6 Mayıs 2011 Cuma

Süleyman Hilmi Tunahan

 


SÜLEYMÂN HİLMİ TUNAHAN
Adı Süleymân Hilmi, soyadı Tunahan'dır.
Babası zamânın müderrislerinden Hâfız Osman Efendidir. Soyu FâtihSultan Mehmed Hanın "Tuna Hanı" olarak tâyin ettiği ve kendi kızkardeşi ile evlendirdiği İdris Beye dayanmaktadır. 1888 (H.1306)senesinde Silistre'nin Ferhatlar köyünde doğdu. 1959 (H.1379) senesindeİstanbul'da vefât etti. Karacaahmed Kabristanındadır.
Babası Osman Efendi tahsîliniİstanbul'da tamamladıktan sonra Silistre'ye giderek meşhûr Satırlı Medresesindeyıllarca müderrislik yaptı.

İlim ehli ve fazîlet sâhibibir âiledendünyâya gelen SüleymânHilmi Tunahan, ilk tahsîlini SilistreRüşdiyesinde ve Silistre Satırlı Medresesinde yaptı. Bilâhare tahsîlinitamamlamak için İstanbul'a gelerek Sahn-ı Semân (Fâtih) Medresesinekaydoldu. Fâtih dersiâmlarından ve o devrin meşhûr âlimlerinden BafralıAhmed Hamdi Efendi (BüyükHamdi Efendi)nin ders halkasına devâm etti.Zamânın usûlüne göre aklî ve naklî ilimleri tahsîl ettikten sonra 1916senesinde Ahmed Hamdi Efendiden birincilikle icâzet, diploma aldı. Dahasonra o zamanki tâbiri ile dersiâm (profesör) olarak yetişmek üzereSüleymâniye Câmii medreselerinden Medresetü'l-Mütehassısînin tefsîr vehadîs kısmına devâm etti.
Son derece parlak bir zekâya sâhib olanSüleymân Hilmi Tunahan, 1919 senesinde Medresetü'l-Mütehassısîn'denbirincilikle mezûn oldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzâtı (HukukFakültesini) da üstün bir derece ile bitirdi. Böylece bir taraftan dersiâm diğer taraftan da kâdılık rütbelerine ulaşarak devrinin zâhirîilimlerini tamamladı. Mezûniyetini müteâkip İstanbul'da dersiâm olarak vazîfeye başlayan Süleymân Hilmi Tunahan bir müddet sonra medreselerinkapatılması üzerine vâizliğe tâyin edildi. Uzun müddet İstanbul'unSultanahmet, Süleymâniye, Yeni Câmi, Şehzâdebaşı ve Piyâle Paşa gibibüyük câmilerinde halka vâz ederek insanlara İslâmiyetin emir veyasaklarını anlattı.
Aşağıdakibölümler Evliyalar Ansiklopedisinde yer almamaktadır,  farklıkaynaklardan temin edilmiştir.
SÜLEYMANHİLMİTUNAHAN (K.S.) HAZRETLERİ’NİN KRONOLOJİSİ (3)
1888/ 1304 - Miladi/ Rumi Süleyman Hilmi (k.s.)Efendi, Silistre’nin Hezergrad kasabasının Ferhatlar köyünde dünyayageldi.
1913 / 1329 -Darü’lHilafeti’l Aliyye MedreseleriKısm-ı Ali (Sahn) Medresesine girdi.
1915 / 1331 - 3.sınıf 1. şubesini 90 üzerinden 88puanla bitirdi.
Eylül 1916 / Eylül 1332 -4. sınıfı 80 üzerinden 76puanla bitirdi.
30 Eylül 1916 / 17 Eylül1332 –Medresetü’l-Mütehassisin’in (Süleymaniye Medresesi) Tefsir-Hadisbölümüne girerek Hafız Ahmet Paşa Medresesine kaydoldu.
1918 İstanbulMüderrisliği Ruûsuna tayin edildi.
27 Mayıs 1919 SüleymaniyeMedresesininTefsir-Hadis şubesinden mezûn oldu.
1926 Köyü olanFerhatlar’ı son defa ziyaret ederek40 gün kaldı.
1927 BabasıO smanEfendi vefat etti.
1936 Mürşid-iKamil olarak vazifeye başladı.
1939 İlk defa tevkifedilerek, birinci şubenin tabutluklarında işkence ve hakaretle dolu 3 gün geçirdi.
1941 Bulabildiği birkaç talebeye ilim öğretmeyebaşladı.
1944 İkincidefatevkif edildi. Birinci şubetabutluklarında, 8 gün işkenceye tabi tutuldu.
1949 Kur’ân kurslarının açılmasına, sınırlı daolsa müsâade eden kanunun yürürlüğe girmesiyle, Süleyman Efendi Hazretlerinin ilim öğretme faaliyeti bir nebze rahatladı.
1950 Vaizlikbelgesiiade edildi.
1951 SüleymanEfendi(k.s.), Şehzadebaşı’ndanKısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı.
1951 Çamlıca’da,Konya Lezzet Lokantası sahibiMustafa Bey’in köşkünün birinci katında ilk düzenli Kur’ân Kursufaaliyeti başladı.
1952 Çamlıca’da AzizMahmud Hüdayi Hazretlerinin Çilehanesinin yanında ilk resmi Kur’an Kursu, Üsküdar müftülüğüne bağlı olarak açıldı.
1956 CezâyirMüslümanlarının Fransız sömürgeciliğiyle mücadelesi esnasında, vaazlarında "Müslüman kardeşlerimize duâ edelim" dediği için, defalarca karakola çağrıldı veifadesi alındı.
1957 Bursa’datertiplenen mehdilik hâdisesi üzerine tutuklandı ve Kütahya Hapishanesi’nde, 69 yaşında olmasına rağmen 59 gün hapsedildi. İdam talebiyle yargılandı, berâat etti.
16 Eylül 1959 İstanbul Kısıklı’daki Hâne-i Seâdetlerinde, 72 yaşında ahirete intikâl ettiler.
Tasavvufyolunda Selâhüddîn ibni MevlânâSirâcüddîn Efendinin sohbetlerine devâm ederek yetişti. Süleymân HilmiTunahan'ın tasavvufî yönüyle ilgili olarak, dâmâdı ve bağlısı KemâlKaçar tarafından Necip Fâzıl Kısakürek'e verdiği notlardan birbölümüşöyledir:
"Süleymân Efendinin bâtın ilmine yâni tasavvuftaki mânevî cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehlinemâlumdur. Zâhirî akıl ve zekâ ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, birinsan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hattâ iç hayâtı münkir olamaz da yine tasavvuf ve irşâda ehil bir zât ile karşılaştığıhalde, o zât ilâhî irâdeyle kendisini ona bildirmezse, dünyâlar biraraya gelse onun feyzlerinden haberdâr olamazlar. Bizim ise kendisininmânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakîn biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve rûh melekeleriüzerindeki tesirini öz rûhumuzda ve vücûdumuzda hissetmiş, enfüsî vekevnî kerâmetlerinin üstün irşâd hârikalarını fiil hâlinde ve hakkıylamüşâhede etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inâyet ve lütfunamazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna Silsile-i sâdâd=Büyükler zinciri kolundan otuz ikinci ferdi Selâhüddînibni Mevlânâ Sirâcüddîn hazretlerinin cismânî nisbet, İmâm-ı Rabbânîhazretlerinin de rûhânî nisbetle vârisleri bulunduğuna îmânımız tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hiç olmazsa aksini iddiâetmemelerini ve kendisinde bir mürşid hâli görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünyâ ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiyeederiz."
Zâhirî ve bâtınî yönden yüksekderecesâhibi olan SüleymânHilmi Tunahan, îtikâdda Ehl-i sünnet, amelde Hanefî mezhebine, tasavvufta Nakşibendiyye yoluna mensûb idi. Ehl-i sünnetvel-cemâate son derece bağlıydı. Kendisinden feyz alan talebeleri ilevâz ve sohbetlerine devâm eden kimselere en büyük tavsiyesi; "Ehl-isünnet vel-cemâat" akîdesine ihlâs ve samîmiyetle bağlı olmalarıydı.
Yetmiş iki senelik ömrü boyunca İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlaraanlatarak onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olanSüleymân Hilmi Tunahan 16 Eylül 1959 senesinde İstanbul'da Kısıklı'daki evinde vefât etti. Karacaahmet Kabristanlığına defnedildi. (1,2)

ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ

Sondevirde Sûriye'de yetişen evliyâdan Şeyh Ahmed Haznevî'ninhalîfelerinden. İsmi, Abdülhakîm'dir. Seyyiddir. Hazret-i Hüseyin'insoyundan geldiği için Hüseynî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Gavs-ıBilvânîsi lakabıyla da bilinir. 1902 (H.1320) senesinde Siirt'in Baykanilçesine bağlı Kermat köyünde doğdu. 1972 (H.1392) senesinde Ankara'davefât etti. Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde defn edildi.
Doğumundan kısa bir müddet sonrababasının imâmlık yapmak ve medresede talebe okutmak için dâvetedildiği komşu Siyânis köyüne taşındılar. Babası vazîfesinin altıncıayında vefât edince onu dedesi yanına aldı. Dedesi onu okutmak içinâlim ve tasavvuf ehli Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin dershalkasına ve sohbetlerine gönderdi. Bu sırada sekiz yaşında bulunanAbdülhakîm Hüseynî 14 yaşına kadar bu zâttan ilim öğrendi ve feyz aldı.Hocası Nurşîn'e taşınınca tahsiline başka medreselerde devâm etti. Aynızamanda hocası ile mânevî bağını devâm ettirdi. Daha ilmini tamamlayıpicâzet almadan medrese ve tekkeler kapatılınca Siyânis'e döndü. KomşuTarunî köyüne imâmlık yapıp, talebe okutmak üzere dâvet edildi. Buradapekçok talebe yetiştirdi. Bu sırada hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînîvefât etti. Abdülhakîm Efendi hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvuftailerlemek için Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'nin talebelerinden ŞeyhSelim'e talebe olmak istedi. Ancak rüyâsında hocası ona çok sevdiğihalîfesi Şeyh Ahmed Haznevî'ye bağlanmasını bildirdi. RüyâsındaMuhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Şeyh Ahmed Haznevî'ye hitâben; "Şeyh Ahmed!Bu Seyyid Abdülhakîm'in babasının bizde emeği çoktur. Onun için sen onagözün gibi bakacaksın!" diye emânet etti. Bu işâret üzerine AbdülhakîmHüseynî, Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'nin talebelerinden Suriye'nin Hazneköyünde bulunan Şeyh Ahmed Haznevî'ye giderek talebe oldu. Hazne'yeAhmed Haznevî'nin talebelerinden Seyyid Ahmed'le birlikte gitti. ŞeyhAhmed Haznevî misâfirlere iltifatta bulunup talebeliğine ve sohbetinekabûl etti.

Şeyh Ahmed Haznevî daha ilk gündenîtibâren "Molla Abdülhakîm" diye hitâb ederek, onun ilim ve irfânınıtakdir ettiğini gösterdi.
Abdülhakîm Hüseynî, Ahmed Haznevî'ninsohbetlerinde bulundu. Daha sonra tekrar memleketine döndü. Fakat 14sene müddetle gidip gelerek ilmini ve tasavvuftaki derecesini arttırdı.Hocasından 34 yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere, 36yaşındayken de insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaksûretiyle kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmak için icâzet aldı.Memleketine dönerek köyünde ve çevresindeki diğer kasabalarda İslâmdîninin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Bütün ilim ve irfânınıtalebe yetiştirmeye ve müslümanların Allahü teâlânın rızâsınıkazanmalarına vesîle olmaya hasretti. İlk üç senede fazla netîcealamadı. Ancak hocası Ahmed Haznevî'nin vefâtından sonra onunsohbetlerine büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilimve feyzinden istifâde etmeye çalıştılar. Ona olan bu büyük rağbet civarkasabalardaki bâzı şeyhlerin gıptasına, bâzılarının da kıskanmalarınasebeb oldu. Çünkü onlara bağlı olan bâzı kimseler de gelip AbdülhakîmEfendinin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden biri ona gönderdiğimektupta; "İnsan düşünür ve kabûl eder ki yanyana koyun otlatan ikiçobandan birinin birkaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsaonları iâde etmek lâzımdır. O hâlde sen de bizim sürüden ayrılanlarıiâde etmelisin." diyordu. Bu mektubu okuyan Abdülhakîm Hüseynî tebessümederek; "Biz cedd-i pâkimizin (Peygamber efendimizin) ümmetine hizmetigâye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok tarafdârtoplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim mîrâs bırakmıştır. Builme kim sâhipse vâris odur. Biz inşâallah mîrâs gerçek vârislerinineline geçer diye duâ ediyoruz." buyurdu. Hep aynı yerde kalmayıp,ikâmetgâhını devamlı değiştirdi. Tarunî ve Bilvanis köylerinden sonraBitlis'in Narlıdere nâhiyesine, oradan da Siirt'in Kozluk kazasınabağlı Gadiri köyüne yerleşti.
Abdülhakîm Hüseynî gittiği yerlerde hemtalebe okutup ilim öğretti hem de sohbetleriyle insanlara dünyâda veâhirette mutlu olmanın yollarını gösterdi. Talebelerinden birisinin;"Canım Gavs'a kurbân olsun! Bize öyle bir nasîhatte bulununuz ki dünyâve âhirette bizim kurtuluşumuza vesîle olsun." dedi. Abdülhakîm HüseynîEfendi; "Kurtuluş için hürriyet ve iffete dikkat edin." buyurdu.Talebesi; "Efendim hürriyet ve iffet nedir?" deyince; "Hürriyet Allahüteâlâdan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Umum işlerde sebepleredeğil, sebepleri yaratana dayanmak kulun ilk kurtuluş kapısıdır. İffetise, kendi nefsi ve başkasının hesâbına değil, söz, hareket, amel,niyet ve özde yalnız Allah hesabına göre olmaktır." buyurdu. Talebesi;"İhlâsdan çok bahs edilir. İhlâs nedir?" diye sorunca da; "İhlâs; illetve gâye olmaksızın yalnız Allah için günâhı terk ve emirleri yapmaktır.Yâni vargücünü Allahü teâlânın emrine sarf etmektir. Bu hâlde sebatetmenin zâhirine takvâ, özüne ihlâs ismi verilmiştir. Meselâ kimindüşüncesi mîdesi olursa, kıymeti ondan çıkan kadardır. Binâenaleyhhimmetini şöhrete, şehvete harcayanın hâli mâlûm olur." dedi.
Bir müddet Siirt'in Kozluk kazâsına bağlıGadiri köyünde kaldıktan sonra Şehri'ye gelen Abdülhakîm Hüseynîinsanlara tatlı sohbetlerde ve nasîhatta bulundu. Dinleyenlerdenbirinin; "Açık ve gizli darbelere nasıl dikkat ederiz, onlardan nasılkurtuluruz?" sorusuna şöyle cevap verdi:
Darbelerden kurtulmak için açık ve gizliedeplere uymak, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, hasbelbeşer, insanlık îcâbı bir günâh işlenirse, tövbeyi geciktirmemek,Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve diğerİslâm âlimlerinin eserlerini okumak, öğrendiğimiz İslâmî bilgileribilfiil tatbik etmekle ve İslâmiyeti bilenlerin sohbet ve nasîhatlerinidinlemekle kurtuluruz. Bunlar zâhirî edeptir. Bâtınî, gizli edeplerigözetmek ise bu zamanda çok zordur. Kalbi mâsivâdan yâni Allahüteâlâdan başkasını düşünmekten temizlemekle mümkün olur. NitekimHâfız-ı Şîrâzî hazretleri; "Seni dostundan geri bırakan ne ise kalptenonu terk et." buyurdu.
Bir sohbeti esnâsında da dinleyenlerdenbirisi; "Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, hadîs-i şerîfleri, fıkıh ilminibiliyor, Selef-i sâlihînin, ilk devir İslâm âlimlerinin kitaplarınıokursa, mânevî bir yol göstericiye ne gerek vardır?" diye sordu.Cevâbında buyurdu ki:
"Dediğin doğrudur fakat bir eczâcı türlütürlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbetçıkarılacağını, hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hattâ çoğuzaman doktorlara da onu gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göreteşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını tavsiye ederler. Fakateczâcı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten âcizdir. Doktorunreçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesizsatılmaz diye bir kayıt olursa, eczâcı o ilacı parasız olarak verdiktensonra hasta o ilaçla ölürse, eczâcı cezâlandırılır. Elbette böyle satışyapan cezâyı hak eder. Bununla berâber hastalıkları tedâvî ve teşhiseden doktor da kendi filmini çekmekten âcizdir. Belki filmini çekebilirama iki omuzu arasında bir çıban varsa onu tedâvî etmekten âcizdir.Âlimleri de buna kıyas ediniz. Halbuki insan âhiret yolunda evvelâavâmdır yâni halktandır. Nasıl kendini tedâvî edebilir. Kalbhastalıklarının tedâvîsi maddî tedâvîden daha zordur. Acaba nazarîolarak tıb ilmini tahsil edene, senin oğlun dâhi olsa beyin ve kalbameliyâtında sen kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş vebirçok başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslimedebilirsin değil mi? Bu kadar vâizler, nasîhatlarıyla az kimseleriyola getirirler fakat mânevî rehber olan hocalar öyle değildir. Peçokgünahkâr ve fâsık onların sohbetleri sebebiyle günahlarından vazgeçmişlerdir. Bu hâl apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamânımızda yolgöstericiler az olduğu için gençlerimizin isyânı fazla olmuştur. Bugünvâz ve nasîhat eden kimseler çoktur ama hakîkî saâdet yolunu gösterenrehberler azdır."
Abdülhakîm Hüseynî bir sohbeti sırasındatövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdu:
Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terketmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte bu hâl insana on güzelahlâk ve hasleti kazandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir.Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır. İkincisi;tutulduğu günahları terk etmek ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü;Allahü teâlâya yönelip kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâretigerekenin keffâretini vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerinevermektir. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; "Utancından dolayı gasb ettiğive çaldığı malı sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ileilgili tövbesi sahîh değildir." buyurdu. Dördüncüsü; yaptığındanpişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir. Beşincisi;istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmetyoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azimle kasdeylemektir. Altıncısı; günahlarının âkibetinden korkmaktır. Yedincisi;günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı Hakk'ın mağfiretiniümid etmektir. Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf edipaffını taleb etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allahü teâlânın takdîrive adâleti ile olmuş bilmek ve Allahü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğineinanmaktır. Onuncusu; sâlih amellere devâm etmektir.
Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbeninzamânı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirinîmânı kabul olmadığı gibi müminin tövbesi de makbûl değildir. "MuhakkakAllahü teâlâ kulun tövbesini cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder." hadîs-işerîftir. Nihâyet can boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminintövbesi kabûl değildir."
Abdülhakîm Hüseynî Menzil'de bulunduğusırada hastalanmadan önce şimdiki türbesinin yerini etrafına taşlardizerek işâretledi. Vefât ettiği zaman buraya defn edilmesini vasiyetetti. Ömrü boyunca insanların îmânlarını kurtarabilmeleri için gayretetti. Bir sohbetinde; "Evliyâ yetiştirme mektepleri olan tarîkatler,artık îmân kurtarma mektepleri hâline geldi. Eskiden insanlar yıllarcagezer, kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıpmüslümanları îmânlarının kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar.Şâh-ı Hazne (Ahmed Haznevî) Ümmet-i Muhammed'in îmânını kurtarmayaçalıştı. Yoksa bu zamanda tarîkat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdibir oyalamadır yapıyoruz. Maksad îmân kurtarmaktır. Tam hidâyet Mehdîaleyhirrahme zamanında olacaktır." buyurdu.
Ömrünün son zamanlarında sohbetine geleninsanlara buyurdu ki:
İnsanın kalbi dâimâ Allahü teâlâya bağlıolmalı, Allah insanın aklından, fikrinden hiç çıkmamalı. İnsanın kalbihem mahzûn olmalı, hem de Rabbine yalvarış içinde bulunmalı. Kişi nekadar mahzûn, ne kadar nefsinden ve benliğinden uzaklaşmışsa Allahüteâlânın yanında o kadar makbûl ve yüksektir. Zâlim olan, zulm eden,zevk ve safâ peşinde koşan kişinin, elbette Allahü teâlâdan haberiolmaz.
İnsan fakîr olmalıdır. Rabbü'l-âlemîn hepfakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat nefs ve benliktenuzak olmaktır. Dünyâ malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs vebenliğini yenmesi lâzımdır. Nefsini gören, kendinde büyüklük hissedenkimseyi Allahü teâlâ sevmez. Şeytanın küfre gitmesinin sebebi nefsini,kendini büyük görmesi değil miydi?.. İnsanın ayağı nefsin göğsündebulunmalıdır ki, başkaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çokbüyüktür. Firavun, Şeddat, Kârûn gibilerin felâketlerine nefislerisebeb oldu. Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialarakalkıştılar. Kendileri boş bir dâvâ güttüklerini, ilâh olmadıklarını veAllahü teâlâdan uzak olduklarını bildikleri hâlde nefislerinin Allahlıkdâvâsına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar büyümüş ve kendilerinehâkim olmuştu.
İnsanın iyi amellerini ve ibâdetlerinigörmemesi, hep günâhlarını görmesi lâzımdır. İnsan bir şey olmadığınıbilmelidir. Hayrını, amelini, ibâdetini değil, hep günahlarını gözönünde tutmalıdır. Çünkü insan amel ve ibâdetini görünce nefsi kabarır.İnsanı felâkete götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârûn gibi ilâhlıkdâvâsında bulunan ve helâke gidenler hep nefisleri yüzünden bufelâketlere uğradılar. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlıkdâvâsına kalkıştılar. Çünkü nefis kendinden üstün hiç bir varlığınbulunmasını istemez. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmışnefislerinin ilâhlık iddiâsına uymuşlardır. Onlar kendilerinin ilâholmadığını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı fakat büyüyen ve büyükiddiâlara kalkışan nefislerine kendileri de uydular.
İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerlearkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaati ebediyete kadardevâm eder. İşte Eshâb-ı Kehf'in köpeği, köpek olması münâsebetiyleharam ve necisdir. Islâkken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defâyıkamak gerekir (Şâfiî mezhebine göre). Fakat iyilerle kaldığı için,Allahü teâlâ onu berâber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı.Haram ve necis olduğu hâlde cennetlik oldu ve Cennet'te iyilerleberâber bulunacaktır. Halbuki Nûh aleyhisselâmın oğlu Ülü'l-azm birpeygamberin oğlu olduğu hâlde, kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarlaberâber bulunduğu için îmânını kaybetti. Allahü teâlâ onu kâfirlertopluluğundan yazdı. Peygamber oğlu olduğu hâlde kâfirlerle arkadaşlıkyapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine îmânsız gitti. Öte yandannecis olan bir köpek ise cennetlik oldu. Çünkü iyilerle berâberdi,onlardan ayrılmadı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellembuyurdu ki: "İnsan her kimi seviyorsa kıyâmette de onunla berâberhaşrolacak, kiminle arkadaşsa haşirde de onunla arkadaş olacaktır."
Ömrünün sonunda bir yıl kadar kaldığıAdıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde hastalanan AbdülhakîmHüseynî Efendi tedâvî için Diyarbakır'a götürüldü. Oradan da Ankara'yanakledildi. Burada iken bâzı siyâset adamları ve parlamenterlerkendisini ziyâret ederek duâsını istediler. Onlara hitâben; "Hâlisniyetle dîn-i mübîne, İslâm dînine her kim hizmet etmek isterse Allahüteâlâ onu muvaffak kılsın..." diye duâ etti.
Ankara'da yapılan ameliyattan sonradurumu düzelmedi. 25 Mayıs 1972 (H.1392) târihinde Ankara'da vefâtetti. Cenâzesi Menzil köyüne götürülerek talebeleri tarafından, dahaönce işâretlemiş olduğu yerde defnedildi. Kabri sevenleri tarafındanziyâret edilmektedir.
İŞİN ESÂSI
Talebelerinin bir sorusu üzerine buyurduki;
Fıkıh ilmini öğrenin, onunla amel edin.İslâm dîni edeplerden ibârettir. Edeplere uymak lâzımdır.
Alışkanlık çok çirkindir. İbâdet dealışkanlıkla yapılmamalı. Çünkü alışkanlık hâlini alırsa ibâdet âdetolur. İbâdeti âdetten edeblerle ayırmak gerekir. Herbir işe kapısındangirmek gerekir, temelden başlamak lâzımdır. Kul elinden gelen tedbirialmakla Allahü teâlânın takdirine teslim olmalıdır. Zamânın hepsi üçsaatten ibârettir. Bir gün aleyhte, bir gün lehte olur. Lehte olduğuzaman şımarıklık, kibirlilik ve zulümden sakınmalı, aleyhte olduğuzaman sabır, tahammül, azamî tedbire sarılmalıdır. Ne aleyhte ne lehteolduğu zaman da vakti değerlendirmek gerekir.
İşin esâsı Ehl-i sünnet vel-cemâatîtikâdını öğrenip îmânı düzeltmek ve Ehl-i sünnet âlimlerininbildirdikleriyle amel etmektir. Îmânı Ehl-i sünnet îtikâdına göredüzeltmeden tasavvuf yolunda ilerlemek mümkün değildir.
1) Mâneviyât Dünyâsında İz Bırakanlar; s.121,132
2) Edeple Varış Lütufla Dönüş; s.3
3) Sohbetler

Sıddık Naci Eren Uşşaki

 

SIDDIK NACİ EREN UŞŞAKİ
KİŞİLİĞİ
Kâmil-i Mürşid Sıddık Nâci Eren UŞŞÂKÎ (k.s.) Hazretleri, Halvetiyye-i UŞŞÂKÎ Tarikatının yetiştirdiği asrın müceddidi dir. Âlim ve kâmil, ilmin kaynağı, asrın al¬lâmesi, zamanın kutbu, gavs-ı â'zam, şeri'at, tarikat, hakikat ve ma'rifet ilimleri ile mücehhez, kırkların reisi, çaresizlerin sığınağı, gerçek irşadın yetkilisi, Peygamber şubelerinden olup, feyz ve ilâhi nûrun durağıdır.
HAYATI
Sıddık Nâci Eren UŞŞÂKÎ (k.s.) Hazretleri 1925 yılında babası Hacı Hafız Ali Efendi ve annesi Hanîfe hanımdan, Balıkesir'in Aktarma köyünde bu fani cihana teşrif etmiştir.
Küçük yaşta iken dahi haramlardan kaçınıp, oruç ve namazlarımı eda ederdi. Her zaman her yerde, Cenab-ı Hakk'ın rızasını düşünür, aşırı derecede muhabbet edip, Allah aşkından ağlayıp inlerdi.
1944 senesinde,19 yaşında iken asker oldu. Askerliğime devam ederken 1946 yılı içinde Uşşâkî Meşayihi, Üstad, Hacı Bekir Visâli Uşşâkî (k.s.) Hazretlerine intisap etmiştir.
1947 yılında askerlikten terhis olduktan sonra memleketi olan Balıkesir'in Aktarma köyüne geldi. Çiftçilik ile meşgul oldu.Tasavvuf yolunda almış olduğu vazifeleri aşk ve şevk ile noksansız olarak yapmaya devam etti. Üç sene kadar köyde kaldıktan sonra 1950 senesinde Balıkesir vilaye­tine hicret etti.
Balıkesir'e geldiğinde sık sık İzmir'e gidip mürşidinin mânevi sohbetlerinden istifâde etmiştir. O zat-ı muhteremin himmet ve teveccühü ile çok kısa bir zamanda seyr-ü sülûkunu tamamlamıştır. Seyr-ü sülûk eyledikten sonra kemal mertebesine erimiştir. Tarikatın usul ve esrârlarını ve âdabını öğrenmiş, Hilâfet ve vilayet rütbesini hak kazanmış, icâzet verilip, irşâda me'mur edilmiştir.
Kendisi bu olayı şöyle anlatmaktadır :
Bir gün sabah namazını edâ ettikten sonra toplanmış olduğumuz bir mekanda mürşidim kutb-u zaman Bekir Sıdkı Visâli Uşşâkî (k.s.) hazretleri, almış olduğu mânevi bir emir üzerine tarafıma, Tarîkat-ı âliye Halvetîyye-i Uşşâkîyye icâzeti vererek, halîfesi Hacı. Mehmed Rûhi ve ihvanları arasında bu fakiri irşada memur kıldılar. Bekir Sıtkı Visâli Uşşâkî (k.s.) Hazretleri her beşer gibi bu fâni cihandan 1962 yılında iken berat gecesinden bir gün sonra dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya intikal eyledi.
Mürşidimin Hakk'a yürümesi ile postuna halifesi üstad Mehmed Rûhi Uşşâkî Hazretleri oturmuştur. Üstad Mehmed Rûhi Hazretleri 1977 yılında 72 yaşında iken, Amman yakınlarında geçirmiş olduğu trafik kazasında şehid olarak Hakk'a rucû etmiştir.
Hazretin Hakk'a intikalinden sonra, üstadım Visâli hazretleri'nin ikinci halifesi olan Seyyid Kâzım Kızılkanat Hazretleri de, Hak aşıklarını irşad etmeye başladı.
Bir gün Sultan-ı Enbiya Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri, zuhur ederek bu âciz kölelerini, ihsan ve mürüv­vetleri gereğince taltif ile,
- Evladım sen bizim evlâdımız olan Kâzım 'a muhabbet ve iltifat ediyorsun. O bizim hakiki evlâdımız­dır.Onu mürşid tanıyıp, yakın ihvanlarına tanıtıp ona biat etmelerini istiyorsun, buyurdu.
Hamd ve şükürler yüce Allah'a olsun ki, işte böylelikle il­tifatı Muhammediye'ye nail olundum.
Bir gün Seyyid Kâzım Kızılkanat Uşşâkî (k.s.) Hazretlerinin sohbetlerinde bulunur iken, kendile­rinden kitap yazmam için izin ve destur istedim. O da bu talebimi kabul edip müsaade ve destur verdi. Zaten daha evvel de üstadım Bekir Sıdkı Visâli Uşşâkî (k.s.) Hazretleri kasîde ve kitap yazmama müsaade etmişlerdi.
İlk başladığım eser "Nur-u Muhammediye" kitabı idi çok çeşitli ve kıymetli kitaplardan derlemeye devam ettiğim bir zamanda, yakaza hâlinde iken, iki cihan serveri âhir zaman peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v.) efendimiz hazretleri ve yanında cihar-ı yar-ı güzin Efendilerimiz olduğu halde tecelli ederek, başlamış olduğum eseri eline alıp göz attılar. Bu kitabı Hazreti Ebu Bekir'e, Hz. Ömer'e, Hz. Osman'a ve Hz. Ali'ye verdikten sonra, tekrar onlardan alıp bu âciz fakirin eline verdiler. " Eseri yazmaya devam et " diyerek tebessümle emir ve ferman buyurdular. .
Bu olaydan sonra bende öyle bir aşk ve ilim, gayret ve azim zuhura geldi ki, bunun dil ile tarifi mümkün değildir. Ancak yaşayan bilir.
Mürşidim Seyyid Kâzım Kızılkanat Hazretleri bir gün bu fakire buyurdular ki,
- Ben Pir Seyyid Cemâleddin-i Uşşâkî isem sen de Pîr Salâhaddin-i Uşşâkî Hazretleri misâlisin. O zat-ı muhterem 210 adet kitap yazdı sen de inşallah çok kitap telif ede­ceksin, buyurdular. İşte ondan sonra da bir Divan-ı Kebir ile 23 adet eser yazma imkanı Rabbim bana lütfeyledi.
Üstadım Seyyid Kâzım Kızılkanat Uşşâkî (k.s.) Hazretleri de bu fa­kiri yerine vekil olarak tayin eyledikten sonra, o da her beşer gibi Rumi 1396 yılında 72 yaşında iken Rabbisine rucû eyledi.
Seyyid Kâzım Kızılkanat Hazretleri hayatta iken, umreye niyet ettiği­mde, ziyaretlerine gitmiş idim. Bana,
- Evladım Bağdat şehrine vardığında benim akrabam olan, Pîr Seyyid Abdulkâdir Geylâni Hazretleri'nin torunlarından 17. batnı, Seyyid Abdurrezzak 'ın oğullarından Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa (Hasan-i , Hüseyni) (k.s.) Hazretlerini ziyaret et ve hayırlı dualarını al, buyurdular.
Biz de ne zaman ki, Bağdat şehrine ulaştığımızda, Pîr Seyyid Abdulkâdir Geylâni Hazretleri'ni ziyaretine gittim. Râbıta ve murakabeye vardığımda, Pîr Hazretleri, fakire tecelli edip, beni alıp Ravza-ı Mutahhara 'ya götürdü. Efendimiz bir kürsü üzerinde oturmuş, büyük bir mec­lise hitap ediyordu.
Gavs-ül Â'zam Pîr Seyyid Abdulkâdir Geylâni Hazretleri, beni aldı kürsüye kadar gö­türdü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine,
-Ya Resulullah bu evladımıza Kâdir-i Tarikatı'ndan icâzet ve­rilmesini arz ediyorum. Emir ve ferman sizindir, dedi.
İşte o zaman Resul-u Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri de Gavs-ül â'zam'ın arzular ı nı yerine getirdi.
Bir gün sonra Seyyid Hüseyin Fevzi Pa şa Hazretlerini ziyârete gittiğimde hazırlamış olduğu hilâfet ve icâzetnamemi fakire takdim etti. Kendilerine sordum,
- Efendi Hazretleri, zâtınız ile ilk defa görüşüyoruz. Hemen icâzet verdiniz bu hususta beni aydınlatıp mutmain etmenizi arz ediyorum, dediğimde.
- Evladım dün siz huzur-u Resûlullah 'ta iken mânen size bu icazet ve­rilmedi mi ? İşte ben de o zaman orada idim, buyurdular.
Şeyh Efendi Hazretleri fakiri hakiri çok sever idi bir gün mânâ âleminde buyurdular ki,
- Evladım sen benim gözüm ve kulağımsın, söyleyen kelâmımsın sen benim ayak ve ellerim misâlisin, diyerek iltifatlarına mazhar oldum.
İşte gördüğünüz gibi dört adet Şeyh-i Kâmile hiz­met ettim. Hepsinin himmet ve teveccühünü kazandım. Bir meyyid misâli teslim oldum. O zatların hayırlı dualarını aldım.
***

Hayatının 60 yıl gibi uzun bir süresini Tasavvuf yoluna vakfederek sayısız kişiyi irşad edip, irfan mektebinde mürşitlik yapmaktadır ve irşada devam etmektedir.
TASAVVUFİ YÖNÜ
Ülkemizdeki tasavvuf güneşlerinden biri olup, kibâr-ı Evliyâullah'tandır. Halvetîyye-i Uşşâkî (Aynı zamanda Kâdirî) Tarikatlarında yetişmiş nâdir şahsiyetlerdendir. Hazret-i Peygamber ve sünnetine bağlılığında hiç taviz vermeyen tutumdadır.
KERAMETLERİ
1975 y ılının Ramazan bayramından 2-3 gün sonra, 8 kişi bir minibüse binip hac için niyetlenerek yola çıktık. Aynı seyahatte Şam'da, Cami-i Emevi de yaşadığımız bir hadiseyi anlatayım. Sabah namazını kılıp ziyaretimizi yaptık. O arada cami içinde yakla şık 300 kişilik bir topluluk zikir meclisi kurmuş, başlarında bir şeyh efendi vardı, 65-70 yaşları civarında, sakalı siyahlı beyazlı. Şeyh efendi kafasını önüne eymiş murakabe ediyordu. Biz namazdan sonra duam ızı yaptık sonra da Hacı baba (Nâci Efendi) ve beraber geldi ğimiz insanlarla ile oradakilerin en arkas ına oturduk. 2-3 dakika geçer geçmez şeyh efendi başını kaldırdı, orada olan meydancılardan bir tanesini yanına çağırdı, tam zıt tarafına düşen Hacı baba'yı gösterdi ve bir şeyler söyledi. Adam Hacı baba'nın yanına geldi ve "ya şeyh faddal " (buyurun) dedi, " şeyh efendi seni yanına istirham ediyor " Diye devam etti. Hacı baba'yı aldı ve şeyhin yanına oturttu. Herhalde daha evvelden tanışıyorlardı diye düşündüm. Tabi o zamanlar ben de Hacı baba'nın kıymetini pek bilemiyordum. Sadece babamız olarak hürmet ediyorduk. Uzatmayım, güzel bir zikir meclisi oldu, zikirden sonra Hacı baba'ya etrafı dolaştırdılar, sarılıp, ayrıldılar. Döndüğünde Hacı baba'ya daha önceden tanışıp tanışmadıklarını sordum, hayır dedi, sadece hakiki mürşidi kamil ise, bizim de ne olduğumuzu bilecek biridir diye içimden geçirmiştim dedi. Büyük bir zatmış dedi.
***
Medine'de yaklaşık 35 gün kaldık. Orada Şeyh Fehmi Efendi her perşembe toplantısında Hacı Nâci Efendi nerde diye sorardı. Hacı baba abdestini alıp bir kenara oturur, Fehmi Efendi de onu hemen yanına alırdı. Orada kaldığımız 35 gün boyunca birkaç defa Hacı baba'yı methetti. Fehmi Efendi Konyalıydı. Fakat bütün tarikatlar tarafından da Medine'nin kutbu kabul ediliyordu. Şâzeli idi, oraya gençliğinde gitmişti, Velhasıl Medine'nin kutbu oluşunu tüm tarikatlar da kabul ediyordu. Bazen beni kenara çekip birçok şey (sırlarını) anlatırdı.
Hacı babamla ikimiz Mekke'ye hareketten önce ihramları giyip elini öpmeye gittik. Hacı baba elini öpünce ona, "o ğ lum sen biraz şöyle yürü bakayım " diyerek onu uzaklaştırdı.Biz yalnız kaldık. Sonra bana döndü ve sordu "o ğ lum babanızın kıymetini biliyor musunuz ? " Efendim, dedim bu yolculuğa çıkınca öğrenmeye başladım.
"Oğlum Onun yıldızı o kadar parlak ki bir zaman gelecek her taraf ondan sorulacak" dedi. "O hal geldiği zaman bize dua etsin" dedi. Efendim asıl o sizden dua bekliyor dedim. Bize çok dua etti. Sonra ayrıl ıp geldik.
***
Mekke'deyiz, yan ımızda rahmetli şeyh Mehmed Rûhi Efendi var. Afyon taraf ından da insanlar gelmiş. 40-50 kişi kadar oluyorduk. Sabah namazını kıldık, işrâkı bekliyoruz. İşrak namazından sonra da tavaf yapılıyordu. O zamanlar Kabe de kum havuzları vardı, Hac ı Mehmed Rûhi Efendi ve hacı baba (Nâci Efendi) ön tarafta idiler. Önlerinde iri yarı b ir zat gördüler, hemen birbirlerine sarıldılar. Sonra Hacı baba, Hacı Mehmed Rûhi Efendi ve diğer ihvanlarda o zat ın elini öptüler. Ben en geride kalm ıştım. Biraz sonra ben de elini öpmek istedim. Çenemden tutarak kaldırdı, "Sen Hacı Nâci efendinin oğlu musun" dedi. Evet efendim dedim, gülmeye başladı "Oğlum babanızın kıymetini biliyor musunuz" dedi ve devam etti. "Oğlum bir zaman gelecek her ş ey ondan sorulacak" dedi. Devamla, "Çok büyük bir zat olacak, şu anda büyük ama daha da büyük olacak" dedi ve ilâve etti. "O zama bize dua etsin" Efendim kimsiniz dedim. "Ben Fatihli Ömer'im" dedi. Ben, uykucu Ömer mi dedim. Gencim, 24 yaşındayım o zaman, ağzımdan böyle kelam çıkıverdi. Bana sarıldı evet evet dedi. Fatihli Ömer Efendi İstanbul'un o zamanki kutbu idi.
Ondan sonra aynı lafları Irak'ta, Gasül A'zam Pîr Seyyid Abdulkâdir Geylâni Hazretlerinin torunlarından ve Kâdiri Meşayihinin büyüklerinden Ba ğdat'taki Şeyh Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa Hazretleride söyledi.
***
Yıl sanıyorum ki 1980 idi, rahmetli Seyyid Kâzım Efendi ile Kınık'tayız. O zamanlar kendisini Kula'ya arabamla ben götürüp getiriyordum. Bu yüzden yolda bana, devaml ı bir şeyler anlatırdı. Neyse, bir caminin avlusundayız, abdest almış karşıdan geliyor. Ben de kenarda sigara içiyorum. Onu görünce sigarayı attım. Beni görmü ştü. "Ver bak ıyım bir sigara "dedi ve devamla "Oğlum babanızın kıymetini biliyor musunuz."dedi. Efendim, bunu bana 3-4 zat- ı muhterem aynı şekilde sormuştu dedim. "Oğlum Uşşâkî tarikatında Pîr Hazretlerinden sonra en fazla yıldızı parlak olan o olacak, yakında bütün tarikatlara da hizmet edecek, mânen nereye gitsem devamlı olarak karşıma çıkıyor." dedi. Bu olaydan bir ay s onra müsaade etti ve babam da kitap yazmaya başladı. Hacı baba o gün kahvaltıda Kâzım Efendiye bir rüya anlatmıştı. Rüyasında elinde hortum, Türkiye'yi bütünüyle sulamıştı.
Seyyid Kâzım Efendi sözlerine devamla "Aynı rüyâsında olduğu gibi bir zaman gelecek Türkiye'de arşı sulayacak." Diye bana anlattı.
Bende, ama efendim dedim, sizin yanınızda ne konuşulursa konuşulsun ben dışarı çıkınca unutuyorum. "Mehmet Efendi" dedi "O zaman geldiğinde sen babana hatırlat bize duâ etsin."
Bundan 3-4 sene evvel babama dedim ki, o zat-ı muhteremler bana böyle bir şeyler söyledilerdi, onlara dua et. Estağfirullah falan dediyse de hatırlatmış oldum.
***
1980 yılında ben, Hacı baba, bizim rahmetli Toplu Dayı, onun oğlu Mehmet Toplu, Halil Saygı 3 araba peş peşe Medine'ye gidiyoruz. Medine'ye 90-100 kilometre kalmıştı. Arabayı ben kullanıyordum. Bir anda, karşıdan bir ışık, bir nur çıktı, arabanın üzerine doğru geldi. Bir acaiblik oldu aynı ravza-ı mutahhara ve peygamber efendimiz� Ben ağlamaya başladım, hanım ağlıyor, Hacı baba ağlıyor, araba içerisinde hepimiz ağlıyoruz. Arabayı kullanmakta zorluk çekince, rüzgar vursun diye kafamı dışarı çıkardım. Buram buram ravza'nın kokusu geliyordu. Velhasıl yavaş yavaş Medine'ye vardık. Bir gün sonra, imamı Ali efendimizin mescidi'nin yakınlarından bir şeyler alıyorduk. Diğer arabadaki arkadaşlar bana "dün Medine'ye 90-100 km kala arabanın içersine bir nur girdi. Arabadaki herkes o nurun farkına vardı ve hepimiz ağladık" dediler. Peş peşe 3 arabada da aynı olay olmuştu. Bunun hikmeti nedir acaba, Hacı babaya soralım öğrenelim dediler. Hacı babam da abdest almaya gitmişti. Gelince babama anlattım. Bir müjde varsa bize de bildir dedim. "Bir şey yok oğlum" deyince biraz naz ettim. Diğer arkadaşlarda ısrar etti. Hacı baba anlatmaya başladı.
"Zaten, Tebuk'tan Suudi Arabistan'a girdiğimizde evvela orada Pîr Hazretleriyle karşılandık dedi... Medine'ye yaşlaştığımızda, koku geldiği zaman Resulullah (s.a.v.) Hazretleri vardı, Pîr Hazretleri vardı ve diğer tarikatların Pîrleri de oradaydılar. Bana hitaben "Evladım Nâci ne istersin bizden, evladımız kabulümüzsün zaten, başka ne istersin." Dediler bende "Evlatlarımın da evlatlığa kabulünü isterim ya Resulullah." Dedim. "Pekala o da kabulümüz, başka ne istersin." deyince utandım başka şeyler söyleyemedim dedi. Ama o anda da ihvanlarım içimden geçti. "İhvanlarını da, hatta sana saygı, sevgi ve güler yüz gösterip elini sıkanı da evlatlığa kabul ettik." buyurdu. O anda gelen de Resulullah (s.a.v.) in kokusuydu dedi. Aramızda kalsın diye de ekledi.
***

Rahmetli Seyyid Kâzım Efendi ölümünden bir müddet evvel Balıkesir'e geldi.Hacı baba kendisini 15 gün kadar misafir etti. Artık dönmek istediğinde, götürmek için arabaya binmek üzere kapıya geldiğimizde, Hacı baba Kâzım Efendiye, "Efendim size hakkıyla hizmet edemedik çocukların hatası için özür dilerim" dedi. Seyyid Kâzım Efendi güldü ve "Ben o kadar memnunum ki, Peygamber Efendimiz, Hz. Ali Efendimiz, Hz. Fatıma Vâlidemiz hepsi senden memnun, hepsi hayır dualar ediyorlar" dedi. "Orada sen de benim kardeşimdin, sen de çıkabilirdin ama beni çıkardılar. Bu son görüşmemiz bana hakkını helal et ve duâ et" dedi. "Seyyid olmamızdan ötürü bir şeyler var ama sen de Seyyid sin" dedi ve epeyce duâ etti. Normalde her zaman araba ile yola çıkar çıkmaz konuşmaya başlardı. Bu son seferde Akhisar'a kadar hiç konuşmadı. Yolculuğun sonunda hayır duâlar etti.Çok kısa zaman sonrada vefât etti.
AİLESİ

Eşi Bedia validemizden Ali, Nazmi, Mehmet, Ahmet adında dört oğlu ve Cemile adında da bir kızı vardır. On beş torunu vardır. Mânevi evlatlarının sayısını rakamla ifade etmek mümkün değildir.
ESERLERİ
Sıddık Nâci Eren UŞŞÂKÎ (k.s.) Hazretlerinin bir Divânı olup, yazmış olduğu eser sayısı şimdilik 24 adettir. Eserleri Avrupa'dan Asya'ya bütün ehli tasavvufların istifade ettiği kaynaklar olmuştur. Eserlerinin tamâmı defâlarca basılmıştır.
Uşşâkî de 4. Pîran olup, Hayırlı uzun ömürler içinde nice eserler daha yazarak insanlığın istifâdesine sunmasını dileriz.
Yazmış olduğu eserler :
1- Allah ve Resulü'ne En Yakın Yol
2- Nur-u Muhammediye
3- Cennet Yolu
4- Kalblerin Anahtarı
5- Ölüm, Kıyâmet ve Âhiret
6- Mübârek Geceler ve Üç Aylar
7- Çeşitli Duâlar Edeb ve Âdap
S- Tarik-i Uşşâkî'de Usul ve Âdap
9- Yüce Veliler ve Anadolu Evliyâları
10- Evrad-ı Saadeti Ebediye
11- Sohbetlerim
12- Âşıklar Bahçesi İlâhi ve Kasîdeler
13- Sırlar Hazinesi
14- Özün Özü
15- Maneviyat Bahçesi ve Saadeti Ebediye
16- Tarikatların iç Yüzü
17- Tarikat ve Evliyâlarda Usul ve Âdap
1S- Pîr Seyyid Hasan Hüsâmeddin Uşşâkî
19- Sıddık Nâci Eren Divânı
20- Dergah İlâhileri
21- İslam'da Evlilik ve Cinsel Hayat
22- Müslümanlıkta ibâdet Ahlak ve Âdap
23- Allah (c.c.) ve Resulullah'ı Sevenlerin Yolu
24- Şifalı duâlar

Şeyh Ali Kara [ K.S ]

 


Cenab-ı Hakk'ın 21. yüzyılda gönderdiği aşıklar sultanı, marifet nurunun aynası gönüllerde ebediyete kadar ölmezlik sırrına eren büyük velilerdendir. İnsanları Hakk'a davet eden, onlara doğru yolu gösteren, hakiki saadete kavuşturan büyük alim ve velilerdendir. 1900 (H. 1254) yılında Malatya ili Akçadağ kazasının Aşağı Örüşkü köyünde dünyaya geldi. İsmi Ali'dir. Babasının ismi Ali Seyyidi Efendi, annesinin ismi Fatıma Hanım'dır. 29 Nisan 1971 (H. 1325) senesinde irtihali dar-ı beka eylemiştir.
Şeyh Ali Kara küçük yaşta bulunduğu çevresindeki alimlerden zahiri ilimleri öğrendi. İlimde ve içinde bir aşk vardı ki, askerde iken Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleriyle tanıştıktan sonra bu büyük zatla mürid ve mürşid ilişkisi 18 sene sürdü. Şeyh Ali Kara hazretleri, Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleri ile nasıl tanıştığını şöyle anlatmıştır: "Bir gün askerde iken çarşı iznine çıktığımda namazı kılmak için camiye girmiştim. Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleri gerçek aşk ile Kuran-ı Kerim okuyordu ki, ensesinin üzerinde bir nur peydah oldu. Mübareğin cemaline baktıkça kendimden geçtim. Sanki bir genç kıza vurulmuş gibi aşık oldum. Namaz kılındıktan sonra dışarı çıkınca hemen beklemeye başladım. Mübarek dışarı çıkıp bir oturak üzerine oturdu. Gittim elini öptüm.
Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinden ders istedim. Mübarek ismimizi sordu, "Ali" dedim. "Oğul biz Ali'leri severiz, ama sen git istihare yap gel," dedi. Gittim istihare yaptım. Rüyamda Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerinin, Cenab-ı Hakk'ın izniyle ve himmetleri sayesinde deftere yazıldıgımızı ve yükseklere cıkarıldığımızı gördüm. Bunları mübareğe anlattım. O günden itibaren Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleriyle tasavvuf yoluna başladım," demiştir.
Bundan sonra gerçek bir aşkla, Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerine tam teslimiyetle bağlanmıştır. Teslimiyet müridin mürşide madde ve manası ile teslim olması demektir. Maddde de her şeyini ona vermesi ve onun yoluna baş koyması, manada ise varlığının her zerresinde O'nu görmesi demektir. Esasen "Fena Şeyh" denilen mürşidde yok olma makamıda budur. Öyle bir haldir ki nasıl damlayi ummandan ayırmak mümkün değilse müridi de mürşidinin varlığından ayırmak mümkün değildir. Tasavvufla ilgili bütün yazılan eserlerde ise teslimiyet su vecizle vurgulanır. "Teslimiyet, müridin mürşidine, gassalın elindeki meyyit gibi teslim olmasıdır." Bu hal zuhur edince neden, nasıl, niçin, niye vs. gibi sorular ortadan kalkar, söylenen sözlere gönül kapıları açılır. Verilen emirler anında yerine getirilir. Müridin mürşidine teslimiyetinin neticesinde mürşidine karşı sonsuz bir muhabbet devri açılır.
18 yıl boyunca Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinin yüksek teveccühleriyle seyri sülukunu tamamlamıştır. Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleri hiçbir dilin izah edemeyeceği kadar büyük bir manevi makam ve derecelere cıkarmıştır. Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinin sağlığında iken insanlari irşadla görevlendirmiştir. Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinin 1943 (H 1297) yılında Yozgat'a gidip 23 Ocak 1944 )H 1298)'de vefatından sonra onun görevini tamamen devralarak manevi irşad hizmetine devam etmiştir.
Şeyh Ali hazretleri, yaşadığı zaman içinde yar, ağyar herkesin sevgisini ve takdirini kazanmış bir zattır. Onun insana cümle yaratılmışa gösterdigi şefkat merhamet ve sevgi duygusunun yüceliği hiçbir dilin vasıf edemeyeceği kadar büyüktür. Seyri süluku sırasında Hakk Teala tarafından sürekli belalarla sınandı. Takdire gösterdiği rıza aklın ve havsaların ötesinde bir tahammül şah eseridir. Hiçbir zaman tevazusunu terk etmedi. Daima kul olduğunun bilinciyle bir derviş gibi yaşadı. Dünya durdukça sultan olarak anılacaktır.

Şeyh Ali Kara hazretleri için, İlahi sevgi duygusunun yüceliği ile zamanın Yunus Emre'si manevi kemali ve aşkı ile devrinin Mevlana Celaleddin'i, yaptığı riyazet, ibadet ve insani irşad ehli yapan kuvvetli sohbet ve kerametleri ile asrının Muhammed Bahaeddin Nakşibendisi dersek belki biraz olsun onu anlatmaya calışmış oluruz.
Tüm hayatını en büyük düşmanlarımız olan nefis ve şeytanın hilelerini anlatmak ile tevhidin inceliklerini öğretmeye yönelik söz ve sohbetle geçirdi. Etrafında toplanan insanların Cenab-ı Allah'a insanlığa ve devletine sevgi ve muhabbetle bakan irfan ehli insanlar olarak yetişmeleri için büyük çabalar sarfetti. Sayısız insana kendini sevdirdi ve manevi müşküllerine yardımcı oldu.
Hayatı tümüyle örnek alınacak, alındığında ise her iki dünyada mesut bahtiyar olunacak bir nur abide şahsiyetidir.
Hakiki imana kavuşan kimseler, Allahu Teala'nın himayesinde olurlar. Hakikate vasıl olmuşlardır. Bunlar hakkında hadis-i kutside buyuruldu ki: "Evliyam, kubbem (örtüm) altındadır. Onları benden başkaşı tanımaz. Bunların halleri, halkın anlayışlarına sığmaz. Halkın bunlar hakkında bildikleri, benzetme ve temsilden öteye geçmez. Bunlar öyle bir kafiledir ki, Allahu Teala'ya verdikleri ahde vefa gösterirler." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahu Teala'nın öyle kulları vardır ki, kalbleri güneşten daha parlak, fiilleri (amelleri) peygamberlerin amelleri gibidir (yani kerametleri vardır). Onlar, Allah katında şehidler mertebesindedirler."
Başka bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Size bir kavim bildiriyorum ki, onların Allah katında mertebeleri benim gibidir. Ancak onlar, peygamber, şehidler değildir. Enbiya ve şüheda onlara gıpta ederler. Onlar birbirine Allah rızası için muhabbet ederler."

Bir hadisi şerifte ise "İnsanlar üç kısımdır. Birinci kısım, hayvanlara benzer, ikinci kısım meleklere benzer, üçüncü kısım peygamberlere benzer." buyuruldu. Birinci kısımda olanların maksadı, hayvanlar gibi yeyip içmektir. Bunlar hakkında A'raf suresinin 179. ayeti kerimesinde mealen buyuruldu ki: "onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Belki daha da aşağıdırlar." ikinci kısımdakilerin maksadı melekler gibi tesbih, namaz, oruç gibi ibadetlerdir. Üçüncü kısım insanların hizmeti, maksadi aşk-ı ilahi, rızayı Bari, muhabbetullah ve Allahu Teala'ya teslim olmaktır.
Şeyh Osman deyince akla Şeyh Ali, Şeyh Ali deyince akla Şeyh Osman gelir. Şeyh Osman Nuri Hazretleri şöyle buyurmuştur: "Biz bir elmanın yarısıyız." Diğer bir sözünde ise; "Ali'ye gitmeyen bana gelmesin," demişlerdir. Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinin ciğer paresi kızı Fatma Nur Sadiye'nin ifadeleriyle "babamı kimse layıkıyla anlayamamıştır. Birazcık olsun Şeyh Ali Hazretleri anlayabilmiştir." Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretleri ise; "Allah (c.c.) beni Ali için Bagdat'tan buralara gönderdi," buyurmuşlardır. Şems'in Mevlana için gönderildiği gibi...
Her halife Şeyhine bağlılığı, sevgisi ve övgüsüyle tanınır. Ancak Şeyh Ali hazretleri Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerine bağlılığı bir başkadır. Şeyhini her ziyarete gidişinde olabildiğince içinde maddi ve manevi sevgi ve bağlılıktan ve saygıdan başka birşey götürmemeye gayret, özen gösterirdi. Üç gün önceden yemeyi içmeyi bırakır, bağırsaklarını boşaltırdı. Bunu Gotan Gölü köyünden Kara Baba adlı bir derviş arkadaşı şöyle anlatır: "Şeyh Ali hazretleri ile Şeyh Osman Nuri Bağdadi hazretlerinin ziyaretine gitmek için hazırlandık. Yola çıkarken Ali Efendi'nin hanımı bana gizlice yiyecek paketi verdi ve yolda "bunu Ali Efendi'ye yedir, üç gündür birşey yemiyor, aç," dedi. Bir su başında öğlen namazı için mola verdik, ben yiyecekleri çıkardım. Şeyh Ali Efendi; "Sen karnını doyur, ben tokum," dedi. Israr edince de; "Biz kimin ziyaretine niçin gidiyoruzç Midemizde bağırsaklarımızda dünya nimeti ve pisliği ile mi çıkalım," diye sitem etti. Efendisinin huzuruna böylesine temiz çıkmaya çalışan bir veli namzeti elbetteki büyük makamlara erecek ve çevresine ilim, irfan ve islami ahlakı saçacaklardır.
Şeyh Ali hazretleri teslimiyet ve saygıda rekor derecesinde efendisine bağlanmış ve aldığı ikram, erdiği derece ve makamları verdiği güç ile oldukça ilkel olan çevresinde İslam ahlakını tam anlamıyla ve severek, kendisi de manevi yaşantısı tam olgunluk yaşayarak insanların kalblerine cebab-ı Allah'ın ve Resulunun sevgisini nakşetmiştir.
Şeyh Ali Kara hazretleri, dünyasını değiştirdiği halde gösterdikleri keşif ve kerametleri, dilden dile, gönülden gönüle söylenmektedir. Bütün Allah dostlarının kerametleri anlatmakla bitmez ve kitaplara sığmazlar.

Şeyh Ali Kara hazretlerinin şu sözlerini ilave edelim; "Keramet, suyun üstünde post serip namaz kılmak, kuşlar gibi havada uçmak, şiş vurmak, kelle kesip yerine koymak değildir. Kerametin en büyüğü kalblere Allah ve Muhammed (sav) sevgisini muhabbetini yerleştirmektir. Insanı gerçek iman sahibi edip, kemale erdirmektir."
Şeyh Ali Kara hazretleri, bir gün bir yere gidiyordu ki, o zaman bende cift sürüyordum. Mübarek selam verdi ve biraz yanımda durdu. Allahu Teala hazretlerinin büyüklüğünü ve peygamber efendimizin sevgisini anlattı. "Oğul" dedi, "Çift sürerken öküzlere Ho Ho dersen gider, Hu, Hu, Hu, desen de gider." diye buyurdu ve arkasından; "Şu yalancı dünyada bulunduğunun kıymetini bilmelidir. Her zaman Allahu Teala'nın emir ve yasaklarına uymalıdır. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine sımsıkı bağlanmalıdır." diye buyurdu.
1971'de dünyasını değiştirdiğinde bulunduğu Akçadağ ilçesi emniyet teşkilati bunu şu itirafı ile dile getirmiştir: "Olan bize oldu Şeyh Ali Efendi'nin varlığı ile çevrede yıllardır hiçbir olay olmamış adete kurt kuzu ile birlikte dolaşır olmuştu."
Şeyh Ali Hazretleri 29 Nisan 1971 (H 1325) senesinde vefat etmiştir. Doğduğu ve yaşadığı Malatya ili Akçadağ kazası Aşağı Örüşkü köyündeki türbesi, dünyanın her tarafından gelen ziyaretçi ve sevenlerinin ziyaret ettiği bir huzur ve nur abidesidir. Manevi irşadi devam etmektedir. Muhip ve müridani artarak dergaha hizmet etmektedir.
Cenab-ı Allah razı olsun। Sırlarını takdis eylesin ve bizleri feyizlerinden bereketlerinden faydalandırsın ve Cenab-ı Mevla şu aciz kulunu ve cümlemize kabirlerini ziyaret etmeyi nasib eylesin। Amin

MAHMUD SAMİ EFENDİNİN(K.S) İNTİSABI

MAHMUD SAMİ EFENDİNİN(K.S) İNTİSABI
Esad Erbili (k.s) galata köprüsünde tranvaydan inerken yanındakilere,o anda ordan geçen Sami efendimizi işaret ederek,yolumuzun erlerinden diye gösterir  yanyana gelincede ''Esselamü Aleyküm sami evladımız'' derler. Sami efendimiz o anı başımdan kaynar sular döküldü diye anlatırlarmış. İlk,orta, lise tahsilini adana da tamamlayan,yüksek tahsili istanbulda tamamlayarak,hukuk fakültesini birincilikle bitiren sami efendimiz,bir müddet gümüşhaneli dergahına devam ederler. Eski Beşiktaş müftüsü Fuat Çamdibi hocanın babaları Rüştü efendi ''Sami evladım , gel seni şeyhülmeşayih Esad Erbili hz. götüreyim ''der ve birlikte kelamı dergahına giderler.
Bu karşılaşmayı kendileri şöyle anlatırlar''üstadımın huzuruna varınca ellerini öptüm. Rüştü efendi; üstadım bu genç Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin efendinin evladlarından Sami efendi deyince Esad efendi''hayır o bizim evladımız'' buyururlar ve orada yaptığı evradı sorarlar Sami efendimiz ''günde beşbin zikrullah,bir cüz kuran,delail-i hayrat'' diye cevab verir. Esad efendi''evladım hastalık nerede ise tedaviye oradan başlamak lazım bu yüzden bunları terk edip kalbi zikre başlayacaksın''buyururlar ve inabe verirler. Gümüşhaneli dergahında iki yılda olmayan tecelli kelamı dergahında bir kaç ayda olmuştur.

Dede Paşa Hazretleri

Şarkın ve Garbın Mevlana'sı...

Veliler kervanı yoluna devam ediyor. Pir-i Sami hazretlerinin kolu boy boy geliyor. Dede Paşa hazretleriyle de Anadolu´ya yayılıyor. Gönlüne Allah sevgisi düsmüş bir kere, çaresiz bu yolda nasibini kısmetini arayacak. Uzun uzun yollar, inişli çıkışlı dağlar, azgın sular. Ama çaresi yok geçecek buraları Dede Paşa hazretleri. Çünkü bu yol gönül sultanına gider.
Dede Paşa hazretleri Bayburt´un Pulur nahiyesine bağlı Aşağı Lori Köyü´nde 1879 yılında dünyaya geldi. Babasının adı Hüseyin Efendi, annesinin adı Gül Hanım´dır. Cumhuriyetin ilanından sonra, soyadı kanununa göre aile Baştürk soyadını almıştır. Dede Paşa hazretlerinin asıl adı Musa Baştürk´tür. Ancak bu büyük Allah dostu, Dede Paşa hazretleri olarak anıla gelmektedir.
Dede Paşa hazretlerinin şu anda hayatta olan oğlu Nurettin Baştürk´le hazret hakkında derin bir sohbete dalıyoruz. Nurettin Efendi, ilerlemiş yaşına rağmen hafızası taptaze babasını anlatırken duygulu anlar yaşıyor. Şarkın ve Garbın Mevlana´sı sayılan Dede Paşa hazretleri oğlunun dilinden naklediyorum:
- Efendim, babam okumayı çok severdi. İlk önce sibyan mektebine gitmiş. Bu okulda çok başarılı imiş. Okul dışında da Bayburt´a bağlı Yukarı Aksüt Köyü´nde Kitapsız Hacı Mustafa Efendi diye bir zattan ders almış. Bu zat babamın zekasına hayret edermiş. Şürekli bu çocuk bir başka diye sağda solda söylermiş. Zaten Dede Paşa adınıda bu hoca efendi koymuş.
Babam sıbyan mektebini bitirdikten sonra Bayburt´ta Rüştiye´ye başlamış. Burayı da başarıyla okumuş. Daha sonra dedem İstanbul´da ki Dar´ül-Ülya adlı okula kaydını yaptırmış. Ama dedem vefat edince babam okulu bırakmış ve köye dönmüş. Çünkü bizlerin köyde büyük bir arazisi vardı. Bunlarla ilgilenmesi gerekiyordu.
Dede Paşa hazretleri köydeki arazi işiyle meşgul olmaktadır. Ancak ne çare ki gönlündeki ateş başka o sürekli okumak istiyor. İşlerden fırsat buldukça Bayburt´ta bulunan hocalardan fıkıh dersleri alıyor.
Günlerden bir gün köye gönlündeki ateşi söndürecek belki de daha da alevlendirecek Pir-i Sami hazretlerinin halifesi, Şeyh Beşir Efendi geliyor. Gerisini Nurettin Efendi´den nakledelim:
Babam derki ki; “Bir gün köyümüze bir Nakşibendi şeyhinin geldiğini söylediler. Ben gitmemiştim.” Gelen şeyh, Pir-i Sami hazretlerinin halifesi Şeyh Beşir Efeni imiş. Efendi hazretleri, köyümüzde bir evde misafir olmuş. Bu evde Hazret sohbet ediyormuş. Sohbette bulunanlardan biri Beşir Efendiye demiş ki: “Efendim bizim bir Dede´miz var, oda sohbete katılsın mi?” demişler. Hazrette gelmesini söylemiş. Beşir Efendi dede ismini duyunca yaşlı biri zannetmis. Babam gidince Beşir Efendi şaşırmıs. Bir de ne görsün dede dedikleri 19 yaşında bir delikanlı.
Dede Paşa hazretleri tasavvuf cihanının büyügüne koştu. Sohbetini dinledi, etkilendi. El tuttu, mürit oldu. Beşir Efendi köyden ayrılıp, memleketi Erzincan´a döndü. Dede Paşa´yı bir sevgi hasreti sardı. İşi gücü bıraktı. Ağladı olmadı, güldü olmadı. İçi içine sığmadı. Bir hasret başladı ki sormayın. İşi gücü bırakan Dede Paşa hazretleri Şeyhi Beşir Efendi´ye koştu, hiç ayrılmamacasına. Köydeki arazileri dayılarına bırakıp Beşir Efendi´nin Erzincan´daki dergahına hizmete koşuyor.
Şeyhine bağlılığına ve hizmetini oğlu Nurettin Efendi´den nakletmeye devam edelim:
- Babam Beşir Efendi´ye bağlandıktan sonra dünya işleriyle uğraşmamış. Şeyhi Beşir Efendi´nin dergahında sürekli ders almış. Dergahın her türlü hizmetine koşmuş. Arasıra babam köyüne dönermis. O zaman şartlar çok sıkıntılı, vasıta yok, at var ama dağları aşmak çok zor oluyormuş. Bizim köyden Hazret´in Tercan´daki tekkesine sürekli gider gelirken çok tehlikeli olaylar yaşamış. Mesela bir keresinde Fırat´ı geçerken suya kapılmış. Su hayli sürüklemiş babamı. Yine bir kaç defa da eşkıyalar yolunu kesmiş.
Bir de Ruslar Erzincan´a geliyorlar, harp başlıyor. Babam da asteğmen rütbesinde Halit Paşa komutasında Kop Dağı´nda savaşa katılıyor. Daha sonra da Zile´ye muhacir olarak gidiyor. Yani Babam, sürekli Zile´den Kırşehir´e giderek, şeyhinden feyz almaya devam ediyor. Erzincan´ın düşman işgalinden kurtuluşunun ardından, Babam Zile´den şeyhi Kırşehir´den Erzincan´a dönüyorlar. Şeyh Beşir Efendi Erzincan´da bulunan Mecidiye Kebir Mahalesinde bir tekke inşa ediyor. Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra tekkeler yasaklanıyor.
1932 yıllında Şeyh Beşir Efendi ötelere sefer etti. Vasiyeti üzerine Terzibaba Mezarlığı´nda toprağa verildi. Şeyh Beşir Efendi hazretleri, yerine Dede Paşa hazretlerini halife olarak bırakdı. Paşa hazretleri, Bayburt´un Aşağı Lori Köyü´ne dönerek burada irşat görevine başladı. Emir var Altın Silsile devam edecek. Nurettin Efendi´yle sohbetimize devam edelim:
- Köyde 50 kişinin kalacağı büyüklükte bir konağımız vardı. Bu konağın yanında bir konak daha yaptırdı. Gelen giden çoktu. Tarikat ile ilgili ibadetler gizli yapılırdı. Bu dönemde 1939 yılında Erzincan´a beraber gittik. Beşir Efendi hazretlerinin iki oğlu da bu depremde rahmetli olmuşlardı. Babam Erzincan´ın bu durumuna çok üzüldü, günlerce ağladı.
Şeyh Beşir Efendi hazretlerinin bağlıları Dede Paşa hazretlerine intisap etmişlerdir. Paşa hazretleri, bazen Erzincan´a geliyor, bazen Ankara, İstanbul´a gidiyordu. Köyü ise binlerce bağlısının toplandığı bir mekan haline gelmişti.
Paşa hazretlerinin oğlu Nurettin Efendi o dönemin çok sıkıntılar içerisinde geçtiğinden bahsediyor, ama bu sıkıntılı günlere rağmen Dede Paşa´nın hizmetlerini hiç aksatmadığını söylüyor ve devam ediyor:
- Babamı her gün yüzlerce insan ziyaret ederdi. Ben on beş yaşındaydım. Said Nursi hazretleri babamı ziyarete geldi. İlk defa da biz kendisini Ankara´da ziyarete gittik. Türkiye´nin her yerinde bağlıları vardı. Benim şahit olduğum önemli konulardan biri de şudur. Babam bir sohbetinde “Yakında tek partiden kurtulacağız. Yeni bir parti var. Bu parti iktidar olacak ve İslam adına da çok büyük faydaları olacak. Ama ömrü de kısa olacak.” dedi.
Dede Paşa hazretleri´nin ilk hanımı Şefike Hatun 1957 yılında vefat etmiş, ikinci izdivacını 1962 yılında Havva Hatun´la yapmıştır. Doksan yılı aşan bir ömrünü Allah yolunda hizmete adayan Paşa hazretleri 4 Eylül 1973 tarihinde Hak´ka vasıl oldu. Son anında dudakları durmadan kıpırdıyor, Rabbı´nin ismini anıyordu. Aile efradını yanına çağırdı ve dedi ki:
“Çağırdılar gidiyorum. Beni Terzibaba Mezarlığı´nda Şeyhimin yanında bir yerde toprağa veriniz.”
Dede Paşa hazretleri vasiyeti üzerine şeyhinin yanına götürüldü.
“Bizi bizim vefatımızdan sonra anlarsınız. Kılıç kınında iken kesmez ama o kından sıyrılınca turnalar hangi göle konar görürsünüz.”
Paşa hazretleri, yerine Abdurrahim Reyhan hazretlerini halife olarak bıraktı. Altın Silsile Reyhan Hazretleriyle dünyaya yayıldı. Dede Paşa Hazretlerinin buyurduğu gibi vefatından sonra kılıç kınından çıkmıştı.

Şeyh Muhammed-El Haznevinin Ardından

 

Önce olayı nakledelim:
Suriye’nin kamışlı ilçesine bağlı Telmaruf köyünde ikamet eden Şeyh Muhammed el- Haznevî; annesi, eşi, kızı, oğlu ve şoförüyle birlikte, Medine’ye 150 kilometrelik bir mesafede, arabalarının kaza geçirmesi üzerine hayatlarını kaybettiler. Şeyh Haznevî ve diğer aile fertlerinin cenazeleri Devlet Başkanı Beşşar Esed’in gönderdiği özel bir uçakla Suriye’ye getirildi ve Telmaruf’ta, yüzbinin üzerinde seveninin hazır bulunduğu cenaze namazının ardından, gözyaşları arasında, dedesi, amcaları ve babasının yanına defnedildi.
Çoğu basın yayın organı, bu olayda bir haber değeri görmemiş olacak ki, bunu takipçilerine duyurma gereği bile duymazken, birkaçı da, olaya, sıradan bir haber gibi iç sayfalarında küçücük bir şekilde yer verdi. Halbuki bu sıradan bir haber gibi görünse de aslında çok önemli bir olaydı ve günün, belki de haftanın en önemli olayıydı. Hele Müslümanlar açısından şüphesiz son dönemin en hüzün verici haberlerinin başında geliyordu. Ama ulusçuluk belası, ulus-devlet psikolojisi bizi birbirimizden o kadar uzaklaştırdı ki, bu önemli kaybı bile Suriye’nin bir sorunu gibi algılama yanlışına düştük.
Şüphe yok ki Haznevî ailesi, İslam dünyasında ağırlığı ve saygınlığı olan çok köklü bir aile ve Nakşibendi tarikatının en önemli kolunun temsilcileri konumunda. Fakat bu önemli aile son üç ay içinde, ikinci kez bir “üçüncü sayfa haberi” olarak gündeme geliyor. Hatırlayacaksınız, Şeyh Muhammed’in kardeşi Maşuk el-Haznevî de bir suikast sonucu hayatını kaybetmişti. Maşuk el-Haznevî’nin bir siyasi cinayete kurban gitmesinin ardından, Şeyh Muahmmed’in de bir trafik kazasında hayatını kaybetmesi, akıllara bir sabotaj ihtimalini getirse de ben bu noktaya yoğunlaşmayacağım. Fakat Nasuhi Güngör’ün, köşesinde, Maşuk el-Haznevî için naklettiği bir tesbiti, bu olaya uyarlayıp soru olarak aktarmakla yetineceğim:
“Muhtemel bir ABD işgali sürecinde Haznevîler, Suriye’de ciddi bir direniş potansiyeline sahiptirler. Bu nedenle bu olay, bu potansiyeli ortadan kaldırmaya yönelik siyasi bir eylem olarak değerlendirilebilir.” İlginç ve düşündürücü bir tespit.
Olayın şu ya da bu şekilde cereyan etmiş olması sonucu değiştirmiyor: Şeyh Muhammed el-Haznevî artık yok. Onun yokluğu, sadece müridleri için değil tüm İslam dünyası için çok büyük bir kayıp ve şüphesiz ki bıraktığı boşluk zor doldurulacaktır. Bu değerli Müslüman şahsiyete rahmet dilerken, bu yazıda yaptığı bazı hizmetlere mercek tutmak istiyorum.
Özel bir aile
Şeyh Muhammed’in dedesi Şeyh Ahmed el-Haznevî sadece Suriye’nin değil İslam dünyasının da son yüzyıldaki en büyük alim ve mürşidlerinden birisi olarak kabul edilir. Aslen Kürt olan ve Suriye’nin Kamışlı iline bağlı Hazne köyünde ikamet eden Şeyh Ahmed el-Haznevî, tüm ilmi ve tasavvufi eğitimini Türkiye’de tamamlamıştır. Diyarbakır’da ilim icazetini, Bitlis / Nurşin’de de tasavvufi hilafeti aldıktan sonra, önce köyü olan Hazne’ye, ardından da Telmaruf köyüne yerleşmiş ve burada onyıllarca sürecek olan ilim ve irşad faaliyetlerinin temelini atmıştır.
Şöhreti tüm dünyada duyulan, medrese ve dergahı her gün yüzlerce insan tarafından ziyaret edilen Şeyh Ahmed’e, özellikle Türkiye’den büyük bir ilgi ve yöneliş olmuştur.
Türkiye’den bir çok kişi onun dergahında, ilim ve irfanın doruklarına ulaşmış, kimisi ondan aldığı ışığı Türkiye’ye taşımıştır. Onlardan birisi de merhum Seyyid Muhammed Raşid Erol ve halen Adıyaman / Menzil’de hizmetlerini sürdüren Seyyid Abdulbaki Hazretleri’nin muhterem babaları, merhum Seyyid Abdulhakim Hazretleri’dir. Seyyid Abdulhakim, Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin yanında yetişmiş ve ondan hilafet alarak Türkiye’ye gelmiştir.
Şeyh Ahmed’in vefatından sonra her biri büyük birer alim olan ve şu anda tümü de hakka kavuşan oğulları Şeyh Muhammed Masum, Şeyh Alaeddin ve Şeyh İzzeddin irşad vazifesini yüklendiler. Üç oğlu da babalarının ilkelerini daha da güçlendirmek ve çıtayı biraz daha yükseltmek için var güçleriyle mücadele ettiler ve bir sonrakine emaneti birkaç adım ileride teslim etmenin çabasını verdiler. Özellikle Şeyh İzzeddin döneminde, ilim ve irşad alanında çok büyük atılımlar oldu; öğrenci sayısında büyük bir patlama yaşanırken, yurtiçi ve yurtdışına irşad seferlerinde de büyük bir yoğunlaşma meydana geldi. Bu amaçla ilk kez ailenin bir bireyi Avrupa’ya da tebliğ için seyahatlere başlamış oluyordu.
Şeyh İzzeddin’in hayatında oğlu Şeyh Muhammed her zaman en büyük destekçisi oldu, hizmetlerinin kolaylaşması için büyük bir gayret sarfetti. Ailenin ağır yükünü o yüklendi ve idari ve resmi tüm işlemleri o takip etti. Babasının vefatından sonra Şeyhlik makamına da, vasiyet gereği o oturdu.
Politika ve dünya malından uzak durdu
Şeyh Muhammed büyük bir birikimin üzerine oturdu ve doğrusu onu çarçur etmedi, ona sadık kaldı. Bu emaneti biraz daha ileri götürmenin hesaplarını yaptı ve başardı da. Mevcudu korumak için yoğun bir gayret sarfetti ve tüm mesaisini kendisinden önceki birikimi doğru yöne kanalize etmeye adadı. Babasından ve dedesinden kendisine iki şeyin miras kaldığını, hayatta kaldığı sürece de bu ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalacağını her fırsatta tekrarladı: Bunları “politikayla uğraşmamak ve insanların mallarını kabul etmemek” olarak deklare etti ve gittiği her yerde bu sözlerle konuşmasına başladı. Bunun yanında bunu sadece sözde bırakmadı, gereğini de yaptı.
Fakat Haznevî ailesinin insanların mallarına göz koymaması öteden beri takdirle karşılanırken, politikaya karşı tavırları (ya da tavırzıslıkları) kimi Müslüman cemaatler tarafından her zaman eleştiri konusu oldu. Ama merhum Şeyh Muhammed, babasının, amcalarının ve dedesinin vasiyeti olarak bu iki noktadaki hassasiyetini hep korudu.
Doğrusu, Suriye gibi diktatörlükle yönetilen bir ülkede, siyasetin içine girip de İslam’a hizmet etmenin imkanı yoktu. Özellikle baba Esad döneminde birçok masum Müslüman bu nedenden dolayı büyük eziyetler çekmiş, Hama örneğinde olduğu gibi (Ah, Hama!) bazen bu, soykırım şeklini bile almıştır. Bundan dolayı Haznevî ailesi ilimle hizmet etmenin daha faydalı olacağına her zaman kanaat getirmiş ve bu yolun uzun vadede çok büyük sonuçlar doğuracağına inanmıştır. Hem bu yolla zalim yöneticilerin gözünden uzakta, insana yatırım yapma fırsatını da yakalanmış olacaktır.
Şeyh Muhammed, belirli periyotlarla Türkiye’ye ziyaretler düzenler, bu ziyaretlerinde büyük bir ilgiye mazhar olurdu. Özellikle Güneydoğu’da büyük bir sevgi ve hürmetle karşılanırdı. İstanbul’a da yılda birkaç kez uğrar, buradaki müridleriyle bu vesileyle buluşurdu.
Resulullah’ın yoluna adanan bir ömür
Hiç şüphesiz ki, merhum Şeyh’in en önemli çalışmalarının başında eğitim faaliyetleri gelmektedir. Suriye / Telmaruf’ta Haznevî Enstitüsü’nde halen 2000’in üzerinde öğrenci hadis, tefsir, fıkıh, nahv, sarf, maani, usul, belağat vb. alanlarda, çok iyi yetişmiş alimlerin gözetimi altında, öğrenimlerini sürdürmektedir. Suriye ve Türkiye başta olmak üzere hemen hemen dünyanın her yerinden buraya öğrenci akışı olmakta, tahsillerini tamamlayıp icazet alanların yerine yenileri gelmekte ve bu sirkülasyon yıllardır devam etmektedir. Bu öğrencilerin tümü yatılı kalmakta ve tümünün masrafları Şeyh ailesi tarafından karşılanmaktadır. Denilebilir ki diğer hizmetleri bir tarafa, sadece bu eğitim faaliyeti bile İslam dünyasında eşine az rastlanan bir durumdur.
Merhum Şeyh ehl-i sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlıydı. Bütün ömrünü bu yolda harcamaktan çekinmedi. Hemen her konuşmasında ehl-i sünnet ve’l cemaat vurgusuna rastlamak mümkündü. Bunun gibi, yaptıklarının Allah rızasına uygun olmasına da azami dikkat ederdi. Bazen sarığını eline alır, ters çevirir ve şöyle dua ederdi:
“Allahım eğer bizim çalışmamız senin rızan için değilse, bizi darmadağın et, bizi iflah etme; yok eğer senin rızan içinse, senin dinini yaymak içinse, sen elimizi güçlendir, yardımını esirgeme bizden.” Bu haline defalarca şahit olunur ve her seferinde de ihvanına bu duaya amin demelerini emrederdi.
Şeyhim!
Sen gittin ve dünya biraz daha tenhalaştı. Viraneye döndü her yer.
Sen gittin ardından milyonlarca mahzun yürek, yaşlı göz, bükük boyun bıraktın.
Ölüm kaçınılmaz ve beklenmediktir. Sen gittin ve bizi bu dünyaya bağlayan bir bağ daha koptu.
Sen gittin ve koyulaştı yalnızlığımız, ıssızlığımız yoğunlaştı
Sen gidince ölüme dair tüm cümleler dirildi dilimizde, tüm acı duygular yeniden depreşti yüreğimizde.
Senin yokluğun için hazırladığımız cümlelerimiz yoktu, senden sonra acımızı dindirecek, bizi teselli edecek kelimelerimiz yoktu. Bütün ölümler gibi senin gidişin de ani ve hazırlıksız oldu.
Alimin ölümü alemin ölümüdür der Resulullah Efendimiz. İşte bundan dolayı sen gittin seninle bir alem göçtü.
Bütün ölümler soğuk, tuhaf ve acıdır. Senin vefatınla bir kez daha yaşadık bunu. Bir de çaresizliğimizi ve hiçbirşeyliğimizi anladık. Dedik ki “Ondan geldik şüphesiz ve dönüşümüz Onadır”
Sen gittin ve yetim kaldı sevdiklerin.
Bir kutlu zamanda, bir kutlu mekanda, En Sevgili’nin ayakları dibine düştün. Onun eteğine sarıldın adeta, Ona yapıştın.
Şeyhim!
nBu dini diriltmek adına, İslam’ı yaymak adına koşturdun, buna şahidiz,
Şahidiz, Allah’ın adını, Onun dinini en uzak diyarlara ulaştırmak için gösterdiğin çabaya, geceyi gündüze katıp koşturmana.
Bu rahmet mesajını tüm dünyalılara yetiştirmek için dur durak bilmeyen seferlerine.
Sadakatine, azmine, yorulma bilmeyen gayretine.
Zorluklar karşısındaki sebatına, sağlam ve dimdik duruşuna. Sabrına, şefkatine.
Şimdi en yüce dosta vardın. Efendimize, Onun güzel arkadaşlarına, o çok sevdiğin büyüklerine, dedene, babana erdin. Allah, sana en güzel şekilde muamale etsin, seni en cömert şekilde mükafatlandırsın, seni en güzel yerlerde ağırlasın.
Şeyh Muhammed el-Haznevî kimdir?
Şeyh Muhammed; Şeyh İzzeddin el-Haznevî’nin oğlu ve halifesidir. Şeyh İzzeddin de Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin (Şah-ı Hazne) oğludur. Şeyh İzzeddin vefatından önce pek çok defa değişik vesilelerle Şeyh Muhammed (k.s.)’dan övgü ile bahsetmiş ve insanları irşat etmede tam mükemmel bir hal üzere olduğunu dile getirmiştir. Bilindiği gibi, Haznevî ailesi Suriye’nin önde gelen ilim ehli bir ailesi olarak tanınıyor.
Şeyh Muhammed İslâm âlemi içerisindeki alimler arasında gerek kişiliği ve gerekse de eserleri ile önemli bir yere sahiptir. Şeyh Muhammed el-Haznevî’nin Suriye başta olmak üzere Lübnan, Türkiye, Mısır, Kuveyt ve Sudan gibi ülkelerde çok sayıda seveni bulunuyordu. Bunun yanı sıra Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde de müridleri vardı. Şeyh Muhammed, dünya malı toplamamış ve herhangi bir dünyevi makama gelmek, bir menfaat elde etmek peşinde koşmamıştır. Siyasî işlerle ilgilenmemiştir.
Elli altı yaşında vefat eden Şeyh, Mustafa Buğa, Vehbe Zuhayli gibi arap dünyasının tanınan alimlerinin yanında ilim tahsilini tamamlamış ve uzun yıllar kendi medreselerinde tedris işleri ile meşgul olmuştur.

Bağlılarından Mustafa Miyasoğlu'nun Kaleminden: Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincanî

 


Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincanî
[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]
Talebesi çok, reklamı yoktu
25 yıllık müritlikten sonra insanları irşada başlayan ve talebelerinin sayısı 1 milyonu aşan Abdürrahim Reyhan Efendi, 25 yıllık irşad vazifesine köyünde sohbet odası yaptırarak başlar. 12 Eylül 1980’den önce kendisiyle tanıştığını belirten Mustafa Miyasoğlu diyor ki: “Efendimin talebesi çok, reklamı yoktu. Yani mütevazı bir insandı.”
Abdürrahim Reyhan Efendi nerede, ne zaman doğdu?
Efendimiz; 1930 yılında, Erzincan’nın Keleriç beldesinde dünyaya geldi. Keleriç (bugünkü adıyla Karakaya), pek çok tasavvuf büyüğünün yaşadığı beldelerden biri. Abdürrahim Efendi’nin soyadı Reyhan olmasına rağmen, çocukluk yıllarından beri o adı ve soyadı ile değil, daha çok “Efendi” unvanıyla tanınır ve hep bu şekilde anılır.
Babası, dedesi, yaşadığı yer ve ne yaptığı hakkında bilgi verir misiniz?
Babası Hüseyin Efendi, dedesi Erzincanlı Nakşibendi şeyhi Beşir Efendi ile Tercan ve Otlukbeli’ndeki dergahta kalır ve hizmet eder. Keleriç’e yerleşerek bağcılık ve tarımla uğraşır. Babasından 14 yaşında yetim kalır.
Tahsil hayatından bahseder misiniz?
Abdürrahim Efendi, çok farklı bir çocuktur. Diğer çocuklar oyun oynarken o kitap okur ve düşünür. Orta okuldan sonra tahsili bırakır ve ailesinin geçimini üstlenir. Askerde orta okulu yarıda bırakmasına rağmen çavuş yaparlar O’nu. Depoların çoğunu fgüvendikleri için O’na teslim ederler. Askerde bile kitap okumakla meşguldur. Abdürrahim Efendi’nin dedesi şeyh Muhammed Beşir Efendi’dir. Onun halifesi, Bayburtlu Dede Paşa diye bilinen Musa Baştürk. Abdürrahim Efendi, Bayburtlu Dede Paşa ile babasının öldüğü günlerde karşılaşır, ama ancak 1957 yılında intisap eder.
Neden o gün değil de 1957’de?
Çünkü rüyasında Dede Paşa’yı görür, sonra da Keleriç’e gelen Dede Paşa’yı görünce bayılır ve ayılınca O’na intisap eder. Bu ikinci karşılaşmanın onun için “fenâfişşeyh” seviyesinde bağlılığa yol açtığını o mecliste bulunanlar ifade ederler.
İnsanları irşada ne zaman başladı?
25 yıllık müritlikten sonra Dede Paşa ona “teveccüh” görevi verir ve aynı zamanda kendisinin halifesi olduğunu söyler. 1973 yılında Dede Paşa’nın ölümü üzerine irşad görevine başlar.
İrşad halkası yüzbinleri buldu
İnsanları nasıl irşad ediyordu?
Önce Keleriç’te, bir süre sonra da Erzincan’da sohbete müsait binalar yaptırdı. Bu binalarda toplanan ihvanlara sohbet ediyor, tasavvufî hakikâtleri anlatıyordu. 1980’den sonra, şeyh efendisi gibi o da Ankara ve İstanbul başta olmak üzere pek çok yeri dolaştı.
İstanbul’a ne zaman yerleşti?
Vefatından 10 yıl önce İstanbul’a evini nakletti. Yurt içi ve yurt dışı seyahatleriyle, ayet ve hadislerden yola çıkan sohbetleriyle her seviyeden insana hak ve hakikat ölçülerini anlatıyordu. Bu arada, dedesinin ihvanı olan Salih Baba isimli şairin şiirleriyle gelişen sohbetlerinde, aşk ve muhabbeti öne almaya başladı. Dede Paşa’nın halifesi olduğu için onun müridleri eski ihvanları yanında, pek çok yeni müritle birlikte irşat halkası yüz binleri buldu.
Bu kadar müridi var mıydı?
Tabi tabi. Son devirlerin müridi en kalabalık irşad kutbu olduğu halde, Abdürrahim Efendi sade bir hayat sürüyordu. 25 yıllık irşat görevinden sonra 1998 yılında İstanbul’da vefat edince, hem İstanbul ve hem de bir gün sonra Erzincan’da kılınan cenaze namazlarında muhteşem bir kalabalık toplandı. Terzi Baba Mezarlığı’nda gömüldüğü yere, bir süre sonra Terzi Baba’nın türbesi gibi bir türbe yapıldı. Onun bizzat yaptırdığı toplantı yerleriyle vakıf binaları hâlâ hizmet veriyor. Hizmeti olan her Müslümanın hayırla anılmasını isterdi, bunu şiar edinmişti.
Abdürrahim Efendi ile ne zaman ve nerede tanıştınız?
Efendi Hazretleri ile 1980 yılında, 12 Eylül’den kısa bir süre önce görüştüm. Bundan kısa bir süre önce kardeşim beni başka bir Nakşibendi şeyhine götürmek istemişti. Halbuki ben Efendi hakkında bazı şeyler duymuş, ona muhabbet beslemeye başlamıştım. Kardeşimin söylediği şeyhe gideceğimiz gün birden bire öylesine rahatsızlandım ki, kardeşime “Benim nasibim senin şeyhinde değil galiba, o yüzden benim efendim yolumu kesti!” dedim. Kısa bir süre sonra da Abdürrahim Efendi ile tanıştım. Bana öyle sade ve tabii göründü ki, o güne kadar tanıdığım pek çok mürşitten fazla sevdim, hemen teslim oldum. O yıldan sonra pek çok görüşmemiz oldu, sayısını hatırlamadığım kadar sohbetinde bulundum.
Sohbetlerinde nelerden bahsediyordu?
Bunların büyük bir bölümü herkesin anlayabileceği sohbetlerdi. Bazıları da sanki gönlümden sorduğum soruların cevabı gibiydi. Bazen anlattığı fevkalâde şeylere şaşırdığımda, beni temin etmek istercesine tebessümle yüzüme baktığını fark ederdim.
Kerametlerine de şahit oldunuz mu?
Olmam mı? Üç arkadaşla bir gün akşam üzeri sohbet ettiği eve giderken, içimden şöyle demiştim: “Bugün hiç kimsenin duymadığı bir sohbet şöleni olsa!” Erken gittiğimiz için, salonda bizden başka kimse yoktu. Efendi, epeyce bir zaman farklı bir sohbet yaptı, o güne kadar gerçekten duymadığım şeyler söyledi. Bir süre sonra Efendi, salonu dolduran kalabalığa, “Hoş geldiniz efendiler!” diyerek genel bir sohbete başlayınca, nerede olduğumuzu anladım. Umumi sohbetten sonra dağıldık, eve giderken yanımdaki arkadaşlara sohbetin başındaki sözleri belirterek, onlardan hatırlayabildiklerini sordum. Tiyatrocu dostum Hasan Nail Canat ile başka bir arkadaş şaşkınlıkla tek kelime hatırlayamadıklarını söylediler, hatta bir kısmını hiç anlamamışlardı. O zaman benim için konuştuğunu anlamıştım: Varlık, yaratılış hikmeti gibi felsefi konular üzerinde konuştuğunu biliyordum, ama hangi hususları, hangi cümlelerle ifade ettiğini bir türlü hatırlayamıyordum. Sanki bizim gibi Necip Fazıl’ın sohbetlerini dinlemiş insanlara, toplantı salonuna girerken gönülden istediğim gibi bir sohbet şöleni sunmuş, orta okuldan sonra okumamış insanların bilmeyeceği şeylerle beni mutlu etmişti, ama bunları da zihnimden silmişti. Bana göre bu tam bir kerametti...
Başka kerametlerini de gördünüz mü?
Pek çok insan gibi benim de zihnime takılan bir husus vardı; Eyüp Sultan Camii’ne Cuma namazı için giderken bizzat sormuştum: “-Hak tarikatların hepsi bir şekilde Peygamberimize bağlı olduğu halde, neden farklı sözlerle zikir yapıyorlar?” Cevap olarak şunu ifade ettiler: “-Peygamberimiz 23 yıl boyunca bilinen, müekked sünnetleri dışında muhtelif şekillerde zikir ve ibadetler yaptı. Her tarikat kendine verilen derse göre zikir yaparak bu sünnetlerin yaşamasına hizmet eder ve böylece nefsini terbiye ederek ruhunu inkişaf ettirir. Bunların hepsi emirle olur. Kimse kendine göre ibadet seçimi yapamaz.” Bir de, “Bazı tarikatlarda zamanla farklılıklar görülüyor. Bunlar da mı emirle veya izinle yapılıyor?” diye sordum. Yine tebessüm ederek yüzüme baktı ve şöyle dedi: “-Emin olun ki böyledir hocam.” Benim en çok duyduğum sözlerinden biri de şudur: “-Bize bazı adamlar geliyor, ilmihal bilgileri dışında ve hatta onların zıddına şeyler soruyor, fetva istiyorlar; biz böyle bir şeye nasıl âlet olabilir, dini nasıl değiştirebiliriz?”
Gönüllere akan hakikat pınarı
Gönüller Sultanı Abdürrahim Reyhan Hazretleri, 24 Ocak 1998’de aramızdan zahiri olarak ayrılıp her zaman beraber olduğuna inandığımız Hakk’a yürüyerek ahirete irtihal etmişti. 1930 yılında Erzincan’ın Üzümlü ilçesinin Karakaya  (Keleriç) Beldesi’nde dünyaya teşrif eden Abdürrahim Reyhan Efendi, zamanın büyük mürşitlerinden Şeyh Beşir Efendi Hazretleri’nin torunudur. Beşir Efendi Hazretleri aynı zamanda Abdurrahim Reyhan Hazretleri’nin şeyhi olan Musa Dede Bayburdi Hazretleri’nin şeyhi idi.
Sade ve gözden uzak bir hayat sürdü
25 yıllık irşad hizmetleri sırasında, ilim ve memleket hizmetinde bulunan gençleri destekler, gönüllerini alıp teşvik ederdi. Bu yolda Reyhan Vakfı’nı kurdu ve ihtiyaç sahiplerine yardımı çevresine emrederdi. Günlük politika ile uğraşanların hasbi hizmetlerini teşvik eder, böyle hizmetlerin her türlü menfaat hesapları dışında yapılmasını insanlığın şanından sayardı. Hayatının son yıllarında pek çok hastalıktan mustarip olmasına rağmen, gerek yurtdışında ve gerekse yurt içindeki seyahatleriyle sevenlerini irşada devam eder, hak ve hakikat yolunun inceliklerini anlamalarına yardımcı olurdu. Bu hizmetleri sırasında hep sade ve gözlerden uzak bir hayat sürer, sevenleri dışında kimsenin dikkatini çekmezdi. Efendi’nin sevenlerine yaptığı sohbetlerinden derlenen kitaplar da böyle gösterişsiz olmuştur.
Ömrünü irşada vakfetti
O, Türkiye’den dört bir yana yayılmış dünya Müslümanlarına tasavvufî hakikatleri İslâmî öz içinde anlatırken, sünnete uygun yaşamanın da hakikî örneklerinden birini ortaya koyuyordu. İlim, servet, ibâdet ve halka hizmet gibi zahirî tezâhürlerin hakîkatle örtüşmesi için gönülden bağlılığı esas alır ve bağlılarına öyle gösterirdi.
Efendi Hazretleri’nin müritlerine en önemli tavsiyesi neydi?
Hizmetini çok takdir ettiği Necip Fazıl tarafından sadeleştirilen “Reşahat” adlı kitabı tavsiye eder, Salih Baba’nın divanıyla birlikte okunmasını isterdi. İlim erbabıyla tahsil yapan gençlere çok iltifat eder, muhabbet gösterirdi. Sevenlerine de hep “Dâvet edildiğin yere erinme, dâvet edilmediğin yere görünme” derdi...
Vefatının 8. yıldönümünde Efendi’nin cenaze namazından söz eder misiniz?
Abdürrahim Reyhan Efendi’nin cenaze namazından söz etmek o acıyı tekrar yaşamak edemek. Sorduğunuz için anlatıyorum. 1998 yılının Ocak ayıydı. Bir Ramazan gecesinde İstanbul’da dünyasını değiştirdi..
Vefat ettiğinde kaç yaşındaydı?
Efendi Hazretleri, hayatı boyunca gerçekten mütevâzı, ama vazifesinin büyüklüğünü çevresine hissettiren bir hayat tarzı içinde, 68 yıl süren bir ömür yaşadı. Bunun son 25 yılında ALLAH’ın lûtfu olmadan yapılamayacak irşâd görevi ifâ etti ve sürekli şeyhi Dede Paşa hazretlerinin yolunda, onun ışığını Erzincan’dan dünyaya yaydı. Bu görevin son 12 yılı İstanbul’a taşıdığı evi ve gönül tekkesi çevresinde gelişti.
Sünnete nasıl bakardı?
Çok önem verirdi. O, Türkiye’den dört bir yana yayılmış dünya Müslümanlarına tasavvufî hakîkatleri İslâmî öz içinde anlatırken, sünnete uygun yaşamanın da hakîkî örneklerinden birini ortaya koyuyordu. İlim, servet, ibâdet ve halka hizmet gibi zahirî tezâhürlerin hakîkatle örtüşmesi için gönülden bağlılığı esas alır ve bağlılarına öyle gösterirdi. Dede Paşa’dan duyulan ve sık sık sohbetlerinde de ifadesini bulan şekliyle, “Hulûsunuzun bârını yersiniz” derdi. Yani ihlâsınızın meyvasını yersiniz... Gerçekten de öyle değil mi? İhlâsla yaşamak ve ibadet etmek o kadar önemli ki, insanoğlu bunu anladığı, hakkıyla idrâk ettiği zaman hayatını ne kadar sade, ne kadar samimi ve ne kadar hayırlı geçirebilirse o kadar mutlu olacağını yakından kavrar sanıyorum. Abdurrahim Efendi bunu hayatıyla, hizmet ve faaliyetiyle onu tanıyabilen herkese çok tabii bir şey olarak gösterirdi. Tabii görebilene...
Siz Efendi hazretlerinin bağlısı olarak cenaze merasiminde bulundunuz mu? Bulunduysanız, ne gördünüz?
İstanbul’da ve Erzincan’da kılınan iki cenaze namazında da bulundum. Bu cenazeleri anlatacak iki sıfat var; bu iki sıfat birbirine zıt görünse de birbirini tamamlamaktadır: Muhteşem sadelik.. “İnsanlar nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşredilir” şeklinde bir hadis-i şerif biliyorum. O yüzden de cenazesini anlatabilmek için hayatını ve ölümünü anlatmak gerekir diye düşünüyorum. Bunun tersi de doğru: Abdurrahim Efendi Hazretlerinin hayatını ve şahsiyetini iyi anlayabilmek için, onun cenazesini ve nasıl defnedildiğini görmeli veya görenlerden dinleyerek incelemeli. Tam bir Hak dostu gibi... “Efendi” adıyla bilinen ve medyadan, şöhret âfetinden alabildiğine uzak yaşayan, ama tesiri ve müridleriyle son devir tarikatları içinde fevkâlâde hızla yayılan, buna rağmen dikkatlerden uzak kalan bir hakîkat erinin huzurunda olduğumuzu iyi bilirdik. Ama bu bilginin gereği olan hizmet ve gayreti gösterebildik mi? Buna kim hakkıyla evet diyebilir?..
Şirinevler Ulu Camii’nde toplanan cemaat, gazete ve televizyondan haber alınamadığı için mütevazi olacak sanılıyordu. Çünkü Cumayı Cumartesi’ye bağlayan gece yarısı, yani muhtemel bir Kadir Gecesi vefat etmiş, o günün öğle namazında cenazesi  kılınacaktı. Pazar günü de Erzincan’da ikinci defa kılınacak cenaze namazından sonra, Kadir Gecesi’nin gündüzünde Terzi Baba Mezarlığı’nda toprağa verilecekti. Öyle de oldu. Ama beş altı bin civarındaki İstanbul cemaatına karşılık, gazete ve televizyon haberlerinden duyan müridlerinden oluşan 10-12 bin kişilik cemaat, Erzincan’ı hayretler içinde bıraktı. Cenaze sade olduğu kadar muhteşemdi. Bu kadar kalabalıkta tek kişinin burnu kanamadı ve hizmet tamamlandı. Efendi şimdi Hakk’ın huzurunda olduğu kadar sevenlerinin de gönlünde...
O’nun sohbetlerini, mesela Tasavvuf’la ilgili sözlerini hatırlıyor musunuz?
Hiç unutmadık ki. Mesela bir gün söze şöyle başlamıştı “Burada Kısacana tasavvufun ana temelleri hakkında bir bilgi sunacağız. İnsan istedikten sonra yapamayacağı birşey yok. ALLAH (c.c.) bu istegi ve bu gücü bizlere vermiş. Yeter ki biz neyi istiyoruz bunu bilelim.... ALLAH’ım maksadım sensin. Senin Rızanı isterim”  Sonra da şu dörtlükle sürdürmüştü sohbetini “Sen sana gel ey gönül kılmahased kibr’ü riya / Bu sıfatlarla tahalluk eden oldu eşkıya. / Sıdk ile biat kılıp oldun’mu ümmet Ahmed´e / Kuru laf ile gecirip ömrü kaldın sufliya”
Efendi hazretleri tasavvufu nasıl tarif ediyordu?
Şöyle diyordu: “Kali hale tebdil etmek şekliyle ifade edilen tasavvuf İslam dininin ihtiva ettiği, bilgi sisteminin kuvveden fiile yani kalden hale, nazariyeden ameliyeye dönüşüdür. Meseleye bu zaviyeden bakılmalı. Tasavvufun esaslarını iyi tesbit etmek yerinde bir davranış olur. Bu esaslar İslam tasavvufunda Kitap ve sünnet istikametinde gerçekleşir. Tasavvuf sosyal bir hadisedir.Bu yüzden onu fikri ve şekli bir tarzda düşünmek lazımdır.Peygamber (s.a.) efendimiz zamanında İslami ilimlerin esasları bizzat mevcut olmakla beraber, ihtiyaç hissedilmediği için tedvin edilmemiştir. Yani fıkıh, kelam ,hadis, tefsir  ilmi ismiyle müdevven ilimler yoktu; fakat Fıkıh, kelam, hadis ve tefsir bizzat mevcuttu. Bu ilimler asr-ı saadet’ten sonra ihtiyaca göre zamanla tedvin edilmiştir.İnsanlar meşreblerine, fıtri yapılarına ve karakterlerine göre üç tarzda bu yolculuğu gerçekleştirebilirler.Tasavvuf ıstılahında bu yollara “Tarik-i ahyar”, “Tarik-i ebrar”, “Tarik-i şettar” ismi verilmiştir."
ALLAH dostlarını tarif eden hadisler de okur muydu?
-Evet Kudsi Hadislerle ALLAH dostlarının şöyle tarif edildiğini bildirirdi:  “AIIahu Teala buyuruyor ki: Her kim benim veli kuIIarımdan birisine düşmanlık ederse, muhakkak ben ona harp açar (dostumun intikamını alırım.” Yine bir kudsi hadiste Cenab-ı ALLAH’ın şöyle buyurduğunu bildirirdi: “Kim benim velilerimden birisini hafife alırsa, bana düşman olarak karşıma çıkmış olur.” Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde buyuruyor ki: “Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar ALLAH`ın emrini ayakta tutmaya devam ederler Onları terkedenler ve kendilerine karşı çıkanlar onlara bir zarar veremez. Bu durum, ALLAH’ın kıyamet emri gelinceye kadar devam eder. Onlar insanlara devamlı üstün gelirler”
“Alimler peygamberlerin varisidir” hadisi şerifini sık sık okur, “Bunlar, halkı Hakk’a ulaştırmanın memuru olan velilerdir. Bu tür velilere mürşit, bu işin öğretisine yol, tarikat, usul, ilim dilinde ise tasavvuf denilir” derdi.
Kaza ve kaderi nasıl izah ederdi?
Olacak şeylerin hepsini ezelde bilip, sonradan olacağı şekliyle ALLAH’ın takdir ve tesbit etmesine kader denildiğini, böylece kararlaştırılmış olanların zamanı gelince aynen yazıldığı gibi oluşmasına da kaza denildiğini hatırlyatırdı. Hayır ve şerrin, fayda ve zarar verecek olan her yaratık ve her olayın ALLAH’ın dilemesi ve ona ol demesiyle yaratıldığını, bu sebeble bizim “Hayır ve şer ALLAH’tandır” diye inanmamız gerektiğini, ALLAH’ın hayra rızası olduğunu, şerre ise rızası olmadığını söylerdi. “Bu yüzden arzu ve irademiz içinde olan iş ve amellerimizde hayrı istemeli ve hayrı yapmalıyız. Şerri, yasağı, haram ve zararlıyı istememeli ve onları yapmamalıyız” derdi. Bizim bu istek ve irademize cüz’i irade denildiğini, bu cüz’i irademizin, bu akli seçme ve serbestliğimizin bize mesuliyet yüklediğini belirtir, sevap ve günahların bu serbest seçim ve hür irademiz yüzünden artacağını ifade ederdi.
Vefat’ının ardından yazdığınız yazıyı hatırlıyor musunuz?
Evet, Abdürrahim Efendim Hakk’a yürüdü” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Gazetemizin 25 Ocak 1998 tarihli nüshasında yayınlanan o yazınızı burada iktibas edebilir miyiz?
Tabi edebilirsiniz.
“Abdürrahim Efendim Hakk’a yürüdü. ‘Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir. / Miyanı, aşikanda itibarım varsa sendendir’ Şeyh Galib efendisi için söylemiş bu mısraları, ben de ‘Anafor’ adlı şiirimde aynen kullanmıştım. Evet “Efendim” dediğiniz, sırri sohbetlerini dinlediğiniz, gönülden tasarruflarına şahit olduğunuz bir tasavvuf büyüğü, bir ALLAH dostu tanımış ve bağlanmışsanız, onu kaybetmek sizi ne kadar derinden sarsar, tahmin edersiniz. Ben bugün efendimin dünyasını değiştirdiğine, Hakk’a yürüdüğüne şahit oldum ve derinden sarsıldım.Yüz binlerin cenazesine de sohbetleri gibi iştirak edeceğini bildiğim için, milletimizin başı sağ olsun diyorum. O’nu ben bugün anlatamam, bir ömür boyu anlatmaya çalışsam, gücüm yetmez. Böyle ALLAH dostlarını yine O anlatıyor: “ALLAH yolunda ölenlere ölü demeyiniz. Onlar ALLAH katında diridirler.” Evet, bizi yetim bırakarak ALLAH’ın huzuruna, Peygamberinin yanına ve pirlerinin arasına dahil olan Abdürrahim Efendi’nin dünyamızda yaktığı ışık, O’nun Hakka yürümesiyle daha da aydınlanacak ve tanımayanlarını da aydınlatacaktır inancındayım. Çünkü tasavvufta bir kelam var. “Evliyaullah vefat edince kınından çıkmış kılıç gibi olur.
“Her kapı kapansın, Ebubekir kapısı müstesna...”
Peygamber Efendimizi. Sonra Hz. Ebubekir’i ve Hz. Ali’yi çok severdi. Peygamber Efendimizin “Her kapı kapansın, Ebubekir kapısı müstesna. ALLAH tarafından kalbime dökülen bütün ilimleri Ebubekir’in sadrına (kalbine) aktardım” ile  “Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısı, Ebubekir aslıdır”  hadis-i şerifleri sık sık okurdu.  “İman bahsinin sonu kader ve ahiret gününe imandır” der,  İnsanların öldüğü andan başlayarak kabir, kıyamet, yeniden dirilme, sual, hesap, sırat alemlerinden geçerek cehennem veya cennete dahil olacakları Kur’an’da bildirilmiş ve hadislerde açıklandığını, bütün bu hadiselerin zamanı gelince olacağına inanmamız gerektiğini, kafir ve münafıkların sonsuz olarak, günahı fazla veya affa uğramayan mü’minlerin de günahları miktarınca cehennemde azap göreceklerine, Peygamberimizin şefaatının olacağına, mü’minlerin sonsuz olarak cennette kalacaklarına, cennet ve cehennemin halen var olduklarına, Cemalullah’ın görüleceğine de mutlaka inanmamız lazım geldiğini söylerdi.Bunlara zıt olan söylentilere önem vermez, aykırı söz ve iddialara asla inanmazdı.
“ALLAH’ın  dostları ancak muttaki olanlardır”
O ALLAH dostlarını ALLAH’ın ve Resulünün tarif ettiği şekilde anlatırdı. Yani ALLAH’ın ve Resulünün diliyle. Bu tür sözlerine de şöyle bir duayla başlardı: “ALLAH herkese ALLAH dostu bir Mürşide bağlanmayı nasip eder, yeter ki halis bir niyetle dileyelim. Aşağıda Ayetlerle ve hadislerle de bildirilmiş olup uykudan uyanıp kendimize zaman geçmeden bir vesile, vasıta ve ALLAH dostuna bağlanmayı yüce ALLAH’tan niyaz edelim. Hepinizden ALLAH razı olsun. Enfal Suresi’nin 34. ayetinde Cenab-ı ALLAH buyuruyor ki: “ALLAH’ın dostları ancak muttaki olanlardır. Fakat (kâfir ye gâfil) insanların çoğu bunu bilmezler” Yine Yunus Suresi’nin 62-64. ayetlerinde Cenab-ı ALLAH buyuruyor ki: “Haberiniz olsun ki, ALLAH’ın velileri (dostları) için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Dünya hayatında da Ahiret hayatında da onlar için nice müjde (ve kerametler) vardır. ALLAH´ın söz ve hükümlerinde asla bir değişme yoktur. İşte bu (hale ve  vade ulaşmak) en büyük kurtuluştur” Fatır Suresi’nin 32. ayetinde Cenab-ı ALLAH şöyle buyuruyor: “Kullarımızdan bazısı da AlIah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet budur.” Yine Cenab-ı ALLAH Beyine Suresi’nin 7-8. ayetlerinde buyuruyor ki: “İman edip salih amel işleyenler var ya, Şüphesiz halkın en hayırlısı onlardır.  Rableri katında onların mükafatı, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedi olarak kalacaklardır ALLAH onlardan razı olmuş, onlar da ALLAH’tan razı olmuşlardır. Bu (sıfat ve mükafat) Rablerinden korkan (O’na iyilik ile saygı gösteren) içindir.”
Yumuşak huylu ve merhametliydi
ALLAH dostlarından Mehmed Zahid Kodku hazretleri ve Sultan Baba (r.a.) yazı serisinden sonra gazetemize gelen Erzincan eski Milletvekili Naci Terzi ağabey, önce tebrik ettiğini söyledi, sonra da Abdürrahim Reyhan Efendi hazretlerinin ismini zikrederek "Bizim Efendimiz’den de bahseder misin?" dedi. Biz de: "Kaynak olduktan sonra neden olmasın" dedik. "Sana kaynak kitap getireceğim" dedi ve 3 gün sonra Abdurrahim Reyhan Efendi’den bahseden Erzincanlı Ünal Tuygun’un kitabını getirdi. İşte Abdürrahim Reyhan Efendi’nin hayatını da kitaplaştıran Erzincanlı Ünal Tuygun anlatıyor: "Kitabı hazırlarken Abdürrahim Reyhan Efendi’nin kardeşi Efrail Efendi’ye sordum: ‘Abdürrahim Efendi boş zamanlarında ne yapardı?’ Efrail Efendi, şu cevabı verdi: ‘Boş zamanı olmazdı. Sürekli çalışırdı. Çalışmanın dışında köyümüzde Şeyh Abdurrahman Efendi vardı. Onun sohbetine giderdi. Zaten kendisi yaşıtlarıyla oturmazdı. Hep kendinden yaşça büyüklerle konuşurdu. Bir de unutmadan söyleyeyim; ağabeyim iyi bir inşaat ustasıydı. İyi bir marangozdu. Tüm köylüler gelir, işlerini ağabeyime yaptırırlardı. Ailemize çok düşkündü. Annemin bütün işlerine yardım ederdi. Anneme yük olmasın diye kendi elbisesindeki sökükleri bile kendi dikerdi. Asla yemek seçmezdi. Tandır ekmeğinin sert kısmını kendi yer, yumuşak yerlerini bize verirdi. Çok merhametli bir insandı. Karıncayı bile incitmezdi."
İki önemli kerameti
Abdürrahim Reyhan Efendi’nin talebelerinden Mehmet Demirok anlatıyor: "Kendilerini 23-24-25 Haziran 1980 tarihinde tanıma lütfuna ermiştim. 1981 yıllarıydı. Bir gün kendilerine:
"Hakka senin özün doğru / Gezersin Niğde’yi, Bor’u / Bir de gelsen bize doğru / Gel gör ne viraneler var. / Dolaştın Erzurum, Van’ı, / Ah sevdiğim calar canı / Sormadın halimi hanı / Gel gör ne biçareler var" diye uzayıp giden bir şiir yazıyordum ama henüz kimseye göstermemiş ve şiiri de bitirememiştim. Bir gün habersizce Sevgili Damatları, Gönül ehli, ALLAH dostu, Tasavvuf Alimi Muhterem Muzaffer Nevruz Beyefendi ile hanemize teşrif buyurduklarında ilk selamlaşmadan sonra, "Gezersin Niğ’deyi Bor’u, bir de gelsen bize doğru, dedin biz de çıktık size geldik" buyurduklarında donup kalmıştım. Bitmemiş ve kimsenin bilmediği şiirimi okuyorlardı. Yine 1982 yıllarıydı. Hazreti piri saygın bir meslek ve kariyere sahip bir arkadaşla ziyarete gitmiştik. Sabah namazından sonra kısa bir sohbet yapmışlar ve herkes dağıldıktan sonra bu arkadaşımız Hazreti Pire, "Efendim mesleğim icabı olsa gerek kendimi çok büyük görüyor, o da ben de gurur ve kibir meydana getiriyor, kimseleri beğenmiyorum, bu hali üzerimden nasıl atacağımı bilemiyorum" diyor.
Hazreti Pir, şöyle buyuruyor: "Bak evlâdım, büyük şehirler de hayvanat bahçesi varmış, oralarda Tavus kuşu bulunuyormuş. Bu kuşların tüyleri rengarenk olurmuş. Bu kuşlar kendilerini çok beğenirlermiş. Tüylerini kabartırlar, hatta kuyruğunu da görmek için eğilerek önlerine tutarlarmış. Daha iyi görmek için, biraz daha eğilince de ayaklarını görürlermiş. Bu hayvanların ayakları çok çirkin olurmuş. Utanır ve kabarıp şişinmekten vaz geçermiş. Şimdi sizin de, bizlerin bilmediği, fakat sizin ve ALLAH’ın bildiği hata kusur ve günahlarınız vardır. Siz onları hatırlarsanız o hal sizden gider" buyurdular."
‘Ölmeden önce ölünüz’
Kulluk, noksanlıktır, acziyettir. Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz. ALLAH için birbirinizi sevin, ALLAH için konuşun. Aşk insanı mahviyete düşürür-varlığından geçirir. Varlığından kurtulan ölmeden evvel ölüme erer.
Bazı hocalar, Abdürrahim Reyhan Efendi’nin etrafında insanların toplanmasından rahatsız olurlar, onu çekemezler.  O’nun ilmi bilgisini denemek maksadıyla ziyaretine gider, kasıtlı sorular sorarlar. O günlük sohbetini yaparken orada bulunanlardan biri: "Efendim siz mürşitsiniz. Tamam da biz hiç kerametinizi görmedik" der.
Abdürrahim Reyhan Efendi, bu soru karşısında şu müthiş cevabı verir: Ben kerametim var demedim ki, siz benden keramet beklersiniz! Bu kafayla daha çok beklersiniz! Ben sadece bir itfaiye eri gibi yanmakta olan insanları yangından kurtarmaya çalışıyorum. ALLAH’ın emirlerini öğretmeye çalışıyorum. Bu kapıya gelenler de o niyetle geliyor. Asırlar önce sizin sorduğunuz sorunun aynısını Şah-ı  Nakşibendi hazretlerine sormuşlar. O dönemin insanları da sizin gibi mürşitlerinden keramet beklerdi. Bir gün Şah-ı  Nakşibendi hazretlerinin talebeleri diyorlar ki; "Efendim sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?" Hazret soranlara bu cevabı veriyor, "Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?"
Abdurrahim Reyhan Efendinin bu cevabı karşısında soru soran ezilir, büzülür öyle bir mahcup olur ki tarifi imkansız. Soru soranın onca insan içinde mahcup olduğunu anlayan Abdürrahim Efendi buyurur ki; "Bizler, yani hepimiz tek bir gaye için yaşıyoruz. Hepimizin amacı, ALLAH’a kulluk. Sizi buraya getiren de, sizinle sohbet etmemize imkan sağlayan da sadece O. Eğer Kainatın Yaratıcısı istemezse, kim ta uzaklardan bu garip köydeki ümmi Abdurrahim’in yanına gelir?"
“Hikaye değil, Kitabın ortasından anlatsa”
Adürrahim Reyhan Efendi’ye 1981 yılında talebe olan Bayburtlu Murat Akkoyunlu anlatıyor: "O kapıya bağlandıktan sonra içimi bir huzur kapladı ki sorma gitsin. Efendim beni birçok defa imtihan etmiştir. Mesela Yusuf Kan Dehlevi’nin yazdığı Hayat´üs-Sahabe isimli dört ciltlik bir eseri var ve ben sürekli bu eseri okuyorum. Bu kitabı okumaktan da büyük bir keyif alıyorum, ama bir gün kendi kendime dedim ki: ‘Bu kitabı okuyorum ama bu kitap hakkında bir de Efendimin fikirlerini alayım’ Aradan bir kaç ay geçmişti. Efendimi görmek için Erzincan´a gittim. Efendim sohbet ediyordu. Sohbeti dinledikten sonra namaza kalktık. Hiç yapmadığım bir şeyi yaptım ve Efendimin karşıdaki dolabından cübbesini almaya yürüdüm. Cübbesini Efendime  götürecektim. Dolabı açtım. Bir de ne göreyim, dört ciltlik Hayat’üs-Sahabe adlı kitap cübbenin yanında duruyor. Tek kelimeyle müthiş bir olay!..."
Çok enteresan şeylerin başından geçtiğini belirten Akkoyunlu,  bir başkasını şöyle anlatıyor: "Yine bir gün Efendim sohbet ediyordu, sohbetin konusu da Musa Aleyhisselam ile Hızır Aleyhisselam arasındaki bir mesele. İçime bir vesvese düştü. Aklımdan: ‘Efendim de hikaye anlatıyor. Şöyle kitabın ortasından anlatsa biz de dinlesek’ diye bir düşünce geçti. Sohbet bitti. Ben yukarıda oturma salonu gibi bir yer vardı. Oraya çıktım oturdum. Birden kütüphane gözüme ilişti. Şöyle elimi attım, bir kitap aldım. Kur’an-ı  Kerim meali çıktı. Rast gele bir sayfa açtım. Açtığım sayfada Hızır Aleyhisselam ile Musa Aleyhisselam arasındaki mesele anlatılıyor. Kendi kendime dedim ki: ‘Oğlum Murat, yine baltayı taşa vurdun. Efendi Kur’an’dan sohbet ediyor, biz, içimizden hikaye anlatıyor diye geçiriyoruz’ İşi ihtimal meselelerine vurdum. Olmaz böyle bir şey. Tesadüfen bir kitap alacaksınız, bu kitap Kur’an-ı Kerim meali olacak, yine bir sayfa çevireceksin, Efendimin anlattığı, benim de hikaye dediğim bölüm çıkacak!"
Zühd ile tasavvuf arasındaki fark
Tasavvufta hedef’in "Bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve ALLAH'a ibadet etmesini sağlamak" şeklinde açıklayan Abdürrahim Reyhan Efendi, "Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark’ı" da şöyle beyan ediyor:  "Zühdde korku, tasavvufta sevgi unsuru ağır basar. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd; âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok ALLAH'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı mânevî hayattır. Peygamber Efendimiz: "ALLAH ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey ALLAH Resulü, Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" der. Peygamber Efendimiz de "Olmadı yâ Ömer!" diye buyurur. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah "Şimdi oldu yâ Ömer!" buyurur. (Buhârî, "Îmân", 9; Müslim, "Îmân", 15).  Abdürrahim Reyhan Efendi, İslâm'da Cenab-ı ALLAH ile kulları arasındaki sevginin karşılıklı olduğunu, kulların ALLAH’ı sevdiğini, ALLAH’ın da kullarını sevdiğini anlatır buna delil olarak da el-Maide Suresi’nin 54. ayetinin mealini okurdu: "Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, ALLAH onların yerine öyle bir kavim getirir ki ALLAH onları sever, onlar da ALLAH'ı severler" İslâm inancına göre ALLAH Teâlâ vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost edinir.
“Hayır ve şer ALLAH’tandır”
Olacak şeylerin hepsini ezelde bilip, sonradan olacağı şekliyle ALLAH’ın takdir ve tesbit etmesine kader denildiğini, böylece kararlaştırılmış olanların zamanı gelince aynen yazıldığı gibi oluşmasına da kaza denildiğini hatırlatırdı. Hayır ve şerrin, fayda ve zarar verecek olan her yaratık ve her olayın ALLAH’ın dilemesi ve ona ol demesiyle yaratıldığını, bu sebeple bizim “Hayır ve şer ALLAH’tandır” diye inanmamız gerektiğini, ALLAH’ın hayra rızası olduğunu, şerre ise rızası olmadığını söylerdi. “Bu yüzden arzu ve irademiz içinde olan iş ve amellerimizde hayrı istemeli ve hayrı yapmalıyız. Şerri, yasağı, haram ve zararlıyı istememeli ve onları yapmamalıyız” derdi. Bizim bu istek ve irademize cüz’i irade denildiğini, bu cüz’i irademizin, bu akli seçme ve serbestliğimizin bize mesuliyet yüklediğini belirtir, sevap ve günahların bu serbest seçim ve hür irademiz yüzünden artacağını ifade ederdi.
***
Abdurrahim Efendim Hakk’a yürüdü...
‘Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir.
Miyanı, aşikanda itibarım varsa sendendir’
Şeyh Galib efendisi için söylemiş bu mısraları, ben de ‘Anafor’ adlı şiirimde aynen kullanmıştım. Evet “Efendim” dediğiniz, sırri sohbetlerini dinlediğiniz, gönülden tasarruflarına şahit olduğunuz bir tasavvuf büyüğü, bir ALLAH dostu tanımış ve bağlanmışsanız, onu kaybetmek sizi ne kadar derinden sarsar, tahmin edersiniz. Ben bugün efendimin dünyasını değiştirdiğine, Hakk’a yürüdüğüne şahit oldum ve derinden sarsıldım. Yüz binlerin cenazesine de sohbetleri gibi iştirak edeceğini bildiğim için, milletimizin başı sağ olsun diyorum. O’nu ben bugün anlatamam, bir ömür boyu anlatmaya çalışsam, gücüm yetmez. Böyle ALLAH dostlarını yine O anlatıyor: “ALLAH yolunda ölenlere ölü demeyiniz. Onlar ALLAH katında diridirler.” Evet, bizi yetim bırakarak Allah’ın huzuruna, Peygamberinin yanına ve pirlerinin arasına dahil olan Abdürrahim Efendi’nin dünyamızda yaktığı ışık, O’nun Hakka yürümesiyle daha da aydınlanacak ve tanımayanlarını da aydınlatacaktır inancındayım. Çünkü tasavvufta bir kelam var. “Evliyaullah vefat edince kınından çıkmış kılıç gibi olur.”
Mustafa Miyasoğlu ; Vakit Gazetesi 25 Ocak 1998