İSLAM VAKIF MEDENİYETİDİR (SADAKA-İ CARİYE) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSLAM VAKIF MEDENİYETİDİR (SADAKA-İ CARİYE) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2013 Salı

İSLAM VAKIF MEDENİYETİDİR (SADAKA-İ CARİYE)



İSLAM VAKIF MEDENİYETİDİR (SADAKA-İ CARİYE)

Resûlullah Efendimiz (s.a.v) sadaka ve hayır çeşitleriyle ilgili şöyle buyurmuştur:
"Her türlü hayır sadakadır. Din kardeşine göstereceğin güler yüz bir sadakadır. Kendi kovandaki suyu kardeşinin kovasına boşaltarak onun işini görmen de bir sadakadır.”[1]

Tirmizî'nin diğer bir rivayetinde şöyle buyurmuştur:
"Kardeşine karşı göstereceğin tebessümün bir sadakadır. Bir iyiliği emretmen, kötü bir işten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır. Gözü görmeyen bir kimseye yardımcı olup gideceği yere götürmen bir sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır. Kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman bir çeşit sadakadır.” [2]

“İnsanın her gün bütün organları için bir sadaka vermesi gerekir. İki kişinin arasını düzeltmek bir sadakadır. Hayvanına binene veya yük yükleyene yardım edip yükünü kaldırmak bir sadakadır. Yoldaki eziyet veren bir şeyi kaldırıp atmak sadakadır.”[3]

"Bir hurmanın yarısıyla bile olsa cehennem ateşinden korunun, onu da bulamazsanız tatlı ve güzel söz ile.”[4]

"Bir adamın hanımının ağzına koyduğu lokmada bile sadaka sevabı vardır.”[5]

Allah Resûlü (s.a.v), "Her müslümanın sadaka vermesi vâciptir.” buyurdular.

Ashap, "Sadaka verecek bir şey bulamazsa ne yapar?" diye sordular.

“Çalışıp kazanır, hem kendisi faydalanır hem de başkasına sadaka verir.”
"Çalışamazsa ne yapar?"
"Muhtaç olana beden gücüyle yardım eder.”
"yardıma gücü yetmezse ne yapar?"
"İyiliği emreder.
"Ona da gücü yetmezse?"
"Kimseye kötülük etmesin, bu da kendisi için bir sadakadır." [6]

Hz. Ebû Zer (r.a.) anlatıyor: Ashaptan bazı fakirler gelerek, "Ey Allah'ın Resûlü! Zenginler bütün sevapları alıp gittiler. Onlar da bizim gibi namaz kılıyor, bizim gibi oruç tutuyor, bizden ayrı olarak mallardan sadaka veriyorlar" dediler.

Resûlullah (s.a.v) onlara şöyle buyurdu:
"Allah size de tasadduk edeceğiniz şeyler verdi: Her bir tesbih sadakadır, her bir tekbir sadakadır, her bir hamd sadakadır, her bir tehlil sadakadır, iyiliği emretmek sadakadır, kötülükten sakındırmak sadakadır, hatta her birinizin hanımıyla ilişkiye girmesi bile sadakadır."

Cemaatten biri, "Ey Allah'ın Resûlü! Yani eşimizle ilişkiye girmemizde sevap mı var?" diye sorduğunda Resûlullah (s.a.v),

"Bu ihtiyacını haramdan gidermiş olsaydı bu durum kendisi için bir günah olmaz mıydı?” diye sual ettiler.

"Evet, olurdu!" demeleri üzerine,

"Öyleyse, ihtiyacını helâl yoldan gördüğü için kendisine sevap vardır.” 448 buyurdu.

Müslim'de Ebû Berze (r.a.) şöyle rivayet eder: "Ey Allah'ın Resûlü, bana faydalı olacak bir şey öğret, dedim de şu tavsiyede bulundu:
`Müslümanların yolundan rahatsızlık veren şeyleri kaldır.' "[7]

Şu hadis-i şerif de iyiliğin başka bir çeşidine dikkat çekmektedir:
"Bir müslüman bir ağaç diker veya bir tohum eker de bunların mahsulâtından bir kuş yahut insan ya da hayvan yiyecek olsa bu onun için bir sadaka olur. “[8][9]

***
DAYANIŞMA ve YARDIMLAŞMA

Bütün müminler, iman bağı ile birbirine bağlı bir ailedir. Elinden geldiği kadar her müminle ilgilenmek, diğer müminin vazifesidir.

Bu konuda bize pek çok emir ve tavsiye gelmiştir. Allah rızâsı için bir mümin kardeşinin yükünü çekmek, derdiyle dertlenmek en hayırlı amellerdendir.

İbn Ömer (r.a.) naklediyor: Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa Allah da onu kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun kusurlarını kıyamet günü örter.” [10]

Ebû Hureyre (r.a.) bildiriyor: Resûlullah Efendimiz (s.a.v) buyurdu ki:
"Kim bir müminin dünyevî kederlerinden birini giderirse Allah da onun kıyamet günü kederlerinden birini giderir. Kim bir fakire kolaylık gösterirse Allah da ona dünyada ve âhirette kolaylık gösterir. Kim bir müslümanın ayıbını örterse Allah da onun ayıbını dünya ve âhirette örter. Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da onun yardımındadır. Kim ilim aramak düşüncesiyle bir yola düşerse Allah onun cennete olan yolunu kolaylaştırır. Bir grup, Allah'ın kitabını okumak ve hükümlerini öğrenmek üzere Allah'ın evlerinden birinde toplanırsa üzerlerine mutlaka sekinet iner ve onları rahmet kaplar, melekler onların etrafını sarar. Allah onları yanında bulunan mukarreb meleklere anar. Bir kimseyi hak yolda ameli geri bırakırsa nesebi onu ileri geçiremez."[11]

Resûlullah Efendimiz (s.a.v) bir defasında,
"Din nasihatten (samimiyetten) ibarettir" buyurdu. Yanındakiler,
"Kimin için samimiyet ey Allah'ın Resûlü?" diye sorunca şöyle buyurdu:
"Allah için, kitabı için, Resûlü için, müslumanların imamları ve bütün müslümanlar için.” [12]

Diğer bir defasında Peygamber Efendimiz (s.a.v),
"Kardeşine zalim de olsa mazlum da olsa yardım edin.” buyurdu.

"Mazlumsa yardım ederim, zalime nasıl yardım ederim?" diye sorulunca şöyle buyurdu:
"Onu zulümden alıkoyarsan, bu da ona yardımdır."[13]

Ebü'd-Derdâ'nın (r.a.) bildirdiğine göre Allah Resûlü (s.a.v) şöyle buyurdular:
"Kim mümin kardeşinin gıyabında onun şeref ve haysiyetini müdafaa ederse, kıyamet günü Allah da onu ateşten korur.”[14]

Ebû Musa (r.a.) anlatıyor:
Resûlullah Efendimiz (s.a.v), ihtiyacı için kendisine biri gelince, yanındakilere yönelir ve,
"Bunun ihtiyacının görülmesi için sebep ve aracı olun ki ecir kazanın' buyururdu. [15]

Yine Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Şu işler de Allah'ı yüceltmenin birer alâmetidir. Yaşlı bir müslümana hürmet ve ikramda bulunmak. ilim ve ameliyle hakkını veren bir Kur'an hafızına ikramda bulunmak. Adalet sahibi bir idareciye ikramda bulunmak.” [16]

Resûlullah (s.a.v) diğer hadislerinde şöyle buyurmuştur:
"Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşı sebebiyle ikramda bulunursa Allah mutlaka ona da yaşlılığında ikram edecek kimseleri yaratır.” [17]

“Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir." [18]

Hz. Âişe (r.ah) validemizin anlattığına göre, kendisine bir dilenci uğradı, o da bir parça ekmek verdi. Bir müddet sonra üstü başı düzgün, kıyafeti yerinde bir kişi uğradı. Hz. Âişe (r.ah) onu oturtup yemek yedirdi. Kendisine bunun sebebi sorulunca şöyle dedi:

"Resûlullah (s.a.v), 'insanlara mevkilerine göre ikramda bulunun' buyurmuştu.”[19][20]

***
İslâm’ı yaşamaya yeni başlayanların çoğu, Efendimiz’i i A.S. nsanlara genellikle iman, abdest, namaz gibi konulardan bahseden biri olarak tanırlar. Halbuki İki Cihan Serveri A.S.’ın bütün söz ve işlerine bakıldığında, ağırlıklı olarak adaletten, toplumsal dayanışmadan ve kardeşlik hukukundan söz ettiği görülür.

Gelişen teknolojiye karşın güven duygusunu artık yitirmiş toplumlarda en çok kazanan şirketlerin başında sigorta şirketlerinin olduğu herkesin malumu. Sigorta müslüman memleketler için yeni sayılabilecek hususlardan biri. Dinî hükmü de hâlâ tartışılmakta, herkesin tamam diyebileceği bir hükümde ittifak henüz mümkün görünmemekte. Amacım sigortanın hükmünü tartışmak değil elbet. Ama sigortanın hâlâ tartışılan bir mesele olarak gündemde bulunmasının bir anlamı var: Beş asırdır batıda uygulanan bir müessese bizde yeni gündeme gelmişse, bunun sebebi, yakın zamana kadar sigortanın yerini dolduracak başka müesseselerin olduğu gerçeğidir.

Sağlam bir aile kurumu ve akraba ilişkileri başta olmak üzere bir takım hukukî, idarî ve sivil kurumlar, sosyal adaleti ve toplumsal dayanışmayı yakın zamana dek en güzel şekliyle temin etmekte idi.

Malı-mülkü, çalışıp kazanabileceği bir işi olmayan, kimseler, ne halin varsa gör denilip açlığa veya hırsızlık, fuhuş gibi gayri meşru işlere mahkum edilemez. Bu durumda kalmış bir kimseye el uzatacak olanlar, elbette evvela toplumun zenginleridir. Gerek tasadduk ederek, gerek zekâtını vererek bu mağduriyet muhakkak giderilmelidir.

Kefaretlerdeki Hikmet

Zayıfların alabildiğine ezildiği bir zamanda imdada yetişen İslâm’ın, birçok günahın kefareti olarak malî cezalar öngörmesi toplumsal dayanışmayı hedeflemesi açısından gayet anlamlıdır. Mesela yeminini tutmayan kimsenin kefaret olarak ilk yapacağı şey on fakiri sabah akşam doyurmasıdır. Öyle ki, diğer bir kefaret yolu olarak üç gün arka arkaya oruç tutmak, ancak buna gücü yetmediği takdirde söz konusu oluyor. Aynı şekilde zıhar kefaretinde, hac zamanında yapılan kimi kusurlu fiillerin kefaretinde hep malî cezalar öngörülmüştür. Ramazan ayında verilen fitreler ve bayramlarda yapılan tasadduklarla beraber bütün bunlar, aslında tasadduk anlayışını geliştirmek ve dayanışma ruhunu teşvik içindir.

Dayanışma içinde olmak İslâm’da öylesine yüceltilmiştir ki, her yıl yapılması istenen malî bir yardım zekât ibadeti olarak zenginlere farz kılınmıştır. Kimlerin zekât alabileceğini belirleyen Tevbe Suresi 60’ıncı ayete bakıldığında, dayanışma anlayışının hemen her şeyi kapsadığı açıkça belli olur. Söz konusu ayet, fakirleri, hiçbir şeyi olmayanları (mesâkîn), zekât tahsili ile görevlendirilmiş memurları, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanları, köleleri, borçluları, Allah yolunda mücadele edenleri ve yolda kalmış kimseleri zekât alabilecekler arasında sayar.

Bu yollar hakkıyla işletilebilse, toplum içinde ister müslüman ister gayri müslim, herkesin asgari hayat standardı sağlanmış olmaktadır. Her şeye rağmen bu yollarla mağduriyeti giderilemeyen bir kişinin yardımına anne-babası veya evladı, bunlar yoksa yakın akrabaları koşmak zorundadır. En nihayet bu kimsenin ihtiyacını temin sorumluluğu devlete aittir. Yani bir anlamda devlet, sosyal adaleti sağlamak, bir sosyal güvenlik kurumu vazifesi görmek mecburiyetindedir.

Dayanışma, Peygamber Ahlâkı

İslâm’ın bütün hükümlerinde bu dayanışma ruhunu hissedebilirsiniz. Çünkü söz konusu olan insanlık onurudur. Bu onura sahip çıkmayan bir medeniyetin insanlığa hâkim olması, gönüllerde taht kurması mümkün olabilir mi?

Özellikle Hz. Peygamber A.S.’ın şahsında tecelli eden bu ruh, daha peygamberlik vazifesi verilmeden çok önce nice gönülleri fethetmişti. Siyer kaynaklarının hepsinde Efendimiz’in henüz genç yaşlarda iken zalimlere karşı mazlumları savunan, onların hakkını gözeten bir sivil toplum örgütüne üye olduğu ve aralarında yaptıkları sözleşmeye imza attığı kayıtlıdır. Bunun adı “hılfu’l-fudûl (faziletlerin korunması antlaşması)” idi. Buna göre Mekke’de yerli-yabancı, hür-köle kim olursa, hepsi birlikte onun hakkını ya alıp sahibine verecekler veya kendi ceplerinden ödeyeceklerdi.

Kaynaklarda geçtiği üzere, Mekke’ye ticaret için gelen bir Yemenli’nin yanındaki kızı Mekke eşrafından Nübeyh tarafından zorla alıkonulmak istenmiş, cemiyet üyelerinin evin etrafını kuşatmasıyla kız salimen geri alınarak babasına teslim edilmiş idi.

Bir başka olay da Zebidli bir tüccarın üç deve yükü malına çok ucuz fiyata el koyan Ebu Cehil ile Efendimiz arasında olmuştu. Efendimiz o malları değerinde satın alıp tek başına Ebu Cehil’in karşısına dikilmiş ve o tüccarın mağduriyetini gidermişti.

Peygamber Efendimiz A.S.’a nübüvvet vazifesi tevdi edildiğinde, Rabbimiz’in istediği kâmil insanın nasıl olacağını bütün dünya hem onun şahsında, hem de onun kurduğu medeniyette görmüş oldu. Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulup yeni bir medeniyetin inşası için geldiği Medine’de ilk yaptığı iş, Mekke’den hicret edenler ile Medineli müslümanları kardeş yapmasıydı. Medineli müminler gelen kardeşlerine kalplerini ve kapılarını açtılar, her şeylerini paylaştılar. Allah Tealâ da onlara “Ensar (yardım edenler)” dedi, en yüce rütbeyi verdi. Karınları aç iken taş bağlayıp, kardeşlerine ikram etmek sıradan insanların yapacağı bir iş değil çünkü. Ve komşuluk hukuku üzerinde öylesine duruluyordu ki, Efendimiz, gelen bir vahiyden sonra, “neredeyse komşunun komşuya mirasçı kılınacağını zannettim” buyurdular.

İslâm’ı yaşamaya yeni başlayanların çoğu, Efendimiz’i insanlara genellikle iman, abdest, namaz gibi konulardan bahseden biri olarak tanırlar. Buna bağlı olarak dini de bu gibi hükümlerle sınırlı sanırlar. Halbuki İki Cihan Serveri A.S.’ın bütün söz ve işlerine bakıldığında, ağırlıklı olarak adaletten, toplumsal dayanışmadan ve kardeşlik hukukundan söz ettiği görülür. Meşhur hadis alimi İmam Ebu Davud Rh.A. bütün hadislerin özüdür diyerek dört hadis nakletmekte, “kişi kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz” hadisini bunların başında saymaktadır.

 “Kul, din kardeşinin yardımcısı olduğu sürece Allah da o kulun yardımcısıdır” buyuruyor Sevgili Peygamberimiz s.a.v. Bu sözün zıddı, yani fıkıhtaki ifadeyle mefhum-u muhalifi, “din kardeşine yardımı kesmişse, müslümanın Allah’tan yardım beklememesi gerektiği”dir. İşte İslâm, toplum ahlâkının temeline bu prensibi koymuştur. Yüzyıllar boyunca müslümanlar da, bu esasa dayanan ve ilk adımlarını Asr-ı Saadet’te gördüğü nice güzel kurumlar geliştirmişlerdir.

Dayanışmanın Güzel Örnekleri

Medeniyet tarihine altın harflerle geçmek her millete nasip olmaz. Bunun için askerî veya ekonomik başarılardan çok, yüksek seciye gerekir. Ecdadımızı büyük yapan da işte bu seciyedir. Mesela, riya olur korkusuyla tasadduk yapmakta zorlanan hayır sahiplerinin paralarını bırakmaları için kimi sokaklara kutular koymak, ihtiyaç sahibinin de onurunu zedelemeden hacetini gidermek hangi medeniyette görülmüştür?

Vakıflar ilk defa İslâm medeniyeti tarafından vaz edilmiş, toplumun her türlü ihtiyacını temin eden en güzel dayanışma mekanizmalarıdır. Sadece arazi, bina gibi taşınmaz malların değil; para, kitap gibi malların da vakfedilebileceği müctehit imamlarımız tarafından öngörülmüş, bu sayede akıllara durgunluk verecek bir dayanışma örneği ortaya konulmuştur.

Bir yazar haklı olarak şöyle der:
“Osmanlı devrinde pek büyük bir inkişafa mazhar olan vakıflar sayesinde, bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle hayatın bütün icaplarını vakıf mallarla temine pekalâ imkan vardı”

Dayanışma sadece açlıkla, ölümle yüz yüze gelenler için değil, ihtiyaç sahibi olup bunu giderecek imkanı bulunmayan herkes için düşünülmelidir. Özellikle ekonomik hayatta buna çok fazla ihtiyaç olduğunu biliyoruz. Ekonomik ilişkileri sadece menfaat kavramıyla açıklamak hem yetersizdir, hem de insanî değildir. Bu sebeple tarihî süreç içinde İslâm toplumları ekonomik dayanışmayı temin edecek kurumları ortaya çıkarmakta gecikmemişlerdir.




İhmal Edilen Boyut: Manevi Dayanışma

İnsanlık birkaç asırdır maddeci bir anlayışın hegemonyasında yaşıyor. Artık kavramların bile mahiyeti değişti. Bugünün insanı dayanışma deyince birçok şeyde olduğu gibi sadece malî dayanışmayı anlıyor. Halbuki insan için paradan daha önemli pek çok şey var. Hele bir müslüman için en önemli şey şüphesiz imanıdır. Onu korumak her şeyden önemlidir. Şirkten, günahtan, hâsılı ona zarar verecek bütün şeylerden sakınmak gerek. İşte dayanışma burada lazım. Ama bu genellikle göz ardı ediliyor.

Dinimizin cemaati neden bu kadar önemseyip yücelttiğini artık anlamamız lazım. İnsan tek başına hayatını sürdürebilir ama imanını ve müslümanca hayat tarzını korumak bundan çok daha zordur. “Kişi tek başına kaldığında ikincisi şeytan olur” diye Sevgili Peygamberimiz boşuna söylememiş.

O halde önce biz etrafımızı çepeçevre kuşatan günahlara karşı birbirimize yardımcı olalım. Bunun en güzel yolu, Efendimiz A.S.’ın ifadesiyle bir “takva imamı”nın etrafında haramlardan sakınıp İslâm’ın güzelliklerini paylaşmak. Dayanışmanın en güzeli de işte bu. Allah dostları müslümanların iman ve amelleri noktasında neden bu kadar hassaslar acaba, diye düşünmemiz gerekiyor.

“Kul, din kardeşinin yardımcısı olduğu sürece Allah da o kulun yardımcısıdır” hadis-i şerifini bu anlamda da değerlendirmek gerek. Kesilmeyen bir ilâhî yardım hepimizin biricik arzusudur, değil mi? Öyleyse kardeşinin dinine ve dünyasına yardımcı ol, Allah da senin dinini ve dünyanı mamur kılsın.[21]

***
TARİH VE MEDENİYET AÇISINDAN VAKIFLAR

Karşılıksız yardım, infak, sadaka gibi kavramlar, başka hiçbir din ve medeniyette İslâm’daki kadar gelişmiş, kurumlaşmış ve topluma yayılmış değildir. Yüce Kitabımız’ın müminleri hayır işlemeye, yardımlaşmaya ve mallarını Allah yolunda infak etmeye teşvik eden ayetleri dikkate alındığında, bunda şaşılacak bir husus olmadığı anlaşılır.

Kur’an’ın bu çerçevedeki pek çok ayeti Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz’in teşvik ve uygulamasıyla birleştiğinde, tarihte eşi görülmemiş bir kurum ortaya çıkmıştır: Vakıflar.


Vakıf İslâm’la Başlıyor

Bazı kaynaklar, bu kurumun tarihî geçmişinin Hz. İbrahim A.S.’a kadar uzandığını bildirmekle birlikte, İslâm öncesi dönemde ne Araplar arasında, ne de dünyanın başka yerlerinde böyle bir kurumun varlığına dair elimizde herhangi bir bilgi bulunmakta.

İslâm öncesi dönemlerde, vakıflara benzer tarzda faaliyet gösteren birtakım kurumların varlığı bu söylediğimiz ile çelişmez. Zira bu kurumların işleyiş biçimi, müslümanların ortaya koyduğu vakıf kavramından farklıdır.

Sözgelimi Eski Mısır’da bazı mabet ve mezarların bakımı ve koruması, buralarda görevli din adamları ve hizmetçilerin ihtiyaçlarına sarfedilmesi için büyük miktarlarda tahsisat ayrıldığı, bazı yazıtlardan anlaşılmaktadır.

Yine Eski Mısır’da bazı ileri gelenlerin, kendi soyundan gelenlerin istifade etmesi için bazı mülklerini, aslının satılmaması ve el değiştirmemesi şartıyla tahsis ettikleri tesbit edilmiştir.

Benzeri uygulamaların, Bizans döneminde hıristiyan dinî kurumları tarafından yürütüldüğünü yine kaynaklar haber vermektedir.

Ancak bütün bu kurumlar, gerek faaliyet alanı, gerekse işleyiş biçimi bakımından müslümanlar eliyle kurulmuş olan vakıflarla önemli farklılıklar gösterir.

Bu farkların başında, İslâm’da vakfın sadece Allah Tealâ’nın rızasını kazanmak maksadına yönelik olması gelir. Yüce Dinimiz, bu geçici dünya hayatını, kalıcı ve sonsuz ahiret hayatı için bir “tarla” olarak niteler. İnsan burada ne ekerse, öte hayatta onu biçecektir.
                                                                      
Dünya hayatını böyle değerlendirmenin yanında, öldükten sonra bile amel defterinde sevap hanesinin çoğalması ve arkasından hayırla anılmak gibi herkese nasip olmayacak güzellikler, müslümanları karşılıksız yardıma ve bu yolla kesintisiz sevaba ulaşmaya götürmektedir.

Kur’an ve Sünnet Rehberliğinde Hizmet Yarışı

Yazımızın başında da değindiğimiz gibi, Kur’an-ı Kerim’in müminleri hayır işlerinde yarışmaya, infak ve sadakaya teşvik eden ayetlerinin rehberliğinde Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz, sözlü ve fiilî olarak ortaya koyduğu örneklik ile vakıf kurumunun kuruluş ve işleyişinin önderliğini yapmıştır.

Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infak etmedikçe birre eremezsiniz.” (Âl-i İmran/92) Keza Kur’an’ın, müminleri hayır işlemeye, sadaka vermeye ve mümin kardeşlerinin yardımına koşmaya çağıran diğer beyanları da, bu kurumun ortaya çıkmasında temel itici güç olmuştur.

Bu konudaki hadis-i şeriflerden birisinde Efendimiz A.S.’ın şöyle buyurduğu nakledilir: “İnsan öldüğü zaman şu üç husus  dışında amel defteri kapanır: Sadaka-i cariye, kendisinden istifade edilen ilim ve ana-babasına hayır duada bulunan salih evlat.” (Müslim, Nesî, Ebu Davud, Tirmizî)

Bu hadis açıkça şunu ifade etmektedir: Bu dünyadaki imtihan süresini doldurup, ölüm ile amel defteri kapanan kişi için artık geriye dönüş yoktur. O ana kadar iyilik ya da kötülük olarak ne işlediyse, kendisiyle birlikte ahirete o gidecektir. Bunun üç istisnası vardır ki, kişi öldükten sonra bile bu hususlarda amel defterine sevap yazılmaya devam eder: Bunlardan birincisi, cami, köprü, okul yaptırmak türünden hayır işleridir ki, kendisinden sonra gelen insanlar o kalıcı hayırdan istifade ettiği sürece, kendisine bu işten sevap yazılacaktır. İkincisi, kendisinden sonra gelen insanlara Rabbimiz’in rızasını kazanabilecekleri ilimleri öğreten ilmî eser bırakması ve talebe yetiştirmesi. Üçüncüsü de, arkasından hayır duada bulunan salih evlat.

İşte bu hadis-i şerifte zikredilen üç husustan ilki, en geniş şekliyle vakıf kurumu tarafından yerine getirilen hayır işlerini anlatmaktadır. Zira aşağıda da anlatacağımız gibi, müslümanlar hayatın her alanında fertlerin ve toplumun ihtiyaçlarını  karşılayacak oluşumları vakıf kuruluşları eliyle gerçekleştirmişler ve böylece toplumsal dayanışma ve kaynaşmanın en güzel örneklerini vermişlerdir.

Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz, vakıf konusunda ümmetini sadece sözlü olarak teşvik etmekle kalmamış, aynı zamanda kendisi de, şahsına ait yedi parça gayrimenkulü vakfederek bu hayırlı geleneğin bayraktarlığını yapmıştır. (İbn Hişam, Sîre)

Bundan sonra sahabe de aynı mübarek amele sarılmış ve birbirleriyle yarışırcasına mallarını, mülklerini Allah yolunda vakfetmişlerdir. Sahabe’den Câbir b. Abdullah R.A. şöyle demiştir: “Ben, gerek Muhacirler’den gerekse Ensar’dan, mal-mülk sahibi olup da malını tasadduk ve vakfetmemiş hiç kimse bilmiyorum.”

Vakıf faaliyetleri ilk dört halife döneminden sonra da bütün hızıyla devam etmiş, Emevîler, Abbasîler ve Selçuklular döneminde toplumsal hayatın bütün sahalarında etkin olmuş ve nihayet Osmanlılar zamanında bu hayır müesseseleri zirve çağlarını yaşamışlardır.

Her Alanda Hizmet

Atalarımız, sırf Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmak için kurdukları vakıflar aracılığıyla toplumsal hayatın akla gelebilecek bütün alanlarında “karşılık beklemeden hizmet etme” anlayışını yerleştirmiş ve yaymışlardır. Burada bu alanlardan bazılarını örnek olarak zikredelim:

Camiler, mescitler, yerleşim yerlerinin yakınlarında namazgâhlar yapılması ve buralarda görev yapanların masraflarının karşılanması.

Medreseler, kütüphaneler, tekke ve zaviyeler, ribat ve dergâhlar yapılması; buralarda ilim ve ibadet ile meşgul olanların yeme-içme ve barınma masraflarının karşılanması.

Çeşmeler, sebiller, sarnıçlar, kuyular, göller, yollar, köprüler yapılması.

Kervansaraylar, hamamlar, hastahaneler, mezarlıklar kurulması.

Mekke ve Medine’de yaşayan fakir ve kimsesizler ile hac yolculuğunda parasız kalanlara yardım edilmesi.

Camilerde vaaz edilmesi, İslâmî ilimlerin okutulması. Fakir ve kimsesizlere yiyecek ve elbise yardımı. Fakir erkek ve kızların evlendirilmesi, bu iş için gerekli her türlü giderin karşılanması. Yine bu durumdaki küçük çocukların bakım ve eğitimi ile fakir ve kimsesizlerin cenazelerinin kaldırılması.

Para ve erzakı tükendiği için yolda kalmış olanlara yardım edilmesi, esirlerin özgürlüklerine kavuşturulması, özgürlüğüne kavuşturulmuş esirlerin hayata atılması için her türlü yardım ve destek.

Başta Mushaf-ı Şerif olmak üzere, muteber hadis kitapları ile diğer ilmî kitapların yazdırılması, bastırılması ve çoğaltılarak dağıtılması.

Zayıf, yaralı ve sahipsiz hayvanların, kuşların bakım, tedavi ve beslenmesi; bu durumdaki hayvanlar için meralar, yemlikler tahsis edilmesi.

Bu hizmetler yürütülürken bütün insanların hedef alınmış olması ve hizmet verilen kişilerin müslim-gayrimüslim ayrımına kesinlikle tabi tutulmamış olması, altı önemle çizilmesi gereken hususlardır.


Vakıfların Toplum Hayatındaki Yeri

Vakıflar, yukarıda kısaca zikrettiğimiz faaliyet alanlarından da kolayca anlaşılabileceği gibi, günümüzde devletin sırtında bulunan birçok yükü tarihte gönüllü olarak üstlenmiş ve bu bakımdan hem devleti, hem de toplumu önemli ölçüde rahatlatmış, belki bundan da önemlisi, devlet ile toplumun birbirine kaynaşmasını temin etmiş kurumlardır. Böyle olduğu içindir ki, tarih içinde başta padişahlar olmak üzere ileri gelen devlet adamları ve yöneticiler tarafından kurulmuş vakıflar bulunduğunu görüyoruz.

Hatta yukarıda saydığımız alanlar dışında, bugün modern hayatta “sosyal güvenlik kurumları” olarak bildiğimiz kurumların faaliyet alanlarının da tarihte vakıflar tarafından doldurulmuş olduğunu belirtmeliyiz. Sözgelimi 1882 yılında İstanbul’daki Dolmabahçe Camii’nin tamiri sırasında minareden düşerek ölen bir kişinin eşine ve küçük çocuğuna maaş bağlanmış, hatta hamile olduğu anlaşılan eşi doğum yaptıktan sonra bebeğe dahi ayrıca aylık tahsis edilmiştir.

Kaynaklarda buna benzer pek çok örneğe rastlamak mümkün. Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz: Modern sosyal güvenlik kurumlarının çalışma sisteminin temelini oluşturan “hizmet süresi”, “prim kesenekleri” gibi hususlar, vakıflar tarafından hizmet götürülen kişilerde kesinlikle aranmamıştır. Bunun izahı, vakıfların kuruluş ve işleyiş gayesinde yatmaktadır ki, o da yukarıda da belirttiğimiz gibi sadece Allah Tealâ’nın rızasını kazanmaktır.

Toplumsal hayatı bir ağ gibi örmüş olan vakıf kurumunun çok yönlü fonksiyonel yapısı, Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemlerinde Batılı devletlerin de dikkatini çekmiştir. Tanzimat yıllarında ülkemizde Fransa Büyükelçiliği yapmış ve “Türkiye ve Tanzimat” adlı bir de kitap yazmış olan Engelhardt, bu eserinde şöyle der:
“1867 yılı şubat ayında, Paris hükümeti, daha önce İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı gibi Osmanlı padişahına başvurarak vakıf uygulamasının esaslı bir şekilde değiştirilmesini ve vakıflar ile vakfedilmiş arazilerin devlet mülküne dönüştürülmesini tavsiye etti.”

Acaba Batılı devletlerin, Osmanlı’daki vakıflar ile ne ilgisi olabilirdi ve bu devletlerin, vakıf uygulamasına son verilmesini ısrarla istemelerinin gerçek sebebi neydi?

Bu sorunun en açık cevabını Elmalılı Hamdi Yazır merhum veriyor:
“(Batılılardan gelen) haricî siyasî tesirlerle Osmanlı yönetimine Ahkâm-ı Arazi Kanunu kabul ettirilmişti. Fakat bu gelişme, Osmanlı arazisini ucuz yoldan elde etmek isteyen Avrupalı sermayedarları tatmin etmiyordu. Çünkü Osmanlı topraklarından bir kısmı “arazi-i emiriye” (kamu arazisi), mühim bir kısmı da arazi-i evkaf (vakıflara ait, vakfedilmiş arazi) idi. (...) Şu kadar ki, arazi-i emiriye’de hükümet, müsait kanun yapmak için nüfuz sahibi addedilebiliyor ve arzu edildiği zaman bu konuda baskı yapmak suretiyle istenen sonucu elde etmek ümit edilebiliyordu. Fakat vakıflar hükümetin nüfuzunun dışında idi. Avrupa arzu ederdi ki, (gerek) mirî arazi ve (gerekse) vakıf arazileri tamamen pazara çıkarılabilecek bir mal halinde bulunsun ve halkın bunlarla manevi bağları kuvvetli olmasın.”

Bu tarihî gerçeklerin de ortaya koyduğu gibi, vakıf müessesesi sadece toplumsal dayanışma ve kaynaşmayı gerçekleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda vatan toprakları üzerinde karanlık emeller besleyen dış çevrelerin de bu amaçlarına ulaşmasını engelliyordu.

İşte bu bakımdan bizim medeniyetimizin bir adı da “Vakıf Medeniyeti”dir. Eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten ulaşıma, ilimden sanata, doğal hayattan çevreye kadar bütün hayatı “Allah rızası için hayır işleme” anlayışıyla kuşatmış ve ölmez eser ve hizmetlerle donatmış bulunan vakıflarla örülü bir medeniyet için başka ne denebilirdi ki?[22]




[1] Buhârî, Edeb, 33
[2] Tirmizî, Birr, 36
[3] Buhârî, Mezâlim, 24
[4] Buhârî, Edeb, 34
[5] Buhârî, imân, 41
[6] Buhârî, Zekât, 30
[7] Müslim, Birr, 36
[8] Buhârî, Hars, 1
[9] Siraceddin Önlüer, Edeb Ya Hu, s. 210
[10] Buhâri, Mezâlim, 3
[11] Müslim, Zikir, 11 (nr. 38)
[12] Müslim, imân, 23 (nr. 95)
[13] Buhârî, Mezâlim, 4
[14] Tirmizî, Birr, 20
[15] Buhârî, Edeb, 37
[16] Ebû Davud, Edeb, 20 (nr. 4843).
[17] Tirmizi, Birr, 75 (nr. 2022).
[18] Tirmizî, Birr, 15.
[19] Ebû Davud, Edeb, 20 (nr. 4842).
[20] Siraceddin Önlüer, Edeb Ya Hu, 224
[21] Mehmet Gayretli, Semerkand Dergisi, Ekim, 2001
[22] Ebubekir Sifil, Semerkand Dergisi,  Kasım 2001.

25 Şubat 2013 Pazartesi

İSLAM VAKIF MEDENİYETİDİR (SADAKA-İ CARİYE):


İnsanın yaratılışında var olan yardımlaşma duygu ve düşüncesi, insanlığın tarihi ile yaşıttır. Her toplum, yardımlaşma hususunda kendi yaşadığı zamanın sosyal yapısını göre bazı faaliyetlerde bulunmuştur. Yardımlaşmanın teşkilatlandırılmış en ideal şeklini ise, vakıf olarak görmekteyiz.
İslam hukukunda vakıf muamelesi için "Vakıf", "Habs veya Hums" ve "Sadaka" olmak üzere üç terim kullanılmıştır. Vakf veya vakıf (va-ka-fe) kökünden arapça bir mastar olup; sözlükte;"Habsetmek" manasına olup "Vakafe" fiilinin masdarıdır. Bundan dolayı mahşerde insanların hesap vermeleri için hapsedildikleri yere "Mevkıf" denilmiştir. Çoğulu "Evkaf"dır.[1]
Sözlükte “durmak, ayakta dikilmek, ayağa kalkmak, birini bir işe muttali kılmak, şüphe etmek, incelemek, alıkoymak” gibi anlamlara gelen vakıf, bir fıkıh kavramı olarak, çıplak mülkiyeti kamuya, menfaati ise lehine vakıf tesis edilmiş bulunan hak sahiplerine ait olmak üzere bir malı bağışlamak veya bırakmak demektir. Vakfedilen mala mevkuf, vakfedene ise vakıf denir.[2]
Istılahta: "Bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip; aslını Allahu Teala'nın mülkü hükmünde olmak üzere, mülk edinme veya edindirmeden alıkoymaktır"[3] şeklinde tarif edilmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife (rha) indinde vakıf; tıpkı ariyet gibi caizdir, lazım değildir. İmameyn'e göre; "vakıf lazım ve sabittir, vakfedenin onu iptal etmesi caiz değildir."[4] Fukaha;fetvanın İmameyn'in kavline göre olduğunu tasrih etmiştir.
Terim olarak da; bir malı veya mülkü satılmamak kaydıyla ve bazı özel şartlar çerçevesinde bir hayır işine tahsis etmek olduğu bilinen vakıf, bu günkü anlamda,
Vakıf; kişinin taşınır veya taşınmaz mallarını hiç bir dış tesir altında kalmaksızın, sırf kendi rıza ve isteğiyle şahsi mülkiyetinden çıkarıp, hayır veya hasenat gayesiyle yine kendisi tarafından belirtilen şart ve hizmetlerin yerine getirilmesi için ebedi olarak tahsis etmesidir.
Kök anlamın kapsamı ederek genişlemiş ve bir malı; mülkiyetin nakli sonucunu doğuran tasarruflardan menedip, gelirini sürekli olarak yoksullara tahsis etmek anlamını kazanmıştır. Çoğulu "evkaf" ve "vukuf 'tur. Vakıf kelimesi bir isim olarak, edilgen kök, yani "vakfedilen mal" anlamını ifade eder. Osmanlı Devleti uygulamasında "evkaf ' tabiri, bu anlamda vakfın çoğuludur.[5]
Bu kelimeye muharreme(dokunulmaz hale gelen),müebbede(ebedi kılan) veya cariye (devam eden) gibi sıfatlar eklenerek vakıf anlamı kazandırılmıştır.[6] Hanefilerin büyük çoğunluğu, işin başından itibaren vakıf terimi kullanmayı tercih etmekle birlikte, bazı Hanefi hukukçuları, konu başlığı olarak" Vakıf ve Sadaka"yı birlikte kullanmışlardır.[7]
İslam Peygamber'i Hz. Muhammed (s.a.v) bazı hadislerinde vakıf yerine eş anlamlısı olan "habs" kelimesini kullanmıştır.[8] İmam Şafii(rah) ile Maliki hukukçular ve bunları izleyenler, Hz. Muhammed(s.a.v)'in ifadesine sadık kalarak, vakıf için "habs" veya "hubs" ile çoğulu olan "ahbas" terimini kullanmaya devam etmişlerdir.[9] 
Vakıf yerine "sadaka" kelimesinin kullanıldığı da olmuştur. Sadaka; yoksullara Allah rızası için verilen şey, sevap kazanmak amacıyla hibe edilen mal, demektir.[10]
Vakıf, bir hukuki müessese olarak şöyle tarif edilmiştir: Vakıf; kendisinden yararlanmak mümkün ve caiz olan bir malı, devamlı olarak Allah'ın mülkü olmak üzere temlik ve temellükten menetmek ve menfaatini (gelirini), Allah rızası için bir hayır cihetine tasudduk etmektir. Burada mal, vakfedenin mülkiyetinden çıkar ve Allah'ın (toplumun) mülkü haline gelir.[11]
Ebu Hanife'nin tarifi şöyledir: Vakıf, mülk olan bir ayn'ı, vakfedenin mülkiyetinde alıkoymak ve gelirini yoksullara veya başka hayır yollarına tasadduk etmekten ibarettir.[12] Malikiler, vakıfta ebediliği (te'bid) şart koşmazlar ve kısa süreli vakfı da geçerli sayarlar. Bir ev, dükkan veya araziyi belli süre için kiraya verip, kira bedelini hayır yoluna sarfetmek gibi.[13]

Vakfın sebebi;Allah’u Teala (cc)'nın rızasına yakınlaşmayı talep etmektir"[14] (Dürri'l Muhtar'da "Vakfın sebebi, dünyada insanlara ihsan ve ikramı, ahirette sevabı irade ve kasdetmektir" hükmü kayıtlıdır. Mahiyeti aynıdır).  Allah'a yakın olmayı arzulamak, O'nun rızasını tahsile çalışmaktır.[15]
Esasen vakıf hadisesi, Allah’u Teala'ya iman ve hesap gününe hazırlanma şuuru ile yakından alakalıdır. Nitekim ilk vakıf Hz. İbrahim (a.s)'in gayretiyle vücud bulmuştur.[16]   Halilü'r-Rahman vakfının özelliği budur. İslam'dan önce Arabistan'da bilinen en eski vakıf Mekke'deki Kabe'dir. Kabe, yeryüzünde ilk mabed olarak kabul edilir ve yapının temelleri Hz. Adem'e kadar dayandırılır. Bugünkü Kabe şeklinin İbrahim Peygamber ve oğlu İsmail(a.s) tarafından inşa edildiği Kur'an-ı Kerim'de bildirilir.[17]
İmam-ı Şafii (rha):"Allah’u Teala’nın rızasını kazanmak maksadıyla yapılan vakıf; cahiliyet ehlinden sadır olmamış, Müslümanlar tarafından vaki olmuştur"[18]
Esasen vakfın hükmü; vakfedilen şeyin, vakfeden kimsenin mülkünden çıkması ve Allah’u Teala (cc)'nın mülkü hükmüne girmesidir.[19] Bu sebeple; alış-verişe, hibeye ve mirasa konu olamaz. Mülkünün bir kısmını vakfetmek isteyen kimse; vakfedeceği şeyin mahiyetini, ne için vakfettiğini ve nasıl kullanılması gerektiğini kat'i olarak beyan etmelidir. Vakfın rüknü; mülkün vakfedildiğine delalet eden hususi lafızlarıdır. "[20]
İMAN EDİP İNFAK ETMEK, PAYLAŞMAK MÜSLÜMAN’IN ÖZELLİĞİDİR
Günümüzde insanların en muhtaç olduğu ahlak cömertliktir. Sadece kendisini düşünen, devamlı kendi çıkarlarının derdine düşen ve bütün nimetleri nefsine layık gören bir insan, bu haliyle varlıkların en alt seviyesine düşmektedir. Çünkü, insanın dışındaki her varlık, az da olsa bir başkasına hizmet eder, fayda verir.
 Sadece kendisi için yaratılmış hiçbir varlık yoktur. Bu varlıklar içinde en şerefli varlık olarak yaratılan insanın, sadece kendisi için yaşaması, insanlara faydalı işlerden kaçması, hayır nedir bilmemesi, iyiliği sevmemesi ne kadar üzücüdür. Kainata ibretle bakarsak şunu göreceğiz:
Bütün yerler, gökler ve içindekiler insanın hizmetine verilmiş, ona boyun eğdirilmiş ve ihtiyaçları için feda edilmiştir. Yani kainat insana infak edilmiştir. Bu durum insandan değil, Rahman ve Rahim olan Allah’u Teala’nın rahmet ve kudretinden kaynaklanan bir ihsandır.
 Yoksa insanın bir tek hücreyi yaratma ve yaşatma imkanı olabilir mi? İnsan her şeyi ile hazır bir aleme getirilmiş, kendisine üstün kabiliyetler ve geniş yetkiler verilmiştir. Bunun için insandan büyük bir vazife beklenmektedir.
İnsana düşen vazife, kainattaki bunca rahmeti görüp Yüce Yaratıcısını tanımaktır. Onu tanıyan sever, seven emrine itaat eder. İtaatin aslı rızadır. Rıza, teslimiyeti gerektirir. Teslimiyet haya ve edep ister. Bütün bunlar Yüce Yaratıcıyı tanımaktan ve ona saygıdan kaynaklanır. Bu hale marifetullah denir.
Marifetullah Allah’u Teala’yı şeksiz şüphesiz bir şekilde tanımak ve sevmektir. Bu hal kalple olur. Kalp gaflet ve isyan gibi manevi kirlerden arındırılır ve ilahi nurla aydınlanırsa, Yüce Yaratıcısını tanır, sever ve rızasına ulaşmak için can atar.
İlahi nurla aydınlanamayan bir kalp ve akıl, eşyayı gerçek haliyle tanıyamaz. İçinde saklanan mana ve hikmeti okuyamaz. Her şeyin Yüce Allah’ın iradesi, rahmeti, kudreti ve hikmetiyle vücut bulduğunu, O’ndan gelip ona döneceğini anlayamaz.
İnfak iman ve ilimle olur. İnfakın her zerresi rahmet sebebidir. İnfak her yönüyle israftan ayrı bir şeydir. İkisinde de mevcut imkanı kullanma, malı elden çıkarma ve harcama vardır. Fakat israfta his ve şehvet söz konusudur. İsraftaki hedef Allah’ın rızası değildir. Nefsin hevasıdır. İsrafın her türlüsü zarardır ve haramdır.
Müsrif, Allah’u Teala’nın kendisine verdiği nimetleri hedef ve hikmetine göre kullanmayan, nimetleri haram olarak harcayan ve haddi aşan kimse demektir. Herhangi bir azası ile günah işleyen kimse, o azaya bahşedilen hayat, kudret, hikmet, ibret ve yaratana muhabbet nimetlerini israf etmiş demektir.
Kamil müminin en önemli sıfatları eminlik ve cömertliktir. Mümin, insanların hatta hayvanların bile kendisinden emin olduğu ve fayda gördüğü kimsedir. Mümin emindir ve emniyet verir. Çünkü o, Cenab-ı Hakk’ın “el-Mümin” ismi şerifinin tecellisine mazhar olmuştur.
Cenab-ı Hakk’ın bir güzel ismi de “el-mümin”dir. Allah (c.c) emindir, emniyet verendir. O, dostlarını üzmez ve kendi hallerine terk etmez. Onlara verdiği sözden dönmez. Allah’u Teala düşmanlarına bile haksızlık etmez. Haksızlığı kendisine ve kullarına haram kılmıştır. Bütün yaptıkları rahmet ve adalettir.
Bu ilahi ahlak mümine öyle yansımıştır ki sonunda mümin, Yüce Allah’ın boyasıyla boyanmış ve bu ahlak kendisinden hiç ayrılmayan bir sıfat halini almıştır. Onun için Cenab-ı Hakk, mümini Kur’an’da çok kere bu isimle anmıştır.
Bütün mahlukat gerçek müminden yana emniyet ve selamet içindedir. Onun için mümin nefsine ve başkasına zulüm edemez. Bütün davranışları şefkat ve adalet olmalıdır. Müminin cömertliği ise Rahman ve Rahim olan Allah’u Teala’yı yakinen tanımasından ileri gelmektedir.
Arifi billah Hakim et-Tirmizi’nin belirttiği gibi,“Gerçek İslam, Allah’u Teala’nın haklarını korumak için malını ve canını onun yolunda vermekten ibarettir.“[21]
Allah yolundaki infak, kalpteki iman ve irfan için bir ölçüdür. Allah için malını veremeyenler canını hiç veremezler. Malından ve canından cimrilik edip Hakk’ın ve halkın hukukunu çiğneyenler, dünya ve ahiret mutluluğuna eremezler. Ruhun saadeti Allah için sevgi ve hizmette gizlenmiştir.
İnfakın çeşitleri pek çoktur. İnsan Allah’u Teala’nın kendisine bahşettiği maddi-manevi her türlü nimetten başkasına harcayabilir. Hayatta olan herkesin, başkasına ikram edebileceği bir çeşit nimeti muhakkak vardır. Yeter ki insan o nimetten gafil ve cömertlik şerefinden mahrum olmasın.
Allah’u Teala’yı yakinen tanıyan müminler, canları dahil bütün sahip oldukları şeylerin gerçekte ona ait olduğunu bilirler. Onun için bütün benlikleriyle onu severler. Bu öyle bir sevgidir ki ondan birazcık tat alanlar, Yüce Mevla’nın rızası için canlarını ve mallarını hiç çekinmeden feda ederler. Allah’u Teala bu kişileri bize  şöyle tanıtmaktadır:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın rızasına ulaşmak için kendisini feda eder.“[22]
Allah için canını severek veren kimsenin, malını verirken kalbi korkar, eli hiç titrer mi? Elbette ki hayır. Ama bu hal sevgi ile olur. İşte bu sevgi zor işler başarır. O zaman kalp boş korkulardan kurtulur ve huzura ulaşır.
Büyük müfessir Fahruddin Razi (rah) şöyle diyor :
“Allah için din yolunda yapılan bütün mücahede, mücadele ve masraflar bu ayetin övdüğü fedakarlığa girmektedir.“[23]
Erkek-kadın her mümin, az da olsa bu ahlaktan bir pay sahibi olabilir ve olmalıdır. Böylece Yüce Yaratıcıyı tanımanın tadını almalı, onu sevmenin farkını ise göstermelidir.
Arifler, ‘Bir kalbi Allah sevgisi doldurduğu zaman, onun korkusu gider; kalp kuvvetlenir ve sevinçle dolar.’ diyor.
Buradaki sevinç kula her fedakarlığı yaptırır. Bu sevgiyi ortaya koymanın çok çeşitli yolları ve şekilleri vardır.
Bütün hayırların temeli Cenab-ı Hakk’ın sevgi, destek ve rahmetidir. Buna Allah’ın hidayeti ve inayeti denir. Allah’u Teala bir kalbi açar ve muhabbetiyle doldurursa, o insan artık bütün güzelliklerin kaynağı olur.
 Şu bir gerçektir ki insanın kalbi açılmadan eli açılmaz. Kalbe ilahi nur girmeden de kalp açılmaz. Müminin kalbine giren iman nuru kalpten ilk olarak inkar ve şirki temizler. Sonra cimriliği ve bencilliği yok eder.
Yüce dinimiz İslam infakta bulunmayı, iyilik ve hayırda yarışmayı toplumdaki fakir, düşkün ve kimsesizlere yardım eli uzatmayı teşfik etmektedir. İman edip infak etmek, paylaşmak Müslüman’ın özelliğidir. Çünkü mülk Allah’ındır, servet insana emanettir. Mü’mine bu emaneti nasıl koruduğunu ve nereye harcadığının hesabı sorulacaktır.
VAKIF DÜNYALILARI AHİRETE TAŞIMA YÖNTEMİDİR
Vakıf;kitap, sünnet ve sahabe-i kiram'ın icmaı ile sabit olan İslami bir müessesedir. Zira rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) Medine'deki yedi bahçeyi vakfetmiştir. Aynı şekilde sahabeler ve Hz. İbrahim (a.s) de bazı emlaki vakfetmişlerdir. Bu vakıflardan bazıları varlıklarını günümüze dek devam ettire gelmişlerdir.[24]
Bunların yanı sıra günümüzde bu anlayışın bir ürünü olarak camiler, mescidler, medreseler, kütüphaneler, zaviyeler ve kervansaraylar hep "vakfın" önemini kavrayan mü'minlerce meydana getirilmiştir. Anadolu'nun büyük bir bölümünde "vakıf' arazilerine rastlamak mümkündür.
Ashab-ı Kiram’dan günümüze dinin öğretilmesinde, resmi görevlilerin dışında özel gayretlerin büyük etkisi vardır. Tarih boyunca mutasavvıflar, meşayih, salih zatlar, ihvan öncelikle dini yaşamayı, sonra örneklemeyi ve öğretmeyi hedef edinmişlerdir. Günlük hayatlarında, sohbetlerinde, kitaplarında daima bu esasa göre hareket etmişlerdir. Nitekim tasavvuf erbabı dinin yayılmasında asırlar boyunca birinci etken olmuştur. Dinin öğrenilmesindeki bu rolü sebebiyle dergahlara “halk mektebi” de denmiştir. Günümüzde de bütün İslam coğrafyasında dergahlar, cemaatler, onların sohbet meclisleri ve vakıfları aracılığıyla bu eğitim faaliyeti -şükürler olsun- devam etmektedir.[25]
İşte varlığıyla insanoğluna hayatında da memetındada hizmet eden kuruluş olan vakıf insanın ölümünden sonrada ismini ve eserini yaşatan kurumdur, ölümlü ve geçici olanı ebedileştirme, dünyalıları ahirete taşıma yöntemidir.
Gavs-ı Sani’nin (k.s) buyurduğu gibi:
“Vakıf hizmetleri iyi bir mümin olmayı öğretir. Bu vakıf işi için gayret edin. Bu hizmet, önünüze gelen bu iş, size bir devlettir. Bunun kıymetini bilin, bunu iyice alın, saklayın, muhafaza edin, kapınızın, evinizin içinde tutun. Eğer elinizden kaçırırsanız, eline alan bir daha sizin elinize geçirmeyecektir. Bu fırsatı bir daha bulamazsınız.”
Gavs hazretlerinin de buyurduğu gibi vakıf hizmetlerinde canla başla çalışıp gayret etmek bitmez tükenmez bir servettir. Eğer dinin emrettiği tevazu ve mütevazilik elden bırakılır, hoşgörü ile devam edilmezse, menfaati çok büyük olan bu hizmet, bu davranışlardan dolayı bir başkasının eline geçebilir. Eğer bu hizmeti eline geçiren bu menfaatin farkına varır da kurallara uygun hareket ederse bir daha bu hizmet eline geçmez. Onun içindir ki ey mü’min elindeki nimetin farkında ol…!
Vakıf insanı gönlü zengin insandır. Kalbi zengin olana, cüzdan fakirliği zarar vermez. Kalbi fakir olana da cüzdan zenginliği bir fayda vermez. Ancak onun fakirliğini arttırır.
Allah Teala Kur’an-ı Mübinde şöyle buyrulur.“O Takva sahipleri kendilerine rızık olarak verdiğimiz her şeyden (Allah yolunda) infak ederler“Bakara suresi ayet-3   
Allah mü’minlerden canlarını mallarını cennet mukabilinde satın almıştır….Tevbe suresi ayet-111  
Ebu Hureyre (r.a)’dan rivayetle Peygamber Efendimiz(s.a.v)şöyle buyurmuştur:
İnsan öldüğü zaman amel defteri kapanır. Üç şey bundan müstesnadır, sadaka-i cariye, faydalı bilgi ve salih evlattır.”[26] buyurmuştur.
İnsanın yaratılışında var olan yardımlaşma duygu ve düşüncesi, insanlığın tarihi ile yaşıttır. Her toplum, yardımlaşma hususunda kendi yaşadığı zamanın sosyal yapısını göre bazı faaliyetlerde bulunmuştur. Yardımlaşmanın teşkilatlandırılmış en ideal şeklini ise, vakıf olarak görmekteyiz.
Vakıf; yorgunu dinlendiren misafirhane, yetimi barındıran yurt, yoksulu güldüren yuvadır.
Vakıf; cahili öğreten okul, açı doyuran aşevi, hastayı tedavi eden hastanedir.
Vakıf; mutluluğa götüren kapsamlı ve görkemli bir yoldur.
Vakıf kurumu; insanın insana, hatta insanın tüm canlılara sunabileceği hizmetin tümüdür.
Vakıflar; en güzel bir sosyal hizmet tesisidir.
Vakfa saygı, tarihe saygıdır.
Vakıf; iman, sevgi ve manevi olgunluğun mahsulüdür.
Vakıf; sevgi sembolü, insanlık dolu bir fazilet yoludur.
Vakfa hizmet; halka hizmet, halka hizmet ise; hakka hizmettir.
Vakıf; diriye şefkat, ölüye rahmet vesilesidir.
Vakıflar; varlıklarını vatan ve milletine armağan edenlerin eserleridir.
Vakfa hizmet kültür ve sanata hizmettir.
Vakıflar; geçmişe saygı, geleceğe teminattır.
Vakıf, bir hizmetin gelecekte de yapılması için belli şartlarla ve resmi yoldan ayrılarak bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk, para olarak tanımlanmaktadır.
Bizim geleneğimizde vakıf oldukça önemli bir yer tutmaktadır.
Geçmişte kurulan vakıfların kurucuları vakıflarının işletilmesi ve geliştirilmesi sırasında yaşanacaklar için hem dua hem de beddua bırakmışlardır.
Bu yüzden çoğu kimse vakıf söz konusu olunca son derece temkinli davranır.
Vakıf duası;
Her kimse ki; Vakıflarımın bekasına özen ve gelirlerinin artırılmasına itina gösterirse, bağışlayıcı olan Allah’u Teala'nın huzurunda ameli güzel ve makbul olup, mükâfatı sayılamayacak kadar çok olsun, dünya üzüntülerinden korunsun ve muhafaza edilsin..."  Kanuni Sultan Süleyman Vakfiyesinden... Hicri 950 - Miladi 1543
Vakıf Beduası;
"Allah'a ve Ahiret gününe inanan, güzel ve temiz olan Hazreti Peygamberi tasdik eden, Sultan, Emir, Bakan, küçük veya büyük herhangi bir kimseye, bu vakfı değiştirmek, bozmak, nakletmek, eksiltmek, başka bir hale getirmek, iptal etmek, işlemez hale getirmek, ihmal etmek ve tebdil etmek helal olmaz.
Kim onun şartlarından herhangi bir şeyi veya kaidelerinden herhangi bir kaideyi bozuk bir yorum ve geçersiz bir yöntemle değiştirir, iptal eder ve değiştirilmesi için uğraşır, fesh edilmesine veya başka bir hale dönüştürülmesine kastederse, haramı üstlenmiş, günaha girmiş ve masiyetleri irtikab etmiş olur.
Böylece günahkarlar alınlarından tutularak cezalandırıldıkları gün Allah onların hesabını görsün. Malik onların isteklisi, zebaniler denetçisi ve cehennem nasibi olsun. Zira Allah'ın hesabı hızlıdır. Kim bunu işittikten sonra, onu değiştirirse onun günahı, değiştirenler üzerindedir. Kuşkusuz O, iyilik edenlerin ecrini zayi etmez..." Kanuni Sultan Süleyman Vakfiyesinden...
İSLAM VAKIF MEDENİYETİDİR (SADAKA-İ CARİYE):
Vakıflar Türk-İslam dünyasının her yerinde milli vicdandan birer güzellik, şefkat abidesi seklinde doğmuş ve yükselmiştir. Kurulan vakıflarla gördürülen hizmetler çok çeşitlidir Yurdun onarımı, düşman saldırısından korunması, sosyal adaletin sağlanması gibi ana hedeflere yönelik olan vakıfların kuruluş amaçları daha çok sosyal amaçlıdır.
Tarihe dönüp bakarsanız, ecdadımızın fethettikleri şehirleri yakıp yıkmak yerine, vakıflar kurarak ihya ettiklerini görürsünüz. Camiler, medreseler, kervansaraylar, darüşşifalar, hamamlar, bedestenler ve çarşılar. Ve daha niceleri... Zaten müslümana yakışan bu değil mi: İnsanı inşa etmek için bir medeniyet inşa etmek.
Ecdadımız vakıf sistemi ile hem yaşadıkları mekanları, hem de kendi gönüllerini zenginleştirdiler. Akla gelebilecek her alanda, insana ve hayvanlara hizmet edecek vakıflar oluşturdular.
Bu vakıfların kuruluş maksadını anlatan kitabelerde bir medeniyetin ruhu yansır. Yeryüzünde ne için bulunduğunu bilen, mahluka hizmetin Halik’a hizmet olduğunu kavramış, dünya hayatını ebediyetin tarlası olarak gören bir ruh. O kitabelerde bir kaygıyı da hep görürsünüz; hizmetin aksamadan devamı kaygısını.[27]
İslam tarihinde vakıflar, insanların ve başka canlıların faydasına olan çeşitli hizmetleri yerine getirmek üzere kurulmuştur. Ziya Kazıcı,İslami ve Sosyal Açıdan Vakıflar,45(Marifet Yayınları) Osmanlı'da en ücra coğrafyalarda yaşayan insanların sosyal ihtiyaçlarını karşılamada ve hayat standartlarını yükseltmede en tesirli unsurlardan birisi de şüphesiz vakıf müesseseleri olmuştur.
İlk vakfın Rasul-i Ekrem (s.a.v) tarafından kurulduğu rivayet edilir. Kaynaklarda bildirildiği üzere, Muhayrık isimli yahudi bir zat Uhud harbine katılmış ve ölümü halinde bütün mallarının Peygamber Efendimiz(s.a.v)’e teslim edilmesini, O’nun da dilediği şekilde bu malları kullanmasını vasiyet etmişti. Muhayrık vefat edince, Efendimiz (s.a.v) de ondan kalan bahçeleri çeşitli hayır işlerine vakfetmişti.
Mallarıyla ilk vakfın yapıldığı Muhayrık’a gelince; garip ve derslerle dolu bir tecelli, müslüman olup olmadığı konusunda kesin bir bilgi bulunmuyor.
Dinimizdeki vakıfla ilgili hükümlere kaynaklık etmesi bakımından şu olay önemlidir:
Hz. Ömer (r.a), Hayber’deki arazisiyle ilgili olarak Efendimiz (s.a.v)’e müracaat ediyor. Bu arazinin çok kıymetli olduğunu belirttikten sonra, ne yapacağı hakkında Allah’ın Elçisi’nden tavsiye istiyor. Efendimiz (s.a.v) de “Onu dilediğin şekilde kayıt altına al, gelirlerini ise tasadduk et!”buyuruyor. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) o araziyi satılamayacak, hibe ve miras olunamayacak şekilde insanların faydalanmasına bırakıyor. Bunu yaparken de, araziyle ilgili görevlilerin bu arazinin mahsullerinden aşırıya kaçıp ticaret yapmamak kaydı ile yemesinde ve arkadaşlarına yedirmesinde sakınca olmadığını, fakirlere, miskinlere, yolculara, kölelere, esirlere, Allah yolunda cihad edenlere ve kılıç ehline tasadduk ettiğini açıklıyor. Kemal Süleymanoğlu,Semerkand Dergisi,2001 Kasım
Hz. Peygamber (s.a.v) Medine'deki hurma bahçesini vakfedip, hasılatını İslam'ın müdafaası ve acil ihtiyaçlara tahsis etmiştir. Fedek hurmalığını da yolculara vakfettiğini biliyoruz. Ashab-ı Kiram da O’nun yolundan yürüyerek çeşitli vakıflar kurarak insanlığa hizmette yarışmışlar. Mesela Cabir (r.a): "Ben, muhacir ve ensardan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakıf ve tasaddukta bulunmuş olmasın." diyor.
Tarih boyunca vakıflar toplum hayatında önemli roller üstlenmiştir. Müslüman toplumlarda vakıflar, devletin yetişemediği alanlarda, kamu hizmet ve yatırımlarını tamamlayıcı sivil inisiyatif ve örgütlenmeler olarak faaliyet göstermişlerdir.
Osmanlı'da vakıf anlayışına bakıldığında, Uygur­lardan başlayıp Selçuklulara uzanan Doğu tesirini ve Roma İmparatorluğu'ndan başlayıp Bizans İmparatorluğu'na uzanan Batı tesirini birlikte görmekteyiz.[28]Osmanlı; vakıf anlayışını, tarihten devraldığı bu fiziki mirası ve vakıf kültürünü hem geliştirmiş hem de çeşitlendirmiştir.
Bu hukuki müesseseler, İslam memleketlerinin, dolayısıyla Osmanlı'nın, sosyal ve iktisadi hayatının gelişmesinde önemli rol oynamıştır.[29]Vakıf sisteminde hukuki statüye sahip, süreklilik arz eden, müesseseleşmiş, sosyal bir yardım faaliyeti vardır. Bu manada, hem Selçuklu'da hem de Osmanlı'da faaliyet gösteren vakıflar, İslam hukukunun kendisine kattığı birikim ve sağladığı altyapıyla iyiden iyiye gelişmiştir. Vakıf kurumu en büyük gelişimini, sosyal hayatta yardımlaşma ve dayanışmaya çok önem veren İslam dininin ortaya çıkmasından ve güçlü Türk devletleri tarafından kabul edilmesinden sonra sağlamıştır.[30]

Tarih boyunca büyükler, insanlığın istifadesi için çok çeşitli hayır kurumları inşa etmişler ya da buna vesile olmuşlardır.
Vakıflarda görülen hizmet ruhunun ne derece kökleştiği ve yaygınlaştığı, bunların verdiği hizmetlerle de anlaşılabilir. Bu sayılabilek çeşitlemeler aslında her dönemde yapılabilen ama günümüze göre farklılık arz eden hususlardır.

Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardımı yapmak; halka meyve ve sebze dağıtmak, çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımını sağlamak, çocukların emzirilmesini sağlamak, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak, kase ve bardak gibi kap kacak kıran hizmetçileri, efendilerinin azarlamalarından korumak; kuşlara yem vermek, çocuklara oyuncak almak, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri büyütmek, talebelere burs, kalacak yer temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak yetiştirmek, müflis ve borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek, hayvanları himaye etmek; cadde ve sokakların temiz tutulmasını sağlamak, sokaklara atılan tükürük ve benzeri maddelerin üzerine kül döktürmek gayesiyle görevliler tayin etmek;[31]su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, buzlu su veya şerbet dağıtılan sebiller, kuyular, medrese, hanlar, hamamlar, camiler, yollar, kaldırımlar, köprüler yapmak ve bunların finansmanını sağlamak maksadıyla çok sayıda vakıf kurulmuştur. Ayrıca hastaneler, vakıflar aracılığıyla hizmet vermiş, doktorlar ücretlerini vakıflardan almışlardır.[32]Vakıf hastanelerinde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilaç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir-iki öğün yemek veriliyordu. Bunların yanı sıra, efendileri azarlamasın diye kase, bardak ve kap-kacak kıran hizmetçilere verilmek üzere para vakfı yapan hayırseverler bulunuyordu.
Akla gelebilecek her hayır, vakıflar aracılığıyla    yerini buluyordu. Mesela kaleminde mürekkep kalmayanlar için "Mürekkep Vakfı" bile kurulduğunu hayretle öğreniyoruz. Halka meyve ve sebze verilmesi, çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımının temin edilmesi, çocukların emzirilmesi, yol ve sokakların temizliği için tükürük gibi tiksindiren şeylerin külle üzerinin kapatılması, oyuncaksız çocuklara oyuncak alınması gibi daha birçok hizmet için vakıflar bulunuyordu.
İşte Peygamber Efendimiz(s.a.v)’in hareketiyle hayat bulan bu değerlere gönül vermiş nice müslüman, daha ilk dönemlerden itibaren pek çok vakıf kurmuşlardır. Canını bu değerler uğruna feda ederken, kendisi öldükten sonra da devam edecek bir hizmete malını da seferber etmiştir. Bu seferberlik bir çığ gibi büyümüş, Abbasiler döneminde vakıflardan sorumlu nazırın tayinini zorunlu kılmıştır. Özellikle Osmanlılar döneminde vakıflar devletten sonra ikinci büyük güç haline gelmiş, ülke topraklarının çok büyük bir bölümü vakıf araziler haline dönüşmüştür. Bugün modern dünyanın savunduğu sosyal devlet anlayışının çok ilerisinde bir model oluşmuştur.
Hatta bir yazar haklı olarak şöyle bir tespitte bulunur: "Osmanlı İmparatorluğu devrinde pek büyük bir inkişafa mazhar olan vakıflar sayesinde, bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer; vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta, konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle beşeri hayatın bütün icaplarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarla temine pekala imkan vardı."[33]
Rasulullah Efendimiz(s.a.v) ile bağlayan vakıf hizmetinin, günümüze kadar binlerce takipçisi oldu. Müslümanlar sadaka-i cariye olarak evlerini, tarlalarını, bahçelerini vakfettiler. Bu vakıflarla eğitimden sağlığa, güvenlikten savunmaya, dul ve yetimlerden yolda kalmışlara, kısaca akla gelebilecek her ihtiyaç sahibine ve sahasına hizmet verdiler. Batılı ve Doğulu bir çok araştırmacıya göre İslam medeniyetinin üzerinde yükseldiği en önemli kurumlardan birisi vakıftır. Elmalılı Hamdi Yazır merhuma göre ise vakıf hizmeti, toplumları medenileştirecek ve seviyesini yükseltecek olan en doğru yoldur.
İslam hukukundaki vakıf anlayışı ile günümüzdeki bir tüzel kişilik olan vakıf anlayışı arasında kapsam açısından farklılıklar bulunuyor. Günümüz mevzuatında İslam hukukundaki vakıf müessesesi yerini korumuş, ancak faaliyet kapsamı genişletilmiştir. Buna göre vakıflar, tüzüklerinde yer alan hizmetleri gerçekleştirebilmek için hibe, sadaka ve diğer her türlü yardımı kabul edebilmektedirler. Ticari faaliyetler yanında birçok farklı girişimlerde bulunabilmektedirler.
Günümüzde faaliyet gösteren vakıf mütevelli heyetleri, özellikle şu konuya dikkat etmek zorundadırlar: Vakfın malvarlıkları arasında İslam hukukuna göre vakfedilmiş olan mallar satılamaz, mülkiyet konusu olamaz, sadece gelirlerinden faydalanılır. Vakfa yapılan hibe, sadaka gibi diğer yardımlar ise tamamen vakfın kuruluş gayeleri için kullanılabilir. Hatta hibe edilen taşınmaz mallar bile satılarak gelirleri vakfın gayelerine sarfedilebilir. Zekat ve öşür gibi vakıf gelirleri, kesinlikle “zekat mesarifi” dediğimiz sekiz sınıf insana ulaştırılmalıdır. Bu konuda vakıf, sadece zenginlerle fakirler arasında posta görevi yapmış olur.
Yapılan bütün hayırların ve çalışmaların sadece ve sadece Allah Teala’nın rızasını kazanmak olduğunu bu düstur ile hareket edenlerin kurtuluşa erenler zümresinden olduğu bilinmelidir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Sevdiğiniz şeylerden(Allah yolunda) infak etmedikçe birre eremezsiniz.”[34]
Bir Müslüman’ın sıkıntısını gidermeyi dünya dolusu altın ve gümüşe tercih edenlerden bize kadar gelen bu fazilet geleneği, kaynağını o mümtaz kitaptan alıyorsa devamlılığını da elbette ki aynı kaynaktan sağlayacaktır. Ayet-i kerimelerde şöyle buyrulur: “…Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır…”[35]
“…Sonra anaya, babaya,akrabaya,yetimlere,yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.”[36]
“Sakın yetimi ezme”[37]
“...öksüz kızlar ve zavallı çocuklara ve bir de yetimlere adaletle davranmanız hakkında Kitap’ta size okunan ayetler vardır. Sizin her yaptığınız iyiliği, muhakkak Allah bilir.”[38]
Zikredilecek pek çok ayet ve hadis olmakla birlikte hizmet ve hayır seferberliği olan vakıf medeniyetimiz, şefkat ve merhamet titizliğimiz böyle başlamış oldu.

Onca gürültüsü ve debdebesi içinde fani olan bu ömrü tamamlayanların bir manada derdi bitmez. O dert de “Adem odur ki, koya her yerde bir eser. Eseri olmayanın yerinde yeller eser” veciz sözüyle dile getirildiği gibi öteki aleme göçtükten sonra da hayırla yad edilmektir. Güzelden güzel sadır olur kaidesince yad edilmenin yolunu yordamını hayırdan yana bulanlar, amel defterlerinin sürekliliğini sadaka-i cariyede aradılar. Zira bir yoruma göre sadaka-i cariye vakfı işaret eder.
Aslında çok söze gerek yok; merhum Ahmed Yesevi’nin “Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen, Öyle mazlum yolda kalsa hemdem ol sen, Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen!” dediği gibi insan bu dünyadan ötekine yalnız halis niyetle yapılan güzel amellerden başkasını götüremez. Nitekim Rabbimizin de “Gece-gündüz, açık ve gizli,  mallarını Allah için harcayanların mükâfatını  Rableri verecektir.  Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de”[39]buyurduğu üzere yapılan iyilik ve hizmetlerle hayra gönül eğenlerin sevaplarında da süreklilik olacaktır.

Yalnız bu kadar da değil; insani duygularımızın zaafa uğradığı zamanımızda vakıflar aracılığıyla yapılan hizmetler nefsimizin terbiyesinde de pay sahibidir. Yaratılmışa şefkati, merhameti, sevgiyi, cömertliği öğrettiği gibi, dertli gönülleri dertten kurtarırken gözetilmesi gereken adab-ı muaşeret kaidelerini de tazelememize sebep olurlar. Mesela hayır yaparken başa kakmamak, gösterişten sakınmak, nezaket sahibi olmak, tebessüm ve teşekkür etmek bunlardan sadece birkaçıdır.  İnsan tüm bunların kazancını hesap ederken “Daha ne olsun” diyor ama bir şey daha var; şayet vakıflar bünyesinde yapılan hizmetler manevi rehberlerimizin öncülüğünde ise, onlardan gelen feyz de ruhumuzun meşki oluyor.
VAKIF MALINI KULLANMADA TİTİZLİK
İşte gerek kuruluş amacı gerekse yaşayış amacı sadece Allah Teala’nın rızası murad edilirken, vakıf mallarını kullanmakta da sadece Allah’ın rızası güdülerek yapılmalıdır. Kendi malımızı kullanırken nasıl ihtimam ve özen gösteriyorsak vakıf malını da o derece ihtimamla kullanılmalıdır.
Ne yazık ki, kendi evimizde yapmayacağımız bir horlukla vakıf mallarını kullanıp onlara zarar veriyoruz. Ve işin en acı yanı da ne biliyor musunuz? O zararı, hizmet yaptığını sanan insanlar veriyor.
Yaratan’ın rızasına ulaşmak maksadıyla yaratılanlara hizmet için kurulan vakıflar aynı zamanda binlerce insanın hakkının bulunduğu müesseselerdir. Bu yüzden oradaki en ufak bir hakka girme, aynı anda binlerce kişinin kul hakkına girmeyle neticelenir. Bu anlamda hizmetin hezimete dönüşmemesi, başka bir ifadeyle kanadından tuttuğumuzda bizi rızaya ulaştıracak hizmetin, kaybedenler halkasının ortasına düşürmemesi için azami dikkat göstermeliyiz.
Allah Teala, kul hakkıyla huzuruna çıkmamamız hususunda bizleri uyarıyor. Çeşitli ayeti kerime ve hadis-i şeriflerde mana itibariyle, “Ben hakkımı affedebilirim, ama kulumun hakkıyla bana gelirsen, o affetmedikçe ben onun yerine seni affetmem” buyuruyor. Bunun yanında Rabbimiz’in dilerse kul hakkını da  affedeceğine dair hadisler de var. Ancak bu çok özel lütfa mazhar olabileceğini kim garanti edebilir? Bunun için Peygamberimiz ve Allah dostları kul hakkı konusunda ciddi anlamda bizleri uyarıyor.
Kul hakkı konusunda büyükler öylesine titiz davranmışlar ki, hayrete düşmemek mümkün değil. Mesela bir gün Beyazıt Bistami Hazretleri çamurlu bir yolda yürürken kayıp düşeceği an bir duvara tutunup destek alır. Ancak duvardan biraz toprak aşınıp dökülünce hemen o duvarın sahibini bulur ve helallik ister. Mecusi olan duvar sahibi “Sizin dininiz bu kadar hassas mı?” diye sorar şaşırarak. Beyazıt Bistami de, “İslam’da kul hakkı var, eğer bu dünyada helalleşilmezse, mahşerde ödemek çok zordur. Rabbimiz kulun her günahını dilerse affeder ama kul hakkını affetmiyor. Onun için, mutlaka burada helalleşmek lazım. Aksi halde, cennete ulaşmak mümkün olmaz” der.
Özellikle tek tek helalleşme imkanı asla olamayacak kalabalıkların hakları altında kalmak, korkunç bir neticeye götürebilir insanı. Eskiden kul hakkından korkan insanlar, vakıf arazisinden geçtikten sonra ayakkabılarını dahi çıkarıp silkelerdi “Vakıf malının tozu bile bize bulaşmasın, onca insanın hakkı sorulmasın” diye. Kul hakkına girmemeye gayret etmeli ancak varsa da onu, mahşerin dehşetini düşünerek o güne bırakmamalı. Sadece beklemesi bile azap olacak o günde beklememek için, kişi alacağı hakkından vazgeçiriliyorken, binlercesinin hakkını ödeyebilmek nasıl mümkün olur? Kul hakkı öylesine önemlidir ki, Efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde bizleri uyarır ve “Şehitlerin, kul borcundan başka bütün günahları mağfiret olunur” sözleriyle buna vurgu yapar. Yani Allah dilemedikçe şehitlik bile kul hakkını kaldırmıyor. Yine Efendimiz aynı hususta, “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bir insan Allah yolunda üç defa şehit olsa bile, üzerindeki kul hakkı ödenmedikçe cennetteki makamına erişemez!..” buyurur.
Kul hakkı vebali altında bulunan kimseleri, Efendimiz (s.a.v) “müflis” olarak niteleyip, durumlarını şöyle anlatır: “Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekat ile gelir. Ama şuna sövmüş, buna iftira etmiş, onun malını yemiş, berikinin kanını akıtmış, ötekini dövmüştür de, sevabından bir kısmı şuna, bir kısmı buna verilir. Üzerindeki kul hakları ödenmeden önce hasenat tükenirse, onların günahlarından alınıp, buna yüklenir ve sonra cehenneme atılır”[40]Mesele çok açık. Kul hakkı bulunan kimse, amelleri salih de olsa hak sahipleri ile hesaplaşmadan cennete giremiyor.
Hz. Osman’ın yanlışlıkla kulağını çektiği ve hatasını anladığında da yanına çağırdığı kölesine “Sen de benim kulağımı çek!” diye kulağını çektirmesi, hatta kölenin hafif davranması üzerine “Ben daha sert çekmiştim; biraz daha sert çek de beni ahiret vebalinden kurtar!” demesi üzerine kölenin de “Ey halife! Daha fazla çekersem bu sefer de ben size borçlu olurum!” şeklinde cevap vermesi, neticede karşılıklı helalleşmeleri oldukça ibret verici.
Efendimiz’in (s.a.v) bile son demlerinde ashabına “Kimin üzerimde hakkı varsa gelsin alsın!” buyurarak kul hakkını düşünmesi, ahiretteki hesaplaşmanın ne kadar çetin olduğunu hatırlatır.
Bu şartlarda ahlaki kurallar bir yana, kul hakkından dolayı olsa dahi vakıfta bulunan her mala aşırı derecede titizlik göstermek zorundayız. Hatta kendi evimizin, büromuzun eşyasından da daha fazla özenli davranmak zorundayız oradakilere karşı. Çünkü işin ucunda helallik için kendilerine asla ulaşamayacağımız, hiçbir zaman tanıyamayacağımız binlerce, belki de milyonlarca insanın hakkı söz konusu. Fakat ne yazık ki, kendi evimizde yapmayacağımız bir horlukla vakıf mallarını kullanıp onlara zarar veriyoruz. Ve işin en acı yanı da ne biliyor musunuz? O zararın, hizmet yaptığını sanan kişiler tarafından verilmesi.  Diğer yandan o malın oraya hangi fedakârlıklarla konulduğunun da düşünülmesi gerek. Çok değil, bir lira bağış, sadaka vermemek için sırt dönülürken, yüzlerce liraya mal olmuş eşyalara gösterilen hodgamlık insanın canını acıtmalı.
Su değdiğinde dahi kabaracak bir tahta kapının, hortum tutularak yıkanması; elektrik süpürgesinin kulpu dururken hortumundan tutulup kaldırılması ya da çekilerek yerine konulması nasıl bir hizmet anlayışı ve içselleştirilmiş davranışla açıklanabilir? Öte yandan evlerimizde yerlere çöpleri atar mıyız ya da halının üzerine kirletecek bir şey döktükten sonra, orayı silmeden öylece bırakır gider miyiz? Veyahut çocuklarımızın duvarları, sandalyeleri çizmelerine, delmelerine, kapılara tekme atıp şiddetle çarpmalarına göz yumar mıyız? Elektrik ya da suları açık bırakır mıyız, deterjanları boca mı ederiz? Örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak gerek yok: Okyanusu, bir damlası gösterir misali… Eğer bunları kendi eşyalarımıza yapmıyor ve yapılmasını istemiyorsak vakıf mallarına, o şekilde davranmayı nasıl açıklayabiliriz? Hainlikle mi, yoksa vurdumduymazlıkla mı? Hele bir de işin ucunda binlerce kişinin kul hakkı varken?!..[41]



[1] İmam-ı Merginani,el-Hidaye Şerhu Bidayetü'l Mübtedi,III,13 (Kahire:1965);İbn-i Abidin,Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar,IX,238(Şamil Yayınları)
[2]D.İ.B,Dini Kavramlar Sözlüğü,680
[3] İmam-ı Kasani,el-Bidaiu's Senai,VI,218(Beyrut:1974);Ömer Nasuhi Bilmen,Hukuki İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu,IV,284(Bilmen Basım ve Yayınevi)
[4] İmam-ı Serahsi,el-Mebsut,XII,28(Beyrut);Ayrıca İmam-ı Kasani,el-Bidaiu's Senai,VI, 218(Beyrut:1974);İmam-ı Merginani,el-Hidaye Şerhu Bidayetü'l Mübtedi,III,13(Kahire: 1965);İbn-i Abidin,Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar,IX,238
[5] İbn Mahzur,Lisanu'l-Arab,III,969-970(Beyrut)
[6]Şafii,IV,51;Ali Haydar,Tertibu's-Sünuf,101 vd
[7]el-Kasani,Bedayiu's-Sanayi,IV,217,(Beyrut, 1974)
[8]Buhari,Vesaya,Bab:23,Hadis No:27,Bab:29,Hadis No:34;Eyman,Bab:33;Müslim,Vasiyye,Bab:4,Hadis No:15/ 1632-1633
[9]Şafii,el-Ümm,IV,51,58(Beyrut1973);Malik,el-Müdevvene,IV,98-111(Beyrut 1323)
[10]Şafii,IV,51;Ali Haydar,Tertibu's-Sünuf,101 vd.
[11]İbnü'l-Hümam,Fethu'l Kadir.V,40;el-Kubeysi,Ahkamü'l-Vakf,I,75-78;Şamil İslam Ansiklopedisi,VIII,175
[12]es-Serahsi,el-Mebsut.,XII,27;İbnül Hümam,Fethu'l Kadir,V,37-40;Kübeysi,Ahkamü'l-Vakf,I,69 vd;Şamil İslam Ansiklopedisi,VIII,175
[13]Malik,el-Müdevvene,VI,98 vd.;Kübeysi,Ahkamü'l-Vakf,78-80
[14] Mustafa Efe,Fetevayi Hindiye,IV,498(Akçağ Yayınları)
[15] Celal Yıldırım,Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,III,187(Uysal Kitabevi)
[16] İmam-ı Serahsi,el-Mebsut,XII,28
[17] Bakara suresi ayet-125;Al-i İmran suresi ayet-96-97;Maide suresi ayet-97;Hac suresi ayet-26
[18] İbn-i Abidin, Reddü'l Muhtar,Ale'd Dürri'l Muhtar,IX,238der.
[19] Mustafa Efe,Fetevayi Hindiye,IV,498; Ayrıca, İbn-i Abidin,Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar,IX,242
[20] Mustafa Efe,Fetevayi Hindiye,IV,497
[21] Zebidi, İthafu’s-Sade,VIII,594.(Beyrut,1989)
[22] Bakara suresi ayet-207
[23]Razi,Tefsir-i Kebir,V,175(Akçağ yayınları)
[24] Abdullah b. Mahmud b. Mevdud el-Mavsıli,El-İhtiyar Li-Ta'lili'l-Muhtar,II,391(Ümit Yayınları)
[25] Ali Sözer,Semerkand Dergisi,Şubat 2012
[26]Müslim,Vasıyye,Bab:3,Hadis No:14/1631;Ebu Davud,Vesaya,Bab:14,Hadis No:2880;Tirmizi,Ahkam,Bab:36,Hadis No: 1376;Ahmed b. Hanbel,II,372;Darimi,Mukaddime,Bab:46,Hadis No:565;Nesai,Vesaye, Bab:8, Hadis No:3591
[27] Alper Erzurumlu, Semerkand Dergisi,2001 Kasım
[28] Nazif Öztürk,Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, 71(Vakıflar Genel Müdürlüğü)
[29] Mehmet İpşirli,Osmanlıda Vakıfların Tarihi Gelişimi,72(Sivil Toplum Düşünce ve Araşt Dergisi,Sayı:1561)
[30] Nazif Öztürk,Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar,137-148 (Vakıflar Genel Müdürlüğü)
[31] Ziya Kazıcı,Vakıf Medeniyeti,172-174(Sivil Toplum Düşünce ve Araştırma Dergisi,Sayı:15)
[32] Yusuf Manap,İslam ve Türk Vakıf Anlayışının Sosyal Temelleri,33(Yüksek Lisans Tezi İstanbul Üniversi)
[33] Mehmet Gayretli,Semerkand Dergisi,2001 Şubat
[34] Al-i İmran suresi ayet-92
[35] Bakara suresi ayet-177
[36] Nisa suresi ayet-36
[37] Duha suresi ayet-9
[38] Nisa suresi ayet-127
[39] Bakara suresi ayet-274
[40]Müslim,Birr,Bab:15,Hadis No:59/2581;Tirmizi,Kıyamet,Bab:2,Hadis No:2418
[41] Rabia Suluk,Semerkand Aile Dergisi,Haziran 2008