Şark âlemi, Batı Medeniyetini hazmetmek mecburiyetindedir. Bizim dinimize, mukaddesatımıza, ahlâkımıza mani olmayan her şey, bizim için mubahtır. Türk milletinin medeniyetlere erişmesi için müsbet ilim yolunda, gece gündüz çalışması gerekir.
Cemal öğüt Hoca, 1887 yılında Mora Yenişehir'e bağlı Alasonya'da doğdu. Müderris (prof.) ve müftü Ömer Hulusi Efendi'den Arapça ve Arap Edebiyatı okumuş, hafızlığını tamamlamıştır. Orta ve liseyi memleketinde okuduktan sonra, 1903'te İstanbul'a gelmiş ve Darülfünun (üniversite) Hukuk Fakültesi'ni bitirmiştir. Ayrıca, Dere Vekili (rektör) Hacı Ali Efendi'den feyizlenmiş, Fatih dersiamlarından (prof.) İzmirli Halil Efendi ve Düzceli meşhur âlim Zahid Kevseri'den icazet (diploma) almıştır. Cemal Hoca, bunlara ilâveten, Medresetü'l-Mütehassısin'den de mezun olmuştur.
O'na göre, «ilmin sonu yoktu» ve insan bütün hayatı boyunca öğrenmeli ve öğretmeliydi. Gerçekten de, şimdi, vasiyeti icabı İstanbul İlahiyat Fakültesi'ne verilmiş bulunan 6000 ciltlik kütüphanesine, bir ömür boyu onun göz nuru dökülmüştür.
KONUŞMALARINDA HALKIN SEVİYESİNE TAM İNERDİ
Müezzin olarak başladığı dini hizmetleri, büyük bir aşkla vefatına kadar sürdürmüş, hâtırası hâlâ canlı bir İstanbul merkez vaizi olarak yaşamıştır. Fakat Hoca, yapısı, karakteri ve hizmet anlayışı gereği olarak tek başına bir müessese gibi faaliyet göstermiştir. O, hitap ettiği cemaatin seviyesine inerek halkla bütünleşmeyi ve gönüllere girmeyi başarmıştır. Bir camiden çıkan cemaate bakıldığında, bunların Cemal Hoca'yı dinledikleri tebessümlerinden belli olurmuş. Cemaati uyutmamak için, yerine göre kendinden canlı hâtıralar anlatır, yerine göre şive taklitleri yapar, şaka ve nükteleri birbirini kovalarmış... O'nun bu özelliklerini, bir başka hocadan, Sayın Ahmed Şahin'den dinleyelim :
«— Fatih Camii'ndeki nükteli vazlariyle cemaatinin kalbini fetheden rahmetli Cemal Efendi, «iyi komşu aileden, kötü komşu gailedendir» derdi. Senelerce istanbul Müslümanlarının irşadiyle' uğraşmış olan bu muhterem vaizimiz, kendine has bir ifade ve üslûp tarzıyle, dinini diyanetini unutmuşları bile, öylesine tatlı hırpalardı ki, sadece övülenler değil, iğnelenenler bile memnun olur, gülüşürlerdi.
Meselâ, gaileden sayılan bir komşusunu, vaazında şöyle hırpaladığını hatırlatma:
«— Bizim hanım var ya, çok saf bir kadındır. Böylesine saf bir kadınla Hacı Cemal nasıl idare etsin? Neden mi saf diyeceksiniz. Bakın anlatayım da siz hak verin. Dikkat edin, hanımların içinde sakın bizimki de olmasın ha, diyerek şöyle devam ederdi:
— Geçen gün abdestimi alıp buraya vaaza gelmek için pardesümü giydiğim sırada, bizim hanım aniden bir çığlık attı.
— Hayrola Hatun, ne var ki, yangın alarmı gibi bağırıyorsun, dedim.
— Ne olacak, görmüyor musun, kedi iftarlık pideleri yiyor, dedi.
— Yahu, insan bir pide için bu kadar telâşlanır mı? İşte gidiyorum, vaazdan sonra istediğin kadar pide alır gelirim iftara, merak etme...
Fakat baktım, Hanım büsbütün hiddetlendi:
— Ayol ben pidelere acımıyorum. Evde pidemiz var. Benim hayret ettiğim şey, bu kedinin böyle mübarek Ramazan'da oruç tutmayışıdır. Baksana, hayvancağız şıpır şıpır durmadan ekmek yiyor...
Bu sefer de ben hiddetlendim:
— İlâhi Hatun, sen ne kadar da safsın! Bilmiyor musun ki:
Hayvanlar oruç tutmaz! Hayvanlar namaz kılmaz! Hayvanlar açık yerlerini örtmez! Hayvanlar komşu hakkı diye bir şey bilmez!
Nasol, iyi demiş miyim?
Cemaatte kahkahaya yaklaşan bir tebessüm ve birbirlerine bakışmalar olur. Cemal Hoca gaileden saydığı komşusuna dersini vermiştir.»
ÇOK YÖNLÜ BİR HAYAT
Çok yönlü bir insan olan Cemal Hoca, gençliğinde güreşmiş, ney üflemiş, hat san'atıyla meşgul olmuş, astronomiye merak salmış ve dinî konularda değerli, istifadeli eşerler yazmıştır. Allah ve Resûlü'nün aşkıyla dolu yüreği, O'nu dört defa mukaddes beldelere yollamıştır. 'Sağlığında yayınladığı on beş eserinden başka henüz neşredilmemiş olanları da vardır. Devrinin birçok dergisinde de yazıları yayınlanmış olan Cemal Hoca'yi, Necip Fazıl, Büyük Doğu'da şöyle takdim etmişti:
«— Dinî ve şer'î ilimlerde asrımızın en mümtaz örneklerinden, Fatih Camii vaizi, 77 yaşında, 27 yaşındaki delikanlıdan daha genç Hacı Cemal Öğüt...»
Gerçekten de Hoca, çok hareketli bir hayat geçirmiş, bir yandan İstanbul Îmam-Hatip Okulu'nda Siyer ve Ahlâk okutmuş, bir yandan da çok çeşitli yerlerde, radyoda konuşmalar yapmıştır. Bir ara İmralı açık cezaevinde görevlendirilmiş, o dönemde «İmralı bir ıslahhane oldu» denilmiştir.
HOCA'NIN KURDUĞU MİLLÎ MÜDAFAA TEŞKİLÂTI
Ancak, Hoca'nın engin vatan sevgisi, asıl önemli etkisini İstanbul'un işgali şuasında göstermiştir. Daha işgalin ilk günlerinden itibaren İstanbul'da kurulan M.M. Grubu'nun (Milli Müdafaa) Beşiktaş semtindeki çalışmalarına katılır. Bu teşkilât, Kurtuluş Savaşı'nın gizli örgütlerinden biridir. Hoca Efendi, Beşiktaş ve civarındaki yakın arkadaşlarını toplayarak müstakil bir faaliyet yapar. Merkezi Anadolu'da olan «Müdafaa-i Milliye»de görev alır. Teşkilâtın Beşiktaş şubesinde çalışanlar bile, birbirlerini ancak belli seviyelerde tanıyabilirler. Müthiş bir gizlilik içinde yapılan çalışmalar, gizli tüzüğünün müsveddesi Cemal Öğüt Hoca'nın el yazısıyla kaleme alman Milli Mü¬dafaa Teşkilâtı'nın esaslarına göre yürütülür. 44 maddeden meydana gelen bu tüzük, «Teşkilâtın maksat ve mesleği» ni açıklayarak başlıyor. Bu kısımda, «muzır* unsurların, müslüman ve özellikle de Türk unsuruna karşı cibüliyetleri gereği besledikleri emel ve niyetler açıklanıyor.»
Bu -imhakâr ve gayr-i insani teşkilât ününde, ismet-i kalbiye ve saf düşünce ile hâdiselerin cilveleri beklenir ve onlara mâni olucu sebebler hazırlanmazsa; (Allah korusun), mukaddesatımız, şahsî ve millî namusumun, çoluk çocuklarımız, meskenlerimiz ve elhâsıl bütün mevcudiyetimiz heder olup» gidecektir.
Buna meydan vermemek için bir Müdafaa-i Milliye Teşkilâtı kurulduğu ve Allah'tan başarı niyaz edildiği açıklanır. Mühim anlarda başsız vo intizamsız kalınanın elim neticeleri belirtilerek, teşkilâtın lüzumu tekrarlanır. Çünkü muzır unsurların Patrikhâne'yi bir silâh deposu haline getirdikleri, ayrıca çeşit çeşit zararlı teşkilâtlar kurdukları ifade edilir. Bunlardan bazıları şöylece sayılır: "ilmî ve dini kisvelere bürünmüş birçok gizli teşkilâtlardan başka, ingiliz Muhibieri Cemiyeti, Nigehban Cemiyeti, Amele Siyanet Cemiyeti, Komünist Cemiyeti...»
Gizli ve muzır gayeler taşıyan bu teşkilâtların görünürdeki programlarına bakarak birçok müslümünanın bunlara aldanabileceği de açıklanıyor. Nifak çıkarmak ve tefrika yaratmak maksadiyle kurulan bu teşkilâtlara karşı, vatanın yüksek menfaatlerini ve milli birliği te'mine çalışacak milliyetperver zatlar, Müdafaa-i Milliye'ye çağrılır.
Elimizdeki vesikalara göre, Cemal Hoca, evini merkez yaptığı gizli teşkilâta yakın dostları Miralay Halil Bey'i, Etfal Hastanesi eczacısı Cemal Bey'i, Sabri Bey'i ve komiser Rİfat Bey'i alır. Fakat kısa zamanda teşkilâta canla başla hizmet edenlerin sayısı artar. Çünkü, Beşiktaş camilerinden başlatılan bir eleman toparlama faaliyeti hızla yürütülür. Bilhassa yatsıdan sonra eve getnecekleri kimselerin güzlerini bağlayıp Kollarına giriliyor ve alt taraftaki kapıdan içeriye sokuluyordu. Bunlar, evin arka tarafındaki diğer kapıdan çıkarılarak geldikleri yeri tanımamalarına çalışılıyordu. Üst kattaki salonda Hoca Eîendi'nin Hanı¬mı, dekoru çoktan hazırlamıştır. Uzunca bir sedirin yarım metre kadar yukarısına değin uzanan birbirine eklemiş yatak çarşaflan sarkıyor. Bu tavandan sarkan çarşafların arkasındaki sedirde oturmuş üç-beş adamın, yüzleri görünmüyor. Önlerindeki masanın üzerinde ise, Kur'ân-ı Kerim, ekmek ve tabanca vardır.
Bu masanın önüne Metinleri adamın gözlerini açan Cemal Hoca, »bak kardeşim', diyor, »vatanımız, milletimiz, halifemiz, namus ve şerefimiz tehlikededir. Şimdi bir teşkilât kurup elbirliğiyle mücadele etmek ve bu suretle vazifemizi yapmak emr-i İlâhi'dir. Şu anda sen beni gördün, istersen ihbaredip yakalatabilirsin. Benim bir kurşunluk işim var. Fakat, bak, şu perdenin arkasında oturanlar da seni gördüler. Şimdi kararın; ver. Kurduğumuz teşkilât içinde bizimle çalışacak mısın?
Bu gelen adam, ya da adamlar, »evet, çalışacağım» deyince, masanın üzerinde bulunan ekmek ve tabancaya el basarak, Kur'ân-ı Kerim'i de öperek şöyle yemin ederler:
- Miiii Müdafaanın yüce gayesine malul' herhangi' bir vazifeyi iktidarım dahilinde ifa edeceğime ve nizamnamesi hükümlerine sâdık kalacağıma yemin ederim, vallahi, billahi, tallahi..."
Bazan, eve getirilenler olur. Fakat hazırlıklar tamam değildir. Meselâ, salonun dibindeki sedirde oturacak yüzleri kapalı adam sayısı yeteri kadar olmayabilir. Halbuki teşkilâtı güçlü gösterebilmek için hiç olmazsa, orada üç kişi bulunmalıdır. Böyle düşünen Cemal Hoca, ortada oturan tek kişinin sağına, soluna iki kişi daha oturtur. Ancak bunlar, teşkilâta alınmak üzere olan adamın gördüğü gibi gerçek adamlar değildir. Hoca Efendi'nin, içi küçük yastıklarla doldurulmuş pantalonu vo gömleğidir. Bu hazırlık, her ihtimale karşı evde hazır bulundurulmaktadır.
MAÇKA SİLAHHÂNESİ'NDEN ÇALINAN SİLÂHLAR
Ne var ki, merhum Cemal Hoca'nm bütün hizmeti sadece teşkilâta- adam kazandırıp teşkilâtı genişletmekle sınırlı kalınıyordu. Anadolu'daki Kuva-yi Milliye'ye silâh ve cephane te'min etmek hususunda da çok mühim çabaları ve başarıları olmuştur. İşte cesur bir plânlama gerektiren bu hizmetlerinden birini, kızları Hikmet Öğüt Hanımefendi'den dinliyoruz :
— Şimdi Teknik, Üniversite'ye ait bulunan Maçka Silâhhânesİ, o zaman işgal kuvvetlerinin çok sıkı kontrolü altındadır. Bu sıkı kontrol altındaki silâhhâneye girmek ve hele do oradan silâh kaçırmak âdeta imkânsız bir iştir. Ama, babacığım kafasına koymuştur; mutlaka oradaki silâhlar alınmalı ve Anadolu'daki mücahitlere sevkedilmeliydi. Ama kuş uçurtulmayan bu binadan silâh nasıl kaçırılacaktı? Efendi Baba, kocaman bir tabut hazırlatır. Etrafına da beş on cemaat... Bullardan birinin Maçka Silâhhânesi'ndeki asker oğlu ölmüştür. Şimdi gidip cenazeyi oradan alacaklar ve gerekli vazifeler yapıldıktan sonra, götürüp defnedeceklerdir. Cenaze sahibi rolündeki zatın eline, mendile sarılmış acı soğan verilir. Adamcağız bunu ikide bir yüzüne gözüne sürüp ağlamalıdır. Tabutun önünde sarığı ve cübbesi ile Hoca Efendi, arkasında da cenaze sahibi ve tabutu taşıyanlar, Maçka Kışlasına girerler. Kapıdaki nöbetçiler durumdan şüphelenmezler. İçeriye giren cemaat, kendi üzerlerini ve o kocaman tabutu ağzına kadar silâhlarla
doldururlar. Ve yine üzgün ve süzgün bir edâ ile çıkıp giderler.»
Kendi ifadesine göre, Hoca Efendi oraya zayıf girip şişman çıkmaktadır. Çünkü, cübbesinin altım, alabildiği kadar silâhlarla doldurmaktadır. Oradan alınan bu tabut, yine aynı cemaatin refakatinde Feriköy mezarlığına getirilmekte ve daha önce hazırlanan mezara gömülmektedir. Hava kararıp ortalıktan el ayak çekilince de Ayazağa köyünden Mandacı Fehmi'Efendi ve adamları gelip, bu taze mezarı kazarak silâhları götürürler. Bunlar, sahile yakın bir yerde toplanabilen diğer silâhlarla birlikte, takalara yüklenip İnebolu üzerinden Anadolu'ya ulaştırılırlar.
Cemal Hoca, Müdafaa-i Milliye Teşkilâtının bütün çalışmalarını büyük bir gizlilik içinde yürütülür. Ancak, her türlü tedbire rağmen, faaliyeti etraftan sezilir. Komşusu olan bir Rum bakkal, bir gün ona gruplar halinde dolaşan İngiliz askerlerini göstererek der ki:
«— Hoca, farkındayım, iyi çalışıyorsun. Şimdi seni şunlara söylesem bir kurşunluk canın var. Fakat söylemiyeceğim, çünkü ben de komitacıyım, sizi takdir ediyorum.»
Hoca, hiç bozuntuya vermez ve tebessüm ederek sessizce oradan uzaklaşır.
TULUMBACILARIN REİSİ
Cemal Hoca, sadece cami cemaatinin değil çevresindeki her çeşit insanın sevgi ve saygısını kazanan bir sempati merkezi oluşturmuştur. Bunun bir' işareti olarak, devrin en bıçkın delikanlılarının teşkil ettiği Tulumbacıların da reisliğini kabul etmişti. Tulumbacılar o devrin itfaiye teşkilâtı idi. İşte, bu tulumbacılardan birinin Beşiktaş'la hâlâ bulunan bir Rum birahanesini basması, o günlerde halka moral veren bir hâdise olmuştu. Birahanede Türk bayrağını yere atıp üstünde hora tepen Rumları, tabancasını çekip durduran ve duvarda, asılı duran Yunan bayrağını yere atıp onun üzerinde hepsini tepindiren, sonra da geri geri kapıya kadar giderek, oradan uzaklaşan bu gencin hikâyesi dilden dile dolaşır...
TÜRK MİLLETİ HER ZAMAN MÜSLÜMANDIR VE MÜSLÜMAN KALACAKTIR
Zafer kazanıldıktan sonra Cemal -Hoca'ya istanbul mebusluğu teklif edilir. Fakat Hoca bunu kabul etmez ve «ben vatanını için çalıştım, vazife istemem der. Ancak, Teşkilâtı birlikte yürüttüğü diğer arkadaşları, çeşitli vazifelere getirilirler. Meselâ bunlardan biri olan komiser Rifat Bey, Emniyet Genci Müdürü olur. Hoca Efendi'nin Rifat Bey'le olan dostlukları, daha sonralar; da devam eder. Hatta bir ara, Türkiye Cumhuriyetinde yapılan inkılâpları islâm Aleminin nasıl karşıladığını öğrenmekle vazifeli olarak, uzun, bir seyahata çıkar. Bu seyahat sırasında Mısır'a da 'uğrar. Orada bulunan son Osmanlı Şeyhülislâmlarından olan Mustafa Sabri Efendi'yi de ziyaref eder. Mustafa Sabri Efendi, Hoca'yı oradaki dostlarına takdim eder. Kendisine, «diyar-ı küfrün vaizi mi olur?- diyen bir Mısırlı hocaya, Cemal Hoca, -her zaman olduğu gibi, Türk milletinin yine müslüman olduğunu ve müslüman olmaya devanı edeceğini» söyleyerek karşılık verir.
KABUSLU GÜNLER
Bir gün, eski dostu Rifat Bey, Hoca'yı Ankara'ya çağırır. Çok önemli bir mes'ele olmasa böyle bir davet o günkü şartlar altında yapılmayacağı düşüncesiyle, Cemal Hoca Ankara'ya gider. Görüşmeleri sırasında Rifat. Bey, Hoca'ya şöyle der:
— Artık, Esad Efendiyi ziyarete gitme. Çünkü, O'nu istemiyorlar. 70 bin müridi var, diye korkuyorlar. Bu adamın mutlaka ortadan kalkması lâzım diyorlar. Ben, «niçin?" diyorum, «kabahati nedir?», diye soruyorum.
Ve bu makamda kaldığım sürece de, böyle bir işe âlet olmayacağım. Ancak, beni buradan alıp vali yapacaklar ve bu makama da bir adamlarını getirip hu işi halledecekler. Sakın sakın, Esad Efendiyi ziyaret etme... Hatta birkaç ay, evinden dışarı çıkma!
Cemal Hoca, kendisine yapılan bütün sıkı tembihata rağmen, Ankara'dan dönerken Pendik'te trenden iner ve Erenköyü'nde oturan Esad Efendi'ye gider, öğrendiği bilgileri aktarıp aktarmama kararsızlığı içinde iken Esad Efendi, gayet sakin bir tevekkülle, âdeta başına gelecekleri haber verir. Hatta, içinde şöyle mısralar geçen bir de şiir okur;
Esad unuttu Erbil'i,
Kabe'yi Canımı cananıma vermişim, artık...
Hoca Efendi, bu durum karşısında öğrendiklerini söylemeye gerek duymaz ve Şeyh'in elini Öperek veda eder. Gerçekten de bu son görüşmeleri olur. Çünkü çok kısa bir zaman sonra meydana gelen Menemen hâdisesi ile ilgili görülen Esad Efendi, için idam karrı verildi. Ancak aynı gece ilahi tecelli gerçekleşti. Erdebilli vefat etti. Onun yerine 65 yaşındaki oğlunu astılar.
Bu bilgileri kendisinden öğrendiğimiz, değerli kızları Hikmet öğüt Hanımefendi, Cemal Hoca'nm o sıralar epey bir müddet evden çıkmadığını ve âdeta inziva bayatı yaşadığını da söylemektedir.
Ne var ki, Hoca Efendi'nin bütün tedbiri onun da zulme uğramasına mani olamamıştır. Mısır'da yaşayan Mustafa Sabri Efendi'nin oğlu İbrahim Sabri Bey'in kendisine yazdığı birkaç mektup bahane edilerek, evi üç defa basdıp aranmış, mühürlenmiş ve kendisine -hilâfeti isteme- ithamı yapılmıştır. Fakat kendisini suçlayacak bir delil de ele geçirilememiştir. Hoca efendi, kendisine yapılan bütün bu kötü muamelelere karşı, sabırla karşı koymuş ve -ne yapalım zulüm her devirde olmuştur» diyerek teselli bulmuştur.
TABUTTA YATAN TALEBE
Ancak, onun bütün gayreti ilme, irfana hizmet istikametinde daima canlılığını korumuştur. Kur'an öğretiminin bile suç sayıldığı bir dönemde, Cemal Hoca, tanıdığı bütün ilim yolcularının elinden tutmuştur.
Bir vaazından sonra yanına mahcup bir delikanlı yaklaşır.' İstanbul'a dini ilimler tahsil etmek için geldiğini söyler. Hoca Efendi hemen nerede ve nasıl kaldığını sorar. Mahcup delikanlı, bir camide müezzinlik yapan bir yakınının yanında barındığım söyler. Cemal Hoca, o zamanki şartlar icabı kendini geçindirmekten aciz bulunan müezzinin ne imkânlar te'min edebildiğini merak eder:
— Evlâdım, yorganın döşeğin var mı?
— Efendim, döşeğim yok ama, yorganım kâfi geliyor.
— Yavrum, düşeksiz yorganla yatılır mı?
— Hocam, yorgan bana kâfi geliyor. Çünkü, bir ucunu altıma alıyorum, diğer tarafını da üstüme çekip camideki bir tabutun içine giriyorum. Kapağını da üzerime çektim mi, sıcacık oluveriyor...
Bu sözler üzerine gözyaşlarını tutamayan Cemal Hoca, bu genci himayesine alır ve iyi bir tahsil yapmasına önayak olur. Böylece, daha sonraları birçok yerde müftülükler yapacak olan bir değerli insan, kazanılmış olur.
YETİŞTİRDİĞİ TALEBELER
Bütün dini eğitim ve öğretim müesseselerinin kapalı olduğu o dönemlerde, Cemal Hoca, meydana getirilen boşluğa kendi özel gayretleriyle bir tarafından doldurmaya çalıştı. Evini bir mektep haline getirdi. Ders verdiği kapının arkasına kalın direkler koyup kapatarak herhangi bir baskına karşı tedbir alır, talebelerini öylece okuturdu. Dini ilimlerde yetiştirip icazet verdiği zatlar arasında, Adalar Müftüsü Fahri Dinçkol, Tayfur Efendi ve Kıbrıslı Şeyh Nazım Efendi gibi değerli insanlar vardır.
MAREŞALİN CENAZE TÖRENİNDE GENÇLİĞİN GALEYANI
Mareşal Fevzi Çakmak, Hoca Efendi'nin yakın dostu idi. Zaman, zaman evine gelerek, onun sohbetlerini dinlemekten derin bir zevk alırdı. Bu bakımdan Mareşalin, hâdiseli geçen cenaze törenine iştirak eden Hoca, bir ara gençler tarafından omuzlara alınarak taşınır. Hükümet erkânının cenazeye karşı ilgisizliğini protesto mahiyetine de dönüşen bu olaylar sırasında, gençliği teskin edici konuşmalar yaparsa da, akşam evine paramparça olmuş üstbaşıyla, döner. Kendisini gayet yorgun ve paralanmış elbisesiyle gören ev halkım,' «müsbet tezahürattan oldu- diyerek yatıştırır.
RADYODAN İLK MEVLİT YAYINI
Cemal Hoca, Kore'de şehit düşen mehmetçikler için ilk defa radyodan yayınlanan mevlit programına katılarak konuşma yapar. Böylece Süleymaniye Camii'nden naklen verilen ilk mevlit yayınında dinî konuşma yapmak şerefini kazanır (10 Aralık 1950).
Hoca Efendi, çok hareketli ve içtimai münasebetleri çok çeşitli ve zengin bir hayat sürmüştür. Bu balamdan da mevcut evrakı arasında, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, Hayvanları Koruma Derneği vs. gibi çok sayıda teşkilâtın, kendisine gönderdiği tebrik ve teşekkür yazdan vardır.
UNESCO TEMSİLCİSİNİ HAYRAN EDEN KİTAP
Hoca efendi, özellikle sağlık konularına büyük ilgi duymuş ve bu konularda sadece vaazlarıyla değil, yazdığı eserlerle de halkı aydınlatmaya uğraşmıştır. UNESCO'nun katkısıyla Verem Savaş Derneği'nin yaptığı bir toplantıda, «İçtimaî ve Ahlâkî Temizlik: Yerlere ve Yollara Tükürenlerin Suçları» isimli eserini dağıtır. Bir gün sonraki toplantıda, UNESCO temsilcisi olan Doktor, bu kitabı göstererek, «bunu bana kim verdi diye sorar. Hoca Efendi de, "ben verdim der. Fransız Doktor, «kitabın yazarını tanımak istediğini» söyleyince de, Hoca, kendisini, «ben, yobaz» diye takdim eder. Toplantıda bulunan Tevfik Sağlam Paşa, hemen söze girerek:
— Hocam, yobaz olsan seni bu toplantıya çağırır mıydık?» deyince, Hoca taşı gediğine koyar:
— Paşam, maalesef, yıllarca sizin durumunuzdakiler bizlere 'yobaz', bizim durumumuzdakiler de buna tepki olarak sizlere 'gâvur' dediler. İşte şimdilerde ancak birbirimize yaklaşmaya, birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. Sizlerin ve bizim bir ve beraber oluşumuzla ancak millî birlik ve beraberliğimiz sağlanabilir. Ve ancak bu suretledir ki, vatanımızın kalkınması yolunda ciddi adımlar atılabilir. Elbirliğiyle aramızdaki sun'î uçurumları kapatmak bugünümüzün ve yalanımızın en hayati faaliyetidir kanatindeyim.»
Hoca'nın sözlerini hararetle tebrik eden UNESCO temsilcisi Doktor Etienne Berthct ise şu dikkate değer açıklamayı yapar:
«— Hoca Efendi, ben sağlık ve temizlik konusunda UNESCO bünyesinde bazı çalışmalar yapmak istedim. Bu maksatla da, Fransadaki en yetkili Kardinallere ve Hahambaşı'na müracaat ederek, dinimizin bu konulara dair görüşlerini sordum.
Fakat, hiçbirinden sağlık ve temizlik konusunda ciddi bir bilgi alamadım. Sonradan anlattım ki, Hiristiyanlığın bu konuda getirdiği kayda değer bir fikir yoktur. Fakat şimdi sizin kitabınızdan öğreniyorum ki, İslâmiyet, temizlik ve sağlık konusunda incelemeye değer bir hazine gibidir. Bunu anlamama vesile olduğunuz için size çok teşekkür ederim.»
NECİP FAZIL VE CEMAL HOCA
27 Mayıs İhtilâli'nden sonra, Diyanet İşleri Başkanı olması yolundaki ısrarlı talebîeri kabul etmedi. Araya giren dostlarını da hastayım, yapamam» diye ikna etti. Aslında u, 27 Mayıs'ın mağdurlarına daha çok yakınlık duymaktaydı. Meselâ, bunlardan biri olan dostu Necip FazıL Kısakürek, ihtilâlcilerce Balmumcu'da gözetim altına alınmış ve çileli günler yaşamıştı. Kendisine yazı yazması için kâğıt bile verilmeyen. Şairler Sultanı, ailesinin fırsat bulabildikçe içeriye sokabildiği gazetelerin kenarlarına, boş kısımlarına, hatta satır aralarına yazılar yazmış... Sonra da bu gazetelere kirli çamaşırlarım sararak dışarı yollamış... Bu suretle biriken gazetelerden bir kitap hazırlanmış ve bunları tahliye edildikten sonra bir bavul dolusu Cemal Hoca'ya getirerek :
— Hocam, şunlara bir bakınız, âyet ve hadîse aykırı birşey varsa, işaret ediniz» demiş...
Kızları Hikmet Hanmıefendi'nin ifadesine göre, birkaç husus hariç hepsinin isabetli olduğunu tesbit eden Hoca Efendi, Necip Fazıl'ı tebrik ve takdir etmiş.
FEZA İLE İLGİLİ KIYMETLİ BİR ESER
Hoca Elendi'nin, «Kur'ân-ı Azimüşşân'a Göre Maddî ve Manevî Feza Âlemleri isimli eseri konusunda, Üstad Necip Fazıl, şu görüşleri ileri sürer;
— Derin ve gerçek ilim adamlarından merhum Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt'ün son günlerine kadar hazırlamakta olduğu bir eser, 20. asrın en büyük keşif ve hamlelerinden biri olan feza dâvasını ele almakta ve bu bahiste, Kur'an'ın 14 asır evvel açtığı yolu ve sırları güstermekteydi.
Herşeyden evvel insan güzü, Allah buyruğunun birçok noktasında yerle beraber göğe çekiliyor. Kur'an'da sema kelimesi 119 yerde, semavât şeklinde, çoğul olarak da 135 yerde karşımızdadır.
- En'am sûresinin 59. âyeti, gâibier âlemini Allah'ın emrinde ve nezdinde göstermekle, insanoğlunun gözünde sonsuz bir kâinat açar. Yine aynı sürenin 38. âyeti de, yerde ve gökteki canlı mahlûkların insanlar gibi, Allah'ı anmaya ma'mur ümmetler ve milletler teşkil ettiğini bildirmekle de, hudutsuz kâinat içinde sayısız yaratıkların haberini verir.
- Bakara sûresinin 29. âyeti, yerde ne varsa insan için yaratıldığını, sonra da göklere inayet edildiğini ve onların kat kat düzene sokulduğunu kaydetmekte ve görünür, görünmez âlemlerin Rabbini ve Bilginini hatırlatmakdadır.
İşte Hacı Cemal Öğüt'ün, Fezaya yol açılacağını 1300 küsur yü evvel haber veren Kur'an kaydiyle satırları:
— Şu halde insan, yalnız yere mahsus olarak yaratılmış bîr mahlûk değildir. O, yer kadar göklerden de faydalanmaya mezundur. Fakat, bunun için insanlar, herşeyden evvel, kendi ruhlarına semayîlik hislerini duyurmalı ve Allah'ı tanımalıdırlar.*
Ve işte bir tefsirden verdiği misal:
— Yarın, yerdeki nimetler tükenecek ve biz aç kalacağız diye ağlar dururlar.
Bu son misal gerçekten pek mühim ve asrımızın iktisadi faciasına yüzde yüz uygundur.
Şûra sûresinin 29. âyeti ise demektedir ki:
— Allah'ın varlığına ve birliğine delil, gök ve yerdir. Ve göklerde ve yerde ürettiği canlı varlıklar...
Aynı sûrenin aynı âyetini tefsir eden meşhur İbn-i Kesir, âyetteki 'canlı mahlûk' mânâsına gelen "dabbe' kelimesini, meleklere, ayrı insanlara ve sıfatları bilinmez daha nice mahlûklara kadar şümullendirerek, gökleri, bütün bu sekeneye (sakinlere) mâlik hudutsuz bir sular âlemi diye gösterir.
Merhum Hacı Cemal öğüt'ün, ikmâl edemeden rahmete ikmal ettiği eserini ve onun asrımıza mahsus muazzam tezini böylece özleştirdikten sonra, eski âlim ve ariflerden, Bursa'da gömülü üftade Hazretleri'nin, bağlılarından meşhur Üsküdarlı Mahmud Hüdai Hazretleri'ne verdiği bir cevabı belirtelim:
— Bu kâinatta öyle âlemler vardır ki, onlarda benini gibi nice Üftade'ler ve senin gibi Mahmud Hüdaî'ler mevcuttur.
Eserin tamamlanmamış olsa da, mevcut kısımlarının neşredilmesini, mübarek Zât'ın vârislerinden bekleriz.
Merhum Necip Fazıl Bey'in bahsettiği bu eser tamamlanmış, hatta dizgiye de verilmiş halde, o zamanki İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'ne verilmiştir. Fakat, ne acıdır ki, hâlâ ne orijinal nüshası, ne de matbaadaki hâli bulunamamıştır. Ancak, «Maddi ve Manevî Feza Alemleri, eserinin bir özeti ve fihristi mahiyetindeki Kılavuz 1964 yılında basılmıştır.
29 Mart 19ö6'da İstanbul'da vefat eden Cemal öğüt Hoca, arkasında, hâlâ zevkle okunan değerli eserler bırakmıştır. Meselâ bunlardan biri olan «Kadın İlmihali, 16. baskısını», Fâtımatü'z-Zehra. ise 6. baskısını yapmıştır. Bir de, «benim Fatimam» dediği muhterem kızları Hikmet Öğüt Hanımefendi... Vefatına yakın günlerde Amerika'da bulunan Detroit'li muslümanlar tarafından dini tedrisat için çağrıldıysa da bu hizmet için ömrü vefa etmedi.
CEMAL HOCA ÇOCUKLARI ÇOK SEVERDİ
Cemal Hoca'nın neş'eli vaazları, kahramanlığı, hâlâ istifade edilen ilmî kitapları yanında Önemli bir Özelliği de, kalbindeki engin sevginin İnsanları, özelilkle de çocukları sımsıcak sarmasıydı. Meselâ evinde çalışırken, sokaktan ağlayan bir çocuk sesi duydu mu, mutlaka ilgilenir, odasında bulundurduğu meyveleri bir sepetle pencereden sarkıtır ve onları avutuncaya kadar meşgul olurdu.
Bazı ay sonlarında, maaşından artan parayla kızını, Beşiktaş pazarına gönderip çocuk ayakkabıları aldırır, kenar mahallelerin çamurlu sokaklarında oynayan yavrulara bunları kendi eliyle vermekten büyük bir haz duyardı. Üstü başı perişan çocukcağızların bu beklenmeyen hediyeyi alıp evlerine koşmalarını zevkle seyreder, hemen de -hadi kızım, kimse görmeden kaçalım.- derdi.
İHTİYAÇ SAHİPLERİNE YARDIM EN BÜYÜK ZEVKİYDİ
Yine kızlarının anlattığına göre, bir gün Hacı Osman Bayırı'ndan aşağı doğru inmekledirler. Yokuşu ağır ağır çıkan bir at arabası üstünde uyuyan ihtiyar bir adama rastlarlar. Kızım duruver diyerek arabayı kenara aldırır ve cebinden çıkardığı 10 küsur lirayı bu ihtiyar arabacıya gönderir. Adamcağız daldığı uykudan silkinerek uyanır ve eline sıkıştırılan paraya, ahhh!... diye bir hayret çığlığı ile karşılık verebilir. Yine Hoca Efndi'nin tatlı telâşı vardır; -Haydi kızım, hemen kaçalım buradan...» der.
Bir başka gün de, sokaktan geçen yoğurtçunun sesini duyar ve kızından yoğurt almasını ister, O da, babacığım, yeteri kadar yoğurdumuz var deyince, Hoca, sesine tatlı bir sitem karıştırarak konuşur:
— Kızım, zararı yok, fazla olsun. Sen harcayacak yer bulursun. Hiç satabilse, adamcağız, bu soğukta sokağımızdan üçüncü defa geçer mi?» der.
NEZAKET VE EFENDİLİĞİ
Hoca Efendi'nin gerçek bir İstanbul efendisi olduğunu gösteren bir davranışını, kızları Hikmet öğüt Hanımefendi o günleri âdeta yeniden yaşayarak şöyle anlatıyor:
- Beşiktaş'taki evimizin bahçesinde eski bir bina vardı. Onları biraz düzene sokup, bölümlere ayırdık ve kiraya verdik. Orada oturan kiracılarımız sık sık evimize gelir misafirimiz olurardı. Yine bir gün bizde otururlarken, başka bir tanıdığımız da geldi ve onların kim olduğunu sordu. Ben de, «bunlar bizim kiracılarımızdır dedim. Babam, bunu duyunca, beni çağırarak dedi ki:
— Yavrum, hiç öyle denir mi? Misafirlerimiz demeliydin. Kiracılarımız sözünde bir gurur ve enaniyet havası var.
Sen bu sözünle onları mahcup etmiş olabilirsin. Halbuki Allah bu nimeti bize, başkalarına üstünlük taslamak için vermedi. Olsa olsa nimete şükretmek gerekir."
Ben de bir dalıa onlara daha yakın davrandım ve kat'iyyen kiracılanımız lafını etmedim.
KİMSENİN YANLIŞINI YÜZÜNE VURMAZDI
Soğuk kış yatsılarında camiye ateş dolu bir mangal götürerek, cemaatin sadece gönüllerini değil, vücutlarını da ısıtmaya çalışan Cemal Hoca, meslektaşlarına da azami bir yakınlık içindeydi. Biri gelip 'filân hoca böyle dedi, falan da söyle dedi, hangisi doğrudur?- diye bir mes'ele sorduğu zaman,' kesinlikle yanlışı, o kimsenin gıyabında da olsa açıklamazdı. Sadece, ben bilmem, getir bakalım şu raftaki kitabı, bakalım nasıl açıklıyor? der ve işi kaynağından hallederdi.
MANEVİYAT BÜYÜKLERİNE SAYGISI
Devrin maneviyat büyükleriyle hep iyi ilişkiler içinde olduğu içinde hepsi onu çok sever, sayardı. Meselâ, Tahirü'l'Mevlevi, sen bizdensin, Mevlevisin der... Şeyh Esad Efendi, oğlum Cemal Efendi diye hitap eder. Said Nursî Hazretleri, hasta yatağından doğrulur, tebessümle karşılar; Kenan Rifaî ise, siz tarikat mensubusunuz diyerek eline eğilince, siz de şeriat ilmini haizsiniz diyerek mukabele eder, birbirlerinin elini öpmek gayretiyle âdeta yuvarlanacak kadar eğilirlerdi.
AKTÜEL KONULARDA GÖRÜŞLERİ
Cemal Öğüt Hoca, gayet ileri görüşlü ve kültürlü bir zattı. Zaman, zaman gazete ve dergilerde kendisiyle aktüel ve dini konular üzerine mülakatlar yapılmıştır, Ahmed Emin Yalman'ın çıkardığı Hür Vatan gazetesinde kendisine sorulan bazı soru ve cevaplar şöyle yer almıştır:
— îçtihad kapısı kapalı mıdır?
— Îçtihad kapısı kapanmaz. Kapanırsa, İslâm âlemine cehalet hâkim olur, ahlâksızlıklar başgösterir. Bütün cemiyet kötü bir gidişe yönelmiş olur. Ve dolayısiyle de İslâm hedeften ayrılmış olur.
— Öyleyse neden içtihad kapısının kapalı olduğu söylenir?
— Her mevzuun mütehassısları vardır. Bu mevzuda da, mutlak mütehassıslar var idi. Fakat bunlar zamanla eksildi. Ve bazı yerlerde hiç kalmadı. Binaenaleyh, «içtihad kapısı kapandı» demek, -ehli kalmadı- mânâsına gelir, içtihadın birçok şartları vardır. Meselâ ben bir hocayım diye, apandist ameliyatına çağırılırsam, yapacağım iş, bunu mütehassısına göndermek olmalıdır. Herşey böyledir. Ehil olmayan kimseler, içtihad yapmaya kalkarlarsa, yanlış hükümler verirler.
İki türlü, içtihad yapılır. Birincisi İmam-ı A'zam'-ın içtihadıdır (Dinden müçtehid). İmam-ı A'zam, doğrudan doğruya Kur'an'dan ve Hadis'ten içtihad yapmıştır. İkincisi ise, (Mezhebten müçtehid) tir. İmam-ı A'zam'ın mezhebinden içtihad yapılmıştır. Bunlar da gösteriyor ki, içtihad kapısı kapanmaz. Ehli bulunduğu sürece içtihad kapısı açıktır.
— Günümüzde içtihad yapacak din adamları varmıdıı?
- Günümüzde mezhebten içtihad yapabilecek ulemâ bulunabilir.
Cemal Hoca Batı medeni ye tiyle ilgili fikrini de şöyle açıklıyor:
— Şark âlemi, Batı medeniyetini hazmetmek mecburiyetindedir. Bizim dinimize, mukaddesatımıza, ahlâkımıza manî olmayan herşey, bizim için mubahtır. Türk milletinin medeniyetlere erişmesi için, müsbet ilim yolunda gece gündüz çalışması gerekir.
- Ancak, kanunlar Batı'dan ithal yoluyla alınmamalı; onları biz kendi örf, âdet ve kültürümüze uyacak biçimde hazırlamalıyız. Bizim ithal ettiğimiz kanunlar hazır elbise gibi oluyor; üzerimize tanı olarak uymuyor. Nasıl ki çarşıdan elma alırken bile önümüze geleni hemen kapmayız, çürüğünü çarığını seçerek, güzelini alırız. Dışarıdan aldığımız şeylerin de iyisini, güzelini, kendimize uyanını alalım; çürüğünü, bozuğunu değil...
Merhum Hoca, komünizmi, İslah edilmiş bir haraya benzetir, bu illetin Türkiye'mize yerleşeceğim görmektense, ölmeyi tercih ederim derdi, komünizme karşı olan bu hassasiyeti sebebiyle de, Mehmedçiğin Kore zaferine büyük bir önem vermiş, Süleymaniye Camii'nde bir kadir gecesi sabah namazına kadar büyük bir heyecanla vaaz etmiş ve komünist saldırganları Ye'cüc ve Me'cüc mes'elesi olarak ele almıştır.
Kaynak: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e / İslam alimleri, Vehbi Vakkasoğlu cihan yayınları 1987 / adlı eserin 55-77 sayfalarından alınmıştır.