Bağlılarından Mustafa Miyasoğlu'nun Kaleminden: Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincanî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bağlılarından Mustafa Miyasoğlu'nun Kaleminden: Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincanî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mayıs 2011 Cuma

Bağlılarından Mustafa Miyasoğlu'nun Kaleminden: Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincanî

 


Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincanî
[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]
Talebesi çok, reklamı yoktu
25 yıllık müritlikten sonra insanları irşada başlayan ve talebelerinin sayısı 1 milyonu aşan Abdürrahim Reyhan Efendi, 25 yıllık irşad vazifesine köyünde sohbet odası yaptırarak başlar. 12 Eylül 1980’den önce kendisiyle tanıştığını belirten Mustafa Miyasoğlu diyor ki: “Efendimin talebesi çok, reklamı yoktu. Yani mütevazı bir insandı.”
Abdürrahim Reyhan Efendi nerede, ne zaman doğdu?
Efendimiz; 1930 yılında, Erzincan’nın Keleriç beldesinde dünyaya geldi. Keleriç (bugünkü adıyla Karakaya), pek çok tasavvuf büyüğünün yaşadığı beldelerden biri. Abdürrahim Efendi’nin soyadı Reyhan olmasına rağmen, çocukluk yıllarından beri o adı ve soyadı ile değil, daha çok “Efendi” unvanıyla tanınır ve hep bu şekilde anılır.
Babası, dedesi, yaşadığı yer ve ne yaptığı hakkında bilgi verir misiniz?
Babası Hüseyin Efendi, dedesi Erzincanlı Nakşibendi şeyhi Beşir Efendi ile Tercan ve Otlukbeli’ndeki dergahta kalır ve hizmet eder. Keleriç’e yerleşerek bağcılık ve tarımla uğraşır. Babasından 14 yaşında yetim kalır.
Tahsil hayatından bahseder misiniz?
Abdürrahim Efendi, çok farklı bir çocuktur. Diğer çocuklar oyun oynarken o kitap okur ve düşünür. Orta okuldan sonra tahsili bırakır ve ailesinin geçimini üstlenir. Askerde orta okulu yarıda bırakmasına rağmen çavuş yaparlar O’nu. Depoların çoğunu fgüvendikleri için O’na teslim ederler. Askerde bile kitap okumakla meşguldur. Abdürrahim Efendi’nin dedesi şeyh Muhammed Beşir Efendi’dir. Onun halifesi, Bayburtlu Dede Paşa diye bilinen Musa Baştürk. Abdürrahim Efendi, Bayburtlu Dede Paşa ile babasının öldüğü günlerde karşılaşır, ama ancak 1957 yılında intisap eder.
Neden o gün değil de 1957’de?
Çünkü rüyasında Dede Paşa’yı görür, sonra da Keleriç’e gelen Dede Paşa’yı görünce bayılır ve ayılınca O’na intisap eder. Bu ikinci karşılaşmanın onun için “fenâfişşeyh” seviyesinde bağlılığa yol açtığını o mecliste bulunanlar ifade ederler.
İnsanları irşada ne zaman başladı?
25 yıllık müritlikten sonra Dede Paşa ona “teveccüh” görevi verir ve aynı zamanda kendisinin halifesi olduğunu söyler. 1973 yılında Dede Paşa’nın ölümü üzerine irşad görevine başlar.
İrşad halkası yüzbinleri buldu
İnsanları nasıl irşad ediyordu?
Önce Keleriç’te, bir süre sonra da Erzincan’da sohbete müsait binalar yaptırdı. Bu binalarda toplanan ihvanlara sohbet ediyor, tasavvufî hakikâtleri anlatıyordu. 1980’den sonra, şeyh efendisi gibi o da Ankara ve İstanbul başta olmak üzere pek çok yeri dolaştı.
İstanbul’a ne zaman yerleşti?
Vefatından 10 yıl önce İstanbul’a evini nakletti. Yurt içi ve yurt dışı seyahatleriyle, ayet ve hadislerden yola çıkan sohbetleriyle her seviyeden insana hak ve hakikat ölçülerini anlatıyordu. Bu arada, dedesinin ihvanı olan Salih Baba isimli şairin şiirleriyle gelişen sohbetlerinde, aşk ve muhabbeti öne almaya başladı. Dede Paşa’nın halifesi olduğu için onun müridleri eski ihvanları yanında, pek çok yeni müritle birlikte irşat halkası yüz binleri buldu.
Bu kadar müridi var mıydı?
Tabi tabi. Son devirlerin müridi en kalabalık irşad kutbu olduğu halde, Abdürrahim Efendi sade bir hayat sürüyordu. 25 yıllık irşat görevinden sonra 1998 yılında İstanbul’da vefat edince, hem İstanbul ve hem de bir gün sonra Erzincan’da kılınan cenaze namazlarında muhteşem bir kalabalık toplandı. Terzi Baba Mezarlığı’nda gömüldüğü yere, bir süre sonra Terzi Baba’nın türbesi gibi bir türbe yapıldı. Onun bizzat yaptırdığı toplantı yerleriyle vakıf binaları hâlâ hizmet veriyor. Hizmeti olan her Müslümanın hayırla anılmasını isterdi, bunu şiar edinmişti.
Abdürrahim Efendi ile ne zaman ve nerede tanıştınız?
Efendi Hazretleri ile 1980 yılında, 12 Eylül’den kısa bir süre önce görüştüm. Bundan kısa bir süre önce kardeşim beni başka bir Nakşibendi şeyhine götürmek istemişti. Halbuki ben Efendi hakkında bazı şeyler duymuş, ona muhabbet beslemeye başlamıştım. Kardeşimin söylediği şeyhe gideceğimiz gün birden bire öylesine rahatsızlandım ki, kardeşime “Benim nasibim senin şeyhinde değil galiba, o yüzden benim efendim yolumu kesti!” dedim. Kısa bir süre sonra da Abdürrahim Efendi ile tanıştım. Bana öyle sade ve tabii göründü ki, o güne kadar tanıdığım pek çok mürşitten fazla sevdim, hemen teslim oldum. O yıldan sonra pek çok görüşmemiz oldu, sayısını hatırlamadığım kadar sohbetinde bulundum.
Sohbetlerinde nelerden bahsediyordu?
Bunların büyük bir bölümü herkesin anlayabileceği sohbetlerdi. Bazıları da sanki gönlümden sorduğum soruların cevabı gibiydi. Bazen anlattığı fevkalâde şeylere şaşırdığımda, beni temin etmek istercesine tebessümle yüzüme baktığını fark ederdim.
Kerametlerine de şahit oldunuz mu?
Olmam mı? Üç arkadaşla bir gün akşam üzeri sohbet ettiği eve giderken, içimden şöyle demiştim: “Bugün hiç kimsenin duymadığı bir sohbet şöleni olsa!” Erken gittiğimiz için, salonda bizden başka kimse yoktu. Efendi, epeyce bir zaman farklı bir sohbet yaptı, o güne kadar gerçekten duymadığım şeyler söyledi. Bir süre sonra Efendi, salonu dolduran kalabalığa, “Hoş geldiniz efendiler!” diyerek genel bir sohbete başlayınca, nerede olduğumuzu anladım. Umumi sohbetten sonra dağıldık, eve giderken yanımdaki arkadaşlara sohbetin başındaki sözleri belirterek, onlardan hatırlayabildiklerini sordum. Tiyatrocu dostum Hasan Nail Canat ile başka bir arkadaş şaşkınlıkla tek kelime hatırlayamadıklarını söylediler, hatta bir kısmını hiç anlamamışlardı. O zaman benim için konuştuğunu anlamıştım: Varlık, yaratılış hikmeti gibi felsefi konular üzerinde konuştuğunu biliyordum, ama hangi hususları, hangi cümlelerle ifade ettiğini bir türlü hatırlayamıyordum. Sanki bizim gibi Necip Fazıl’ın sohbetlerini dinlemiş insanlara, toplantı salonuna girerken gönülden istediğim gibi bir sohbet şöleni sunmuş, orta okuldan sonra okumamış insanların bilmeyeceği şeylerle beni mutlu etmişti, ama bunları da zihnimden silmişti. Bana göre bu tam bir kerametti...
Başka kerametlerini de gördünüz mü?
Pek çok insan gibi benim de zihnime takılan bir husus vardı; Eyüp Sultan Camii’ne Cuma namazı için giderken bizzat sormuştum: “-Hak tarikatların hepsi bir şekilde Peygamberimize bağlı olduğu halde, neden farklı sözlerle zikir yapıyorlar?” Cevap olarak şunu ifade ettiler: “-Peygamberimiz 23 yıl boyunca bilinen, müekked sünnetleri dışında muhtelif şekillerde zikir ve ibadetler yaptı. Her tarikat kendine verilen derse göre zikir yaparak bu sünnetlerin yaşamasına hizmet eder ve böylece nefsini terbiye ederek ruhunu inkişaf ettirir. Bunların hepsi emirle olur. Kimse kendine göre ibadet seçimi yapamaz.” Bir de, “Bazı tarikatlarda zamanla farklılıklar görülüyor. Bunlar da mı emirle veya izinle yapılıyor?” diye sordum. Yine tebessüm ederek yüzüme baktı ve şöyle dedi: “-Emin olun ki böyledir hocam.” Benim en çok duyduğum sözlerinden biri de şudur: “-Bize bazı adamlar geliyor, ilmihal bilgileri dışında ve hatta onların zıddına şeyler soruyor, fetva istiyorlar; biz böyle bir şeye nasıl âlet olabilir, dini nasıl değiştirebiliriz?”
Gönüllere akan hakikat pınarı
Gönüller Sultanı Abdürrahim Reyhan Hazretleri, 24 Ocak 1998’de aramızdan zahiri olarak ayrılıp her zaman beraber olduğuna inandığımız Hakk’a yürüyerek ahirete irtihal etmişti. 1930 yılında Erzincan’ın Üzümlü ilçesinin Karakaya  (Keleriç) Beldesi’nde dünyaya teşrif eden Abdürrahim Reyhan Efendi, zamanın büyük mürşitlerinden Şeyh Beşir Efendi Hazretleri’nin torunudur. Beşir Efendi Hazretleri aynı zamanda Abdurrahim Reyhan Hazretleri’nin şeyhi olan Musa Dede Bayburdi Hazretleri’nin şeyhi idi.
Sade ve gözden uzak bir hayat sürdü
25 yıllık irşad hizmetleri sırasında, ilim ve memleket hizmetinde bulunan gençleri destekler, gönüllerini alıp teşvik ederdi. Bu yolda Reyhan Vakfı’nı kurdu ve ihtiyaç sahiplerine yardımı çevresine emrederdi. Günlük politika ile uğraşanların hasbi hizmetlerini teşvik eder, böyle hizmetlerin her türlü menfaat hesapları dışında yapılmasını insanlığın şanından sayardı. Hayatının son yıllarında pek çok hastalıktan mustarip olmasına rağmen, gerek yurtdışında ve gerekse yurt içindeki seyahatleriyle sevenlerini irşada devam eder, hak ve hakikat yolunun inceliklerini anlamalarına yardımcı olurdu. Bu hizmetleri sırasında hep sade ve gözlerden uzak bir hayat sürer, sevenleri dışında kimsenin dikkatini çekmezdi. Efendi’nin sevenlerine yaptığı sohbetlerinden derlenen kitaplar da böyle gösterişsiz olmuştur.
Ömrünü irşada vakfetti
O, Türkiye’den dört bir yana yayılmış dünya Müslümanlarına tasavvufî hakikatleri İslâmî öz içinde anlatırken, sünnete uygun yaşamanın da hakikî örneklerinden birini ortaya koyuyordu. İlim, servet, ibâdet ve halka hizmet gibi zahirî tezâhürlerin hakîkatle örtüşmesi için gönülden bağlılığı esas alır ve bağlılarına öyle gösterirdi.
Efendi Hazretleri’nin müritlerine en önemli tavsiyesi neydi?
Hizmetini çok takdir ettiği Necip Fazıl tarafından sadeleştirilen “Reşahat” adlı kitabı tavsiye eder, Salih Baba’nın divanıyla birlikte okunmasını isterdi. İlim erbabıyla tahsil yapan gençlere çok iltifat eder, muhabbet gösterirdi. Sevenlerine de hep “Dâvet edildiğin yere erinme, dâvet edilmediğin yere görünme” derdi...
Vefatının 8. yıldönümünde Efendi’nin cenaze namazından söz eder misiniz?
Abdürrahim Reyhan Efendi’nin cenaze namazından söz etmek o acıyı tekrar yaşamak edemek. Sorduğunuz için anlatıyorum. 1998 yılının Ocak ayıydı. Bir Ramazan gecesinde İstanbul’da dünyasını değiştirdi..
Vefat ettiğinde kaç yaşındaydı?
Efendi Hazretleri, hayatı boyunca gerçekten mütevâzı, ama vazifesinin büyüklüğünü çevresine hissettiren bir hayat tarzı içinde, 68 yıl süren bir ömür yaşadı. Bunun son 25 yılında ALLAH’ın lûtfu olmadan yapılamayacak irşâd görevi ifâ etti ve sürekli şeyhi Dede Paşa hazretlerinin yolunda, onun ışığını Erzincan’dan dünyaya yaydı. Bu görevin son 12 yılı İstanbul’a taşıdığı evi ve gönül tekkesi çevresinde gelişti.
Sünnete nasıl bakardı?
Çok önem verirdi. O, Türkiye’den dört bir yana yayılmış dünya Müslümanlarına tasavvufî hakîkatleri İslâmî öz içinde anlatırken, sünnete uygun yaşamanın da hakîkî örneklerinden birini ortaya koyuyordu. İlim, servet, ibâdet ve halka hizmet gibi zahirî tezâhürlerin hakîkatle örtüşmesi için gönülden bağlılığı esas alır ve bağlılarına öyle gösterirdi. Dede Paşa’dan duyulan ve sık sık sohbetlerinde de ifadesini bulan şekliyle, “Hulûsunuzun bârını yersiniz” derdi. Yani ihlâsınızın meyvasını yersiniz... Gerçekten de öyle değil mi? İhlâsla yaşamak ve ibadet etmek o kadar önemli ki, insanoğlu bunu anladığı, hakkıyla idrâk ettiği zaman hayatını ne kadar sade, ne kadar samimi ve ne kadar hayırlı geçirebilirse o kadar mutlu olacağını yakından kavrar sanıyorum. Abdurrahim Efendi bunu hayatıyla, hizmet ve faaliyetiyle onu tanıyabilen herkese çok tabii bir şey olarak gösterirdi. Tabii görebilene...
Siz Efendi hazretlerinin bağlısı olarak cenaze merasiminde bulundunuz mu? Bulunduysanız, ne gördünüz?
İstanbul’da ve Erzincan’da kılınan iki cenaze namazında da bulundum. Bu cenazeleri anlatacak iki sıfat var; bu iki sıfat birbirine zıt görünse de birbirini tamamlamaktadır: Muhteşem sadelik.. “İnsanlar nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşredilir” şeklinde bir hadis-i şerif biliyorum. O yüzden de cenazesini anlatabilmek için hayatını ve ölümünü anlatmak gerekir diye düşünüyorum. Bunun tersi de doğru: Abdurrahim Efendi Hazretlerinin hayatını ve şahsiyetini iyi anlayabilmek için, onun cenazesini ve nasıl defnedildiğini görmeli veya görenlerden dinleyerek incelemeli. Tam bir Hak dostu gibi... “Efendi” adıyla bilinen ve medyadan, şöhret âfetinden alabildiğine uzak yaşayan, ama tesiri ve müridleriyle son devir tarikatları içinde fevkâlâde hızla yayılan, buna rağmen dikkatlerden uzak kalan bir hakîkat erinin huzurunda olduğumuzu iyi bilirdik. Ama bu bilginin gereği olan hizmet ve gayreti gösterebildik mi? Buna kim hakkıyla evet diyebilir?..
Şirinevler Ulu Camii’nde toplanan cemaat, gazete ve televizyondan haber alınamadığı için mütevazi olacak sanılıyordu. Çünkü Cumayı Cumartesi’ye bağlayan gece yarısı, yani muhtemel bir Kadir Gecesi vefat etmiş, o günün öğle namazında cenazesi  kılınacaktı. Pazar günü de Erzincan’da ikinci defa kılınacak cenaze namazından sonra, Kadir Gecesi’nin gündüzünde Terzi Baba Mezarlığı’nda toprağa verilecekti. Öyle de oldu. Ama beş altı bin civarındaki İstanbul cemaatına karşılık, gazete ve televizyon haberlerinden duyan müridlerinden oluşan 10-12 bin kişilik cemaat, Erzincan’ı hayretler içinde bıraktı. Cenaze sade olduğu kadar muhteşemdi. Bu kadar kalabalıkta tek kişinin burnu kanamadı ve hizmet tamamlandı. Efendi şimdi Hakk’ın huzurunda olduğu kadar sevenlerinin de gönlünde...
O’nun sohbetlerini, mesela Tasavvuf’la ilgili sözlerini hatırlıyor musunuz?
Hiç unutmadık ki. Mesela bir gün söze şöyle başlamıştı “Burada Kısacana tasavvufun ana temelleri hakkında bir bilgi sunacağız. İnsan istedikten sonra yapamayacağı birşey yok. ALLAH (c.c.) bu istegi ve bu gücü bizlere vermiş. Yeter ki biz neyi istiyoruz bunu bilelim.... ALLAH’ım maksadım sensin. Senin Rızanı isterim”  Sonra da şu dörtlükle sürdürmüştü sohbetini “Sen sana gel ey gönül kılmahased kibr’ü riya / Bu sıfatlarla tahalluk eden oldu eşkıya. / Sıdk ile biat kılıp oldun’mu ümmet Ahmed´e / Kuru laf ile gecirip ömrü kaldın sufliya”
Efendi hazretleri tasavvufu nasıl tarif ediyordu?
Şöyle diyordu: “Kali hale tebdil etmek şekliyle ifade edilen tasavvuf İslam dininin ihtiva ettiği, bilgi sisteminin kuvveden fiile yani kalden hale, nazariyeden ameliyeye dönüşüdür. Meseleye bu zaviyeden bakılmalı. Tasavvufun esaslarını iyi tesbit etmek yerinde bir davranış olur. Bu esaslar İslam tasavvufunda Kitap ve sünnet istikametinde gerçekleşir. Tasavvuf sosyal bir hadisedir.Bu yüzden onu fikri ve şekli bir tarzda düşünmek lazımdır.Peygamber (s.a.) efendimiz zamanında İslami ilimlerin esasları bizzat mevcut olmakla beraber, ihtiyaç hissedilmediği için tedvin edilmemiştir. Yani fıkıh, kelam ,hadis, tefsir  ilmi ismiyle müdevven ilimler yoktu; fakat Fıkıh, kelam, hadis ve tefsir bizzat mevcuttu. Bu ilimler asr-ı saadet’ten sonra ihtiyaca göre zamanla tedvin edilmiştir.İnsanlar meşreblerine, fıtri yapılarına ve karakterlerine göre üç tarzda bu yolculuğu gerçekleştirebilirler.Tasavvuf ıstılahında bu yollara “Tarik-i ahyar”, “Tarik-i ebrar”, “Tarik-i şettar” ismi verilmiştir."
ALLAH dostlarını tarif eden hadisler de okur muydu?
-Evet Kudsi Hadislerle ALLAH dostlarının şöyle tarif edildiğini bildirirdi:  “AIIahu Teala buyuruyor ki: Her kim benim veli kuIIarımdan birisine düşmanlık ederse, muhakkak ben ona harp açar (dostumun intikamını alırım.” Yine bir kudsi hadiste Cenab-ı ALLAH’ın şöyle buyurduğunu bildirirdi: “Kim benim velilerimden birisini hafife alırsa, bana düşman olarak karşıma çıkmış olur.” Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde buyuruyor ki: “Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar ALLAH`ın emrini ayakta tutmaya devam ederler Onları terkedenler ve kendilerine karşı çıkanlar onlara bir zarar veremez. Bu durum, ALLAH’ın kıyamet emri gelinceye kadar devam eder. Onlar insanlara devamlı üstün gelirler”
“Alimler peygamberlerin varisidir” hadisi şerifini sık sık okur, “Bunlar, halkı Hakk’a ulaştırmanın memuru olan velilerdir. Bu tür velilere mürşit, bu işin öğretisine yol, tarikat, usul, ilim dilinde ise tasavvuf denilir” derdi.
Kaza ve kaderi nasıl izah ederdi?
Olacak şeylerin hepsini ezelde bilip, sonradan olacağı şekliyle ALLAH’ın takdir ve tesbit etmesine kader denildiğini, böylece kararlaştırılmış olanların zamanı gelince aynen yazıldığı gibi oluşmasına da kaza denildiğini hatırlyatırdı. Hayır ve şerrin, fayda ve zarar verecek olan her yaratık ve her olayın ALLAH’ın dilemesi ve ona ol demesiyle yaratıldığını, bu sebeble bizim “Hayır ve şer ALLAH’tandır” diye inanmamız gerektiğini, ALLAH’ın hayra rızası olduğunu, şerre ise rızası olmadığını söylerdi. “Bu yüzden arzu ve irademiz içinde olan iş ve amellerimizde hayrı istemeli ve hayrı yapmalıyız. Şerri, yasağı, haram ve zararlıyı istememeli ve onları yapmamalıyız” derdi. Bizim bu istek ve irademize cüz’i irade denildiğini, bu cüz’i irademizin, bu akli seçme ve serbestliğimizin bize mesuliyet yüklediğini belirtir, sevap ve günahların bu serbest seçim ve hür irademiz yüzünden artacağını ifade ederdi.
Vefat’ının ardından yazdığınız yazıyı hatırlıyor musunuz?
Evet, Abdürrahim Efendim Hakk’a yürüdü” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Gazetemizin 25 Ocak 1998 tarihli nüshasında yayınlanan o yazınızı burada iktibas edebilir miyiz?
Tabi edebilirsiniz.
“Abdürrahim Efendim Hakk’a yürüdü. ‘Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir. / Miyanı, aşikanda itibarım varsa sendendir’ Şeyh Galib efendisi için söylemiş bu mısraları, ben de ‘Anafor’ adlı şiirimde aynen kullanmıştım. Evet “Efendim” dediğiniz, sırri sohbetlerini dinlediğiniz, gönülden tasarruflarına şahit olduğunuz bir tasavvuf büyüğü, bir ALLAH dostu tanımış ve bağlanmışsanız, onu kaybetmek sizi ne kadar derinden sarsar, tahmin edersiniz. Ben bugün efendimin dünyasını değiştirdiğine, Hakk’a yürüdüğüne şahit oldum ve derinden sarsıldım.Yüz binlerin cenazesine de sohbetleri gibi iştirak edeceğini bildiğim için, milletimizin başı sağ olsun diyorum. O’nu ben bugün anlatamam, bir ömür boyu anlatmaya çalışsam, gücüm yetmez. Böyle ALLAH dostlarını yine O anlatıyor: “ALLAH yolunda ölenlere ölü demeyiniz. Onlar ALLAH katında diridirler.” Evet, bizi yetim bırakarak ALLAH’ın huzuruna, Peygamberinin yanına ve pirlerinin arasına dahil olan Abdürrahim Efendi’nin dünyamızda yaktığı ışık, O’nun Hakka yürümesiyle daha da aydınlanacak ve tanımayanlarını da aydınlatacaktır inancındayım. Çünkü tasavvufta bir kelam var. “Evliyaullah vefat edince kınından çıkmış kılıç gibi olur.
“Her kapı kapansın, Ebubekir kapısı müstesna...”
Peygamber Efendimizi. Sonra Hz. Ebubekir’i ve Hz. Ali’yi çok severdi. Peygamber Efendimizin “Her kapı kapansın, Ebubekir kapısı müstesna. ALLAH tarafından kalbime dökülen bütün ilimleri Ebubekir’in sadrına (kalbine) aktardım” ile  “Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısı, Ebubekir aslıdır”  hadis-i şerifleri sık sık okurdu.  “İman bahsinin sonu kader ve ahiret gününe imandır” der,  İnsanların öldüğü andan başlayarak kabir, kıyamet, yeniden dirilme, sual, hesap, sırat alemlerinden geçerek cehennem veya cennete dahil olacakları Kur’an’da bildirilmiş ve hadislerde açıklandığını, bütün bu hadiselerin zamanı gelince olacağına inanmamız gerektiğini, kafir ve münafıkların sonsuz olarak, günahı fazla veya affa uğramayan mü’minlerin de günahları miktarınca cehennemde azap göreceklerine, Peygamberimizin şefaatının olacağına, mü’minlerin sonsuz olarak cennette kalacaklarına, cennet ve cehennemin halen var olduklarına, Cemalullah’ın görüleceğine de mutlaka inanmamız lazım geldiğini söylerdi.Bunlara zıt olan söylentilere önem vermez, aykırı söz ve iddialara asla inanmazdı.
“ALLAH’ın  dostları ancak muttaki olanlardır”
O ALLAH dostlarını ALLAH’ın ve Resulünün tarif ettiği şekilde anlatırdı. Yani ALLAH’ın ve Resulünün diliyle. Bu tür sözlerine de şöyle bir duayla başlardı: “ALLAH herkese ALLAH dostu bir Mürşide bağlanmayı nasip eder, yeter ki halis bir niyetle dileyelim. Aşağıda Ayetlerle ve hadislerle de bildirilmiş olup uykudan uyanıp kendimize zaman geçmeden bir vesile, vasıta ve ALLAH dostuna bağlanmayı yüce ALLAH’tan niyaz edelim. Hepinizden ALLAH razı olsun. Enfal Suresi’nin 34. ayetinde Cenab-ı ALLAH buyuruyor ki: “ALLAH’ın dostları ancak muttaki olanlardır. Fakat (kâfir ye gâfil) insanların çoğu bunu bilmezler” Yine Yunus Suresi’nin 62-64. ayetlerinde Cenab-ı ALLAH buyuruyor ki: “Haberiniz olsun ki, ALLAH’ın velileri (dostları) için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Dünya hayatında da Ahiret hayatında da onlar için nice müjde (ve kerametler) vardır. ALLAH´ın söz ve hükümlerinde asla bir değişme yoktur. İşte bu (hale ve  vade ulaşmak) en büyük kurtuluştur” Fatır Suresi’nin 32. ayetinde Cenab-ı ALLAH şöyle buyuruyor: “Kullarımızdan bazısı da AlIah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet budur.” Yine Cenab-ı ALLAH Beyine Suresi’nin 7-8. ayetlerinde buyuruyor ki: “İman edip salih amel işleyenler var ya, Şüphesiz halkın en hayırlısı onlardır.  Rableri katında onların mükafatı, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedi olarak kalacaklardır ALLAH onlardan razı olmuş, onlar da ALLAH’tan razı olmuşlardır. Bu (sıfat ve mükafat) Rablerinden korkan (O’na iyilik ile saygı gösteren) içindir.”
Yumuşak huylu ve merhametliydi
ALLAH dostlarından Mehmed Zahid Kodku hazretleri ve Sultan Baba (r.a.) yazı serisinden sonra gazetemize gelen Erzincan eski Milletvekili Naci Terzi ağabey, önce tebrik ettiğini söyledi, sonra da Abdürrahim Reyhan Efendi hazretlerinin ismini zikrederek "Bizim Efendimiz’den de bahseder misin?" dedi. Biz de: "Kaynak olduktan sonra neden olmasın" dedik. "Sana kaynak kitap getireceğim" dedi ve 3 gün sonra Abdurrahim Reyhan Efendi’den bahseden Erzincanlı Ünal Tuygun’un kitabını getirdi. İşte Abdürrahim Reyhan Efendi’nin hayatını da kitaplaştıran Erzincanlı Ünal Tuygun anlatıyor: "Kitabı hazırlarken Abdürrahim Reyhan Efendi’nin kardeşi Efrail Efendi’ye sordum: ‘Abdürrahim Efendi boş zamanlarında ne yapardı?’ Efrail Efendi, şu cevabı verdi: ‘Boş zamanı olmazdı. Sürekli çalışırdı. Çalışmanın dışında köyümüzde Şeyh Abdurrahman Efendi vardı. Onun sohbetine giderdi. Zaten kendisi yaşıtlarıyla oturmazdı. Hep kendinden yaşça büyüklerle konuşurdu. Bir de unutmadan söyleyeyim; ağabeyim iyi bir inşaat ustasıydı. İyi bir marangozdu. Tüm köylüler gelir, işlerini ağabeyime yaptırırlardı. Ailemize çok düşkündü. Annemin bütün işlerine yardım ederdi. Anneme yük olmasın diye kendi elbisesindeki sökükleri bile kendi dikerdi. Asla yemek seçmezdi. Tandır ekmeğinin sert kısmını kendi yer, yumuşak yerlerini bize verirdi. Çok merhametli bir insandı. Karıncayı bile incitmezdi."
İki önemli kerameti
Abdürrahim Reyhan Efendi’nin talebelerinden Mehmet Demirok anlatıyor: "Kendilerini 23-24-25 Haziran 1980 tarihinde tanıma lütfuna ermiştim. 1981 yıllarıydı. Bir gün kendilerine:
"Hakka senin özün doğru / Gezersin Niğde’yi, Bor’u / Bir de gelsen bize doğru / Gel gör ne viraneler var. / Dolaştın Erzurum, Van’ı, / Ah sevdiğim calar canı / Sormadın halimi hanı / Gel gör ne biçareler var" diye uzayıp giden bir şiir yazıyordum ama henüz kimseye göstermemiş ve şiiri de bitirememiştim. Bir gün habersizce Sevgili Damatları, Gönül ehli, ALLAH dostu, Tasavvuf Alimi Muhterem Muzaffer Nevruz Beyefendi ile hanemize teşrif buyurduklarında ilk selamlaşmadan sonra, "Gezersin Niğ’deyi Bor’u, bir de gelsen bize doğru, dedin biz de çıktık size geldik" buyurduklarında donup kalmıştım. Bitmemiş ve kimsenin bilmediği şiirimi okuyorlardı. Yine 1982 yıllarıydı. Hazreti piri saygın bir meslek ve kariyere sahip bir arkadaşla ziyarete gitmiştik. Sabah namazından sonra kısa bir sohbet yapmışlar ve herkes dağıldıktan sonra bu arkadaşımız Hazreti Pire, "Efendim mesleğim icabı olsa gerek kendimi çok büyük görüyor, o da ben de gurur ve kibir meydana getiriyor, kimseleri beğenmiyorum, bu hali üzerimden nasıl atacağımı bilemiyorum" diyor.
Hazreti Pir, şöyle buyuruyor: "Bak evlâdım, büyük şehirler de hayvanat bahçesi varmış, oralarda Tavus kuşu bulunuyormuş. Bu kuşların tüyleri rengarenk olurmuş. Bu kuşlar kendilerini çok beğenirlermiş. Tüylerini kabartırlar, hatta kuyruğunu da görmek için eğilerek önlerine tutarlarmış. Daha iyi görmek için, biraz daha eğilince de ayaklarını görürlermiş. Bu hayvanların ayakları çok çirkin olurmuş. Utanır ve kabarıp şişinmekten vaz geçermiş. Şimdi sizin de, bizlerin bilmediği, fakat sizin ve ALLAH’ın bildiği hata kusur ve günahlarınız vardır. Siz onları hatırlarsanız o hal sizden gider" buyurdular."
‘Ölmeden önce ölünüz’
Kulluk, noksanlıktır, acziyettir. Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz. ALLAH için birbirinizi sevin, ALLAH için konuşun. Aşk insanı mahviyete düşürür-varlığından geçirir. Varlığından kurtulan ölmeden evvel ölüme erer.
Bazı hocalar, Abdürrahim Reyhan Efendi’nin etrafında insanların toplanmasından rahatsız olurlar, onu çekemezler.  O’nun ilmi bilgisini denemek maksadıyla ziyaretine gider, kasıtlı sorular sorarlar. O günlük sohbetini yaparken orada bulunanlardan biri: "Efendim siz mürşitsiniz. Tamam da biz hiç kerametinizi görmedik" der.
Abdürrahim Reyhan Efendi, bu soru karşısında şu müthiş cevabı verir: Ben kerametim var demedim ki, siz benden keramet beklersiniz! Bu kafayla daha çok beklersiniz! Ben sadece bir itfaiye eri gibi yanmakta olan insanları yangından kurtarmaya çalışıyorum. ALLAH’ın emirlerini öğretmeye çalışıyorum. Bu kapıya gelenler de o niyetle geliyor. Asırlar önce sizin sorduğunuz sorunun aynısını Şah-ı  Nakşibendi hazretlerine sormuşlar. O dönemin insanları da sizin gibi mürşitlerinden keramet beklerdi. Bir gün Şah-ı  Nakşibendi hazretlerinin talebeleri diyorlar ki; "Efendim sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?" Hazret soranlara bu cevabı veriyor, "Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?"
Abdurrahim Reyhan Efendinin bu cevabı karşısında soru soran ezilir, büzülür öyle bir mahcup olur ki tarifi imkansız. Soru soranın onca insan içinde mahcup olduğunu anlayan Abdürrahim Efendi buyurur ki; "Bizler, yani hepimiz tek bir gaye için yaşıyoruz. Hepimizin amacı, ALLAH’a kulluk. Sizi buraya getiren de, sizinle sohbet etmemize imkan sağlayan da sadece O. Eğer Kainatın Yaratıcısı istemezse, kim ta uzaklardan bu garip köydeki ümmi Abdurrahim’in yanına gelir?"
“Hikaye değil, Kitabın ortasından anlatsa”
Adürrahim Reyhan Efendi’ye 1981 yılında talebe olan Bayburtlu Murat Akkoyunlu anlatıyor: "O kapıya bağlandıktan sonra içimi bir huzur kapladı ki sorma gitsin. Efendim beni birçok defa imtihan etmiştir. Mesela Yusuf Kan Dehlevi’nin yazdığı Hayat´üs-Sahabe isimli dört ciltlik bir eseri var ve ben sürekli bu eseri okuyorum. Bu kitabı okumaktan da büyük bir keyif alıyorum, ama bir gün kendi kendime dedim ki: ‘Bu kitabı okuyorum ama bu kitap hakkında bir de Efendimin fikirlerini alayım’ Aradan bir kaç ay geçmişti. Efendimi görmek için Erzincan´a gittim. Efendim sohbet ediyordu. Sohbeti dinledikten sonra namaza kalktık. Hiç yapmadığım bir şeyi yaptım ve Efendimin karşıdaki dolabından cübbesini almaya yürüdüm. Cübbesini Efendime  götürecektim. Dolabı açtım. Bir de ne göreyim, dört ciltlik Hayat’üs-Sahabe adlı kitap cübbenin yanında duruyor. Tek kelimeyle müthiş bir olay!..."
Çok enteresan şeylerin başından geçtiğini belirten Akkoyunlu,  bir başkasını şöyle anlatıyor: "Yine bir gün Efendim sohbet ediyordu, sohbetin konusu da Musa Aleyhisselam ile Hızır Aleyhisselam arasındaki bir mesele. İçime bir vesvese düştü. Aklımdan: ‘Efendim de hikaye anlatıyor. Şöyle kitabın ortasından anlatsa biz de dinlesek’ diye bir düşünce geçti. Sohbet bitti. Ben yukarıda oturma salonu gibi bir yer vardı. Oraya çıktım oturdum. Birden kütüphane gözüme ilişti. Şöyle elimi attım, bir kitap aldım. Kur’an-ı  Kerim meali çıktı. Rast gele bir sayfa açtım. Açtığım sayfada Hızır Aleyhisselam ile Musa Aleyhisselam arasındaki mesele anlatılıyor. Kendi kendime dedim ki: ‘Oğlum Murat, yine baltayı taşa vurdun. Efendi Kur’an’dan sohbet ediyor, biz, içimizden hikaye anlatıyor diye geçiriyoruz’ İşi ihtimal meselelerine vurdum. Olmaz böyle bir şey. Tesadüfen bir kitap alacaksınız, bu kitap Kur’an-ı Kerim meali olacak, yine bir sayfa çevireceksin, Efendimin anlattığı, benim de hikaye dediğim bölüm çıkacak!"
Zühd ile tasavvuf arasındaki fark
Tasavvufta hedef’in "Bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve ALLAH'a ibadet etmesini sağlamak" şeklinde açıklayan Abdürrahim Reyhan Efendi, "Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark’ı" da şöyle beyan ediyor:  "Zühdde korku, tasavvufta sevgi unsuru ağır basar. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd; âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok ALLAH'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı mânevî hayattır. Peygamber Efendimiz: "ALLAH ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey ALLAH Resulü, Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" der. Peygamber Efendimiz de "Olmadı yâ Ömer!" diye buyurur. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah "Şimdi oldu yâ Ömer!" buyurur. (Buhârî, "Îmân", 9; Müslim, "Îmân", 15).  Abdürrahim Reyhan Efendi, İslâm'da Cenab-ı ALLAH ile kulları arasındaki sevginin karşılıklı olduğunu, kulların ALLAH’ı sevdiğini, ALLAH’ın da kullarını sevdiğini anlatır buna delil olarak da el-Maide Suresi’nin 54. ayetinin mealini okurdu: "Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, ALLAH onların yerine öyle bir kavim getirir ki ALLAH onları sever, onlar da ALLAH'ı severler" İslâm inancına göre ALLAH Teâlâ vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost edinir.
“Hayır ve şer ALLAH’tandır”
Olacak şeylerin hepsini ezelde bilip, sonradan olacağı şekliyle ALLAH’ın takdir ve tesbit etmesine kader denildiğini, böylece kararlaştırılmış olanların zamanı gelince aynen yazıldığı gibi oluşmasına da kaza denildiğini hatırlatırdı. Hayır ve şerrin, fayda ve zarar verecek olan her yaratık ve her olayın ALLAH’ın dilemesi ve ona ol demesiyle yaratıldığını, bu sebeple bizim “Hayır ve şer ALLAH’tandır” diye inanmamız gerektiğini, ALLAH’ın hayra rızası olduğunu, şerre ise rızası olmadığını söylerdi. “Bu yüzden arzu ve irademiz içinde olan iş ve amellerimizde hayrı istemeli ve hayrı yapmalıyız. Şerri, yasağı, haram ve zararlıyı istememeli ve onları yapmamalıyız” derdi. Bizim bu istek ve irademize cüz’i irade denildiğini, bu cüz’i irademizin, bu akli seçme ve serbestliğimizin bize mesuliyet yüklediğini belirtir, sevap ve günahların bu serbest seçim ve hür irademiz yüzünden artacağını ifade ederdi.
***
Abdurrahim Efendim Hakk’a yürüdü...
‘Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir.
Miyanı, aşikanda itibarım varsa sendendir’
Şeyh Galib efendisi için söylemiş bu mısraları, ben de ‘Anafor’ adlı şiirimde aynen kullanmıştım. Evet “Efendim” dediğiniz, sırri sohbetlerini dinlediğiniz, gönülden tasarruflarına şahit olduğunuz bir tasavvuf büyüğü, bir ALLAH dostu tanımış ve bağlanmışsanız, onu kaybetmek sizi ne kadar derinden sarsar, tahmin edersiniz. Ben bugün efendimin dünyasını değiştirdiğine, Hakk’a yürüdüğüne şahit oldum ve derinden sarsıldım. Yüz binlerin cenazesine de sohbetleri gibi iştirak edeceğini bildiğim için, milletimizin başı sağ olsun diyorum. O’nu ben bugün anlatamam, bir ömür boyu anlatmaya çalışsam, gücüm yetmez. Böyle ALLAH dostlarını yine O anlatıyor: “ALLAH yolunda ölenlere ölü demeyiniz. Onlar ALLAH katında diridirler.” Evet, bizi yetim bırakarak Allah’ın huzuruna, Peygamberinin yanına ve pirlerinin arasına dahil olan Abdürrahim Efendi’nin dünyamızda yaktığı ışık, O’nun Hakka yürümesiyle daha da aydınlanacak ve tanımayanlarını da aydınlatacaktır inancındayım. Çünkü tasavvufta bir kelam var. “Evliyaullah vefat edince kınından çıkmış kılıç gibi olur.”
Mustafa Miyasoğlu ; Vakit Gazetesi 25 Ocak 1998