6 Mayıs 2011 Cuma

Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi

 


PROF. DR. MAHMUD ES'AD COŞAN RH.A
(14 Nisan 1938 - 4 Şubat 2001)
14 Nisan 1938 yılında, Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdu. Babası Halil Necâti Efendi, annesi Şâdiye Hanım'dır. Anne ve baba tarafından soyu, Buhàra'dan Çanakkale'ye göç etmiş seyyidlere dayanır.
Küçük yaşta iken ailesi İstanbul'a taşındı. 1950'de İstanbul Vezneciler İlkokulu'nu, 1956'da Vefa Lisesi'ni bitirdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi Bölümü'ne girdi. Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ile Türk-İslâm Sanatı sertifikalarını alarak, 1960 yılında Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu.
Aynı yıl, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde açılan asistanlık imtihanını kazanarak, Klasik-Dinî Türkçe Metinler Kürsüsü'ne asistan olarak girdi. Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yaptı. 1965 yılında, XV. Yüzyıl şairlerinden olan Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri konusunda doktora tezi vererek ilâhiyat doktoru ünvanını aldı. 1967-1968 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu'nda Türkçe ve Hümaniter Bilgiler derslerini verdi.
Askerlik görevine Tuzla Piyade Okulunda başladı (15 Ekim 1971). Ağrı Patnos'ta yedeksubay olarak tamamladı (31 Aralık 1972).
1973 yılında, Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât adlı doçentlik tezi ile doçent ünvanını aldı ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü'ne öğretim üyesi olarak tayin edildi. 1977-1980 yıllarında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. Yurtdışında çeşitli üniversitelerde misafir öğretim üyeliklerinde bulundu.
1982 yılında, "İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye" isimli takdim teziyle ilâhiyat profesörü oldu. Sosyal ve kültürel faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek düşüncesiyle, 1987 yılında emekliliğini isteyerek üniversiteden ayrıldı.
* * *
İlk dînî eğitimini ailesinde gördü. Dedesi İstanbul'da medreselerde ilim tahsil etmiş ve Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Hazretleri'ne intisab etmiş bir kimseydi. Çanakkale Savaşı'nda şehid olmuştur.
Babası Halil Necâti Efendi, küçük yaşta köyünde hafızlığını tamamladı. Gençliğinde Gümüşhaneli dergâhına mensub Çırpılarlı Hacı Ali Efendi'nin medresesine devam etti. İlk tasavvuf dersini de ondan aldı. Medreseler kapandıktan sonra tekrar köyüne döndü. Şadiye Hanım'la evlendi (1928). Şâdiye Hanım da aynı sülâleden zikir ehli, bilgili bir hanımdı. Bu evlilikten beşi erkek, ikisi kız, yedi çocukları oldu. Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi, ailenin dördüncü çocuğudur.
Halil Necâti Efendi, çocuklarını okutmak amacıyla 1942 yılında İstanbul'a taşındı. Bir süre ticaretle meşgul oldu. O sırada, Şehzâdebaşı Damat İbrahim Paşa Camii'nde Serezli Hasîb Efendi'nin sohbetlerine devam etti. Onun vefatından sonra, Kazanlı Abdül'aziz Efendi'ye intisab etti. Onun Ümmügülsüm Camii'ndeki sohbetlerine katıldı. Abdül'aziz Efendi'nin tavsiyesi ile girdiği müezzinlik imtihanını kazanarak, Fatih Müftülüğü'nde göreve başladı. Abdül'aziz Efendi'nin vefatından sonra (1952), irşad görevini sürdüren Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin sohbetlerine devam etti. Onun yakın dostlarından oldu.
Bu münasebetle, Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi, küçük yaşta hocaefendilerin meclislerinde bulundu, onların maddî ve manevî ilgilerine mazhar oldu.
* * *
Edebiyat Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, 1960 yazında Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin kızı Muhterem Hanım'la evlendi. Aynı yılın sonbaharında, Ankara İlâhiyat Fakültesi'ndeki asistanlık görevi dolayısıyla Ankara'ya taşındılar.
İlâhiyat Fakültesi'ndeki öğretim üyeliği yıllarında, Hocaefendi'nin kapısı herkese açıktı. Öğrencilerin çok sevdiği ve saygı gösterdiği bir kimseydi. Talebe gelir, kapıyı çalar, derdini anlatır, cevabını alır, müsterih bir çehre ile ayrılırdı. Olaylı ve kavgalı zamanlarda öğrencilerin arasına girer, onları akl-ı selime davet eder, kavgaları önlemeye çalışırdı.
1960'lı yıllarda fakültede resmî ders olarak Kur'an-ı Kerim dersi yoktu. Öğrenciler kendi gayretleriyle, Arapçadan, Farsçadan faydalanarak Kur'an-ı Kerim öğrenmeğe çalışıyordu. Bunu gören Hocaefendi, müsait zamanlarında hasbî olarak, isteyenlere Kur'an-ı Kerim ve Osmanlıca dersleri veriyordu. Öğrencilerini bilimsel araştırmalara, master ve doktora yapmaya teşvik ederdi.
Öğretim üyeleri arasında saygınlığı vardı. Sahasında söz sahibi idi. Özellikle Türk-İslâm edebiyatında, ilk müracaat edilen kimseydi. Kendisinden önce profesör olmuş hocalar bile, ağır bir parça, çetin bir şiir oldu mu, "Es'ad Bey, şuna beraber bakabilir miyiz?" diye kendisine gelirlerdi. Herkese yardımcı olmaya çalışırdı.
İlk yıllar Kurtuluş'ta oturuyorlardı. Daha sonra Kalaba'ya taşındılar (1963). Evlerinin yakınında cami yoktu. Bir mescid açılması için önderlik etti. Daha sonra onun gayretleriyle bir dernek kurulup, cami yeri alındı. Üstte Kur'an Kur'an Kursu, altta cami olmak üzere cami inşaatının yapılmasına gayret etti. Buralarda zaman zaman hadis ve tefsir sohbetleri yaptı.
Komşuluk ilişkileri çok mükemmeldi. Bütün yorgunluklarına ve yoğunluklarına rağmen, komşularına da vakit ayırırdı.
Karşılıklı ziyaretleşmeler olurdu. Ziyaretlerde tebessümü eksik etmezdi. Ziyaret sırasında, kütüphaneden uygun bir kitap alır, orada bulunanlardan birisine bir yer açtırırdı. Sonra oradan bir miktar okuyarak sohbet ederdi.
Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, hemen her yıl Ankara'ya gelir, evlerinde bir süre misafir kalırdı. Ankara'nın çeşitli semtlerinde, çevre ilçelerde sohbetler, ziyaretler olurdu. Bazen da M. Es'ad Hocaefendi'yi de yanına alır, Anadolu'nun muhtelif şehirlerine beraber seyahat ederlerdi.
* * *
Mehmed Zâhid Kotku Efendi'nin bizzat elinden tutarak kürsüye oturtması ile, İskenderpaşa Camii'nde hadis derslerine başladı (1977). Hafta sonlarında İstanbul'a gidiyor, hadis dersini yapıp Ankara'ya dönüyordu.
Mehmed Zâhid Efendi'nin hastalığında, ameliyatında hep yakın hizmetinde bulundu. Son demlerinde de yanıbaşındaydı. Onun arzusu üzerine, 13 Kasım 1980 günü vefatından sonra, cemaatin eğitimiyle ve her türlü meselesiyle ilgilenme, tebliğ ve irşad görevini üstlendi. (5 Muharrem 1401)
Tasavvufî nisbeti; hocası Mehmed Zâhid Efendi vasıtasıyla Nakşibendî Tarikatı'nın, Hàlidiyye kolunun, Gümüşhâneviyye şubesidir. Ayrıca Kàdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Mevleviyye, Halvetiyye ve Bayrâmiyye tarikatlarından da irşada me'zundu.
Onun döneminde hadis derslerine ilgi daha da arttı. Cemaat yer bulamadığı için camiye ilâveler yapıldı, ders dinlenilecek yerler beş-altı kat genişletildi. Caminin yanındaki eski binalar alınarak camiye katıldı. Ayrıca Ankara, İzmir, Bursa, Sapanca, İzmit ve Eskişehir'de mutad hadis dersleri başlatıldı.
Mehmed Zahid Kotku Efendi'nin emri üzerine kurduğu "Hakyol Vakfı"nın çalışmalarıyla bizzat ilgilendi, muhtelif yerlerde şubeler açtırdı. Eğitim ve yardımlaşma faaliyetini yaygınlaştırmak için çalışmalar yaptı. Sanat ve kültürle ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Kültür ve Sanat Vakfı"nı, sağlık hizmetleri için "Sağlık Vakfı"nı kurdurdu. Hanımların eğitimiyle ilgili olarak "Hanım Dernekleri"nin; çevre ile ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Ahlâk, Kültür ve Çevre Dernekleri"nin kurulmasını ve yaygınlaştırılmasını teşvik etti. Bu çalışmalarla toplu-mun güzel amaçlar için bir araya gelmesini, organize olmasını sağlamaya çalıştı.
Vakıflara ait, harabe haline gelmiş birtakım ecdad yadigârı eserlerin tamir ve tecdidiyle ilgilendi. Onların gayesine uygun olarak tekrar faaliyete geçmesini temin etti. (Ahmed Kâmil Tekkesi, Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi, Şeyh Murad Efendi Dergâhı, Şadiye Hatun Şifâ Külliyesi... )
Eğitimin yaygınlaştırılması için basın ve yayın çalışmalarıyla ilgilendi. 1983 Eylülünde İslâm dergisi, 1985 Nisanında Kadın ve Aile ve İlim ve Sanat dergisi yayınlanmaya başladı. Daha sonra Gülçocuk dergisi çıkartıldı. Sağlık ve bilimle ilgili konularda ise Panzehir dergisi yayınlandı. Vefa Yayıncılık adına yayınlanan bu dergilerle yakından ilgilendi ve makaleler yazdı.
Bu dergiler ilgilendikleri sahalarda kamuoyuna önderlik ettiler. Yayınladıkları yazılarla, araştırma dosyalarıyla ve İslâm dünyasından haberlerle halkımızın bilgilenmesine ve bilinçlenmesine katkıda bulundular. İyimser, ümit verici, yol gösterici yazılarla pek çok hayırlı gelişmelere sebep oldular. Haklarında sempozyumlar, doktora tezleri yapıldı. Bir ara İslâm dergisinin tirajı yüzbini aştı. İslâm ve Kadın ve Aile dergileri, 1998 Haziranına kadar aksamadan yayınlarını sürdürdüler.
Kitap yayıncılığı için Sehâ Neşriyat'ı kurdu; çeşitli dinî, edebî, tarihî, kültürel eserler neşredildi. Yayıncılığın geliştirilmesi, haftalık ve günlük yayınlara geçilebilmesi için çalışmalar başlattı. Onun gayretleriyle bir matbaa tesis edildi (Ahsen), dizgi tesisleri kuruldu (Dehâ).
Sesli ve görüntülü yayıncılık alanında hizmet etmek, millî ve mânevî değerlerimize uygun yayınlar yapmak üzere, Ak-Radyo (AKRA) adı altında bir müessesenin kurulmasına öncülük etti (1992). Halen İstanbul'dan radyo yayınları yapılmakta; bu yayınlar uydu vasıtasıyla Türkiye'nin her yerinden, Orta Asya'dan ve Avrupa'dan dinlenebilmektedir.
Onun teşviki ile Ak-Televizyon adı altında Marmara Bölgesine yönelik bölgesel televizyon yayını başlatıldı (1997). Basın-yayın alanında Sağduyu isimli günlük bir gazete yayınlandı (3 Mayıs 1998 - 11 Temmuz 1999).
Kaliteli bir eğitimi temin etmek amacıyla, özel eğitim kurumlarının kurulmasını teşvik etti. Çeşitli illerde ilkokul öncesi, ilkokul ve orta öğrenime yönelik eğitim tesisleri, okullar ve dersaneler kurdurdu. (Asfa)
Halka güvenilir bir sağlık hizmeti verilmesi için poliklinikler ve hastaneler açılmasını teşvik etti. Buna bağlı olarak başta İstanbul olmak üzere bir çok ilde sağlık kuruluşları hizmete açıldı. (Hayrunnisâ Hastanesi, Esmâ Hatun Hastanesi, Afiyet Hastanesi...)
Yurtdışındaki müslümanlarla diyaloğu sağlamak, ziyaretleri kolaylaştırmak amacıyla İskenderpaşa Turizm (İSPA) adı altında bir seyahat acentası kurulmasına öncülük etti. Bu şirket vasıtasıyla hac ve umre programları, çeşitli yurt içi ve yurt dışı geziler; aile ve eğitim toplantıları düzenlendi.
İlmî seviyesi yüksek hocalar yetiştirmek amacıyla İstanbul'da, Ankara'da, Konya'da ve Bursa'da hadis ve fıkıh enstitüleri açtırdı. Buralarda ilâhiyat fakültelerinde okuyan veya mezun olan kimselere, özel hocalardan Arapça, hadis, tefsir ve fıkıh dersleri verdirilmesini temin etti.
Sohbet ve vaazlarına yurt içinde ve yurt dışında büyük ilgi gösterilmesi ve çeşitli yerlere davet edilmesi, onun çok seyahat etmesine neden oldu. Avrupa'da, Kuzey Amerika'da, Afrika'da, Orta Asya'da ve Avustralya'da pek çok ziyaretler, vaazlar, sohbetler yaptı; eğitim programlarına katıldı.
Her yıl hac ve umre dolayısıyla değişik ülkelerden gelen müslümanlarla görüştü, diyalog kurdu. Hakkı ve hayrı, iyiyi ve güzeli tebliğ etme yönünde şumüllü ve verimli çalışmalar yapmaktan bir an bile geri kalmadı. Çevresini de daima bu tür çalışmalara teşvik etti.
1997 Mayıs'ından itibaren hizmetlerini yurtdışında sürdürdü. 1998 yılında Avustralya'nın Brisbane şehrine yerleşti. Tebliğ ve irşad çalışmalarını Avustralya'nın her tarafına yaygınlaştırdı. Pek çok yerde camiler, kültür merkezleri açıldı. Brisban'daki camide, her gün sabah ve yatsı namazlarından sonra, hadis sohbeti yapıyordu.
Radyo sohbetleri yine devam etti. Cuma günleri Ak-Radyo'da yapmakta olduğu hadis sohbetlerine ilâve olarak, salı günleri tefsir sohbetleri yapmaya başladı (29 Eylül 1998). Fâtiha Sûresi'nden başladı. Her sohbette birkaç ayet-i kerime okuyup, izah ediyordu. Vefat etmeden önce yaptıkları son tefsir sohbetinde, Bakara Sûresi 224. ayetine kadar gelmişlerdi.
4 Şubat 2001 (10 Zilkade 1421) Pazar günü, bir cami açılışı yapmak için Grifit şehrine giderlerken, Avustralya yerel saatiyle 12'de (Türkiye saatiyle 04'te) Sydney civarında, Dubbo kasabası yakınlarında geçirdikleri elim bir trafik kazası sonucu, yanında bulunan damadı Prof. Dr. Ali Yücel Uyarel'le birlikte ahirete irtihal eylediler. Ani ölümleri ailesi, yakınları, sevenleri ve bütün müslümanlar tarafından derin bir üzüntüyle karşılandı.
Mübarek naaşları, Sydney'de Auburn Gelibolu Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra Türkiye'ye getirildi (8 Şubat Perşembe). 9 Şubat Cuma günü, Fatih Camii'nde yüzbinlerin iştirak ettiği muhteşem bir cenaze namazından sonra, tekbirlerle, salevatlarla, dualarla, gözyaşlarıyla, Ebû Eyyûb el-Ensàrî Hazretleri'nin kabri civarında, Eyüp Mezarlığında toprağa verildi.

<p align="center"><img src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBOWedZKko4nW_N1QBT-LUqDIXOmEoBAbdHzE3tLs2LP9-PnYuewyfF8shqRACru0L83tC-WCi1o1KCh-QEItjRU0iwkmoV6KwAFduWEnXClptMnMyj8ASnYPj3x8g7GlMXYwhgXzlwOqc/s400/seyyahin_cenaze.jpg" alt="PROF. DR. MAHMUD ES'AD COŞAN RH.A" />
</p>
Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan Rh.A, doğu dillerinden Arapça ve Farsça'yı, batı dillerinden Almanca ve İngilizce'yi bilmekteydi. Yurt içinde ve yurt dışında çok yönlü sosyal faaliyetlerini, tebliğ ve irşad çalışmalarını vefat edinceye kadar devam ettirdi. Kendisinden sonra bu hizmetleri, emir ve işaretleri üzere oğlu Muharrem Nureddin Coşan üstlendi.
Yayınlanmış Eserleri
01. Matbaacı İbrâhîm-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiye (1982)
02. Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât
03. Gayemiz (1987)
04. İslâm Çağrısı (1990)
05. Yeni Ufuklar (1992)
06. Çocuklarla Başbaşa
07. Başarının Prensipleri
08. Türk Dili ve Kültürü
09. İslâm'da Nefis Terbiyesi ve Tasavvufa Giriş (1992)
10. Avustralya Sohbetleri-1 (1992)
11. Avustralya Sohbetleri-2 (1994)
12. Avustralya Sohbetleri-3 (1995)
13. Avustralya Sohbetleri-4 (1996)
14. Yeni Dönemde Yeni Görevler (1993)
15. Haccın Fazîletleri ve İncelikleri (1994)
16. Zaferin Yolu ve Şartları (1994)
17. İslâm, Sevgi ve Tasavvuf (1994)
18. Sosyal Çalışmalarda Organizasyon ve Başarı (1994)
19. Güncel Meseleler-1 (1994)
20. Güncel Meseleler-2 (1995)
21. Hazret-i Ali Efendimiz'den Vecîzeler (1995)
22. Hacı Bektâş-ı Velî (1995)
23. Yunus Emre ve Tasavvuf (1995)
24. Başarı Yolunda Sevginin Gücü (1995)
25. İslâmî Çalışma ve Hizmetlerde Metod (1995)
26. Sosyal Hizmetlerde Hanımlar (1995)
27. Ramazan ve Takvâ Eğitimi (1996)
28. Tebliğ ve İrşad Çalışmaları (1996)
29. İslâm, Tasavvuf ve Hayat (1996)
30. Haydi Hizmete!.. (1997)
31. İslâm'da Eğitimin İncelikleri (1997)
32. Tasavvuf Yolu Nedir? (1997)
33. İmanın ve İslâm'ın Korunması-1 (1997)
34. İmanın ve İslâm'ın Korunması-2 (1998)
35. Allah'ın Gazabı ve Rızası (1997)
36. Mi'rac Gecesi (1998)
37. Doğru İnanç ve Güzel Kulluk (1998)
38. Ramazan ve Güzel Ameller (1998)

Seyyid Muhammed Raşid Erol

 


KISA HAYAT HİKAYESİ
Bağlıları arasında Seyda hazretleri nâmıyla bilinen Eşşeyh Esseyyid Muhammed Raşid Erol (k.s.) hazretleri 23.3.1930 tarihinde Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Siyanüs köyünde dünyayı şereflendirmişlerdir. Babası Gavsi Bilvanisi Seyyid Abdulhakim Hüseyni (k.s.) hazretleri olup Nakşibendi büyüklerindendir. Dedeleri Seyyid Muhammed Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s.) hazretlerinin halifelerindendir. Baba ve dedeleri ilim ve tarikat ehli olan Seyda hazretleri Evladı Resul olup Bilvanis seyyidlerindendir. Hz. Hüseyin (r.a.) soyundan geldiği için de "El-Hüseyni" denilmektedir.
Seyyidlik şeceresi şu şekildedir: 1- Seyyid Muhammed Raşid el-Hüseyni 2- Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni 3- Seyyid Muhammed 4- Seyyid Ma'ruf S- Seyyid Tahir 6- Şeyh Seyyid Kâl 7- Seyyid Hace Ehu Tâhir 8- Seyyid Said Ebu'l-Hayr 9- Seyyid Ali 10- Seyyid Halil 11- Seyyid Hasan 12- Seyyid Mahmud l3- Seyyid Ali l4- Seyyid Taceddin 15- Seyyid Kasım l6- Seyyid İdris l7- Seyyid Ca'fer l8- Seyyid Kasım l9- Seyyid Kemaleddin 20- Seyyid Ebu Firas 21- Seyyid Fellâh 22- Seyyid Muhammed 23- Seyyid Taceddin 24- Seyyid Ebu Firas 25- Seyyid Maceddin 26- Seyyid Muhammed el-Mağfur Ebu Firas 27- Seyyid Şerafeddin 28- Şeyyid İmam Ali 29- Seyyid İmam Hüseyni (r.a.) Dedesi Seyyid Muhammed (k.s.) medreselerde yetişmiş çok büyük bir alimdi. Hüsn-ü hat sanatında çok mahirdi. Hazret'e intisab etmiş, Nakşibendi halifesi olarak icazet ve hilafet almıştı. Fakat kendisi şeyhine "Sizin sağlığınızda kendi halifeliğimi açıklıyamam, sizden sonraya kalırsam, açıklanmasını birisine vasiyyet edersiniz. Aksi takdirde sizin yaşadığınız devirde ben mürşidim ben şeyhim diyemem, lütfen beni gizleyiniz" diye rica etmişti. Şeyhinden önce vefat ettiği içinde halifeliği aşikare olarak ilân edilmeyip gizli kalmıştır. Babası olan Gavs hazretlerini Seyyid Muhammed'in vefatı üzerine Seyyid Maruf (k.s.) (Seyda hazretlerinin dedesinin babası) büyütmüştür. Gavs hazretleri Siyanüs seyyidlerinden olan Fatıma Validemizle evlenmişler, bu izdivactan Seyyid Muhammed (ka.), Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) ve Seyyid Zeynel Abidin isimlerinde üç oğlu ile Halime ve Hatice isminde iki kızı olmuştur. Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir. İlk zevcesinin teşvikiyle evlendiği Taruni köyünden Seyyide olan ikinci hanımı Sıdıka Validemizdende Seyda hazretlerinin diğer kardeşleri, Seyyid Abdülbaki (k.s.), Seyyid Ahmed, Seyyid Ab- dülhalim, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver ile Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye adlı kızkardeşleri olmuştur. Seyda hazretleri 2 yaşlarında iken Seyyid Ma'ruf vefat edince Gavs hazretleri evini Siyanüs köyünden Taruni köyüne taşıdı. Burada 13 sene kaldılar. Daha sonra mürşidi Ahmedi Haznevi'nin (k.s.) izniyle Bilvanis köyüne hicret ettiler. Seyda hazretleri (k.s.) bu köyde yine Seyyide olan Sekine Validemizle evlenmişlerdir. Bu evlilikten Seyyid Fevzeddin, Seyyid Abdülgani, Seyyid Taceddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdurrakib isimli oğulları ile Hasine, Muhsine, Hasibe, Rukiye, Münevver, Mukaddes, Mümine ve Hediye isimli kızları dünyaya gelmiştir. Gavs hazretleri Bilva- nis köyünde 6 sene kaldıktan sonra Seyda hazretleriyle birlikte Bitlis'in Kasrik köyüne tâşındılar. Burada 11 sene kaldıktan soma Siirt'in Kozluk kazasının Gadir köyüne hicret ettiler. 9 sene (Burada iken vatan görevini önce acemi birliği olan Manisa'da, soma Diyarbakır'da tamamladı) kaldıkları Gadir'den hayatının sonuna kadar ikamet edecekleri Adıyaman ilinin Kâhta kazasının Menzil köyüne yerleştiler. Babası Gavs hazretleri 1 Haziran 1972 yılında vefat edince başlıyan irşad görevi 21 sene 4 ay 19 gün devam etmişti.
1968 yılında halifelik icazetini alan 1972 yılında irşad görevine başlayan Seyda hazretlerinin (k.s.) yurtiçinden ve yurdışından aşırı ziyaretçisinin gelmesi 18.7.1983 tarihinde Çanakkale'nin Gökçeada ilçesinde mecburi ikametine yolaçmıştır. Önce Adıyaman'a, soma Adana'ya oradanda Gökçeada'ya götürülen Seyda' hazretleri çektiği sıkıntı ve adanın havasının sıhhatini etkilemesi sonucu 30.1.1985 tarihinde Ankara'ya nakledilmiştir. Burada da 16 ay gözetim altında tutulduktan soma Merkezi idarenin müsadesiyle tekrar Menzil'e dönmüştür. Tekrar tebliğ ve irşad hizmetine devam ederken 1991 yılının Ramazan Bayramı bayramlaşması sırasında içersine zehirli böcek ilacı çekilmiş şırıngayla suikast yapılmış, eline isabet eden zehir etkisini göstermiş, acil müdahaleyle hastaneye yatırılan Seyda hazretleri (k.s.) hayati tehlikeyi atlatmış, fakat elinin üstündeki ve içindeki yaralar sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir. Şeker, damar sertliği, tansiyon ve romatizma hastalıkları nedeniyle uzun yıllar tedavi gören Seyda hazretlerinin ölümünden bir yıl önce ayağı kırılmış çektiği ızdıraplarına bir yenisi eklenmiş, fakat irşad faaliyetleri kesintisiz devam etmiştir. Romatizma sebebiyle her yaz gittiği Afyondaki kaplıcalardan Ankara'ya dönüşünden bir kaç gün sonra 22.10.1993 Cuma günü cuma namazından iki saat sonra 63 yaşında Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur. Vefat haberini alan onbinlerce bağlısının katılı- mıyla ertesi gün Menzilde babasının yanı başında top rağa verilmiştir.

El-Hac Eş-Şeyh Aşkı Muzaffer Ozak

 


Muzaffer Hoca, gençlik yıllarında Ayasofya Camiinde tefsir dersleri alırken çok güzel bir rüya görür. Peygamberimiz, Hz. Ali’nin tuttuğu bir devenin üzerindedir. Hz. Ali’nin diğer elinde ise meşhur kılıcı Zülfikar bulunmaktadır. Efendimiz ona sorar:
-Müslüman mısın?
-Evet.
-İslam için başını verir misin?
Muzaffer Efendi yine “evet” cevabını verir. Peygamberimiz başını kesmesi için Hz. Ali’ye talimat verir. Allah’ın Aslanı da, başını gövdesinden ayırır. Hazret korku içinde uyanır. Rüyayı Kur’an-ı Kerim hocasına anlatır. Hocası bu son derece önemli rüyayı yorumlar ve der ki: “Sen Hz. Ali efendimizin yoluna gireceksin ve bir tarikatın şeyhi olacaksın!”
Gönül insanı ve aşk timsali Muzaffer Efendi’yi neseb itibariyle tanımak gerekirse; O 1916 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Hacı Mehmet Nuri Efendi, annesi ise Ayşe Hanımdır.
Karagümrük’teki Cerrahî tekkesinin bitişiğinde bulunan bir evde dünyaya gelen Muzaffer Ozak’ın babası âlim bir kimseydi. 2. Abdülhamit devrinde huzur hocalığı yapmıştı.
Annesi Ayşe Hanım ise, Halvetî şeyhi Seyyid Hüseyin Efendinin büyük torunudur. Anne tarafından Evlad-ı Rasul’e bağlı olan Efendi hazretleri, altı aylıkken babasını kaybetti. Büyük abisinin de şehid düşmesi neticesinde aile fakir ve çaresiz bir hale düştü.

Beş altı yaşlarındayken babasının arkadaşı Seyyid Şeyh Abdurrahman Efendi’nin himayesine girerek Şeyh efendiden Kur’an dersleri aldı. Ortaokul yıllarında Abdurrahman Efendi’nin vefatı kendisini hayli sarsar. Kur’an eğitimini Fatih Camii Başimamı Mehmet Rasim Efendinin talebesi olarak tamamladı.
Hüsnü Efendi’den sekiz yıl fıkıh ve hadis dersleri aldı. Konumları gereği hem çalışıp hem okuyan Muzaffer Efendi müezzinlik ehliyetini aldıktan sonra Ali Yazıcı Camiinde göreve başladı. Muhtelif camilerde görev yaptıktan sonra Beyazıd Camii’ne tayin edildi. Değişik hocalardan ilahî ve meşk dersleri aldı. Hocası tarafından çok sevdiği Gülsüm Hanım’la evlenirler. Vezneciler Camii’ne imam olarak atanan Muzaffer Hoca bilahare yaklaşık 23 yıl Süleymaniye Camiinde fahri imamlık görevinde bulunur.

Askerliği yapmadan önce, Güzel Sanatlar Akademisi’nin ünlü hocalarından hat ve tezhip dersleri aldı yazmalar hakkında geniş bilgi sahibi oldu. Yirmi yıl süren birinci evliliğinden hiç çocuğu olmadı. İkinci evliliğinden bir kız bir de erkek evladı dünyaya geldi.
Ortadoğu ülkelerinin bir çoğuna defalarca gidip-gelen ve bu arada çok değişik zevatla tanışıp hayli istifade eden Muzaffer Ozak, en ziyade ilk şeyhi Sami Saruhaniyyül Uşşakî’den faydalanır. Nevşehirli Hacı Hayrullah ve Atıf Hoca’dan tefsir dersleri aldı. Bütün bu hocalardan aldığı bilgilerle İstanbul’da tam kırk iki camide otuz yıl vaaz etti.
MUZAFFER EFENDİ AVRUPA’DA
Hiç şüphesiz Muzaffer Ozak Hoca’nın en büyük özelliklerinden biri de dünyanın muhtelif ülkelerinde göze ve kulağa hoş gelen zikir meclisleri oluşturması.
Almanya Berlin’deki opera binasında yaptığı zikir meclisi, kendilerinin dışında bütün izleyicilerin de tevhid getirmesine sebep olur. Devran için ayağa kalktığında salondaki gayr-i müslimler de aynı şekilde hareket edip zikre katıldılar.
Kendisine: “Siz müslüman olduğunuz halde hiçbir fark gözetmeksizin hıristiyanları da meclisinize kabul ediyor, onların da zikretmelerine izin veriyorsunuz. Bunun sebebi ve hikmetini açıklar mısınız?” sorusuna şu karşılığı verdi:
-Ben fakir bir müslüman ve bir şeyhim. Allah diyen herkesi meclisime kabul eder; Allah derim ve Allah dedirtirim!”
Bir çok gazete ve TV bu zikir ziyafetinden övgüyle bahsetmiştir. İstanbul’da çıkan Dünya gazetesi de Paris muhabirine dayanarak “Dervişlerimiz Avrupalıları büyüledi” başlığıyla okuyucularına duyurdu.

Türk Tasavvuf ve Tekke musikisinin göz kamaştıran ritmiyle ve ahengiyle Avrupalıları kendinden geçiren Hacı Muzaffer Efendi, dervişleriyle birlikte Fransa’dan New York’a gitti. Orada yaptığı zikirlerden sonra Amerikalıları kendilerine hayran bıraktılar.
Bilahare New York radyosunda bir programa konuk olarak çağrılır. Önce ezan daha sonra da Kur’an ve akabinden manasını vererek sürdürdüğü programını o kadar insan dinlemiş ki, özellikle Kanada ve ABD’nin diğer eyaletlerinden bir sürü insan Hoca Efendiyi görmeye gelmişler. Bu olayı kendisi şöyle anlatıyor: “Gözyaşlarımı tutamadım ve ağlamaya başladım. Nasıl ağlamasa idim ki, milyonlarca Amerikalı, radyoları başında bizi dinliyorlar ve tevhid etmemizi bekliyorlardı. Tevhid etmeye başladım ve benimle birlikte bütün Amerikalı aşıklar da tevhide iştirak ettiler...”
Müridinin epeycesi Batıdan olan Hoca Efendi bir çok kimsenin ulaşamadığı kişilere el uzatmıştır.
SAHAFLAR ŞEYHİ MUZAFFER HOCA
Beyazıd Camiinin yanındaki sahaflar çarşısındaki kitap dükkanında bulunduğu sürece, birçok kimseyi etkileyen Muzaffer Ozak; bir gün dükkana gelen bir çocuk için ayağa kalkıyor, sevgiyle birlikte saygı da gösteriyor. Etrafındakilerin şaşkın bakışlarını görünce şunları söylüyor:

“Bu çocuk Osmanlı hanedanına mensuptur. Nasıl saygı göstermeyelim ki, bizler onların sayesinde bu topraklarda oturuyoruz.”
Bir akşam üstü de dükkana bir hanımefendi geliyor. “Sizde padişah fermanı var mı?” diye soruyor. Muzaffer Hoca birkaç ferman gösteriyor. Hanım fiyatını sorunca o zamanın parasıyla yüz lira diyor. Kadın, “Şimdi yanımda bu kadar para yok.” Cevabını verdikten sonra çıkıp gidiyor. Tam o sırada biri gelip, “Tanıdınız mı, bu bayan Neslişah Sultan’dı” şeklinde konuşuyor.
Neslişah Sultan birkaç gün sonra gelip parasını vererek fermanları almak ister. Muzaffer Hoca: “Aman efendim! Bunlar sizin dedelerinizin... ne diye para alalım” diyerek para almak istemez. Fakat Neslişah Sultan, indirimi dahi kabul etmeyerek, ilk defada söylenen yüz lirayı ödeyerek fermanları alır ve gidir.
Kendisini bizzat ziyaret edip duasını aldığımdan kendimi bahtiyar hissediyorum. İlk gördüğümde şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Fakat sohbetini dinledikçe merakım arttı. “Aşk Yolu Vuslat Tariki” isimli eserini armağan ederek başımı okşadı. İlim muhibbi genç bir talebe için bu ne güzel bahtiyarlık.
Cesur, hareketli ve atak bir müslümandı. Bunun en bariz örneği, Türkiye’nin mümtaz şahsiyeti Ali Fuat Başgil vefat ettiğinde hiçbir müslüman cenazesini taşımaya cesaret edemiyor. Polis ve jandarma alıp tenha bir yere defnetmeyi tasarlıyorlar. Muzaffer Hoca müridanıyla birlikte, tekbir ve tehlillerle cenazeyi alıp götürmüşler. Kemal-i edeple defnetmişler.

Hacı Muzaffer Efendi 13 Şubat 1985 tarihinde hakka yürüdü. Cenazesini yıkama görevini Kâdirî şeyhi Nazmi Geylan Baba yerine getirdi. Namazını Gönenli Mehmet Efendi Hazretleri kıldırdı. Mübarek nâşını oğlu Cüneyt kabre indirdi. Mezarı Karagümrük’teki Nureddin Cerrahî Türbesindedir.(1)
Allah rahmet eylesin.

1-a) Ayaklı kütüphaneler: Dursun GÜRLEK, Kubbealtı Neşriyat, Ekim 2003 İst.
b) İz Bırakanlar: Vehbi Vakkasoğlu: Cihan Yayınları 1987 İst.

Eserleri
Envaru'l Kulub(3 cilt)
Irsad(3 cilt)
Ziynetu'l-Kulub
Gulzar-i Arifan
Ask Yolu Vuslat Tariki
Ask yoludur Hak dost bizim yolumuz,
Ask yolunda asiklara ar olmaz!
Cerrahiyyul Halvetidir kolumuz,
Dervislere Hakdan gayri yar olmaz!

Pir elinden ask badesi icmisiz,
Dost cemalin gorup serden gecmisiz,
Met-u hayran ask iline gocmusuz,
Fani cihan mulku bize dar olmaz!

Talib-i ask nerde ise kosariz,
Vuslat icin deniz derya asariz,
Ehl-i aska kavusunca cosariz,
Ask yolunda bundan buyuk kar olmaz!

ASKI tutmus ask yolunu gidersin,
Canan icin canin feda edersin,
Can olmadan sen canani nidersin?
Hak'da fani olmayanlar var olmaz!

Süleyman Hilmi Tunahan

 


SÜLEYMÂN HİLMİ TUNAHAN
Adı Süleymân Hilmi, soyadı Tunahan'dır.
Babası zamânın müderrislerinden Hâfız Osman Efendidir. Soyu FâtihSultan Mehmed Hanın "Tuna Hanı" olarak tâyin ettiği ve kendi kızkardeşi ile evlendirdiği İdris Beye dayanmaktadır. 1888 (H.1306)senesinde Silistre'nin Ferhatlar köyünde doğdu. 1959 (H.1379) senesindeİstanbul'da vefât etti. Karacaahmed Kabristanındadır.
Babası Osman Efendi tahsîliniİstanbul'da tamamladıktan sonra Silistre'ye giderek meşhûr Satırlı Medresesindeyıllarca müderrislik yaptı.

İlim ehli ve fazîlet sâhibibir âiledendünyâya gelen SüleymânHilmi Tunahan, ilk tahsîlini SilistreRüşdiyesinde ve Silistre Satırlı Medresesinde yaptı. Bilâhare tahsîlinitamamlamak için İstanbul'a gelerek Sahn-ı Semân (Fâtih) Medresesinekaydoldu. Fâtih dersiâmlarından ve o devrin meşhûr âlimlerinden BafralıAhmed Hamdi Efendi (BüyükHamdi Efendi)nin ders halkasına devâm etti.Zamânın usûlüne göre aklî ve naklî ilimleri tahsîl ettikten sonra 1916senesinde Ahmed Hamdi Efendiden birincilikle icâzet, diploma aldı. Dahasonra o zamanki tâbiri ile dersiâm (profesör) olarak yetişmek üzereSüleymâniye Câmii medreselerinden Medresetü'l-Mütehassısînin tefsîr vehadîs kısmına devâm etti.
Son derece parlak bir zekâya sâhib olanSüleymân Hilmi Tunahan, 1919 senesinde Medresetü'l-Mütehassısîn'denbirincilikle mezûn oldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzâtı (HukukFakültesini) da üstün bir derece ile bitirdi. Böylece bir taraftan dersiâm diğer taraftan da kâdılık rütbelerine ulaşarak devrinin zâhirîilimlerini tamamladı. Mezûniyetini müteâkip İstanbul'da dersiâm olarak vazîfeye başlayan Süleymân Hilmi Tunahan bir müddet sonra medreselerinkapatılması üzerine vâizliğe tâyin edildi. Uzun müddet İstanbul'unSultanahmet, Süleymâniye, Yeni Câmi, Şehzâdebaşı ve Piyâle Paşa gibibüyük câmilerinde halka vâz ederek insanlara İslâmiyetin emir veyasaklarını anlattı.
Aşağıdakibölümler Evliyalar Ansiklopedisinde yer almamaktadır,  farklıkaynaklardan temin edilmiştir.
SÜLEYMANHİLMİTUNAHAN (K.S.) HAZRETLERİ’NİN KRONOLOJİSİ (3)
1888/ 1304 - Miladi/ Rumi Süleyman Hilmi (k.s.)Efendi, Silistre’nin Hezergrad kasabasının Ferhatlar köyünde dünyayageldi.
1913 / 1329 -Darü’lHilafeti’l Aliyye MedreseleriKısm-ı Ali (Sahn) Medresesine girdi.
1915 / 1331 - 3.sınıf 1. şubesini 90 üzerinden 88puanla bitirdi.
Eylül 1916 / Eylül 1332 -4. sınıfı 80 üzerinden 76puanla bitirdi.
30 Eylül 1916 / 17 Eylül1332 –Medresetü’l-Mütehassisin’in (Süleymaniye Medresesi) Tefsir-Hadisbölümüne girerek Hafız Ahmet Paşa Medresesine kaydoldu.
1918 İstanbulMüderrisliği Ruûsuna tayin edildi.
27 Mayıs 1919 SüleymaniyeMedresesininTefsir-Hadis şubesinden mezûn oldu.
1926 Köyü olanFerhatlar’ı son defa ziyaret ederek40 gün kaldı.
1927 BabasıO smanEfendi vefat etti.
1936 Mürşid-iKamil olarak vazifeye başladı.
1939 İlk defa tevkifedilerek, birinci şubenin tabutluklarında işkence ve hakaretle dolu 3 gün geçirdi.
1941 Bulabildiği birkaç talebeye ilim öğretmeyebaşladı.
1944 İkincidefatevkif edildi. Birinci şubetabutluklarında, 8 gün işkenceye tabi tutuldu.
1949 Kur’ân kurslarının açılmasına, sınırlı daolsa müsâade eden kanunun yürürlüğe girmesiyle, Süleyman Efendi Hazretlerinin ilim öğretme faaliyeti bir nebze rahatladı.
1950 Vaizlikbelgesiiade edildi.
1951 SüleymanEfendi(k.s.), Şehzadebaşı’ndanKısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı.
1951 Çamlıca’da,Konya Lezzet Lokantası sahibiMustafa Bey’in köşkünün birinci katında ilk düzenli Kur’ân Kursufaaliyeti başladı.
1952 Çamlıca’da AzizMahmud Hüdayi Hazretlerinin Çilehanesinin yanında ilk resmi Kur’an Kursu, Üsküdar müftülüğüne bağlı olarak açıldı.
1956 CezâyirMüslümanlarının Fransız sömürgeciliğiyle mücadelesi esnasında, vaazlarında "Müslüman kardeşlerimize duâ edelim" dediği için, defalarca karakola çağrıldı veifadesi alındı.
1957 Bursa’datertiplenen mehdilik hâdisesi üzerine tutuklandı ve Kütahya Hapishanesi’nde, 69 yaşında olmasına rağmen 59 gün hapsedildi. İdam talebiyle yargılandı, berâat etti.
16 Eylül 1959 İstanbul Kısıklı’daki Hâne-i Seâdetlerinde, 72 yaşında ahirete intikâl ettiler.
Tasavvufyolunda Selâhüddîn ibni MevlânâSirâcüddîn Efendinin sohbetlerine devâm ederek yetişti. Süleymân HilmiTunahan'ın tasavvufî yönüyle ilgili olarak, dâmâdı ve bağlısı KemâlKaçar tarafından Necip Fâzıl Kısakürek'e verdiği notlardan birbölümüşöyledir:
"Süleymân Efendinin bâtın ilmine yâni tasavvuftaki mânevî cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehlinemâlumdur. Zâhirî akıl ve zekâ ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, birinsan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hattâ iç hayâtı münkir olamaz da yine tasavvuf ve irşâda ehil bir zât ile karşılaştığıhalde, o zât ilâhî irâdeyle kendisini ona bildirmezse, dünyâlar biraraya gelse onun feyzlerinden haberdâr olamazlar. Bizim ise kendisininmânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakîn biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve rûh melekeleriüzerindeki tesirini öz rûhumuzda ve vücûdumuzda hissetmiş, enfüsî vekevnî kerâmetlerinin üstün irşâd hârikalarını fiil hâlinde ve hakkıylamüşâhede etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inâyet ve lütfunamazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna Silsile-i sâdâd=Büyükler zinciri kolundan otuz ikinci ferdi Selâhüddînibni Mevlânâ Sirâcüddîn hazretlerinin cismânî nisbet, İmâm-ı Rabbânîhazretlerinin de rûhânî nisbetle vârisleri bulunduğuna îmânımız tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hiç olmazsa aksini iddiâetmemelerini ve kendisinde bir mürşid hâli görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünyâ ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiyeederiz."
Zâhirî ve bâtınî yönden yüksekderecesâhibi olan SüleymânHilmi Tunahan, îtikâdda Ehl-i sünnet, amelde Hanefî mezhebine, tasavvufta Nakşibendiyye yoluna mensûb idi. Ehl-i sünnetvel-cemâate son derece bağlıydı. Kendisinden feyz alan talebeleri ilevâz ve sohbetlerine devâm eden kimselere en büyük tavsiyesi; "Ehl-isünnet vel-cemâat" akîdesine ihlâs ve samîmiyetle bağlı olmalarıydı.
Yetmiş iki senelik ömrü boyunca İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlaraanlatarak onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olanSüleymân Hilmi Tunahan 16 Eylül 1959 senesinde İstanbul'da Kısıklı'daki evinde vefât etti. Karacaahmet Kabristanlığına defnedildi. (1,2)

ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ

Sondevirde Sûriye'de yetişen evliyâdan Şeyh Ahmed Haznevî'ninhalîfelerinden. İsmi, Abdülhakîm'dir. Seyyiddir. Hazret-i Hüseyin'insoyundan geldiği için Hüseynî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Gavs-ıBilvânîsi lakabıyla da bilinir. 1902 (H.1320) senesinde Siirt'in Baykanilçesine bağlı Kermat köyünde doğdu. 1972 (H.1392) senesinde Ankara'davefât etti. Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde defn edildi.
Doğumundan kısa bir müddet sonrababasının imâmlık yapmak ve medresede talebe okutmak için dâvetedildiği komşu Siyânis köyüne taşındılar. Babası vazîfesinin altıncıayında vefât edince onu dedesi yanına aldı. Dedesi onu okutmak içinâlim ve tasavvuf ehli Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin dershalkasına ve sohbetlerine gönderdi. Bu sırada sekiz yaşında bulunanAbdülhakîm Hüseynî 14 yaşına kadar bu zâttan ilim öğrendi ve feyz aldı.Hocası Nurşîn'e taşınınca tahsiline başka medreselerde devâm etti. Aynızamanda hocası ile mânevî bağını devâm ettirdi. Daha ilmini tamamlayıpicâzet almadan medrese ve tekkeler kapatılınca Siyânis'e döndü. KomşuTarunî köyüne imâmlık yapıp, talebe okutmak üzere dâvet edildi. Buradapekçok talebe yetiştirdi. Bu sırada hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînîvefât etti. Abdülhakîm Efendi hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvuftailerlemek için Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'nin talebelerinden ŞeyhSelim'e talebe olmak istedi. Ancak rüyâsında hocası ona çok sevdiğihalîfesi Şeyh Ahmed Haznevî'ye bağlanmasını bildirdi. RüyâsındaMuhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Şeyh Ahmed Haznevî'ye hitâben; "Şeyh Ahmed!Bu Seyyid Abdülhakîm'in babasının bizde emeği çoktur. Onun için sen onagözün gibi bakacaksın!" diye emânet etti. Bu işâret üzerine AbdülhakîmHüseynî, Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'nin talebelerinden Suriye'nin Hazneköyünde bulunan Şeyh Ahmed Haznevî'ye giderek talebe oldu. Hazne'yeAhmed Haznevî'nin talebelerinden Seyyid Ahmed'le birlikte gitti. ŞeyhAhmed Haznevî misâfirlere iltifatta bulunup talebeliğine ve sohbetinekabûl etti.

Şeyh Ahmed Haznevî daha ilk gündenîtibâren "Molla Abdülhakîm" diye hitâb ederek, onun ilim ve irfânınıtakdir ettiğini gösterdi.
Abdülhakîm Hüseynî, Ahmed Haznevî'ninsohbetlerinde bulundu. Daha sonra tekrar memleketine döndü. Fakat 14sene müddetle gidip gelerek ilmini ve tasavvuftaki derecesini arttırdı.Hocasından 34 yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere, 36yaşındayken de insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaksûretiyle kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmak için icâzet aldı.Memleketine dönerek köyünde ve çevresindeki diğer kasabalarda İslâmdîninin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Bütün ilim ve irfânınıtalebe yetiştirmeye ve müslümanların Allahü teâlânın rızâsınıkazanmalarına vesîle olmaya hasretti. İlk üç senede fazla netîcealamadı. Ancak hocası Ahmed Haznevî'nin vefâtından sonra onunsohbetlerine büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilimve feyzinden istifâde etmeye çalıştılar. Ona olan bu büyük rağbet civarkasabalardaki bâzı şeyhlerin gıptasına, bâzılarının da kıskanmalarınasebeb oldu. Çünkü onlara bağlı olan bâzı kimseler de gelip AbdülhakîmEfendinin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden biri ona gönderdiğimektupta; "İnsan düşünür ve kabûl eder ki yanyana koyun otlatan ikiçobandan birinin birkaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsaonları iâde etmek lâzımdır. O hâlde sen de bizim sürüden ayrılanlarıiâde etmelisin." diyordu. Bu mektubu okuyan Abdülhakîm Hüseynî tebessümederek; "Biz cedd-i pâkimizin (Peygamber efendimizin) ümmetine hizmetigâye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok tarafdârtoplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim mîrâs bırakmıştır. Builme kim sâhipse vâris odur. Biz inşâallah mîrâs gerçek vârislerinineline geçer diye duâ ediyoruz." buyurdu. Hep aynı yerde kalmayıp,ikâmetgâhını devamlı değiştirdi. Tarunî ve Bilvanis köylerinden sonraBitlis'in Narlıdere nâhiyesine, oradan da Siirt'in Kozluk kazasınabağlı Gadiri köyüne yerleşti.
Abdülhakîm Hüseynî gittiği yerlerde hemtalebe okutup ilim öğretti hem de sohbetleriyle insanlara dünyâda veâhirette mutlu olmanın yollarını gösterdi. Talebelerinden birisinin;"Canım Gavs'a kurbân olsun! Bize öyle bir nasîhatte bulununuz ki dünyâve âhirette bizim kurtuluşumuza vesîle olsun." dedi. Abdülhakîm HüseynîEfendi; "Kurtuluş için hürriyet ve iffete dikkat edin." buyurdu.Talebesi; "Efendim hürriyet ve iffet nedir?" deyince; "Hürriyet Allahüteâlâdan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Umum işlerde sebepleredeğil, sebepleri yaratana dayanmak kulun ilk kurtuluş kapısıdır. İffetise, kendi nefsi ve başkasının hesâbına değil, söz, hareket, amel,niyet ve özde yalnız Allah hesabına göre olmaktır." buyurdu. Talebesi;"İhlâsdan çok bahs edilir. İhlâs nedir?" diye sorunca da; "İhlâs; illetve gâye olmaksızın yalnız Allah için günâhı terk ve emirleri yapmaktır.Yâni vargücünü Allahü teâlânın emrine sarf etmektir. Bu hâlde sebatetmenin zâhirine takvâ, özüne ihlâs ismi verilmiştir. Meselâ kimindüşüncesi mîdesi olursa, kıymeti ondan çıkan kadardır. Binâenaleyhhimmetini şöhrete, şehvete harcayanın hâli mâlûm olur." dedi.
Bir müddet Siirt'in Kozluk kazâsına bağlıGadiri köyünde kaldıktan sonra Şehri'ye gelen Abdülhakîm Hüseynîinsanlara tatlı sohbetlerde ve nasîhatta bulundu. Dinleyenlerdenbirinin; "Açık ve gizli darbelere nasıl dikkat ederiz, onlardan nasılkurtuluruz?" sorusuna şöyle cevap verdi:
Darbelerden kurtulmak için açık ve gizliedeplere uymak, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, hasbelbeşer, insanlık îcâbı bir günâh işlenirse, tövbeyi geciktirmemek,Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve diğerİslâm âlimlerinin eserlerini okumak, öğrendiğimiz İslâmî bilgileribilfiil tatbik etmekle ve İslâmiyeti bilenlerin sohbet ve nasîhatlerinidinlemekle kurtuluruz. Bunlar zâhirî edeptir. Bâtınî, gizli edeplerigözetmek ise bu zamanda çok zordur. Kalbi mâsivâdan yâni Allahüteâlâdan başkasını düşünmekten temizlemekle mümkün olur. NitekimHâfız-ı Şîrâzî hazretleri; "Seni dostundan geri bırakan ne ise kalptenonu terk et." buyurdu.
Bir sohbeti esnâsında da dinleyenlerdenbirisi; "Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, hadîs-i şerîfleri, fıkıh ilminibiliyor, Selef-i sâlihînin, ilk devir İslâm âlimlerinin kitaplarınıokursa, mânevî bir yol göstericiye ne gerek vardır?" diye sordu.Cevâbında buyurdu ki:
"Dediğin doğrudur fakat bir eczâcı türlütürlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbetçıkarılacağını, hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hattâ çoğuzaman doktorlara da onu gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göreteşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını tavsiye ederler. Fakateczâcı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten âcizdir. Doktorunreçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesizsatılmaz diye bir kayıt olursa, eczâcı o ilacı parasız olarak verdiktensonra hasta o ilaçla ölürse, eczâcı cezâlandırılır. Elbette böyle satışyapan cezâyı hak eder. Bununla berâber hastalıkları tedâvî ve teşhiseden doktor da kendi filmini çekmekten âcizdir. Belki filmini çekebilirama iki omuzu arasında bir çıban varsa onu tedâvî etmekten âcizdir.Âlimleri de buna kıyas ediniz. Halbuki insan âhiret yolunda evvelâavâmdır yâni halktandır. Nasıl kendini tedâvî edebilir. Kalbhastalıklarının tedâvîsi maddî tedâvîden daha zordur. Acaba nazarîolarak tıb ilmini tahsil edene, senin oğlun dâhi olsa beyin ve kalbameliyâtında sen kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş vebirçok başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslimedebilirsin değil mi? Bu kadar vâizler, nasîhatlarıyla az kimseleriyola getirirler fakat mânevî rehber olan hocalar öyle değildir. Peçokgünahkâr ve fâsık onların sohbetleri sebebiyle günahlarından vazgeçmişlerdir. Bu hâl apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamânımızda yolgöstericiler az olduğu için gençlerimizin isyânı fazla olmuştur. Bugünvâz ve nasîhat eden kimseler çoktur ama hakîkî saâdet yolunu gösterenrehberler azdır."
Abdülhakîm Hüseynî bir sohbeti sırasındatövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdu:
Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terketmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte bu hâl insana on güzelahlâk ve hasleti kazandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir.Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır. İkincisi;tutulduğu günahları terk etmek ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü;Allahü teâlâya yönelip kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâretigerekenin keffâretini vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerinevermektir. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; "Utancından dolayı gasb ettiğive çaldığı malı sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ileilgili tövbesi sahîh değildir." buyurdu. Dördüncüsü; yaptığındanpişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir. Beşincisi;istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmetyoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azimle kasdeylemektir. Altıncısı; günahlarının âkibetinden korkmaktır. Yedincisi;günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı Hakk'ın mağfiretiniümid etmektir. Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf edipaffını taleb etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allahü teâlânın takdîrive adâleti ile olmuş bilmek ve Allahü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğineinanmaktır. Onuncusu; sâlih amellere devâm etmektir.
Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbeninzamânı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirinîmânı kabul olmadığı gibi müminin tövbesi de makbûl değildir. "MuhakkakAllahü teâlâ kulun tövbesini cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder." hadîs-işerîftir. Nihâyet can boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminintövbesi kabûl değildir."
Abdülhakîm Hüseynî Menzil'de bulunduğusırada hastalanmadan önce şimdiki türbesinin yerini etrafına taşlardizerek işâretledi. Vefât ettiği zaman buraya defn edilmesini vasiyetetti. Ömrü boyunca insanların îmânlarını kurtarabilmeleri için gayretetti. Bir sohbetinde; "Evliyâ yetiştirme mektepleri olan tarîkatler,artık îmân kurtarma mektepleri hâline geldi. Eskiden insanlar yıllarcagezer, kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıpmüslümanları îmânlarının kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar.Şâh-ı Hazne (Ahmed Haznevî) Ümmet-i Muhammed'in îmânını kurtarmayaçalıştı. Yoksa bu zamanda tarîkat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdibir oyalamadır yapıyoruz. Maksad îmân kurtarmaktır. Tam hidâyet Mehdîaleyhirrahme zamanında olacaktır." buyurdu.
Ömrünün son zamanlarında sohbetine geleninsanlara buyurdu ki:
İnsanın kalbi dâimâ Allahü teâlâya bağlıolmalı, Allah insanın aklından, fikrinden hiç çıkmamalı. İnsanın kalbihem mahzûn olmalı, hem de Rabbine yalvarış içinde bulunmalı. Kişi nekadar mahzûn, ne kadar nefsinden ve benliğinden uzaklaşmışsa Allahüteâlânın yanında o kadar makbûl ve yüksektir. Zâlim olan, zulm eden,zevk ve safâ peşinde koşan kişinin, elbette Allahü teâlâdan haberiolmaz.
İnsan fakîr olmalıdır. Rabbü'l-âlemîn hepfakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat nefs ve benliktenuzak olmaktır. Dünyâ malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs vebenliğini yenmesi lâzımdır. Nefsini gören, kendinde büyüklük hissedenkimseyi Allahü teâlâ sevmez. Şeytanın küfre gitmesinin sebebi nefsini,kendini büyük görmesi değil miydi?.. İnsanın ayağı nefsin göğsündebulunmalıdır ki, başkaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çokbüyüktür. Firavun, Şeddat, Kârûn gibilerin felâketlerine nefislerisebeb oldu. Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialarakalkıştılar. Kendileri boş bir dâvâ güttüklerini, ilâh olmadıklarını veAllahü teâlâdan uzak olduklarını bildikleri hâlde nefislerinin Allahlıkdâvâsına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar büyümüş ve kendilerinehâkim olmuştu.
İnsanın iyi amellerini ve ibâdetlerinigörmemesi, hep günâhlarını görmesi lâzımdır. İnsan bir şey olmadığınıbilmelidir. Hayrını, amelini, ibâdetini değil, hep günahlarını gözönünde tutmalıdır. Çünkü insan amel ve ibâdetini görünce nefsi kabarır.İnsanı felâkete götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârûn gibi ilâhlıkdâvâsında bulunan ve helâke gidenler hep nefisleri yüzünden bufelâketlere uğradılar. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlıkdâvâsına kalkıştılar. Çünkü nefis kendinden üstün hiç bir varlığınbulunmasını istemez. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmışnefislerinin ilâhlık iddiâsına uymuşlardır. Onlar kendilerinin ilâholmadığını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı fakat büyüyen ve büyükiddiâlara kalkışan nefislerine kendileri de uydular.
İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerlearkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaati ebediyete kadardevâm eder. İşte Eshâb-ı Kehf'in köpeği, köpek olması münâsebetiyleharam ve necisdir. Islâkken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defâyıkamak gerekir (Şâfiî mezhebine göre). Fakat iyilerle kaldığı için,Allahü teâlâ onu berâber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı.Haram ve necis olduğu hâlde cennetlik oldu ve Cennet'te iyilerleberâber bulunacaktır. Halbuki Nûh aleyhisselâmın oğlu Ülü'l-azm birpeygamberin oğlu olduğu hâlde, kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarlaberâber bulunduğu için îmânını kaybetti. Allahü teâlâ onu kâfirlertopluluğundan yazdı. Peygamber oğlu olduğu hâlde kâfirlerle arkadaşlıkyapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine îmânsız gitti. Öte yandannecis olan bir köpek ise cennetlik oldu. Çünkü iyilerle berâberdi,onlardan ayrılmadı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellembuyurdu ki: "İnsan her kimi seviyorsa kıyâmette de onunla berâberhaşrolacak, kiminle arkadaşsa haşirde de onunla arkadaş olacaktır."
Ömrünün sonunda bir yıl kadar kaldığıAdıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde hastalanan AbdülhakîmHüseynî Efendi tedâvî için Diyarbakır'a götürüldü. Oradan da Ankara'yanakledildi. Burada iken bâzı siyâset adamları ve parlamenterlerkendisini ziyâret ederek duâsını istediler. Onlara hitâben; "Hâlisniyetle dîn-i mübîne, İslâm dînine her kim hizmet etmek isterse Allahüteâlâ onu muvaffak kılsın..." diye duâ etti.
Ankara'da yapılan ameliyattan sonradurumu düzelmedi. 25 Mayıs 1972 (H.1392) târihinde Ankara'da vefâtetti. Cenâzesi Menzil köyüne götürülerek talebeleri tarafından, dahaönce işâretlemiş olduğu yerde defnedildi. Kabri sevenleri tarafındanziyâret edilmektedir.
İŞİN ESÂSI
Talebelerinin bir sorusu üzerine buyurduki;
Fıkıh ilmini öğrenin, onunla amel edin.İslâm dîni edeplerden ibârettir. Edeplere uymak lâzımdır.
Alışkanlık çok çirkindir. İbâdet dealışkanlıkla yapılmamalı. Çünkü alışkanlık hâlini alırsa ibâdet âdetolur. İbâdeti âdetten edeblerle ayırmak gerekir. Herbir işe kapısındangirmek gerekir, temelden başlamak lâzımdır. Kul elinden gelen tedbirialmakla Allahü teâlânın takdirine teslim olmalıdır. Zamânın hepsi üçsaatten ibârettir. Bir gün aleyhte, bir gün lehte olur. Lehte olduğuzaman şımarıklık, kibirlilik ve zulümden sakınmalı, aleyhte olduğuzaman sabır, tahammül, azamî tedbire sarılmalıdır. Ne aleyhte ne lehteolduğu zaman da vakti değerlendirmek gerekir.
İşin esâsı Ehl-i sünnet vel-cemâatîtikâdını öğrenip îmânı düzeltmek ve Ehl-i sünnet âlimlerininbildirdikleriyle amel etmektir. Îmânı Ehl-i sünnet îtikâdına göredüzeltmeden tasavvuf yolunda ilerlemek mümkün değildir.
1) Mâneviyât Dünyâsında İz Bırakanlar; s.121,132
2) Edeple Varış Lütufla Dönüş; s.3
3) Sohbetler

Sıddık Naci Eren Uşşaki

 

SIDDIK NACİ EREN UŞŞAKİ
KİŞİLİĞİ
Kâmil-i Mürşid Sıddık Nâci Eren UŞŞÂKÎ (k.s.) Hazretleri, Halvetiyye-i UŞŞÂKÎ Tarikatının yetiştirdiği asrın müceddidi dir. Âlim ve kâmil, ilmin kaynağı, asrın al¬lâmesi, zamanın kutbu, gavs-ı â'zam, şeri'at, tarikat, hakikat ve ma'rifet ilimleri ile mücehhez, kırkların reisi, çaresizlerin sığınağı, gerçek irşadın yetkilisi, Peygamber şubelerinden olup, feyz ve ilâhi nûrun durağıdır.
HAYATI
Sıddık Nâci Eren UŞŞÂKÎ (k.s.) Hazretleri 1925 yılında babası Hacı Hafız Ali Efendi ve annesi Hanîfe hanımdan, Balıkesir'in Aktarma köyünde bu fani cihana teşrif etmiştir.
Küçük yaşta iken dahi haramlardan kaçınıp, oruç ve namazlarımı eda ederdi. Her zaman her yerde, Cenab-ı Hakk'ın rızasını düşünür, aşırı derecede muhabbet edip, Allah aşkından ağlayıp inlerdi.
1944 senesinde,19 yaşında iken asker oldu. Askerliğime devam ederken 1946 yılı içinde Uşşâkî Meşayihi, Üstad, Hacı Bekir Visâli Uşşâkî (k.s.) Hazretlerine intisap etmiştir.
1947 yılında askerlikten terhis olduktan sonra memleketi olan Balıkesir'in Aktarma köyüne geldi. Çiftçilik ile meşgul oldu.Tasavvuf yolunda almış olduğu vazifeleri aşk ve şevk ile noksansız olarak yapmaya devam etti. Üç sene kadar köyde kaldıktan sonra 1950 senesinde Balıkesir vilaye­tine hicret etti.
Balıkesir'e geldiğinde sık sık İzmir'e gidip mürşidinin mânevi sohbetlerinden istifâde etmiştir. O zat-ı muhteremin himmet ve teveccühü ile çok kısa bir zamanda seyr-ü sülûkunu tamamlamıştır. Seyr-ü sülûk eyledikten sonra kemal mertebesine erimiştir. Tarikatın usul ve esrârlarını ve âdabını öğrenmiş, Hilâfet ve vilayet rütbesini hak kazanmış, icâzet verilip, irşâda me'mur edilmiştir.
Kendisi bu olayı şöyle anlatmaktadır :
Bir gün sabah namazını edâ ettikten sonra toplanmış olduğumuz bir mekanda mürşidim kutb-u zaman Bekir Sıdkı Visâli Uşşâkî (k.s.) hazretleri, almış olduğu mânevi bir emir üzerine tarafıma, Tarîkat-ı âliye Halvetîyye-i Uşşâkîyye icâzeti vererek, halîfesi Hacı. Mehmed Rûhi ve ihvanları arasında bu fakiri irşada memur kıldılar. Bekir Sıtkı Visâli Uşşâkî (k.s.) Hazretleri her beşer gibi bu fâni cihandan 1962 yılında iken berat gecesinden bir gün sonra dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya intikal eyledi.
Mürşidimin Hakk'a yürümesi ile postuna halifesi üstad Mehmed Rûhi Uşşâkî Hazretleri oturmuştur. Üstad Mehmed Rûhi Hazretleri 1977 yılında 72 yaşında iken, Amman yakınlarında geçirmiş olduğu trafik kazasında şehid olarak Hakk'a rucû etmiştir.
Hazretin Hakk'a intikalinden sonra, üstadım Visâli hazretleri'nin ikinci halifesi olan Seyyid Kâzım Kızılkanat Hazretleri de, Hak aşıklarını irşad etmeye başladı.
Bir gün Sultan-ı Enbiya Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri, zuhur ederek bu âciz kölelerini, ihsan ve mürüv­vetleri gereğince taltif ile,
- Evladım sen bizim evlâdımız olan Kâzım 'a muhabbet ve iltifat ediyorsun. O bizim hakiki evlâdımız­dır.Onu mürşid tanıyıp, yakın ihvanlarına tanıtıp ona biat etmelerini istiyorsun, buyurdu.
Hamd ve şükürler yüce Allah'a olsun ki, işte böylelikle il­tifatı Muhammediye'ye nail olundum.
Bir gün Seyyid Kâzım Kızılkanat Uşşâkî (k.s.) Hazretlerinin sohbetlerinde bulunur iken, kendile­rinden kitap yazmam için izin ve destur istedim. O da bu talebimi kabul edip müsaade ve destur verdi. Zaten daha evvel de üstadım Bekir Sıdkı Visâli Uşşâkî (k.s.) Hazretleri kasîde ve kitap yazmama müsaade etmişlerdi.
İlk başladığım eser "Nur-u Muhammediye" kitabı idi çok çeşitli ve kıymetli kitaplardan derlemeye devam ettiğim bir zamanda, yakaza hâlinde iken, iki cihan serveri âhir zaman peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v.) efendimiz hazretleri ve yanında cihar-ı yar-ı güzin Efendilerimiz olduğu halde tecelli ederek, başlamış olduğum eseri eline alıp göz attılar. Bu kitabı Hazreti Ebu Bekir'e, Hz. Ömer'e, Hz. Osman'a ve Hz. Ali'ye verdikten sonra, tekrar onlardan alıp bu âciz fakirin eline verdiler. " Eseri yazmaya devam et " diyerek tebessümle emir ve ferman buyurdular. .
Bu olaydan sonra bende öyle bir aşk ve ilim, gayret ve azim zuhura geldi ki, bunun dil ile tarifi mümkün değildir. Ancak yaşayan bilir.
Mürşidim Seyyid Kâzım Kızılkanat Hazretleri bir gün bu fakire buyurdular ki,
- Ben Pir Seyyid Cemâleddin-i Uşşâkî isem sen de Pîr Salâhaddin-i Uşşâkî Hazretleri misâlisin. O zat-ı muhterem 210 adet kitap yazdı sen de inşallah çok kitap telif ede­ceksin, buyurdular. İşte ondan sonra da bir Divan-ı Kebir ile 23 adet eser yazma imkanı Rabbim bana lütfeyledi.
Üstadım Seyyid Kâzım Kızılkanat Uşşâkî (k.s.) Hazretleri de bu fa­kiri yerine vekil olarak tayin eyledikten sonra, o da her beşer gibi Rumi 1396 yılında 72 yaşında iken Rabbisine rucû eyledi.
Seyyid Kâzım Kızılkanat Hazretleri hayatta iken, umreye niyet ettiği­mde, ziyaretlerine gitmiş idim. Bana,
- Evladım Bağdat şehrine vardığında benim akrabam olan, Pîr Seyyid Abdulkâdir Geylâni Hazretleri'nin torunlarından 17. batnı, Seyyid Abdurrezzak 'ın oğullarından Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa (Hasan-i , Hüseyni) (k.s.) Hazretlerini ziyaret et ve hayırlı dualarını al, buyurdular.
Biz de ne zaman ki, Bağdat şehrine ulaştığımızda, Pîr Seyyid Abdulkâdir Geylâni Hazretleri'ni ziyaretine gittim. Râbıta ve murakabeye vardığımda, Pîr Hazretleri, fakire tecelli edip, beni alıp Ravza-ı Mutahhara 'ya götürdü. Efendimiz bir kürsü üzerinde oturmuş, büyük bir mec­lise hitap ediyordu.
Gavs-ül Â'zam Pîr Seyyid Abdulkâdir Geylâni Hazretleri, beni aldı kürsüye kadar gö­türdü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine,
-Ya Resulullah bu evladımıza Kâdir-i Tarikatı'ndan icâzet ve­rilmesini arz ediyorum. Emir ve ferman sizindir, dedi.
İşte o zaman Resul-u Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri de Gavs-ül â'zam'ın arzular ı nı yerine getirdi.
Bir gün sonra Seyyid Hüseyin Fevzi Pa şa Hazretlerini ziyârete gittiğimde hazırlamış olduğu hilâfet ve icâzetnamemi fakire takdim etti. Kendilerine sordum,
- Efendi Hazretleri, zâtınız ile ilk defa görüşüyoruz. Hemen icâzet verdiniz bu hususta beni aydınlatıp mutmain etmenizi arz ediyorum, dediğimde.
- Evladım dün siz huzur-u Resûlullah 'ta iken mânen size bu icazet ve­rilmedi mi ? İşte ben de o zaman orada idim, buyurdular.
Şeyh Efendi Hazretleri fakiri hakiri çok sever idi bir gün mânâ âleminde buyurdular ki,
- Evladım sen benim gözüm ve kulağımsın, söyleyen kelâmımsın sen benim ayak ve ellerim misâlisin, diyerek iltifatlarına mazhar oldum.
İşte gördüğünüz gibi dört adet Şeyh-i Kâmile hiz­met ettim. Hepsinin himmet ve teveccühünü kazandım. Bir meyyid misâli teslim oldum. O zatların hayırlı dualarını aldım.
***

Hayatının 60 yıl gibi uzun bir süresini Tasavvuf yoluna vakfederek sayısız kişiyi irşad edip, irfan mektebinde mürşitlik yapmaktadır ve irşada devam etmektedir.
TASAVVUFİ YÖNÜ
Ülkemizdeki tasavvuf güneşlerinden biri olup, kibâr-ı Evliyâullah'tandır. Halvetîyye-i Uşşâkî (Aynı zamanda Kâdirî) Tarikatlarında yetişmiş nâdir şahsiyetlerdendir. Hazret-i Peygamber ve sünnetine bağlılığında hiç taviz vermeyen tutumdadır.
KERAMETLERİ
1975 y ılının Ramazan bayramından 2-3 gün sonra, 8 kişi bir minibüse binip hac için niyetlenerek yola çıktık. Aynı seyahatte Şam'da, Cami-i Emevi de yaşadığımız bir hadiseyi anlatayım. Sabah namazını kılıp ziyaretimizi yaptık. O arada cami içinde yakla şık 300 kişilik bir topluluk zikir meclisi kurmuş, başlarında bir şeyh efendi vardı, 65-70 yaşları civarında, sakalı siyahlı beyazlı. Şeyh efendi kafasını önüne eymiş murakabe ediyordu. Biz namazdan sonra duam ızı yaptık sonra da Hacı baba (Nâci Efendi) ve beraber geldi ğimiz insanlarla ile oradakilerin en arkas ına oturduk. 2-3 dakika geçer geçmez şeyh efendi başını kaldırdı, orada olan meydancılardan bir tanesini yanına çağırdı, tam zıt tarafına düşen Hacı baba'yı gösterdi ve bir şeyler söyledi. Adam Hacı baba'nın yanına geldi ve "ya şeyh faddal " (buyurun) dedi, " şeyh efendi seni yanına istirham ediyor " Diye devam etti. Hacı baba'yı aldı ve şeyhin yanına oturttu. Herhalde daha evvelden tanışıyorlardı diye düşündüm. Tabi o zamanlar ben de Hacı baba'nın kıymetini pek bilemiyordum. Sadece babamız olarak hürmet ediyorduk. Uzatmayım, güzel bir zikir meclisi oldu, zikirden sonra Hacı baba'ya etrafı dolaştırdılar, sarılıp, ayrıldılar. Döndüğünde Hacı baba'ya daha önceden tanışıp tanışmadıklarını sordum, hayır dedi, sadece hakiki mürşidi kamil ise, bizim de ne olduğumuzu bilecek biridir diye içimden geçirmiştim dedi. Büyük bir zatmış dedi.
***
Medine'de yaklaşık 35 gün kaldık. Orada Şeyh Fehmi Efendi her perşembe toplantısında Hacı Nâci Efendi nerde diye sorardı. Hacı baba abdestini alıp bir kenara oturur, Fehmi Efendi de onu hemen yanına alırdı. Orada kaldığımız 35 gün boyunca birkaç defa Hacı baba'yı methetti. Fehmi Efendi Konyalıydı. Fakat bütün tarikatlar tarafından da Medine'nin kutbu kabul ediliyordu. Şâzeli idi, oraya gençliğinde gitmişti, Velhasıl Medine'nin kutbu oluşunu tüm tarikatlar da kabul ediyordu. Bazen beni kenara çekip birçok şey (sırlarını) anlatırdı.
Hacı babamla ikimiz Mekke'ye hareketten önce ihramları giyip elini öpmeye gittik. Hacı baba elini öpünce ona, "o ğ lum sen biraz şöyle yürü bakayım " diyerek onu uzaklaştırdı.Biz yalnız kaldık. Sonra bana döndü ve sordu "o ğ lum babanızın kıymetini biliyor musunuz ? " Efendim, dedim bu yolculuğa çıkınca öğrenmeye başladım.
"Oğlum Onun yıldızı o kadar parlak ki bir zaman gelecek her taraf ondan sorulacak" dedi. "O hal geldiği zaman bize dua etsin" dedi. Efendim asıl o sizden dua bekliyor dedim. Bize çok dua etti. Sonra ayrıl ıp geldik.
***
Mekke'deyiz, yan ımızda rahmetli şeyh Mehmed Rûhi Efendi var. Afyon taraf ından da insanlar gelmiş. 40-50 kişi kadar oluyorduk. Sabah namazını kıldık, işrâkı bekliyoruz. İşrak namazından sonra da tavaf yapılıyordu. O zamanlar Kabe de kum havuzları vardı, Hac ı Mehmed Rûhi Efendi ve hacı baba (Nâci Efendi) ön tarafta idiler. Önlerinde iri yarı b ir zat gördüler, hemen birbirlerine sarıldılar. Sonra Hacı baba, Hacı Mehmed Rûhi Efendi ve diğer ihvanlarda o zat ın elini öptüler. Ben en geride kalm ıştım. Biraz sonra ben de elini öpmek istedim. Çenemden tutarak kaldırdı, "Sen Hacı Nâci efendinin oğlu musun" dedi. Evet efendim dedim, gülmeye başladı "Oğlum babanızın kıymetini biliyor musunuz" dedi ve devam etti. "Oğlum bir zaman gelecek her ş ey ondan sorulacak" dedi. Devamla, "Çok büyük bir zat olacak, şu anda büyük ama daha da büyük olacak" dedi ve ilâve etti. "O zama bize dua etsin" Efendim kimsiniz dedim. "Ben Fatihli Ömer'im" dedi. Ben, uykucu Ömer mi dedim. Gencim, 24 yaşındayım o zaman, ağzımdan böyle kelam çıkıverdi. Bana sarıldı evet evet dedi. Fatihli Ömer Efendi İstanbul'un o zamanki kutbu idi.
Ondan sonra aynı lafları Irak'ta, Gasül A'zam Pîr Seyyid Abdulkâdir Geylâni Hazretlerinin torunlarından ve Kâdiri Meşayihinin büyüklerinden Ba ğdat'taki Şeyh Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa Hazretleride söyledi.
***
Yıl sanıyorum ki 1980 idi, rahmetli Seyyid Kâzım Efendi ile Kınık'tayız. O zamanlar kendisini Kula'ya arabamla ben götürüp getiriyordum. Bu yüzden yolda bana, devaml ı bir şeyler anlatırdı. Neyse, bir caminin avlusundayız, abdest almış karşıdan geliyor. Ben de kenarda sigara içiyorum. Onu görünce sigarayı attım. Beni görmü ştü. "Ver bak ıyım bir sigara "dedi ve devamla "Oğlum babanızın kıymetini biliyor musunuz."dedi. Efendim, bunu bana 3-4 zat- ı muhterem aynı şekilde sormuştu dedim. "Oğlum Uşşâkî tarikatında Pîr Hazretlerinden sonra en fazla yıldızı parlak olan o olacak, yakında bütün tarikatlara da hizmet edecek, mânen nereye gitsem devamlı olarak karşıma çıkıyor." dedi. Bu olaydan bir ay s onra müsaade etti ve babam da kitap yazmaya başladı. Hacı baba o gün kahvaltıda Kâzım Efendiye bir rüya anlatmıştı. Rüyasında elinde hortum, Türkiye'yi bütünüyle sulamıştı.
Seyyid Kâzım Efendi sözlerine devamla "Aynı rüyâsında olduğu gibi bir zaman gelecek Türkiye'de arşı sulayacak." Diye bana anlattı.
Bende, ama efendim dedim, sizin yanınızda ne konuşulursa konuşulsun ben dışarı çıkınca unutuyorum. "Mehmet Efendi" dedi "O zaman geldiğinde sen babana hatırlat bize duâ etsin."
Bundan 3-4 sene evvel babama dedim ki, o zat-ı muhteremler bana böyle bir şeyler söyledilerdi, onlara dua et. Estağfirullah falan dediyse de hatırlatmış oldum.
***
1980 yılında ben, Hacı baba, bizim rahmetli Toplu Dayı, onun oğlu Mehmet Toplu, Halil Saygı 3 araba peş peşe Medine'ye gidiyoruz. Medine'ye 90-100 kilometre kalmıştı. Arabayı ben kullanıyordum. Bir anda, karşıdan bir ışık, bir nur çıktı, arabanın üzerine doğru geldi. Bir acaiblik oldu aynı ravza-ı mutahhara ve peygamber efendimiz� Ben ağlamaya başladım, hanım ağlıyor, Hacı baba ağlıyor, araba içerisinde hepimiz ağlıyoruz. Arabayı kullanmakta zorluk çekince, rüzgar vursun diye kafamı dışarı çıkardım. Buram buram ravza'nın kokusu geliyordu. Velhasıl yavaş yavaş Medine'ye vardık. Bir gün sonra, imamı Ali efendimizin mescidi'nin yakınlarından bir şeyler alıyorduk. Diğer arabadaki arkadaşlar bana "dün Medine'ye 90-100 km kala arabanın içersine bir nur girdi. Arabadaki herkes o nurun farkına vardı ve hepimiz ağladık" dediler. Peş peşe 3 arabada da aynı olay olmuştu. Bunun hikmeti nedir acaba, Hacı babaya soralım öğrenelim dediler. Hacı babam da abdest almaya gitmişti. Gelince babama anlattım. Bir müjde varsa bize de bildir dedim. "Bir şey yok oğlum" deyince biraz naz ettim. Diğer arkadaşlarda ısrar etti. Hacı baba anlatmaya başladı.
"Zaten, Tebuk'tan Suudi Arabistan'a girdiğimizde evvela orada Pîr Hazretleriyle karşılandık dedi... Medine'ye yaşlaştığımızda, koku geldiği zaman Resulullah (s.a.v.) Hazretleri vardı, Pîr Hazretleri vardı ve diğer tarikatların Pîrleri de oradaydılar. Bana hitaben "Evladım Nâci ne istersin bizden, evladımız kabulümüzsün zaten, başka ne istersin." Dediler bende "Evlatlarımın da evlatlığa kabulünü isterim ya Resulullah." Dedim. "Pekala o da kabulümüz, başka ne istersin." deyince utandım başka şeyler söyleyemedim dedi. Ama o anda da ihvanlarım içimden geçti. "İhvanlarını da, hatta sana saygı, sevgi ve güler yüz gösterip elini sıkanı da evlatlığa kabul ettik." buyurdu. O anda gelen de Resulullah (s.a.v.) in kokusuydu dedi. Aramızda kalsın diye de ekledi.
***

Rahmetli Seyyid Kâzım Efendi ölümünden bir müddet evvel Balıkesir'e geldi.Hacı baba kendisini 15 gün kadar misafir etti. Artık dönmek istediğinde, götürmek için arabaya binmek üzere kapıya geldiğimizde, Hacı baba Kâzım Efendiye, "Efendim size hakkıyla hizmet edemedik çocukların hatası için özür dilerim" dedi. Seyyid Kâzım Efendi güldü ve "Ben o kadar memnunum ki, Peygamber Efendimiz, Hz. Ali Efendimiz, Hz. Fatıma Vâlidemiz hepsi senden memnun, hepsi hayır dualar ediyorlar" dedi. "Orada sen de benim kardeşimdin, sen de çıkabilirdin ama beni çıkardılar. Bu son görüşmemiz bana hakkını helal et ve duâ et" dedi. "Seyyid olmamızdan ötürü bir şeyler var ama sen de Seyyid sin" dedi ve epeyce duâ etti. Normalde her zaman araba ile yola çıkar çıkmaz konuşmaya başlardı. Bu son seferde Akhisar'a kadar hiç konuşmadı. Yolculuğun sonunda hayır duâlar etti.Çok kısa zaman sonrada vefât etti.
AİLESİ

Eşi Bedia validemizden Ali, Nazmi, Mehmet, Ahmet adında dört oğlu ve Cemile adında da bir kızı vardır. On beş torunu vardır. Mânevi evlatlarının sayısını rakamla ifade etmek mümkün değildir.
ESERLERİ
Sıddık Nâci Eren UŞŞÂKÎ (k.s.) Hazretlerinin bir Divânı olup, yazmış olduğu eser sayısı şimdilik 24 adettir. Eserleri Avrupa'dan Asya'ya bütün ehli tasavvufların istifade ettiği kaynaklar olmuştur. Eserlerinin tamâmı defâlarca basılmıştır.
Uşşâkî de 4. Pîran olup, Hayırlı uzun ömürler içinde nice eserler daha yazarak insanlığın istifâdesine sunmasını dileriz.
Yazmış olduğu eserler :
1- Allah ve Resulü'ne En Yakın Yol
2- Nur-u Muhammediye
3- Cennet Yolu
4- Kalblerin Anahtarı
5- Ölüm, Kıyâmet ve Âhiret
6- Mübârek Geceler ve Üç Aylar
7- Çeşitli Duâlar Edeb ve Âdap
S- Tarik-i Uşşâkî'de Usul ve Âdap
9- Yüce Veliler ve Anadolu Evliyâları
10- Evrad-ı Saadeti Ebediye
11- Sohbetlerim
12- Âşıklar Bahçesi İlâhi ve Kasîdeler
13- Sırlar Hazinesi
14- Özün Özü
15- Maneviyat Bahçesi ve Saadeti Ebediye
16- Tarikatların iç Yüzü
17- Tarikat ve Evliyâlarda Usul ve Âdap
1S- Pîr Seyyid Hasan Hüsâmeddin Uşşâkî
19- Sıddık Nâci Eren Divânı
20- Dergah İlâhileri
21- İslam'da Evlilik ve Cinsel Hayat
22- Müslümanlıkta ibâdet Ahlak ve Âdap
23- Allah (c.c.) ve Resulullah'ı Sevenlerin Yolu
24- Şifalı duâlar

Şeyh Ali Kara [ K.S ]

 


Cenab-ı Hakk'ın 21. yüzyılda gönderdiği aşıklar sultanı, marifet nurunun aynası gönüllerde ebediyete kadar ölmezlik sırrına eren büyük velilerdendir. İnsanları Hakk'a davet eden, onlara doğru yolu gösteren, hakiki saadete kavuşturan büyük alim ve velilerdendir. 1900 (H. 1254) yılında Malatya ili Akçadağ kazasının Aşağı Örüşkü köyünde dünyaya geldi. İsmi Ali'dir. Babasının ismi Ali Seyyidi Efendi, annesinin ismi Fatıma Hanım'dır. 29 Nisan 1971 (H. 1325) senesinde irtihali dar-ı beka eylemiştir.
Şeyh Ali Kara küçük yaşta bulunduğu çevresindeki alimlerden zahiri ilimleri öğrendi. İlimde ve içinde bir aşk vardı ki, askerde iken Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleriyle tanıştıktan sonra bu büyük zatla mürid ve mürşid ilişkisi 18 sene sürdü. Şeyh Ali Kara hazretleri, Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleri ile nasıl tanıştığını şöyle anlatmıştır: "Bir gün askerde iken çarşı iznine çıktığımda namazı kılmak için camiye girmiştim. Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleri gerçek aşk ile Kuran-ı Kerim okuyordu ki, ensesinin üzerinde bir nur peydah oldu. Mübareğin cemaline baktıkça kendimden geçtim. Sanki bir genç kıza vurulmuş gibi aşık oldum. Namaz kılındıktan sonra dışarı çıkınca hemen beklemeye başladım. Mübarek dışarı çıkıp bir oturak üzerine oturdu. Gittim elini öptüm.
Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinden ders istedim. Mübarek ismimizi sordu, "Ali" dedim. "Oğul biz Ali'leri severiz, ama sen git istihare yap gel," dedi. Gittim istihare yaptım. Rüyamda Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerinin, Cenab-ı Hakk'ın izniyle ve himmetleri sayesinde deftere yazıldıgımızı ve yükseklere cıkarıldığımızı gördüm. Bunları mübareğe anlattım. O günden itibaren Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleriyle tasavvuf yoluna başladım," demiştir.
Bundan sonra gerçek bir aşkla, Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerine tam teslimiyetle bağlanmıştır. Teslimiyet müridin mürşide madde ve manası ile teslim olması demektir. Maddde de her şeyini ona vermesi ve onun yoluna baş koyması, manada ise varlığının her zerresinde O'nu görmesi demektir. Esasen "Fena Şeyh" denilen mürşidde yok olma makamıda budur. Öyle bir haldir ki nasıl damlayi ummandan ayırmak mümkün değilse müridi de mürşidinin varlığından ayırmak mümkün değildir. Tasavvufla ilgili bütün yazılan eserlerde ise teslimiyet su vecizle vurgulanır. "Teslimiyet, müridin mürşidine, gassalın elindeki meyyit gibi teslim olmasıdır." Bu hal zuhur edince neden, nasıl, niçin, niye vs. gibi sorular ortadan kalkar, söylenen sözlere gönül kapıları açılır. Verilen emirler anında yerine getirilir. Müridin mürşidine teslimiyetinin neticesinde mürşidine karşı sonsuz bir muhabbet devri açılır.
18 yıl boyunca Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinin yüksek teveccühleriyle seyri sülukunu tamamlamıştır. Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleri hiçbir dilin izah edemeyeceği kadar büyük bir manevi makam ve derecelere cıkarmıştır. Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinin sağlığında iken insanlari irşadla görevlendirmiştir. Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinin 1943 (H 1297) yılında Yozgat'a gidip 23 Ocak 1944 )H 1298)'de vefatından sonra onun görevini tamamen devralarak manevi irşad hizmetine devam etmiştir.
Şeyh Ali hazretleri, yaşadığı zaman içinde yar, ağyar herkesin sevgisini ve takdirini kazanmış bir zattır. Onun insana cümle yaratılmışa gösterdigi şefkat merhamet ve sevgi duygusunun yüceliği hiçbir dilin vasıf edemeyeceği kadar büyüktür. Seyri süluku sırasında Hakk Teala tarafından sürekli belalarla sınandı. Takdire gösterdiği rıza aklın ve havsaların ötesinde bir tahammül şah eseridir. Hiçbir zaman tevazusunu terk etmedi. Daima kul olduğunun bilinciyle bir derviş gibi yaşadı. Dünya durdukça sultan olarak anılacaktır.

Şeyh Ali Kara hazretleri için, İlahi sevgi duygusunun yüceliği ile zamanın Yunus Emre'si manevi kemali ve aşkı ile devrinin Mevlana Celaleddin'i, yaptığı riyazet, ibadet ve insani irşad ehli yapan kuvvetli sohbet ve kerametleri ile asrının Muhammed Bahaeddin Nakşibendisi dersek belki biraz olsun onu anlatmaya calışmış oluruz.
Tüm hayatını en büyük düşmanlarımız olan nefis ve şeytanın hilelerini anlatmak ile tevhidin inceliklerini öğretmeye yönelik söz ve sohbetle geçirdi. Etrafında toplanan insanların Cenab-ı Allah'a insanlığa ve devletine sevgi ve muhabbetle bakan irfan ehli insanlar olarak yetişmeleri için büyük çabalar sarfetti. Sayısız insana kendini sevdirdi ve manevi müşküllerine yardımcı oldu.
Hayatı tümüyle örnek alınacak, alındığında ise her iki dünyada mesut bahtiyar olunacak bir nur abide şahsiyetidir.
Hakiki imana kavuşan kimseler, Allahu Teala'nın himayesinde olurlar. Hakikate vasıl olmuşlardır. Bunlar hakkında hadis-i kutside buyuruldu ki: "Evliyam, kubbem (örtüm) altındadır. Onları benden başkaşı tanımaz. Bunların halleri, halkın anlayışlarına sığmaz. Halkın bunlar hakkında bildikleri, benzetme ve temsilden öteye geçmez. Bunlar öyle bir kafiledir ki, Allahu Teala'ya verdikleri ahde vefa gösterirler." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahu Teala'nın öyle kulları vardır ki, kalbleri güneşten daha parlak, fiilleri (amelleri) peygamberlerin amelleri gibidir (yani kerametleri vardır). Onlar, Allah katında şehidler mertebesindedirler."
Başka bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Size bir kavim bildiriyorum ki, onların Allah katında mertebeleri benim gibidir. Ancak onlar, peygamber, şehidler değildir. Enbiya ve şüheda onlara gıpta ederler. Onlar birbirine Allah rızası için muhabbet ederler."

Bir hadisi şerifte ise "İnsanlar üç kısımdır. Birinci kısım, hayvanlara benzer, ikinci kısım meleklere benzer, üçüncü kısım peygamberlere benzer." buyuruldu. Birinci kısımda olanların maksadı, hayvanlar gibi yeyip içmektir. Bunlar hakkında A'raf suresinin 179. ayeti kerimesinde mealen buyuruldu ki: "onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Belki daha da aşağıdırlar." ikinci kısımdakilerin maksadı melekler gibi tesbih, namaz, oruç gibi ibadetlerdir. Üçüncü kısım insanların hizmeti, maksadi aşk-ı ilahi, rızayı Bari, muhabbetullah ve Allahu Teala'ya teslim olmaktır.
Şeyh Osman deyince akla Şeyh Ali, Şeyh Ali deyince akla Şeyh Osman gelir. Şeyh Osman Nuri Hazretleri şöyle buyurmuştur: "Biz bir elmanın yarısıyız." Diğer bir sözünde ise; "Ali'ye gitmeyen bana gelmesin," demişlerdir. Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinin ciğer paresi kızı Fatma Nur Sadiye'nin ifadeleriyle "babamı kimse layıkıyla anlayamamıştır. Birazcık olsun Şeyh Ali Hazretleri anlayabilmiştir." Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleri ise; "Allah (c.c.) beni Ali için Bagdat'tan buralara gönderdi," buyurmuşlardır. Şems'in Mevlana için gönderildiği gibi...
Her halife Şeyhine bağlılığı, sevgisi ve övgüsüyle tanınır. Ancak Şeyh Ali hazretleri Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerine bağlılığı bir başkadır. Şeyhini her ziyarete gidişinde olabildiğince içinde maddi ve manevi sevgi ve bağlılıktan ve saygıdan başka birşey götürmemeye gayret, özen gösterirdi. Üç gün önceden yemeyi içmeyi bırakır, bağırsaklarını boşaltırdı. Bunu Gotan Gölü köyünden Kara Baba adlı bir derviş arkadaşı şöyle anlatır: "Şeyh Ali hazretleri ile Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinin ziyaretine gitmek için hazırlandık. Yola çıkarken Ali Efendi'nin hanımı bana gizlice yiyecek paketi verdi ve yolda "bunu Ali Efendi'ye yedir, üç gündür birşey yemiyor, aç," dedi. Bir su başında öğlen namazı için mola verdik, ben yiyecekleri çıkardım. Şeyh Ali Efendi; "Sen karnını doyur, ben tokum," dedi. Israr edince de; "Biz kimin ziyaretine niçin gidiyoruzç Midemizde bağırsaklarımızda dünya nimeti ve pisliği ile mi çıkalım," diye sitem etti. Efendisinin huzuruna böylesine temiz çıkmaya çalışan bir veli namzeti elbetteki büyük makamlara erecek ve çevresine ilim, irfan ve islami ahlakı saçacaklardır.
Şeyh Ali hazretleri teslimiyet ve saygıda rekor derecesinde efendisine bağlanmış ve aldığı ikram, erdiği derece ve makamları verdiği güç ile oldukça ilkel olan çevresinde İslam ahlakını tam anlamıyla ve severek, kendisi de manevi yaşantısı tam olgunluk yaşayarak insanların kalblerine cebab-ı Allah'ın ve Resulunun sevgisini nakşetmiştir.
Şeyh Ali Kara hazretleri, dünyasını değiştirdiği halde gösterdikleri keşif ve kerametleri, dilden dile, gönülden gönüle söylenmektedir. Bütün Allah dostlarının kerametleri anlatmakla bitmez ve kitaplara sığmazlar.

Şeyh Ali Kara hazretlerinin şu sözlerini ilave edelim; "Keramet, suyun üstünde post serip namaz kılmak, kuşlar gibi havada uçmak, şiş vurmak, kelle kesip yerine koymak değildir. Kerametin en büyüğü kalblere Allah ve Muhammed (sav) sevgisini muhabbetini yerleştirmektir. Insanı gerçek iman sahibi edip, kemale erdirmektir."
Şeyh Ali Kara hazretleri, bir gün bir yere gidiyordu ki, o zaman bende cift sürüyordum. Mübarek selam verdi ve biraz yanımda durdu. Allahu Teala hazretlerinin büyüklüğünü ve peygamber efendimizin sevgisini anlattı. "Oğul" dedi, "Çift sürerken öküzlere Ho Ho dersen gider, Hu, Hu, Hu, desen de gider." diye buyurdu ve arkasından; "Şu yalancı dünyada bulunduğunun kıymetini bilmelidir. Her zaman Allahu Teala'nın emir ve yasaklarına uymalıdır. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine sımsıkı bağlanmalıdır." diye buyurdu.
1971'de dünyasını değiştirdiğinde bulunduğu Akçadağ ilçesi emniyet teşkilati bunu şu itirafı ile dile getirmiştir: "Olan bize oldu Şeyh Ali Efendi'nin varlığı ile çevrede yıllardır hiçbir olay olmamış adete kurt kuzu ile birlikte dolaşır olmuştu."
Şeyh Ali Hazretleri 29 Nisan 1971 (H 1325) senesinde vefat etmiştir. Doğduğu ve yaşadığı Malatya ili Akçadağ kazası Aşağı Örüşkü köyündeki türbesi, dünyanın her tarafından gelen ziyaretçi ve sevenlerinin ziyaret ettiği bir huzur ve nur abidesidir. Manevi irşadi devam etmektedir. Muhip ve müridani artarak dergaha hizmet etmektedir.
Cenab-ı Allah razı olsun। Sırlarını takdis eylesin ve bizleri feyizlerinden bereketlerinden faydalandırsın ve Cenab-ı Mevla şu aciz kulunu ve cümlemize kabirlerini ziyaret etmeyi nasib eylesin। Amin

MAHMUD SAMİ EFENDİNİN(K.S) İNTİSABI

MAHMUD SAMİ EFENDİNİN(K.S) İNTİSABI
Esad Erbili (k.s) galata köprüsünde tranvaydan inerken yanındakilere,o anda ordan geçen Sami efendimizi işaret ederek,yolumuzun erlerinden diye gösterir  yanyana gelincede ''Esselamü Aleyküm sami evladımız'' derler. Sami efendimiz o anı başımdan kaynar sular döküldü diye anlatırlarmış. İlk,orta, lise tahsilini adana da tamamlayan,yüksek tahsili istanbulda tamamlayarak,hukuk fakültesini birincilikle bitiren sami efendimiz,bir müddet gümüşhaneli dergahına devam ederler. Eski Beşiktaş müftüsü Fuat Çamdibi hocanın babaları Rüştü efendi ''Sami evladım , gel seni şeyhülmeşayih Esad Erbili hz. götüreyim ''der ve birlikte kelamı dergahına giderler.
Bu karşılaşmayı kendileri şöyle anlatırlar''üstadımın huzuruna varınca ellerini öptüm. Rüştü efendi; üstadım bu genç Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin efendinin evladlarından Sami efendi deyince Esad efendi''hayır o bizim evladımız'' buyururlar ve orada yaptığı evradı sorarlar Sami efendimiz ''günde beşbin zikrullah,bir cüz kuran,delail-i hayrat'' diye cevab verir. Esad efendi''evladım hastalık nerede ise tedaviye oradan başlamak lazım bu yüzden bunları terk edip kalbi zikre başlayacaksın''buyururlar ve inabe verirler. Gümüşhaneli dergahında iki yılda olmayan tecelli kelamı dergahında bir kaç ayda olmuştur.

Dede Paşa Hazretleri

Şarkın ve Garbın Mevlana'sı...

Veliler kervanı yoluna devam ediyor. Pir-i Sami hazretlerinin kolu boy boy geliyor. Dede Paşa hazretleriyle de Anadolu´ya yayılıyor. Gönlüne Allah sevgisi düsmüş bir kere, çaresiz bu yolda nasibini kısmetini arayacak. Uzun uzun yollar, inişli çıkışlı dağlar, azgın sular. Ama çaresi yok geçecek buraları Dede Paşa hazretleri. Çünkü bu yol gönül sultanına gider.
Dede Paşa hazretleri Bayburt´un Pulur nahiyesine bağlı Aşağı Lori Köyü´nde 1879 yılında dünyaya geldi. Babasının adı Hüseyin Efendi, annesinin adı Gül Hanım´dır. Cumhuriyetin ilanından sonra, soyadı kanununa göre aile Baştürk soyadını almıştır. Dede Paşa hazretlerinin asıl adı Musa Baştürk´tür. Ancak bu büyük Allah dostu, Dede Paşa hazretleri olarak anıla gelmektedir.
Dede Paşa hazretlerinin şu anda hayatta olan oğlu Nurettin Baştürk´le hazret hakkında derin bir sohbete dalıyoruz. Nurettin Efendi, ilerlemiş yaşına rağmen hafızası taptaze babasını anlatırken duygulu anlar yaşıyor. Şarkın ve Garbın Mevlana´sı sayılan Dede Paşa hazretleri oğlunun dilinden naklediyorum:
- Efendim, babam okumayı çok severdi. İlk önce sibyan mektebine gitmiş. Bu okulda çok başarılı imiş. Okul dışında da Bayburt´a bağlı Yukarı Aksüt Köyü´nde Kitapsız Hacı Mustafa Efendi diye bir zattan ders almış. Bu zat babamın zekasına hayret edermiş. Şürekli bu çocuk bir başka diye sağda solda söylermiş. Zaten Dede Paşa adınıda bu hoca efendi koymuş.
Babam sıbyan mektebini bitirdikten sonra Bayburt´ta Rüştiye´ye başlamış. Burayı da başarıyla okumuş. Daha sonra dedem İstanbul´da ki Dar´ül-Ülya adlı okula kaydını yaptırmış. Ama dedem vefat edince babam okulu bırakmış ve köye dönmüş. Çünkü bizlerin köyde büyük bir arazisi vardı. Bunlarla ilgilenmesi gerekiyordu.
Dede Paşa hazretleri köydeki arazi işiyle meşgul olmaktadır. Ancak ne çare ki gönlündeki ateş başka o sürekli okumak istiyor. İşlerden fırsat buldukça Bayburt´ta bulunan hocalardan fıkıh dersleri alıyor.
Günlerden bir gün köye gönlündeki ateşi söndürecek belki de daha da alevlendirecek Pir-i Sami hazretlerinin halifesi, Şeyh Beşir Efendi geliyor. Gerisini Nurettin Efendi´den nakledelim:
Babam derki ki; “Bir gün köyümüze bir Nakşibendi şeyhinin geldiğini söylediler. Ben gitmemiştim.” Gelen şeyh, Pir-i Sami hazretlerinin halifesi Şeyh Beşir Efeni imiş. Efendi hazretleri, köyümüzde bir evde misafir olmuş. Bu evde Hazret sohbet ediyormuş. Sohbette bulunanlardan biri Beşir Efendiye demiş ki: “Efendim bizim bir Dede´miz var, oda sohbete katılsın mi?” demişler. Hazrette gelmesini söylemiş. Beşir Efendi dede ismini duyunca yaşlı biri zannetmis. Babam gidince Beşir Efendi şaşırmıs. Bir de ne görsün dede dedikleri 19 yaşında bir delikanlı.
Dede Paşa hazretleri tasavvuf cihanının büyügüne koştu. Sohbetini dinledi, etkilendi. El tuttu, mürit oldu. Beşir Efendi köyden ayrılıp, memleketi Erzincan´a döndü. Dede Paşa´yı bir sevgi hasreti sardı. İşi gücü bıraktı. Ağladı olmadı, güldü olmadı. İçi içine sığmadı. Bir hasret başladı ki sormayın. İşi gücü bırakan Dede Paşa hazretleri Şeyhi Beşir Efendi´ye koştu, hiç ayrılmamacasına. Köydeki arazileri dayılarına bırakıp Beşir Efendi´nin Erzincan´daki dergahına hizmete koşuyor.
Şeyhine bağlılığına ve hizmetini oğlu Nurettin Efendi´den nakletmeye devam edelim:
- Babam Beşir Efendi´ye bağlandıktan sonra dünya işleriyle uğraşmamış. Şeyhi Beşir Efendi´nin dergahında sürekli ders almış. Dergahın her türlü hizmetine koşmuş. Arasıra babam köyüne dönermis. O zaman şartlar çok sıkıntılı, vasıta yok, at var ama dağları aşmak çok zor oluyormuş. Bizim köyden Hazret´in Tercan´daki tekkesine sürekli gider gelirken çok tehlikeli olaylar yaşamış. Mesela bir keresinde Fırat´ı geçerken suya kapılmış. Su hayli sürüklemiş babamı. Yine bir kaç defa da eşkıyalar yolunu kesmiş.
Bir de Ruslar Erzincan´a geliyorlar, harp başlıyor. Babam da asteğmen rütbesinde Halit Paşa komutasında Kop Dağı´nda savaşa katılıyor. Daha sonra da Zile´ye muhacir olarak gidiyor. Yani Babam, sürekli Zile´den Kırşehir´e giderek, şeyhinden feyz almaya devam ediyor. Erzincan´ın düşman işgalinden kurtuluşunun ardından, Babam Zile´den şeyhi Kırşehir´den Erzincan´a dönüyorlar. Şeyh Beşir Efendi Erzincan´da bulunan Mecidiye Kebir Mahalesinde bir tekke inşa ediyor. Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra tekkeler yasaklanıyor.
1932 yıllında Şeyh Beşir Efendi ötelere sefer etti. Vasiyeti üzerine Terzibaba Mezarlığı´nda toprağa verildi. Şeyh Beşir Efendi hazretleri, yerine Dede Paşa hazretlerini halife olarak bırakdı. Paşa hazretleri, Bayburt´un Aşağı Lori Köyü´ne dönerek burada irşat görevine başladı. Emir var Altın Silsile devam edecek. Nurettin Efendi´yle sohbetimize devam edelim:
- Köyde 50 kişinin kalacağı büyüklükte bir konağımız vardı. Bu konağın yanında bir konak daha yaptırdı. Gelen giden çoktu. Tarikat ile ilgili ibadetler gizli yapılırdı. Bu dönemde 1939 yılında Erzincan´a beraber gittik. Beşir Efendi hazretlerinin iki oğlu da bu depremde rahmetli olmuşlardı. Babam Erzincan´ın bu durumuna çok üzüldü, günlerce ağladı.
Şeyh Beşir Efendi hazretlerinin bağlıları Dede Paşa hazretlerine intisap etmişlerdir. Paşa hazretleri, bazen Erzincan´a geliyor, bazen Ankara, İstanbul´a gidiyordu. Köyü ise binlerce bağlısının toplandığı bir mekan haline gelmişti.
Paşa hazretlerinin oğlu Nurettin Efendi o dönemin çok sıkıntılar içerisinde geçtiğinden bahsediyor, ama bu sıkıntılı günlere rağmen Dede Paşa´nın hizmetlerini hiç aksatmadığını söylüyor ve devam ediyor:
- Babamı her gün yüzlerce insan ziyaret ederdi. Ben on beş yaşındaydım. Said Nursi hazretleri babamı ziyarete geldi. İlk defa da biz kendisini Ankara´da ziyarete gittik. Türkiye´nin her yerinde bağlıları vardı. Benim şahit olduğum önemli konulardan biri de şudur. Babam bir sohbetinde “Yakında tek partiden kurtulacağız. Yeni bir parti var. Bu parti iktidar olacak ve İslam adına da çok büyük faydaları olacak. Ama ömrü de kısa olacak.” dedi.
Dede Paşa hazretleri´nin ilk hanımı Şefike Hatun 1957 yılında vefat etmiş, ikinci izdivacını 1962 yılında Havva Hatun´la yapmıştır. Doksan yılı aşan bir ömrünü Allah yolunda hizmete adayan Paşa hazretleri 4 Eylül 1973 tarihinde Hak´ka vasıl oldu. Son anında dudakları durmadan kıpırdıyor, Rabbı´nin ismini anıyordu. Aile efradını yanına çağırdı ve dedi ki:
“Çağırdılar gidiyorum. Beni Terzibaba Mezarlığı´nda Şeyhimin yanında bir yerde toprağa veriniz.”
Dede Paşa hazretleri vasiyeti üzerine şeyhinin yanına götürüldü.
“Bizi bizim vefatımızdan sonra anlarsınız. Kılıç kınında iken kesmez ama o kından sıyrılınca turnalar hangi göle konar görürsünüz.”
Paşa hazretleri, yerine Abdurrahim Reyhan hazretlerini halife olarak bıraktı. Altın Silsile Reyhan Hazretleriyle dünyaya yayıldı. Dede Paşa Hazretlerinin buyurduğu gibi vefatından sonra kılıç kınından çıkmıştı.

Şeyh Muhammed-El Haznevinin Ardından

 

Önce olayı nakledelim:
Suriye’nin kamışlı ilçesine bağlı Telmaruf köyünde ikamet eden Şeyh Muhammed el- Haznevî; annesi, eşi, kızı, oğlu ve şoförüyle birlikte, Medine’ye 150 kilometrelik bir mesafede, arabalarının kaza geçirmesi üzerine hayatlarını kaybettiler. Şeyh Haznevî ve diğer aile fertlerinin cenazeleri Devlet Başkanı Beşşar Esed’in gönderdiği özel bir uçakla Suriye’ye getirildi ve Telmaruf’ta, yüzbinin üzerinde seveninin hazır bulunduğu cenaze namazının ardından, gözyaşları arasında, dedesi, amcaları ve babasının yanına defnedildi.
Çoğu basın yayın organı, bu olayda bir haber değeri görmemiş olacak ki, bunu takipçilerine duyurma gereği bile duymazken, birkaçı da, olaya, sıradan bir haber gibi iç sayfalarında küçücük bir şekilde yer verdi. Halbuki bu sıradan bir haber gibi görünse de aslında çok önemli bir olaydı ve günün, belki de haftanın en önemli olayıydı. Hele Müslümanlar açısından şüphesiz son dönemin en hüzün verici haberlerinin başında geliyordu. Ama ulusçuluk belası, ulus-devlet psikolojisi bizi birbirimizden o kadar uzaklaştırdı ki, bu önemli kaybı bile Suriye’nin bir sorunu gibi algılama yanlışına düştük.
Şüphe yok ki Haznevî ailesi, İslam dünyasında ağırlığı ve saygınlığı olan çok köklü bir aile ve Nakşibendi tarikatının en önemli kolunun temsilcileri konumunda. Fakat bu önemli aile son üç ay içinde, ikinci kez bir “üçüncü sayfa haberi” olarak gündeme geliyor. Hatırlayacaksınız, Şeyh Muhammed’in kardeşi Maşuk el-Haznevî de bir suikast sonucu hayatını kaybetmişti. Maşuk el-Haznevî’nin bir siyasi cinayete kurban gitmesinin ardından, Şeyh Muahmmed’in de bir trafik kazasında hayatını kaybetmesi, akıllara bir sabotaj ihtimalini getirse de ben bu noktaya yoğunlaşmayacağım. Fakat Nasuhi Güngör’ün, köşesinde, Maşuk el-Haznevî için naklettiği bir tesbiti, bu olaya uyarlayıp soru olarak aktarmakla yetineceğim:
“Muhtemel bir ABD işgali sürecinde Haznevîler, Suriye’de ciddi bir direniş potansiyeline sahiptirler. Bu nedenle bu olay, bu potansiyeli ortadan kaldırmaya yönelik siyasi bir eylem olarak değerlendirilebilir.” İlginç ve düşündürücü bir tespit.
Olayın şu ya da bu şekilde cereyan etmiş olması sonucu değiştirmiyor: Şeyh Muhammed el-Haznevî artık yok. Onun yokluğu, sadece müridleri için değil tüm İslam dünyası için çok büyük bir kayıp ve şüphesiz ki bıraktığı boşluk zor doldurulacaktır. Bu değerli Müslüman şahsiyete rahmet dilerken, bu yazıda yaptığı bazı hizmetlere mercek tutmak istiyorum.
Özel bir aile
Şeyh Muhammed’in dedesi Şeyh Ahmed el-Haznevî sadece Suriye’nin değil İslam dünyasının da son yüzyıldaki en büyük alim ve mürşidlerinden birisi olarak kabul edilir. Aslen Kürt olan ve Suriye’nin Kamışlı iline bağlı Hazne köyünde ikamet eden Şeyh Ahmed el-Haznevî, tüm ilmi ve tasavvufi eğitimini Türkiye’de tamamlamıştır. Diyarbakır’da ilim icazetini, Bitlis / Nurşin’de de tasavvufi hilafeti aldıktan sonra, önce köyü olan Hazne’ye, ardından da Telmaruf köyüne yerleşmiş ve burada onyıllarca sürecek olan ilim ve irşad faaliyetlerinin temelini atmıştır.
Şöhreti tüm dünyada duyulan, medrese ve dergahı her gün yüzlerce insan tarafından ziyaret edilen Şeyh Ahmed’e, özellikle Türkiye’den büyük bir ilgi ve yöneliş olmuştur.
Türkiye’den bir çok kişi onun dergahında, ilim ve irfanın doruklarına ulaşmış, kimisi ondan aldığı ışığı Türkiye’ye taşımıştır. Onlardan birisi de merhum Seyyid Muhammed Raşid Erol ve halen Adıyaman / Menzil’de hizmetlerini sürdüren Seyyid Abdulbaki Hazretleri’nin muhterem babaları, merhum Seyyid Abdulhakim Hazretleri’dir. Seyyid Abdulhakim, Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin yanında yetişmiş ve ondan hilafet alarak Türkiye’ye gelmiştir.
Şeyh Ahmed’in vefatından sonra her biri büyük birer alim olan ve şu anda tümü de hakka kavuşan oğulları Şeyh Muhammed Masum, Şeyh Alaeddin ve Şeyh İzzeddin irşad vazifesini yüklendiler. Üç oğlu da babalarının ilkelerini daha da güçlendirmek ve çıtayı biraz daha yükseltmek için var güçleriyle mücadele ettiler ve bir sonrakine emaneti birkaç adım ileride teslim etmenin çabasını verdiler. Özellikle Şeyh İzzeddin döneminde, ilim ve irşad alanında çok büyük atılımlar oldu; öğrenci sayısında büyük bir patlama yaşanırken, yurtiçi ve yurtdışına irşad seferlerinde de büyük bir yoğunlaşma meydana geldi. Bu amaçla ilk kez ailenin bir bireyi Avrupa’ya da tebliğ için seyahatlere başlamış oluyordu.
Şeyh İzzeddin’in hayatında oğlu Şeyh Muhammed her zaman en büyük destekçisi oldu, hizmetlerinin kolaylaşması için büyük bir gayret sarfetti. Ailenin ağır yükünü o yüklendi ve idari ve resmi tüm işlemleri o takip etti. Babasının vefatından sonra Şeyhlik makamına da, vasiyet gereği o oturdu.
Politika ve dünya malından uzak durdu
Şeyh Muhammed büyük bir birikimin üzerine oturdu ve doğrusu onu çarçur etmedi, ona sadık kaldı. Bu emaneti biraz daha ileri götürmenin hesaplarını yaptı ve başardı da. Mevcudu korumak için yoğun bir gayret sarfetti ve tüm mesaisini kendisinden önceki birikimi doğru yöne kanalize etmeye adadı. Babasından ve dedesinden kendisine iki şeyin miras kaldığını, hayatta kaldığı sürece de bu ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalacağını her fırsatta tekrarladı: Bunları “politikayla uğraşmamak ve insanların mallarını kabul etmemek” olarak deklare etti ve gittiği her yerde bu sözlerle konuşmasına başladı. Bunun yanında bunu sadece sözde bırakmadı, gereğini de yaptı.
Fakat Haznevî ailesinin insanların mallarına göz koymaması öteden beri takdirle karşılanırken, politikaya karşı tavırları (ya da tavırzıslıkları) kimi Müslüman cemaatler tarafından her zaman eleştiri konusu oldu. Ama merhum Şeyh Muhammed, babasının, amcalarının ve dedesinin vasiyeti olarak bu iki noktadaki hassasiyetini hep korudu.
Doğrusu, Suriye gibi diktatörlükle yönetilen bir ülkede, siyasetin içine girip de İslam’a hizmet etmenin imkanı yoktu. Özellikle baba Esad döneminde birçok masum Müslüman bu nedenden dolayı büyük eziyetler çekmiş, Hama örneğinde olduğu gibi (Ah, Hama!) bazen bu, soykırım şeklini bile almıştır. Bundan dolayı Haznevî ailesi ilimle hizmet etmenin daha faydalı olacağına her zaman kanaat getirmiş ve bu yolun uzun vadede çok büyük sonuçlar doğuracağına inanmıştır. Hem bu yolla zalim yöneticilerin gözünden uzakta, insana yatırım yapma fırsatını da yakalanmış olacaktır.
Şeyh Muhammed, belirli periyotlarla Türkiye’ye ziyaretler düzenler, bu ziyaretlerinde büyük bir ilgiye mazhar olurdu. Özellikle Güneydoğu’da büyük bir sevgi ve hürmetle karşılanırdı. İstanbul’a da yılda birkaç kez uğrar, buradaki müridleriyle bu vesileyle buluşurdu.
Resulullah’ın yoluna adanan bir ömür
Hiç şüphesiz ki, merhum Şeyh’in en önemli çalışmalarının başında eğitim faaliyetleri gelmektedir. Suriye / Telmaruf’ta Haznevî Enstitüsü’nde halen 2000’in üzerinde öğrenci hadis, tefsir, fıkıh, nahv, sarf, maani, usul, belağat vb. alanlarda, çok iyi yetişmiş alimlerin gözetimi altında, öğrenimlerini sürdürmektedir. Suriye ve Türkiye başta olmak üzere hemen hemen dünyanın her yerinden buraya öğrenci akışı olmakta, tahsillerini tamamlayıp icazet alanların yerine yenileri gelmekte ve bu sirkülasyon yıllardır devam etmektedir. Bu öğrencilerin tümü yatılı kalmakta ve tümünün masrafları Şeyh ailesi tarafından karşılanmaktadır. Denilebilir ki diğer hizmetleri bir tarafa, sadece bu eğitim faaliyeti bile İslam dünyasında eşine az rastlanan bir durumdur.
Merhum Şeyh ehl-i sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlıydı. Bütün ömrünü bu yolda harcamaktan çekinmedi. Hemen her konuşmasında ehl-i sünnet ve’l cemaat vurgusuna rastlamak mümkündü. Bunun gibi, yaptıklarının Allah rızasına uygun olmasına da azami dikkat ederdi. Bazen sarığını eline alır, ters çevirir ve şöyle dua ederdi:
“Allahım eğer bizim çalışmamız senin rızan için değilse, bizi darmadağın et, bizi iflah etme; yok eğer senin rızan içinse, senin dinini yaymak içinse, sen elimizi güçlendir, yardımını esirgeme bizden.” Bu haline defalarca şahit olunur ve her seferinde de ihvanına bu duaya amin demelerini emrederdi.
Şeyhim!
Sen gittin ve dünya biraz daha tenhalaştı. Viraneye döndü her yer.
Sen gittin ardından milyonlarca mahzun yürek, yaşlı göz, bükük boyun bıraktın.
Ölüm kaçınılmaz ve beklenmediktir. Sen gittin ve bizi bu dünyaya bağlayan bir bağ daha koptu.
Sen gittin ve koyulaştı yalnızlığımız, ıssızlığımız yoğunlaştı
Sen gidince ölüme dair tüm cümleler dirildi dilimizde, tüm acı duygular yeniden depreşti yüreğimizde.
Senin yokluğun için hazırladığımız cümlelerimiz yoktu, senden sonra acımızı dindirecek, bizi teselli edecek kelimelerimiz yoktu. Bütün ölümler gibi senin gidişin de ani ve hazırlıksız oldu.
Alimin ölümü alemin ölümüdür der Resulullah Efendimiz. İşte bundan dolayı sen gittin seninle bir alem göçtü.
Bütün ölümler soğuk, tuhaf ve acıdır. Senin vefatınla bir kez daha yaşadık bunu. Bir de çaresizliğimizi ve hiçbirşeyliğimizi anladık. Dedik ki “Ondan geldik şüphesiz ve dönüşümüz Onadır”
Sen gittin ve yetim kaldı sevdiklerin.
Bir kutlu zamanda, bir kutlu mekanda, En Sevgili’nin ayakları dibine düştün. Onun eteğine sarıldın adeta, Ona yapıştın.
Şeyhim!
nBu dini diriltmek adına, İslam’ı yaymak adına koşturdun, buna şahidiz,
Şahidiz, Allah’ın adını, Onun dinini en uzak diyarlara ulaştırmak için gösterdiğin çabaya, geceyi gündüze katıp koşturmana.
Bu rahmet mesajını tüm dünyalılara yetiştirmek için dur durak bilmeyen seferlerine.
Sadakatine, azmine, yorulma bilmeyen gayretine.
Zorluklar karşısındaki sebatına, sağlam ve dimdik duruşuna. Sabrına, şefkatine.
Şimdi en yüce dosta vardın. Efendimize, Onun güzel arkadaşlarına, o çok sevdiğin büyüklerine, dedene, babana erdin. Allah, sana en güzel şekilde muamale etsin, seni en cömert şekilde mükafatlandırsın, seni en güzel yerlerde ağırlasın.
Şeyh Muhammed el-Haznevî kimdir?
Şeyh Muhammed; Şeyh İzzeddin el-Haznevî’nin oğlu ve halifesidir. Şeyh İzzeddin de Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin (Şah-ı Hazne) oğludur. Şeyh İzzeddin vefatından önce pek çok defa değişik vesilelerle Şeyh Muhammed (k.s.)’dan övgü ile bahsetmiş ve insanları irşat etmede tam mükemmel bir hal üzere olduğunu dile getirmiştir. Bilindiği gibi, Haznevî ailesi Suriye’nin önde gelen ilim ehli bir ailesi olarak tanınıyor.
Şeyh Muhammed İslâm âlemi içerisindeki alimler arasında gerek kişiliği ve gerekse de eserleri ile önemli bir yere sahiptir. Şeyh Muhammed el-Haznevî’nin Suriye başta olmak üzere Lübnan, Türkiye, Mısır, Kuveyt ve Sudan gibi ülkelerde çok sayıda seveni bulunuyordu. Bunun yanı sıra Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde de müridleri vardı. Şeyh Muhammed, dünya malı toplamamış ve herhangi bir dünyevi makama gelmek, bir menfaat elde etmek peşinde koşmamıştır. Siyasî işlerle ilgilenmemiştir.
Elli altı yaşında vefat eden Şeyh, Mustafa Buğa, Vehbe Zuhayli gibi arap dünyasının tanınan alimlerinin yanında ilim tahsilini tamamlamış ve uzun yıllar kendi medreselerinde tedris işleri ile meşgul olmuştur.