahitlerle dogru bilgiyi hasil etmek.
b- Bildirmek: islam'i teblig ederek neyin ma'ruf neyin münker oldugunu anlatmak.
c- Ögüt Vermek: Hakki hatirlatmak ve münkeri isleyenlere ögüt vermek suretiyle kötülügü önlemek.
d- Tekdir Etmek: Sözden anlamayan, alay edeni çesitli sözlerle ma'ruf bir sekilde azarlamak.
e- El ile Müdahale Edip Düzeltmek: Örnegin, topluma emsal olacak sekilde içki içenin içkisini dökmek.
f- Tehdit: Bir daha ayni yanlisi tekrar etmemesi için tehdit edip uyarmak.
g- Celde: Eger kisi ögüt ve uyarilara aldirmayip günah islemeye devam ediyorsa, adli mercilere sevkederek, hukuki cezasini tahakkuk ettirmek.
h- Kisas: Kasitli ve aleni bir sekilde suç isleyene muadil bir ceza verilmesini saglamak.
D- Bireysel ve Toplumsal iradeyi  Harekete Geçirmek Esastir
Bireysel ve toplumsal degisim için iradenin harekete geçirilmesi gerektigini bize Allah Teala birçok ayet-i kerimede belirtmistir. Degisimin öznesi insandir. O halde insanlarin marufa sevkedilebilmeleri için içten gelen bir arzu ile hareket etmeleri gerekir. Toplum ister iyi isterse kötüye sevkedilmek istensin, aslolan bireysel ve kollektif iradeyi harekete geçirmektir.
Allah'in rizasi dogrultusunda islami mücadeleyi tarih boyunca üstlenen önderler bu yasayi hiçbir zaman gözardi etmemislerdir:
"Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanirdi. O halde sen mi insanlari inanmalari için zorlayacaksin?" (10/Yunus, 99).
"Ögüt ver, çünkü sen anca ögüt verensin" (88/Gasiye, 21).
"... Bir toplum kendi durumlarini degistirmedikçe Allah onlarin durumlarini degistirmez..." (13/Ra'd, 11).
Hür bir irade ile karar veren fert, kendisini isteyerek yükümlülük altina soktuysa, verdigi sözlerden, imzaladigi anlasmalardan dolayi sorumludur. Bu yüzden müslüman olmayan toplumsal gruplar anlasmalarina sadik kalmaya zorlanabilirler. Aksine bir tutum içine girdiklerinde de cezai müeyyide ile karsilasmalari kaçinilmazdir:
"Haram aylari çikinca müsrikleri nerede bulursaniz öldürün; onlari yakalayin, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onlari bekleyin. Eger tevbe eder (iman eder)ler, namazi kilarlar, zekati verirlerse yollarini serbest birakin. Çünkü Allah bagislayan, esirgeyendir" (9/Tevbe, 5).
süphesiz islam, insanin diledigi inanç ve düsünce sistemini seçmesi anlaminda fikir özgürlügünü kabul eder. Bu baglamda Kehf sûresi 29. ayet konuyu özlü bir sekilde açiklamaktadir:
"De ki: Bu gerçek, Rabbimizdendir. Artik dileyen inansin, dileyen inkar etsin" (Ayrica bkz. 13/Ra'd, 7; 18/Kehf, 29).
E- Dinde ikrah Yoktur
Allah'in emir ve buyruklarinin toplami olan din, yeryüzünde adaleti saglamak, insanlarin varolus gayelerini hatirlatmak ve göstermek için çerçevesi Kitap'la belirlenmis olarak indirilmistir.
Herseyin sahibi otoritesinde, iktidarinda bosluk olmayan Allah'tir. Allah, kendi iradesi ile dünyada insanlar için belirli bir özgür iradi alan yaratmistir. insanlarin hür iradeleriyle, imani veya küfrü seçmelerini isteyen Rabbimiz, din tercihi konusunda özgür istem alaninin korunmasini istemektedir. Bu alanin yok edilmesi ilahi hükümlere aykiridir ve adaletli degildir.
Din tercihi konusunda insanlarin fiili yaptirima tâbi tutulmalari Allah Teala'nin bizden istemedigi bir tutumdur. Ancak özgür istem yetenegi ile imandan yana tercihini kullanan kisi seçimini yaptigi seylerden sorumludur. iki yoldan biri olan tevhidi seçmek demek, tanimlanmis hak ve ödev ahlaki ile kayitli bir dünyanin içine girmek demektir.
Belirli bir tercihte bulunana kadar insan ile Allah arasina girmek, set olusturmak, özgür iradeyi olumsuz etkilemek dogru degildir. Bu konu ile ilgili onlarca ayet, hadis ve bindörtyüz yillik örnek uygulamalardan söz edilebilir. Fakat müslümanlarin global dünya sistemindeki etkinliklerini kaybettikleri yüzyillarda gelisen savunmaci, kendine güvenlerini kaybetmis kisilerin tutumlari bazen bazi ayetleri asil baglamlarindan kopararak, yanlis anlamalarina yol açabilmektedir. iste "ikrah"la ilgili Bakara sûresi 256. ayet de bunlardan biridir: "Din'de ikrah yoktur. Artik dogrulukla egrilik birbirinden ayrilmistir. O halde kim tagutu reddedip Allah'a inanirsa kopmayan saglam bir kulpa yapismistir. Allah isitir bilir".
Öncesi ve sonrasi ile ayet-i kerime mü'minlerin mücadele eksenlerinin "Allah'a iman, tagutu inkar" ilkesine göre kurulmasi mesajini islemektedir. Bilindigi gibi, insanlari taskinliga, kötülüge iten her otorite taguttur. Tagut; bozuk, çürük, pis düzenini zorbaca, zalimce dayatir. Bu tutum Allah'a imana çagiranlara yakismaz bir tutumdur.
Allah'a iman edenlere ise inandiklari gibi yasamamak yakismaz. Bu ayeti gündeme getirenler, mü'min olsalar dahi insanlarin namaz kilmaya, zekat vermeye vb. salih amellere zorlanamayacaklarini iddia etmektedirler. Oysa ayetin baglami mü'minlerin salih amel islemeye zorlanip zorlanamayacaklari ile ilgili degildir. Ayetin siyak-sibak iliskisi, bütünlügü insanlari kötülük islemeye icbar eden tagutun tutumunun elestirisi seklindedir.
"Dinde ikrah yoktur" demek salt "dinde zorlama yoktur" seklinde anlasilamaz. Bu kismen dogru, ama eksik anlayistir. Dogru tercüme söyle olmalidir: "Din seçiminde ikrah (icbar) yoktur".
Bu ayeti fetvalarina malzeme olarak kullanan din bezirganlari bir tür anlam tahrifi yapmaktadirlar. Allah'i razi etmekten çok sosyeteyi, lionslari memnun etmeye çalisan Samiriler, mevcut düzenin iyi oldugunu, cari sistemi korumak gerektigini ayetlerde örtülü tahrif yapip bir tavir olarak sürdürmektedirler. Bu tür kimseler daha çok kendi içinde bulunduklari asagilik psikolojisi ile dini savunma rolü üstlendiklerinden, karsi tarafi memnun etmek istediklerinden dolayi mevcut duruma kutsiyet atfetme telasina düsmektedirler. Buna göre dindar olmak için namaz kilmaya, tesettüre riayete, yoksulu kollamaya hacet yoktur. Kalbiniz temiz olsun yeter. Sözkonusu konularda insanlarin birbirlerini zorlamalari da dogru degildir!
Oysa yoksulu itip kakani, namaz kilmayani hirsizlik, zina vb. fiileri irtikap edenleri Rabbimiz hem tenkit etmekte hem de yaptirim gücü yüksek cezalar getirmektedir: Hirsizin elinin kesilmesi, zina edenin yüz celde ile cezalandirilmasi vb.
O halde islam dinine mensup olanlara hukuka uygun yasama konusunda bir zorlama vardir. Zorlama olmasa yaptirim ve ceza da olmazdi.
F- Örnek iki Olay
a- Hz. Ebubekir, dinin bir çok emrini yerine getiren, ama zekat vermeyenlerle savasmistir. Onun içtihadina, Kur'an'dan-sünnetten anladigina göre zekat vb. islam'in kesinlesmis yükümlülüklerini israrli bir tavir olarak yerine getirmeyenlerle savas bile yapilabilir. Ancak bu tavir bireysel ihmalkârliklar için degil, fitne amaçli kollektif hareketler için geçerlidir (Buhari, Kitâbu'z-Zekat, c.II, sh.109-110).
b- Yine Peygamberimizin (s) Tebük Seferi'ne katilmayanlarla ilgili Kur'an'in direktifine dayali uygulamalari bizim için ikrah ayetini anlama konusunda da örnektir.
Olayi kisaca hatirlayalim:
Mekke'nin Fethi'nden bir yil sonra Mûte'nin öcünü almak isteyen kafirlerin sam bölgesinde hazirlik yaptiklarini ögrenen Peygamberimiz büyük ve donanimli bir ordu kurmaya karar verdi. Mute olayindan sonra yenilgiyi hazmedemeyen Bizans muhibbi kafirler, müslümanlarin kervanlarina saldirmaya baslamislardi.
sam uzak bir yerdi. Mevsimin yaz olmasi pek çok kimseyi isteksizlige itmisti. Bazi müslümanlar mazeretsiz olarak sefere katilmamislardi. Rivayetlere göre bunlardan üç kisi özellikle önem arzetmekteydi: Ka'b, Hilal, Mürâre. Peygamberimizin seferinden bölge kabilelerinin tamamina yakini müslüman oldu. Yahut egemenlik altina alindi. Adi geçen üç kisi geçerli bir özre sahip olmadiklari için durumlari Allah'a havale edildi. Sefere katilmamak disinda bütün islami sorumluluklarini yerine getiren bu kisilerle tüm insani iliskiler kesildi. Uzun ve zorlu bir genel boykot uygulandi. Selam verilmedi, komsuluk yapilmadi, konusulmadi, eslerinden ayrilmalari saglandi. Onlar sabrettiler münafiklarin ayartmalarina aldirmadilar, yeniden imanlarinin tezahürlerini ispat ettiler. imtihani kazandilar. Bu olay bize islam'da belli ölçülerde bir yaptirimi da barindiran kontrol ve denetleme mekanizmasinin salih amele tesvik etmek, sevketmek anlaminda varoldugunu göstermektedir. Konuya isaret eden Kur'an ayetleri sunlardir:
"Hafifiyle, agiriyla hepiniz yola koyulun ve Allah yolunda mallarinizla, canlarinizla cihad edin. Eger bilirseniz, bu sizin iyiliginizedir" (9/Tevbe, 41).
"Eger kolay bir kazanç ve siradan bir yolculuk olsaydi sana uyarlardi. Fakat mesakkatli bir hedef onlara uzak göründü..." (9/Tevbe, 42)
"Allah'a ve ahiret gününe inananlar, canlari ve mallari ile savasmaktan geri kalmak için izin istemezler. Allah saygili olanlari bilir" (9/Tevbe, 46).
"Kendilerini binege bindirmen için sana geldikleri zaman, sizi bindirecek binek bulamiyorum, dediginde, sarfedecek bir sey bulamadiklari için üzüntüden gözyasi dökerek geri dönenlere de sorumluluk yoktur. Sorumluluk ancak zengin olduklari halde senden izin isteyenleredir. Onlar geride kalan kadinlarla bulunmasina razi oldular. Allah da onlarin kalplerini mühürledi. Fakat onlar bunu bilmiyorlar" (9/Tevbe, 92-93, Ayrica bkz. 9/Tevbe, 47-106).
Ayet-i kerimelerden de izledigimiz gibi Allah Teala salih ameller islemek konusunda, bireysel, toplumsal, askeri ya da siyasi olsun eger ilahi bir hükümle, ya da sûranin istisaresi ile karar kesinlesmisse itaat etmek herkesin keyfî tutumuna birakilmiyor. Yani bir yaptirim sözkonusudur.
Kisaca "Dinde ikrah yoktur" demek, "Din tercihinde zorlama yoktur" demektir. Kendi istegi ile ilahi hukukun egemenligi altina giren birinden bu hukuka uygun davranmasini beklemek, hatta maruf çerçevede zorlamak mümkündür.
G- Yeryüzünü ifsad Eden  Taguti Güçlerle Mücadelede  Zor Kullanmak
Tagutu inkar ederek iman eden müslüman sahis, "evrendeki bütün azgin güçlerle mücadele etmeyi" kimlik olarak benimsemis demektir. Bu baglamda savunmaci yaklasimlara kaçmadan belirtmeliyiz ki, islam, Rasulullah'in Bedir, Uhud vb. örneklerinde de görüldügü gibi, azginliga karsi güç kullanmayi esas alan bir hareket çizgisi öngörür.
Rabbimiz bütün müslümanlari toplumsal sapmalari tespit etmek, izlemek ve durdurmakla yükümlü kilmistir. Yerinde söz ile yerinde el ile (güç kullanarak) yerinde tavir alarak siyasal, toplumsal, ekonomik, ideolojik sapmalarin önüne geçmek, mü'minlerin hepsini baglayan "emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker" görevidir.
islam ümmeti adaletin sâhidi ve teminati olarak hem nüvelerinde, hem de çevrelerinde toplumsal, itikadi sapkinliklara, fitnelere karsi cihad etmek, karsi durmakla mükelleftir. Nefsi manevi kuvvetlerle donatayim derken, insanlardan ve hayattan el-etek çekmek bir iç cihad faaliyeti degil, sorumluluktan kaçmanin bahanesi, taguta teslimiyetin kilifidir.
"Savas için atlar beslemek" vurgusu, güçlü taguti otoritelere karsi adil olani ayakta tutabilme konusunda mü'minleri içe kapanmamaya, hazirlikli olmaya sevketmektedir. Çünkü insanlarla Allah arasinda dikilip duran putlara karsi cihad etmek, önemli bir hazirlik devresi gerektirir. Hadid sûresi 25. ayet ile Rabbimiz bize mizan (adalet) için, Kitab'a (saglam inanca) ve Hadid'e (güce) ihtiyacimiz oldugunu ifade etmektedir.
Kafirlere, özellikle onlarin önderleri, liderleri olan tagutlara karsi siddet kullanmak (cihad etmek), sirf mü'minlere saldirdiklarinda degil, tevhidin toplumda yanki bulan tezahürlerini zayiflatma girisimlerinde de geçerlidir:
"Ey Nebi, kafirlerle ve münafiklarla cihad et, onlara sert davran! Onlarin barinaklari cehennemdir. Orasi ne kötü dönüs yeridir" (9/Tevbe, 73).
serre davet edenler yeryüzünde yasadigi sürece, hayra davet eden mü'minlerin gerektiginde güç kullanmaya hazir olmasi, Allah'in sünnetine uygun bir hareket için sarttir.
islam dini fiili savasa temelde refahtan simaran önde gelenlere (mele-mütref), tefrikaci tahrifçi, yardakçi, ayetleri az bir bedele satan din adamlarina (Samiri), fitneci siyasetçilere karsi izin verir.
Cihad küfrü ve sapikligi zayiflatmayi amaçlayan tugyan hareketini dondurmayi amaçlayan bir çok yönteme sahiptir. En son çare olarak kullanilacak olan, güçtür. Kötülük ve sömürgeciligi önlemeye çalisan, insanlari putlardan özgürlestirmeyi amaçlayan tevhidi hareketlerin karsisina örgütlü güçleriyle çikan tagutlara karsi zor kullanmaksizin basarili olabilmek, çogu zaman mümkün olmamaktadir. (Bkz. 23/Mü'minun, 33-38; 34/Sebe, 34-36).
Taguta karsi güç kullanmak, insanlarin fikir özgürlügünü kisitlamak degildir. Tarih boyunca insanlarin düsünce ve inanç özgürlügünü tagutlar sinirlandirmistir. Örnegin Firavun söyle demektedir: "Benden izin almadan mi inandiniz?" (A'raf, 7/123) kaldi ki islam'da, ifsadi yayginlastirmak anlaminda sinirsiz özgürlük de yoktur. Sorumlu, sinirli özgürlük vardir. Hz. Lut, toplumun sapiklik etkenleri karsisinda söyle demistir: "Keske size karsi koyacak gücüm olsaydi..." (11/Hud, 80). Bunu söyledikten sonra ilahi helak Lut toplumunun devam eden hayatina son noktayi koymustur. O halde Allah Teala tevhidi hareketlerin mücadele etmekten yoksun oldugu durumlarda belli bir süre dolduktan sonra sapkinliga müdahale ederek yeryüzü yasamindaki anarsizme / bozgunculuga sinir koymaktadir.
Allah ile insan arasira giren küfrün tahrif eden, yikan hayra engel olan liderlerini altetmenin tek yolu güç kullanmaksa bundan kaçinmak vahye aykiridir:
"inkar edenlere (savasta) karsilastiginiz zaman hemen boyunlarini vurur. Nihayet onlari iyice vurup sindirince bagi sikica baglayin" (47/Muhammed, 4).
I- Dinde Zorlama Yoktur , Ancak Salih Amele Tesvik Vardir
insanlarin özgür iradeleri ile seçimde bulunmalari tesvik edilmeli, içten gelen, samimi duygular harekete geçirilmelidir. Hiçbir insan bir dine veya ideolojiye girme konusunda icbar edilmemelidir. Böyle bir icbar münafikligi yayginlastiracaktir. Kendi arzusu ile zorlama olmadan dine giren birinden taahhütlerine bagli kalmasini, iman akdine sahip çikmasini beklemek dogal bir haktir. Ancak baskalarinin alanina girmedigi sürece ne toplum ne de devlet bireye müdahale etmemelidir.
Bireyin özgür alani bir baskasinin haklarinin basladigi yerde biter. Öyleyse alenen yapilan kötü bir fiil, baskalarinin haklarina tecavüz sayilacagindan psikolojik, hukuki, cezai müeyyideleri hak eder. Müeyyide ve zorlama gerektiren ameller sosyal içerikli olan ve toplumu ifsada yolaçan amellerdir. Örnegin namaz kilmayan bir insan hakkinda Kur'an'da belirlenmis bir cezai müeyyideden bahsedilmezken, hirsizlik, zina vb. ikinci, üçüncü sahislari ve toplumu ilgilendiren fiillere açikça sinirlari çizilmis karsiliklar vardir. Ancak namaz vb. ibadetlerini aksatan fertlere mü'minler kendi iç mekanizmalarinda psikolojik yaptirim uygulamalidirlar.
Toplumsal ifsada yol açan her türlü eylem ve davranisin sahibi hangi dinden olduguna bakilmaksizin müeyyideye tâbi tutulmalidir.
islam'in ideal dünya tasavvuru fitnesiz bir dünya kurmaktir: "Fitne kalmayincaya ve egemenlik de yalniz Allah'in oluncaya kadar onlarla savasin, eger savasa son verirlerse zalimlerden baskasina düsmanlik yoktur" (2/Bakara, 193).
* Bkz. Yrd. Doç. Dr. Ziya Kazici, Osmanlilarda ihtisab Müessesesi, Kültür Basin Yayin Birligi Yay. 1987, ist.
 
Kaynak: Haksöz dergisi, Mayis 1998

Seferilik (yolculuk) hakkindaki hükümler nelerdir ?

Seferilik (yolculuk) hakkindaki hükümler nelerdir ?

Dinimiz sefer (yolculuk) durumunda müslümanlara birtakim kolayliklar getirmistir.
Söyle ki:

  1. Yolcu olan kimse gidecegi yerden 15 günden az kalacaksa, 4 rek'atli farz namazlari 2 rek'at kilar (Hanefi mezhebine göre bunlari 4 rek'at kilmak mekruhtur). Yalniz Aksam'in üç rek'at farzi ile Vitir namazi yine aynen üç rek'at olarak kilinir. Imam uyan yolcu, imam gibi dört rek'at olarak kilar.
  2. Cuma ve bayram namazlari yolcu için zorunlu degildir. Kilarsa da geçerlidir. Ancak, Cuma namazini kilmadiginda, ögle namazi kilmasi gerekir.
  3. Yolcu, ayagindaki mestlere 72 saat meshedebilir.
  4. Yolcu, Ramazan'da dilerse orucunu tutar, dilerse de sonraya birakip memleketine dönünce tutar. Ancak bir zorluk yoksa, orucunu tutmasi daha hayirlidir.
  5. Yolcuya kurban kesmesi de vacip olmaz. Keserse sahihtir, sevaba da nâil olur.
  6. Yolcu, fazlarin kazasini ister seferilik halinde yapsin, ister memleketine dönüste yapsin iki rek'at olarak kilar. (Yani, seferi iken namazi kazaya kalmissa, seferilikten çiktiktan sonra kazasini seferi'ymis gibi kilar, M.K.)
Kaynak: Diyanet namaz vakitleri takvimi, 13.09.1998

Esmâ-i Hüsna En Çok Nerelerde Görülür?

calig50.jpg (13545 Byte)
Dr. Senai DEMIRCI
Esmâ-i Hüsna En Çok Nerelerde Görülür?
        Tip fakültesi yillarimizda, hasta viziti yaptigimiz sirada, bir arkadasimiz hocamiza biraz ukalaca bir soru sormustu. Klasik hekimlerin tarif ettigi, ismi ilginç oldugu için akilda kalan ama çok nadir görülen, simdi pek de ise yaramayan bir belirtinin en çok kimlerde görüldügünü merak ediyordu arkadasimiz. Hoca bir an düsündü, hepimizi süzdü ve tek cümlelik bir cevap verdi: “En çok kitaplarda görülür.”
        Hafizamin bir kenarina çentik açmis bu espriyi tersinden yasadigimizi hatirlatmak istiyorum. Bir çogumuz, nadir bulunmak bir yana, bollugundan geçilmeyen, ise yaramamak söyle dursun, su ve hava gibi ihtiyacimiz olan bir (çok) seyi en çok kitaplarda ariyoruz, en çok kitaplarda görüyoruz: Esmâ-i Hüsna. Ehl-i dinden kime “Allah’in Güzel Isimleri”ni sorsaniz, ekseriya eski baskili bir kitaptan bahis açilacak ya da bir duvarda asili liste salik verilecektir. Yani, “Esmâ-i Hüsna en çok kitaplarda görülür.”
Öyle mi?

        Kendi fitratimizin vadilerinde ve kâinat sayfalarinda bulunmaz görülmez birsey midir Esmâ-i Hüsna? Hirsizliktan, kazadan, depremden korunmak için ezberleyip de dilimize yapistirmakla kalacagimiz kuru bir etiket midir Hafîz ismi? Bir sicaktan kavrulan bir çöl ortasinda bir agacin gölgesi altina girmek kadar ruh serinligi vermez mi Rahîm? Duvardaki camekânin arkasindan inip, bir çakiltasi gibi avucumuzu oksayip, yagmur damlasi gibi yanagimizi islatan bir yasayis olamaz mi Rezzak ve Kerîm? Kristal seffafligindaki suyun arkasindan su markasi kadar olsun gözümüze ilismez mi Rahmân? Tenimize açik bir yaranin sizisi kadar da olsun dokunmaz mi Kahhar-i Zülcelâl? Bülbül sesi, gül kokusu kadar olsun cennet tadi eristirmez mi yüregimize Vedûd? Bir aspirin kadar da olsun somutlasmaz mi bedenimizde sâfi-i Kerîm?
        Dilimize canli bir esmâ dersi aliskanligi kazandirmaliyiz. Nasil çocuklar her yeni kelimeyi ille de cümlede kullanmadan ögrenemiyorsa, her ismi bir örnekle anmak, bir yasayis içinde zikretmek gerek. Meselâ, küfrün en sedidine muhatap olup, güzeller güzeli “seriat”i karalayanlar karsisinda bir Sübhanallah. Mitch kasirgasinin televizyondaki celâlli görüntülerini seyrederken, Rabbimizin dilese tufani da getirecek kudreti için dilimize bir “Yâ Celil” de geliverse. Pamuktan da yumusak, dokununca eriyecek kar taneleriyle her yeri saf beyazliga boyamasinin güzelligi yaninda, ayni kar taneleriyle yollar kesen, günlük hayati “felç eden” çiglarla gümbürdeyen celâl tecellilerine bir de “cemal” ve “celâl”i, “kahr” ve “lûtf”u ahenkle ve çeliskisizce bize sergileyen Rabbimizi anlamak için bir talim firsati bilsek. Ayni denizin yüzünde bakani dehsete düsüren dev dalgalarla celâlini sergilerken, daha derinlerde, sessiz ve isiksiz köselerde sayisiz deniz canlisini yasatan, gözeten, besleyen, tasvir eden Rabb-i Rahîmimiz, denizi bizi bir taraftan cehennemle korkutmasini bir taraftan cennetle ümitlendirmesini anlatmak için ayagimiza sermis olmasin? Ancak sokup zehirlemeyi bilen bir ari ile bize tatlilar tatlisi balin gönderilmesi, “bali veren”in “bali tatli kilan”in Rezzâk-i Hakiki oldugunu hatirlatmak için olmasin? Kimsenin dokuyamayacagi kadar güzel, kimsenin dokunmadan edemedigi ipege, “elsiz” bir böcegin sebep kilinmasi bizi giydirenin Kadir-i Rahim oldugunu anlatmak için degil mi?
        Kâinat da bir kitaptir aslinda. Bu kitabin sayfalarinda öyle çok esma zikrediliyor ki. Ama liste halinde degil. Tipki ögrencilere yeni bir kelime belletilirken yapildigi gibi, Esmâ-i Hüsna “cümle içinde” sunuluyor. Esmâ hayatin içinde canlandiriliyor; insan duygulari üzerinde insa ediliyor; kâinat sergilerinde temasa ediliyor.

        Dilimize yerlesmis “Allah (c.c)”, “Allahü Teâlâ”, “Cenab-i Hak” gibi ünvanlar çogunlukla takliden kullaniliyor. Oysa, lafza-i celâl olan “Allah” bütün esmanin zikrinden ve taliminden sonra hasil olan bir anlayistir. Diger tabirle, “Güzel Isimleri” üzerinde toplayan, “Esma-i Hüsna’yi içinde kristallestiren bir sifre lafizdir, bir çerçeve ünvandir.
        Sadece dis alemde degil, kendi iç dünyamizda da esma talimine ihtiyacimiz vardir. Iste, bu yönünün pek farkina varilmayan bir eserden, Risale-i Nur’dan bir egzersiz örnegini paylasalim.
        Birinci Söz’den:
        “ste ey magrur nefsim, sen o seyyahsin. su dünya ise bir çöldür. Aczin, fakrin hadsizdir. Düsmanin, hâcâtin nihayetsizdir.         Madem öyledir, su sahrânin Mâlik-i ebedîsinin ve Hâkim-i ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatin dilenciliginden ve her hadisatin karsisinda titremeden kurtulasin.”
        Bu metinde iki esmâ zikrediliyor: Mâlik-i Ebedi ve Hâkim-i Ezelî. simdi onlarin yukaridaki cümleler içinde kullanilirken, nasil talim edildiklerini inceleyelim. En görünür tarafimizdan, yani insan yanimizdan baslayarak ilerleyelim.

        Her insan kendi nefsinde bir malikiyet/sahiplenme duygusu yasar. Insan çok seye sahip olmak ister, her sey elinin altinda olsun ister. Oysa, hava ve su gibi en basit gördügü ihtiyaçlarina bile kendi eliyle erisemez. O halde, insan malik olmak istediklerinin sonsuzlugu kadar bir Mâlik’e muhtaçtir. Sonra, insan elinin altindakilerin hiçbir zaman bitmemesini ister, ebediyen kendinde kalmasini arzular. Buna göre aradigi Malik’in “Ebedî” de olmasi gerekir. Öyleyse, her insan, ihtiyaç duydugu seylerin sayisinca fakr içinde, sonsuzca yasamak istedigi ölçüde nihayetsiz ihtiyaç içindedir. Hadsiz fakrini, nihayetsiz hâcâtini hisseden her insan, Mâlik-i ebediye nefsinden bir pencere açar. Fitratinda, fakr ve ihtiyaç yarasinin derinligince bir gedik açilir, Mâlik-i Ebedi ismi kitaptan çikar, tenine dokunur, ruhunu doyurur; “her hadisatin karsisinda titremeden” kurtulur.
        Hâkim-i Ezelî ismi de, yine insanin nefsinden ve duygularindan baslayarak insa edilir metin içinde: “Aczin hadsizdir. Düsmanin nihayetsizdir. Madem öyledir, su sahranin Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatin dilenciliginden kurtulasin.” En siradan arzusunun önündeki en küçük engeli bile kendi kudretiyle kaldiramayacak her insan, aczinin hadsizligini hisseder ve yasar. Kendine, herseye hükmeden, herseyi kendi emrine boyun egdiren bir “Hâkim” arar. Sonra, kendini bu günden yarina, hatta bir andan bir sonraki âna tasimaya muktedir olamayan insan, bütün güzel zamanlari hiç daralmadan solumak için illâ da “Ezelî” bir Hâkim arar. Pürüzsüz nefesler sayisinca, ebedî yasamak istiyakinin derinligince bir gedik açilir nefsinde. Hâkim-i Ezelî olmadan yasayamaz, derin acz yarasi her zaman, herseye hükmü geçen Birinin Hâkim-i ezelî ismiyle sifa bulur. Nefsinde esmâlar görür ve yasar.
        Eger talim etmesini bilirsek, en çok fitratimizin vadilerinde ve kâinat sayfalarinda görülür Allah’in Güzel Isimleri.

Kaynak: Altinoluk dergisi, 02/99
Hazirlayan: Muhammed Faruk

 

Dua nedir?

Dua nedir?

  • Dua ibadetin özü, inanan insanin her an hakka yönelen sözüdür, yakarisidir.
  • Dua ibadetin beynidir ya da iligidir
  • Özlü ibadet istiyorsan duaya yönel ve duanin kabul olmasi için en yakin
    yer secdedir.
  • "Duaniz olmasaydi Allah size neden deger verseydi" (Ayet)
  • "Allahim, beni sana fakir olmakla zengin kil ve senden müstagni olmakla
    fakirlestirme ya Rabbi.
    " (Hadis)
  • "Kullarin sana beni sorarlarsa bilsinler ki ben onlara yakinim.Isteyenin istedigini kabul ederim. Artik bana yönelsinler, benden istesinler." (Bakara 186)
  • "Kul, kötü bir istekte bulunmadigi, istegi aile bagini koparmaya yönelik
    olmadigi ve acele olmadigi sürece duasi kabul olur.
    " (Hadis)
  • "Dua ederken ümidi kesmeden sürekli istemek.
    Kim israrli olarak kapiyi çalarsa içeri girer.
    " (Hadis)
  • Duada kararli ve israrli olmak gerekir.
  • "Rabbimiz, biz ve bizden önce imanla göçenleri de bagisla." (Ayet-i Kerime)
  • Itikadin dogru olmasi, haramdan sakinmak ve ihlasli olmak.
Duanin kabul olmasi için:
1. Duadan önce iyi is yapmak.
2. Temiz olmak.
3. Abdestli olmak.
4. Kibleye yönelmek.
5. Dua basinda Allah'a hamdetmek, Resullullah'a salavat getirmek.
6. Elleri açip yalvarmak.
7. Azalari hareketsiz sükun içinde ve boynu bükük, mütevazi,kalbi korku içinde       olmali.
8. Alçak sesle ve gizlice dua etmek.
9. Resulullahtan intikal eden, Kuran'da geçen dualarla niyaz etmek.
10. Resulu ve salih kullari vesile etmek.
11. Dua ederken kalbinden ne geliyorsa o sekilde dua etmek.
12. Kalbi baska düsünceden temizlemek.
13. Herkese dua etmek ve üç defa tekrarlamak.
14. Duanin kabulünün ümidi içinde olmak.
15. Kötü dilekte bulunmamak.
16. Salavat getirmek.


"Ey Rabbimiz, bizi dogru yola ilettikten sonra kalplerimizi (Haktan)
saptirma. Bize kendi cânibinden bir rahmet ver. Süphesiz bagisi en çok
olan Sensin Sen."


"Ey Rabbimiz muhakkak ki Sen, hiçbir süphe olmayan bir günde insanlari
toplayacak olansin. Süphesiz Allah sözünden caymaz.
"




Sünnet-i hüda ve Sünnet-i zevaid nedir ?


Sünnet-i hüda ve Sünnet-i zevaid nedir ?

IZMIR'den Ismail GÜZEL / Mektubunuzda: " Bazi kaynaklarda sünnet-i hüda ve sünnet-i zevaid tasnifine yer verilmektedir. Bunun mahiyeti nedir? Rasid halifelerin tatbikatini, sünnet olarak nitelendiren alimler vardir. (..) Rasid halifelerin tatbikati sünnet midir? Eger sünnet ise bunun delili nedir?" diyorsunuz.
CEVAP: Mektubunuzu özetlemeye gayret ettim. Hanefi fukahasina göre; amel açisindan, sünnet iki çesittir. Birincisi: Uyulmasi hidayet, terki dalalet olan sünnet (Sünnet-i Hüda) Ikincisi: Uyulmasi güzel, terki mübah olan sünnettir. Buna sünnet-i zevaid denilir. Mesela: Bayram namazi, ezan, ve kamet gibi sünnetler; "Sünnet-i Hüda" olarak nitelendirilmistir. Sünnet-i Zevaid ise fer'i meseleleri içine alir. Mesela: Resul-i Ekrem (sav) savasa giderken deveye binmistir. Hayatinda hiç deveye binmeyen kimse, sünnete muhalefet etmis sayilmaz. Zira deve, o zamana ait bir ulasim vasitasidir. Diger sualinize gelince: Imam-i Serahsi; Resul-i Ekrem (sav)'in "-Benim ve rasid halifelerimin sünnetine sariliniz" hadisini zikretmis ve Rasid halifelerin tatbikatinin da delil oldugunu belirtmistir. Bahsin devaminda : "-Bize (hanefilere) göre sünnetten murad; Resul-i Ekrem (sav)'in ve ondan sonra gelen rasid halifelerin icraatidir. Imam-i Safii demistir ki; mutlak olarak sünnet denildigi zaman, sadece Resulullah (sav)'in sünneti anlasilir. Bize göre; sünnet lafzinin, sadece bununla sinirlandirilmasi sart degildir. Zira selef; Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer'in (ra) tuttugu yola dahi sünnet diyorlardi" (1) diyerek, konuyu izah etmistir. Meselenin özü budur. Allahu Teala (cc) cümlemizi; sadik ve muttaki kullarindan eylesin. Birbirimize dua edelim.
(1) Imam-i Serahsi- Temhidu'l Füsul fi Ilmi'l Usul- Beyrut: 1393 C: 1 Sh: 113
Kaynak: Akit, 01.10.1998

Teravih namazi ile Ramazan ayinin münasebeti

Teravih namazi ile Ramazan ayinin münasebeti
Yusuf Kerimoglu

iSTANBUL’dan Hayati ÇAVUSOGLU/ Mektubunuzda; “Teravih namazi ile oruç ibadetinin münasebeti nedir? Seker hastasi oldugu için oruç tutamayan bir kimsenin teravih namazini kilmasi gerekir mi? (...) Bazi eserlerde; sünnet ve nafile namazlarin camide degil, evde kilinmasinin daha efdal oldugu belirtilmektedir. Teravih namazi da sünnet olan bir namazdir. Gece bekçiligi yapan bir kimsenin teravih namazini evinde kilmasi caiz midir? (...) Bazi fikih kitaplarinda; teravih namazinin Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde cemaatle kilinmaya basladigi belirtilmektedir. Cemaatle kilinan teravih namazi için; Hz. Ömer’in ‘Bu ne güzel bidat’ dedigi dogru mudur? Eger dogru ise, bunu nasil anlamamiz gerekir? Bu bidatten maksat nedir? (...) Teravih namazina baslarken yapilan niyet, tamami için geçerli olan bir niyet midir? Her dört rekati için, ayri ayri niyet edilmesi gerekir mi?” diyorsunuz.
CEVAP: Mektubunuzu özetlemeye gayret ettim. Teravih namazi; oruç ibadetinin degil, vaktin (yani Ramazan ayinin) sünnetidir. Dolayisiyle mesrû bir özürden dolayi oruç tutamayan bir mükellefin, teravih namazini kilmasi sünnettir. Nafile namazlarin mescidde degil, evde edâ edilmesi daha efdaldir. Resûl-i Ekrem (sav)’in, “Farz namazlar müstesna; bir kimsenin en efdal namazi, evinde kildigi namazdir”(1) buyurdugu malûmdur. Bu hadis-i serifi esas alan fakihler, su hükümde ittifak etmislerdir: Sünnet ve nafile namazlari evde kilmak daha efdaldir. Imam-i Hulvani, “Teravih namazi müstesna; bütün sünnet ve nafile namazlari evde kilmak, mescidde kilmaktan daha efdaldir” demistir. Gece bekçiligi yapan bir kimsenin, teravih namazini evinde kilmasi caizdir. Resûl-i Ekrem (sav)’in teravih namazini hem cemaatle, hem ferdi olarak evinde edâ ettigi sabittir. Bazi kaynaklarda, “Ferdi olarak evinde edâ etmesinin sebebi”, farz haline getirilmesi endisesiyle izah edilmistir. Hz. Peygamber (sav)’in vefatindan sonra, bu endise ortadan kalkmistir. Hz. Ömer (ra)’in ictihadi ve sahabe-i kiramin muvafakatiyla bu ibadet, diger nafile namazlardan farkli olarak, cemaatle edâ edilmeye baslanmistir. Rasid halifelerin tatbikati, müminler için bir hüccettir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)’in, “Benim ve Rasid halifelerimin sünnetine sariliniz”(2) emrini verdigi malûmdur. Imam Ebû Yusuf (rha), hocasi Imam-i Azam Ebû Hanife (rha)’ye teravihin hükmünü ve Hz. Ömer (ra)’in cemaatle kilinmasiyla ilgili ictihadini sormus, o da su cevabi vermistir: “Teravih, sünnet-i müekkede’dir. Hz. Ömer (ra), onu (cemaatle kilinmasini) kendiliginden ortaya çikarmamistir. Bidat da islemis degildir. Onu ancak elindeki bir esasa ve Resûl-i Ekrem (sav)’den belledigi bir ilme istinaden emretmistir.”(3) Dolayisiyle teravih namazinin cemaatle edâ edilmesi, bazilarinin zannettigi gibi mezmun bir bid’at degildir. Lügat manasi açisindan, bu kelime kullanilmistir. Teravih namazinin cemaatle kilinmasi, Hz. Ömer (ra)’in ictihadi ve sahabe-i kiramin icmasiyla sabit olan bir tatbikattir.
Bir mükellefin, teravih namazini evinde ferdi olarak edâ etmesi veya kadinlarin yalniz baslarina kilmalari caizdir. Ancak bir belde halkinin tamami, teravih namazi için cemaati terk ederlerse, günah islemis olurlar. Serahsi’nin Muhiyt’inde de böyledir.(4) Imam-i Yusuf (rha)’dan rivayet edilmistir ki; bir mükellef, teravihi (imamla edâ ettigi gibi) cemaat halinde evinde edâ etse, bu daha efdaldir. Sahih olan sudur ki; süphesiz evde olan cemaat için fazilet vardir. Mescidde kilan cemaat için de baska bir fazilet vardir. Gerek cemaatle, gerekse münferiden teravih namazini kaçiran kimse, onu kaza edemez.(5)
Hz. Abdullah Ibn-i Abbas (ra)’dan rivayet edilen bir eserde, “Resûl-i Ekrem (sav)’in her dört rekatta, biraz istirahat buyurdugu” haber verilmistir. Dolayisiyle iki terviha arasinda bir terviha miktari oturmak (istirahat etmek) müstehabtir. Esasen terviha “biraz oturmak ve istirahat etmek” manasinadir. Bu oturma ve istirahat esnasinda cemaat serbesttir; dileyen tesbih çeker, dileyen zikirle mesgul olur. Teravih namazini Kâbe-i Muazzama’da edâ eden bir mükellef; terviha esnasinda yedi savt ile tavaf eder ve tavaf namazi kilar. Medineliler ise; ayri ayri dörder rekat namaz kilarlar.
Teravih namazinda, bes selâmdan sonra istirahat etmek mekruhtur.(6) Hanefi fukahâsi, “Teravihin her dört rekati için niyet etmek gerekir mi?” sualinin cevabinda ihtilaf etmistir.
Ibn-i Abidin bu meseleyle ilgili ihtilafi ve müftâbih kavli söyle izah etmistir: “Hülâsa’da ‘Sahih olan kavle göre, her dört rekatta niyet etmek sarttir. Çünkü her dört rekat baslibasina bir namazdir’ cevabi verilmistir. Haniye’de ise, ‘Esah kavle göre sart degildir.
Zira bütün teravih bir namaz mesabesindedir. Tatarhaniye’de de böyledir’ denilmektedir. Zahirine bakilirsa, hilaf niyetin asliyla ilgilidir. Bana kalirsa, sahih olan kavil birincidir.
Çünkü, teravih kilan kimse selâm vermekle hakikaten namazdan çikmistir. Binaenaleyh yeniden namaza girmek için mutlaka niyet lazimdir.”(7) Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.
p
(1) Seyh Nizamüddin ve Heyet- Feteva-i Hindiyye- Beyrut: 1400, C: 1, Sh: 113.
(2) Sünen-i Ibn-i Mace- Ist: 1401, C: 1, Sh: 16, Had. No: 42; ayrica Sünen-i Darimi- Ist: 1401, Mukaddeme: 16, C: 1, Sh: 35.
(3) Ibn-i Abidin- Reddü’l Muhtar- Ist: 1983, C: 3, Sh: 89.
(4) Seyh Nizamüddin- a.g.e., C: 1, Sh: 116.
(5) Molla Hüsrev- Düreru’l Hükkam- Ist: 1307, C: 1, Sh: 119.
(6) Seyh Nizamüddin ve Heyet- a.g.e., C: 1, Sh: 115.
(7) Ibn-i Abidin- a.g.e., C: 3, Sh: 90 vd.
Kaynak: Akit Gazetesi

KURBAN ve BAYRAM NAMAZI

calig64.jpg (46226 Byte)
KURBAN ve BAYRAM NAMAZI

Soru: Bayram namazi nasil kilinir?
Cevap: Bayram namazi kilmak, erkeklere vâcibdir. Bayram namazlarinin sartlari, Cum'a namazinin sartlari gibidir. Fakat, burada hutbe sünnettir ve namazdan sonra okunur.
Bayram namazlari iki rek'attir. Cemâ'at ile kilinir. Yalniz kilinmaz. Birinci rek'atte, Sübhânekeden sonra, üç kere (Tekbîr) söylenir. Ya'nî, Allahü ekber denir. Eller üç defa kulaklara kaldirilip, birinci ve ikincisinde iki yana uzatilir. Üçüncüsünde, göbek altina baglanir. Imâm efendi yüksek sesle, Fâtiha ve zamm-i sûre okuduktan sonra, rükü'a egilinir. Ikinci rek'atte, önce Fâtiha ve zamm-i sûre okunup, sonra, iki el, yine üç kere kulaklara kaldirilir. Üçünde de yanlara sallandirilir. Dördüncü tekbîrde, kulaklara kaldirilmayip, rükü'a egilinir. Birinci rek'atte bes, ikinci rek'atte dört tekbîr getirilmektedir.
Bayram namazina hazirlik
Soru: Bayram namazindan önce neler yapilmalidir?
Kurban bayrami namazindan önce birsey yememek, namazdan sonra, önce kurban eti yemek, namaza giderken, yüksek sesle, özrü olan yavasça (Tekbîr-i tesrîk)getirmek müstehabdir.
Tesrik tekbirleri
Arefe günü, ya'nî Kurban bayramindan önceki gün sabah namazindan, dördüncü günü ikindi namazina kadar, yirmiüç vakitte hacilarin ve hacca gitmiyenlerin, erkek kadin herkesin, cemâ'at ile kilsin, yalniz kilsin, farz namazda veya bu bayramdaki farzlardan birini, yine bu bayram günlerinden birinde kazâ edince, selâm verir vermez,(Allahümme entesselâm ......) demeden evvel, bir kerre (Tekbîr-i tesrîk) okumasi vâcibdir. (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallah. Vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahil-hamd) denir.

Kurbanda ortaklik
Soru: Büyük bas hayvana kaç kisi girebilir?
Cevap: Bir sigiri en fazla yedi kisi ortak olarak kesebilir.
Zenginin satin aldigina, sonradan ortak olmak câiz ise de mekrûhtur. Hiçbirinin hissesi yedidebirden az olmamalidir. Sekiz kisinin yedi sigiri veya iki kisinin iki koyunu ortak satin almalari câiz olmaz. Çünkü, herbirinin her hayvanda hissesi vardir.
Kurbanlik hayvan
Soru: Kurbanlik hayvanin vasiflari nelerdir?
Cevap: Kurbanlik hayvanda aranan vasiflar ve dikkat edilecek husûslar sunlardir:
Bir gözü görmiyen, topal olup yürüyemiyen, dislerinin yarisi yok olan, gözünün, kulaginin veya kuyrugunun çogu, ön veya arka bir ayagi kesilmis olan, çok zayif olan hayvan kurban olmaz.
Koyunun, keçinin bir yasini, sigirin iki yasini geçmis olmasi lâzimdir. Alti ayi geçmis koyun, iri, semiz ise, câiz olur. Kesilen hayvandan çikan yavru diri ise, kesmek lâzimdir. Ölü ise, yenmez.
Satin alirken kusûrlu ise veya kesmeye uygun olarak alinip sonradan, kesmeye mâni' bir kusûr hâsil olursa, zengin kimse bir baskasini alip keser.
Adak olan kurban kusûrlu olursa, zengin de, fakîr de onu keser. Adak ölürse, baska almalari îcâb etmez.
Hayir kurumlari
Soru: Kurbanini, hayir kurumuna hediye etmek istiyen kimse nasil vekâlet verir?
Cevap: Kurbanini bir hayir cemiyetine vermek istiyen kimse, parasini veya kurbanini götürüp, bu isle vazîfeli memûraosman002.jpg (43111 Byte) teslîm ederken, "Allah rizâsi için, bayram veya nezir (adak) kurbanimi almaya, aldirmaya, kesmeye ve diledigine kestirmeye ve etini ve derisini diledigine vermeye seni umûmî vekîl ettim" demelidir.
Vekâlet, mektupla, faksla veya telefonla da verilir. Kurban parasi, önceden verilebildigi gibi, daha sonra da gönderilebilir.
Vazîfeli kimse, gelen kurbana bir numara ile baslar. Bu numarayi ve kurban sâhibinin ismini deftere yazar. Kesilirken, sahiplerinin ismini söyliyerek kasaplari vekîl eder. Ancak böyle kesilen kurbanlar sahîh olur. Etleri diledigi kimselere ve derileri bir fakîr vazîfeliye verir.
Bu fakîr, derilerin kiymeti ile, nisâb miktarina mâlik olmadan önce, elindekileri toptan, diledigine hediye eder. Bu da satar. Paralari arzû edilen yere verilir. Fakîrin, kendisine verilen derileri satmasi veya hediye etmesi câizdir.
Soru: Kurban kesmesini bilmiyen, baskasina nasil kestirir?
Cevap: (Allah rizâsi için bayram kurbanimi kesmeye seni vekîl ettim) demesi ve kalben de niyet etmesi lâzimdir. Eger kurbani da baskasina aldiracaksa, kurbani alacak kimse de, kesmeyi bilmedigi için baskasina kestirecekse, (Allah rizâsi için bayram kurbanimi almaya, aldirmaya, kesmeye ve kestirmeye seni umûmî vekîl ettim) der.
Kurban ne zaman kesilir
Soru: Kurban ne zaman kesilir?
Cevap: Kurban, bayramin birinci günü bayram namazi kilindiktan sonra, üçüncü günü günes batincaya kadar kesilebilir.
Bayramda Kesilememis ise
Bayram kurbanini üçüncü günün aksamina kadar kesmiyen kimse, kurbani satin almissa, canli olarak kendini veya kiymetini gümüs veya altin olarak fakîrlere verir. Bayramdan sonra keser ise, etinden kendi yiyemez. Hepsini fakîrlere dagitir.
Etin tamaminin kiymeti canli kiymetinden az ise, deger farkini da sadaka verir. Satin almamis ise, orta derecede bir kurban degerini fakîrlere verir. Böylece, cezâdan kurtulur ise de, kurban kesmek sevâbini kazanamaz.
Kurban kesilmeden önce, yününden, sütünden istifâde câiz degildir. Vaktinden önce kesip, etinden yemek ve zenginlere yedirmek de helâl degildir. Bunlar fakîrlere verilir.
Adak kurbani
Soru: Adak kurbaninin da bayramda mi kesilmesi lâzimdir?
Cevap: Bayram kurbanindan baska bir de nezir [adak] kurbani vardir. Adak yaparken kurban kelimesini söylemeyip de, filan isim olursa, Allah rizâsi için bir koç kesecegim diyen, dilegi hasil olunca, bayrami beklemeden kesebilir. Kurban hayvani fakîrlere veya hayir cemiyetlerine diri olarak verilmez. Mutlaka kesilmesi gerekir.
Kurban nasil kesilir?
Soru: Kurban kesilirken nelere dikkat edilir?
Cevap: Kurban satin alinirken, (Bayram günü kesmesi vâcib olan kurbani almaya) niyet etmelidir. Bunu keserken, tekrar niyet etmesi sart degildir.
Hayvani keserken üç kerre bayram tekbîri okunur. Sonra "Bismillahi Allahü ekber" diyerek, hayvanin bogazinin herhangi bir yerinden kesilir. "Bismillahi" derken, (h) yi belli etmek lâzimdir.
Hayvanin bogazinda "Merî" denilen yemek borusu, "Hulkûm" denilen hava borusu ve "Evdâc" denilen iki yanda birer kan damari vardir. Bu dört borudan üçü bir anda kesilmelidir. Kesenin de kibleye karsi dönmesi sünnettir.
Hayvan tamamen ölüp, çirpinmasi durmadan, kafasini koparmak ve derisini yüzmeye baslamak da mekrûhtur. Kesmesini bilenin kendi kesmesi müstehabdir. Bilmiyenin, vekîline kestirmesi ve kesilirken yaninda bulunup, (En'âm) sûresinin yüzaltmisikinci "Inne salâtî" âyetini "lâ serîke leh"e kadar okumasi müstehabdir.

AKRABA ILE EVLENMENIN DINEN HERHANGI BIR SAKINCASI VAR MIDIR?

besmele5.gif (3777 Byte)
AKRABA ILE EVLENMENIN DINEN HERHANGI BIR SAKINCASI VAR MIDIR?
Dinen mahrem olup kendileriyle evlenmek haram olanlar üç nevidir:
1-Nesep sebebiyle haram olanlar: Bunlar da yedi sinifdir. Anneler,Kizlar,Kizkardesler,Halalar,Teyzeler,Erkek kardesin kizi ve Kizkardesidir.
2-Süt sebebiyle haram olanlar: Neseb sebebiyle haram olanlar, süt sebebiylede haramdirlar yani onlar da yedi sinifdir.
3-Sihriyet sebebiyle haram olanlar: Kur'an-i Kerim'de bunlardan dört sinif dile getiriliyor.
A-Babanin esi : Üvey anne,
B-Oglun esi : Gelin,kabablue.gif (34319 Byte)
C-Esin annesi : Kayinvalide.
D- Esin kizi : Kocanin üvey kizi.
Yukarida zikrettigimiz kimseler ebedi olrak haramdirlar.Ayrica geçici olarak haram olanlar da vardir. Kur'an-i Kerim bunlardan üç sinif dile getirmistir:
1-Iki kiz kardes ile ayni anda evlenmek,
2-Zevce ile halasi veya teyzesi ile ayni anda evlenmek yani ikisini bir arada bulundurmak,
3- Evli olan kadin.
Bunlardan maada akraba olsun,yabanci olsun onunla evlenmek caizdir.Peygamberimiz halasinin kizi olan Hz.Zeynep ile evlenmistir. Ayni zamanda Hz.Ali amcaoglu Hz.Peygamber'in kizi olan Fatima ile evlenmistir. Demek yakin olsun , uzak olan akraba ile evlenmek caizdir.Ama yabanci ile evlenmek için tavsiyede bulunmakta bir beis yoktur. Hatta Safii fikih kitablari yakin akraba ile evlenmek tenzihen mekruhtur,diye kaydediyorlar.
Kaynak: Fetvalar 1.0

YE'CÜC ve ME'CÜC nedir ?

cami1.jpg (17451 Byte)
YE'CÜC ve ME'CÜC nedir ?
Islâm inancina göre esrâtu'ssaat'tan (Kiyametin büyük alâmetlerinden) biri olmak üzere, yeryüzünde bozgunculuk çikaran ve gerçek mahiyetlerini Allah'in bildigi iki topluluk.
Ye'cüc ve Me'cüc kelimeleri Arapçaya baska bir dilden girmistir. Frenkler buna "Yagug ve Magug" demisler, Seytanin zürriyeti olduguna inanmislardir. Bazi kimseler de yeryüzündeki insanlarin onda dokuzunun Ye'cüc ve Me'cüc oldugunu söylemisleridir. Islâm inancina göre ise, Ye'cüc ve Me'cüc, esrât-i saattan (Kiyametin kopacagina isaret sayilan büyük alâmetler)dir. Ye'cüc ve Me'cüc Kitap ve Sünnetle sabittir. Ye'cüc ve Me'cüc Kur'ân-i Kerîm'de iki âyette geçer:
1- "Onlar dediler ki: "Zülkarneyn, gerçek su iki Ye'cüc ve Me'cüc (bu) yerde bozgunculuk çikaran (kabile)lerdir" (Kehf, 18/94);
2- "Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc (ün seddi) açilip da her tepeden saldiracaklari ve gerçek va'd olan (kiyamet) yaklastigi zaman o küfr (ve inkar) edenlerin gözleri hemen belirip kalacak" (Enbiya, 21/96-97).
Hz. Peygamber (s.a.s)'in hanimlarindan Zeynep binti Cahs (r.a)'dan gelen bir rivâyette ifade olunduguna göre, bir defasinda telasla Zeynep (r.a)'in yanina girerek;
"Lâ ilahe illallah!.. Vukuu yaklasan bir çerden, büyük bir fitneden dolayi vay Arabin haline? Bugün Ye'cüc ve Me'cüc'ün seddinden sunun gibi bir delik açildi, buyurdu da, basparmagiyla onun yanindaki sehadet parmagini halkaladi. Bunun üzerine Zeynep b. Cahs;
-Ey Rasûlüllah! Içimizde bu kadar iyi kimseler varken biz helak olur muyuz? diye sordu. Rasûlüllah;
"Evet! Fisk ve füccur, fuhs ve ma'siyet çogaldigi zaman helak olursunuz!" diye cevap verdi. (Tecrid Tercemesi, IX, 96).
Tefsir kitaplarindaki bilgilerden ögrendigimize göre, salih bir zat olan Zülkarneyn (Muhtasaru Tefsiri Ibn Kesir II, 433) dindar kimsedir. Iste bu zat Cenab-i Hakkin lütfuyla bir batiya, bir doguya, üçüncü kere de kuzey tarafa dogru gitti ve iki sed arasinda bir yere vardi ki, iste buradan Ye'cüc ve Me'cüc hücum ediyor, bozgunculuk çikariyor; ekinleri ve insanlari yok ediyor. Orada halkin istegi üzerine, Zülkarneyn, Ye'cüc ve Me'cûc'ün zararindan onlari kurtarmak için bir sed yapti. (Seddin yapimi bitince), artik Ye'cüc ve Me'cüc onu ne asabildiler ve ne de delebildiler (Kehs; 18/97). Buradan anliyoruz ki, artik Ye'cüc ve Me'cüc, saldirganliklarini sürdürmediler. Isin tarihi yönü böyle. Zülkarneyn, sed yapmis ve Ye'cüc ile Me'cüc'ûn fesadini önlemistir.
Enbiya sûresi 96-97. âyetlerinden de anlasiliyor ki, Kiyamet kopmadan önce, onlarla bir takim insanlar arasinda bir engel olarak yapilan sed açilacak; onlar insanlara saldiracaklardir.
Bugün bu Kur'ân'da adi geçen sed var midir, yok mudur? Henüz mesele açikliga kavusmus degildir. Yalniz bu sed Zülkarneyn tarafindan yapilmistir. Ye'cüc ve Me'cûc vardir ve bunlarin kiyamet kopmadan önce, ortaya çikip çekirgeler gibi bir çok yerleri yakip yikacaklari kesindir.
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
by Muhammed Faruk

Tevekkül Araştırmanın Amacı Ve Sınırları Tevekkül İhtiyacı Tevekkül Nasıl Olmalıdır ? Tevekkül Konusunda Dikkat Edilmesi Gereken Tevekkülle İlgili Bazı Âyetler Tevekkülle İlgili Bazı Hadisler Mehmet Âkif Ersoy`un Tevekkülle İlgili Bazı Mısrâları Tevekkül Hakkında Söylenmiş Bazı Sözler

Tevekkül
Bu sayfada 1999 yılında yapmış olduğum "Tevekkül" konulu bir araştırmamı bulacaksınız.
Bu araştırmada, Rab olarak Allah-ü Teâlâ`dan, Peygamber olarak Hz. Muhammed Aleyhisselam`dan, din olarak da İslâm`dan razı olmuş insanlar olan Müslümanlar`ın en büyük tesellî, güven, mutluluk ve başarı kaynaklarından birisi olan "Tevekkül" inancı incelenecek; konu ile ilgili bazı âyet, hadis ve âlimlerin sözleri ortaya konacak; bu konudaki yanlış anlayışlara dikkat çekilip, bunların düzeltilmesine ve tam anlamıyla Tevekkül`ün nasıl olması gerektiğinin anlaşılmasına çalışılacaktır.

İÇİNDEKİLER (Konu Başlıklarına Tıklayarak İlgili Bölüme Gidebilirsiniz)
  • Giriş
  • Bölüm I
  • Bölüm II
  • BÖLÜM III
  • BÖLÜM IV
  • BÖLÜM V
  • BÖLÜM VI
  • Dipnotlar
  • Bibliyografya


  • GİRİŞ
    Araştırmanın Amacı ve Sınırları
    Allah-ü Teâlâ (c.c.), Yüce Kitabımız Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."1
    Dünyaya gönderiliş sebepleri âyet-i kerîmede bu şekilde belirtilen insanlardan bazıları bu görevlerinin bilincinde olarak Müslüman olmuş; bazıları da -bilerek veya bilmeyerek- başka yollara sapıp değişik inanışlar ve isimler altında, âyette belirtilen kulluk görevlerini ihmal etmişlerdir.
    Bu araştırmamızda, Rab olarak Allah-ü Teâlâ`dan, Peygamber olarak Hz. Muhammed Aleyhisselam`dan, din olarak da İslâm`dan razı olmuş insanlar olan Müslümanlar`ın en büyük tesellî, güven, mutluluk ve başarı kaynaklarından birisi olan "Tevekkül" inancı incelenecek; konu ile ilgili bazı âyet, hadis ve âlimlerin sözleri ortaya konacak; bu konudaki yanlış anlayışlara dikkat çekilip, bunların düzeltilmesine ve tam anlamıyla Tevekkül`ün nasıl olması gerektiğinin anlaşılmasına çalışılacaktır.
    Gayret bizden, başarı Allah`tandır...

    BÖLÜM I
    Tevekkülün Tanımı
    Arapça`dan dilimize geçmiş olan tevekkül kelimesinin sözlük anlamı: "Vekil kılmak, başkasına havâle etmek."2 şeklindedir. Tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelen "vekîl" kelimesi; kişinin kendi işini gördürmek üzere yetki verdiği insan anlamına gelir. Avukat da bir vekildir. "Müvekkil" vekil edinen, "tevkîl" ise vekil kılma, vekil edinme demektir. Aynı kökten olan "ittikâl" biraz da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanmayı anlatır. Tevekkülde, kelimenin Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metod ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifade eder.3
    Tevekkülün ıstılâhî anlamı ise: "Kişinin, şartlarını yerine getirerek, işlerini Allah-ü Teâlâ`ya bırakması bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O`na güvenmesi; kalbin, her işte Allah`a îtimat etmesi, güvenmesidir."4
    "Tevekkül, dine veya dünyaya ait herhangi bir hususta, insan olarak bizim alabileceğimiz bütün tedbirler alındıktan, konu ile ilgili tüm girişimler yapıldıktan sonra, o işin neticesinin Allah`a bırakılmasıdır."5
    "Tevekkül, insanın kendine yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra işin sonucunu Allah`a bırakması, O`nun yaratacağı neticeyi güven ve rızâ ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti içerisinde olmaması; kısaca Allah`a güvenip, âkibetinden endişe etmemesidir."6
    "Tevekkül, kalbin Allah`a tam îtimat ve güveni, hatta başka güç kaynakları düşünmekten rahatsızlık duyması mânâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve îtimat olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalp kapıları Allah`tan başkasına açık kaldığı sürece de hakîkî tevekküle ulaşılmaz."7
    Konumuzla İlgisi Bakımından Allah`ın İsimlerinden EL-VEKÎL  İsm-i Şerîfinin Mânâsı
    Kur`an-ı Kerîm ve hadislerden öğrendiğimiz Allah-ü Teâlâ`nın mübârek isimleri (Esmâ'ul Hüsna) bizim O`nu daha iyi tanımamıza yardımcı olurlar. Bu sebeple burada, konumuzla alâkalı bulduğum bazı ism-i şeriflerin mânâlarını vermeyi uygun buldum. Aslında çoğu ismi şerîf hakkında biraz düşündüğümüzde tevekkül kavramıyla alâkasını kurabiliriz ama, ben dikkatleri biraz bu tarafa yöneltebilmek için en açık şekilde ilgili görebildiklerimi buraya aldım.
    El-Vekîl ism-i şerîfi, Arapçadaki kelime yapısı bakımından tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Kur`ân`da ondan fazla yerde geçmekte olup 8 mânâsı: "İşlerini gerektiği şekilde kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temîn eden."9şeklindedir. Âyette şu şekilde geçmektedir: "...Allah`a tevekkül et; vekîl olarak Allah yeter." (Nisâ 4/81, Ahzâb 33/3)
    Kendisine iş ısmarlanan kişiye vekil denir. Bilindiği gibi vekil yapılacak kişinin, vekil olacağı iş hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olması, o işi yapmaya gücü yetmesi, kendisini vekil edenin her bakımdan güvenine layık olması gerekir. Şu halde tevekkül, emin ve kuvvetli bir vekile güvenerek, işlerini ona bırakmaktır.
    Allah-ü Teâlâ, kendisine yoluyla tevekkül edenlerin işlerini en iyi bir neticeye ulaştırır. Gerçi O`na hiçbir şey vâcip değildir, hiçbir şeyi yapmaya veya yapmamaya mecbur değildir, irâdesi çerçevelenemez, isterse yapar; istemezse O`na bir işi zorla yaptıracak yoktur. Fakat O`nun râzı olacağı şekilde işler kendisine bırakılırsa, hayırlı ve kârlı olanı yapar; âdeti ve hikmeti budur.
    Gerçek vekil ancak Allah-ü Teâlâ`dır. Çünkü her işi bütün sırlarıyla bilen ve her zorluğu açan yalnız O`dur.10

    Konumuzla İlgisi Bulunan Diğer İsm-i Şeriflerin Mânâları
    El-Veliyy: İyi kullarının, inananların dost ve yardımcısı anlamındadır. Kur`an`da bu anlamda, veliyy ve mevlâ şeklinde geçmektedir.11Bir âyette şöyle buyurulmaktadır:
    "...Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah`a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır ne güzel yardımcıdır." (Hac 22/78)
    El-Hasîb: Bu isim iki mânâya gelmektedir: 1- Kullarına yeten; 2- Kullarını hesaba çeken. Konumuzla ilgili olan ilk mânâdır. Bu ismi şu âyette görebiliriz:12 "Bir kısım insanlar mü`minlere: ``Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!'' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve: ``Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!'' dediler." (Âl-i İmrân 3/173)

    - Allah`ın doksan dokuz ismi dışındaki isimlerinden13 konumuzla âlâkalı olanların anlamları:El-Kâfî: Allah kendisine inanan, kendisine bağlanan ve kendisine güvenip dayananlara kâfî gelir, onlara yeter. Usûl ve kâidelerine uyularak kendisine bırakılan işleri, hayırlı ve kul için en güzel ve faydalı sonuca ulaştırır. İnsan için Allah`tan daha güzel ve sağlam bir dayanak ve vekil olamaz.14
    Bir âyette şu şekilde geçmektedir: "Allah kuluna kâfî değil mi?..." (Zümer 39/36)
    El-Vâfî: Kâfî, yeten, sözünün eri; va`dini mutlak yerine getiren anlamına gelir.
    En-Nasîr: Yardım eden, teyid ve takviye eden anlamındadır. Bir âyette şu şekilde geçer: "...Bilin ki Allah sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır."
    (Enfâl 8/40)
    Hayru`n Nâsırîn: Yardım edenlerin en hayırlısı anlamına gelmektedir. Âyette şöyle geçmektedir: "...Sizin yardımcınız Allah`tır ve O yardım edenlerin en hayırlısıdır." (Al-i İmran 3/150)
    El-Müste`ân: Yardım kendisinden istenen anlamındadır. Âyette: "...Bizim Rabbimiz Rahmân`dır. Sizin anlattıklarınıza karşı yardımı umulandır." şeklinde geçer. (Enbiyâ 21/112)

    BÖLÜM II
    Tevekkül İhtiyacı
    Bir insanın gerek şahsıyla ilgili konularda, gerek aile işlerini idârede; çocukların terbiyesinde, sağlık konularında; bir tüccarsa ticârî ilişkilerinde veya bir memursa resmî işleri etrafında, kısacası hangi meslektense ona göre iş ve gücünün hergün çeşitlenen pürüzleri karşısında, kâr-zarar düşünülerek, işler ne kadar hesaplı tutulursa tutulsun, yine de insanın karşısına hiç hesapta olmayan şeylerin çıktığı görülür. Alınan tedbirler, yapılan istişâreler hatır ve hâyâle gelmedik nice sebepler yüzünden hükümsüz kalabilir. Yerden, gökten beklenmedik nice âfetler; insan gücünün, fen kudretinin önleyemeyeceği nice engeller belirir veya insanlarla olan ilişkilerimizde bizim düşündüğümüzün dışında, umulmadık gelişmeler meydana gelir ve böylece bütün hesaplar alt üst olabilir, bütün hayaller suya düşebilir.
    İşte bu sebeplerden dolayı, isteklerimize ulaşmak için elimizden gelen bütün gayreti sarfederek çalışıp çabaladıktan sonra, ilerisi için telaş ve heyecana kapılmayarak, bütün sebepleri emir ve fermânı altında tutan Allah-ü Teâlâ`ya tevekkül etmek gerekir.
    Burada tevekkülün mânâsı, sarf ettiğimiz bu gayretlerin mahsûl vermesi, boşa gitmemesi için Allah`tan başarı ve yardım dilemek ve ancak O`na güvenmektir. Bu ise maddî kuvvetten sonra manevî kuvveti de kazanmayı istemektir. Şu halde tevekkül, mânevî bir yardım isteme anlamına gelir ki, her işte her Müslümanın buna ihtiyâcı vardır.
    Tevekkül, görevlerini yerine getirdikten sonra duyulan bir iç huzur, itmi`nân, ve güven olayıdır. Tamamen materyalist ve pozitivist bir bakışla dahî tevekkülün bulunması birşey kaybettirmeyeceği gibi; bulunmaması durumunda moral ve psikolojik açıdan bir kayıp söz konusudur. Tevekkül eden kişi "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır."15 kuralı karşısında aklî ve bedenî görevini yapacak, bundan öte Allah vekîlimdir deyip işini O`na havâle ederek, sonuç ne olursa olsun ona rızâ duygusuyla, bir de iç yorgunluk yaşamayacaktır. Tevekkül etmeyenin de maddî olarak fazladan yapacağı birşey yoktur. Hatta maddî vesîleleri bir emir telakkî etmediğinden, belki de sebeplere daha az sarılacaktır. Sonra da telaşlı, sıkıntılı bir bekleyişe girecek ve umduğu sonucu alamayınca da dövünecek, üzülecek, dayanacak bir teselli kaynağı bulamayacak, sinirleri gerginleşecek; sonuçta bunalıma girecektir.16
    Tevekkül denilen mânânın bir gönülde yer tutması, sahibi için dünyanın en zengin hazinelerine sahip olmaktan daha kıymetlidir. Çünkü bir insan için gönlünün rahatlığı ve huzuru en büyük nimetlerdendir. Maddî, mânevî kazançlar, âfiyet ve huzur içinde gönül rahatlığına bağlıdır.
    Fikir selâmetini, gönül huzurunu öldüren başlıca sebepler şunlardır: Gereğinden fazla hırs, istek, rekâbet gibi insana huzur ve rahat nedir bildirmeyen haller; iflâs edersem, vereme yakalanırsam, işimden atılırsam gibi kendi kendine zihinde kurulan mânâsız korku ve endişeler; başa gelen felâket ve musîbetlerin giderilemeyen ıztırapları.17
    Kendisinde bu haller bulunan insanlar, hayatlarında dünyalarına ve âhiretlerine yarar bir şeye sahip olamazlar, vesveselidirler, hiçbir iş beceremezler; ürkektirler, hiçbir işe girişemezler. Bunların günleri ah, vah ile; vesvese ve evhamla geçer gider. Bu hallerini bir takım maddî imkânlarla da gidermek mümkün olmaz.
    Ancak gönlüne, Allah`a tevekkülü hakkıyla yerleştirebilmiş bir Müslüman asla böyle değildir; o, her zaman mutlu ve çok rahattır. Çünkü o, kendine düşeni yaptıktan sonra bilir ki sonsuz rahmet sahibi Allah-ü Teâlâ sevdiği kulunu, kulun kendisini düşündüğünden daha fazla düşünür ve korur.
    Demek ki gönüllerde kuvvetli bir tevekkülün, hem de gerçek mânâsıyla bir tevekkülün yer tutmuş olması lazımdır. Bir Müslümanın işini yoluna koyduktan sonra ötesini Allah`a havâle edip de O`na güvenmesi ve O`nun en iyisini, en güzelini, en doğrusunu, en hayırlısını nasîb edeceğine inanması, kalp için çok büyük bir kuvvettir. Günümüz insanının ve özellikle de günümüz Müslümanının bu inanca ve bu kuvvete çok fazla ihtiyacı vardır.

    Tevekkül Nasıl Olmalıdır?
    Çalışmanın ve sebeplere yapışmanın ihmâli tembellik demek olduğuna göre, tevekkül ile tembellik arasında bir zıtlık vardır. İslâm dînînde tevekkül vâcib, tembellik haramdır.
    "Tevekkül demek, görevin îfâsını Allah`a havâle etmek değildir; emri ve kararı Allah`a bırakmaktır. Allah`ın emrini canla başla yerine getirmeye çalışmaktır. Kısacası tevekkül, "tefvîz-i vazife" (görevi havâle) değil; "tefvîz-i emr" (kararı havâle)dir. Birçokları bu konuda gaflete düşerek tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanırlar. Yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah`a havâle edip, emir ve komuta mercii olarak kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış, namaz, oruç, zekat, cihad vs. gibi görevleri Allah-ü Teâla ona emredip yaptırmayacakmış da (hâşâ) onun yerine Allah yapacakmış gibi bâtıl bir zihniyet taşırlar. İsrâiloğullarının vaktiyle Hz. Musa`ya: "Git, sen ve Rabbin ikiniz savaşınız, işte biz burada oturup duracağız." (Maide 5/24) dedikleri gibi demek isterler. Bu ise Allah`a tevekkül ve îtimat değil; O`nun emrine güvensizliktir, tevekkülsüzlüktür ve Allah korusun küfürdür. "Allah hakkında o çok yanıltıcı (şeytan) sizi yanılgıya düşürmesin." (Lokman 31/33) âyetinde de uyarıldığı gibi, bu olsa olsa şeytan yanıltmasıdır. İyi bilinmelidir ki, tevekkülün belirtisi emre gönül vermek ile vazife sevgisidir."18
    Başta da belirttiğimiz gibi tevekkül kelimesinin anlamında Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metod ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifade eder. "...Bir kere azmettin mi artık Allah`a tevekkül et."19 âyeti buna açıkca işaret eder. Allah`ın sözleri arasında çelişki olmayacağına göre tevekkülün, hiçbir iş yapmadan Allah`tan birşey beklemekle ilişkisi olamaz. Allah kuluna çeşitli ibâdetler yüklemiş, çalışmasını, ilim öğrenmesini, rızkını aramasın, düşmanlarına karşı güç hazırlamasını, bilmediğini bilene sormasını, işlerinde istişâre etmesini, kendisine yakarmasını, duâ etmesini, âdil olmasını, yani herşeyi en uygun yerine koymasını, bunun için metot ve yöntem bilmesini emretmektedir. Diğer yönden kendisine tevekkül etmesini istemekte ve tevekkül edenleri sevdiğini söylemektedir. Demek ki tevekkül, bütün bu emirleri yerine getirdikten sonra duyulan huzur ve güvendir.20

    Tevekkül Konusunda Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar
    1- Tembellik etmemek: Bir maksadın ele geçmesi için, insanlarca ötedenberi bilinen ve başvurulan sebepler, tedbirler ve çareler ne ise, onları tatbik etmek vâciptir. Çünkü Allah-ü Teâlâ bu âlemde herşeyin, her hâdisenin meydana gelmesini birtakım sebeplerin ve çârelerin uygulanmasına bağlamıştır. Buna "tesbîb hikmeti" denir. Yâni birşeyin yaratılması, bir isteğin verilmesi, onunla ilgili sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçekleşir diye Allah, bir düzen koymuştur. O`nun âdeti hep bu şekilde devam etmektedir. Allah`ın âdetinde de değişiklik olmayacağından; olumlu veya olumsuz, istediğini bulmak için, insanın sebeplere dikkat etmesi, kendine düşeni yerine getirmesi gerekmektedir.
    Sebeplere sarılmadan Allah`a güvenmeye tevekkül değil, "ittikâl" denebilir. Kelime, Arapçadaki mânâsı itibariyle pasifliği anlatır ve bu, yerilen bir durumdur. Onun için Resûlullah (s.a.v.) "Lâilâhe illallâh diyen herkes Cennet`e girecektir." deyince Hz. Ömer (r.a.): "Ey Allah`ın Resûlu, bunu halka söylemeyelim; ittikâl ederler." demişti ki; sebeplere sarılmadan ve Allah`ın diğer emirlerini yerine getirmeden Cennet`e girmeyi ümit ederler demektir. Bu konuyu belki de en güzel açıklayan Resûlullah Efendimizdir. "Devemi bırakıp tevekkül edeyim." diyene "Bağla da öyle tevekkül et." buyurmuşlardır.21
    Elmalılı M. Hamdi Yazır, Bakara Suresi 60. ayetin tefsirinde sebeplerin önemi hakkında şahsen benim çok anlamlı bulduğum bir tesbit yapmaktadır. Ayet-i Kerîme şöyledir: "Hani bir zamanlar Musa kavmi için su istemişti, biz de: "Asânla taşa vur!" demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı..." Elmalılı Merhum burada şunları söylüyor: "Hz. Musa, susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenab-ı Hak`tan su diliyor, yağmur duasına çıkıyor. Cenab-ı Allah da bu duayı kabul ile istenilenden daha büyük harikulade bir nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları`nın on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor ve bununla yüce varlığına ve ilâhî inâyetine açık bir belge bahşediyor. Öylesine bahşediyor ki, duanın arkasından fiilî bir teşebbüsün lüzumunu emrediyor, "asân ile taşa vur!" diyor. Demek ki, o sırada Hz Musa, farzedelim bu ilahi emre derhal uymayıp da "asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?" gibi aklî ve indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı, bu nimet teclli etmeyecekti, dualar ve yapılan araştırmalar belki de boşa çıkacaktı. O halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük nimetin o sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kâdir olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir manevî sebeple bir maddî sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Esasen manevi sebep olan dua, maddî sebebin ilhamına da vesile oluyor. İlham olunan maddi sebebin teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor. Böylece hidayet bürhanı tamamıyla tecellî ediyor... Hakikaten Allah, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır ve sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyla kavrayamaz... Hak Teâlâ`nın nimetlerinin tecellisi her zaman böyle manevi sebeplerle maddî sebeplerin birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ`ya yürekten ve ihlas ile dua etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duanın en büyük semeresinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve Rahmânî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır.22
    Sebeplere sarılmakla ilgili olarak İmam Gazâlî de şöyle demiştir: "İnsanı zarardan koruyan sebepler arasında tesiri kesin olan veya tesir ihtimâli yüksek olan sebepleri bırakmak tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin diye evin kapısını kilitlemek, tehlikeli yerde silah taşımak, düşmandan sakınmak tevekküle mani değildir."23
    Sebepleri ihmâl etmek, üzerine düşen görevi yapmamak kısacası tembellik etmek, bir bakıma Allah`ın koyduğu tesbîb hikmetini görmemezlikten gelmekle beraber, göz göre göre kendisini câhilliğin, hastalığın, fakirliğin dişleri arasına atmak demektir ki, bunların hepsi de dînen haramdır.
    Eğer kişi, bu bahsettiğimiz şekilde sebeplere önem verir, üzerine düşeni yaparsa; bir isteğinin gerçekleşebilmesi için elinde mevcut bütün kuvvet ve araçlar ile Allah`a yönelmiş olur ki, bu durum elbette daha ciddî, daha samîmî ve daha kıymetlidir.
    2- Sebeplerin gerçek kıymetini bilmek: Bunların kıymeti, Allah`a karşı birer dilek vâsıtası olmaktan ibârettir. Aslen tesir Allah`tandır. Yâni sebepler, İlâhî tesirin meydana gelmesi için, birer yol olmak üzere yine Allah tarafından bize öğretilmiş, düzenlenmiştir. Kendisinden ancak o yollarla yardım istemek gerekir. Fakat maksadın meydan gelmesini, -bir Müslüman olarak- sebeplerden değil, onları yaratıp bize bildiren Allah-ü Teâlâ`dan beklemek gerekir. Çünkü herşeyin yaratıcısı ve yönlendireni O`dur. Bu durumla ilgili olarak bazı âlimler derler ki: "Bir iş için çalıştık, çabaladık; artık o ister istemez olacak demeyin. Tesiri Allah`tan bekleyin; biz istedik, Allah da müsade ederse olur deyin."24
    Elmalılı M. Hamdi Yazır da sebeplerin kıymeti hakkında şöyle demektedir: "...Her durumda Allah emrini yerine getirir. Murâdını muhakkak yapar, hiçbir işinden geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği gibi yürütür. Kendisine tevekkül edilse de edilmese de yürütür. Nihâyet herşeyin sonu gelir. Dünyada acı da geçer tatlı da geçer; sıkıntı da geçer, refah da geçer. Ecel gelince, takdir edilen ölüm, dakika geçirmeksizin pençesini takar, âkibet gelir çatar. İyiler iyiliği ile, kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır. Ancak, Allah`a tevekkül de, O`nun emridir. Tevekkül edenin murâdı da, Allah`ın irâde ve rızasına teslim olmaktan ibâret olursa, Allah da onun mükâfâtını büyütür. Hakîkat şudur ki; Allah herşey için bir ölçü takdir etmiştir, bir sınır ve miktar tahsis etmiştir ki, o şeyi ona göre yürütür. O sınır ve miktardan ileri geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki herşey hakkında geçerlidir. Ve herşeyin hükmü, kıymeti Allah`ın ona tahsis ettiği ölçü ile uygunluk arzetmektedir. Gerçekte birşeyi bilmek de onu, o ölçü ve sınırıyla seçmek demektir. Bu cihetle sebeplerin bir dereceye kadar kıymet ve îtibarı yok değilse de, bunlar, zatî (aslî) değil, değişken ve sınırlıdır. Tesir ve hüküm sebebin değil, Allah`ındır. Asıl ilim ve kudretine itibâr edilecek; işler, hüküm ve irâdesine havâle edilecek hâkim, sebepler değil, sebepleri yaratan Allah`tır. Herşey geçer, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen kaderi biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle Allah kalır. Hem Allah takdir buyurmamışsa hiçbir şey diğerine tesirini gösteremez. Takdir buyurmuş ise, Allah`tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş, Allah`ın yak dediğini kendi miktarınca dediği kadar yakabilir. Rızık da Allah`ın doyur dediğini kendi miktarınca dediği kadar doyurabilir. Demek ki sebeplere îtimat sonlu, Allah`a îtimat sonsuzdur. O halde kuvvet ve kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil, Allah`a dayanmaktadır. Tevekkül de, gururla kendini sayıp koyuvermek değil, Allah`ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazîfesine önem vermek, takvâ sahibi olmak, kusurunu îtirâf ile berâber, Allah`ın kudretine îtimat edip netice hakkında telaşa düşmeksizin, O`nun irâdesine teslim olmaktır."
    25
    Seyyid Kutub da sebepler konusunda şöyle demektedir: "...Allah`ın değişmez kâinat kanunu sebep ve netice düzeniyle yürüyor. Ancak neticeyi meydana getiren yalnız sebepler değildir. Asıl etki eden, fâil-i mutlak olan Allah-ü Zülcelâl`dir. Allah, kendi takdiri ve istemesi ile sebep ve netîce düzenini sağlıyor. O yüzden Allah, insandan çalışıp çabalamasını, üzerine düşen vazifeleri îfâ etmesini istiyor. İnsan bu vazifeleri îfâ ettiği kadar, Allah netîceleri düzenleyip tahakkuk ettiriyor. Böylece sebep ve netice Allah`ın isteği ve takdirâtı ile ilgili olarak uzuyor. Yalnız O`dur ki, istediği zaman, istediği şekilde neticelerin meydana gelmesine izin verir. İşte bu şekilde Müslüman`ın düşüncesiyle çalışması arasındaki birlik sağlanıyor. Müslüman gücünün yettiği kadar çalışıp çabalar. Fakat bu çalışmanın sonucunu Allah`ın takdirine ve isteğine bırakır. Ona göre sebep ve netice arasında mutlak kat`iyyet yoktur. O, hiçbir şeyde Allah`a kat`iyyet yüklemez."26
    3- Her hususta Allah`tan başka hiçbir şeye güvenmemek: Nice insanlar vardır ki, ellerindeki servete, sahip oldukları mevkîye, büyük insanlarla olan yakınlıklarına veya yüksek tahsil görmüş oğluna veya kızına güvenmektedir. Onların varlığı gönlünü doldurmuş, yarına emniyetle bakıyor, Allah-ü Teâlâ`dan gaflet halindedir. Her teşebbüsünü bu kuvvetlerle başaracağına inanmıştır. Halbuki bütün bunlar ve sahip olduğu herşey, bir anda yok olabilir. O zaman yalnız bunlara dayanan insanın hâli ne olur...27 Müslüman ise böyle değildir; o, nelere sahip olduğunun farkında olup, şükrünü îfâ edecek, bunları akıllıca kullanacak; fakat her zaman yalnız Allah`a güvenecektir.

    BÖLÜM III
    Bu bölümde, yaptığım araştırma sonucu tevekkül ile ilgili olarak Kur`ân-ı Kerîm`de tesbit edebildiğim âyetler, tevekkül ile ilgili kısımlarına dikkat çekilerek verilecektir. Ayrıca âyetler, içerisinde geçen tevekkül ile ilgili kelimeye göre tasnif edilecektir.

    Tevekkülle İlgili Âyetler
    - İlgili kelimenin, Arapçası "tevekkel()"; Türkçe anlamı "tevekkül et, güven, dayan" şeklinde olmak üzere emir fiil durumunda geldiği âyetler:"O vakit Allah`tan bir rahmet ile onlara (mü`minlere) yumuşak davrandın. Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah`a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever. (Âl-i İmrân 3/159)
    "(Münâfıklar) "Başüstüne" derler, ama yanından ayrılınca onlardan bir kısmı, senin dediğinden başkasını gizlice kurar. Allah da onların gizlice kurduklarını yazar. Sen onlara aldırma ve Allah`a dayan; sana vekil olarak Allah yeter." (Nisâ 4/81)
    "Eğer onlar (düşmanlar) barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah`a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir." (Enfâl 8/61)
    "Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah`a aittir. Her iş ona döndürülür. Öyle ise O`na kulluk et ve O`na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gâfil değildir." (Hûd 11/123)
    "Ölümsüz ve daima diri Allah`a güvenip dayan. O`nu hamd ile tesbîh et. Kullarının günahlarını onun bilmesi yeter." (Furkân 25/58)
    "Sen, O mutlak gâlip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan." (Şuarâ 26/217)
    "Rabbin şüphesiz, onlar (inkârcılar) arasında hükmünü verecektir. O, mutlak gâliptir, herşeyi bilendir. O halde sen Allah`a güvenip dayan. Çünkü sen apaçık hakîkat üzeresin." (Neml 27/78,79)
    "Allah`a güven. Vekil olarak Allah yeter." (Ahzâb 33/3)
    "Kâfirlere ve münâfıklara boyun eyme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah`a güvenip dayan. Vekîl ve destek olarak Allah yeter." (Ahzâb 33/48)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "tevekkelûv()"; Türkçe anlamı "tevekkül edin, güvenin, dayanın" şeklinde olmak üzere emir fiil durumunda geldiği âyetler:(Musa Aleyhisselâm`ın kavminde) "Korkanların içinden Allah`ın kendilerine lütufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer mü`minler iseniz ancak Allah`a güvenin." (Mâide 5/23)
    "Musa da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Siz gerçekten Allah`a iman ettinizse ve onun birliğine ihlâs ile teslim olmuş Müslimlerseniz, artık Allah`a tevekkül edin. Onlar da dediler ki: Biz ancak Allah`a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Bizi, o zâlim kavmin fitnesine düşürme. Ve bizi, rahmetinle o kâfir kavimden kurtar." (Yûnus 10/84, 85, 86)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "yetevekkel()"; Türkçe anlamı "1- tevekkül etsin, güvensin, dayansın; 2- tevekkül ederse, güvenirse, dayanırsa; 3- tevekkül eder, dayanır, güvenir" şeklinde olmak üzere istek, şart veya geniş zaman mânâsını ifade ederek geldiği âyetler:1.Anlam
    "O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların yardımcısı idi. Mü`minler, yalnız Allah`a dayanıp güvensinler." (Âl-i İmrân 3/122)
    "Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü`minler ancak Allah`a güvenip dayansınlar." (Âl-i İmrân 3/160)
    "Ey iman edenler! Allah`ın size olan nimetini unutmayın; hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah`tan korkun ve Mü`minler yalnızca Allah`a güvensinler." (Mâide 5/11)
    "De ki: Allah`ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için mü`minler yalnızca Allah`a dayanıp güvensinler." (Tevbe 9/51)
    "Sonra (Yakup Aleyhisselâm) şöyle dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah`tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah`tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O`na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O`na dayansınlar." (Yûsuf 12/67)
    (Nuh, Âd, Semûd ve onlardan sonraki kavimlerin) "Peygamberleri onlara dediler ki: Evet, biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat Allah nîmetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah`ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Mü`minler ancak Allah`a dayansınlar. Hem bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah`a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah`a tevekkülde sebât etsinler." (İbrahim 14/11,12)
    "Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı, düşmanlığı ve Peygamber`e karşı gelmeyi fısıldamayın. İyilik ve takvâyı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah`tan korkun. Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah`ın izni olmadıkça, mü`minlere hiçbir zarar veremez. Mü`minler Allah`a dayanıp güvensinler." (Mücâdele 58/9,10)
    "Allah; O`ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Mü`minler yalnız Allah`a dayanıp güvensinler." (Teğâbün 64/13)
    2.Anlam
    "O zaman münâfıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, (sizin için): Bunları dinleri aldatmış diyorlardı. Halbuki kim Allah`a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak gâliptir, hikmet sahibidir." (Enfâl 8/49)
    "...Kim Allah`tan korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah`a güvenirse Allah, ona yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah herşey için bir ölçü koymuştur." (Talâk 65/ 2,3)
    3.Anlam
    "Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan, elbette Allah`tır derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah`ı bırakıp da taptıklarınız O`nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O`nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O`na güvenip dayanırlar." (Zümer 39/38)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "tevekkeltu ()"; Türkçe anlamı "tevekkül ettim, güvendim, dayandım" şeklinde olmak üzere geçmiş zaman durumunda geldiği âyetler:"(Ey Muhammed)! Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O`ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O`na güvenip dayandım. O, yüce Arş`ın sahibidir." (Tevbe 9/129)
    "Onlara Nuh`un haberini oku. Hani o kavmine gelmişti ki: Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah`ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldi ise, ben yalnız Allah`a dayanıp güvendim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin." (Yunus 10/71)
    (Hûd Aleyhisselâm dedi ki:) "Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah`a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır." (Hûd 11/56)
    (Şuayb Aleyhisselâm) "Dedi ki: Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delîlim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah`ın yardımı iledir. Yalnız O`na dayandım ve yalnız O`na döneceğim." (Hûd 11/88)
    "Sonra (Yakup Aleyhisselâm) şöyle dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah`tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam.
    Hüküm Allah`tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O`na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O`na dayansınlar." (Yûsuf 12/67)
    "(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahmân`ı inkâr ediyorlar. De ki: O benim Rabbimdir. O`ndan başka ilah yoktur. Sadece O`na tevekkül ettim ve dönüş sadece O`nadır." (Ra`d 13/30)
    "Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah`a mahsustur. İşte bu Allah, benim Rabbimdir. O`na dayandım ve O`na yönelirim." (Şûrâ 42/10)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "tevekkelnâ ()"; Türkçe anlamı "tevekkül ettik, güvendik, dayandık" şeklinde olmak üzere geçmiş zaman durumunda geldiği âyetler:(Şuayb Aleyhisselâm dedi ki:) "Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dîninize dönersek Allah`a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemiş başka, yoksa o (dîne) dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah`a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (A`raf 7/89)
    "Musa da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Siz gerçekten Allah`a iman ettinizse ve onun birliğine ihlâs ile teslim olmuş Müslimlerseniz, artık Allah`a tevekkül edin. Onlar da dediler ki: Biz ancak Allah`a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Bizi, o zâlim kavmin fitnesine düşürme. Ve bizi, rahmetinle o kâfir kavimden kurtar." (Yûnus 10/84, 85, 86)
    "İbrahim`de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah`ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah`a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. Şu kadar var ki İbrahim babasına: Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah`tan sana gelecek herhangi birşeyi önlemeye gücüm yetmez demişti. (O mü`minler şöyle dediler): Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır." (Mümtehine 60/4)
    "De ki: (sizi imana davet ettiğimiz) O (Allah) çok esirgeyicidir; biz O`na iman etmiş ve sırf O`na güvenip dayanmışızdır. Siz kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında öğreneceksiniz!" (Mülk 67/29)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "netevekkelu ; Türkçe anlamı "tevekkül ederiz, güveniriz, dayanırız" şeklinde olmak üzere şimdiki ve geniş zaman durumunda geldiği âyet:(Nuh, Âd, Semûd ve onlardan sonraki kavimlerin) "Peygamberleri onlara dediler ki: Evet, biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat Allah nîmetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah`ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Mü`minler ancak Allah`a dayansınlar. Hem, bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah`a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah`a tevekkülde sebât etsinler." (İbrahim 14/11,12)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "yetevekkelûvn ()"; Türkçe anlamı "tevekkül ederler, güvenirler, dayanırlar" şeklinde geniş zaman durumuna geldiği âyetler:"Mü`minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah`ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnızca Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir." (Enfâl 8/2)
    "(O muhacirler), (müşriklerin eziyetlerine) sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir." (Nahl 16/42)
    "Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur." (Nahl 16/99)
    "Onlar, (müşriklerin eziyetlerine) sabreden kimselerdir ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler." (Ankebût 29/59)
    "Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir. Allah`ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir." (Şûrâ 42/36)

    BÖLÜM IV
    Tevekkülle İlgili Bazı Hadisler
    Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah`ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kuvvetli mü`min, Allah katında zayıf mü`minden daha hayırlı, (daha üstün) ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah`dan yardım dile ve asla acz gösterme. Başına birşey gelirse, ``Eğer (keşke) şöyle yapsaydım, şöyle olurdu!'' diye hayıflanıp durma. ``Allah`ın takdiri bu. O, ne dilerse yapar.'' de. Çünkü "eğer (keşke)" kelimesi, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar."28

    İbni Abbas (r.a.), Resûlullah`ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "Bana (geçmiş) bütün ümmetler arzolunup gösterildi. Bir peygamber gördüm ki yanında (kendisine iman etmiş ancak) yedi sekiz kişi vardı. Bir (başka) peygamber gördüm onun da yanında bir iki adam vardı. Öyle bir peygamber de gördüm ki beraberinde tek bir kişi dahi yoktu. Derken uzaktan bana büyük bir karaltı gösterildi. Onları benim ümmetim sandım. Bana: "Bu, Musa Peygamber ile kavmidir. Sen ufka bak." denildi. Ufka bakınca büyük bir kalabalık gördüm. Bana: "Şimdi de öteki ufka bak." denildi. Orada da müthiş bir kalabalık vardı. "Bu senin ümmetindir. Onların arasında yetmiş bin kişi var ki hesapsız, azapsız Cennet`e gireceklerdir." denildi.
    (Râvî der ki) Resûl-ü Ekrem (bu hitâbesinden) sonra kalktı evine girdi. Bunun üzerine (orada bulunan) cemaat, hesapsız ve azapsız Cennet`e girecek olan bu kişiler(in vasıfları) hakkında konuşmaya başladılar. Bazıları: "Onlar Resûlullah`ın ashâbı olsa gerek." dediler. Kimileri de: "Herhalde onlar İslâm devrinde doğmuş, Allah`a şirk koşmamış olanlardır." dediler ve (daha pekçok) ihtimaller ileri sürdüler. (Bu münâzarayı duyan Resûlullah) hemen onların yanına çıktı ve: "Ne hakkında dalmış konuşuyorsunuz?" diye sordu. Onlar da (münâzara mevzusunu) söylediler. Bunun üzerine Resûlullah: "Onlar büyü yapmayanlar, yaptırmayanlar; birşeyi uğursuz sayma fiilini yapmayanlar ve yalnıca Allah`a güvenenlerdir." buyurdu... (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)29

    İbn-i Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Resûlullah buyurdu ki: "Ya Rab! Yalnız senin hükmüne teslim oldum, yalnız sana iman ettim, yalnız sana tevekkül ettim, yalnız sana döndüm, yalnız senin için mücadeleye girdim. Ya Rab! Dalâlete düşmekten izzetine sığınırım, senden başka ilâh yok. Sen ölümsüz daimâ diri olansın. Oysa cinler ve insanlar ölümlüdür." (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)30

    İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman "Hasbunallahu ve ni`mel vekîl (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.)" dedi. Muhammed (s.av.) de onu söyledi. Şöyle ki: (Kendisine) "İnsanlar size karşı ordular hazırladılar, o halde onlardan korkun." dedikleri zaman, bu (söz) onların imanını artırdı ve: "Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir." dediler. (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)
    İbni Abbas (r.a.), gelen bir diğer rivâyete göre şöyle demiştir: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman son sözü "Allah bana yeter. O, ne güzel vekildir." olmuştur.31

    Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah`ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Cennet`e bir takım kavimler girer ki, bunların gönülleri (rızıklarını aramada Allah`a tevekkül etmiş) kuşların gönülleri gibidir." (Yani tevekkül sahibidirler.) (Müslim rivâyet etmiştir.)32

    Ömer (r.a.) demiştir ki: Resûlullah`ın şöyle dediğini işittim: "Eğer siz Allah`a nasıl tevekkül etmek lazımsa öyle tevekkül etseniz; açlıktan karınları çekilmiş olduğu halde sabahleyin yuvalarından çıkan ve akşamları karınları doymuş olarak yuvalarına dönen kuşlara rızık verdiği gibi hiç şüphesiz size de rızık verirdi." (Tirmizî rivâyet etmiş ve hadis hasendir demiştir.)33

    Ebû Umâre el-Berâ b. Azib (r.a.) şöyle demiştir: Resûlullah buyurdu ki: "Ey filanca, yatağına girdiğinde: ``Allah`ım kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana yönelttim, işimi sana bıraktım, senden ümitvâr olarak, azabından korkarak sırtımı sana dayadım. Senden sığınacak ve korunacak yer yine sanadır. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere iman ettim.'' de. Eğer o gece ölürsen iman üzere ölürsün. Eğer sabaha çıkarsan hayra ulaşırsın." (Buharî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)34

    Ebû Bekir (r.a.) şöyle demiştir: "Biz (Hicret esnasında) mağarada iken, başımız ucunda (bizi arayan) müşriklerin ayaklarına baktım da Resûlullah`a: ``Ey Allah`ın Resulu, birisi ayaklarına bakacak olsa muhakkak bizi görür.'' dedim. Bunun üzerine Resûlullah: ``Ey Ebû Bekir, üçüncüleri Allah olan iki kimse hakkında zannın (endişen) ne?'' buyurdu. (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)35

    Ümmü Seleme (r.a.)` dan rivâyet edilmiştir: Resûlullah evinden çıkarken şöyle derdi: "Bismillah. Allah`a tevekkül ettim. Allah`ım! Sapmaktan, saptırılmaktan; (senin yolundan) kaymaktan, kaydırılmaktan; zulüm yapmaktan, zulme uğramaktan; saygısızlık etmekten, bana karşı saygısızlık edilmesinden sana sığınırım." (Ebû Dâvud ve Tirmîzî rivâyet etmiştir.)36

    Halid`in oğulları Habbe ve Sevâ (r.a.) anlatıyor: Resûlullah birşey tamir etmekte iken yanına girdik. O işte kendisine yardım ettik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık konusunda umutsuzluğa düşmeyin. Zîrâ insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır."37

    Amr Bin As (r.a.) anlatıyor: Resûlullah buyurdu ki: "Şüphesiz her vâdide Âdemoğlunun kalbinden bir parça bulunur (yani kalp herşeye karşı bir ilgi duyar). Öyleyse kimin kalbi bütün parçalara ilgi duyarsa, Allah onun hangi vâdide helâk olacağına hiç aldırmaz. Kim de Allah`a tevekkül ederse, kalbinin herşeye (ilgi kurarak dağılmasını önlemek için) Allah ona yeter.38

    Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kim insanların en şereflisi olmak isterse Allah`tan korksun. Kim insanların en güçlüsü olmak isterse Allah`a tevekkül etsin. Kim de insanların en zengini olmak isterse, kendi elindekinden çok Allah`ın nezdindekine bel bağlasın."39

    Diğer bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Birşey istediğin zaman yalnız Allah`tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah`tan dile. Şunu iyi bil ki bütün yaratılmışlar elbirliği ile sana bir menfaat bahşetmek isteseler, Allah`ın sana yazdığından daha fazlasını bağışlayamazlar. Yine yaratılmışların tümü elbirliği ile sana bir zarar vermek isteseler, Allah`ın sana takdir ettiğinden fazlasını yapamazlar."40

    Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Ey Ebû Hureyre! Allah`tan başka hiçbir şeye ümit bağlama. Allah`a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allah-ü Teâlâ Hazretleri`nden iste. Allah-ü Teâlâ`nın âdet-i ilâhiyyesi (işi, kânunu) şöyledir ki; herşeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allah-ü Teâlâ`nın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir."41

    BÖLÜM V
    Tevekkül Hakkında Söylenmiş Bazı Sözler
    ...Sen yalnızca Allah`a ibâdet et. O`na kulluk eyle ve ona tevekkül eyle. Her işte emir ve kumandayı, yetkiyi O`na verip, O`na güvenip, O`nun emirlerine uygun hareket eyle! Yani, ibadetsiz ve amelsiz kuru kuruya tevekkülün de faydası yoktur. Sen kulluğunu yap, O`nun emrini yerine getir ve öyle tevekkül eyle. (Elmalılı M. Hamdi Yazır)42

    Tevekkül, bazı cahillerin zannettiği gibi insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsa idi, (...Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah`a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever. (Âl-i İmrân 3/159) âyetinde belirtilen) müşâvere emri tevekküle mâni olurdu. Tevekkül, insanın esbâb-ı zâhireye riâyet etmesi, ve lâkin kalbini onlara bağlamayıp, Hak Teâlâ`nın ismetine dayanması demektir. (İmam Fahruddin Râzî)43

    Hakîkî mânâda tevekkül; Allah`tan başkasından korkmamak, O`ndan başkasına güvenmemektir. (Fudayl Bin İyaz)

    Tevekkül, olan şey ile yetinmek, olmayan şeye razı olmaktır. (Muhammed Bin Hafîf)

    Üç haslet evliyâ sıfatıdır: Allah`a tevekkül etmek, Allah`tan başkasına niyazda bulunmamak, kanaat eylemek. (Yahya Bin Muaz)44

    Sebeplere yapışmak, tevekküle mânî değildir. Bilakis sebeplere yapışmak, sebepleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. (Ahmed Fârukî)

    Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur. (S. Abdulhakîm Arvâsî)

    Tevekkülün alâmeti üçtür: Kimseden birşey istememek (dilenmemek), verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmek. (Sehl Bin Abdullah)

    Allah-ü Teâlâ`ya tevekkül ettim diyen kimsenin, Cenâb-ı Hakk`ın, kendisi hakkındaki muamelesine, yani takdir ettiği şeylere de râzı olması lazımdır. Aksi takdirde yalan söylemiş olur. (Bişr-i Hâfî)45

    Bil ki tevekkülün mahalli kalptir. Zâhire göre hareket etmek kalpteki tevekküle zıt değildir. Yeter ki kul, güvenin Allah`a olacağını bilsin. Birşey zorlaşırsa bu O`nun takdiriyledir; eğer kolaylaşırsa bu da O`nun kolaylaştırmasıyladır. (Ebu`l Kâsım el-Kuşeyrî)

    Tevekkül, kişinin kendisini Allah`ın dilediği şekle bırakmasıdır. (Sehl Bin Abdullah)

    Tevekkül, Allah`a güvenle birlikte O`nunla iktifâ etmektir. (Ebû Osman el-Cebrî)46

    Tevekkelin (tevekküllünün) gemisi batmaz (eşeğini kurt yemez). (Atasözü)47

    Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader,
    Hakk`a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder. (Enderûnî Vâsıf)

    Hakk şerleri hayreyler
    Zannetme ki gayreyler
    Ârif ânı seyreyler
    Mevlâ görelim neyler
    Neylerse güzel eyler
    Sen Hakk`a tevekkül kıl
    Tefvîz et ve rahat bul
    Sabreyle ve râzı ol
    Mevlâ görelim neyler
    Neylerse güzel eyler (Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri)48

    Kime şekvâ edeyim âh-ı sehergâhımdan
    Kime feryâd edeyim tâli-i bedbâhımdan
    Mâidi-zâre safâ bahşeder elbet bir gün
    Kesmem ümmîdimi ben Hazret-i Allah`ımdan (Maide Hasibe Hanım)49

    Mehmet Âkif Ersoy`un Tevekkülle İlgili Bazı Mısrâları
    Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,
    Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri!
    O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
    Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
    "Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
    Belânı istedin Allah da verdi... Doğrusu bu.
    Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
    Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
    "Çalış!" dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
    Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun,
    Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
    Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!

    Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
    Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
    Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
    Birer birer oku tekmîl edince defterini;
    Bütün o işleri Rabbim görür; Vazîfesidir...
    Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
    Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
    Hudâ vekîl-i umûrun değil mi keyfine bak!
    Onun hazîne-i in`âmı kendi veznendir!
    Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!
    Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
    Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
    Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
    Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
    Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
    "Yetiş!" de, kendisi gelsin, ya Hızr`ı göndersin!
    Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
    Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
    Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;
    Çoluk çocuk O`na âid; Lalan, bacın, dadın O;
    Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
    Alış seninse de, mes`ûl olan verişten, O;
    Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;
    Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;
    Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
    Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.

    Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
    Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!
    Hudâ`yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
    Utanmadan da tevekkül diyor bu cür`ete... Ha?!
    Yehûd Üzeyr`e, Nasârâ Mesîh`e ibnu`l-lâh
    Demekle unsur-i tevhîd olur giderse tebâh;
    Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı îmâna?
    Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdân`a?
    Kimin hesâbına inmiş, düşünmüyor, Kur`ân...
    Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhâtab olan!
    Bütün evâmire i`lân-ı harb eden şu sefîh,
    Mükellefiyyeti Allah`a eyliyor tevcîh!

    Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin;
    Nasıl günâhına girmez tevekkülün, kaderin?
    Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,
    Muvaffakiyyete imkân bulur musun acaba?
    Hamâkatin aşıyor hadd-i i`tidâli, yeter!
    Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!
    "Kader" senin dediğin yolda Şer`a bühtandır;
    Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrandır.
    Kader ferâiz-i îmâna dâhil... Âmennâ...
    Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma`nâ.
    Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,
    Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a`yânda.
    Niçin, nasıl geliyormuş... O büsbütün meçhûl;
    Biz ihtiyârımız sûretindeniz mes`ûl.
    Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh;
    Senin vazîfen itâ`at ne emrederse İlâh.
    O, sokmak istediğin, şekle girmesiyle kader;
    Bütün evâmiri Şer`in olur bir anda heder!
    Neden ya, Hazret-i Hakk`ın Resûl-i Muhterem`i,
    Bu bahsi men` ediyor mü`mînine, boş yere mi?
    (...)
    Tevekkülün, hele, ma`nâsı hiç de öyle değil.
    Yazık ki: Beyni örümcekli bir yığın câhil,
    Nihâyet oynayarak dîne en rezîl oyunu,
    Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hâle onu!
    (...)
    Tevvekkül öyle yaman bir şiâr-ı îmandı,
    Ki kahramân-ı fezâil denilse şâyandı.
    Yazık ki: Rûhuna zerk ettiler de meskeneti;
    Cüzâma döndü, harâb etti gitti memleketi!
    Tevekkül olmasa kalmaz fazîletin nâmı...
    Getir hayâline bir kerre Sadr-ı İslâm`ı:
    O bî-nihâye füyûzun yarım asırlık bir
    Zamân içinde tecellîsi hangi sâyededir?
    (...)
    Nedir bu hârikanın sırrı? Hep tevekküldür;
    Ki i`timâd-ı zaferden gelen tahammüldür.
    Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refîk;
    Durur mu şevkıne pervâne olmadan tevfîk?
    Cenâb-ı Hak ne diyor bak, Resûl-i Ekrem`ine:
    "Bütün serâiri kalbin ihâta etse, yine,
    Danış sahâbene dünyâya âid işler için;
    Rahîm ol onlara... Sen, çünkü, rûh-i rahmetsin.
    Hatâ ederseler aldırma, afvet, ihsân et;
    Sonunda hepsi için iltimâs-ı gufrân et.
    Verip karârı da azm eyledin mi... Durmıyarak,
    Cenâb-ı Hakk`a tevekkül edip yol almaya bak."

    Demek ki: Azme sarılmak gerek mebâdîde;
    Yanında bir de tevekkül o azmi te`yîde.
    Hülâsa, azm ile me`mûr olursa Peygamber;
    Senin hesâbına artık, düşün de bul, ne düşer!
    Şerîat`in ikidir en muazzam erkânı;
    Kimin ki öyle müzebzeb değildir îmânı;
    Ayırmaz onları, bir addedip tevessül eder...
    Açıkça söyliyeyim: Azm eder, tevekkül eder.
    Ne din kalır, ne de dünyâ, bu anlaşılmazsa...
    Hem anlayın bunu artık, hem anlatın nâsa...
    (...)
    Ömer, tevekkülü elbet bilirdi bizden iyi...
    Ne yaptı "Biz mütevekkilleriz" diyen kümeyi.
    Dağıttı, kamçıya kuvvet, "Gidin, ekin!" diyerek.
    Demek: Tevekkül eden, önce mutlakâ ekecek;
    Demek: Tevekküle pek sığmıyormuş, anladın a,
    Sinek düşer gibi düşmek şunun bunun kabına.50
    --- *** *** *** ---
    O îmân kuvvet ihzâriyle emretmişti... Lâkin, biz
    Tevekkelnâ deyip yattık da kaldık böyle en âciz!
    O îman, farz-ı kat`îdir diyor tahsîli irfânın...
    Ne câhil kavmiyiz biz müslümanlar, şimdi, dünyânın!51
    --- *** *** *** ---
    Allah`a dayan, sa`ye sarıl, hikmete râm ol...
    Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.52
    --- *** *** *** ---
    "Allah`a dayandım!" diye sen çıkma yataktan...
    Mâ`nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
    Ecdâdını zannetme asırlarca uyurdu;
    Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
    Üç kıt`ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
    Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
    Âlemde tevekkül demek olsaydı "atâlet",
    Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
    Çoktan kürenin meş`al-i tevhîdi sönerdi;
    Kur`ân duramaz, nezd-i İlâhî`ye dönerdi.53

    BÖLÜM VI
    Sonuç
    Bu araştırmamızın sonucunda açıkça anladık ki; tevekkül meselesinde en tehlikeli durum, tevekkülü yanlış anlayarak tembelliğe düşmek, vazifesini yerine getirmemek ve bunun sonucunda da başarsızlığa uğramaktır.
    İlk emri "Oku!" olan İslâm Dininin mensupları olarak, biz Müslümanların en önemli görevlerinden biri, hangi meslekten olursak olalım çalışmak, bize düşen görevi en güzel şekilde yerine getirmek; bütün bunların sonucunda da büyük bir gönül huzuruyla Allah-ü Teâlâ`ya güvenmek, O`na tevekkül etmektir. Tabiri caizse, tembellik bizim kitabımızda yer almamalı; en çok korkmamız, en uzak kalmamız gereken bir vasıf olmalıdır. Öyle ki Peygamber Efendimiz: "Ümmetim adına en çok korktuğum şey göbek iriliği, uyku düşkünlüğü ve tembelliktir." buyurmak sûretiyle, tembelliğin bizler için ne büyük bir tehlike olduğuna işaret etmiştir.
    III. Bölümde sıraladığımız âyetleri incelediğimizde, Allah`a tevekkül ettiğini belirten Peygamberlerin ve mü`minlerin, o sözleri söylerken bir mücadele, çalışma, gayret içinde olduklarını görüyoruz. Hiçbiri oturdukları yerden, yorulmadan, belli bir zorluğa katlanmadan bu sözleri söylemiyorlar. İşte bu da bize gösteriyor ki; ancak çalışan Müslümanın tevekkül etmeye, "Allah`a güvendim!" demeye hakkı vardır. Tembel ise, tevekkül ettiğini söylese bile ancak kendini kandırıyordur ve sonu hüsrân olacaktır.
    IV. Bölümde gördüğümüz hadisler ve V. Bölümde incelediğimiz sözler de bu durumu doğrular niteliktedir. Mehmet Âkif Ersoy`un şiddetle karşı çıktığı, yerden yere vurduğu tevekkül ve mütevekkil kavramı da işte bu tembel kişilerin sahte tevekkülleridir.
    Bana göre tevekkül meselesinde diğer bir önemli husus da dünya hayatının Müslüman için bir imtihan yeri olduğunun unutulmaması gerektiğidir. Çünkü bazı durumlarda insan bütün çabasını sarfetse de, elinden geleni yapsa da İlâhî Takdir bazı hikmetler sebebiyle buna izin vermediği için başarılı olamayabilir, isteği gerçekleşmeyebilir. İşte burada tevekkülün diğer yönü ortaya çıkar: En umutsuz gibi görünen durumlarda bile Allah`a olan güveni kaybetmemek.
    Allah-ü Teâlâ herşeyin teferruatını en ince ayrıntısına kadar bilir. Belki bizim istediğimiz, gerçekleşmesi için çalıştığımız bir şey aslında bizim zararımıza; buna karşılık istemediğimiz bir şey ise aslında yararımızadır. Sonsuz rahmeti sebebiyle Allah-ü Teâlâ da sevdiği kullarını, o kulların kendilerini düşündüğünden daha çok düşüneceğine; onlara kendilerine acıdıklarından daha çok acıyacağına göre Müslümanlar olarak bizlerin -hem dînî, hem dünyevî görevlerimizi yaptığımız müddetçe- hiçbir şeyden dolayı tasalanmamıza gerek yoktur. -İnşâallah- sonuçta mutluluk bizim olacaktır.
    Bir amacımıza, isteğimize ulaşamadıysak Vekîlimiz olan Allah-ü Teâlâ bize olan sevgisiden dolayı, o istediğimiz şeyden her bakımdan bize daha hayırlısını nasîb edecektir.
    Bu görüşümü çeşitli âyetlere dayandırmaktayım. Ben bu konuda Kehf Sûresinde çok büyük bir müjde görüyorum. Kur`ân-ı Kerîm Allah`ın kelâmı olduğuna göre ve biz Müslümanlar da bunu şeksiz şüphesiz kabul ettiğimize göre, bu âyetler bizim için gerçekten büyük mutluluk kaynağıdır. Bu âyetlerde Allah-ü Teâlâ bizlere gayb hazinesinden birkaç sırrı açıklamaktadır. Sadece bu sırları anlamak bile bizlere çok şey kazandırır. Şöyle ki Kehf Sûresi 60. ilâ 82. âyetler arasında Hz Musa Aleyhisselâm`ın, Hızır Aleyhisselâm olduğu rivâyet edilen Allah`ın kendisine katından bir rahmet ve ilim verdiği birisiyle olan yolculuğu anlatılır. Olaylar şöyle gelişmektedir: Hızır Aleyhisselâm, önce Hz. Musa`ya kendisiyle yolculuk etmeye sabrının yetmeyeceğini söylerse de; Hz. Musa sabredebileceğini belirtir. Bunun üzerine kendisi anlatmadan önce Hızır Aleyhisselâm`a hiçbir şey sormamak şartıyla yolculuğa başlarlar. Bu yolculuk sırasında Hızır Aleyhisselâm Allah`ın emriyle önce bir gemiyi deler; sonra bir erkek çocuğu öldürür; ardından da kendilerine yemek vermeyecek kadar cimri bir köy halkının yıkılmak üzere olan duvarını para almadan tamir eder. Bu işlerin hikmetini bilmeyen Hz. Musa Aleyhisselâm, onun bu yaptıklarını garipser, sözünü unutarak her olayda soru sorar ve nihâyetinde berâber yolculuk edemeyeceklerini anlayarak ayrılmaya karar verirler. Ayrılmadan evvel Hızır Aleyhisselâm, Allah`ın emriyle yaptığı bu işlerin hikmetini Hz. Musa`ya şöyle açıklar: "(Deldiğim) gemi varya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mü`min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin. Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin istedi ki o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur." (Kehf 18/79...82)
    İşte bu büyük sırlar bana göre, biz Müslümanlar için büyük müjdedir. Bu âyetleri şöyle bir düşünürsek şunları görebiliriz: Gemileri delinen o fakir kimseler aslında Allah`ın kendilerine olan rahmeti, acıması sebebiyle gemilerini kaybetmekten kurtulmuşlardır. Belki de onlar başta bu kazaya üzülüp, telâşlanmışlar; ama sonuçta arkadan gelen kötü kralın varllığını öğrenince bu kazaya uğradıklarına sevinmişler; belki de Allah`a şükretmişlerdir. Çocuklarını kaybeden o mü`min anne baba belki önce buna çok üzülmüşler ama bir süre sonra ondan daha iyi bir çocuğa kavuşmuşlardır. (Hatta Elmalılı Hamdi Yazır`ın bu âyetin tefsirinde belirttiği bir rivâyete göre bu anne-babanın o çocuktan sonra bir kızları olmuş ve bu kız da bir peygamber annesi olmuş ve o peygamberin eliyle ümmetlerden bir ümmet hidâyete ermiştir.) Bu anne-baba sonraki çocuğun ölenden daha hayırlı olup olmadığını belki anlamışlar belki anlamamışlardır ama Allah-ü Teâlâ onları geniş rahmeti sebebiyle bu çocuk sebebiyle düşecekleri sıkıntılardan kurtarmıştır. Belki onlar da, birgün gelip bu yeni çocuğun kendileri için daha hayırlı olduğunu anlamışlar ve Allah`a şükretmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur ki; bu insanlar evlatlarını kaybediyorlar. Evlat acısı ise insanların kabul ettiği en büyük acılardan, üzüntülerden birisi. Demek ki bu kadar büyük üzüntülerin bile arkasında yine Allah`ın rahmeti sebebiyle Müslüman için nice gizli hayırlar ve sevinçler bulunabiliyor. İşte bu da yukarıda tevekkülün diğer yönü diye ortaya koyduğum fikri destekliyor: "En umutsuz gibi görünen durumlarda bile Allah`a olan güveni kaybetmemek."
    Dünya, Müslüman için bir imtihan yeri olduğundan dolayı unutulmaması gereken diğer bir nokta da; herşeyin sonucunun sadece bu dünyada alınmadığıdır. Biz Müslümanlar, âhiret inancına da sahibizdir ve zaten dünyada da âhiret için -o ebedî hayat için- çalışırız. O halde, belki de yaşadığımız büyük bir üzüntü, yorgunluk veya sıkıntıya göstereceğimiz sabır; Allah katında derecemizin yükselmesine, öbür dünyada büyük mükâfatlar kazanmamıza sebep olacaktır. Bu fikrimde de dayanağım şu âyettir: "...Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zayî etmeyiz. Âhiret mükâfâtı ise, iman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için daha hayırlıdır." (Yusuf 12/56,57)

    Araştırmamız burada sona eriyor. Eksiklik ve hatalarımızdan dolayı Allah-ü Teâlâ`dan bağışlanma dileyerek, konumuzu bitiriyoruz...

    "...Kim Allah`tan (emirlerine uymak; yasaklarından kaçınmak sûretiyle) korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah`a güvenirse Allah, ona yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah herşey için bir ölçü koymuştur." (Talâk 65/2,3)" Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan, elbette Allah`tır derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah`ı bırakıp da taptıklarınız O`nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O`nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O`na güvenip dayanırlar." (Zümer 39/38)



    Dipnotlar
    1- Zâriyât Sûresi 51/56.
    2- Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yayıncılık, 1996, s.1072.
    3- Faruk Beşer, Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Nûn Yayıncılık, İstanbul 1994, s. 225.
    4- Dînî Terimler Sözlüğü, İhlâs Yayıncılık, c. II, s.263.
    5- İsmet Kızılca, Allah`ın Mübârek İsimleri, c. II, s.136.
    6- Faruk Beşer, a.g.e., s. 225.
    7- İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, Akçağ Yayıncılık, c. XVII, s.596.
    8- Kur`ân-ı Kerîm`de Vekîl ism-i şerîfi için şu ayetlere bakılabilir: Âl-i İmrân 3/173; Nisâ 4/8,132,171; En`âm 6/102; Hûd 11/12; Yusuf 12/66; İsrâ 17/2,65; Kasas 28/28; Ahzâb 33/3,48; Zümer 39/62; Müzzemmil 73/9.
    9- A. Osman Tatlısu, Esmâü`l Hüsnâ Şerhi, Seha Neşriyat, 1993, s.147.
    10- A. Osman Tatlısu, a.g.e., s.148.
    11- Veliyy ism-i şerîfi için şu âyetlere bakılabilir: Âl-i İmrân 3/122; Mâide 5/55; A`raf 7/155; Sebe` 34/41; En`âm 6/127. Mevlâ ism-i şerîfi için de şu âyetlere bakılabilir: Bakara 2/286; Âl-i İmrân 3/150; En`âm 6/62; Yunus 10/30; Enfâl 8/40; Tevbe 9/51; Hac 22/78; Muhammed 47/11; Tahrîm 66/2,4.
    12- Hasîb ism-i şerîfi için ayrıca şu âyetlere bakılabilir: Âl-i İmrân 3/173; Enfâl 8/62,64; Tevbe 9/59,129; Zümer 39/38; Talâk 65/3.
    13- Bkz. İsmet Kızılca, a.g.e.
    14- İsmet Kızılca, a.g.e., s.134.
    15- Necm 53/39.
    16- Faruk Beşer, a.g.e., s. 226.
    17- A. Osman Tatlısu, a.g.e., s.149.
    18- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur`ân Dili, Azim Dağıtım, 1992, c. IV, s.362.
    19- Âl-i İmrân 3/159.
    20- Faruk Beşer, a.g.e., s. 225.
    21- Faruk Beşer, a.g.e., s. 226.
    22- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., c. I, Bakara Sûresi âyet 60`ın tefsiri, s.307,308.
    23- İsmail Özcan, Özlü Sözler, Erkam Yayınları, İstanbul 1992, s.119.
    24- A. Osman Tatlısu, a.g.e., s.151.
    25- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., c. VIII, Talâk Sûresi âyet 3`ün tefsiri, s.27,28.
    26- Seyyid Kutub, Fî Zilâl`il Kur`ân, Çev. E.Emin Saraç, İ.Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa., Akit Gazetesi, 1996, c.II, Âl-i İmrân Sûresi ayet 159`un tefsiri, s.506.
    27- A. Osman Tatlısu, a.g.e., s.151.
    28- Hadisin Yeri: Müslim, Kader 34. Tercüme: İsmail L. Çakan, Hadislerle Gerçekler, Erkam Yayınları, İstanbul 1990, s.231.
    29- İmam Muhyiddin-i Nevevî, Riyazü`s Sâlihîn, Çev. Sıtkı Gülle, Akit, 1995, s.87,88, Hadis no:74.
    30- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.88, Hadis no:75.
    31- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.88,89, Hadis no:76.
    32- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.89, Hadis no:77.
    33- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.91, Hadis no:79.
    34- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.92, Hadis no:80.
    35- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.93, Hadis no:81.
    36- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.93, Hadis no:82.
    37- İbrahim Canan, a.g.e., c. XVII, s.595, Hadis no:1281.
    38- İbrahim Canan, a.g.e., c. XVII, s.595, Hadis no:1282.
    39- İsmail Özcan, a.g.e., s.118.
    40- İsmail Özcan, a.g.e., s.118.
    41- Dînî Terimler Sözlüğü, İhlâs Yayıncılık, c. II, s.263. (Orada belirtilen kaynak: Ey Oğul İlmihali).
    42- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., c. V, Hûd Sûresi âyet 123`ün tefsiri, s.26.
    43- Fahruddin Râzî, Mefâtîhu`l Gayb, c. IX, s.69,70.
    44- Son üç söz: İsmail Özcan, a.g.e., s.118.
    45- Son dört söz: Dînî Terimler Sözlüğü, İhlâs Yayıncılık, c. II, s.263.
    46- Son üç söz: İbrahim Canan, a.g.e., c. XI, s.96.
    47- Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1984, c. I, atasözü no:1908, s.363.
    48- Son iki şiir: İbrahim Canan, a.g.e., c.XVII, s.599.
    49- Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, "Maide Hasibe Hanım" maddesi, s.122.
    50- Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Neşre Hazırlayan: M.Ertuğrul Düzdağ, Gonca Yayınevi, İstanbul 1989, Dördüncü Kitap, "Fâtih Kürsüsünde", s. 233...240.
    51- Mehmet Âkif Ersoy, a.g.e., Beşinci Kitap "Hâtırâlar", s.280.
    52- Mehmet Âkif Ersoy, a.g.e., Yedinci Kitap "Gölgeler", "Yeis Yok" isimli şiirden, s. 428.
    53- Mehmet Âkif Ersoy, a.g.e., Yedinci Kitap "Gölgeler", "Azimden Sonra Tevekkül" isimli şiirden, s. 430.


    Bibliyografya
    - Kur`ân-ı Kerîm...
    - Kur`ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Türkiye Diyânet Vakfı, Ankara 1993.
    - Kur`ân-ı Kerîm ve İzahlı Meâl-i Âlisi, Ali Fikri Yavuz, Sönmez Neşriyat, 1984.
    - Aksoy Ömer Asım, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1984.
    - Beşer Faruk, Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Nûn Yayıncılık, İstanbul 1994.
    - Canan İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, Akçağ Yayıncılık.
    - Çakan İsmail Lütfi, Hadislerle Gerçekler, Erkam Yayınları, İstanbul 1990.
    - Dînî Terimler Sözlüğü, İhlâs Yayıncılık.
    - Doğan Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yayıncılık, 1996.
    - Elmalılı Muhammed Hamdİ Yazır, Hak Dîni Kur`ân Dili, Azim Dağıtım, 1992.
    - İmam MuhyiddÎn-i Nevevî, Riyazü`s Sâlihîn, Çev. Sıtkı Gülle, Akit Gazetesi, 1995.
    - Kızılca İsmet, Allah`ın Mübârek İsimleri.
    - Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Neşre Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Gonca Yayınevi, İstanbul 1989.
    - Özcan İsmail, Özlü Sözler, Erkam Yayınları, İstanbul 1992.
    - Seyyid Kutub, Fî Zilâl`il Kur`ân,Çev. E.Emin Saraç, İ.Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa.,Akit Gazetesi,1996.
    - Tatlısu A. Osman, Esmâü`l Hüsnâ Şerhi, Seha Neşriyat, 1993.
    Kaynak: İBRAHİM