. | Ömrünü Kuran Eğitimine Adamış Bir İslam Alimi: Süleyman Hilmi Tunahan Son devir din alimlerinden olan Süleyman Hilmi Tunahan’ın babası zamanın müderrislerinden Hafız Osman Efendi’dir. Soyu Fatih Sultan Mehmet’in "Tuna Hanı" olarak tayin ettiği ve kendi kız kardeşi ile evlendirdiği İdris Bey’e dayanmaktadır. Babası Osman Efendi tahsîlini İstanbul'da tamamladıktan sonra Silistre'ye giderek meşhur Satırlı Medresesi’nde yıllarca müderrislik yaptı. Süleyman Hilmi Tunahan, 1888 (H.1306) yılında Silistre'nin Ferhatlar köyünde doğdu. 1959 (H.1379) senesinde İstanbul'da vefat etti. Bu büyük İslam aliminin kabri Karacaahmet Kabristanı’nda bulunmaktadır. İlim ehli ve fazilet sahibi bir aileden dünyaya gelen Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, ilk tahsilini Silistre Rüştiyesi’nde ve Silistre Satırlı Medresesi’nde yaptı. Daha sonraki yıllarda tahsilini tamamlamak için İstanbul'a gelerek Sahn-ı Seman (Fâtih) Medresesi’ne kaydoldu. O devrin meşhur alimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin derslerine devâm etti. Uzun yıllar süren bir eğitimden sonra 1916 senesinde Ahmed Hamdi Efendi’den birincilikle icazet aldı. Daha sonra o zamanki tabiri ile dersiam olarak yetişmek üzere Süleymaniye Camii medreselerinden Medresetü'l-Mütehassısi’nin tefsir ve hadis kısmına devam etti. Son derece parlak bir zekaya sahip olan Süleyman Hilmi Tunahan, 1919 senesinde Medresetü'l-Mütehassısinden birincilikle mezun oldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzatı (Hukuk Fakültesini) da üstün bir derece ile bitirdi. Böylece bir taraftan dersiam diğer taraftan da kadılık rütbelerine ulaştı. Mezuniyetinin ardından İstanbul'da dersiam olarak vazifeye başlayan Süleyman Hilmi Tunahan bir süre vaizliğe devam etti. Uzun müddet İstanbul'un Sultanahmet, Süleymaniye, Yeni Cami, Şehzadebaşı ve Piyale Paşa gibi büyük camilerinde halka vaaz vererek insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı. Tasavvuf yolunda Selâhüddin İbni Mevlana Siracüddin Efendi’nin sohbetlerine devam ederek yetişti. Süleyman Hilmi Tunahan'ın tasavvufi yönüyle ilgili olarak, damadı ve talebesi Kemal Kaçar tarafından Necip Fazıl Kısakürek'e verilen notlardan bir bölümü şöyledir: "Süleyman Efendi’nin batın ilmine yani tasavvuftaki manevi cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehline malumdur. Zahiri akıl ve zeka ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan Müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hatta iç hayatı münkir olamaz da yine tasavvuf ve irşada ehil bir zat ile karşılaştığı halde, o zat İlahi iradeyle kendisini ona bildirmezse, dünyalar biraraya gelse onun feyzlerinden haberdar olamazlar. Bizim ise kendisinin manevi cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakin biliyoruz. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hiç olmazsa aksini iddia etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hali görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünya ve ahiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz." Zâhiri ve batini yönden yüksek derece sahibi olan Süleyman Hilmi Tunahan, itikatta Ehl-i sünnete, amelde Hanefî mezhebine, tasavvufta Nakşibendi yoluna bağlıydı. Ehl-i sünnet vel-cemaate son derece bağlıydı. Kendisinden feyz alan talebeleri ile sohbetlerine devâm eden kimselere en büyük tavsiyesi; "Ehl-i sünnet vel-cemâat" akîdesine ihlâs ve samîmiyetle bağlı olmalarıydı. Yetmiş iki senelik ömrü boyunca İslâmiyet’in emir ve yasaklarını öğrenerek, öğreterek ve insanlara anlatarak onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olan Süleymân Hilmi Tunahan, 16 Eylül 1959 senesinde İstanbul'da Kısıklı'daki evinde vefât etti. Ardından da Karacaahmet Kabristanı’na defnedildi. Bu makale, İlmi Araştırma Dergisi Ocak 2002 tarihli sayısında yayınlanmıştır. | |
Alim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Temmuz 2013 Cuma
Süleyman Hilmi Tunahan Ömrünü Kuran Eğitimine Adamış Bir İslam Alimi
Bediüzzaman Said Nursî
Bediüzzaman Said Nursî
Bediüzzaman Said Nursî, yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden biridir. 1876'da Bitlis'in Hizan kazâsına bağlı İsparit nâhiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 23 Mart 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibâren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır.Gençlik yıllarını alabildiğine haraketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, "Bediüzzaman" , yani "çağın eşsiz güzelliği" lâkabı ile anılmaya başlamıştır.
Said Nursî medrese eğitimiyle dini ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış; bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarurî ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da da ilim dünyasına kendisini kısa sürede kabul ettiren Bediüzzaman, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul'u çalkalayan hürriyet ve meşrûtiyet tartışmalarına katılmış; meşrûtiyete İslam nâmına sahip çıkmıştır. 1909'da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hadiseden sonra İstanbul'dan ayrılarak şarka geri dönmüştür.
Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van'da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdâfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta bir çok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya'da esâret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul'a dönmüştür.
İstanbul'da devlet ricalinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü'l-Hikmeti'l İslamiye âzâlığına tayin edilmiştir. Bu devrede, resmî vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Bediüzzaman, İstanbul'un işgâli sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin plânlarını bozmuştur. Kezâ, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu'daki kuvâ-yı milliye hareketini "isyan" olarak vasıflandıran şeyhülislâm fetvasına karşı, mukabil bir fetva vererek millî kurtuluş hareketinin meşrûiyetini îlân etmiştir. Bu hizmetleri Anadolu'da kurulan Millet Meclisi'nin takdirini kazanmış ve Bediüzzaman bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara'ya dâvet edilmiştir.
Bu mükerrer dâvetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara'ya gelmiş ve Meclis'te resmî bir "hoşâmedî" merâsimiyle karşılanmıştır. Ankara'da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak Meclis âzâlarına dağıtmıştır. Bu beyannâmede yeni inkılâbın mîmarlarını İslam şeâirine sahip çıkmaya çağırmış; akabinde Mustafa Kemal'le bir kaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umumî vâizliği, milletvekilliği ve Diyanet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek Van'a dönmüştür.
O sıralarda çıkan Şeyh Said hâdisesiyle hiç bir ilgisi olmadığı, hattâ hâdise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said'i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Bediüzzaman hâdise sonrasında, Van'da ikâmet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada "mânevî cihad" hizmetini başlatmış, birbiri peşi sıra telif ettiği eserlerde îman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmanını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000'i bulmuştur. Başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935'te Eskişehir, 1943'de Afyon, 1952'de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Bunlardan netice alınamamış, ancak Bediüzzaman yine rahat bırakılmamış; Kastamonu'da, Emirdağ'da, Isparta'da sıkı tarassud ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman, buna rağmen, îman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur Külliyatı'nı tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Kur'ân'ı bu asrın idrâkine uygun ve ikna edici bir üslupla izah ve ispat eden ve vehbî olarak kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatını en güzel meyvesidir.
Imam-i GAZZÂLÎ
Imam-i GAZZÂLÎ
Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Ahmed' (H. 450/505/m. 1058-1111) Tus sehrinde dogdu. Yasadigi yüzyil siyasî bakimdan çalkantili, fakat Ilmî ve dinî hayat bakimindan Islâm dünyasinin ve hatta o günkü dünyanin en parlak dönemini teskil eder. Ayrica Gazzâlî, yalniz döneminin degil, bütün Islâm düsüncesi tarihinin en önde gelen düsünürlerindendir. Ehl-i sünnet inancina yaptigi hizmet, kendisine Huccetü'l-Islâm lakabinin verIlmesine sebep oldu. FIkihta Sâfiî, kelâmde Es'ariyye ekolünü benimsemis olan Gazzâlî ömrünün sonlarini tasavvufî bir hayat içinde geçirdi.
Gazzâlî; Kelâmcilar, sûfiyye, bâtinîler ve özellikle yunan kaynakli felsefe dahil, devrinin bütün düsünce sekillerini olabildigince tahlil ve tenkitten geçirdi (De Boer, Islâm'da Felsefe tarihi, Çev, Yasar Kutlay s. 109).
Eserleri, Islâm dini ve düsüncesinin hemen her alani ile ilgili oldugu gibi, her zihin seviyesindeki Insan a hitabedecek sekilde de hem yaygin hem yüksek bir özellige sahiptir. Baslicalari; 0hyâ'ü-Ulûmi'd Dîn: Sam'da inzivada bulundugu sirada yazdigi, 0nanç, Ibâdet ve tasavvufa dair konulari içine alir. El-Munkiz'u-mine'd-Dalâl: Düsünce hayatini ve kendisinin geçirdigi ruhâ-manevî merhaleleri anlattigi eseridir. Bu eser degeri bakimindan Augustin'in "Les C onfessions" (itirafla) ina; Descardes'in "Metod üzerine Konusma" sina ve Rousseau'nun "itiraflar" ina benzetilir (HIlmi Ziya Ülken, Islâm Felsefesi-Kaynaklari ve Tesiri, Istanbul, 1967, s. 120). Mekâsidu'l-Felâsife: Felsefenin mahiyetini ve filozoflarin delillerini sergiler. Daha sonra tenkit edecegi Islâm messaî (Aristocu) felsefesinin güzel bir tanitimi mahiyetindedir.
Mi'yâru'l-Ilm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu Iki eser, klâsik mantigin temel problemlerini sergiler ve mantigin öneminden bahseder.
el-Iktisad fi'l-i'tikad, Ilcamu'l-Avân an Ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Miskâtu'l-Envâr, Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayi Saadet, Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka dairdir. Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle Islâm inanç ve düsünce hayatinin günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendigini göstermektedir.
Bütün endisesi Islâm akidesini, buna bagli olarak da Islâm ahlâkini ve düsüncesini savunup yaymak olan Gazzâlî, din ile dogrudan ilgili bulunmayan diger ilimleri de Islâm dinini esas alarak degerlendirmistir. Bu sebeple de devrinin gelenegine uyarak bütün ilimleri, Islâm inancini esas kabul ederek bir siniflamaya tâbi tutmustur.
Buna göre, ilimler önce;
a-Ser'î (dinî) ilimler: Usûl, yani Tevhid Ilmi ve furu' amelî ilimler.
b-Aklî ilimler: Rîyazî ve mantikla ilgili olanlar; Tabiî ilimler, metafizik (varlik Ilmi) diye ana bölümlere ayrilir. Daha sonra, Ilâhiyât, Siyâset ve Ahlâk da ayn ilimler olarak yer alir (Gazzâlî, Makasidu'l Felâsife Nsr. Süleyman Dünya, Kahire,1960, s. 134 vd).
Gazzâlî'nin ilimleri degerlendirisi, din-ilim ve din-felsefe iliskileri gibi, günümüz Insanini yakindan ilgilendiren hususlara isik tutacak mahiyettedir. Ona göre, matematik, Geometri ve Astronomi gibi ilimlerin olumlu veya olumsuz denebilecek sekilde din ile ilgili bir yönü bulunmamaktadir. Bu ilimlerin meseleleri, aklî delillerle ispat edilen konular olup, ögrenildikten sonra inkâra mahal bulunmayan hususlardir. Din adina bu gibi ilimlere karsi çikmak, dine zarar verir. (Gazzalî, el-Munkiz'u-mine'd-Dalâl, çev. HIlmi Güngör, Istanbul 1948 s. 18). Mantik Ilmi de dinin esaslariyla ilgili bulanmadigindan, onun reddedIlmesi dogru degildir. Sayet, yukardaki bu söz konusu ilimler din adina reddedilecek olursa, reddedenin aklinda hatta dininde bir kusur oldugu süphesi uyanabilir (Gazzâlî, a.g.e., s. 20-21).
Tabiati kendine konu edinen ilimlere gelince, bunlar, âlemdeki cisimlerden yani, gökler, yildizlar, yerdeki su, hava, toprak, ates gibi basit cisimlerden, hayvanlar, bitkiler, madenler gibi bilesik cisimlerin degisme ve gelismelerinden bahseder. Din, tip Ilmini oldugu gibi, bu çesit tabiata dair ilimleri de inkâr etmez. Ancak, felsefeciler (felâsife) ilâhiyata dair ve metafizikle ilgili konularda yanIlmislardir der (Gazzâlî a.g.e., s. 22-25).
Gazzâlî, Islâm dünyasinin siyasî çalkantili döneminde ve Islâm inancinin çesitli düsünce akimlariyla mücadele ettigi bir sirada yasadigindan, inanç konularini ele alip savunun kelâm Ilmini, aklî meseleleri isleyen felsefeyi ve dini hayati bu Ikisinin üstünde ve disinda tamamen ruhî bir yaklasim içinde görmeye çalIsan tasavvuf ekollerini ciddi bir tenkit ve tahlilden geçirme ihtiyaci duymustu. Onun birinci gayesi, Islâm inancina ve ehl-i sünnet akidesine gelebilecek her çesit hücuma karsi koymakti (Mâcit Fahri, Islâm felsefesi Tarihi, Çev. Kasim Turhan, Istanbul 1987, s. 174). Bu sebeple, günümüz müslümanlarina da isik tutacak bazi temel Ilkeler tesbit etmisti. Buna göre,
Kelâmcilar, Islâm dininin inanç esaslarini bid'at ehline yani, ehl-i sünnet ve'l-cemaat yoluna uymayan her çesit inanç ve düsünceye karsi savunurken, onlarin delillerini ve mantigini da kullanmak durumunda kalmislar, sadece karsilarindakilerin fIkirlerinin yanlisligiyla ugrasmamislardir. Oysa Gazzâlî'ye göre bu usûl ile halki bile ikna etmek mümkün degildir. Yine, kelâmcilar bu Ilmin amaci disina çikmislardir. Çünkü, herkes için yararli olmayacak olan bu Ilmi çok yayginlastirmislardir. Gazzâlî, Islâm inanç esaslarini bir savunma araci olan kelâm Ilmini, süpheye düsmüs zeki kimselerin süpheden kurtulmak gayesi ile ve Islâm inancini savunan bilginlerin' dini savunmak için ögrenmesinin uygun olacagini söyler.'
Gazzâlî'nin en mühim yönlerinden biri de, felsefe ile olan iliskisidir. Onunun felsefe çalismasi, Islâm düsüncesinde ve ilâhiyet alaninda kendisinden sonra gelen düsünürlerin ve düsünce alanlarinin herbirinde etkili olmustur. Bu konuda kullandigi metot ise, felsefesine karsi oldugu, Aristo mantigini kabul ederek ve felsefeyi yakindan taniyarak, felsefe tenkitçiligi seklinde ortaya çikar. (W. Montgommery Watt, Islâmî Tetkikler, Islâm Felsefesi ve kelâmi, çev. Süleyman Ates, Ankara 1968, s. 108 vd.).
Gazzâlî'nin bir felsefe tenkitçisi olarak Islâm dünyasinda derin etkisine ek olarak, onun "süphe, hakki götürür." prensibiyle Fransiz düsünürü Descartes'e "Sebep ile sonuç arasinda zorunlu bir baglilik yoktur" düsturu ile David Hume'a ve "Aklin bütün meseleleri kavrayamadigini" ileri süren Ilkesiyle de Alman düsünür Kant'a öncülük ettigi söylenir (Cavid Sunar, Islâm Felsefesi Dersleri, Ankara,1967, s. 115).
Gazzâlî'nin felsefe'den amaci, dinin felsefeden üstün oldugunu göstermektedir. Uasmak Istedigi sey de, her türlü süpheden uzak kesin (yakînî) bilgidir. O, aradigi kesin bilgiyi dünya ile ilgilerini kesmis olan kalbin safiyetinde bulur. bu tavriyla da genelde tasavvufa meyleder. Allah hakkinda bir bilgiye sahip olmanin sarti; mal, evlat, makam, mevki, vb. dünya ile ilgili baglardan kurtulma, dilin daima Allah'i zikretmesi ve nihayet dildeki zikrin kalbe intikâl edip, hatta kisinin kalbinden de lâfiz ve kelimelerin silinip, sadece onlari manasinin kalmasidir. Kisi ruhu temizleme yoluna girip, bu yolun gerektirdigi seyleri uygulamaya baslayinca, kendisinde Allah'i taniyip bIlmeye yarayan kesifler ve müsâhadeler zuhûr etmeye baslar (Gazzâlî, ihya, III, s. 19).
Hayatinin sonlarinda yazdigi ve bir otobiyografik eser olan el-Munkiz'u mine'd Dâlâl'de Gazzâlî kendi zihnî ve ruhî durumunu anlatir. Burada derin ve hakikati arayan bir süphe sergilenir. O, bu yipratici süpheden Allah'in lütfu ile kalbine attigi bir nur yardimiyla kurtulur. Böylece, apaçik hakikatleri aklin, akil yürütmenin ve mantigin yardimi olmaksizin yani delilsiz ve ispatsiz bir sekilde birdenbire kavramasi mümkün olmustur (Gazzâlî, el-Munkiz, s. 8), Allah'in kereminden gelen bu nur ile gerçege ulastiktan sonra, kendi zamanindaki hakikat arastiricilarini bu sahip oldugu ölçüye göre dört sinifa ayirir ki, bu tasnif, Islâm düsüncesindeki ana ekollerin bir elestirisi demektir.
a) Kelâmcilar: Bunlar, dinin esaslarini mantiktan çikardiklari delil ve kaidelere göre savunmaya çalisirlar. Fakat bunlar, "Hâl gözüyle" kesfedIlmemis apaçik dayanaklardan çikmadigi iç in yeterli gayretler degildir.
b) Felsefeciler (felâsife): Kendi gayretleriyle arastirdigi felsefede Gazzalî filozoflari üç ana grupta toplar:
1- Dehriyyûn (Materyalistler): Allah'in varligini ve ruhu inkâr eden; âlemin ezelî ve ebedî (baslangiçsiz ve sonsuz) oldugunu ileri sürenlerdir. Bunlar, kâfir ve zindik bir guruptur.
2- Tabîiyyûn (Natüralistler): Gazzâlî'ye göre bunlari da inkârci (zindik) saymak gerekir. Çünkü onlar, âlemi taniyinca, Allah'in varligini kabul ettiler fakat, ruhun ölmezligini ve ahiret hayatini inkâr ettiler.
3- 0lâhiyyun: Gazâlî'ye göre bu gurubun da iman esaslarina uygun bulunan yönlerinin yaninda, imanla uyusmayan taraflari da vardir. F elâsife (felsefeciler) zümresini teskil eden bunlarin önde gelenleri, Eflâtun ve Aristoteles'in düsüncelerini Islâm dünyasinda devam ettirenlerdir. Gazzâlî'ye göre felsefecilerin en mühim yanlislari, ilâhiyyat konusudur. Aristocu (messâî) diye bilinen bu filozoflar, gurubunun Tehâfütü'l-Felâsife (Filozoflarin tutarsizligi) adli ünlü eserinde üç meselede küfre, onyedi meselede de bid'at ve sapikliga düstüklerini ileri sürer (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozoflarin tutarsizligi) çev. H. Bekir Karliga, Istanbul 1981 s. 14-16). Buna göre felâsife; Kiyamet günü hasrin beden ile olmayacagini yani sadece ruhen vücud bulacagini, Allah'in âleme ait teferruati degil de sadece Küllî (genel kanunlari bildigi), Üçüncüsü de, âlemin kadîm (ezelî) oldugunu ileri sürdükleri için Gazzâlî'ye göre küfre girmisler yani, Islâm dini açisindan inkârci durumuna düsmüslerdir.
c) Bâtinîler: Gazzâlî'nin ehl-i sünnet inanci karsisinda degerlendirdigi ve reddettigi diger bir grup da, kendi döneminde Islâm akidesi için büyük tehlike teskil eden bâtinîlerdir. Bunlar, herseyin zahirî (dis) ve bâtinî (içderûnî) manalari bulundugunu iddia edenlerdir. Bunlara göre, bütün farzlarin ve sünnetlerin zahirleri birer Isaret ve remizden ibarettir, gerçek manalar ise, bâtinda gizlidir. Bâtinîler bu iddialarindan yola çikarak Ayetler Hadisler ve din ile ilgili her hususu bâtinî bir yoruma (te'vile) tabî tutarlar. Halbuki bu durum Islâm dinine uygun degildir.
Gazzâlî zamaninda Hasan Sabbah gizli bir teskilat kurup, etrafindaki fedâilerle dehset saçari hareketlere girismisti, kendini de ma'sum (hata etmez ve günahsiz) Imam diye tanitmisti. Bu durum, Islâm dini için hem inanç bakimindan hem de siyasî olarak bir tehlike olusturmustu. Onlarin temel Ilkeleri, birligi te'min etmek için bir Imam-i masum'â baglanmak ve bütün bilgileri ondan ögrenmek gerektigi seklindeydi (Gazzâlî, Munkiz, s. 31, vd.) Gazzâlî, onlara karsi, müslümanlarin Imam-i masum'u Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Biz, Allah tarafindan ona indirilen Kur'an-i Kerîm'e ve onun sünnetine bagliyiz diyerek, bâtinîligi kesinlikle reddeder (0brahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtinîlik, Ankara 1964 s. 51, 70).
d) Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Gazzâlî, yukarda sözü edilen üç zümreyi Islâm dini karsisinda tenkit ettikten sonra, derinlemesine sûfileri tenkid eder. Ona göre sûfiler, Ilmin yaninda amelin de lüzumuna inanmis olan gurubu teskil eder. Onlarin gayesi, nefsi kötülüklerden temizlemek ve zIkir yoluyla kalpten, Allah sevgisinden baska her seyi atmaktir. Düsünce ile fiili (ameli) birlestiren tek yol buydu. Ona göre büyük sûfilerin arzu ettikleri sey, tatmak ve yasamakti. Nefsin arzularini yok etmek, kalbin dünya ile alâkasini kesmek, gurur, kibir, söhret ve gelecek endiselerini asmak onlarin baslica faziletleridir. Bu faziletler gerçeklesince Insanda kalp gözü açi lir. Gazzâlî'nin kalbin mahiyeti ve Kalp Gözü hakkindaki açiklamalari 0hya, Mizânu'l-Amel, munkiz, Risâletü'l-Ledunniyye ve Mikatü'l Envâr isimli eserleri basta olmak üzere, diger eserlerinde de yay Ilmis durumdadir. Burada onun kalp ve kalbî bilgi hakkindaki düsüncesi söyle özetlenebilir:
Kalp, Allah hakkindaki bilginin dogdugu yerdir. O, bir çesit cevherdir, Insan hakikati onunla kavrar. Kalp, Insan ruhunun kesf ve sezgi gibi en yüksek derecesini teskil eder. Ve bir ayna gibi esyanin aslini kavrar. Kalp, akilli kimseyi hayvandan, küçük çocuktan, deliden, ayiran bir mana tasir, maddî göz yani beden gözü disi (zahiri) görür fakat içi görmez. baskasini görür, kendisini görmez, sonluyu görüp kavram sonsuzu kavrayamaz. Kalp gözündeki nur ise bir olgunluk (kemâl)'tur, yukarda maddî göz için söylenen eksiklikler onda yoktur. O, baskasini idrak ettigi gibi, kendini de idrak eder. Ona, uzak-yakin birdir, esyanin sirlarina nüfûz edebilir. Kalp gözüne Akil, Ruh, Insanî nefs gibi isimler verilir. (Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düsünce SIsteminin Temelleri, Bilgi-mantik-iman, Istanbul, 1989, s. 91 vd.).
Gazzâlî bu fIkirleriyle, soyut düsünce ve mantiga karsi, yasanmis tecrübeyi ve zevki koyarak, bunu hakikate ulastiran bir yol olarak görmüstü. Ona göre tasavvufun asil degeri de akil üstü (irrasyonel) âleme açIlmis bir kalp gözü olmasindan, nazârî olan ile amelî olani birlestirmesinden, hakikati bizzat yasanan tecrübeden çikarmasindan ve ahlâkî hayat için bir örnek olmasindan geliyordu.
Görüldügü gibi Gazzâlî, sûfîlerin zevk ve dînî tecrübe metotlarini benimser, fakat burada yanlis bir hükme varanlari da tenkit eder, meselâ; Allah ile birlestigini, ona hulûl ettigini, dînî cezbe ve istigrak (ekstaz) halinde, kendilerini her türlü dînî emrin üstüne çikmis diye kabul eden bazi sûfilerin bulundugunu, oysa, bu gibi durumlarina dine tamamen aykiri seyler oldugunu söyler (Gazzâlî el-Munkiz, s. 44, vd.; Necip Taylan, a.g.e. s. 108. vd.).
Gazzâlî'nin üzerinde durdugu çok önemli kavramlardan biri de Akil kavrami ve aklin din ile olan iliskisidir. O, akli çesitli anlamlarda kullanmistir. Meselâ; nazarî bilgileri kavramak için Insanin yaratilistan sahip oldugu kâbiliyettir. Insan, hayvandan bu hususiyeti ile ayrilir. Bazan, tecrübeden elde edilen bilgilere de akil denir. Nitekim, tecrübeli kimseye akilli kisi denIlmektedir. Ayni sekilde devamli olan mutlulugu kazanma kabiliyetine de akil denir. Bundan hareketle Gazzâlî'ye göre aklî ilimleri ser'î (dinî) ilimlere aykiri diye görenler câhillerdir. Akil, dogru yolu serîatsiz bulamadigi gibi, serîat (din) da ancak akil ile anlasilip açikliga kavusabilir, Bu anlamda akil göze, serîat da isiga benzer. Baska bir ifadeyle, din binadir, akil ise, onun temelidir. Binasiz temel anlamsizdir, temelsiz bina ayakta duramaz.
Akil ile Nakil (nass) iliskisinde yorum (te'vil) yapanin durumunu da Gazzâlî söyle tesbit eder. Te'vil yapanlar söyle gruplandirilabilir: 1- Yalniz nakle deger verenler, 2- Sadece Akla deger verenler. 3- Akli esas tutup nakli, akla tabi kilanlar. 4- Nakli esas alip, akli nakle tabi kilanlar, 5- Hem nakli hem akli esas alip Ikisine birden deger verenler. Gazzâlî'ye göre en dogru yolu bu besincisi bulmustur. KIsaca Gazzâlî'ye göre akil ve din birbirini tamamlar. Aslinda bu Iki taraf, birbirine aykiri da degildir. Din aklin degerini inkâr etmedigi gibi, onun önemini vurgulayan ve Insani düsünmeye yönlendiren bir çok Ayet-i Kerime ve hadisler vardir. Böylece Gazzâlî akil-din iliskisini karsilikli bir ihtiyaç ve uzlasma tarzinda yorumlayarak, aklî ilimler ile dinî ilimleri, din ile dine aykiri düsmeyen düsünceyi uzlastiran bir yol tesbit eder.
Gazzâlî'nin yasadigi dönemin dinî bakimdan oldugu gibi siyasî bakimdan da önemli oldugunu biliyoruz, o, siyasetle ilgili düsüncelerini et-Tibri'l-Mesbuk fi Nasaihi'l-Mülûk, el-Munkiz, ihya, Kimyay'i-Saadet, el-Iktisad fi'l-0'tikad gibi eserlerinde ilgisi oldukça belirtmistir. 0limler siniflamasinda siyasete ayri bir yer vermis ve siyasetin Insan ve toplum hayati için geregini belirtmistir.
Gazzâlî'ye göre siyaset, Insani iyi yola yönlendiren bir ilim olan ahlâkin yaninda yer alir. Insan hayati için bu dünyada belirlenmis davranis Ilkeleri gereklidir. Çünkü, onlar ayni zamanda ahiret hayatina hazirligin da bir geregidir. Saglam bir dünya teskilati ve çalismasi olmadan ahiret hayati içinde istikrar içinde çalIsamaz. Bir yerde kanun ve nizamin temin edilememesinden dolayi siyasî bir istikrarsizlik varsa, orada Allah'a hizmet edebilecek zihnî bir sükunet de olamaz onun için Insan dünya-ahiret uyumunu kurmalidir.
Gazzâlî, Insanin tek basina yasayamayacagi yani daima hem cinsine muhtaç oldugu Ilkesinden hareketle Islâmî yönetimi yani devletin gerekliligini belirtir. Bu durum, neslin devaminin sarti oldugu gibi, ihtiyaçlarin karsilikli iliskilerle temin edIlmesinin de sartidir. Fakat Insanlar toplum halinde yasarken, karsilikli iliskiler içinde bulunacaklarindan, aralarinda bazi kavga ve anlasmazliklar da tabiî olarak çikacaktir. Bunu önlemek için bir hukuk sIstemi ve hükümet gerekli bulundugu gibi, bu siyâsî nizami sagliyacak bilgi, basiret ve önderlik vasiflarina sahip kimselerinde bulunmasi gereklidir.
Gazzâlî, Islâm devlet baskanligi için altisi yaratilistan, dördü müktesep on özelligin bulunmasi gerektigini belirtir. Bunlar, bulûg çagina gelmis olmali, akilli, hür, erkek, duyu organlari saglam olmali, cesaretli ve otoriter olmali, adil olmali, çikacak yeni durumlara göre en uygun yolu seçebIlmeli, takva sahibi, cömert ve bilgili olmali (Harun Han Sirvanî, Islâm da siyasî Düsünce ve 0dare, s. 97. vd).
Gazzâlî'nin düsünce sIsteminin orjinal kabul edilen yönlerinden biri de, kendisinin bu konuda batili filozoflarla karsilastirIlmasina gerek duyulan sebeplilik (nedensellik) meselesidir. Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserinde filozoflari tenkit ettigi en önemli felsefe problemlerinden biri olan bu konu, sebep-sonuç arasinda görülen iliskinin mutlak ve zarurî olmadigi seklinde özetlenebilir. Oysa, sebep-sonuç münasebeti felsefe ve mantikta birbirine kesin ve zarurî olarak bagli görülmektedir. Gazzâlî, böyle bir düsüncenin mucizeyi inkâr etmek olacagi anlayisindan hareketle, sebep-sonuç iliskisinin neticesini bir zarûret (vucûb) degilde olabilir (caiz) olarak görür. Çünkü sözkonusu Iki taraftan birinin varligi, digerinin de var olmasini gerektirmez ve böyle bir gereklilik anlayisi aliskanliktan kaynaklanir. Meselâ; susuzlukla su içmek, bunun kesIlmesiyle ölüm, ilâç ile sifa bulmak, gibi iliskilerin sonuçlari kaçinIlmaz degildir. Bunlarin birbirine bagliligi, Allah'in takdirinden dolayidir. Ve Allah kendi kudretiyle Isterse bunlari yaratmayabilir (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Falâsife, s. 85)
Eserleri ortaçagda Lâtinceye çevrilen Gazzâlî, el-Gazel adiyla meshur olmustur. Özellikle yukarda degindigimiz sebeplilik konusunda Ockhamli William, Nikola ve Peter gibi hristiyan filozoflari etkilemisti. Bunun yaninda Gazzâlî, bilhassa Endülüslü Iki filozof olan Ibn Rüsd ve Ibn Tufeyl tarafindan ciddi sekilde tenkit edildi. Ancak Gazzâlî, onbirinci yüzyildan günümüze kadar ehl-i sünnet akidesinin saglam bir sekilde devam edip gelmesinden ve tasavvufta Ilmî otoritesiyle kendini daima hissettirmistir. Zamanimizda da Kelâm, FIkih, Islâm Hukuku, Tasavvuf, Ahlâk ve Felsefede önemli yerini muhafaza etmektedir.
Necip TAYLAN
EMİR ABDÜLKADİR (1808-1883 m.)
EMİR ABDÜLKADİR
(1808-1883 m.)
cevaplar.org - Salih Okur - 2003
TAKDİM
Bu hareketlerin ortak zaafı karizmatik lider merkezli hareketler olmalarıdır. Bu tip hareketler kanı kaynayan, heyecan ve his ağırlıklı Afrika insanına kısa zamanda müthiş bir enerji ve dinamizm vermesine karşın, uzun vadede ya liderin hataları ile hareketin sarsılması veya onun vefatının oluşturduğu büyük boşluğun doldurulamayıp saman alevi gibi sönmesini netice vermiştir..
Biz bu kısa çalışmamızda Fransızlara karşı Cezayir’de destansı bir mücadele veren Emir Abdülkadir hazretlerini ele aldık. O’na ve silah arkadaşlarına binler fatihalarla...
DOĞUMU VE AİLESİ
Emir Hacı Abdülkadir Cezairi bin Muhyiddin, 1223’de (6 Eylül 1808) Batı Cezayir’de Muasker şehri civarında bir zaviyede dünyaya geldi. Soyu Hazret-i Hasan (RA) efendimize dayanmaktadır. Babası Şeyh Muhyiddin efendi bir Kadiri şeyhi idi. Cedlerinden Seyyid Muhammed bin Abdülkadir, Barboros Hayreddin paşanın Cezayir fethinde bir nefer gibi çalıştığı için Osmanlı Sultanları bu aileye büyük izzet ve itibar gösterirlerdi.
YETİŞTİĞİ ÇEVRE
Büyük insanları yetiştiren biraz da aile ortamı ve muhittir. Cezayir'in bir eyaleti olan Vahran(Oran)'da tahsilini tamamlayan Genç Abdülkadir çok köklü dini eğitim aldı. Küçük yaşta hafız oldu. Medrese ve tekke eğitiminin yanında aynı zamanda iyi bir at binicisi ve keskin bir nişancı olarak yetişti. Daha gençliğinde dini ilimlerdeki kudreti, insanları teshir eden hitabeti, İslam tarihine dair geniş malumatı, cesaret ve kahramanlığı, takva ve fazileti ile şöhret buldu.
Kazandığı bu saygınlık ileriki dönemlerde kurtuluş mücadelesinde herkes tarafından kabul edilmesinde büyük bir vesile oldu. Haşim kabilesinin en nüfuzlularından biri olan ailesi,uzun müddet Fas'ta ikamet ettikten sonra, 18.yy'da Oran beyliğine hicret ederek orada yerleşmiştir. Bu ailenin Şeriflikten (Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere verilen unvan) dolayı haiz bulunduğu itibara Abdülkadir'in büyük babası Mustafa bin Muhammed bin Muhtar'ın ve bilhassa babası Şeyh Muhyiddin'in zühd ve takva ile kazandıkları şöhret de inzimam etmişti.
19. YÜZYIL MAGRİB MEMLEKETLERİ
Magrib ülkeleri diye anılan bölge bugün Cezayir ve Fas’ı kapsayan coğrafi alandır. Cezayir daha Kanuni devrinde Osmanlı topraklarına katılmıştı. Fas ise Kuyucu Murat Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Vadiseyl meydan muharebesinde Portekiz güçlerini kâmilen imhasıyla Üçüncü Murad han zamanında Devlet-i aliyeye dahil olmuştu.
19. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı idaresi bu topraklarda gitgide zayıflamış ve şekli bir hüviyete bürünmüştü. Bu ise, Sanayi devrimi ile gitgide iştahları kabaran Avrupa devletleri için biçilmiş kaftandı. Bir pastayı paylaşır gibi İslam ülkeleri aralarında pay eden müstemlekeciler nazarında Cezayir, Fransa’nın payına düşmüş bir lokmaydı sadece. Ama kısa zamanda örgütlenen Müslüman halk Fransa’nın karnına oturdu.
İLK HACCI
Cezayir’in Fransız çizmelerinin işgaline uğramasından üç sene evvel yani 1827’de babası ile birlikte, Hac farizasını yerine getirmek üzere kutsal topraklara seyahate çıktı. Hicaz’da Kafkas kartalı İmam Şamil’le tanıştı. Bu iki büyük dava adamının tarihi buluşması çok anlamlıdır. İki aksiyoner ruh İslam toplumunun kurtuluşuna çareler aradılar, fikirler ortaya koydular ve galiba haccın, şimdilerde bütün bir ümmetçe es geçtiğimiz çok önemli bir esprisi de buydu herhalde. Memleketlerine döndüklerinde her ikisini de alev, barut ve kıyamın beklediği bu iki büyük insan yıllar sonra yine kutsal beldelerde karşılaşacaklardır, ama bu sefer kolları, kanatları kırık olarak...
Hac görevini tamamladıktan sonra Şam’a geçti. Bu şehirde, 19. asrın Müceddidi olarak kabul edilen Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerini ziyaret ettiğini bazı kaynaklar yazmaktaysalar da, pek mümkün görülmemektedir. Zira Mevlana Halid hazretleri 1826 yılında vefat etmişleridir. Herhalde onun halifeleri ile görüşmüş olabilir. Üç senelik bu seyahatinde bir müddet kaldığı Bağdat’ta Kadiri tarikatının o zamanki en büyük şeyhi Mahmud El Geylani’den Kadiri tarikatında icazet aldı..
1830’da Fransız askerlerinin Cezayir’e girdiğini duyar duymaz yurduna döndü. Cezayir halkı faziletli babası Şeyh Muhyiddin’in etrafında halelendilerse de, bu muhterem zatın çok yaşlı olması sebebiyle nazarlar oğluna çevrildi ve nihayet 22 Kasım 1832’de, Recep ayında Emir el Müminin olarak seçildi.
Biat merasiminde şöyle demişti:
“Eğer liderliği kabul ediyorsam bu, cihad alanın da düşmana karşı yürüyen ilk kişi olmak hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bulacağınız, imanımızı savunmada hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya hazırım.”
Özel olarak yaptırdığı yüzüğüne şu beyitleri nakşettirmişti:" Her kimin yanında Allah'ın Resulu olursa, Aslanlar ondan korkar,inlerinde karşılaşsalar onunla."
TEŞKİLATLANMASI
Emir Abdülkadir her büyük liderde gördüğümüz gibi teşkilatlanmaya büyük önem veriyordu. Önce bütün kabilelerden seçilen delegelerden biat aldı. Daha sonra hemen teşkilatlanmaya girişti. Valilikler kurdu. Osmanlı devlet teşkilatlanmasına benzer askeri, mali, diplomatik düzenlemeler yaptı. Halktan düzenli vergi topladı. Milli parayı bastırdı(Muhammediye) Ona göre Fransızlara karşı direniş ancak iyi bir organizasyonla başarıya ulaşabilirdi. El Muasker şehri bu İslam devletinin başşehriydi. Daha sonra 1835’te General Clauzel burayı işgal edip yakınca, Takdimt mıntıkasına çekildi.
Emirin ordusu düzenli bir ordu ve bunun yanında “Mutavva” denilen gönüllülerden oluşuyordu. Emir Abdülkadir’in birliklerinin hareket kabiliyeti yüksekti, bu da hantal Fransız ordusu karşısında önemli başarılar kazanmalarına sebeb oldu. Düzenli ordu(Asakir-i Muhammediye) üç kısımdan müteşekkildi:
1- Süvariler
2- Piyadeler
3- Topçular
Mühimmat ganimetlerden sağlanıyordu. Bazen dışarıdan özellikle de Fas üzerinden İngilizlerden silah satın alınıyordu. Daha sonraları dışa bağımlılığın önüne geçmek için silah endüstrisi kurma yoluna gidildi. Tlemsan, Muasker, Milyana gibi şehirlerde atölyeler ve fabrikalar kuruldu.. Buralarda Top mermisi, süngü, kurşun ve değişik silahlarla barut üretiliyordu.
Emir Abdülkadir “Sumala” adını verdiği karargahını seyyar bir hale getirmişti. Düşmanın vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor, savaşın cereyan tarzını hep kendi istediği şekilde yönlendiriyordu.
Aynı zamanda Mücahidler çok iyi bir istihbarat ağı kurmuşlardı. Emir Abdülkadir dünya politikasını yakından takip ediyordu. Paris’te yüksek makamlarda ajanları vardı.
CİHAD GÜNLERİ
Emir seçilir seçilmez Vehran’ı muhasara etti ve Cinzal Boyer komutasındaki Fransız güçlerini ağır bir yenilgiye uğrattı. 1833’de Telemsam’ı zaptetmesi Berberi aşiretleri arasında nüfuzunun iyice pekişmesine vesile oldu.
Fransızlar bu genç kahraman karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Sayıca ve silah yönünden üstün kuvvetler Emir’in bir avuç imanlı kuvveti karşısında tersyüz oluvermişti. General Bugeaud Fransa’ya gönderdiği raporlarında bunu şöyle itiraf eder:
“Abdülkadir hızlı, zeki ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır.Dehası ve temsil ettiği inanç sayesinde kazandığı itibarla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, Müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir.”
Sufiler Ve Aksiyon adlı eserin yazarı Esad El Hatip Emir'in sebat ve mücadele azmi hakkında şunları yazmakta: "Emir Fransızlara karşı müsamaha göstermeden savaştı. Haftalarca uyumama, nadiren kılıcı kınına koyma gibi düşmanlarını hayrete düşüren olağanüstü sahneler sergiledi. Böylece: "Bineğinin eğeri onun tahtıydı" sözünü hak etti."
Sonunda Fransız güçleri naçar kalarak sulh istediler. 1834’de varılan anlaşmaya göre Fransızlar Abdülkadir’in emirliğini tanıyorlardı. Aynı anlaşmaya göre Muasker merkez olmak üzere Merakeş sınırına kadar geniş bir toprak parçası Müslümanlara bırakılıyordu.(Desmichels anlaşması)
Emir Abdülkadir bu barıştan istifade ile içteki muhaliflerini yola getirdi ve daha sonra Dömişel’in vekili general Camille Trezel’in üzerine 20 bin süvari ile hücum etti ve Fransız birliklerini Makta'da ağır bir yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Mareşal Bertrand Clauzel ve Dük Dörelyan karşı hücuma geçtiler.
Toplu atan bu yürekleri toplarının sindiremeyeceğine kani oldukları için kabileler arasına ajanları vesilesi ile fitne ve fesad soktular, tefrika çıkardılar. Bunun meyvesini de Muasker ve Tlemsan’ın zaptıyla yediler. Başkent yakılıp yıkıldı.(1835)
Fransızlar bu harekatları ile Emirin prestijine büyük bir darbe indirdilerse de, tekrar toparlanan mücahid güçleri karşısında barış masasına oturmak zorunda kaldılar. 1837’de imzalanan Tafna anlaşması Müslümanlara ilk anlaşmadan daha büyük tavizler veriyordu. Bu anlaşmayla Emir Abdülkadir Cezayir’in üçte ikisine hakim olmuştu.
Tabii ki Fransa’nın amacı zaman kazanmaktı. İki senelik bir zaman zarfından sonra savaşa iyice hazırlandıklarına kanaat getirdiler ve bir fırsat kollamaya başladılar. 1839'da Orleans dükü, Kostantin kentini Demir kapılar geçidiyle Cezayir'e bağlayınca, Abdülkadir Fransa'nın Tafna anlaşmasını çiğnediğini ileri sürerek genel cihad ilan etti. Akabinde, örgütlenme çalışmalarını tamamlayamamasına rağmen ansızın Mitici'ya saldırdı ve buradaki Fransız koloni birimlerini yok etti. Savaş tekrar ve daha kanlı bir şekilde başlamış oluyordu.
SAVAŞIN İKİNCİ SAFHASI
Fransızlar bir yandan birliklerini yaklaşan savaşa göre modernize ederken, öte yandan Müminlerin içlerine soktukları nifak tohumları ile kaleyi içten fethetme yoluna gittiler. Ve binler teessüf ki muvaffak da oldular.Tıpkı Rusların Kafkaslarda, İtalyanların Libya’da, İngilizlerin Afganistan’ da yaptıkları gibi. Misal olsun diye söyleyelim, İngilizlerin 1920’lerde Afgan topraklarını işgal etmeye hazırlandıkları sıralarda camilerde Hanefi ve Şafii cemaat, namazda, tehiyyatta parmak kaldırma meselesinden boğaz boğaza girmişlerdi.
Hani Akif der ya:
“İslam’ı evet tefrikalar kastı, kavurdu.
Kardeş bilerek, bilmeyerek kardeşi vurdu.
Can gitti, vatan gitti, bıçak dine dayandı
Lakin, o zaman silkinerek birden uyandı.”
Evet Cezayir’de aynı oyun oynandı. Hatta Emir Abdülkadir’in yenilgisinin sebebi Fransızlar değil de ülkedeki Ticani ve Kadiri tarikatları arasındaki görüş ayrılıklarıdır dersek mübalağa etmiş olmayız. Emir bir yandan bu sorunlarla diğer yandan Sahte Mehdilerle uğraşmak zorunda kaldı.(Burada şunu da hatırlatalım; Kuzey Afrika halkları arasında, İmam Suyuti’nin bir keşfine dayanarak Mehdinin 19 yy’da çıkacağına, zuhur yerinin de Kuzey Afrika olacağına dair yaygın bir inanış vardı. Zaten bu yüzyılda bu topraklardaki direnişi tetikleyen en mühim unsur da bu inanıştı.)
Fransızlar ın Emirin nüfuzunu sınırlandırmak istemeleri ve red cevabı almaları üzerine 19 Kasım 1839’de savaş tekrar başladı. Fransızlar Tagdempt, Muasker ve Tlemsan şehirlerini işgal ettiler. Harp Cezayir’in her yanına yayıldı. Mücahidler büyük çaplı saldırılar yerine gerekli darbeyi indirip geri çekilen tüfekli süvarilerin kullanıldığı ardı arkası kesilmeyen çarpışmalarla düşmanı bunaltma yolunu tuttular. Ama Fransızlar bu sefer işi bitirmek kararındaydılar. İkmal yolları tutuldu ve Emir’e bağlı yerler yiyeceksiz bırakılıp teslim olmaya zorlandı. Genel vali T. R Bugeaud sabit işgal noktaları ve seyyar vurucu timlerle Cezayir'i tamamen işgal etti. Mücahidlerin umutları gitgide tükeniyordu. Eldeki kaleler tek tek düştü. Düşman kuvvetleri 16 Mayıs 1843’de Emir’in Seyyar ordugahını bastılar ve paha biçilemeyecek şahsi kütüphanesini dahi yaktılar. Auamale dükünün Emir'in ailesini esir alması mücahidlerin moral gücüne büyük bir darbe indirdi. Şiddetli çarpışmalar sonucu Abdülkadir küçük bir kuvvetle Fas’a sığındı.
Fakat Vali Bugeaud peşini bırakmadı ve 1844 Ağustosunda İsli’de Fas ordusunu yendi. Fransızlarla 1844 Ekiminde Tanca anlaşmasını imzalamak zorunda kalan Fas sultanı Abdurrahman, çaresiz olarak Abdülkadir’i desteklemekten vazgeçti. Emir de gizlice ülkesine geri döndü. Burada kısa zamanda kuvvetlendikten sonra çarpışmalar tekrar başladı.
1845 Ekiminde Sidi Birahim'de bir Fransız birliğini bozguna uğrattıysa da, gittikçe artan Fransız baskısı sonunda önce Sahraya çekildi. Orada da fazla duramadı. Tekrar Fas’a ricat etti.(1846) Kendisini takip eden düşman ordusunun Fas Sultanının kuvvetlerini tekrar yenmesi üzerine 23 Aralık 1847’de General Lamoriciere'e teslim oldu. Teslim olurken ağzından şu cümleler döküldü:“Kader”
ESARET YILLARI VE SONRASI
Emir Abdülkadir teslim olduktan sonra 5 sene Fransa’da esir kaldı. Fransız tebaasına girmesi karşılığında kendisine büyük bir armağan verileceği Fransa kralınca kendisine söylendiğinde şu cevabı vermişti: “Kral namına bana bütün Fransa’nın tüm zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu cübbemin üzerine yerleştirseniz sizin tebanız olmayı hatırımdan geçirmem. Ben burada sizin misafirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak bu utanç bana değil size ulaşacaktır.” Üçüncü Napolyon zamanında Osmanlı ülkesine gitmesine izin verildi. Payitahta Sultan Birinci Abdülmecit’in iltifatı ile karşılandı. Bursa’da kendisine tahsis edilen bir konağa yerleşti. Kendisini tamamen ilme verdi.
1855’de Bursa’da şiddetli bir deprem oldu. Bu depremden sonra Emir Abdülkadir Şam’a yerleşti. Kendisine Fransız hükümetince maaş bağlandı. Bundan sonraki hayatını tamamıyla İslami çalışmalara ve ilme verdi. 1860'da Cebel-i Lübnan'da patlak veren Dürzi isyanında bizzat müdahale ederek Fransız konsolosu ve 1500 kadar Hristiyanı katliamdan kurtardı. Bunun üzerine Fransız hükümeti kendisine Legion d'honneur nişanı verdi.
Daha sonra 1870 senesinde tekrar Hacca gitti ve iki sene kaldı. Şeyh Şamil’le ikinci görüşmesi de bu zamanda olmuştur. Hac seyahatinde Mısır'a uğrayıp, Mısır Hidivi İsmail Paşanın misafiri olarak Kahire'de bulunan İmam Şamil'le, yine Paşanın davetlisi olarak saraya gelen Emir Abdülkadir hazretlerinin tarihi buluşması Kahire'de büyük heyecana vesile oldu ve halk bu iki İslam kahramanını görebilmek için saraya akın etti..
Hac farizasını eda eden bu büyük mücahid tekrar Şam’a avdet etti. 1883 senesinde 75 yaşında bu şehirde Demir köyünde dar-ı Bekaya intikal etti. Allah Rahmet eylesin. Cenazesi tasavvufta en çok etkilendiğini söylediği zatın, Şeyh Muhyiddin-i Arabi’nin türbesi içine defnolundu.
Bugün Cezayir halkınca ülkenin en büyük kişilerinden biri kabul edilen Emir Abdülkadir'in kemikleri 1966'da Şam'dan getirilerek El Aliye mezarlığındaki şehitler bölümüne nakledildi.
ŞEMAİL VE AHLAKI
Ana Britanicca ansiklopedisi şöyle yazmakta onun hakkında: “Siyah sakallı düzgün bir yüzü, ince ve kıvrak bir bedeni olan orta boylu bir kişiydi. Davranışları son derece kibar, yaşam biçimi de son derece sadeydi. Şairliği ve etkili söz söyleme gücüyle dindaşlarını kolayca heyecana getirebilen dindar ve aydın bir kişi olarak tanınırdı.”
Muasırlarından Abdurrezzak Baytar şöyle anlatır onu: "O, âlicenap, kamil,arif, yüce ihsanlarla bezenmiş bir imam, ilahi ilimlerde rusuh sahibi olduğu gibi hakikat sırlarının kaşifi...Tüm bunların yanında o, erler meydanının süvarisi, mızrak taşıyanların aslanıdır. sözü ne kadar uzatsa da, onu anlatan,onun evsafını anlatmaktan aciz kalır."
Fransız tarihçi Bernar da şu itirafları yazmakta:"Zarif, yakışıklı ve cesaretliydi. Samimi ve ihlaslı bir dindardı.Emirliği nefsin arzularını tatmin amacıyla değil, ümmeti kurtuluşa sevketmek için istedi. Gerektiğinde sert, gerektiğinde yumuşaktı. Cezayir'deki en büyük ve en bariz düşmanımızdı.
SÖZLERİNDEN BİR DEMET
*“Muhakkak ki, cihad peygamberlerin şiarı, Müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır.”
*“Allah Teala bir kimseye din ve dünyanın hayrını dilemedikçe, ona cihad nasip etmez.”
*“Hakiki mümin din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır.”
ESERLERİ
Mücahitliğinin yanında derin bir ilme de sahip olan Şeyh Abdülkadir Cezairi sağlam ve ince fikirler serdettiği ilmi eserler de vermiştir. Kendisi büyük bir tefsir ve hadis alimi olduğu gibi, aynı zaman da seviyeli şiirleri olan bir şairdir de.
Önemli eserlerini aşağıda alıyoruz:
1-Risale-tül Ayan: Emirin siyasi düşüncelerini ihtiva eden ve hicret meselesini ele aldığı kitabıdır.
2- Zikr-ul akıl ve tenbih-ül gafil: Felsefi ve tasavvufi meseleleri işlediği bu eserini Bursa’da kaleme almıştır.
3- Nuzhet-ul Hatır fi karız’il Emir Abdülkadir: Şiirlerini topladığı divanıdır.
ZARURİ BİR AÇIKLAMA
Bu kısa çalışmayı bitirirken beni çok rahatsız eden bir iddia üzerinde durmak istiyorum; Merhum Emir Abdülkadir hazretlerinin “Mason” olduğu iddiası! Maalesef, memleketimizde bir huy var; Derinlemesine araştırma yapmadan yerli yersiz herkesin alnına “mason” damgası yapıştırmak. Buna vesile olan bir grup da var nitekim... Değerli çalışmalarını bir tarafa bırakalım, Masonlukla alakalı kitaplarında ve internet sayfalarında Emir Abdülkadir hakkındaki bu iddiaya yer vermeleri çok acı gerçekten. Elimde “Yahudilik ve Masonluk” adlı eserin eski bir baskısı var. 229. sayfasında resmin altına bir de “Suriyeli Mason” demişler. Eh bu kadarına pes doğrusu...
KAYNAKLAR
1-İslam Meşhurları Ansiklopedisi-1/89-92- Abdüllatif Uyan- Berekat yayınevi- İst-1982
2-Sahabeden günümüze Allah dostları-Cilt:9- Şule yayınları- İst-1996
3-Görsel Büyük Genel Kültür Ansiklopedisi-1/42- Görsel yayınları-İst-1984
4- İslam ansiklopedisi-1/85-87-Milli Eğitim Basımevi-İst:1978
5- Büyük Larousse-1/29-Milliyet yayınları-İst-1986
6- Meydan Larousse-1/32-Sabah yayınları-İst:1992
7- Yeni Rehber ansiklopedisi-1/91-92-Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1993
8- İslam Ansiklopedisi-1/232-Diyanet vakfı yayınları-İst:1988
9- İslam Dergisi-Mart- Nisan-1958-Sayı:15-16
10- Evliyalar Ansiklopedisi-1/370-377- Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1992
11- İslam Alimleri Ansiklopedisi-17/274-278- Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1984
12- Ana Britannicca-1/29-Hürriyet yayınları-1993
13- Sufiler Ve aksiyon-sf:135-136- Esad El Hatip- İnsan yayınları .
Şeyh Ahmed Eş-Şerif Es-Sünûsî
Şeyh Ahmed Eş-Şerif Es-Sünûsî (1873- 1933) Afrika'da doğup gelişen ve büyük hizmetler ifa eden Sünûsi hareketinin büyüklerindendir. Trablusgarp işgali sırasında İtalyanlara karşı verdiği büyük mücadele ve kahramanlığı ile tarihe geçmiş din alimi ve büyük liderlerdendir. Senusi tarikatının ve buradaki halkın başında büyük mücadele vermiş ve uzun süre düşmanın ülkeyi ele geçirmesine engel olmuştur. Osmanlı Devleti İtalya ile barış yapmak zorunda kalıp buradan çekildikten sonra da mücadelesini sürdürerek işgale direnmiş, Osmanlı Devleti de el altından desteğini mümkün mertebe sürdürmüştür. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ile bağını en güçlü şekilde devam ettirmiş, savaşın sonlarına doğru bizzat Padişah tarafından İstanbul'a davet edilmiş ve kendisine büyük bir alâka gösterilmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'nun bir çok yerini gezerek Kuva-yı Milliyecilere destek olmuş ve onlar için vaizlik yapmıştır. Risâle-i Nur'da, vaizlik yapmış olması ve bilâhare Kürtçe bilmediğinden dolayı Şark Vilayetlerinin umum vaizliğinin Bediüzzaman'a teklif edilmesi münasebetiyle ismi zikredilmektedir. Savaşın bitiminden ve ülkemizden ayrıldıktan sonra kendisinden boşalan vaizlik makamı Bediüzzaman'a teklif edildiyse de kabul edilmedi. (Şualar s. 314; Burhan Bozgeyik, Bediüzzaman Said Nursi Hayatı-Davası-Eseri, İstanbul 1995, s. 150; Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1. C. İstanbul 1998, s. 577) Ahmed, 1873 yılında Jagbub'da dünyaya geldi. Senüsilerin önderlerinden olan Muhammed Şerif'in oğludur. Muhammed Şerif'in onun dışında dört erkek çocuğu daha vardı. 1902 yılında Muhammed Mehdi'nin vefatı üzerine Senusilerin başına geçti. Senusiler, Afrika'da önemli bir nüfuza sahip idiler. Özellikle Sahra ve Sudan bölgesinde geniş bir etki alanına sahiptiler. Yaklaşık bir asırdan beri devam edegelen sömürgecilik hareketleri ve özellikle İslâm topraklarını ele geçirip sömürgeleştirme teşebbüslerinin hız kazandığı bir dönemde Afrika'daki bu güzide topluluğun başına geçti. Senusiler, İtalya'nın Trablusgarp'ı işgaline kadar, tamamen dinî hizmetlerle iştigal etmekte ve her hangi bir askerî harekâtın içinde yer almamışlardı. Ancak, özellikle 1900'leri başından itibaren İtalya'nın açık bir şekilde Trablusgarp'a göz dikmesi ve burayı işgal için fırsat kollaması Osmanlı hükümetini telâşlandırmaktaydı. Osmanlı Devletine samîmî bir şekilde bağlı bulunan Senusiler, işgal girişimlerine karşı silâhlandırılmaya başlandılar. Devlet, herhangi bir saldırı durumunda buraya zamanında askerî yardımı ulaştıramayacağını hesap ettiğinden, özellikle devlete son derece bağlı bulunan ve bu bağlılıkları Şeyh Ahmed zamanında adeta zirveye çıkan yerli halkı işgaller karşısında harekete geçirdi. Senusiler, önce Orta Afrika'yı işgal eden Fransızlarla büyük bir mücadeleye giriştiler. Büyük kahramanlıklar gösterdiler. Şeyh Ahmed, 1911 Trablusgarp işgali üzerine, İtalyanlara karşı büyük bir mücadeleye girişti. Enver Paşa ile yaptığı görüşmeden sonra Türk ve Arap subayların komutasında teşkil ettikleri kuvvetlerle direnişe geçtiler. Enver Paşa, hükümetin içinde bulunduğu şartları gereği İtalyanlarla barış antlaşması yapmaya mecbur kalındığını Senusi'ye izah ettikten sonra, yinede cihada devam etmeleri tavsiyesinde bulundu. Ayrıca, bu mücahitlerin elinde bulunan bölgelere yazılan resmî yazılarda "Senusi Hükümeti" başlığı taşıyan kâğıtların kullanılması da dikkate değerdir. (Celal Tevfik Karasapan, LİBYA Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, s. 218) Trablusgarp savaşında beklendiği üzere, Osmanlı Devleti buraya askerî güç sevk edecek durumda değildi. Bir yıl geçmeden Balkan Savaşı'nın başlaması devleti daha zor durumda bıraktı. Bu gelişmeler üzerine işgalci İtalya'ya karşı halk kendi savaşını vermek zorunda kaldı. Uzun bir süre İtalyanlar kıyıda sıkışıp kaldılar ve ülkenin içlerine doğru ilerleyemediler. Osmanlı Devleti İtalya ile barış antlaşmasını (Uşi) imzaladıktan sonra da buradaki Senusilerin mücadelesi ve savaşı devam etti. Şeyh Ahmed, Birinci Dünya Savaşı sırasında kendine bağlı birliklerle İngiliz kuvvetlerine karşı savaştı. Bu arada Padişah tarafından 1915 yılında Trablusgarp valisi ilân edildi. Ancak, İngilizlere karşı yaptığı savaşta, Sollum'da yenilgiye uğrayınca çekilmek zorunda kaldı. Diğer taraftan Cemal Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun da İngiliz kuvvetlerine karşı yenilmesi Senusilerin mukavemetini daha da zayıflattı. Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Sultan Reşat tarafından İstanbul'a davet edildi. Şeyh Ahmed bu davete uyup 1918 yılı başında İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişinde Haydarpaşa'da, aralarında Enver ve Cemal Paşaların da bulunduğu bir topluluk tarafından karşılandı. (BOA. YEE. 86/41) İslâm dünyasında önemli bir etkiye sahip olduğundan, İslâm beldelerini dolaşarak Osmanlılara ve Halifeliğe karşı bağlılığın güçlendirilmesi faaliyetlerine girişmesi istendi. Bu amaçla seyahate çıkacağı sırada padişahın vefatı üzerine yolculuğa çıkamadı. Yeni padişah Vahdettin'in tahta çıkış merasimlerine katıldı. Bizzat padişaha kılıç kuşatıp duâda bulundu. Şeyh Ahmed, İstanbul'a geldikten kısa bir süre sonra savaş sona erdi. Böylece İslâm topraklarını dolaşıp Müslümanların desteğini sağlama planı gerçekleşmedi. Sultan Vahdeddin'in onayıyla bir süre Bursa'da ikamet etti. Ardından yine Sultanın istek ve ricası üzerine, Kuva-yı Milliyecilerin saltanata bağlılığını pekiştirmek ve bir çeşit arabuluculuk yapmak maksadıyla Anadolu'ya gönderildi. Ankara'ya gelişinde büyük bir teveccühle karşılandı. Kendisine en üst seviyede ilgi ve alâka gösterildi. Büyük Millet Meclisi Reisi yaptığı konuşmada kendisi ve Senusiler için övgü dolu sözlere yer verdi. (Hüsamettin Ertürk, 2 Devrin Perde Arkası, Hatırat, Yazan Samih Nafiz Tansu, Hilmi Kitabevi 1957, s. 477-79) Ankara Hükümeti, büyük bir saygınlığı bulunan İslâm aliminin nüfuzundan faydalandı. Kendisi de elinden geleni esirgemedi. Anadolu'da bulunduğu süre zarfında bir çok beldeyi dolaşarak Kurtuluş Savaşına destek oldu. Mahalli kıyafetiyle gittiği yerlerde kürsüye çıkarak mücadele ve cihad azmini ateşledi. Bu hareket ve çabalarıyla bir nevi "umumî vaiz" mevkiinde bulunarak büyük bir hizmeti ifa etti (Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, Sebil Y., İstanbul 1977, s. 365) Bir ara Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Irak tahtına aday gösterildiği de belirtilmektedir (Celal Tevfik Karasapan, LİBYA Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, s. 227). M. Kemal, İslâm birliğini sağlama gibi bir amaç ve gaye beslemediği halde, Müslümanların Kuva-yı Milliye hareketine sıcak bakmalarını sağlamak amacıyla alimlerin nüfuzundan faydalandı. Bu amaçla, Senüsi'nin de Türkiye'de bulunmasını fırsat bilerek 1 Şubat 1921 tarihinde, onun başkanlığında bir İslâm Kongresi topladı. Bu kongreden sonra İslâm dünyasının Kuva-yı Milliye hareketine olan ilgileri arttı (Ali İhsan Gencer-Sabahattin Özel, Türk İnkılap Tarihi, 6. Bsk., Der Yay., İstanbul 1999, s. 47-48). Şeyh Ahmed verdiği vaazlarla ümit aşıladı. Din alimlerinin toplum üzerindeki etkisini yakinen bilen Kuva-yı Milliyeciler bu durumdan istifade etti. Şeyhin Kürtçe bilmemesi ve Bediüzzaman'ın Doğu halkı üzerindeki etkisini hesap ederek kendisine, üç yüz lira maaşla şark vilayetleri umum vaizliği teklifinde bulundular. Kurtuluş Savaşı'nın sonuna yaklaşıldığı ve yavaş yavaş dinî motif ve eğilimlerin terk edilmeye başlandığı sırada yapılan teklif Bediüzzaman tarafından kabul görmedi. Çünkü, Bediüzzaman siyaset yoluyla değil, iman hizmetiyle uğraşmak ve Ankara dışında bulunmak emelindeydi (Şuâlar s. 314; Burhan Bozgeyik, Bediüzzaman Said Nursi Hayatı-Davası-Eseri, İstanbul 1995, s. 150; Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1. C. İstanbul 1998, s. 577). Ankara'nın mânevî havasının değişmeye başladığını fark eden Şeyh Ahmed, 1922 yılı sonlarına doğru Şam'a gitti. Ancak, Fransızlar burada kendisini rahat bırakmadılar. Şam'ı terk etmek zorunda kaldıktan sonra Hicaz'a giderek ömrünün son demlerini ibadet ve duâ ile geçirdi. 10 Mart 1933 tarihinde kutsal topraklarda Hakk'ın rahmetine kavuştu. Azmi, kararlılığı, cesareti, her türlü tehlike ve zorluk karşısında soğukkanlılığını muhafaza etmesi ile tanındı. Kendisi ile görüşenler üzerinde hep müspet etki yaptı. Hiçbir zaman düşmanlarına boyun eğmediği gibi, kendisine teklif edilen makam ve mevkileri de reddetti. Kaynak: Risale-i Nur enstitüsü |
Necmeddin-î Kübra
Necmeddin-î Kübra (1145-1221) 13. asirda yasamis büyük alim ve veli zatlardan birisidir. Asil adi Ahmed olmasina ragmen “Necmeddin-i Kübra” olarak taninmis ve bu isimle söhret bulmustur. Ilim tahsili için bir çok Islam beldesini dolasmis ve muhtelif alimlerden ders almistir. Ilmini tamamladiktan sonra memleketi Harezm’e dönerek, iman ve Islam hizmetinde bulunmustur. Çok sayida talebe yetistirdigi gibi, önemli eserler de yazmistir. Tasavvuf alimi olup, Kur’an-i Kerim’in zahiri manasinin yaninda, batinî ve isari manalariyla da mesgul olmus ve tefsir yazmistir. Risale-i Nur’da, batinî ve isari manalarla ilgili olarak tefsir yazanlar arasinda ismi zikredilmektedir. (Kastamonu Lahikasi, s. 144) Künyesi; Ebü’l-Cennab Ahmed bin Ömer bin Muhammed Hayveki el-Harezmi seklindedir. Ahmed, 1145 yilinda Harezm’in Hayvek köyünde dünyaya geldi. Babasinin adi Ömer’dir. Çocuk yasta egitim ve ögretime basladi. Egitimini tekmil etmek maksadiyla bir çok Islam beldesini dolasarak taninmis alimlerden dersler aldi. Bu çerçevede, Iskenderiye’ye giderek Ebu Tahir Silefî, Isfahan’da Ebü’l-Mekarim, Ahmed ibn Muhammed Leban, Hemedan’da Hafiz Ebü’l-Ala, Nisabur’da Ebü’l-Meali Füravi ve Misir’da da Ebu Muhammed Sirazi’den ders aldi. Bunlarin disinda da birçok alimin ilminden istifade etme yoluna gitti. Ahmed, ögrendigi bilgilerle yetinmeyerek isim ve söhretini duydugu alimin bulundugu beldeye gitmek suretiyle, ilim ögrenmek için büyük bir çaba gösterdi. Nitekim, Misir’da bulundugu sirada Tebriz’de bulunan bir alimin söhretini duydu. Söz konusu alim Peygamber Efendimizin (asm) Sünnetlerini ders olarak okutmaktaydi. Bu bilgiler üzerine Tebriz’e gitti. Güzel dersler okutan Ebu Nasr Hafda’dan Sünnet derslerini aldi. Bu arada eser yazmaya basladi ve ilk olarak kelam konusunu isledigi “Sünnet ve’l-mesalih” adli eserini kaleme aldi. Ahmed, hocasi ve ayni zamanda amcasi olan Ebu Necib Sühreverdi’den de ders aldi ve önemli ölçüde onun etkisinde kaldi. Özellikle tasavvufla ilgili konularda amcasindan çok sey ögrendigi ve onun egitiminden geçerek büyüdügü kaydedilmektedir. Tasavvuf ile ilgili olarak Fahreddin-i Razi, Ismail Kasri ve Ammar bin Yasir’den de dersler aldigi, bilgilerini pekistirerek önemli bir konuma geldigi belirtilmektedir. Misir’da bulundugu sirada, ders aldigi hocasindan çok büyük yakinlik gördü. Hocasi ona evladi gibi muamelede bulundu. Daha sonra hocasinin kiziyla evlendi ve Misir’da bulundugu süre zarfinda iki oglu dünyaya geldi. 13. asrin büyük alimlerinden olan Ahmed, yasadigi dönem ve sonrasinda bir çok lakap ve unvanla anildi. Girdigi bütün münazara ve ilmi tartismalardan galip çikmasinda dolayi Tammetü’l-Kübra, dogdugu köyün ismine izafeten Hayvekî, ayrica, Seyhü’l-imam, Necmeddin-i Kübra, Zahidü’l-Kebir, Seyh-i Harezmî gibi unvan ve lakaplarla anildi. Asil adindan çok Necmeddin-i Kübra unvaniyla taninip meshur oldu. Ahmed, egitimini tamamladiktan ve çok önemli bir ilerleme kat ettikten sonra, hocalarinin da tavsiyesiyle, ailesiyle birlikte memleketi Harezm’e döndü. Bildiklerini ve ögrendiklerini insanlarla paylasarak, insanlari Hakk ve hakikat yolunda aydinlatmaya çalisti. Çevresindeki etkisi ve sayginligiyla tasavvufun önde gelenleri arasinda yer aldi. Vaaz ve irsatlari büyük bir ragbet gördü. Böylece kisa zamanda, ilme merakli çok sayida talebenin yanina gelmesine ve kendisinden ders almasina vesile oldu. Necmeddin-i Kübra çok sayida talebe yetistirdi. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babasi olan Bahaeddin Veled, Mecdüddin-i Bagdadi, Baba Kemal Cündi, Abdülaziz bin Hilal, Necmeddin-i Razi, Nasir bin Mensur yetistirdigi ünlü talebelerinden bir kaçidir. Ahmed, Islam’in güzel ahlakini yasayarak etrafinda bulunan insanlara büyük bir örnek teskil etti. Peygamber Efendimizin, “Ben güzel ahlaki tamamlamak için geldim” mealindeki hadisini bizzat yasayarak gösterenler arasindaki yerini aldi. Ibadet ve Hakka hizmet noktasinda asla gevseklik göstermedi. Ulasabildigi tüm insanlara yardim etmeye ve onlar için faydali olmaya çalisti. Necmeddin-i Kübra, Kur’an-i Kerim ayetlerinin zahiri manalarinin yaninda batinî ve isarî manalariyla ilgili tefsir yazan alim ve veli zatlardan birisidir. Risale-i Nur’da ismi zikredilerek bu konuda bazi açiklamalarda bulunulmaktadir. (Kastamonu Lahikasi, s. 144; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 55) Kiyamete kadar hükmü devam edecek olan Kur’an-i Kerim bu özelliginden dolayi, her asir insaninin ihtiyaçlarini karsilayacak ve ihtiyaçlarina cevap verecek hüküm ve manalari ihtiva etmektedir. Bu sebepten dolayi, asirlar boyunca degisen ve gelisen tüm sartlara ragmen, ayetleri tefsir eden alimler, insanlarin karsilastigi problemleri asmaya ve onlara yardimci olmaya çalismislardir. Bediüzzaman, Necmeddin-i Kübra gibi çok sayidaki ehli velayetin batinî ve isarî manalari ihtiva eden tefsirleri kaleme aldiklarini, bu alimlerin kendi asirlarina ve problemlerine cevap veren açiklamalarda bulunduklarini; örnegin, "Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad, kalb ve nefistir" dedikleri halde, söz konusu tefsirlerin ulemanin tasdikinden geçtigi gibi, ümmet tarafindan da kendilerine ilisilmedigini belirtmektedir. Ayetlerden muhtelif zamanlarda çikartilan çok sayidaki yorum ve tevillere karisilmayarak, saygi gösterildigi gibi, asrimizda Kur’an-i Kerim’in bir tefsiri olan, bu asrin hastaliklarina cevap veren Risale-i Nur’un da ayni saygiyi görmesi ve bu çerçevede degerlendirilmesi gerektigini izah etmektedir. Ayetlerin cüzi manalari ve sadece belli bir olay ve hadiseyle sinirli olmadiklari, aksine, külli manalari ihtiva ettiklerini belirttikten sonra, Risale-i Nur’un da “Kur’an-i Mübîn’in nurunu ve hidayetini nesreden bir kitab-i mübîn” oldugunu belirtmektedir. (Kastamonu Lahikasi, s. 144) Necmeddin-i Kübra, iman ve irfan hizmetini sürdürürken, bölgeyi kasip kavuran, baslarinda Cengiz’in bulundugu Mogol tehlikesiyle karsilasti. Tarihin kaydettigi büyük felaket ve katliamlarindan birini gerçeklestiren Mogollara karsi talebelerini memleketlerine gönderen büyük insan, kendisi de silaha sarildi. Talebelerini memleketlerini savunmak üzere gönderirken, sarktan fitne atesinin geldigini, her tarafi yakacagini ve Islam tarihinde böyle bir fitnenin görülmedigini söyledi. Mogollara karsi kilicini eline alarak savastigini belirten tarihi kaynaklarda fikir birligi mevcut olup, vatan savunmasi için cihat ederken sehit düstügü aktarilmaktadir. Harezm’e saldiran Cengiz’in askerleriyle savasirken 1221 yilinda sehit düsmüstür. Türbesi Türkmenistan’in Köhneürgenç sehrinde bulunmaktadir. Necmeddin-i Kübra, talebe yetistirmege büyük önem verip zamanini bu ugurda harcamasinin yaninda, önemli eserler de kaleme alarak insanlarin istifadesine sundu. Kâtip Çelebi, müellifin kaleme aldigi eserlerinden örnekler vermektedir. En önemli eseri, Kur’an-i Kerim’i tefsir ettigi ve 12 ciltten olusan Aynü’l-Hayat’tir. Eserlerinden bazilari sunlardir: Usul-i Asere, Risale fi Süluk, Risale ile’l-Haim, Fevaihü’l-Cemal, Adabü’s-Sufiye, Risale-i Necmeddin, Sekinetü’s-Salihin, Hidayetü’l-Talibin. Eserlerinin hemen hemen tamami Arapça olarak kaleme alinmistir. Rubailer de kaleme almis olup bunlari ise Farsça yazmistir. Kaynak: Risale-i Nur enstitüsü |
Hamidullah Hoca
. | Ünlü İslam alimi Prof. Dr. Muhammed Hamidullah önceki gün Amerika'nın Florida eyaletinde vefat etti. Hindistan'ın yetiştirdiği en büyük İslam alimlerinden Üstad Muhammed Hamidullah, 19,12,2002de Amerika Birleşik Devletleri'nin Florida eyaletinde 96 yaşında Hakk'a yürüdü. Özellikle "siyer" (devletlerararası İslam hukuku) alanında dünyanın en büyük uzmanları arasında yer alan Üstad Hamidullah, uzun bir süreden beri yaşlılığa bağlı çeşitli rahatsızlıklardan dolayı tedavi altında tutuluyordu. İki ayrı üniversitede doktora Hindistan ile Pakistan'ın henüz tek devlet olduğu 1908 yılında Haydarabad kentinde doğan Muhammed Hamidullah, ilk ve orta öğrenimini bu kentte tamamladı. Üniversite eğitimine de Haydarabad'da devam eden ünlü alim, 1930'ların başında hukuk fakültesinden mezun oldu. İlk gençlik çağlarından itibaren özellikle "siyer" dalına büyük bir merak duyan Muhammed Hamidullah, bu alanda akademik kariyer yapmak üzere 1936 yılında Paris'e gitti. Paris Üniversitesi'nden "Peygamberimizin Savaş Mektupları" başlıklı teziyle doktora unvanı alan Üstad, kısa bir süre sonra da bu kez Almanya'nın Tübingen Üniversitesi'ne kaydolarak "devletlerarası İslam hukuku" alanında ikinci bir doktora çalışması çalışması daha yaptı. Üstad Hamidullah, 1947 yılında yükseköğrenim hayatının bir bölümünün geçtiği Paris'e yerleşti ve uzun yıllar boyunca bu kentte yaşadı. Kısa adı CNRS olan Fransız Milli Araştırmalar Merkezi'ne üye olan ünlü araştırmacı, bu kurumun bünyesinde hukuk ve İslam alanlarında sayısız bilimsel çalışmaya imza attı. Özgün fikirleri ve geliştirdiği yeni araştırma metotlarıyla, 1950'li yıllarda uluslararası akademik çevrelerde ünü adım adım yayılan Üstad, yıllar boyunca tam bir gezgin gibi dolaşarak farklı ülkelerin yükseköğrenim kurumlarında dersler verdi. Prof. Hamidullah, 1950'lerde "sözleşmeli profesör" olarak ülkemize de gelerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk fakültelerinde, Ankara'da, İzmir'de, Konya Yüksek İslam Enstitüsü'nde uzun süre dersler verdi, bu dönemde pek çok genç Türk akademisyeninin yetişmesine katkıda bulundu. 8 DİL BİLİYORDU Bir düzineye yakın yabancı dili mükemmelen konuşabilen Hamidullah, bu arada ülkemizde görev yaptığı yıllarda Türkçeyi de kusursuz düzeyde öğrenmişti. Üstad'ın bildiği diğer diller arasında Farsça, Arapça, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fransızca ve Rusça da bulunuyordu. Prof. Hamidullah'ın bir kısmı dilimize de çevrilen ünlü eserleri arasında "İslam Peygamberi", "Hz. Peygamber'in Savaşları ve Savaş Meydanları", "İslam'ın Hukuk İlmine Yardımları", "İslam Devletler Hukuku" ve "İslam'a Giriş" ilk anda akla gelenlerden bazıları. Ayrıca, kendisinin dünyanın dört bir köşesinde yayımlanmış binlerce makalesi de bulunuyor. Üstad'ı tanımış ve ders almış olmak büyük bir ayrıcalık Üstad Muhammed Hamidullah'ın vefatını Viyana'da ders verirken öğrenen Prof. Dr. Sırma, vaktiyle onun derslerine katılmanın bugün Türkiye'de ilahiyat ve hukuk alanında kariyer yapmış, bugün olgunluk çağındaki bir kuşak için gurur verici bir ayrıcalık olduğunu ifade etti. Ölümün Hakk'ın takdiri olduğunu hatırlatan Prof. Dr. Sırma, "İnsan olarak elbette ki hocamızın kaybına hepimiz üzüldük. Ancak, öylesine kıymetli eserler bıraktı, öylesine donanımlı bir kuşak yetiştirdi ki İslam alemine bu derece faydalı olmuş bir insanın ardından yalnızca Allah ondan razı olsun denilmeli ve dua edilmeli. Türk akademisyenleri, ondan çok şey öğrendiler ve öğrenmeye devam edecekler" şeklinde konuştu. Metod ve görüşleri bize miras kaldı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Tuğ, kendisinden uzun süre dersler alıp bazı eserlerini de Türkçeye kazandırdığı Üstad'ın vefat haberini Yeni Şafak'ın telefonuyla öğrendi. "Günümüzde, ilahiyat fakültelerimizde onun metot ve görüşlerinden yararlanarak yetişmiş son derece geniş bir ilim adamları grubu vardır" diye konuşan Tuğ, "Özellikle siyer alanında 20. yüzyıla tartışmasız damgasını vurmuş çok büyük değerlerden birini Hakk'a yolcu ettik" dedi. ---- Bir güneş daha battı Hamidullah’ı kaybettik!.. vakit - 19.12.2002 Fransa’nın Paris kentinde hayatını sürdüren İslâm bilgini Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, uzun süreden beri Amerika’nın Florida eyaletinde yakınlarının yanında bulunuyordu. İlerlemiş yaşı dolayısıyla çeşitli rahatsızlıkları bulunan Hamidullah, 94 yaşında önceki gece saat 02.00’de hayata gözlerini yumdu. Dünyanın birçok ülkesinde önemli üniversitelerde görev alan ve bu arada ülkemizde de İstanbul ve Erzurum Atatürk üniversitelerinde öğretim üyeliği yapan değerli bilim adamı Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, ardında yüzlerce eser bıraktı. İslâm’ın batı dünyasında sağlıklı anlaşılması adına büyük çabalar sarfeden ve eserler veren Hamidullah’ın Türkçe’ye çevrilmiş birçok eseri Beyan Yayınları tarafından okuyucuların istifadesine sunuldu. Hamidullah’ın kısa hayat hikâyesi Doğum: 19 Ocak 1908 Haydarabad. Ölüm: 17 Aralık 2002 Florida. Sekiz çocuklu bir ailenin en küçüğüydü. Ailesinden aldığı ilköğrenimin arkasından medrese öğrenimine başladı. Daru’l-Ulum Medresesi’nden sonra Osmaniye Üniversitesi’nde okudu. Devletler hukuku alanında lisansüstü çalışma aptı. Daha sonra Hicaz, Suriye, Filistin, Mısır ve Türkiye kütüphanelerinde bulunan İslâm devletler hukuku alanındaki çalışmaları inceledi. Almanya’da Bonn’daki Friedrich Wilhelm Ren Üniversitesi’nde aynı konuda doktorasını verdi (1933). Çalışmalarını Paris Üniversitesi’nde sürdürdü. Bu arada Kuzey Afrika ülkelerinin kütüphanelerinde incelemeler yaptı. Hindistan’a dönerek Osmaniye Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Bu üniversitede devletler hukuku profesörüyken, görevle yurtdışında bulunduğu bir sırada, Haydarabad’ın Hindistan hükümeti tarafından işgal edilmesi (1948) üzerine geri dönmedi. Siyasal mülteci olarak Fransa’ya yerleşti. Hamidullah, başta Fransa, Mısır, Pakistan ve Türkiye olmak üzere birçok ülkenin üniversitelerinde dersler, konferanslar verdi. 1952’de İstanbul Üniversitesi’nde çalışmaya başladı, uzun yıllar Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü ile Erzurum’da Atatürk Üniversitesi İslâmi İlimler Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Bu sırada, İslâm Tetkikleri Enstitüsü dergisi ile İlahiyat Fakültesi mecmuası başta olmak üzere birçok süreli yayında bilimsel makaleler yazdı. Paris’teki Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nin (CNRS) üyesi olan Hamidullah’ın beş ayrı dilde (Arapça, Urduca, İngilizce, Fransızca ve Almanca) yazdığı ve yayımladığı yapıtları, İslâm’ı temel kaynaklara inerek kavramada ve günümüz şartlarına uygun biçimde yeniden anlamlandırmada etkili oldu. Batı dünyasında İslâm’ın doğru biçimde tanınmasında rol oynadı. Hamidullah’ın Türkçe’ye çevrilerek yayımlanan başlıca eserleri şunlardır: İslâm’a Giriş (1961), Hz. Peygamber’in Savaşları (1962), İslâm’ın Hukuk İlmine Yardımları (1962), İslâm’da Devlet İdaresi (1963), İmam-ı Azam ve Eseri (1963), Modern İktisat ve İslâm (1963), İslâm Fıkhı ve Roma Hukuku (1964), Kur’an-ı Kerim Tarihi (1965), İslâm Peygamberi (1966, 2 cilt), Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahifa-i Hemmam b. Münebbih (1967), Resulullah Muhammed (1973), İslâm Hukuku Etüdleri (1984), İslâm Müesseselerine Giriş (1984), İslâm, Bilim ve Felsefe (1990), İlk İslâm Devleti (1992), İslâm’ın Doğuşu (1997), Hz. Peygamberin Altı Orijinal Diplomatik Mektubu (1998), İslâm Anayasa Hukuku (1998), El Vesaiku’s-Siyasiyye (1998), İslâm Tarihine Giriş (1999). ---------------Büyük âlim Muhammed Hamidullah vefat etti Mükremin Albayrak - Zaman Prof. Dr. Muhammed Hamidullah geçtiğimiz pazartesi günü Amerika’nın Florida eyaletinde yaşadığı evinde vefat etti. 98 yaşındaki Hamidullah hocanın, sabah namazını kıldıktan sonra kahvaltısını yapıp istirahate çekildiği; ancak bir daha uyanamadığı belirtildi. Ailesinin Hamidullah için gıyaben cenaze namazı kılınmasını tavsiye ettiği bildirildi. Türkiye’deki ilahiyatçılar Hamidullah’ın vefatının İslam âlemi için büyük bir kayıp olduğunu kaydetti. Prof. Dr. Salih Tuğ, Hamidullah’ın 1950’den 1975’e kadar Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri ve İslam enstitülerinde yetişen yüzlerce öğrenciye hocalık yaptığını belirterek, “Prof. Dr. Hamidullah, her yıl sözleşmeli hoca olarak İstanbul Üniversitesi’nde üç ay ders veriyordu. İslami ilimler ile İslam kültürünün canlanmasında büyük rolü olmuştur.” dedi. Prof. Dr. Hamidullah’ın eserlerinin dünyada birçok dile çevrildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Tuğ, Hamidullah’ın Fransızca, Türkçe, Urduca, İngilizce, Arapça ve Farsça gibi dilleri en az eser yazacak seviyede bildirdiğini belirtti. Herkes tarafından Hamidullah’ın Pakistanlı olarak bilinmesine rağmen onun aslen Hindistan’ın Haydarabat şehrinden olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Tuğ, “Ne yazık ki 1947 yılında Haydarabat’ın Hindistan tarafından işgal edilmesine gösterdiği tepki ve kaleme aldığı yazılarından dolayı bir daha memleketine girmesine izin verilmedi.” şeklinde konuştu. Ensar Vakfı Başkanı Ahmet Şişman ise Hamidullah hocayı İstanbul Üniversitesi’nde tanıdığını belirterek, onun mütevazı yapısına dikkat çekti. Şişman, “Bir konferans için kendisini çağırmıştık. Hazırladığımız zengin yemek çeşidi varken kendisi yarım tas çorba içerek sofradan kalkmıştı.” dedi. Türkiye’ye özel sevgisi olan Hamidullah, Bediüzzaman Said Nursi’nin kendisine gönderdiği bir eserinden dolayı yazdığı mektubunda şöyle diyor: “Eskiden beri sizin yüksek vasıflarınızı ve büyük mücadelenizi işitiyorum. Allah birbirinden uzak olanları kavuşturucudur. Bizleri sevgi ve rızasını kazanmakta muvaffak kılsın.” Mükremin Albayrak, İstanbul 19.12.2002 -----------------------------Mustafa İslamoğlu Hamidullah Hoca'nın ardından Washington'da mukim Dr. Haşmet Bey dostumuz, Muhammed Hamidullah Hocamız'ın vefat haberini ilettiğinde, kendi kendime "İslam semasının en parlak yıldızlarından biri daha kaydı" dedim. Geçen yılki ABD programımda, çok arzu etmeme rağmen, bir fırsatını bulup da ziyaret edemeyişime bir kez daha hayıflandım. Alim öldü, bil ki âlem öldü. Yeri doldurulur mu, bilemem. Ama hiç de kolay gözükmüyor. Çünkü o, tam anlamıyla bir "İslam âlimi prototipi" idi. Allah vergisi bir kabiliyet, muhteşem bir kapasite, insanı hayrette bırakan bir dil yeteneği, ilme yatkın bir mizaç, yorulmak bilmeyen bir ilmi tecessüs, devasa bir birikim, dinmek bilmeyen bir tetkik ve tetebbu aşkı ve bütün bunlara zemin olan iman ve ihlasın hepsi onda mevcuttu. 1994 yılında Fransa'da programım vardı. Paris'e geçmişken çıkan ilk fırsatta Hamidullah Hoca'yı ziyaret edelim dedik. Eksik olmasın, Dr. Ali İhsan Bey kardeşim kılavuzluk ettiler. Yanlış hatırlamıyorsam, Sen nehrinin sağ yakasında, Louvre Müzesi'ne ve Milli Kütüphane'ye bir kurşunluk mesafede eski Paris'in taş yapılardan oluşan dar caddelerinden birindeki beş katlı bir apartmanın son katında oturuyordu. Han kapısı gibi eski bir kapının önünde durduk. Hocamız evde yoktu. Paris'in soğuğunu yeme pahasına bekledik. Bir müddet sonra, baktım, sırtındaki kaşe paltonun içinde adeta kaybolmuş nurani yüzüyle Hamidullah Hoca göründü. Elini öpeyim dedim, kucaklayarak mani oldu. Görmesi ve işitmesi zayıflamıştı. Ama aşkından hiçbir şey kaybetmemişti. Binanın bastıkça gıcırdayan ahşap merdivenlerini son kata kadar çıktık. 90'ına merdiven dayamış bu ihtiyar alimin beş katı her gün nasıl inip çıktığına şaşarken, şaşkınlığım o küçük bir odadan bozma 'ev'e girişimizle daha bir arttı. Çünkü Hamidullah Hoca, kitaplarla dolu ikiye taksim edilmiş bu taş çatı odasında tek başına yaşıyordu. Ne merdivenden çıkarken koluna girilmesine izin verdi, ne de şekeri bizim tutmamıza. Sohbetimiz sırasında o selis Arapça'sıyla bize ilk söylediği şey şuydu: "Elhamdülillah, bugün 7 Fransız daha İslam'la şereflendi." Anlaşılıyordu ki, muhatabımızın velut imanı hâlâ adam doğurmayı sürdürüyordu. Bu müjdeyi verirken, sevinçten yaşlı gözleri parlıyordu. Hamidullah Hoca, Paris'in banliyölerinden birinde bulunan mescitte haftanın belli günlerinde ders veriyor, bu derslere başta Fransızlar olmak üzere her kavimden, her inançtan insan katılıyordu. Orada ilginç ihtida hikayeleri de yaşanıyordu. Her dersin ardından kendi kendisiyle buluşup Allah'a teslimiyetle şereflenen insanlar çıkıyordu. İşte verdiği bu müjde, sadece bir günün hasılatıydı. Bir buçuk milyarlık ümmet ailesinin gözbebeği bir alimin, apartman izbelerinde odadan bozma bir dairede kimsiz kimsesiz yaşama savaşı vermesi, neye yorulmalıydı? Müslümanlar'ın hal-i pür melaline mi? Bir dava adamının İslam'ı Avrupa'nın dini haline getirmek için ödemek durumunda kaldığı bedele mi? Ya da bir İslam aliminin kimseye eyvallah etmeyen onurlu ve vakarlı duruşuna mı? Daha sonra hocanın sağlığı iyice bozuldu. Yaşı 90'ı çoktan aşmıştı. Bir de haber aldık ki, ABD'de yaşayan yakınları artık tek başına yaşaması mümkün olmayan hocamızı yanlarına getirtmişler. Hocamız, 17 Aralık Salı günü, Jacksonville'deki ikametgahında sabah namazını kılmış, kahvaltısını yaptıktan sonra istirahata çekilmiş ve bir daha da kalkmamıştı. O, asırlık bir ömrün yüz aydınlığı hasılatını kucağına alarak, gurbetten sılaya yürümüştü. Şimdi Hamidullah ahiretin misafiri. Dünyanın 'yıldızları' (=starları) olduğu gibi, ukbânın da yıldızları olur. Onların da meleklerden ve iyi ruhlardan hayranları olur. Zannımız o ki, Hamidullah da peygamberlerden, alimlerden, sıddîklardan, salihlerden ve şehitlerden oluşan öteki dünyanın yıldızları arasındaki yerini alacaktır. Hamidullah Hoca'nın Türkiye Müslümanları'na karşı özel bir muhabbeti vardı. Onun bu muhabbeti İstanbul'daki Osmanlı bakiyesi kütüphanelerde yaptığı keşiflerle, bir tutkuya dönüştü. 1952'den itibaren İstanbul, Ankara ve Erzurum'da, misafir hoca olarak dersler verdi. Her biri daha sonra kendi alanında söz sahibi olacak birçok talebe yetiştirdi. Prof Dr. Salih Tuğ, Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı bunlardan sadece birkaçıydı. Yani Hamidullah Hoca "hocaların hocası" idi. O, siyer alanında kendi çağının bir numaralı otoritesiydi. Onun muhalled eseri el-Vesaiku's-Siyasiyye'si, dokümanter bir çalışma olarak alanında rakipsizdi. İslam Peygamberi adıyla Türkçe'ye çevrilen siyerini okuyanlar, Hamidullah farkını hemen farkedeceklerdir. Ayrıca İslam'a Giriş adlı eseri, İslam'ı topyekün inanç sistemi ve bir medeniyetin kurucu öznesi olarak tanımak isteyenlere ilk elde tavsiye edilebilecek bir başucu eseridir. Türkiye'de kimi sûfî çevreler ona karşı haksız bir husumet beslediler. Eminim ki bu çevreler, tıpkı Afgani, Abduh, Mevdudi ve Kutub'a yaptıkları gibi, onu da hiç tanımadan, okumadan kara listeye almışlardı. Hamidullah'ın talebesi olma makamındaki kimi değerli isimlere, "Baidullah" bile dedirtmişlerdi. Umarım bu elim kayıp, o çevreler için de bir muhasebe yapma, yanlıştan dönme ve hatalarına istiğfar etme vesilesi olur. Adam kıymeti bilmek için adam kıtlığı çekmek gerekmediği anlaşılır. Zira kıymet bilmeyene kıymet yetmez. Ve dahi kıymet bilmeyenin kıymeti olmaz. Allah, yüzyılın yüz akı hocamızı, mele-i a'lanın seçkin ruhları arasına katsın. |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)