allah dostları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
allah dostları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Temmuz 2013 Cuma

HZ. ADEM (S.A.)

HZ. ADEM (S.A.)

 
Hz. Adem , yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanlarin babasi'dir.
Cesitli memleketlerden getirilen topraklari melekler su ile camur yapip, insan sekline koydular. Mekke ile Taif arasinda 40 yil yatip salsal oldu. Yani pismis gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselamin nuru alnina kondu. Sonra Muharrem'in onuncu Cuma günü ruh verildi. Her seyin ismi ve faydasi kendisine bildirildi. Boyu ve yasi kesin olarak bildirilmedi. Allahü tealanin emri ile bütün melekler, Adem'e secde etti, ama Iblis (seytan) kibirlenip, bu emre karsi geldi ve secde etmedi : « Hani biz meleklere (ve cinlere): Adem'e secde edin , demistik. Iblis haric hepsi secde ettiler. O yüz cevirdi ve büyüklük tasladi, böylece kafirlerden oldu »(Bakara, 34) . Hz. Adem 40 yasinda Firdevs adindaki Cennet'e götürüldü. Cennet'de yahut daha önce Mekke disinda uyurken, sol kaburga kemiginden Hz. Havva yaratildi. Allahü teala onlari birbirine nikah etti. Yasak edilen agactan unutarak ve Iblis'in oyununa gelerek önce Havva, sonra Adem aleyhisselam yedikleri icin Cennetten cikarildilar. Adem aleyhisselam Hindistan'da Seylan (Ceylon) adasina, Havva ise Cidde'ye indirildi. 200 sene aglayip yalvardiktan sonra , tövbe ve dualari kabul olup, hacca gitmesi emr olundu:«Sonra Rabbi onu seckin kildi; tevbesini kabul etti ve dogru yola yöneltti »(Ta'ha, 122) . Arafat ovasinda Havva ile bulustu. Kabe'yi insaa etti.
Hz. Adem her sene hac yapardi. Arafat meydaninda veya baska meydanda , kiyamete kadar gelecek cocuklari belinden zerreler halinde cikarildi. «Ben sizin Rabbiniz degil miyim ?» diye soruldu. Hepsi «Evet » dedi. Sonra hepsi zerreler haline gelip, beline girdiler. Yahud belinden yalniz kendi cocuklari cikti. Sonra Sam'a geldiler. Burada cocuklari oldu. Neslinden 40.000 kisiyi gördü. 1500 yasinda iken cocuklarina peygamber oldu. Cocuklari cesitli dillerde konustu. Cebrail aleyhisselam 12 kere geldi. Oruc, her gün bir vakit namaz ve gusül abdesti emredildi. Kendisine kitap verilip, fizik, kimya, tip, eczacilik, matematik bilgileri ögretildi. Süryani, Ibrani ve Arabi diller ile kerpic üstüne cok kitap yazildi. Bir rivayete göre 2000 yasinda iken Cuma günü vefat etti. Hz.Havva 40 sene sonra vefat etti. Kabirlerinin Kudüs'de veya Mina da Mescid-i Hif'de veya Arafat'da oldugu rivayetleri vardir.
Habil ile Kabil
Habil ile Kabil Hz.Adem'in ogullarindan ikisidir. Habil'in Allah'a yaptigi kurban'in kabul edildigi ve kendi kurbanin Allah tarafindan kabul edilmedigi icin Kabil, Habil'i öldürür ve böylece dünyada ilk kâtil olma makamina mazhar olur. Sonra bir kargadan görüp Habil'i yerin altina gömdü. Allahü teala Kur'an-i Kerimde mealen buyuruyor ki : « Allah nezdinde Isa'nin durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yaratti. Sonra ona «OL !» dedi ve oluverdi »(Al-i Imran, 59) . Burada deginilen durum, Hz.Isa'nin ve Hz. Adem'in babasiz dünyaya gelmeleridir (M.K.). Peygamberimiz Muhammed (S.A.V.) Hz. Adem hakkinda : « Allahü teala Adem'i (aleyhisselam) yeryüzünün her tarafindan aldirdigi topraktan yaratti. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kirmizi renkte olanlar oldugu gibi, bazilari da bu renklerin arasindadir. Bazisi yumusak, bazisi sert, bazisi halis ve temiz oldu » (Hadis-i serif, Müsned-i Ahmed bin Hanbel) buyurmustur.

Hz. Adem 5 seyi ile bahtiyar olmustur:
1) Hatasini itiraf etmek
2) Pismanlik duymak
3) Nefsini kötülemek
4) Tevbeye devam etmek
5) Rahmetten ümidini kesmemek

Iblis de 5 seyden bedbaht olmustur:
1) Günahini ikrar (saklamadan söylemek) etmemek
2) Pismanlik duymamak
3) Kendini kötülememek
4) Kendini kötülemeyip azginligini Allahü Teala'ya nisbet etmek
5) Rahmetten ümidini kesmek
________________ oOo _________________
Faydalandigim Eserler:
Kur'an-i Kerim ve aciklamali Türkce Meali, Kral Fahd Matbaasi, Medine-Münevvere, 1992
Ibrahim Siddik Imamowlu, Büyük dini hikayeler, Osmanli yayinevi, Istanbul, 1980

Hz. YÛSUF (a.s)

Hz. YÛSUF (a.s)

Kur'an'da ismi geçen Beni israil peygamberlerinden biri.
Hz. Yûsuf Kurân'da adi geçen peygamberlerden birisi olup, Yakub Peygamber'in ogludur. Nesebi Hz. ibrahim'e kadar varir (Kamil Miras, Tecrid Tercemesi, IX, 139).
Kur'ân-i Kerîm'de kendi adini tasiyan bir sûre vardir. Tamami 111 âyet olan bu sûrenin 98 âyeti (4-101) Hz. Yûsuf'tan bahseder. Bu âyetlerde anlatildigina göre Hz. Yûsuf'un hayat hikâyesi özetle söyledir:
Hz. Yûsuf'un on bir tane erkek kardesi vardi. Yûsuf fevkalâde güzel ve son derece zekî idi. Babalari Hz. Yakub en çok Yûsuf'u seviyordu. Bu sevgiyi agabeyleri kiskaniyorlardi.
Yûsuf (a.s) bir gece rüyasinda on bir yildizin, günes ve ayin kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyayi babasina anlatti. Babasi rüyanin, Hz. Yûsuf'un büyük bir adam olacagina isaret oldugunu anladi ve Yûsuf'a rüyasini agabeylerine anlatmamasini tembihledi. Ancak, agabeyleri bundan haberdar oldular ve Yûsuf'u öldürüp bir yere atmayi planladilar. Babalarindan izin alarak, gezip eglenmek bahanesiyle Yûsuf'u alip kirlara,götürdüler. Onu bir kuyuya attilar, gömlegini da kana bulayarak, "Yûsuf'u kurt kapti" diye babalarina yalan söylediler.
Kuyunun yanindan geçmekten olan bir kafile Yûsuf'u buldu ve köle olarak satmak üzere alip, Misir'a götürdüler. Orada az bir fiyatla onu Azîz (maliye bakani)'e sattilar.
Azz'in hanimi Yûsuf'a göz koydu. Onu kendisiyle beraber olmaya çagirdi. Yûsuf (a.s) bunu kabul etmeyince, ona iftira edip kocasina sikayet etti ve hapse attirdi.
Hz. Yûsuf senelerce hapiste kaldi. Orada hükümdarin serbetçisi ve asçisi ile tanisti. Onlarin gördükleri dünyalarin yorumunu yapti. Birisinin, kurtulup efendisinin hizmetine devam edecegini, digerinin ise öldürecegini söyledi. Sonunda dedigi çikti. Hz. Yûsuf, kurtulana, kendisini efendisinin yaninda anmasini istedi.
Hükümdar bir gece rüyasinda yedi zayif inegin yedi semiz inegi yedigini ve yedi yesil basakla yedi kuru basak gördü. Bu rüyanin yorumunu yaptirmak istedi. Hz. Yûsuf'un rüya yorumu yaptigini ögrendi ve onu hapisten çikarip, rüyasini anlatti. Hz. Yûsuf, yedi sene bolluk olacagini, pesinden gelen yedi senenin ise kitlikla geçecegini söyledi. Bunun üzerine hükümdar, Hz. Yûsuf'u maliye bakanligina getirdi. Yûsuf (a.s) bolluk yillarinda bütün ambarlari zahire ile doldurttu; kitlik yillari gelince bu zahireyi halka dagitmaya basladi. Ayni kitlik, Hz. Yûsuf un babasinin memleketi olan Ken'an diyarinda da yasandi.
Yûsuf (a.s)'un kardesleri de zahire almak için iki kez Ken'an ilinden Misir'a geldi. Sonunda Yûsuf (a.s) kardeslerine kendini tanitti ve onlari affettigini belirterek, "Bugün azarlanacak degilsiniz, Allah sizi bagislar, o merhametlilerin merhametlisidir" (Yûsuf, 92) dedi. Yûsuf (a.s), babasi, annesi ve kardeslerinin tamamini Misir'a davet etti.
Ailesi Misir'a vardiginda Yûsuf (a.s) anne ve babasini tahta oturttu; diger onbir kardesi ise Hz. Yûsuf'un önünde egildiler. O zaman Yûsuf (a.s); "Babacigim, iste bu vaktiyle gördügüm rüyanin çikisidir; Rabbim onu gerçeklestirdi. seytan benimle kardeslerimin arasini bozduktan sonra, beni hapisten çikaran, sizi çölden getiren Rabbim, bana pek çok iyiliklerde bulundu. Dogrusu Rabbim, dilegine lütufkardir. O süphesiz, bilendir, hâkimdir" (Yûsuf,100) dedi. Bu sekilde israil ogullari, Filistin'den Misir'a gelip yerlesmis oldu. Bir süre sonra Yakub (a.s) vefat etti. Yûsuf (a.s), Allah Teâlâ'ya söyle münacatta bulundu: "Rabbim, bana hükümdarlik verdin, rüyalarin yorumunu ögrettin. Ey göklerin ve yerin yaratani! Dünya ve âhirette koruyanim sensin! Benim canimi, Müslüman olarak al! Ve beni iyilere kat!" (Yûsuf, 101). Yûsuf (a.s)'un hayat hikayesi Kur'ân-i Kerîm'de "Ahsenü'l-Kasas, Kissalarin en güzeli" ünvanini aldi. Pek çok olaylari içeren bu hayat hikâyesi için Allah Teâlâ söyle buyurdu: Ândolsun ki, Yûsuf ve kardeslerinin olayinda, soranlara nice ibretler vardir" (Yûsuf, 7).
Yûsuf (a.s)'un defnedildigi yer, rivâyetlere göre, Ibrahim (a.s)'in medfun bulundugu Kudüs yakinlarinda Halilü'r-Rahman kasabasindadir.

Mefail HIZLI

Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi


Hz.YÛNUS (a.s)

Hz.YÛNUS (a.s)

Adi Kur'ân'da geçen peygamberlerden biri.
Soyu, Bünyamin vasitasiyla Ya'kûb (a.s)'a ve onun vasitasiyla de ibrâhim (a.s)'a dayanmaktadir. Bazi alimlerin naklettigine göre, isa (a.s) annesinin adiyla isa b. Meryem diye anildigi gibi, Yûnus (a.s) da annesinin adiyla Yûnus b. Matta diye anilmaktadir. (ibn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, Beyrut 1957, I, 55). Buhârî'nin verdigi bilgiye göre ise, bu görüs yanlistir. Aslinda Matta, Yûnus (a.s)'in annesinin degil, babasinin adidir. Yani Yûnus (a.s), Yûnûs b. Matta diye anilinca, babasinin adiyla anilmis olur (ez-Zebîdî, Sahihi Buhârî Muhtasari Tecridi Sarih Tercemesi ve serhî, trc: Kamil Miras, Ankara, 1971, IX, 152).
Yûnus (a.s)'in Ya'kub (a.s)'in torunlarindan oldugu, Kur'ân'da söyle haber verilistir:
"Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim ibrâhim'e, ismail'e, ishâk'a, Yakub'a, torunlarina, isa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harûn'a, Süleyman'a da vahyetmis ve Davud'a da Zebûr'u vermistik" (en-Nisâ, 4/163).
Bu âyette ifâde edildigi gibi isâ (a.s), Eyyûb (a.s), Harun (a.s) ve Süleyman (a.s)'da Yunus (a.s) ile ayni soydan, Yakub (a.s)'in torunlarindandirlar.
Yûnus (a.s)'in nüfusu yüz bini askin bir sehrin halkina uyarici ve tevhide çagrici bir peygamber olarak gönderildigi, Kur'ân'da söyle geçmektedir:
"Ve onu yüz bin Insana, ya da daha fazla olanlara peygamber gönderdik" (es-Saffat, 37/147).
O'nun peygamber olarak gönderildigi bu yerin Ninova sehri oldugu nakledilmistir. Ninova sehri, Dicle nehrinin kiyisinda, simdiki Musul'un yerinde bulunmaktaydi. Bu beldenin Insanlari küfrün içinde bulunuyorlardi ve putlara tapmakta idiler. Yûnus (a.s) onlari küfürden ve putperestlikten nehyetmek bir de onlara, küfürlerinden dolayi tevbe etmelerini, Yüce Allah'in varligina ve birbirine inanmalarini emretmek üzere gönderilmisti (ez-Zemahserî, el-Kessâf, Kahire, t.y., V, 126; et-Taberî, Tarih, Misir 1326, II, 42).
Yûnus (a.s)'in adi, Kur'ân'in çesitli yerlerinde geçmekle berâber, Kur'ân'daki sûrelerden birine isim olarak verilmistir. Kur'an'in onuncu sûresinin adi, Yûnus sûresidir.
Yûnus (a.s) milletini otuz üç yil Allah'a imân etmeye, küfürden kurtulmaya davet etti, tebligde bulundu ve peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Ancak sadece iki kisi ona imân etti (ibn Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, I, 360; Sahihi Buhâri ve Tecridi Sarih Tercümesi, IX, 152).
Milletinin bu sekilde küfürde direnmesi ve imâna gelmemesi, Yûnus (a.s)'in zoruna gitti. Yüce Allah onun bu kizginligini ve bunun neticesinde milletini terketmeye kalkismasini söyle haber vermistir:
"Zünnûn (Yûnus)'a gelince, o, öf keli bir halde geçip gitmisti. Bizim kendisini asla sikistirmayacagimizi zannetmisti. Nihâyet karanliklar içinde; "Senden baska hiç bir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti." (el-Enbiyâ, 21/87).
Bu âyette Yûnus (a.s)'dan Zünnûn diye bahsedilmistir. Zünnûn, balik sahibi demektir. Kur'ân'in baska bir yerinde de, Yûnus (a.s) bu lakabla anilmistir:
"Sen Rabbinin hükmünü sabirla bekle. Balik sahibi (Yunus) gibi olma. Hani, o dertli dertli Rabbine niyaz etmisti" (el-Kalem, 68/48).
Hem bu âyette hem de yukaridaki âyette Yûnus (a.s)'in sabretmemesine, Allah'in emri olmadan milletini terketmeye kalkismasina isâret edilmistir. Onun bu hali üzerine, Yüce Allah söyle buyurmustu:
"O halde, peygamberlerden azim sahibi olanlarin sabrettigi gibi sen de sabret" (el-Ahkâf, 46/35).
Allah'in müsaadesi olmadan Yûnus (a.s)'in ayrilmaya kalkismasi, iyi netice vermemisti. Ninova'dan ayrilmak için bir gemiye binmisti. Geminin batmaya yüz tutmasi üzerine, hafiflemesi için yolculardan birinin suya atilmasi gerekti. Kimin suya atilacagini tesbit için kur'a çekildi ve kur'a Yûnus (a.s)'a isâbet etti. Bu durum kur'ân'da söyle haber verilmistir:
"Gemide onlarla karsilikli Kur'a çektiler de yenilenlerden oldu" (es-Saffat, 37/141).
isin daha acisi, Yûnus (a.s) denize atildiktan sonra bir balik onu yutmustu. Yüce Allah Kur'ân'da onun bu durumunu söyle haber vermistir:
"Yûnus, (Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrildigi için) kendisi kötülüklerken, onu bir balik yuttu" (es-Saffat, 37/142).
Burada Yûnus (a.s) hatasini anlamis ve nefsini kinamaya baslamisti. Baligin karnindaki karanliklarda:
"Senden baska ilâh yoktur. Sen eksikliklerden uzaksin, yücesin. Ben zalimlerden oldum!" (el-Enbiyâ, 21/87) diye dua etmeye ve Allah'a yalvarmaya basladi. Bu sekilde imân ve inançla Allah'a siginmasi neticesinde, Yüce Allah onu affetmisti (el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992, III, 465 vd). Yûnus (a.s)'in duasinin kabul edildigi ve Allah tarafindan bagislandigi, Kur'ân'da söyle dile getirilmistir:
"Biz de onun duasini kabul ettik ve onu tasadan kurtardik. iste biz, Insanlari böyle kurtaririz" (el-Enbiyâ, 21/88).
"Eger tesbih edenlerden olmasaydi, (Insanlarin) yeniden diriltilecekleri güne kadar onun karninda kalirdi" (es-Saffat, 37/143, 144).
Gücü her seye yeten Yüce Allah, baligin karnindaki Yûnus (a.s)'i öldürmedi. Bir süre sonra balik onu agzi ile sahile birakmisti. Onun kurtulus ve daha sonraki hafi, Kur'ân'da söyle haber verilmistir:
"(Ama baligin karninda bizi andi, tesbih etti), biz de onu hasta bir halde agaçsiz, bos bir yere attik ve üzerine (gölge yapmasi için) kabak türünden bir agaç bitirdik" (es-Saffat, 37/145, 146).
Yûnus (a.s)'in Allah tarafindan affedilmesi ve büyük bir tehlikeden kurtarilmasi, Kur'ân'in baska bir yerinde dile getirilmistir:
"Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balik sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, sikintidan yutkunarak (Allah'a) seslenmisti. Eger Rabb'inden ona bir nimet yetismeseydi, yerilerek çiplak bir yere atilirdi. Fakat (böyle olmadi), Rabb'i onun duasini kabul etti de onu salihlerden kildi" (el-Kalem, 68/8, 49, 50).
Yûnus (a.s)'i bu sikintilardan kurtaran Yüce Allah, onun milletine de neticede hidâyeti nasib etti. Onlar da sonunda Allah'a imân edip tevhid'e sarildilar. Onlarin tevbe edip hakka dönüslerini ifâde eden âyetin meâli söyledir:
"inandilar, biz de onlari bir süreye kadar geçindirdik" (es-Saffat, 37/148).
Yûnus (a.s)'in milletinin bu sekilde tevbe etmeleri, küfürden dönüp Allah'a inanmalari, Allah tarafindan övülmüs, methedilmistir:
"Keske (azabi gördükten sonra) inanip da, inanmasi kendisine fayda veren bir memleket olsaydi! (Azabi gördükten sonra inanmak, hiç bir memlekete yarar saglamamistir). Yalniz Yûnus'un kavmi, (azab henüz inmeden önce) inaninca, dünya hayatinda onlardan rezillik azabini kaldirmis ve onlari bir süre daha yasatmistik" (Yûnus, 10/98).
Yûnus (a.s)'in faziletli bir Insan oldugu, Yüce Allah tarafindan söyle haber verilmistir:
"ismâil, el-Yesa', Yunus ve Lut'a da (yol gösterdik). Hepsi iyilerden idiler" (el-En'âm, 6/86).
Hz. Muhammed (s.a.v) de onu söyle övmüstür:
"Her kim ben Yûnus b. Mattâ'dan hayirliyim derse, yalan söylemistir" (Buhârî, Tefsiru süre 6, 4).
Yûnus (a.s) da, diger peygamberler gibi, Insanlari küfrün serrinden nehyetmis ve Allah'a imân etmeye davet etmistir. inanan Insanlar için, onun hayatindan alinacak çesitli ibretler vardir.
Nureddin TURGAY


Imam-i TIRMIZÎ (H. 200-279) 824-892

Imam-i TIRMIZÎ(H. 200-279) 824-892

bes.jpg (15471 Byte)
Islâm dünyasinin sekiz büyük hadis bilgininden birisi. Tam adi, Ebu Isa Muhammed bin Isa bin Sevre bin Musa bir Dahhak el-Tirmizî'dir. Kütüb-i sitte olarak anilan en güvenilir alti hadis derlemesinden birinin sahibidir. Dördüncü Müslüman kusak (etbau etbau't-tabiin), içinde yer alir. Hadis ilminde en yüksek dereceye ulasanlara özgü olan "Hafiz" ünvanina sahip ender kisilerdendir.
Tirmizî'nin dogum yeri ve yili konusunda farkli rivayetler vardir. Buna göre Tirmizî ya da Mekke'de 200 (815), 206 (821) veya 209 (824) yilinda dogdu; Tirmizî'de 270 (883), 275 (888) ya da büyük ihtimalle 279 (892) yilinda öldü.
Kor olarak dogan ya da sonradan gözlerini yitiren Tirmizî, ilk ögreniminden sonra çalismalarini hadis ilmi üzerinde yogunlastirdi. Hadis derlemek amaciyla Horasan, Irak ve Hicaz'da geziler yapti. Basta Buharî, Müslim ve Ebû Dâvud olmak üzere birçok bilginden hadis aldi. Kendisinden de Heysem bin Kulab el-Sasî, Mekhul bin el-Fald, Muhammed bin Mahbub el-Mahbubî el-Mervezi gibi bilginler hadis rivayet ettiler.
Tirmizî Kitabu'l-Ilel, Kitabu's-Semail, Kitabu Esmai's-Sahabe, Kitabu'l-Esma ve'l-Küna gibi eserler birakmissa da büyük ününü es-Sünen de denilen el-Camiu's-Sahih adli eseriyle kazandi. Tirmizî, câmi' türündeki bu eserde yalniz hadisleri derlemekle kalmamis, her hadisten sonra "Ebu isa der ki" diyerek hadise iliskin düsüncelerini açiklamis, degerlendirmeler yapmistir. Hadisleri Islam hukukunun konularina uygun bir düzen içinde siniflamasi ve tekrarlardan sakinmasi, eserine yararlanma kolayligi kazandirir. Hadis bilginlerine göre es-Sünen'in diger hadis derlemelerine üstünlük saglayan baslica özellikleri sunlardir: Hadislerin güvenilirlik derecelerini belirtmesi, tasidigi zaaflara dikkat çekmesi, ravilere iliskin bilgi vermesi, hukukçularin hadislerden çikardigi sonuçlara deginmesi ve mezheplerin görüslerine yer vermesi.
Tirmizi eseri hakkinda söyle der: "Ben bu Cami-i Kebir'i yazip bitirince, onu ilkin Hicaz alimlerine gösterdim. Hepsi de begendiler. Daha sonra alip Irak alimlerine götürdüm. Onlar da agiz birligiyle eseri övdüler. Nihayet Horasan diyari alimlerine takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilahare eseri ilim alemine sundum. Bu eser kimin evinde bulunursa, orada konusan bir Peygamber vardir" (Abdulaziz bin Sah Veliyyullah Dehlevi, Büstanu'l-Muhaddisin, çev. Ali Osman Koçkuzu, Ankara 1986, 197).
Endülüs bilginlerinden birisi, Tirmizî'nin eserinin özelliklerini ve degerini, yazdigi bir siirle söyle anlatir:
"Tirmizî'nin kitabi bir ilim bahçesidir. Çiçekleri adeta gökteki yildizlarin parlakligini aksettiriyor. O eser sayesinde hadisler vuzuha kavusur. Güzel lafizlara meydana konulmus, adeta resim gibi yerli yerince tanzim edilmistir. "
"Hadislerin en yüksek nevi sahihlerdir. Onlar nurlu yildizlar halinde, her yani aydinlatirlar. Hadislerin sahihini hasenleri takip eder. Sonra garibler gelir. Hadislerin sahihi sakiminden ayrilmistir. Tirmizî onlari tek, tek isaretleriyle ilim erbabina açiklamistir. Bu hadisleri, sahih eserler halinde siraya dizmis, onlari ciddi akil sahipleri de begenip seçmislerdir. Onu begenenler; fakihlerin ve bilginlerin en önde gelenleri fazilet erbabinin, dogru yola gidenlerin en üstünleridir."
"Tirmizî'nin kitabi böylece enfes bir eser; ilim erbabinin takdir ettigi, okuyup konustugu bir çalisma olmustur. Onlar, ruhlarina en yüksek faydayi bahseden en kiymetli bilgileri, Tirmizî'nin kitabindan iltibas etmislerdir"
"Ondan, biz de hadisler yazdik; eseri biz de rivayet ettik. Bu isi, cennet irmaginin suyundan kana kana içmek niyetiyle gerçeklestirdik"
"Düsünce, mana denizine daldi. Oradan en dogru manalara ulasti. Rahman olan Allah, Ebu Isa et-Tirmizî'yi bu serefli isinden dolayi hayir üstüne hayir vererek mükâfatlandirsin" (Abdulaziz bin Sah Veliyyullah Dehlevi, a.g.e., 198.)
Ahmet ÖZALP

MOLLA GÜRÂNİ (1410 - 1488m.)



MOLLA GÜRÂNİ
(1410 - 1488m.)

Evliyalar Ansiklopedisi
Osmanlı âlimlerinden ve büyük velî. Dördüncü Osmanlı şeyhulislâmı. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî, lakabı Şerefüddîn, Şihâbüddîn ve Molla Gürânî'dir. Daha çok Molla Gürânî lakabıyla tanınıp, meşhûr oldu. 1410 (H.813) senesinde, Sûriye'nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle "Gürânî" denilmiştir.

Molla Gürânî, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, beyân, meânî gibi âlet ve kırâat ilmini öğrendi. Sonra ilim öğrenmek için Bağdât, Diyarbakır, Hıns ve Hayfa şehirlerine gitti. On yedi yaşında iken de Şam'a gidip, bir müddet oradaki âlimlerden ders alıp, ilim tahsîl etti. Şam'dan Kâhire'ye gitti.Kâhire'de zamânın âlimlerinden ders alarak; kırâat, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrendi ve bu ilimlerde icâzet aldı. O devrin en meşhûr âlimi İbn-i Hacer Askalânî'den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında, Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı.Hadîs ilminde İbn-i Hacer Askalânî'den icâzet aldı. Molla Gürânî bu şekilde çalışarak tahsîlini tamamladıktan sonra; tefsîr, kırâat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti.Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire'deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdarları ile devletin ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münâzaralara girdi. İlmi ve fesâhati, güzel konuşmasıyla kısa zamanda tanındı. Hattâ Kâhire'de herkese açık bir ders verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdîr ettiler. Hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icâzet verdikten sonra, Sahîh-i Buhârî'yi gâyet güzel bir mahâretle okuttuğunu bizzat görüp, şâhid oldu. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kâhire ve Şam taraflarında geçirip İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişi, hayâtında değişikliğe yol açtı. Önce Şâfiî mezhebindeydi. Sonradan Hanefî mezhebine geçti.

Molla Gürânî'nin İstanbul'a gelişi şöyle vukû bulmuştur: O devrin meşhûr Osmanlı âlimlerindenMolla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire'ye uğradı. Orada Molla Gürânî'yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, İstanbul'a getirmek istedi. Lütuf ve iltifât göstererek istanbul'a gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabûl edip, Molla Yegân ile birlikte İstanbul'a geldi. Meşhûr âlim MollaYegân, hacdan dönüp İstanbul'a gelince, Sultan İkinci Murâd Hanın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; "Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin?" diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; "Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim" dedi. "Şimdi nerededir?" deyince; "Bâb-üs-seâdede beklemektedir" dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip, selâm verdi, el öptü. Sohbet sırasında Molla Gürânî'nin konuşması ve hâli, pâdişâhın hoşuna gitti. Onu önce, dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzî'nin eski kaplıcadaki medresesine sonra da Yıldırım Medresesine müderris tâyin etti. Böylece bir müddet bu vazifede bulundu.Bundan sonra da Sultan İkinci Murâd Hân, Molla Gürânî'yi oğlu Şehzâde Mehmed'in yâni Fâtih'in yetiştirilmesi ile görevlendirdi.

Şehzâde Mehmed (Fâtih), bu sırada Manisa'da emîrdi. Babası İkinci Murâd Hân, oğlunun (Fâtih'in) yetişmesi ve eğitilmesi için pekçok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat Şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeple pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî'nin heybetli ve vakûr bir âlim olduğunu görerek, sert tutumunu duyup, bu iş için onu tâyin etti. Onun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işâret etti. Bunun üzerine Molla Gürânî, Manisa'ya gönderildi. Molla Gürânî, Şehzâde Mehmed'in (Fâtih'in) yetişmesi için ona ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakûr ve sert tutumuyla, Şehzâde Mehmed'in hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; "Darabtühû te'dîben" Terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlîl ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında Şehzâde Mehmed derslere devâm edip, kısa zamandaKur'ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlu Şehzâde Mehmed'in Kur'ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocasıMollaGürânî'ye fazla mikdârda mal ve parayı hediye gönderdi.

Fâtih Sultan Mehmed Hanın yetişmesinde, Molla Gürânî'nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusûr etmezdi.

Babası İkinci Murâd'dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî'yi vezîr yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; "Huzûrunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları, sonunda vezîrliğe, sadr-ı a'zamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Vezîriniz onlardan başkası olursa, kalbleri kırılır ve sultânımıza zarar gelir" dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kadısker yapmak istediğini bildirince, bunu kabûl etti. Kâdılığa başlayınca, ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra Bursa evkâf idâresi vazifesi ve kâdılık vazifesi ile Bursa'ya gönderildi. Bursa'da bir müddet bu vazifeleri yaptı. Sonra bâzı sebeplerle Anadolu'dan ayrılıp, Mısır'a gitti.

Molla Gürânî Mısır'a vardığında, Mısır Sultânı Kayıtbay'dan tam bir kabûl ve çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra FâtihSultanMehmed Hân, Mısır Sultânı Kayıtbay'a, Molla Gürânî'yi göndermesini ricâ etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Hanın bu ricâsını Molla Gürânî'ye bildirerek; "Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtirâm ederim" dedi. Molla Gürânî; "Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten o, tabiî olarak kendisine meyledeceğimi bilir. Eğer ona gitmezsem, sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza bir düşmanlık girebilir." cevâbını verdi. Sultan Kayıtbay bu cevâbı beğendi ve kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyâları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Hana gönderdi.

Molla Gürânî İstanbul'a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defâ Bursa kâdılığına tâyin etti. Sonra yeniden Kadıaskerliğe getirildi. Bu arada müderrislik ve eser yazmakla da meşgûl iken, 1480 (H.885) senesinde Şeyhülislâmlık makâmına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Hân ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında, çok hediyeler vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene Şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adâlete uymakta, titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi.

Fâtih Sultan Mehmed Hana çok nasîhat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkid etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesini, dâimâ dînin emirlerine uygun olmasını isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.

Molla Gürânî; heybetli, vakûr, sarsılmaz bir ilim haysiyetine ve ahlâkına sâhipti. Uzun boylu, gür sakallı, doğru ve açık sözlüydü. Vezîrleri adlarıyla çağırır, Sultanın huzûruna girince, yüksek sesle selâm verip, müsâfeha yapardı.Dâvet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi. Bir defâsında bir Arafe günü, Sultan, Molla Gürânî'ye bir haberci göndererek; "Yarın bayramı kutlamak üzere teşrif etsin, geç kalmasın." diye haber yollamıştı. Molla Gürânî, gelen haberciye; "Yağışlı günlerdir, her yer çamur. Gelirsek, kılık kıyâfet değiştirmek îcâb eder. Yarın bizi bağışlasınlar. Biz uzaktan duâ ederiz. Bayramı uzaktan kutlayalım." dedi. Haberci dönüp bu sözleri pâdişâha iletince, Pâdişâh; "Biz onların gelmesi ile bayram yaparız. Her şeye rağmen gelmelerini bekliyoruz." dedi.Üzerlerinin çamur olmaması için de, sarayın selâmlığına kadar at ile girmesine izin verildi. Bunun üzerine dâveti kabûl etti. Molla Gürânî, devrin âlimlerine mütevâzî davranır ve onlara karşı kıskançlık göstermezdi. Hattâ resmî vazifelerde kendinden daha üst makamlara çıkan âlimleri takdîr ederdi. Müderrislikden resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devâm etti. Pekçok âlim yetiştirdi. Osmanlı âlimleri arasında ahlâkının üstünlüğü, ilmî hususlarda tâvizsiz olan ve ilme çok önem veren bir âlim bilinip öyle tanındı. Günlerini hep ders vermekle, kitap yazmakla ve ibâdetle geçirirdi. Bir defâsında talebelerinden biri, bir gece onun konağında kalmıştı. Hocası Molla Gürânî, yatsı namazından sonra Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Başından başlayıp devamlı okurken talebesi bir müddet sonra uyuyakaldı. Sabaha doğru uyanınca hocası Molla Gürânî'nin Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ettiğini gördü. Sabahleyin o talebe bu durumu hizmetçilere anlatınca, hizmetçileri; "O, her gece böyle Kur'ân-ı kerîm okur ve bunu hiçbir sebeple terk etmez." demiştir. MollaGürânî, ayrıca çok hayır ve hasenât yapmıştır. Dört câmi, bir Dâr-ül-hadîs medresesi, bir hamam ve binâlar yaptırmıştır.

Molla Gürânî, vefât ettiği 1488 (H.893) senesinin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezîrler haftada bir bu bahçede ziyâretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul'daki konağına göçtü. O günlerde bir sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonrakıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur'ân-ı kerîmi, kırâat ilmini öğrenen hâfızların yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu üzerine, talebelerine haber gönderildi.Onlar da yanına toplandılar. Talebelerine; "Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamânı bu gündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ediniz, ikindiden fazla uzamaz." dedi. Hâfız talebeleri, Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Vezîrler durumu öğrenince, yanına geldiler. Vezîrler arasındaki Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için, hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. MollaGürânî onun ağladığını görüp; "Niye ağlar durursun ey Dâvûd!" dedi. Dâvûd Paşa; "Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım." dedi. Bunun üzerine; "Ey Dâvûd, kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat ve huzûr içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda da, son nefeste de selâmet üzere olurum." dedi.Sonra vezîrlere dönüp; "Benden Bâyezîd'e (İkinci Bâyezîd Hana) selâm söyleyin ve deyin ki, Adâlet üzere olsun, kulları himâye, beldeleri muhâfaza etsin. Namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin" dedi. Sonra; "Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun." dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; "İkindi ezânı ne zaman okunacak?" dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezân okumasını bekledi. Müezzin, Allahüekber diye ezân okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; "Lâilâhe illallah" diyerek vefât etti.
Sultan İkinci Bâyezîd Hân, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenâze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi onun vefâtından dolayı gözyaşı döktü. Cenâzesi kabrin başına getirilince, vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesâret edemedi. Cenâzesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler. Kabri,Aksaray-Topkapı arasındaki eski tramvay yolunun sol tarafında bulunan kendi yaptırdığı câminin önündedir.

Arabca kaynaklarda "Diyâr-ı Rûm'un, Anadolu'nun âlimi" olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır:
1) Gâyet-ül-Emânî fî Tefsîr-i Seb'il-Mesânî,
2) El-Kevser-ül-Cârî alâ Riyâd-il-Buhârî; Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olanSahîh-i Buhârî'ye yazdığı şerhdir.
3) Şâtıbiyye Kasîdesi'nin Ca'berî şerhine güzel bir hâşiye yazmıştır.
4) Keşf-ül-Esrâr an Kırâat-il-Eimmet-il-Ahyâr,
5) Şerh-i Cem'ul-Cevâmi': Usûl-i fıkha dâirdir.
6) Arûz ilmiyle ilgili bir kasîde.

Kaynaklar:
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c1. ,s.166
2) El-A'lâm; c.1, s.97
3) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; (49. Baskı), s.1112
4) Ed-Dav-ül-Lâmi; c.1, s.241
5) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.102
6) Tabakât-üs-Seniyye fî Terâcim-il-Hanefiyye; c.1, s.280
7) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.135
8) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.553, 646, 899; c.2, s.1190, 1486
9) Tâc-üt-Tevârih (Ulemâ kısmı)
10) Osmanlı Müellifleri; c.2, s.1
11) İzâh-ul-Meknûn; c.2, s.92
12) Brockelmann; Sup-2, s.319
13) Devhat-ül-Meşâyıh; s.10
14) Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.184
15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.298

.


Imam BUHÂRÎ (194-256/810-869)

Imam BUHÂRÎ

(194-256/810-869)

Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri
Ebû Abdullah Muhammed b. Ismâil b. Ibrâhim b. el-Mugîre b. Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî.
Mugire b. Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin araciligiyla müslüman olmustur. Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmistir. Buhârî'nin babasi ve dedesi hakkinda pek bilgimiz yoktur.
Muhammed el-Buhârî, 13 sevvâl 194 h./21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü Buhara'da dogmustur. Bundan dolayi da Buhârî nisbetiyle anilmasina sebep olmustur. Buhârî, henüz bebek iken babasi vefat etmis, kardesi Ahmed'le birlikte yetim kalmistir. Annesinin terbiyesi altinda büyümüs, küçük yasta Kur'an'i ezberlemis ve Arapça ögrenmistir. Babasindan kalan servet onun hiç kimseye muhtaç olmadan ilim ögrenmesinde yararli oldu. On bir yasinda hadis ögrenmeye basladi. Onalti yasinda annesi ve kardesi Ahmed'le birlikte hacca gitti. Annesi ve kardesi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim ögrenmek istegiyle Mekke'de kaldi. (210 h./825).
Onsekiz yasinda "Kitâbu Kadâya's-Sahabe ve't-Tâbiin" ile "et-Târîhü'l-Kebîr" adli eserlerini yazdi. ilim ögrenmek için sam'a, Misir'a, Basra'ya, Bagdat'a gitti. Bu amaçla alti yil Hicâz'da kaldi. Buhârî, hadis ögrenmek ve nakletmekle kalmadi. siirle de ilgilendi. Ancak fazla siir yazmadi. Savas sporlarina ilgi duydu, ata bindi, ok atti.
Akranlari Buhârî'den övgüyle bahsederler. Onu övenler arasinda büyük muhaddis imam Müslim'de vardir. Buna ragmen, Buhârî'nin üstünlügünü çekemeyenler fitne çikarmaktan geri kalmadilar. Buhârî'nin "Kur'an mahluktur" düsüncesini savundugunu yaydilar. Bu dedikodulardan rahatsiz olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti. Burada da rahat edemedi. Buhârâ emiri ile arasi açildi. Buhara Emiri Halid Ibn Ahmed, çocuklarina Câmiu's-Sahîh'i ve et-Tarih'i okutmasi için Buharî'yi konagina çagirir fakat Buharî, bu teklifi kabul etmez. ilim meclIslerinin herkese açik oldugunu,isteyenin gelerek yararlanabilecegini, ilmi valinin konaginin duvarlari arasina hapsedemeyecegini bildirir. Bu olay üzerine Ahmed Ibn Hâlid, onu Buhara'dan sürer. Buhârî, Buhara'dan ayrildiktan sonra Semerkand'a gider. Hartenk köyünde bulunan akrabalarinin arasina yerlesir. Semerkand'lilar, Buhârî'den yararlanmak isterler. Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi ricasinda bulunurlar. Buhârî, Semerkand'a gitmek için hazirlik yapmaya baslar ancak bu arada hastalanir ve Ramazan Bayrami gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h./31 Agustos 869). Cenazesi, bayram günü ögleden sonra kilinarak Hartenk'e defnedilir.
Imam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yetenegine sahipti. Herhangi bir seyi ezberlemesi için ona bir defa bakmasi veya onu bir defa dinlemesi yeterliydi. Bagdatlilarin ve Semerkandlilar'in O'nun zekâ seviyesini denemek için sorduklari sorular bunu göstermesi bakimindan önemlidir. Gezileri sirasinda dinlediklerini yazmamasi ve kendisine takilanlara, dinledigi bütün hadIsleri ezberden okumasi da dikkat çekicidir. O ayni zamanda çok hadis ezberlemekle de söhret bulmustu.
Ince yapiti uzun boylu idi. ihtiyarliginda çok halim selim görünüslü olmustu. Sert yaratilIsli degildi. Yumusak huyluydu. ilim konusunda çok dikkatli idi. Dayanaksiz konusmak istemezdi. Baskalari hakkinda gayet yumusak bir dil kullanirdi. Derdi ki, "Hiçbir kimseyi giybet etmemis olarak Allah (c.c)'a kavusmayi arzu ediyorum." Rical bilgisi herkesten çok olmasina ragmen cerh ettigi (zayifligini ortaya koydugu) raviler hakkinda bile asagilayici tabirler kullanmazdi. Yalanciligi bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf vardir)", "seketû anhu (sikaligi konusunda âlimler sustular)" derdi. O'nun bir adam hakkinda en agir sözü "münkerü'l-hadis (hadisi alinmaz)" terimidir.
Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat görüstügü seyhler arasinda saydiktan sonra söyle demistir: "O, sika, inanilir, akilli bir muhaddistir. Islâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur." Bazi âlimler onun için söyle derler: "Buhârî, Allah (c.c)'nun yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir." Necm b. el-Fazl diyor ki: "Rüyamda Rasûlullah (s.a.s.) efendimizi gördüm. Bir köyden çikmis gidiyordu ve arkasindan imam-i Buhârî de onu takip etmekteydi. O bir adim atinca Buhârî de bir adim atiyor ve ayagini Rasûlullah (s.a.s.)'in ayagini bastigi yere basiyordu. Kitabini da her bakimdan ona nisbet ediyordu."
Buhârî ilmiyle amel eden bir insandi. Islâmî sinirlara uymada asiri derecede titizdi. Helâl ve haram konusunda duyarli idi. Hadis ilmine hizmet, bu yolla Allah (c.c.)'in rizasini, Rasûlullah (s.a.s.)'in sefaatini kazanmaktan öte bir amaç tasimiyordu. Babasindan kalan mirasi bile bu yolda harcamisti. Cömertligiyle söhret bulmustu, yardim ettiklerine Allah rizasi için elini uzatiyordu. Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kilardi. Rivayete göre her üç günde bir Kur'an'i Kerîm'i hatmederdi. Gecenin bir kismini uykuyla geçirirdi. Sürekli geceleri uykusundan kalkip, kandilini yakar, hadis tahric ederdi. Yahut yazdiklarina isaretler koyar, üzerinde düsünürdü. Seherden önce uyanir, gece namazi kilar; sonra Kur'an'in üçte birini okurdu. Ramazanda ise terâvihten sonra Kur'an'in üçte birini okumaya devam ederdi.
Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldigi hocalarinin sayisi binden fazladir. Hadis yazdigi seyhlerine ait senetleri de bildigini, senedi zayif rivayetlere itibar etmedigini belirtir. Hocalarinin baslicalari sunlardir:
  • Ahmed b. Hanbel
  • Ali b. el-Medinî
  • Yahya b. Maîn
  • Ismail b. idris el-Medînî
  • Ishak b. Rahuyeh.
Bunlarin disinda su isimleri de görüyoruz;
  • Mekkî b. ibrahim el-Belhî
  • Muhammed b. Selam el-Bikendi
  • Ibrahim b. el-Es'as
  • Ali b. el-Hasan b. Sekîk
  • Yahya b. Yahya
  • Ibrahim b. Musa el-Hafiz
  • Süreyc b. en-Numan
  • Ebu Asim en-Nebil es-Seybânî
  • Muhammed b. Abdullah el-Ensârî
  • Abdullah b. Zübeyr el-Hamidî
  • El Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî.
Ögrencileri arasinda da en meshurlari sunlardir;
  • Ebu isa et-Tirmîzî
  • Muhammed b. Nasru'l Mervezî
  • Ibni Ebi Dâvud
  • Müslim b. Haccac ve en-Nesâi.
Câmiu's-Sahîh; Islâm'in ilk dönemlerinde hadIslerin Kur'an'la karismasi söz konusu oldugundan hadIslerin yazilmasi yasakti. Sonralari Kur'an-i Kerîm, kitap haline getirilip, çogaltildi oria bir seyin karismasi engellendi. Sahabe nesli bütünüyle vefat etmis, Islâm ülkeleri genIslemis, degisik düsünceler ortaya çikmisti. Bu tür nedenlerle hadIslerin toplanmasinin yararli olacagina inanildi ve hadIslerin tedvinine baslandi.
HadIslerin toplanmasina Tabiun döneminde baslanmistir. imam Mâlik* (179 h./195) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hadIslerine Sahabe ve Tabiun kavillerini ekleyerek Muvatta'yi tasnif etmistir. imam Mâlik'ten sonra da hadis konusunda çalismalar yapildi. Buhârî'nin Câmiu's-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe dayanmaktadir. Bunlarin birincisi, hocasinin kendisinden böyle bir istekte bulunmasi, ikincisi de kendisinin görmüs oldugu bir rüyadir.
Buhârî, sahih adiyla anilan ve içerisine sadece kendince sahih oldugu sabit olan hadIsleri koydugu kitabini yazmakla hükümlerin kaynaklarini bulmada önemli bir hizmeti yerine getirmistir. imam Buhârî ayrica bu eserle kendisinden önce yasamis mezhep imamlarinin dayandigi temellerin saglam oldugunu, hiç birinin kisisel görüsle fetva vermedigini ortaya koydu. Ondan sonra gelen muhaddIsler, hadis çalismalarinin sinirlarini az çok belirlemis oldular. ilim adamlari Buhârî'nin eserine büyük önem verdiler. Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya koydugu gerçekleri ve sartlari kabul ettiler, örnek aldilar. O, hadiste odak ve hareket noktasi olarak degerlendirildi.
Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandi. Eserine aldigi hadIsleri, alti yüz bin hadisin içinden seçti. Sahih hadIslerin disinda kalan diger hadIsleri eserine almadi. Eserin kabarmasini önlemek için sahih hadIslerin bile bir kismini almamistir. Câmiu's-Sahih'te yer alan hadIslerin sayisi yedibinikiyüzyetmisbestir. Bazi hadIsler degisik kitaplarda geçmektedir. Mükerrerler çikarildiktan sonra geriye kalan hadis sayisi dört bin'dir.
Câmiu's-Sahih'te hadIsler konularina göre kitaplara, her kitap da kendi arasinda bâblara ayrilmistir. Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen hadIslere yer verilmis, râvilerin güvenilir olmasi hususunda titiz davranilmistir. Râviler birbirine baglanarak ilk kaynaga kadar götürülmüstür. HadIsleri bazi titiz ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanlari reddetme çigirini açan Buhârî olmustur. O'ndan sonra gelen âlimler bu yoldan giderek sahih hadIsleri zayif ve uydurma olanlarindan ayirmaya devam etmIslerdir. Sahih hadis kitabi yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar titizligi ileri götüren olmamistir. Hadis kabulünde kendine has çok dar bir yolda tek olmasi onun Islâm ümmeti arasinda müstesnâ bir söhret ve güven kazanmasina sebep olmustur.
Sahih'in nerede telif edildigi hususunda degisik görüsler vardir. Buhârî, hadis almak için gittigi her yerde eserini telife çalismistir. Hayati seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanin onalti yillik çalismasinin mahsulü olan bu eserin telifini bir yere baglamak mümkün degildir.
Câmiu's-Sahih'te yer alan kitap (bölüm) sayisi doksanyedi, bâblarin sayisi üçbindört yüzelli kadardir. Üç râvili hadIslerin sayisi da yirmi ikidir. Degisik senetle gelen hadIsler Sahih'te yer almaktadir. Ancak ayni senet ve ayni metinle birden fazla yerde zikredilen hadIslerin sayisi yirmi üç kadardir. Kur'an'dan sonra ana kaynak olan Buhârî'nin Sahih'i ile Müslim'in eserine Sahih adi verilmektedir. ikisine birden "Sahihayn " denilir. Diger dört hadis kitabina da "Sünen ", alti hadis kitabinin tümüne birden "Kütübü Sitte" denilmektedir.
Buhârî'nin bu eserine ait bir çok serh yazilmis ve üzerinde çalismalar yapilmistir. En meshur serhleri, Aynî'nin Umdetu'l-Kari, Askalani'nin Fethu'l-Barî ve Kirmâni'nin Kevâkibü'd-Derârî, adli eserleridir.
Câmiu's-Sahih disinda, su eserleri vardir:
  • Tarihu'l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir. Sahasinda ilk yazilanlardandir. Buhârî bunu henüz onsekiz yasinda iken Rasûlullah (s.a.s.)'in kabri basinda mehtapli gecelerde yazmistir. Haydarabad'ta 1941-1954 tarihlerinde dört cilt,1959-1963 tarihlerinde üç cilt halinde basilmistir.
  • Târihu'l-Evsât: Tarihu'l Kebir'in kisaltilmisidir. Bazi yazma nüshalari mevcuttur. Ibni Hacer Tehzibû't-Tehzib isimli eserinde bundan nakiller yapmistir.
  • Tarihu's-Sagîr: Tarihu'l Kebir'in bir özetidir. 1325 yilinda Zuafâü's-Sagîr ile birlikte Hindistan'da basilmistir. Kitâbu Zuafâü's-Sagîr: Zayif ravilerin hallerinden bahseder. Hindistan'da 1323 ve 1326 tarihlerinde basilmistir.
  • Et-Tarihu fi Ma'rifeti Ruvati'l-Hadîs ve Nükâti'l Âsâr ve's Sünen ve Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir risâledir.
  • Eet-Tevârîhu'l Ensâb: Bazi sahIslarin özel hallerinden bahseder.
  • Kitâbu'l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir eserdir. Haydarabad'ta 1360 yilinda basilmistir.
  • Edebü'l-Müfred: Ahlâk hadIslerini toplayan bir eserdir. istanbul'da 1306, Kahire'de 1346, Hindistan'da 1304 yillarinda basilmistir.
  • Refu'l-Yedeyn fi's-Salati: Namazda el kaldirmakla ilgili bir risâledir. Kalküta'da 1257, Delhi'de 1299 yillarinda yayinlanmistir.
  • Kitâbu'l-Kiraati Halfe'l-imam: Namazda imamin arkasinda okuma hakkinda yazilmis bir risâledir.
  • Hayrü'l Kelâm fi Kiraati Halfi'l Imam adiyla Orduca çevirisi ile beraber 1299'da Delhi'de, ayrica 1320'de Kahire'de basilmistir.
  • Halku'l-Ef'ali'l-ibâd ve'r-Redd Ale'l Cehmiyye: Cehmiyye mezhebinin görüslerini reddeden bir kitaptir. 1306'da Delhi'de basilmistir.
  • El-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazilmis bir eserdir.
  • Abarü's Sifat: HadIsle ilgili bir eserdir ve bazi kütüphanelerde yazma nüshalari mevcuttur.
. Bunlardan baska kimi kaynaklarda Buhârî'ye ait oldugu zikredilen su kitaplarin ismini de görmek mümkün:
  • Birri'l Valideyn
  • El-Camiu'l Kebir
  • Et-Tefsirü'l Kebir
  • Kitabü'l Hibe
  • Kitabü'l Esribe
  • Kitabu'l Mebsut
  • Kitabü'l ilel
  • Kitabü'l-Fevâid
  • Esamü's Sahâbe
  • Kitabu'd-Duâfa
  • El-Müsnedü'l-Kebir
  • Sülâsiyyât.

Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi



Haci Bektas-i Veli

Haci Bektas-i Veli
Prof. Dr. M. Es'ad Cosan
( Son Mesaj, sayi: 3, Mart 1995)
Simdi Haci Bektâs-i Velî'nin hayati hakkinda bazi bilgiler vereyim size... Ondan sonra, eserleri hakkinda bilgi verecegim. Ondan sonra, görüsleri ve Makalât içindeki fikirleri hakkinda iddiali seyler söyleyecegim. Mevcut bilgileri degistirecek, alti kirmizi kalemle çizilecek seyler söyleyecegim. Ondan sonra da sorulariniz olursa, onlari cevaplandirmak için bir zaman ayirmayi düsünüyorum.
Haci Bektâs-i Velî'nin zamani ile ilgili dökümanlar, belgeler çok azdir. Haci Bektâs-i Velî Horasan'lidir. Horasan bugün Iran'in kuzey dogusuna, Hazar Denizi'nin güney dogusuna rastlayan mintika... Özbekistan'in, Türkmenistan'in, Afganistan'in bir kismini içine alan bir bölge... Bu bölgede, Nisâpur sehrinde dogdugu rivayet ediliyor. Dogru olabilir. Bunun dogrulugunu eserin içindeki fikirlerin tahlilinden, Haci Bektas'in kültürel yapisinin incelenmesinden de te'yid ediyoruz. Böyle oldugu mümkün...
Haci Bektâs-i Velî, onu sevenlerin söyledigine göre Arap soyundan, hattâ Peygamber Efendimiz'in evlâdindan... Yâni seyyid... Kendileri seyyid diyorlar, çok net olarak... O zaman tabii bir Arab'in kalkip da Türkçülük yapmasi olamaz.
Sonra Arap kültürüne reaksiyon olarak Kirsehir'de Türkçü bir cereyan baslatmis!?.. Bu masal, böyle sey olamaz. Mümkün degil böyle sey olmasi... Zâten, milliyetçilik cereyanlari 19. Asir'da çikmis. O asirda böyle bir miliyetçilik cereyani yok... Kavmiyetçilik çok günah, ayip diye düsünüyor herkes... Birçok kavimler bir potada erimis, birbirlerini kardes biliyorlar. Böyle bir sey bahis konusu degil... Simdiki az düsünen düsünürlerin fantazileri... Mümkün degil...
--Seyyid olmasi mümkün mü?..
--Mümkündür. Çünkü, Nisâpur Arap ordugâh merkezi idi zâten... Araplarin fütühat ordularinin karargâhi idi. Nisâpur'dan Arap oldugunu bildigimiz çok alim yetismistir. Meselâ, Hâce Abdullah-i Ensârî; yâni ensardan, Medine'den, Medine kabilesinden... Çok net olarak sülâlesini, seceresini biliyoruz Arap kavminden... Nisâpur'a yakin bir sehirden... Daha pek çok isimler verilebilir. Mümkündür, Haci Bektâs-i Velî de seyyid olabilir.
Zâten Makalât isimli eserini Farsça degil, Türkçe degil Arapça olarak yazmistir. O devirde Farsça çok yaygin ve Haci Bektâs'in yasadigi zamanda bir çok kimse Farsça yaziyor. Divanda, devletin kademelerinde Farsça konusuluyor. Sonra Karamanoglu Mehmed Bey, ''Bundan sonra bargâhta, dergâhta Türkçe konusulsun!'' demis de, Farsça'dan öyle vaz geçilmis. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Konya'da - -biliyorsunuz-- Mesnevî'yi Farsça söylüyor. Böyle bir durumda Arapça eser yaziyor. Dogru... Demek ki, Arap irkindan ki, Arapça yazmayi uygun görmüs.
Ne zaman yasamis?.. Çesitli rivayetler var, onlari inceliyoruz. Burda detayi var, o detaya sizi sokmak istemem, yormak istemem. Mevlânâ ile çagdas...
Tarikatlarin tekkelerinde tomarlar vardir. Böyle tomar halinde dürülmüs, deri veya çok saglam kâgit üzerine yazilmis secereler vardir. Yâni, bu makama kim geldi, ondan sonra kim geldi, ondan sonra kim geldi?.. Böyle sira ile yazilir ve intikal eder. Seyhinden halifesine, ondan ötekine intikal eder. Iste o tomar denilen bu secere kâgitlarinda verilen bazi rakamlar var.... O rakamlarin dogru olmasi mümkündür. Çünkü, o gibi evrak muhafaza edilmistir, korunmustur ve ordan alinmis olmasi mümkündür.
Altmisüç yil yasamis; milâdî 1209'da dogup, 1270'de vefat etmistir o kayitlara göre... Biz bunu birtakim vakfiye kayitlarindan da tesbit ettik, yanlislari düzelttik. Baska tarihler söyleyenler var... 738'de ölmüstür diyenler var... Mümkün degil; çünkü, ondan kirk elli yil önce yazilmis vakfiye kayitlarinda merhum gibi ifadelerle bahsedildigine göre, demek ki ondan evvel ölmüs diye çikartiyoruz.
Yakin devirde onunla ilgili bilgi veren kitaplara bakiyoruz ve bu verdigimiz rakamlarin dogru oldugunu tahmin ediyoruz. Hicrî 606 - 669, milâdî 1209 - 1270 yillari arasinda yasamis ki, bu Mevlânâ ile akran demektir, çagdas demektir. Zâten menâkibnâmelerde de onunla çagdas olduguna dair, birbirleriyle münâsebetleri olduguna dair rivayetler var...
Konusmayi canlandirmak için, o rivayeti anlatayim. Eflâkî diye Menâkibül Arifîn'i Maarif Klasikleri arasinda nesredilmis olan, Mevlânâ'dan sonra yasamis, onun torunuyla çagdas bir yazar var... O Mevlânâ ile ilgili rivayetleri duyarak, çevreden toplayarak o eseri meydana getirmis.
Diyor ki: Kirsehir'de bir Sulucakarahöyük denilen yerde --simdiki Hacibektas kasabasi-- bir sahis varmis ve Mevlânâ'ya muhalif imis. Bir müridini, halifesini oraya göndermis. Demis ki: ''Git o Mevlânâ denilen adama, sor ki: Eger aradigini bulduysa, Rabbine kavustuysa, erdiyse, erenlerden olduysa; bu velveleyi, bu gürültüyü kessin!.. Bu gürültü ne?.. Bulmus, muradina ermis. Eger aradigini bulamamissa, bu gürültü niye?.. Bulamayan insanin bu gürültüsü iddia oluyor, palavra oluyor, gösteris oluyor, tantana oluyor. O da tasavvufta makbul bir sey degil... Git bunlari o zata söyle!'' demis Haci Bektas-i Velî, Eflâkî'ye göre...
Eflâkî tabii, Mevlevî dervisi... Söyle anlatiyor: Haci Bektas-i Velî'nin gönderdigi sahis Konya'ya gelmis. sormus:
''--Bu Mevlânâ nerdedir?..''
''--Falanca medresededir.''
O medreseye gitmis, kapisindan içeriye girmis. Mevlânâ o anda semâ' halinde...
Semâ' dedigimiz sey, artik radyodan, televizyondan hepiniz duydunuz, gördünüz, biliyorsunuz ki vecde gelerek dönmek... Tabii, vecdsiz dönüp de sonra vecde ulasmak tarzinda kullaniliyor simdi... Eskiden tabii olan sekli, vecde geldi mi dönerdi insan... Simdi döne döne vecde gelmeyi deniyorlar. Tersine bir çalisma...

Mevlânâ meselâ, kuyumcular çarsisinda dolasiyormus. Selâheddin-i Zertûb'un --altin isçiligi isleyen kuyumcu Selâhaddin'in-- dükkâninin önüne gelince... Içerden çekiç sesleri geliyor. Yüzük yapacak, bilezik yapacak altini... ''Takka tiki tiki... Takka tiki tiki... Takka tiki tiki...'' bir çalisma var. O seslerden Mevlânâ vecde gelmis, baslamis semâ' etmege; yâni, pervâneler gibi dönmege...
Pervâne de aslinda kelebek adidir; sonradan yapilan bu elektrikli döner alet degil... Ve söyle diyor:
Yeki gencî pedîd âmed, der in dükkân-i zer kûbî,
Zihî sûret, zihî ma'nî, zihî hubî, zihî hubî.

''Su kuyumcu dükkânindan bir hazine gözüme göründü. Su kuyumcu dükkânindan içeriye baktim; bir hazine gözüme eristi. Zuhura geldi ki, ne güzel sûret, --yâni görünüm-- ne güzel mânâ --yâni sîret, iç hali- - Disi güzel, içi güzel... Ne güzellik, ne güzellik... Yâni orda o Selâhaddin-i Zerkûb'un dükkânina bakmis. Evet, esnaf... Kuyumculuk isi yapiyor, imalâtla mesgul...
Mevlânâ onu kapidan görünce... Yüzü güzel, nurlu... Içi güzel; kalbinin, sîretinin, mânevî halinin güzelligini görmüs Mevlânâ... ''Ne güzel yüz, ne güzel iç alemi; ne güzellikler, ne güzellikler...'' diye cosmus, semâa geliyor. Semâ' bu... Yâni böyle vecde gelip, kendinden geçip, aska gelip dönmek...

Simdi vecde gelmis dönüyor Mevlânâ... Bir taraftan da bir rubâî söylüyor. Ama rubâîyi onlar bizim gibi düz okumazlardi. Yâni gazel demek, rubâî demek, o zaman için ses esliginde, makamla, bir ahenkle söylemek demek... Düz siir okur gibi, böyle kas çatarak söylemek degil...
Bir taraftan dönüyormus, bir taraftan da bir ilâhî söylüyormus ki, Türkçe'si söyle:
''Eger senin yârin, dostun, sevgilin yoksa, neden taleb etmiyorsun?.. Eger yârini, sevdigini, dostunu bulup ona kavustuysan niçin tarab etmiyorsun?..''
Tarab etmek, sevinmek demek... Tarabya, Bogazda sevinçli islerin oldugu yermis demek ki... ''Niçin o zaman da sevinç izhar etmiyorsun?.. Tenbel tenbel oturmussun da, kendi acâip halinin farkinda degilsin de, bizim halimize ne kadar acâip hal diyorsun. Halbuki, senin halin acaip... Yoksa kalk talep et, gayrete gel; varsa, sevincinden sikir sikir oyna!'' demek istiyor Mevlânâ... O zaman Haci Bektâs-i Velî'nin tenkidine cevap vermis oluyor.
Yâni, ''Bulduysa otursun yerine!'' demisti; ''Buldumsa, sevincimden oynayacagim.'' diyor. ''Bulmadiysa, yine otursun yerine!'' demisti; ''Bulmadiysam, aramak için bir coskunluk içine girecegim.'' demis oluyor. Tabii bunlar bir meseleye iki ayri bakistir; ictihad farki... Birisi o zihniyette, birisi baska zihniyette... Ikisi de hakli olabilir, mümkündür; çünkü, niyetleri temizdir.
Iste böyle münâsebetleri oldugu düsünülüyor. Sizin hatirinizda çok rahat kalabilir ki, biz bir profesörden duyduk diyebilirsiniz, Mevlâna ile çagdastir Haci Bektas-i Velî... Öyle Orhan Gazi'yi görmüslügü, yeniçerilerinin kurulusunda dua ettigi, kiliç kusattigi filân yok... Olsa olsa, o isi torunlari yapmistir. Ondan sonra Haci Bektas'in kendisi sanilmistir. Aslinda öyle olmadigi muhakkak...

Mentes adinda bir kardesi oldugu muhakkak... Asikpasazâde diye bir kimse var... Kirsehir'den Kayseri'ye dogru geçerken sol tarafta görmüssünüzdür; bembeyaz, sahâne, güzel, sevimli bir sanat eseri var... Asik Pasa'nin türbesi... Iste onun torunu olan bir Asikpasazâde var ki, Osmanli tarihi yazmistir. Tarihçilerimiz bilir. Içinizde o bölümde olan var...
Asikpasazâde diyor ki, ''Be bu Haci Bektas-i Velî'nin ve çocuklarinin ahvâlini bütün detayi ile biliyorum.'' diyor kitabinda... Biliyormus ama, söylememis mübârek... Bildigini yazsaydin ya... ''Tevâtür-ü sahih ile hepsini bilirim.'' diyor. Kirsehir'lidir, bilebilir, dogrudur. Zaman bakimindan arada uzun bir zaman farki var ama, bilebilir. Diyor ki, ''O seyhlikten, müridlikten uzak, kendi halinde bir büdelâ aziz idi.''
Büdelâ demek, evliyânin birisi gidince yeri otomatik doldurulan, sayisi belli, üçler, kirklar, yediler gibi birisi demek... Mânevî makami vardi demek istiyor. ''Kendi basinda bir insandi. Öyle seyhlik, müridlik, silsile, tarikat meselesi yoktu.'' diyor Asikpasazâde...
Biz simdi ilim adami olarak, her tarih kitabinda yazilani kabul etmiyoruz. Müskülpesendiz, talebeyi terletir gibi böyle yazarlari da, eserlerini de terletiriz biz... Inceliyoruz, dogru degil...
--Niye dogru degil, nerden çikariyorsun?.. Asikpasazâde Kirsehir'li... Hem ona da yakin bir zamanda yasamis, sen yirminci yüzyilda yasamissin.
--Eseri var elimizde... Haci Bektas eserinde seyhlikten, müridlikten, tasavvuftan bahsediyor. Sen de ilgisi yok diyorsun; dogru degil... Eseri, tekzib ediyor yâni... Biz delilleriyle onun ilgisi oldugunu göstermis oluyoruz.

Özel hayatiyla ilgili çesitli rivâyetler var... Adi bile münâkasali... Bazi rivayetlerde adi Bektas... Bazilarinda Bektas isim degil lakab; adi Muhammed... Olabilir. Bektas çünkü, Türkçe bir isim... Kendisi Arap asilliysa, Muhammed diye ismi olabilir.
Horasan'dan geldigi kesin... Hacca gittigi kesin...
--Nerden kesin hacca gittigi?..
--Menâkibnâmeye bakarsaniz, inanmaya-bilirsiniz. Menâkibnâme'de yazdigina göre, seyhi Lokmân-i Perende denilen mübârek zât hacca gitmis. Hacda Arafat'a çikmislar. Arafat'ta müridlerine demis ki, ''Ah, simdi bizim Nisâpur'da arafe günü... Her evde bir faaliyet vardir. Tavalarda pisi pisirilir.'' Hanimlar bilirler bu isi... Hamur yapiliyor. Kizgin yagin içinde pisiriliyor. Zeytin yaginda piser, peynirle güzel olur. Lokmân-i Perende, ''Nisâpur'da bugün ne güzel pisi pismistir, arafe günü bayram için hazirlik yapilmistir.'' filân deyince; Haci Bektâs-i Velî evliyalik yoluyla seyhinin Arafat'ta böyle dedigini duymus. Horasan'dan almis eline bir tabagi, hoop gelmis Arafat'a, pisileri getirmis seyhine... Tabii bu menkabe, böyle yaziyor Menâkibnâme... Ondan dolayi adina haci demisler.
Ama biz eserini inceledigimiz zaman, hac yapilan yerlerle ilgili o kadar canli tasvirlerde bulunuyor ki, o diyarlari gezmis oldugu anlasiliyor. Bir kaç defa da hac yapmistir hattâ... Hem de sunu söyleyeyim, su zamanda hacilik kolaydir amma, o devirde hacilik çok zor oldugundan, çok kiymetli bir unvandir. Herkes hacca gidemez. Osmanli padisahlarindan hacca giden bir tek fert yoktur. Belki vekil göndermislerdir amma, kendisi gidememis. Herkesin gitmesi kolay degil...
Su bizim bir asir öncesine, vapurun ve otomobilin olmadigi devreye gittiginiz zaman, birisinin adinin basinda haci ünvanini gördügünüz mü, gözünüzde büyüsün o... Yâni, kolay bir is degil... Hem parasi çok demektir, hem de çok zor bir isi basarmis bir insan demektir. Çünkü, yollar tehlikeli, çöller büyük, bata çika gitmek zor... Sicaktan ölmek kaderde var... Hacilarin çogu telef oluyor. Haci Bektas-i Velî bu isi basarmis bir kimse...
Nesli var mi, yok mu?.. Bazilari diyor ki: ''Evlenmedi. Yol evlâdidir, Haci Bektas'in evlâdiyim diyenler...'' Tabii bu bir söz, laf... Evlenmesi normaldir. Bazilari da diyorlar ki: ''Evlendi ve çoluk çocugu oldu. Iste o sülâle, onlardan gelenlerdir.'' Onun evlâdindan oldugunu söyleyen bazi kimselerle de görüstük.

Seyh oldugu da, mürid yetistirdigi de, tasavvufu bildigi de kesin olarak ortada... Haci Bektas-i Velî'nin bagli oldugu tarikat Yeseviye Tarikati'dir. Altini kirmizi ile üç defa, bes defa çizerek kesin olarak söyleyebilirsiniz. Bütün münakasalarin ötesinde kesin bir gerçektir. Neden?.. Ahmed-i Yesevî'nin Fakirnâme'sini bulduk. Ahmed-i Yesevî'nin Fakirnâme'si ile Haci Bektâs-i Velî'nin Makalât'inin bir bölümü tamamen ayni. Bin kelimeden sekiz on kelime farkli; o kadar ayni... Ötekiler de nüsha farkidir, kâtibin hatasidir filân. Ufak tefek degisiklikler...
Demek ki, tamamen Ahmed-i Yesevî'nin fikirlerini bu tarafa getirmis bir kimse... Yeseviyye dervisi oldugu muhakkak... Ama, Ahmed-i Yesevî ile kendisinin arasinda uzunca bir zaman var... Bu arada silsilenin halkasinda kimler vardi?.. Bir Lokman-i Perende ismi geçiyor. Perende Farsça, uçan demek... Peri de, kanatli uçan seylere deniyor; melek mânâsina... Lokman-i Perende demek ki, evliyalik yoluyla uçan bir kimse oldugu için o ismi almis.

Fikir yapisi bakimindan tamamen Ahmed-i Yesevî'ye bagli... Ahmed-i Yesevî de biliyoruz ki, Abdülhalik-i Gücdevânî Hazretleri'nin halifesi... Yâni Naksiligin ilk devresi olan Hacegâniyye tarikatindan... Naksî diyebiliriz Ahmed-i Yesevî'ye... Tabii Bahaddin Naksibend daha sonra yasadigi için, Naksîlik ismi sonra çikiyor ama ayni kökten... Abdülhalik-i Gücdevânî'den... O zaman Haci Bektas-i Velî de Yeseviye tarikatindan olunca, Naksîlerle amcazâde oluyor, akraba oluyorlar, yakin oluyorlar; kesin...
Onun için, yeniçerileri kaldirdigi zaman padisah Ikinci Mahmud, Bektasî tarikatini da kapatmis ve ondan sonra da, ''Bu Bektâsîler namaz kilmiyor.'' diye, Bektasî tekkelerine Naksî seyhler tayin etmis. Yâni onlar isi aslina döndürsün diye... Onun üzerine bazi Bektâsî babalari da biz Naksîyiz diye müracaat edip, aslinda Bektâsî oldugu halde Naksî imis gibi, tekkelerini alanlar da olmus.

Bu namaz kilmama meselesi gerçekten var... Hacibektas kasabasina gittim, kütüphanelerini inceledim. Dergâh... Mevlânâ'nin Konya'daki dergâhi neyse, onun gibi; sahâne, çok güzel mimarisi olan, iç içe avlulari, havuzlari olan çok güzel bir yer...
Iki tane cami var... Birisi dergâhin içinde sonradan yapilmis; onun için, Naksibendî camii deniliyor. Bir de asagida cami varmis; orda namaz kilinmiyordu benim gittigimde... Dergâh içinde kiliyorduk biz vakit namazlarini... Alti kisi kiliyorduk, onu bildireyim size: Birisi bendeniz, ben fakir; ikincisi imam, üçüncüsü müezzin, dördüncüsü savci, besincisi hakim, altincisi da Toprak Mahsulleri Ofisi müdürü Elazig'li Mehmet Bey... Hani beldenin Haci Bektas'in çevresindeki ahalisi?.. Kimse camiye gelmiyordu yâni... Bizim gördügümüz o...

Siilik ve batinîlik isnadi var Haci Bektâs-i Velî'ye... ''Haci Bektâs-i Velî Alevî idi; Sia akîdesine, tevellâ ve teberrâya kail bir insandi.'' Tevellâ demek, Hazret-i Ali Efendimiz'e ve onun evlâdina dost olmak... Teberrâ da onun muhaliflerine düsman olmak; Ebûbekir ve Ömer ve Osman'i (ridvânullahi aleyhim ecmain) defterden silmek, aleyhinde olmak filân gibi bir takdir, uygulama... Iran'da var bugün...
Böyle oldugunu söylüyor Ord. Prof. Fuat Köprülü söylüyor. Gel de inanma, koca ordinaryüs profesör söylemis diye... Ama dogru degil!.. Çünkü inceliyorum ben... Nerden söylemis, arastiriyorum. Diyor ki: ''Makalât'in manzum tercümesinin basinda böyle bir ifade var... Bakiyoruz aslinda yok... Sonradan baskasi oraya bir seyler yazmis, böyle sanilmis. Hadi o sonradan ilâve ama, yine aslinda acaba böyle bir görüs olabilir mi?..
Eserine bakiyoruz; eserinde Sahâbe-i Kirâm'in hepsine hürmet var, ayirim yok... Namaz var, oruç var, zekât var, hac var... Helâli helâl biliyor, harami haram biliyor. Seriatin emirlerine bagli oldugunu açikça ifade ediyor. ''Bunlardan birisi eksik olursa, insan Allah'a ulasamaz!'' diye açikça söylüyor. Daha baska seyler de söyledigini biraz ilerde anlatacagim.
Demek ki, dogru degil!.. Bunun da altini çizerek, kesin olarak, patentli, isbatli söyleyebilirsiniz ki, öyle degil... Seriatin ahkâmina bagli, saygili, namazli niyazli bir kimse olarak görünüyor, eserinde... Video kalmamis ki onun zamanindan, bilelim. Eserini en önemli kaynak olarak görüyoruz. Baskalarinin sözlerini duydugumuz zaman, incelemek kaydiyla aliyoruz. Eserindeki fikirlerini önemli görüyoruz.

Haci Bektâs-i Velî'nin Eserleri:

1. Kitâbül Fevâid': Kitâbül Fevâid; böyle güzel, faideli bir takim paragraflarin içinde bulundugu bir eser demek... Bu paragraflara bakiyoruz, bazilarinda Haci Bektas'tan sonra yasamis insanlarin bile sözleri var... Demek ki, Kitâbül Fevâid onun degil... Ama bazi paragraflara bakiyoruz, Haci Bektas'in kesin eseri olan Makalât'taki bazi bilgiler, orda aynen var... Demek ki Kitâbül Fevâid onun olabilir; ama sonradan ilâveler yapilmistir, karistirilmistir.
Tabii biz edebiyat tarihçileri olarak meslegimiz bu... Biz müellifin yazdigini bulmaga çalisiriz, ilâveleri atmaga çalisiriz. Asil nüshayi bulamazsak, dedektif gibi onu kurmaga çalisiriz. Ipuçlarindan, küçük mozaik parçalardan birlestirmege çalisiriz. Arastirmama göre, Kitâbül Fevâid'in bir kismi Haci Bektâs-i Velî'nin olabilir diyorum.
2. Fatiha Sûresi Tefsiri: Tire Kütüphanesi'nde var dediler. Ben fakir de o kadar zahmet çektim, Tire'ye gittim. Kütüphaneyi aradim taradim, bulamadim. Yok... Baska güzel seyler buldum ama, onu bulamadim. Sonradan birisi bu eseri nesretti. Aldim okudum. Ama, bu Fatiha tefsirinin Haci Bektas'a ait oldugunu gösteren hiç delil yok... Hiç bir delil yok!..
3.Sathiyye: Sathiyye demek, herkesin anlayamayacagi gizli, esrarli bir takim sözleri tekerleme halinde söylemek demek... Böyle bir eseri var... Ama o da çok küçük, yâni bir sayfalik bir sey... Onun da açiklamasi filân tarzinda... Onun da yerini söylemedikleri için ben bulamadim, doçentli tezi yaparken... Onu bulan, sahis Gölpinarli... Gören sahis yerini söylemedigi için, biz bulamadik. Ama muhtevasi çok bir seyler getirmiyor bize... Kendisi nihayet bir sayfalik bir sey... Onun üzerine açiklamalar yapilarak, bir eser meydana gelmis. Baskasinin eserinin içinde bazi satirlar halinde...
4. Haci Bektâs-i Velî'nin Nasihatleri:
Yok böyle bir sey... Inceledim, hepsi apokrif, gayr-i mevsuk, ona isnad edilmis eserler oluyor.
5. Makalât-i Gaybiyye Kelimât-i Ayniyye diye bir eseri oldugu söyleniyor. Siirleri oldugu söyleniyor; inceledim, Haci Bektâs'in devrine ait dil ve uslûb degil... Her gördügü sakalli insanin dedesi midir?.. Degildir. Her Bektas ismi yazili siir Haci Bektâs-i Velî'nin midir?.. Degil... Her Yunus diye yazan siir, Yunus Emre'nin midir; su Tapduk Emre'ye odun tasiyan Yunus'un mudur?.. Hayir... Bir çok isim olabilir.
Yunus'u bir kere çok net olarak biliyoruz ki, bir Mevlânâ'dan biraz sonra yasamis bir Yunus var;
Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köskle birkaç huri...

diyen, biraz böyle iddiali Yunus... Bir de,
Sol cennetin irmaklari,
Akar Allah deyu deyu...

diyen Bursali Yunus var... Çok net, çok kesin... Birisi Dervis Yunus, Asik Yunus; ötekisi Yunus Emre... Isim benzerligi olabiliyor.
Hasili, Haci Bektas'in siirleri diye söylenenler, --yurt içindeki, yurtdisindaki kaynaklari inceledim-- onun degil...
6. Makalât:
Haci Bektâs'in elimizde bir tek eseri var... En genis ve fikirlerini tam görebildigimiz eseri Makalât... Makalât-i Haci Bektâs-i Velî el- Horasânî...
Makalât biliyorsunuz, makaleler demek... Makale de, filânca gazetenin basyazisi mânâsina, fikir yazisi mânâsina makale degil; bir konuda söylenmis bazi sözler, fikirler demek... Makalât da, Haci Bektâs-i Velî'nin çesitli konulardaki fikirlerini toplayan bir eser... Ama kompilasyon degil, toplama degil; eserin bir bütünlügü var... Çünkü, bazi bölümlerde diyor ki, ''Simdi su konuda bunu kisaca söylüyorum, ilerde anlatacagim.'' diyor. Demek ki eserin, yazarin kaleminden çikmis bir bütünlügü var...
Makalât'in asli Arapça imis. Kütüphanelerde inceledigimiz zaman, Makalât'in Türkçe tercümesinin iki seklini görüyoruz: Birisi manzum tercüme... O Denizli'nin Honaz kasabasindan gelip, Iznik'e yerlesmis olan Hatiboglu Muhammed'in nazma çektigi, manzum olarak, siir olarak yazdigi Haci Bektâs-i Velî Makalâti... Bir de, düz yazi halinde, mensur olan Makalât-i Haci Bektâs-i Velî...
Düz yazi halindeki Makalât'in nüshalari çok... Her kütüphanede birkaç tane bulabilirsiniz ama; hepsi cahil, ümmî, bilgisi az insanlar tarafindan yazilmis ve daha sonraki asirlarda oldugu için güvenilir durumda degil... Tabii biz hangisi güvenilir durumda, hangisi ilâveli, hangisi tam, hangisi dogru; onu arastirdik. Dört bes senemizi harcadik, onu ortaya koymaga çalistik. Bazi nüshalari karismis, sayfalari karismis vs.
Ord. Prof. Ismail Hikmet Ertaylan, Bahrül Hakayik diye tutmus, manzum tercümeyi bulmus Manisa kütüphanesinde... Hemen fotokopisini, faksimilesini çikarmis, bastirmis... Sayfalari darmadagin... Bir incelememis yâni... Kitap çok muntazam, mesin bir cilt içinde... Çok kaliteli kâgida yazilmis, yazisi da güzel... Amma, sayfalarini okumaga basladigin zaman, burdaki konu öteki sayfayi tutmuyor, baska tarafa atliyor. Demek ki, güzel yazmis hattat ama; eskilerin bir sözü vardir --hattatlar bizi affetsin-- :
''Küllü hattâtin câhilün.''
(Her yazan kâtip biraz cahildir.)

O kendisini güzel yaziya vermistir, sanatkârdir. Onun için mühim olan güzel yazmaktir. Ama, eserin iç yapisi o ayri bir bilimsel is oldugundan, onunla ugrasmaz o... Bir oraya bakar, bir buraya bakar, yazar; gerisini düsünmez.
Ordinaryüs Prof. Ismail Hikmet de, cildi güzel görünce --mesin, güzel bir cilt-- içindeki yazi da güzel; fotokopisini çekmis, faksimile etmis, basmis. Karma karisik... Canim çikti sayfalari yerli yerine getirip, konulari birbirlerine baglayincaya kadar... Bütün sayfalari yirtacaksiniz. Ondan sonra arada, hem de sayfa halinde degil, orta yerde degisiyor konu... Ordan keseceksiniz, öbür tarafa ekliyeceksiniz. Bunun için de elinizde delil olacak, havadan yapamazsiniz. Yâni, karmakarisik bir sey... Ama onu düzenledik elhamdü lillâh... Ortaya koyduk, basilmasi lâzim!..
Bu siir halindeki makalâtin basilmasi lâzim, çünkü önemli bir vesika... Onu basamadik. Bu bizim vazifemiz, basmamiz gerekiyor. Ama düzyazi olani, nesir olani bastik. Çok ugrasarak, çok çesitli nüshalarini birbirleriyle karsilastirarak bastik. Iste elimizde bu var... Bunun da çok dizgi hatalari var... Benim tashih etme imkâni bulamadigim bir zamanda oldu. Yeniden düzeltilerek basilmasi lâzim, ama oldukça güzel..

Simdi Haci Bektâs-i Velî hakkinda kimisi diyor ki: ''Bu Haci Bektâs-i Velî sarkik biyikli bir samandi. Içki içerdi, söyleydi, böyleydi... Tam orta Asya'nin samanizmini getirmis, Kirsehir'de uygulamistir.'' Kimisi de diyor ki: ''Hayir, o Haci Bektâs-i Velî idi. Hakikaten evliyâdan bir kimseydi, namazli niyazli bir kimseydi.'' diyor. Senin delilin ne, senin delilin ne?..
Haci Bektâs-i Velî hakkinda, ''Nasil bir insandir, onu anlamak için bir Makalât'i var elimizde... Makalât'ini iyice okursak, iyice tahlil edersek; Haci Bektâs-i Velî'nin nasil bir insan oldugu ortaya çikar. Ben de öyle yaptim. Hattâ ilk basta bunu bazi gazetelerde makale olarak yazdim.
Komik bir sey anlatayim size: Hacibektas kasabasina gittim. Ilkönce bizi ögretmenler lokaline filan davet ettiler. Sonra baktilar ki, sakalli filân... Pek sey olmadi. Nihayet ofis müdürü Mehmet Bey bize yakinlik gösterdi. Ben bir lokantaya gidiyorum, yemek yiyecegim; kirmizi saraplar, beyaz saraplar, votkalar, rakilar... Her masada var... Kasketli adam, yamali elbisesiyle geliyor, onlardan içiyor. Içki kokusundan bogulacaktim, peynir ekmekten baska bir sey yiyemedim.
Ofis müdürü geldi diyor ki, --kulaklari çinlasin sagsa, öldüyse Allah rahmet eylesin-- ''Hocam, zâten Bektâsîlerle Haci Bektâs-i Velî ayni degilmis. Haci Bektâs-i Velî içki içmezmis, içkinin aleyhindeymis. Ben Tercüman gazetesinde okudum.'' diyor. Ben hiç ses çikarmiyorum, ''O yaziyi yazan benim!'' demiyorum. Desem, baskalari da bilse, belki iyi olmaz diye...
Haci Bektâs-i Velî, bizim sünnî inancimizi sergiliyor bu kitapta... Siî oldugunu, Alevî oldugunu gösteren bir sey yok... Namaza saygi var, hacca saygi var... Hacci çok ballandira ballandira anlatiyor. Görmüs bir insanin canli anlatimiyla anlatiyor. Zekâti, cihadi, seriatin emirleri neyse onlari güzelce anlatiyor. Yâni, seriatçi... Bazilari üzülecek ama, Haci Bektâs-i Velî seriatçi... Yunus Emre nasilsa, Mevlânâ nasilsa, o da öyle bir kimse... Yâni üçü arasinda bir fark yok...
Bazilari söyle bir temâyül içinde, davranislari söyle: Yunus Haci Bektas'in dervisiydi veya onun yanina gitmisti, gitmemisti... Yok, gitmemistir; Yunus baska bir insan!..'' Yunus'u Haci Bektas'tan uzaklastirmak istiyorlar, Bektâsîlikle ilgisi olmadigi için... Halbuki, Yunus'la Haci Bektas arasinda çok net bir benzerlik var... Yunus'un siirleri, Makalât'taki fikirlerin manzum sekli... Hele hele Yunus'un oldugu sonundaki imzasindan ve tarihinden belli olan Er-Risâletün Nushiyye'si, tamâmen Makalât'in bir bölümünün manzumudur. O kadar... Ve Yunus'un kullandigi terminoloji, tabirler, terimler tamâmen Makalât'in aynidir. Makalât'i okumayan, Yunus'u anlayamaz.
Geçen sene Yunus yiliydi ya, ben Yunus'u anlatanlara bakiyordum, gülüyordum. Yunus'u anlamak için, Haci Bektas'in kitabini okumak, bilmek lâzim!.. Dört kapi nedir, kirk makam nedir, üçyüzaltmis menzil nedir?..
Seriat, tarikat yoldur varana,
Ma'rifet, hakîkat andan içeru...

Buyur bakalim anlat hocaefendi!.. Anlayamaz. Peki, sayin Profesör sen anlat!.. Anlayamaz. Neden?.. Makalât'i okuyacak, o zaman anlar. Tamâmen bu kadar bir fikir baglantisi var... Haci Bektâs-i Velî ile Yunus hakîkaten birbiriyle ilgili...
Haci Bektâs-i Velî diyor ki: Kul, Allaha 40 makamda erer. Bu kirk makamin onu seriattadir. Yani ilk okul. Onu tarikattadir, yani ortaokul... Onu ma'rifettedir, yâni lise... Siz anlayasiniz diye, onlar liseyi filân bilmezlerdi; siz biliyorsunuz. Onu da hakikattedir, yâni üniversite, yüksek tahsil... Diyor ki, ''Bu kirk makamin birisi eksik olsa, is tamam olmaz. Kirkinin da eksiksiz, tam takim mevcut olmasi lâzim!..'' Buna bastirarak söylüyor Haci Bektâs-i Velî...
Ve misal veriyor: ''Bir insan bir farzi inkâr etse olmaz!'' diyor. ''Hacci kabul etmese olmaz!'' diyor. ''Namaz kilmasa, oruç tutmasa olmaz!'' diyor. Simdi sen buna nasil saman diyebilirsin?.. Bu fikirleri böyle bastira bastira söyleyen bir insani, nasil baska bir yafta ile lekeleyebilirsin?..
--Efendim, Bektâsîler içki içiyorlar...
Haci Bektâs-i Velî'yi anma gününde kupalar yetmiyor, kova ile sarap dagitiliyor. Kirmizi sarap mi istersiniz, beyaz sarap mi istersiniz?.. Kova kova, masrabayi daldir, küp küp...

Haci Bektas diyor ki bu kitabinda, ''Bir kuyunun içine bir damla süçi damlasa...'' Süçi ne demek?.. Içki demek, eski Türkçe... Eskiler süçi içip, esirirlerdi. Esrimek, sarhos olmak demek... Osmanlilar da sarap içip, sarhos oluyorlardi. Kimisi küfelik olmak üzere... Tabii hepsi degil de... Kelimeler devirlere göre degisiyor.
''Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, kuyunun bütün suyunu murdar eder; çünkü haramdir.'' diyor Haci Bektâs-i Velî... Ne yapmak lâzim?.. Kuyunun suyunu disariya çikartmak lâzim!.. Kova kova dökeceksin disariya, kuyunun suyunu bosaltacaksin. ''Ve...'' diyor, bakin içki hakkindaki kanaatine: ''Ve bu sularin disariya döküldügü yer yeserse, çimen bitse ordan islak oldugu için... Ve o çimenden koyun yese, takva ehli insanlar o koyunun etini bile yemezler!'' diyor. Ben demiyorum, Haci Bektâs-i Velî diyor. Ben desem normal, sakalliyim ben... Ama, Haci Bektâs-i Velî diyor!..
Aslinda hangi otu otlarsa otlasin, --baskasinin tarlasindan otlamamak sartiyla, haram olmamak sartiyla-- koyunun eti helâl olur. Ama takvânin mübalagasini söylüyor, haramligini net olarak ifade ediyor.

Sonra Haci Bektâs-i Velî'nin çok üzerinde durdugu sey, güzel ahlâk... ''Insan ahlâkli olmali!'' diyor. Güzel ahlâki da; tevâzudur, sabirdir, sükürdür ve sâiredir diye sayiyor. ''Insanin içinde güzel ahlâk olmali, kötü huylar insanin içinden çikmali!'' diyor. ''Hased gibi, buhul gibi, cimrilik gibi, gazab gibi --hani sinirlilik, asabîlik, hop inmek, hop binmek, patlamak, tabaklari çanaklari havada uçurup kirmak vs.-- huylar da kötü huylardir. Bunlar insanin içinde olsa, disini kaç defa abdest alip yikarsa yikasin temiz olmaz, yine murdardir.'' diyor Haci Bektâs-i Velî...
''Bu kötü huylarin insanin içinden çikmasi lâzim!.. Murdar olur bunlar çikmazsa...'' diyor. ''Çünkü,'' diyor, misal veriyor okuyuculari anlasinlar diye: ''Bir sisenin içine içki koysalar, agzini berkitseler, --berkitmek, simsiki kapatmak demek-- simsiki kapatsalar, deryanin kenarina götürseler yikasalar, yikasalar, yikasalar... Isterse on yil yikasinlar, yine temiz olmaz. Çünkü içi içkidir, murdardir.'' diyor. Içki hakkindaki görüsü bu... Yâni, en önemli seylerden birisi...

Iste Haci Bektâs-i Velî'nin tasavvuf anlayisi bu... ''Sadece namazi, orucu, hacci, zekâti yapmak yetmez; sadece dünyaya sirt çevirip, ahirete ragbet edip, tarikatta zikir çekip ibadet tâat yapmak yetmez; insanin ma'rifet ehli olmasi lâzim!.. Allah'i tanimasi, Allah'i taniyan bir insan olmasi lâzim; ondan sonra da Allah'i seven, Allah asiki bir kimse olmasi lâzim!'' diyor. tamâmen Yunus'un dedigi seyi söylüyor, tamâmen Mevlânâ'nin dedigi seyi söylüyor. Ve aski tasavvufî makamlarin en yüksegi olarak zikrediyor.

Tabii fikirleri hakkinda daha söylenecek çok seyler var ama, ben galibâ zamani yavas yavas doldurdum, harcadim. Sizin de sorulariniz olabilir.
Bir de benzetmesi var... Insan çok muhterem bir varliktir demek istiyor. Hazret-i Ali'den gelir bu söz... ''Insan küçük alemdir.'' diyor. ''Her bir insan bir alemdir, bir kâinattir. Senin vücudun, bedenin bir kâinattir. Dis alemde ne varsa, o da vardir. Iste disarda sunlar, sunlar var; senin vücudunda bu var... Bu var... Bu var...'' filân diyor. Meselâ, ''Yeryüzünde Kâbe var, senin de içinde kalbin var. O da Kâbe gibidir.'' diyor.
Bu benzetmenin nerden basladigini biraz arastirdim. Tâ, Muhiddin ibnil Arabî Hazretleri'nin eserlerinde görüyoruz bu benzetmeyi... O seyleri aynen almis.
Insanin çok muhterem bir varlik oldugunu, kalbinin çok önemli oldugunu, kimsenin kirilmamasi, üzülmemesi gerektigini, toprak kadar mütevazi olmak gerektigini, yetmisiki millete hor bakmamak gerektigini güzel ifadelerle anlatiyor.

Bizim bu Makalât'tan faydalanarak Kültür Bakanligi bir kitap hazirladi; Makalât'i vulgarize etti, halkin anlayacagi sekle getirdi. Birisi çikti Makalât'in fikirlerini sizin anlayacaginiz bir dille nesretti. Bilmiyorum piyasada mevcudu var mi?..
Sadelestirdi güyâ ama, Makalâti bilmek için çok seyler lâzim, kolay degil... Arapça bilmek lâzim, Farsça bilmek lâzim, Osmanlica bilmek lâzim... Islâm dinini bilmek lâzim, hadis-i serifleri bilmek lâzim... Ve tasavvufu çok iyi bilmek lâzim!.. Bir kelimeyi yanlis kullanirsaniz, çok yanlis noktalara gidebilir. Oralardan okuyabilirsiniz Haci Bektâs-i Velî'nin fikirlerini...

Özetlemek gerekirse, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin çagdasi olan, Horasan'dan gelmis, Nisâpur'lu, Peygamber Efendimiz'in sülâlesinden bir seyyid olmasi kuvvetle muhtemel olan --ben onu kabul ediyorum-- bir sâde, gösterissiz, mütevâzi, mübârek zâttir Haci Bektâs-i Velî... Sizin Islâm ve din anlayisiniz, Kur'an ve sünnet anlayisiniz gibi, bizim anlayisimiz gibi anlayisa yakin görüsleri olan ve ahlâka çok büyük önem veren ama, ibadetleri hor görmeyen, ibadetleri küçümsemeyen, ibadetleri ihmal etmeyen bir gerçek mübârek zâttir. Hakîkaten velî lakabi isabetle verilmistir kendisine; Haci Bektâs-i Velî'dir.
Tabii o öyleyken ondan sonra bu uygulamalar niye onun ana zihniyetinden farklidir?.. Çünkü Bektâsî tarikatinin asil kurucusu Haci Bektâs-i Velî degildir de, Balim Sultan'dan sonra gelisen baska zihniyette insanlarin katkilariyla olusan bir tarikattir. Umumiyetle böyle dinî bilgileri kuvvetli olmayan kimseler olduklari için, isin gerçegini dinde ve Kur'an-i Kerim'de oldugu sekilde anlayamayip, an'anevî olarak isi götürdükleri için, bizim bugün garipsedigimiz bazi seyler olabilir.

Soru:
Peygamberimiz'in devrinde seriatla tasavvuf bir arada yürütülüyordu. Tasavvufla siyaset iç içeydi. Bizde ise ehl-i tarik dünyadan soyutlanmayi hedef almistir. Bu konuda görüsleriniz nelerdir?


''Peygamberimiz'in devrinde seriatla tasavvuf bir arada yürütülüyordu.'' Dogru, katiliyorum. Tasavvufla siyaset iç içeydi. Yâni dinle siyaset, her sey beraberdi. ''Günümüzde ise ehl-i tarik, dünyadan soyutlanmayi hedef almistir. Tasavvuf erbabi dünyadan el etek çekmistir, soyutlanmistir.'' diyor; hiç öyle bir sey yoktur. Bu söz dogru degildir, bu görüntü dogru degildir. Islâm tasavvufunda bu yoktur.
Dünyadan soyutlanmak Islâm'dan önceki Hristiyan tasavvufunda, yahudilikte vardir. Ruhbanliktir bu... Yâni, dünyadan soyutlanmak, bir kenara çekilmek, ibadetle mesgul olmak, magarada yasamak, dagin basinda yasamak, daga kesis dagi adini vermek... vs. Bu hristiyanliktadir. Islâmlikta yoktur; çünkü, Islâm ve Kur'an-i Kerim ruhbanligi yasaklamistir. Ayet-i kerime vardir hakkinda...
Peygamber Efendimiz hadis-i serifte:
(Lâ rahbâniyyete fil islâm.) ''Islâm'da ruhbanlik yoktur.''demistir.
Onun için, böyle dünyayi terketmis bir Islâm mutasavvifi yoktur! Iddiali söylüyorum. Mutasavviflarin hepsi dünya ile ilgilenmislerdir; ama, dinî bir vazife olarak ilgilenmislerdir. Dünyaya deger verdikleri için degil, dünyalik için degil...
Dünyevî seylerle mesgul olmuslardir. Hayir hasenat yapmislardir. Mutfak çalistirmislardir, kazanlarla yemek pisirmislerdir. fukaraya kendi elleriyle dagitmislardir.
Savas oldugu zaman davullarla, bayraklarla seyhlerinin arkasindan cihada gitmislerdir. Her türlü aksiyonun içinde capcanli, dipdiri çalismislardir. Düsman geldigi zaman, en çok onlar mücadele etmistir. Kafkasya'da Seyh Sâmil meshurdur. Orta Asya'daki tasavvufî tarikatlarin Rus emperyalizmine karsi nasil direndigini, Rus arastirmacilar kitaplar halinde yaziyorlar. Çevrilmistir Türkçe'ye...
Bugün Bosna-Hersek'te çarpisan kimselerin çogu tasavvuf erbabidir, tarikat erbabidir. Kazeruniyye tarikati vardir; bayraklariyla savasa gitmislerdir.
Meselâ, Haçova Meydan Muharebesi'ne Semseddin-i Sivasî Hazretleri dervisleriyle beraber istirak etmistir. Savasin kazanilmasinda büyük payi vardir; tarih kitaplari yaziyor. Padisah atina binmis, gitmek isterken, atinin üzengisini tutmuslar, demislerdir ki: ''Gidemezsin padisahim! Merak etme, biraz sonra zafer olacak; simdi hezimet gibi görünen sey dönecek, korkma demislerdir. ve zafer öyle kazanilmistir.
Hepinize sevgiler...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..




Yunus Emre

Yunus Emre

Yunus Emre'nin 13. yüzyilin ortalarinda, Anadolu Sakarya irmagi cevresinde bir köyde dogdugu ve 14. yüzyilin ilk yarilarinda yine o civarda öldügü saniliyor. Bazi kaynaklara göre egitimden yoksun (ummi), okuma yazma bilmeyen biriydi. Kesinlikle bildigimiz; onun köy kökenli olusudur. Yunus'un Türk dilini kullanmasi da bunu gösteriyor. Cünkü:
O zamanlarda Anadolu sehir hayatinda ilim ve edebiyat dili olarak Arapca ve Farsca etkinligini sürdürüyordu....
Yunus Emre, Anadoluda, Türk dilini harika bir sekilde kullanan ilk sair olmustur. Siirlerinden anlasildigina göre;caginin din ve dünya bilgilerine hic de yabanci degildir. Hatta, biraz Farsca ve Arapca bildigi ve böylece Islam kaynaklarindan uzak kalmadigi, büyük Mutasavvif Mevlana Celaleddin Rumi ile iliskisi bulundugu, dervis olarak tüm Önasyayi gezip dolastigi anlasilmaktadir.
Yunus Emre, Islam aydinlik caglarinin bir harikasidir. Eger, tek basina düsünülmezse; kendinden önceki veya cagdasi büyük düsünürler ile mutasavvif sairler zincirininkendine özgü son halkasi oldugu kolayca anlasilir.



Prof. Dr. M. Es'ad Cosan:

Yunus Emre gerçekten, baska edebiyatlari bilen kimselerin sözleriyle, --benim kanaatim de çok net olarak öyle-- emsalsiz bir sairdir. Türk diliyle dinî siir yazan sairlerin en büyüklerinden, en basta gelenlerindendir Yunus Emre.... Sadece bizim malimiz degildir, dünya kendisinin hayranidir. Biliyorsunuz evvelki sene de Yunus Emre yili idi.

Yunus Emre, çok derin fikirleri çok sade kaliplarla ifade edebilme kabiliyetine sahib bir kimsedir. Emsalsiz bir lirizm ile, çok muazzam fikirleri çok kisa cümleler halinde, misralar halinde anlatabilen bir kimse... Iftihar edecegimiz bir kimse...

Ben Azerbaycan'a gittigim zaman, bana dediler ki: ''Bu Azerbaycan'in bir kasabasi var; istersen seni götürelim. Oranin ahalisi Fuzûlî'nin hayranidir. Hepsi Fuzûlî'nin divanini bastan sona ezbere bilir, ezbere okur.'' Bizim de saniyorum Yunus Emre'yi ezbere bilmemiz lâzim!.. Çünkü, her siiri ayri harikadir.

Yunus Emre, çok meshurdur ama çok da mechuldür; hayati hakkinda çok sey bilinmiyor, kaynak yok... Mezarinin bile nerde oldugu hakkinda millet hâlâ münakasa ediyor.

Iki tane eseri var elimizde: Birisi Yunus Emre Divani; ötekisi de Er-Risâletün Nushiyye... Iki eserini biliyoruz. Bu iki eserinden birincisi divani; o da bilimsel olarak nesri yapilamamis bir eserdir. Ama, Kültür Bakanligi'nin nesrettigi Dr. Mustafa Tatçi'nin Yunus Emre Divani, daha ileri bir çalisma; güzel... Ondan önce de Yunus Emre ile ilgili çok nesirler yapildi, divan nesredildi. Bu nisbeten onlarin hepsinden daha öteye, ileri bir çizgiye gitmis; güzel, hosuma gitti.

Yunus Emre'nin kendi elinden yazilmis bir divan bize gelmemis. Yunus Emre Divani denilen eserler de karsilastirildigi zaman, birbirlerinden çok farklari var... Bunda olan onda yok, onda olan bunda yok... E hangisi Yunus'un bu siirlerin?.. Belli degil...

Hangi siir gerçekten Yunus'un diye bir meselemiz var; bunu tesbit etmemiz lâzim!.. Sizin bugün Yunus'un diye sevdiginiz, ezberlediginiz, dinlediginiz ilâhilerin bir kismi onun degildir meselâ... Çünkü, bir kaç tane Yunus var... Çok net, çok kesin, bütün ilim adamlarinca bilinen bir gerçek...

Bir kere iki tane kesin Yunus var: Birisi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi yetismis Yunus; ötekisi, Bursa'da Emir Sultan'a yetismis Yunus... Birisi Mevlânâ'dan biraz genç; ötekisi Emir Sultan'dan biraz genç... Emir Sultan'dan feyz almis, Emir Sultan'a bagli... Bu ikinci Yunus daha ziyade, ''Sol cennetin irmaklari'' ''Kâbenin yollari bölük bölüktür'' gibi ilâhileri söyleyen... Yâni bizim Yunus'un diye sevdigimiz siirlerin yüzde altmisi - yetmisi Bursali Yunus'undur.

Bursali Yunus'un Bursa'da kabri vardir ve çok magdur durumdadir. Mahalle arasinda bir evin bahçesi arasinda kalmistir. Ben Bursali arkadaslarimiza rica etmistim, ''Bulun, arayin!'' diye... Buldular, resmini gönderdiler. Söyle bir araliktan geçiliyor. Kimse de, o Sol Cennetin Irmaklari'ni yazan Yunus'un orda yattiginin farkinda degil... Bilseler, yigilacaklar oraya; ama, bilmiyorlar.

Tabii, bu bizim vazifemiz... Ilim, Kültür ve Sanat Vakfi olarak vazife ediniyoruz. Bursa'ya gidecegiz. Belediye baskani eger Çesme belediye baskani kadar yakinlik gösterirse bize; anlatacagiz, diyecegiz ki: ''Bu Yunus, çok büyük Yunus'lardan bir tanesidir. Bunun etrafinin istimlâk edilmesi lâzim, türbesinin güzellestirilmesi lâzim!..''

Bir Yunus o, Bursali Yunus... Bir Yunus da, --simdi belki Aksaray'a baglidir, idârî taksimati bilmiyorum-- Sivrihisar'li... O Sivrihisar, --Eskisehirliler üzülse de söylemek zorundayim-- Eskisehir'in Sivrihisar'i degil... Kizilirmagin kenarinda ama, Eskisehir'deki Sivrihisar degil... Hacibektas kasabasina çok yakin, Sivrihisar diye bir yer var Kizilirmagin kenarinda... Kizilirmak, biliyorsunuz nerelerden dönüp, dolasip öyle gidiyor Karadeniz'e... Bunu bir yazi ile, kitapla Refik Saygun anlatti. Incelemeler yapti, oranin fotograflarini çekti. ''Bu Sivrihisar'dadir Yunus!'' dedi. ''Iste, Tapduk Emre'nin kabri var burda... Iste Yunus'un kabri var burda...'' dedi. Kimse bunu dinlemedi ama, aslinda Yunus'un yeri orasi, kabri orada... Onu da tabii, ihyâ etmek lâzim!..

Ne zaman yasamis; belli degil... Hangi tarihlerde ölmüs; belli degil... Çünkü, bizim vakif kayitlarini, sicilleri; depolarda, koridorlarda ne ariyor diye vagonlarla Bulgaristan'a göndermisler. Gelmisler Istanbulda ilgisiz ilgililer... Koridorlarda bir takim evraki çok kalabalik görünce:

''--Ne bunlar burda?..''

''--Efendim, bunlar arsiv belgeleri...''

''--Ne ise yarar?..''

''--Eski yazi...''

''--E, biz devrim yaptik, harfleri degistirdik. Kim bunlari okuyacak?..'' demisler. Vagonlara yüklemisler.

Ismail Hakki Konyali feryad etti, yazilar yazdi: ''Bunlar arsiv belgesidir, bunlar gönderilmez; çok kiymetli evraktir!'' diye ama, giti hepsi... Avrupa'ya gitti, ve sâireye gitti. Yâni kendi mâzîmizi koruyamiyoruz. Yanginlar tahrib ediyor, kendimiz tahrib ediyoruz.

Çanakkale'nin, Fatih Sultan Mehmed Han tarafindan yapilan kalesinin giris kapisindaki kitabeyi, oradaki askerî birligin basindaki bir üstegmen veya yüzbasi kazitmis. Ne istedin o kitabeden, niye kazitiyorsun?.. Fatih'in kitabesi bu... Hapsetmek lâzim!.. Kazitmis; simdi ara da bul, kitabe yok...

Mezar taslari Londra'da satiliyormus... Bizim mezarliklardan çalinan mezar taslari, kavuk sekli, tas sekli, yazisi itibariyle antika oldugu için Londra'da haraç mezat satiliyormus. Müsteri buluyormus, oralara kaçiriliyormus. Nasil ediyorlar artik, bilmiyorum.

Onun için Yunus'un mezartasi yok... Arsivler yok, belgeler yok... Gölpinarli söylüyor, ben de gördüm: Haci Bektas kütüphanesinde bir yazmanin üst tarafinda, dogumu su, yasi su kadar, vefati su diye bir kayit var... Ama kim yazmis oraya, nereye dayanarak yazmis, belli degil... Diyorlar ki, iste 1320 yillarinda ölmüstür. Belki dogru olabilir ama, kuvvetli bir belge degil...

Bir tek kuvvetli belge var: Risâle-i Nushiyye isimli eserini yazmis, sonunda tarih atmis. Hicrî 707 tarihinde yazilmis; milâdî 1306/1307 ediyor. Demek ki Osmanlilardan önce o sagmis. Ötekiler, ilim adami olarak bizim yüzdeyüz kabul edecegimiz seyler degil...

Yunus'un divaninda incelemize göre; Yunus Emre evlenmis, çolugu çocugu var... ''Allah bize de çoluk çocuk verdi.'' diyor bir siirinde... Anliyoruz ki, Yunus bekâr göçmemis; evli çoluk çocuk sahibi bir insan...

Bir sair koca olmus. Yâni yaslanmis. Genç yasta degil, bayagi bir ihtiyarlamis oldugu belli...

Seyh efendi diye çok hürmet etmisler kendisine, siirinden biliyoruz. O kendisinden bahsederken, kendisini çok kötüleyerek söylüyor ama, biz anliyoruz. ''Bana seyh diyorlar; nerde ben?.. Mertebem, çok fenayim.'' diye söylüyor; ama ordan anliyoruz ki, seyh demisler. Herkes hürmet ediyor, herkes elini öpüyor. Hayatinda bu hürmeti görmüs.

Ilim bakimindan; yüksek derecede dînî bilgileri kazanmis, usta bir âlim... Öyle oduncu filân degil... Ümmî, elifi ve sâireyi okumamis bir insan degil; çok büyük bir alim... Eserlerinden de belli, kendisi de söylüyor. Muhtemelen Konya'da tahsil etmis ve Sadreddin-i Konevî'nin fikirleri var, Abdülkerim-i Ciylî'nin fikirleri var siirlerinde... Onlar ayri bir konferans konusu, ince tasavvufî meseleler... Çok büyük bilgisi var...

Simdi, bu eski Yunus ile, Mevlânâ zamanina yakin Yunus ile, öteki Bursali Yunus arasinda yüz küsur yil zaman farki var... Üslûb farki var... Bu Yunus'un dili baska, Bursali Yunus'un dili baska... Sip diye anlasilir; kullandigi kelimelerden ve üslûbundan hemen farkedilir. Mevlânâ'ya çagdas Yunus baska, Bursali Yunus baska... Ikisi ayri sahsiyet...

Bursali Yunus, hiç falso yapmamis olan, siirlerinde kimseyi tedirgin edecek bir söz söylememis olan, müteserrî, müeddeb, âsik bir sâir... Tam dört dörtlük potada bir insan...

Gelelim eski Yunus'a... Eski Yunus, cür'etli bir insan, iddiali söz söyleyen bir insan... Nasil iddiali söz söylüyor?..

Bir kez gönül yiktin ise,

O kildigin namaz degil!..

''Bir kere bir kalb yiktiysan; senin kildigin namaz, namaz degil!'' diyor. Seriat bu kadar siki degil... Seriat biraz müsamahalidir. ''O kusurdur, tamam kalb kirmasi bir kusurdur ama; öbür taraftaki namazi da, namazdir. Ne yapalim, kusurlu bir müslüman... Kusursuz insan olmaz.'' diye düsünülür. Ama, Yunus sert bir insan; öyle seylere pek razi gelemiyor, sapasaglam olsun istiyor. ''Bir kez gönül yiktin ise; o kildigin namaz degil!'' diyor, defterden siliyor. Eski Yunus sert, sertligiyle taniniyor.

Sonra, biraz da Allah'a olan sevgisinden dolayi, bizim hürmet ettigimiz bazi seyleri de küçümser gibi bazi ifadeler kullaniyor; insanin yüregi agzina geliyor.

Cennet cennet dedikleri,

Birkaç köskle birkaç hûri;

Isteyene var anlari,

Bana seni gerek seni!..

Simdi bu çok cür'etli bir söz ama, sonu tatli baglandigi için bir sey de diyemiyoruz. Allah'i o kadar çok seviyor ki, cenneti, hûriyi ve sâireyi de düsünmüyor.

Bu da vardir. Hattâ bizim Naksî tarikatinda vardir. Çâr terk diyoruz biz... Dört seyi terketmesi lâzim dervisin: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk...

Dünyayi defterden silecek, gönlünden çikartacak... Ukbâyi defterden silecek, gönlünden çikartacak. Ukbâda cennet var, hûriler vs. var... Terk-i hestî; varliktan geçecek, kendini yok edecek, fenâ makamina erecek... Terk-i terk; bir de, terkettiklerini kafasinda tutup da, kendisine kibir gurur getirmeyecek, terkettiklerini de unutacak... Yâni, ''Ben sunlari terkettim, ne büyük adamim!'' demeyecek.

Bu bizim ilk Yunus da, acaba nasil bir Yunus?.. Böyle cenneti, hûrileri filân küçümsedigine göre... Bir baska siiri de var, onun bestesi de çok hosuma gidiyor:

Milk-i bekàdan gelmisem,

Fânî cihani neylerem?..

Ben dost cemâlin görmüsem,

Hûr-i cinâni neylerem?..

''Öbür alemden geldim ben buraya; ben burayi ne yapayim?.. Ben cemâlullahi görmüsüm, Allah'i görmüsüm; hûrileri ne yapayim?..'' diyor. Bu da güzel bir siirdir. Hicaz makaminda bestesi çok nefistir.

--Yunus böyle de, acaba Yunus çizgiden çikmis bir insan mi?..

--Hayir!..

--Iddiali olduguna göre, yoksa alevî mi bu adamcagiz?..

--Alevî degil!.. Bilimsel olarak onu da söylemek bizim vazifemiz... Nerden isbat edebiliriz?.. Meselâ televizyonda çikacak karsimiza alevî babalari, dedeleri; ''Yunus alevî idi.'' diyecekler.
''Ahmed Yesevî alevî idi'' diyorlar. Tamam, o zaman Hazret-i Ali de alevî idi. Kendisi netice itibariyle ama, senin bildigin alevî degil... Alevîlik Hazret-i Ali'yi sevmekse, biz de alevîyiz. Hepimiz seviyoruz ama, yasantin nasil?..

Simdi, surda bir sözü var eski Yunus'un:

Namaz kilmayana sen,

Müselmandir demegil,

Hergiz müselman olmaz,

Bagri dönmüstür tasa...

Namaz kilmayana müslüman demiyor eski Yunus... Sinirli ya, asabî mesrebli adamcagiz... Namaz kilmadi mi, siliyor defterden... Hani, kalb yikani defterden sildigi gibi, namaz kilmayani da siliyor. Namaz kilmayanlar yandi... Yunus kovalayacak sopayla... (Hergiz müselman olmaz; bagri dönmüstür tasa...) Hergiz, aslâ demek...

Alevî kardeslerimiz sahabenin arasinda ayirim yaparlar; biz ayirim yapmayiz.

(Ashâbî ken nücûmi) ''Benim ashabim yildizlar gibidir.'' buyurmus Peygamber Efendimiz... (bi eyyihim iktedeytüm ihtedeytüm.) ''Hangisine sarilsaniz, hak yola, cennete gidersiniz.'' buyurmus. Biz ashaba dil uzatmiyoruz. ''Ashaba dil uzatarak benim canimi sikmayin! Ashabim konusunda ileri geri konusup da, beni üzmeyin!'' buyuruyor. Biz ashabin kendi aralarindaki meseleleri bahis konusu etmiyoruz.

Ama onlarda tevellâ ve teberrâ var... Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz'in dostlarini sevmek var, düsmanlarina düsman olmak var... Bir takim sahabeyi defterden silmek var, aleyhinde konusmak var... Eski Yunus'ta bunlar yok...

Bunlari niçin anlatiyorum?.. Yunus'un gerçek çehresini herkes bilsin diye anlatiyorum. Onu da surda, misaliyle isaretledim. Onu da okuyayim da delilli olsun:

Isksiz adem dünyada,

Belli bilün yokdurur.

Her biri bir nesneye,

Sevgüsi var âsikdur.

Çalab'un dünyasinda,

Yüzbin türlü sevgü var.

Kabul et kendözüne

Gör kangisi lâyiktir.

''Dünyada herkes bir seyi sever. Binbir türlü sevgi var dünyada... Ama sen, bu sevgileri söyle bir göz önüne getir. Bunlarin hangisi sana lâyiktir; seçme yap!'' diyor.

Yâni, ''Rahman'i mi sevmek lâzim, seytani mi sevmek lâzim?.. Imani mi sevmek lâzim, sirki küfrü mü sevmek lâzim?.. Zulmü mü sevmek lâzim, adaleti mi sevmek lâzim?.. Herkes bir sey seviyor ama, sen kendine lâyik olani seç!'' diyor.

Biri Rahmânir Rahîm,

Biri seytânir racîm.

Anun yazugimuz di,

Sevgüye taallukdur.

Dünyada Peygamberün,

Basina geldi bu isk.

Tercemâni Cebrâil,

Ma'sûkasi Hàlik'dur.

Yâni, ''Bu sevgi dedigimiz sey Hazret-i Muhammed'in de basina geldi. Bu askin tercümani Cebrâil AS'dir. Rasûlüllah'in sevgilisi de Allah'tir.'' diyor.

Siirin besinci dörtlügünde:

Ömer ü Osman Ali,

Mustafâ yâranleri.

Bu dördünün ulusi,

Ebû Bekr-i Siddîk'dur.

Ebûbekir Siddîk'in en yüksek oldugunu düsünmek de, ehl-i sünnet akîdesidir. Biliyorsunuz, ehl-i sünnet akîdesine göre, sahabe-i kirâmin efdali Ebûbekir Siddîk Efendimiz'dir. Hilâfet de, fazîlet sirasina göredir. Bizim kanaatimiz böyle... ''Allah böyle takdir etmis; demek ki, bunda bir sebep vardir.'' diye, biz böyle düsünüyoruz sünnî olarak...

Ama alevî kardeslerimiz, ''En üstünü Ali idi. Ötekiler haksizlik etti, gasb etti. Hazret-i Ali Efendimiz, Peygamber Efendimiz'in cenâze isleriyle mesgulken, orda politik entrikalarla kendilerini seçtirdiler.'' demeye getiriyorlar.

Yapmaz o insanlar!.. Diyelim ki, böyle haksizlik yapti... Böyle insana Allah, Peygamber Efendimiz'in türbesinde yatmayi nasib etmez!.. Bu da benim özel delîlim...

Peygamber efendimiz'in yanina herkes yatmadi; kabir arkadasi iki kisi var... Kim?.. Iki kayinpederi... Orda da zerâfet var; ikisinin de kizini aldi ya Peygamber Efendimiz... Birisi Ebûbekir Siddîk, Hazret-i Aise Anamiz'in babasi; ötekisi Ömerül Faruk, Hazret-i Hafsa Validemiz'in babasi... Yâni kayinpeder oluyor, baba oluyor. Allah onlara nasib etmis, Peyggamber Efendimiz'in türbesinde durmayi...

Efendimiz'in kabri surda... Ebûbekir Siddîk Efendimiz'in kabri arkasinda... Ömerül Faruk Efendimiz'in kabri yaninda... Eskiden diyorlardi ki, ''Turna dizilisi gibi, birer metre geriye, birer metre saga kaymis durumdadir.'' Öyle degil...

Son yapilan kazilarda, türbenin duvarini yaparken; kibleye arkamizi dönüp, türbeye dogru teveccüh ettigimiz zaman, sag tarafta kalan yan duvarin tamirini yaparken, tamir edenler iki tane ayak görmüsler. Hemen kapatmislar ve çok üzülmüsler. ''Eyvah! Acaba Rasûlüllah'i mi rahatsiz ettik?'' diye... Sonradan tarih kitaplarini karistirmislar. Anlasilmis ki, Hazret-i Ömer Efendimiz levent oldugu için, boylu poslu oldugu için sigmamis da, ayagi biraz uzamis oraya dogru... Hazret-i Ömer'in ayagi oldugu anlasilmis.

Simdi, böyle bir kötülügü yapmis olsalardi, Allah onlara Peygamber Efendimiz'in yaninda, türbesinde, ayni odada bulunma serefine erdirmezdi. Benim görüsüme göre... Nasib etmezdi, kogardi onlari bilmem nereye... Ne olursa olurlardi. Orada defnedilmek nasib olmus; bu çok önemli bir sey...

Bir de Hazret-i Aise Validemiz'in rüyasi vardir. Hazret-i Aise Validemiz bir rüya görmüs. Ebûbekir Efendimiz de rüya yorumlamayi seviyor. Biraz o hususta mahareti taninmis. Babasina diyor ki:

''--Babacigim, bir rüya gördüm. Gökten üç tane kamer, ay yere indi. Benim hücreme geldiler, topraga daldilar. Acaba bunun yorumu ne?..''

''--Kizim! Senin odana üç kisi defnedilecek. Bunlar yeryüzünün en hayirli insanlaridir.'' diyor.

Peygamber Efendimiz vefat edince de kizina yanasiyor, diyor ki:

''--Kizim, hani sen bir zaman bir rüya görmüstün ya, iste senin üç kamerinden bir tanesi budur ve en hayirlisi budur.'' diyor.

Peygamber Efendimiz oraya gömüldü. Ikincisi kim?.. Ebûbekir Efendimiz... Üçüncüsü kim?.. Ömer Efendimiz...

Evet, Ömer Efendimiz sinirli bir insandi, eli kirbaçliydi. Çarsiya pazara çikardi, belediye reisligi vardi. Esnafi kontrol ederdi. Kamçiyi kafasina indirirdi. Ama Allah için yapardi, adaletliydi. Sevmeyen olabilir, kizan olabilir ama Allah sevdi mi, baskasinin hiç önemi yok...

Peygamber Efendimiz'e de bazi konularda, ''Yâ Rasûlallah, öyle yapmayalim!'' demis ve Hazret-i Ömer'in itiraz ettigi sekilde vahiy inmis sonra... Samimiyetle kanaatini söyleyen insan... Dogruyu sevmek lâzim!..

Bizim burda anlatmak istedigimiz bilimsel bir gerçektir, bir yanlisligi düzeltmektir. Yunus Emre'lerin hiç birisi --Bursalisi zâten degildir de, birinci Yunus da öyle-- seyhayna, yhani Ebûbekir ve Ömer Efendilerimize söven bir insan degildir. Tevellâci ve teberrâci degildir. Alevî degildir, sünnî akidesindedir. Çok net... Bu siiri onun için buraya koydum. Iki dörtlügü daha var:

Alem fahri Muhammed,

Mi'râca agdugunda,

Çalab'dan diledigi,

Ümmetine azikdur.

Yunus senin aybini,

Gözlegil ayrugi ko,

Kimesnenin aybina,

Sen bakmagil yazikdur.

Sonunda da ahlâkî bir sey söylüyor: ''Ey Yunus!'' diyor kendisine... ''Senin ayibini gözle sen! Kendi ayibina bak, kendini düzeltmege çalis!.. Ayrugi ko; yâni baskasinin ayibini arastirmakla mesgul olma, birak o isi!.. Kimsenin ayibina bakma; günahtir.'' diyor. Yazik, günah demek...

Yunus Emre bir kere akide olarak isbat etmis oluyoruz, namazli niyazli bir insandi. Sonra sahabe-i kirama hürmet eden bir insandi. Ayet-i kerimeleri bilen bir insandi. Alevî kardeslerimiz de bu çizgiye gelsinler, bunun baska çaresi yoktur; çünkü, hak budur.

Yunus'un tasavvufî anlayisini ayrica anlatmak lâzim ama, kisaca söyle anlatalim... Bunu çok kimse bilmez. Bilmedikleri için de Yunus'u anlayamazlar. Yunus'un ne dedigini çok kimse anlayamaz, siirlerini dogru yorumlayamaz. Siirlerini yorumlayan insanlara bakiyorum, tatli insanlar, güzel insanlar, sevimli insanlar, kendilerini de seviyorum; ama, Yunus'un siirini açiklamasi dogru degil!.. Yunus'un siirini anlamamis... Benim anladigim bir takim konular var, noktalar var; açiyorum orayi, anladi mi, anlamamis.

Yunus tasavvuf yönünden Ahmed-i Yesevî ekolüne baglidir; bir... Ikincisi, vahdet-i vücud kanaatine sahibdir.

Biliyorsunuz tasavvufta vahdet-i vücud vardir. Yâni, ''Mahlûkatin vücudu izâfîdir. Varlik, Allah'in varligidir. Gerisi havadir, bostur, yoktur.'' demektir. Vahdet-i vücudu insan, lisedeki edebiyat kitaplarindan ögrenemez. Vahdet-i vücud ince bir konudur. Dikkat etmezse insan, ayagi küfre kayar. Kolay anlasilmaz, ince bir konudur. Yâni, kulun kendi varligini yok bilmesi, Allah'in varliginin yegâne varlik oldugunu bilmesidir. Yunus bu kanaattedir, vahdet-i vücuda sâliktir.

Biz meselâ, sahsen hangi ekoldeyiz?.. Biz vahdet-i suhûd'a sâlikiz. Bu Imam-i Rabbânî Efendimiz'in kanaatidir. Diyor ki: ''Ben murakabelerimde, halvetimde, tasavvufî çalismalarimda çok çok defalar, bütün dikkatimi kullanarak meseleyi tekrar tekrar inceledim; vahdet-i vücud yok, vahdet-i suhud var!'' diyor. Suhud ne demek?.. Allah'in varligina sahid her sey; bu sahidlerin birligi var... Allah var, onun disinda yarattiklari mahlûkat var... Muhiddin-i Arabî'nin dedigi gibi degil, vahdet-i suhud var demis oluyor.

Muhiddin-i Arabî'nin fikirlerine sahibdir Yunus Emre... Bu da normal, anlasiliyor. Çünkü, Muhiddin-i Arabî'nin kanaatinin, tasavvufî ekolünün Anadolu'da yayilmasina sebep olan Sadreddin-i Konevî, Konya'da uzun zaman hizmet etmistir. Malatya'ya ve sâireye gitmistir. Bu vahdet-i vücud düsüncesini Anadolu'da yerlestiren odur. Daha baska mutasavvif sairler vardir. Mevlânâ da vahdet-i vücuda müntesibdir.

Haci Bayram-i Velî'yi inceledi, Ethem Cebecioglu diye bir talebem vardi, simdi doçent Ilâhiyat'ta... Ben emekli olduktan sonra ona sordum:

'
'--Nasil, Hacibayram-i Velî'yi inceledin mi?'' dedim.

''--Maalesef hocam, o da vahdet-i vücudcu...'' dedi.

Maalesef demeye lüzum yoktur. Vahdet-i vücut, öyle maalesef denecek bir inanç degil ama, çok dikkatli olmak lâzim!..

Muhterem kardeslerim! Insânin zâten seriati bilmeden tasavvufa dalmasi tehlikelidir. Önce muhaddis olacak, müfessir olacak, fakîh olacak; ondan sonra tasavvufa girerse ayagi kaymaz. Onlari bilmeden tasavvufa girerse, takliden birisinden duydugu sözü söyler, çok büyük tehlikelere düser.

Ben bazen, tasavvuftan bahseden insanlarin kitaplarini okuyorum, gülüyorum. Anlamiyorlar, yasamadiklari için... Yasamadigi için bilmiyor konuyu, bilmedigi için de hariçten gazel okuyor.

Eskiden gazinolar olurmus. Gazelhâni olurmus, sahnesi olurmus. Hanendesi, sâzendesi olurmus. Içkiyi içince bazilari da cosarmis, hariçten gazel atarlarmis. Oraya yazarlarmis, ''Hariçten gazel atmak yoktur.'' diye...

Yâni kimisi hariçten cosup da gazel atiyor. Öyle degildir. Bu isin sakasi, oyunu yoktur. Burda hariçten gazel atmak insanin ayagini kaydirir, cehenneme düsürür. O bakimdan meseleleri yasamak lâzim, onlarin halet-i rûhiyesini anlamak lâzim!..

Vahdet-i vücud insanin seyr-i sülûkunda ve halvetinde bir duraktir. Sonlara yakin bir duraktir. O duraktan sonra baska duraklar vardir. Kisaca böyle söyleyebilirim. O duraga gelir insan... O durak son durak degildir. O duraktan daha ötedeki duraklara geldigi zaman insan-i kâmil olur.

Yunus Emre'ye göre insanlar dört sinif... Tabii, kâfirler de var... Kâfirleri hiç nazar-i dikkate almiyor.

(Ülâike kel'en'âmü belhüm edal) ''Onlar hayvanlar gibidir, onlardan da saskindir.'' Hayvanlardan daha sasirmistir, kâfir oldugu için...''

Haci Bektâs-i Velî de bunu yaziyor Makàlât'inda... Gayrimüslimleri, Allah'in varligini birligini anlayamamis olduklari için siralamaya almiyor, kayit dahi etmiyor.

Mü'minler vardir. Mü'minler dört siniftir:

1. Ehl-i seriat

2. Ehl-i tarîkat

3. Ehl-i ma'rifet

4. Ehl-i hakîkat

Simdi bu siramayi da kimse bilmiyor. kimisi ma'rifeti öne aliyor, kimisi muhabbeti öne aliyor. Ama Yunus'un ekolünde siralama böyledir. Seriat kavmi, tarikat kavmi, ma'rifet kavmi... Yâni, seriat ilkokuldur diyelim. Tarikat, ortaokul ve lisedir. Ma'rifet üniversitedir. Hakîkat da, üstadliktir; yâni her seyi bitirip, ihtisas yapip da en yüksek pâyeye ulasmis olmaktir.

Yunus seriat, tarikat, ma'rifet kelimelerini kullanir siirlerinde... Bu mânâya kullanilir. Danismend, fakih, sofî kelimelerini kullanir; bu tasnife göre kullanir. Muhib kelimesini kullanir; asik demek... Asik Yunus diye de söyler bazen... Muhib diye de söyler. Iste en yüksek olan da budur. Onun için, kendisi de aski en ön plana almistir.

Yunus'un felsefesi, Mevlânâ'nin zihniyetiyle aynidir. Ikisi de tasavvufî mertebelerin siralanisinda, en yüksek makami ask makami olarak görmüslerdir. Yunus bunu açikça söylüyor:

Yunus öldü diye selâ verilir,

Ölen hayvan imis, asiklar ölmez!

Asigin ölecegini bile kabul etmiyor. ''Yunus öldü diyorlar; ölür mü hiç asik?..'' diyor. Hakîkaten ölmemistir. Bak sana hâlâ konusuyoruz, yasiyor aramizda...

Asktan söz etmistir Yunus... Bastan sona divaninin %80'i, 90'i ask üzerinedir. Mevlânâ da öyledir. Mevlânâ da biliyorsunuz Mesnevîye seyden basliyor:

Bisnev ez ney çün hikâyet mîküned,

Ez cüdâyîhâ sikâyet mîküned.

''Dinle neyden kim hikâyet eyliyor; ayriliklardan sikâyet eyliyor.'' diye basliyor. Neyin bu yanik sedâsinin özüne, vatan-i aslîsine hasretin sebebiyle oldugunu sembolik olarak söylüyor. Sonra da yapistiriyor söyleyecegi sözü:

Atesest in bank-i nâyu nîst bâd,

Her ki in âtes nedâred, nîst bâd.

''Bu neyin içindeki atestir; üfürük degildir, yel degildir, atestir. Kimin içinde bu ates yoksa, yok olsun be!.. Adam mi o?..'' Beddua ediyor. ''Içinde bu ask atesi olmayan yok olsun!'' diye söylüyor. Yunus da öyledir, Mevlânâ da öyledir. Haci Bektâs-i Velî de öyledir. O da ayni makamdan bahsediyor.

Yunus'a göre, tasavvuf çok kiymetli bir ilimdir. Erenler en yüksek insanlardir. Bir siiri vardir ''Eve Dervisler Geldi'' diye... Eve dervisler geldi diye dügün bayram ediyor, siir yazmis. Gazel yazmis. Sevgisini heyecanini ifade eden ilâhi yazmis. Erenler en yüksek insanlardir.

Evliyaya ugramaz ise yolun,

Göçtü kervan, kaldin daglar basinda!..

der Yunus... Onun erenlere saygisinin bir iki misalini vereyim:

Erenlerin nazari,

Topragi gevher eder.

Erenler kademinde,

Toprak olasim gelir.

''Erenlerin ayaginin topragi olmak istiyorum'' diyor.

Sonra, dervislige medhiyeleri çoktur. Ma'rifetullah yolu, askullaha, muhabbetullaha götüren egitim oldugu için, dervislik çok kiymetlidir Yunus'a göre... Dervislik, Farsçada fakirlik demek... Türkçe'de buna miskinlik de diyor Yunus... Miskin Yunus dedigi, dervis Yunus demektir. Yoksa Yunus miskin degildir, civa gibi bir insandir.

Bu dervislik duragi,

Bir acaib durakdur.

Dervis olan kisiye,

Evvel dirlik gerekdür.

Çün anda dirlik ola,

Hak bile birlik ola...

Varligi elden koyub,

Ere kulluk gerekdür.

Diyor ki: ''Bu dervislik bir acaib yoldur. Dervis olan kisiye evvelâ dirilik, hayat, yasam gerek... Yâni, adam ölmüs olmayacak. Itiyorsun, kakiyorsun, çimdikliyorsun, çivi batiriyorsun, igne batiriyorsun; kipirdamiyor. Ölmüs... Tamam, dervis olamaz! Çünkü, hayat yok... Evvelâ dirlik olacak, canli olacak bir kere...

Ikincisi: (Çün anda dirlik ola..) Eger dervis olacak kimsede bir hayat varsa, (Hak ile birlik ola... Varligi elden koyup, ere kulluk gerekdür.) seyhe teslim olacak. Erene, evliyaya kulluk edecek, iyi hizmet edecek ki, varligini benligini koyacak ki, terakkî edebilsin.

Eger bir insanda varlik varsa... Varlik nedir?.. Varlik; kibridir, gururudur, ilmidir, parasidir, mevkiidir, makamidir...

Mevlânâ'nin karsisina zamanin beylerinden bir bey gelmis. Mevlânâ, hiç konusmamis. Böyle basi egik, elleri cübbesinin yeninde böyle durmus. Karsisindaki bey, sultan, mevki makam sahibi insan; hiç iltifat etmiyor, böyle duruyor. Adam durmus durmus, terlemis, kizarmis, bozarmis, demis ki:

'
'--Efendim bana bir nasihat etseniz!''

O da ne kadar zalim olsa gene iyi insan ki, Mevlânâ'yi ziyaret ediyor, bir de nasihat istiyor...

''--Evlâdim, sana ben ne diyeyim? Seni Rahman sultan eylemis, sen seytana kulluk ediyorsun!.. Rahman seni sultan etmis, Rahman'a kulluk edecekken, seytana kulluk ediyorsun, seytana uyuyuyorsun; olur mu böyle sey?.. Halki sana ismarlamis, havale etmis bunlara sefkat eyle, hizmet eyle diye; sen onlara zulmediyorsun. Ben sana ne diyeyim?'' diye adamcagiza öyle agir sözler söylemis ki, hüngür hüngür aglamis adam...

Cesarete bak!.. Kimseye eyvallahi yok, hak sözü gümbür gümbür söylüyor.

Varligi elden koyacak, mevki düsünmeyecek, makam düsünmeyecek, zengin oldugunu düsünmeyecek.

Zenginin yürüsü bile baskadir. Elini cebine koyar. Yürüyüsünden anlarsin ki, bu adam zengindir. Isterse çapaçul giysin, yürüyüsünden belli olur. Dükkâna girisinden belli olur, fiati sorusundan belli olur. Söyle ezile büzüle, ''Bunun fiati kaç acaba?...'' filân derse; fakir, adamin parasi yok, tezgâhtardan korkuyor. Ötekisi ''bunun parasi kaç?..'' der, ''Begenmedim!'' der. Kirk tanesine bakar, kirkbir tanesine bakar... Özür dilemeden, pabuçlarin hepsi meydanda, çikar gider. Hiç birisini almaz. Zengin...

Zenginin halet-i rûhiyesi, mevki makam sahibinin halet- i rûhiyesi... Bir de ilim insana benlik verir. ''Ben ki, söyleyim, böyleyim...'' diye düsünür, o da benlik verir. Bunlarin hepsini koyacak. Varligin elden koyup --çar terk dedigimiz terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk-- ere kulluk edecek. Bir kere su egitimini bir tamamlayacak!..

Hani ne demis Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri'ne, Üftâde Hazretleri?..

--Efendim ne olur beni dervis al, kabul et!..

--Evlâdim sen yapamazsin, kadiliga devam et! Bizim isimiz zordur.

--Efendim ne olur... Tamam, yapmaga söz veriyorum, dervisiniz olayim!..

--E peki, o zaman ciger sat bakalim Bursa'nin sokaklarinda!.. Ciger...

Eskiden ciger nasil satiliyor, böyle camekân mi var?.. Belediyenin istedigi sartlara uygun böyle satis yerleri mi var?.. Yok... Sopaya cigerler takiliyor, arkadan kediler miyav miyav geliyor... Adamin sirtinda ciger sopasi... Sokaklarda bagiriyor. Isteyene cigeri kesiyor, veriyor. Yarim okka, bir okka, bilmem ne...

Bursa'nin kadisi, konagi olan, ilmi irfani olan Aziz Mahmud-u Hüdâî'ye ne diyor seyhi?.. ''Ciger sat evlâdim!'' diyor. Niye?.. Nefsi ezilsin diye. Satmis... Çok güzel hizmet etmis, çok güzel tevâzu göstermis. Is bittikten sonra, demis ki: ''Evlâdim, aferin! Basardin bu egitimi... Hadi bakalim seni Istanbul'a vazifeli gönderiyorum. Umarim ki, sultanlar atinin dizgininden tutar, önünden yaya yürür.'' demis.

Ve yürümüstür... Sultan Ahmed dervisi olmustur. Atinin dizginini tutmus ve önünden yürümüstür. Evvelden de, sonrasini gösteriyor Allah evliyâsina...

Kulluk eyle erene,

Sarkdan garbi görene!..

Senden haber sorana,

Key miskinlik gerekdür.

''Seyhe hizmet et ki, o sarki garbi görür.'' --Bak Bursa'da iken, Istanbul'da ilerde olacak hadiseleri keramet olarak haber vermis.-- (Senden haber sorana, key miskinlik gerektir.) Yâni, çok mütevâzi olacaksin, miskin olacaksin... Öyle kibirli olmayacaksin.

Miskin olagör bâri,

Benlikden irak yürü!..

Gönlünde benlik olan,

Dervislikten irakdir.

Eger mütevâzi olamazsan, içinde benlik varsa, o zaman dervislikten irak olursun.

Hak eren, benim dedi.

Varligin erde kodu.

Erenlerin himmeti,

Yerden göge direkdir.

Yine ereni, seyhi medhediyor.

Bu dervislik beratin,

Okimadi müttiler.

Kim ne biliser bunu,

Bir acaib varakdir.

Varak, defter, yaprak demek... ''Bu ilmi kadilar, müftüler okumadi. Bu bir acaib ilimdir, acaib yapraktir. Bunu bilmezler.'' diyor.

Gerçekten öyledir, aziz ve muhterem kardeslerim!.. Ilâhiyat Fakültesi profesörü olarak ilâhiyat hocalarini tanirim, Diyanet'ten müftüler, diyânet isleri baskanlari tanirim; tasavvufî terbiye baska seydir. Ilâhiyatlarda okunmuyor, imam-hatiplerde okunmuyor. Insan alirsa aliyor, almazsa adam olamiyor.

Ey Yunus ârif isen,

Anladim bildim deme!..

Tut miskinlik etegin,

Âhir sana gerektir!

''Ey Yunus! Bildim filân diye, kibir gurur satma; miskinlik, mütevâzilik tarafini tut! Sana gerek olan budur.'' Çünkü, Allah mütevâzi kullarini sever.

Yunus'a göre danismend, ilim ögrenen, henüz daha hamdir. Fakîh --h harfi düsmüstür faki derler-- fikih bilen insan demektir. Sonra sôfî, tarikat erbabi... Girmis tarikata ama, girmek bitimek demek degil ki... Nerde okuyorsun?.. Falanca fakültede... Daha bitirmemis, dur bakalim!... Ön kapidan mi çikacak, arka kapidan mi çikacak; diplomayi hangi dereceden alacak, ne olacak belli degil... Ona da çatar zaman zaman... ''Ey sôfî, sen söyle diyorsun, böyle diyorsun...'' diye ona da çatar Yunus'umuz...

Sevdigi insanlar ârif insanlardir, irfan ehli insanlardir, ma'rifet ehli insanlaridr. Tevâzua çok önem verir, ahlâk-i hamîdeye çok deger verir. ''Insanin ahlâki güzel olmadiktan sonra, sagi solu yikip yaktiktan sonra, kalb kirdiktan sonra kiymeti olmaz!'' diye söyler siirlerinde...

Ve en yüksek makam da, asiklik makamidir. Asik niçin asiktir?.. Müsahede makamina erdigi için asiktir. Yâni, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ni müsahede zevkine, makamina, rütbesine ulasmis oldugu için, o güzelliin karsisinda mesttir. Gözü ne cennet görür, ne hûri görür, ne baska mevkî makam görür. O ask ile, her yaptigi isi Allah rizasi için yapar. Ve dâimâ Allah'in rizasini gözetir.

Söyledigi sözler dogrudur, katiliyorum. Seriatin ahkâmi konusunda titizligini vurgulamak isterim.

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi ulûm-u ser'iyyeye, dînî bilgilere kuvvetli bir sekilde âsinâ eylesin... Dinini bilen müslümanlar olalim; bir... Tasavvufî terbiye edidigimiz iç egitimini, vicdan egitimini, nefis terbiyesi islemini görmüs olalim!.. Sivriliklerden, sertliklerden, çirkinliklerden, ahlâkî zaaflardan içimizi yikamis, temizlemis olalim; iki...

Allah-u teâlâ Hazretleri bize ma'rifetini ihsân eylesin... Irfan ehli eylesin... Gözümüze müsâhedeyi nasib eylesin, gönlümüze askini, muhabbetini ihsan eylesin... Sevdigi razi oldugu kullar olarak, onu seven kullar olarak, her yaptigi isi Allah askina yaparak yasamayi nasib eylesin... Huzuruna da sevdigi razi oldugu bir kul olarak varmayi nasib eylesin... Iki cihanda azîz ve bahtiyar olun... Hepinizin dualarini beklerim... Hepinize sevgilerimi, saygilarimi arz ederim...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..


(30. 10. 1994 - Çesme / IZMIR Konferanstan bir bölüm.)