6 Mayıs 2011 Cuma

MAHMUD SAMİ EFENDİNİN(K.S) İNTİSABI

MAHMUD SAMİ EFENDİNİN(K.S) İNTİSABI
Esad Erbili (k.s) galata köprüsünde tranvaydan inerken yanındakilere,o anda ordan geçen Sami efendimizi işaret ederek,yolumuzun erlerinden diye gösterir  yanyana gelincede ''Esselamü Aleyküm sami evladımız'' derler. Sami efendimiz o anı başımdan kaynar sular döküldü diye anlatırlarmış. İlk,orta, lise tahsilini adana da tamamlayan,yüksek tahsili istanbulda tamamlayarak,hukuk fakültesini birincilikle bitiren sami efendimiz,bir müddet gümüşhaneli dergahına devam ederler. Eski Beşiktaş müftüsü Fuat Çamdibi hocanın babaları Rüştü efendi ''Sami evladım , gel seni şeyhülmeşayih Esad Erbili hz. götüreyim ''der ve birlikte kelamı dergahına giderler.
Bu karşılaşmayı kendileri şöyle anlatırlar''üstadımın huzuruna varınca ellerini öptüm. Rüştü efendi; üstadım bu genç Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin efendinin evladlarından Sami efendi deyince Esad efendi''hayır o bizim evladımız'' buyururlar ve orada yaptığı evradı sorarlar Sami efendimiz ''günde beşbin zikrullah,bir cüz kuran,delail-i hayrat'' diye cevab verir. Esad efendi''evladım hastalık nerede ise tedaviye oradan başlamak lazım bu yüzden bunları terk edip kalbi zikre başlayacaksın''buyururlar ve inabe verirler. Gümüşhaneli dergahında iki yılda olmayan tecelli kelamı dergahında bir kaç ayda olmuştur.

Dede Paşa Hazretleri

Şarkın ve Garbın Mevlana'sı...

Veliler kervanı yoluna devam ediyor. Pir-i Sami hazretlerinin kolu boy boy geliyor. Dede Paşa hazretleriyle de Anadolu´ya yayılıyor. Gönlüne Allah sevgisi düsmüş bir kere, çaresiz bu yolda nasibini kısmetini arayacak. Uzun uzun yollar, inişli çıkışlı dağlar, azgın sular. Ama çaresi yok geçecek buraları Dede Paşa hazretleri. Çünkü bu yol gönül sultanına gider.
Dede Paşa hazretleri Bayburt´un Pulur nahiyesine bağlı Aşağı Lori Köyü´nde 1879 yılında dünyaya geldi. Babasının adı Hüseyin Efendi, annesinin adı Gül Hanım´dır. Cumhuriyetin ilanından sonra, soyadı kanununa göre aile Baştürk soyadını almıştır. Dede Paşa hazretlerinin asıl adı Musa Baştürk´tür. Ancak bu büyük Allah dostu, Dede Paşa hazretleri olarak anıla gelmektedir.
Dede Paşa hazretlerinin şu anda hayatta olan oğlu Nurettin Baştürk´le hazret hakkında derin bir sohbete dalıyoruz. Nurettin Efendi, ilerlemiş yaşına rağmen hafızası taptaze babasını anlatırken duygulu anlar yaşıyor. Şarkın ve Garbın Mevlana´sı sayılan Dede Paşa hazretleri oğlunun dilinden naklediyorum:
- Efendim, babam okumayı çok severdi. İlk önce sibyan mektebine gitmiş. Bu okulda çok başarılı imiş. Okul dışında da Bayburt´a bağlı Yukarı Aksüt Köyü´nde Kitapsız Hacı Mustafa Efendi diye bir zattan ders almış. Bu zat babamın zekasına hayret edermiş. Şürekli bu çocuk bir başka diye sağda solda söylermiş. Zaten Dede Paşa adınıda bu hoca efendi koymuş.
Babam sıbyan mektebini bitirdikten sonra Bayburt´ta Rüştiye´ye başlamış. Burayı da başarıyla okumuş. Daha sonra dedem İstanbul´da ki Dar´ül-Ülya adlı okula kaydını yaptırmış. Ama dedem vefat edince babam okulu bırakmış ve köye dönmüş. Çünkü bizlerin köyde büyük bir arazisi vardı. Bunlarla ilgilenmesi gerekiyordu.
Dede Paşa hazretleri köydeki arazi işiyle meşgul olmaktadır. Ancak ne çare ki gönlündeki ateş başka o sürekli okumak istiyor. İşlerden fırsat buldukça Bayburt´ta bulunan hocalardan fıkıh dersleri alıyor.
Günlerden bir gün köye gönlündeki ateşi söndürecek belki de daha da alevlendirecek Pir-i Sami hazretlerinin halifesi, Şeyh Beşir Efendi geliyor. Gerisini Nurettin Efendi´den nakledelim:
Babam derki ki; “Bir gün köyümüze bir Nakşibendi şeyhinin geldiğini söylediler. Ben gitmemiştim.” Gelen şeyh, Pir-i Sami hazretlerinin halifesi Şeyh Beşir Efeni imiş. Efendi hazretleri, köyümüzde bir evde misafir olmuş. Bu evde Hazret sohbet ediyormuş. Sohbette bulunanlardan biri Beşir Efendiye demiş ki: “Efendim bizim bir Dede´miz var, oda sohbete katılsın mi?” demişler. Hazrette gelmesini söylemiş. Beşir Efendi dede ismini duyunca yaşlı biri zannetmis. Babam gidince Beşir Efendi şaşırmıs. Bir de ne görsün dede dedikleri 19 yaşında bir delikanlı.
Dede Paşa hazretleri tasavvuf cihanının büyügüne koştu. Sohbetini dinledi, etkilendi. El tuttu, mürit oldu. Beşir Efendi köyden ayrılıp, memleketi Erzincan´a döndü. Dede Paşa´yı bir sevgi hasreti sardı. İşi gücü bıraktı. Ağladı olmadı, güldü olmadı. İçi içine sığmadı. Bir hasret başladı ki sormayın. İşi gücü bırakan Dede Paşa hazretleri Şeyhi Beşir Efendi´ye koştu, hiç ayrılmamacasına. Köydeki arazileri dayılarına bırakıp Beşir Efendi´nin Erzincan´daki dergahına hizmete koşuyor.
Şeyhine bağlılığına ve hizmetini oğlu Nurettin Efendi´den nakletmeye devam edelim:
- Babam Beşir Efendi´ye bağlandıktan sonra dünya işleriyle uğraşmamış. Şeyhi Beşir Efendi´nin dergahında sürekli ders almış. Dergahın her türlü hizmetine koşmuş. Arasıra babam köyüne dönermis. O zaman şartlar çok sıkıntılı, vasıta yok, at var ama dağları aşmak çok zor oluyormuş. Bizim köyden Hazret´in Tercan´daki tekkesine sürekli gider gelirken çok tehlikeli olaylar yaşamış. Mesela bir keresinde Fırat´ı geçerken suya kapılmış. Su hayli sürüklemiş babamı. Yine bir kaç defa da eşkıyalar yolunu kesmiş.
Bir de Ruslar Erzincan´a geliyorlar, harp başlıyor. Babam da asteğmen rütbesinde Halit Paşa komutasında Kop Dağı´nda savaşa katılıyor. Daha sonra da Zile´ye muhacir olarak gidiyor. Yani Babam, sürekli Zile´den Kırşehir´e giderek, şeyhinden feyz almaya devam ediyor. Erzincan´ın düşman işgalinden kurtuluşunun ardından, Babam Zile´den şeyhi Kırşehir´den Erzincan´a dönüyorlar. Şeyh Beşir Efendi Erzincan´da bulunan Mecidiye Kebir Mahalesinde bir tekke inşa ediyor. Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra tekkeler yasaklanıyor.
1932 yıllında Şeyh Beşir Efendi ötelere sefer etti. Vasiyeti üzerine Terzibaba Mezarlığı´nda toprağa verildi. Şeyh Beşir Efendi hazretleri, yerine Dede Paşa hazretlerini halife olarak bırakdı. Paşa hazretleri, Bayburt´un Aşağı Lori Köyü´ne dönerek burada irşat görevine başladı. Emir var Altın Silsile devam edecek. Nurettin Efendi´yle sohbetimize devam edelim:
- Köyde 50 kişinin kalacağı büyüklükte bir konağımız vardı. Bu konağın yanında bir konak daha yaptırdı. Gelen giden çoktu. Tarikat ile ilgili ibadetler gizli yapılırdı. Bu dönemde 1939 yılında Erzincan´a beraber gittik. Beşir Efendi hazretlerinin iki oğlu da bu depremde rahmetli olmuşlardı. Babam Erzincan´ın bu durumuna çok üzüldü, günlerce ağladı.
Şeyh Beşir Efendi hazretlerinin bağlıları Dede Paşa hazretlerine intisap etmişlerdir. Paşa hazretleri, bazen Erzincan´a geliyor, bazen Ankara, İstanbul´a gidiyordu. Köyü ise binlerce bağlısının toplandığı bir mekan haline gelmişti.
Paşa hazretlerinin oğlu Nurettin Efendi o dönemin çok sıkıntılar içerisinde geçtiğinden bahsediyor, ama bu sıkıntılı günlere rağmen Dede Paşa´nın hizmetlerini hiç aksatmadığını söylüyor ve devam ediyor:
- Babamı her gün yüzlerce insan ziyaret ederdi. Ben on beş yaşındaydım. Said Nursi hazretleri babamı ziyarete geldi. İlk defa da biz kendisini Ankara´da ziyarete gittik. Türkiye´nin her yerinde bağlıları vardı. Benim şahit olduğum önemli konulardan biri de şudur. Babam bir sohbetinde “Yakında tek partiden kurtulacağız. Yeni bir parti var. Bu parti iktidar olacak ve İslam adına da çok büyük faydaları olacak. Ama ömrü de kısa olacak.” dedi.
Dede Paşa hazretleri´nin ilk hanımı Şefike Hatun 1957 yılında vefat etmiş, ikinci izdivacını 1962 yılında Havva Hatun´la yapmıştır. Doksan yılı aşan bir ömrünü Allah yolunda hizmete adayan Paşa hazretleri 4 Eylül 1973 tarihinde Hak´ka vasıl oldu. Son anında dudakları durmadan kıpırdıyor, Rabbı´nin ismini anıyordu. Aile efradını yanına çağırdı ve dedi ki:
“Çağırdılar gidiyorum. Beni Terzibaba Mezarlığı´nda Şeyhimin yanında bir yerde toprağa veriniz.”
Dede Paşa hazretleri vasiyeti üzerine şeyhinin yanına götürüldü.
“Bizi bizim vefatımızdan sonra anlarsınız. Kılıç kınında iken kesmez ama o kından sıyrılınca turnalar hangi göle konar görürsünüz.”
Paşa hazretleri, yerine Abdurrahim Reyhan hazretlerini halife olarak bıraktı. Altın Silsile Reyhan Hazretleriyle dünyaya yayıldı. Dede Paşa Hazretlerinin buyurduğu gibi vefatından sonra kılıç kınından çıkmıştı.

Şeyh Muhammed-El Haznevinin Ardından

 

Önce olayı nakledelim:
Suriye’nin kamışlı ilçesine bağlı Telmaruf köyünde ikamet eden Şeyh Muhammed el- Haznevî; annesi, eşi, kızı, oğlu ve şoförüyle birlikte, Medine’ye 150 kilometrelik bir mesafede, arabalarının kaza geçirmesi üzerine hayatlarını kaybettiler. Şeyh Haznevî ve diğer aile fertlerinin cenazeleri Devlet Başkanı Beşşar Esed’in gönderdiği özel bir uçakla Suriye’ye getirildi ve Telmaruf’ta, yüzbinin üzerinde seveninin hazır bulunduğu cenaze namazının ardından, gözyaşları arasında, dedesi, amcaları ve babasının yanına defnedildi.
Çoğu basın yayın organı, bu olayda bir haber değeri görmemiş olacak ki, bunu takipçilerine duyurma gereği bile duymazken, birkaçı da, olaya, sıradan bir haber gibi iç sayfalarında küçücük bir şekilde yer verdi. Halbuki bu sıradan bir haber gibi görünse de aslında çok önemli bir olaydı ve günün, belki de haftanın en önemli olayıydı. Hele Müslümanlar açısından şüphesiz son dönemin en hüzün verici haberlerinin başında geliyordu. Ama ulusçuluk belası, ulus-devlet psikolojisi bizi birbirimizden o kadar uzaklaştırdı ki, bu önemli kaybı bile Suriye’nin bir sorunu gibi algılama yanlışına düştük.
Şüphe yok ki Haznevî ailesi, İslam dünyasında ağırlığı ve saygınlığı olan çok köklü bir aile ve Nakşibendi tarikatının en önemli kolunun temsilcileri konumunda. Fakat bu önemli aile son üç ay içinde, ikinci kez bir “üçüncü sayfa haberi” olarak gündeme geliyor. Hatırlayacaksınız, Şeyh Muhammed’in kardeşi Maşuk el-Haznevî de bir suikast sonucu hayatını kaybetmişti. Maşuk el-Haznevî’nin bir siyasi cinayete kurban gitmesinin ardından, Şeyh Muahmmed’in de bir trafik kazasında hayatını kaybetmesi, akıllara bir sabotaj ihtimalini getirse de ben bu noktaya yoğunlaşmayacağım. Fakat Nasuhi Güngör’ün, köşesinde, Maşuk el-Haznevî için naklettiği bir tesbiti, bu olaya uyarlayıp soru olarak aktarmakla yetineceğim:
“Muhtemel bir ABD işgali sürecinde Haznevîler, Suriye’de ciddi bir direniş potansiyeline sahiptirler. Bu nedenle bu olay, bu potansiyeli ortadan kaldırmaya yönelik siyasi bir eylem olarak değerlendirilebilir.” İlginç ve düşündürücü bir tespit.
Olayın şu ya da bu şekilde cereyan etmiş olması sonucu değiştirmiyor: Şeyh Muhammed el-Haznevî artık yok. Onun yokluğu, sadece müridleri için değil tüm İslam dünyası için çok büyük bir kayıp ve şüphesiz ki bıraktığı boşluk zor doldurulacaktır. Bu değerli Müslüman şahsiyete rahmet dilerken, bu yazıda yaptığı bazı hizmetlere mercek tutmak istiyorum.
Özel bir aile
Şeyh Muhammed’in dedesi Şeyh Ahmed el-Haznevî sadece Suriye’nin değil İslam dünyasının da son yüzyıldaki en büyük alim ve mürşidlerinden birisi olarak kabul edilir. Aslen Kürt olan ve Suriye’nin Kamışlı iline bağlı Hazne köyünde ikamet eden Şeyh Ahmed el-Haznevî, tüm ilmi ve tasavvufi eğitimini Türkiye’de tamamlamıştır. Diyarbakır’da ilim icazetini, Bitlis / Nurşin’de de tasavvufi hilafeti aldıktan sonra, önce köyü olan Hazne’ye, ardından da Telmaruf köyüne yerleşmiş ve burada onyıllarca sürecek olan ilim ve irşad faaliyetlerinin temelini atmıştır.
Şöhreti tüm dünyada duyulan, medrese ve dergahı her gün yüzlerce insan tarafından ziyaret edilen Şeyh Ahmed’e, özellikle Türkiye’den büyük bir ilgi ve yöneliş olmuştur.
Türkiye’den bir çok kişi onun dergahında, ilim ve irfanın doruklarına ulaşmış, kimisi ondan aldığı ışığı Türkiye’ye taşımıştır. Onlardan birisi de merhum Seyyid Muhammed Raşid Erol ve halen Adıyaman / Menzil’de hizmetlerini sürdüren Seyyid Abdulbaki Hazretleri’nin muhterem babaları, merhum Seyyid Abdulhakim Hazretleri’dir. Seyyid Abdulhakim, Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin yanında yetişmiş ve ondan hilafet alarak Türkiye’ye gelmiştir.
Şeyh Ahmed’in vefatından sonra her biri büyük birer alim olan ve şu anda tümü de hakka kavuşan oğulları Şeyh Muhammed Masum, Şeyh Alaeddin ve Şeyh İzzeddin irşad vazifesini yüklendiler. Üç oğlu da babalarının ilkelerini daha da güçlendirmek ve çıtayı biraz daha yükseltmek için var güçleriyle mücadele ettiler ve bir sonrakine emaneti birkaç adım ileride teslim etmenin çabasını verdiler. Özellikle Şeyh İzzeddin döneminde, ilim ve irşad alanında çok büyük atılımlar oldu; öğrenci sayısında büyük bir patlama yaşanırken, yurtiçi ve yurtdışına irşad seferlerinde de büyük bir yoğunlaşma meydana geldi. Bu amaçla ilk kez ailenin bir bireyi Avrupa’ya da tebliğ için seyahatlere başlamış oluyordu.
Şeyh İzzeddin’in hayatında oğlu Şeyh Muhammed her zaman en büyük destekçisi oldu, hizmetlerinin kolaylaşması için büyük bir gayret sarfetti. Ailenin ağır yükünü o yüklendi ve idari ve resmi tüm işlemleri o takip etti. Babasının vefatından sonra Şeyhlik makamına da, vasiyet gereği o oturdu.
Politika ve dünya malından uzak durdu
Şeyh Muhammed büyük bir birikimin üzerine oturdu ve doğrusu onu çarçur etmedi, ona sadık kaldı. Bu emaneti biraz daha ileri götürmenin hesaplarını yaptı ve başardı da. Mevcudu korumak için yoğun bir gayret sarfetti ve tüm mesaisini kendisinden önceki birikimi doğru yöne kanalize etmeye adadı. Babasından ve dedesinden kendisine iki şeyin miras kaldığını, hayatta kaldığı sürece de bu ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalacağını her fırsatta tekrarladı: Bunları “politikayla uğraşmamak ve insanların mallarını kabul etmemek” olarak deklare etti ve gittiği her yerde bu sözlerle konuşmasına başladı. Bunun yanında bunu sadece sözde bırakmadı, gereğini de yaptı.
Fakat Haznevî ailesinin insanların mallarına göz koymaması öteden beri takdirle karşılanırken, politikaya karşı tavırları (ya da tavırzıslıkları) kimi Müslüman cemaatler tarafından her zaman eleştiri konusu oldu. Ama merhum Şeyh Muhammed, babasının, amcalarının ve dedesinin vasiyeti olarak bu iki noktadaki hassasiyetini hep korudu.
Doğrusu, Suriye gibi diktatörlükle yönetilen bir ülkede, siyasetin içine girip de İslam’a hizmet etmenin imkanı yoktu. Özellikle baba Esad döneminde birçok masum Müslüman bu nedenden dolayı büyük eziyetler çekmiş, Hama örneğinde olduğu gibi (Ah, Hama!) bazen bu, soykırım şeklini bile almıştır. Bundan dolayı Haznevî ailesi ilimle hizmet etmenin daha faydalı olacağına her zaman kanaat getirmiş ve bu yolun uzun vadede çok büyük sonuçlar doğuracağına inanmıştır. Hem bu yolla zalim yöneticilerin gözünden uzakta, insana yatırım yapma fırsatını da yakalanmış olacaktır.
Şeyh Muhammed, belirli periyotlarla Türkiye’ye ziyaretler düzenler, bu ziyaretlerinde büyük bir ilgiye mazhar olurdu. Özellikle Güneydoğu’da büyük bir sevgi ve hürmetle karşılanırdı. İstanbul’a da yılda birkaç kez uğrar, buradaki müridleriyle bu vesileyle buluşurdu.
Resulullah’ın yoluna adanan bir ömür
Hiç şüphesiz ki, merhum Şeyh’in en önemli çalışmalarının başında eğitim faaliyetleri gelmektedir. Suriye / Telmaruf’ta Haznevî Enstitüsü’nde halen 2000’in üzerinde öğrenci hadis, tefsir, fıkıh, nahv, sarf, maani, usul, belağat vb. alanlarda, çok iyi yetişmiş alimlerin gözetimi altında, öğrenimlerini sürdürmektedir. Suriye ve Türkiye başta olmak üzere hemen hemen dünyanın her yerinden buraya öğrenci akışı olmakta, tahsillerini tamamlayıp icazet alanların yerine yenileri gelmekte ve bu sirkülasyon yıllardır devam etmektedir. Bu öğrencilerin tümü yatılı kalmakta ve tümünün masrafları Şeyh ailesi tarafından karşılanmaktadır. Denilebilir ki diğer hizmetleri bir tarafa, sadece bu eğitim faaliyeti bile İslam dünyasında eşine az rastlanan bir durumdur.
Merhum Şeyh ehl-i sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlıydı. Bütün ömrünü bu yolda harcamaktan çekinmedi. Hemen her konuşmasında ehl-i sünnet ve’l cemaat vurgusuna rastlamak mümkündü. Bunun gibi, yaptıklarının Allah rızasına uygun olmasına da azami dikkat ederdi. Bazen sarığını eline alır, ters çevirir ve şöyle dua ederdi:
“Allahım eğer bizim çalışmamız senin rızan için değilse, bizi darmadağın et, bizi iflah etme; yok eğer senin rızan içinse, senin dinini yaymak içinse, sen elimizi güçlendir, yardımını esirgeme bizden.” Bu haline defalarca şahit olunur ve her seferinde de ihvanına bu duaya amin demelerini emrederdi.
Şeyhim!
Sen gittin ve dünya biraz daha tenhalaştı. Viraneye döndü her yer.
Sen gittin ardından milyonlarca mahzun yürek, yaşlı göz, bükük boyun bıraktın.
Ölüm kaçınılmaz ve beklenmediktir. Sen gittin ve bizi bu dünyaya bağlayan bir bağ daha koptu.
Sen gittin ve koyulaştı yalnızlığımız, ıssızlığımız yoğunlaştı
Sen gidince ölüme dair tüm cümleler dirildi dilimizde, tüm acı duygular yeniden depreşti yüreğimizde.
Senin yokluğun için hazırladığımız cümlelerimiz yoktu, senden sonra acımızı dindirecek, bizi teselli edecek kelimelerimiz yoktu. Bütün ölümler gibi senin gidişin de ani ve hazırlıksız oldu.
Alimin ölümü alemin ölümüdür der Resulullah Efendimiz. İşte bundan dolayı sen gittin seninle bir alem göçtü.
Bütün ölümler soğuk, tuhaf ve acıdır. Senin vefatınla bir kez daha yaşadık bunu. Bir de çaresizliğimizi ve hiçbirşeyliğimizi anladık. Dedik ki “Ondan geldik şüphesiz ve dönüşümüz Onadır”
Sen gittin ve yetim kaldı sevdiklerin.
Bir kutlu zamanda, bir kutlu mekanda, En Sevgili’nin ayakları dibine düştün. Onun eteğine sarıldın adeta, Ona yapıştın.
Şeyhim!
nBu dini diriltmek adına, İslam’ı yaymak adına koşturdun, buna şahidiz,
Şahidiz, Allah’ın adını, Onun dinini en uzak diyarlara ulaştırmak için gösterdiğin çabaya, geceyi gündüze katıp koşturmana.
Bu rahmet mesajını tüm dünyalılara yetiştirmek için dur durak bilmeyen seferlerine.
Sadakatine, azmine, yorulma bilmeyen gayretine.
Zorluklar karşısındaki sebatına, sağlam ve dimdik duruşuna. Sabrına, şefkatine.
Şimdi en yüce dosta vardın. Efendimize, Onun güzel arkadaşlarına, o çok sevdiğin büyüklerine, dedene, babana erdin. Allah, sana en güzel şekilde muamale etsin, seni en cömert şekilde mükafatlandırsın, seni en güzel yerlerde ağırlasın.
Şeyh Muhammed el-Haznevî kimdir?
Şeyh Muhammed; Şeyh İzzeddin el-Haznevî’nin oğlu ve halifesidir. Şeyh İzzeddin de Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin (Şah-ı Hazne) oğludur. Şeyh İzzeddin vefatından önce pek çok defa değişik vesilelerle Şeyh Muhammed (k.s.)’dan övgü ile bahsetmiş ve insanları irşat etmede tam mükemmel bir hal üzere olduğunu dile getirmiştir. Bilindiği gibi, Haznevî ailesi Suriye’nin önde gelen ilim ehli bir ailesi olarak tanınıyor.
Şeyh Muhammed İslâm âlemi içerisindeki alimler arasında gerek kişiliği ve gerekse de eserleri ile önemli bir yere sahiptir. Şeyh Muhammed el-Haznevî’nin Suriye başta olmak üzere Lübnan, Türkiye, Mısır, Kuveyt ve Sudan gibi ülkelerde çok sayıda seveni bulunuyordu. Bunun yanı sıra Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde de müridleri vardı. Şeyh Muhammed, dünya malı toplamamış ve herhangi bir dünyevi makama gelmek, bir menfaat elde etmek peşinde koşmamıştır. Siyasî işlerle ilgilenmemiştir.
Elli altı yaşında vefat eden Şeyh, Mustafa Buğa, Vehbe Zuhayli gibi arap dünyasının tanınan alimlerinin yanında ilim tahsilini tamamlamış ve uzun yıllar kendi medreselerinde tedris işleri ile meşgul olmuştur.

Bağlılarından Mustafa Miyasoğlu'nun Kaleminden: Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincanî

 


Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincanî
[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]
Talebesi çok, reklamı yoktu
25 yıllık müritlikten sonra insanları irşada başlayan ve talebelerinin sayısı 1 milyonu aşan Abdürrahim Reyhan Efendi, 25 yıllık irşad vazifesine köyünde sohbet odası yaptırarak başlar. 12 Eylül 1980’den önce kendisiyle tanıştığını belirten Mustafa Miyasoğlu diyor ki: “Efendimin talebesi çok, reklamı yoktu. Yani mütevazı bir insandı.”
Abdürrahim Reyhan Efendi nerede, ne zaman doğdu?
Efendimiz; 1930 yılında, Erzincan’nın Keleriç beldesinde dünyaya geldi. Keleriç (bugünkü adıyla Karakaya), pek çok tasavvuf büyüğünün yaşadığı beldelerden biri. Abdürrahim Efendi’nin soyadı Reyhan olmasına rağmen, çocukluk yıllarından beri o adı ve soyadı ile değil, daha çok “Efendi” unvanıyla tanınır ve hep bu şekilde anılır.
Babası, dedesi, yaşadığı yer ve ne yaptığı hakkında bilgi verir misiniz?
Babası Hüseyin Efendi, dedesi Erzincanlı Nakşibendi şeyhi Beşir Efendi ile Tercan ve Otlukbeli’ndeki dergahta kalır ve hizmet eder. Keleriç’e yerleşerek bağcılık ve tarımla uğraşır. Babasından 14 yaşında yetim kalır.
Tahsil hayatından bahseder misiniz?
Abdürrahim Efendi, çok farklı bir çocuktur. Diğer çocuklar oyun oynarken o kitap okur ve düşünür. Orta okuldan sonra tahsili bırakır ve ailesinin geçimini üstlenir. Askerde orta okulu yarıda bırakmasına rağmen çavuş yaparlar O’nu. Depoların çoğunu fgüvendikleri için O’na teslim ederler. Askerde bile kitap okumakla meşguldur. Abdürrahim Efendi’nin dedesi şeyh Muhammed Beşir Efendi’dir. Onun halifesi, Bayburtlu Dede Paşa diye bilinen Musa Baştürk. Abdürrahim Efendi, Bayburtlu Dede Paşa ile babasının öldüğü günlerde karşılaşır, ama ancak 1957 yılında intisap eder.
Neden o gün değil de 1957’de?
Çünkü rüyasında Dede Paşa’yı görür, sonra da Keleriç’e gelen Dede Paşa’yı görünce bayılır ve ayılınca O’na intisap eder. Bu ikinci karşılaşmanın onun için “fenâfişşeyh” seviyesinde bağlılığa yol açtığını o mecliste bulunanlar ifade ederler.
İnsanları irşada ne zaman başladı?
25 yıllık müritlikten sonra Dede Paşa ona “teveccüh” görevi verir ve aynı zamanda kendisinin halifesi olduğunu söyler. 1973 yılında Dede Paşa’nın ölümü üzerine irşad görevine başlar.
İrşad halkası yüzbinleri buldu
İnsanları nasıl irşad ediyordu?
Önce Keleriç’te, bir süre sonra da Erzincan’da sohbete müsait binalar yaptırdı. Bu binalarda toplanan ihvanlara sohbet ediyor, tasavvufî hakikâtleri anlatıyordu. 1980’den sonra, şeyh efendisi gibi o da Ankara ve İstanbul başta olmak üzere pek çok yeri dolaştı.
İstanbul’a ne zaman yerleşti?
Vefatından 10 yıl önce İstanbul’a evini nakletti. Yurt içi ve yurt dışı seyahatleriyle, ayet ve hadislerden yola çıkan sohbetleriyle her seviyeden insana hak ve hakikat ölçülerini anlatıyordu. Bu arada, dedesinin ihvanı olan Salih Baba isimli şairin şiirleriyle gelişen sohbetlerinde, aşk ve muhabbeti öne almaya başladı. Dede Paşa’nın halifesi olduğu için onun müridleri eski ihvanları yanında, pek çok yeni müritle birlikte irşat halkası yüz binleri buldu.
Bu kadar müridi var mıydı?
Tabi tabi. Son devirlerin müridi en kalabalık irşad kutbu olduğu halde, Abdürrahim Efendi sade bir hayat sürüyordu. 25 yıllık irşat görevinden sonra 1998 yılında İstanbul’da vefat edince, hem İstanbul ve hem de bir gün sonra Erzincan’da kılınan cenaze namazlarında muhteşem bir kalabalık toplandı. Terzi Baba Mezarlığı’nda gömüldüğü yere, bir süre sonra Terzi Baba’nın türbesi gibi bir türbe yapıldı. Onun bizzat yaptırdığı toplantı yerleriyle vakıf binaları hâlâ hizmet veriyor. Hizmeti olan her Müslümanın hayırla anılmasını isterdi, bunu şiar edinmişti.
Abdürrahim Efendi ile ne zaman ve nerede tanıştınız?
Efendi Hazretleri ile 1980 yılında, 12 Eylül’den kısa bir süre önce görüştüm. Bundan kısa bir süre önce kardeşim beni başka bir Nakşibendi şeyhine götürmek istemişti. Halbuki ben Efendi hakkında bazı şeyler duymuş, ona muhabbet beslemeye başlamıştım. Kardeşimin söylediği şeyhe gideceğimiz gün birden bire öylesine rahatsızlandım ki, kardeşime “Benim nasibim senin şeyhinde değil galiba, o yüzden benim efendim yolumu kesti!” dedim. Kısa bir süre sonra da Abdürrahim Efendi ile tanıştım. Bana öyle sade ve tabii göründü ki, o güne kadar tanıdığım pek çok mürşitten fazla sevdim, hemen teslim oldum. O yıldan sonra pek çok görüşmemiz oldu, sayısını hatırlamadığım kadar sohbetinde bulundum.
Sohbetlerinde nelerden bahsediyordu?
Bunların büyük bir bölümü herkesin anlayabileceği sohbetlerdi. Bazıları da sanki gönlümden sorduğum soruların cevabı gibiydi. Bazen anlattığı fevkalâde şeylere şaşırdığımda, beni temin etmek istercesine tebessümle yüzüme baktığını fark ederdim.
Kerametlerine de şahit oldunuz mu?
Olmam mı? Üç arkadaşla bir gün akşam üzeri sohbet ettiği eve giderken, içimden şöyle demiştim: “Bugün hiç kimsenin duymadığı bir sohbet şöleni olsa!” Erken gittiğimiz için, salonda bizden başka kimse yoktu. Efendi, epeyce bir zaman farklı bir sohbet yaptı, o güne kadar gerçekten duymadığım şeyler söyledi. Bir süre sonra Efendi, salonu dolduran kalabalığa, “Hoş geldiniz efendiler!” diyerek genel bir sohbete başlayınca, nerede olduğumuzu anladım. Umumi sohbetten sonra dağıldık, eve giderken yanımdaki arkadaşlara sohbetin başındaki sözleri belirterek, onlardan hatırlayabildiklerini sordum. Tiyatrocu dostum Hasan Nail Canat ile başka bir arkadaş şaşkınlıkla tek kelime hatırlayamadıklarını söylediler, hatta bir kısmını hiç anlamamışlardı. O zaman benim için konuştuğunu anlamıştım: Varlık, yaratılış hikmeti gibi felsefi konular üzerinde konuştuğunu biliyordum, ama hangi hususları, hangi cümlelerle ifade ettiğini bir türlü hatırlayamıyordum. Sanki bizim gibi Necip Fazıl’ın sohbetlerini dinlemiş insanlara, toplantı salonuna girerken gönülden istediğim gibi bir sohbet şöleni sunmuş, orta okuldan sonra okumamış insanların bilmeyeceği şeylerle beni mutlu etmişti, ama bunları da zihnimden silmişti. Bana göre bu tam bir kerametti...
Başka kerametlerini de gördünüz mü?
Pek çok insan gibi benim de zihnime takılan bir husus vardı; Eyüp Sultan Camii’ne Cuma namazı için giderken bizzat sormuştum: “-Hak tarikatların hepsi bir şekilde Peygamberimize bağlı olduğu halde, neden farklı sözlerle zikir yapıyorlar?” Cevap olarak şunu ifade ettiler: “-Peygamberimiz 23 yıl boyunca bilinen, müekked sünnetleri dışında muhtelif şekillerde zikir ve ibadetler yaptı. Her tarikat kendine verilen derse göre zikir yaparak bu sünnetlerin yaşamasına hizmet eder ve böylece nefsini terbiye ederek ruhunu inkişaf ettirir. Bunların hepsi emirle olur. Kimse kendine göre ibadet seçimi yapamaz.” Bir de, “Bazı tarikatlarda zamanla farklılıklar görülüyor. Bunlar da mı emirle veya izinle yapılıyor?” diye sordum. Yine tebessüm ederek yüzüme baktı ve şöyle dedi: “-Emin olun ki böyledir hocam.” Benim en çok duyduğum sözlerinden biri de şudur: “-Bize bazı adamlar geliyor, ilmihal bilgileri dışında ve hatta onların zıddına şeyler soruyor, fetva istiyorlar; biz böyle bir şeye nasıl âlet olabilir, dini nasıl değiştirebiliriz?”
Gönüllere akan hakikat pınarı
Gönüller Sultanı Abdürrahim Reyhan Hazretleri, 24 Ocak 1998’de aramızdan zahiri olarak ayrılıp her zaman beraber olduğuna inandığımız Hakk’a yürüyerek ahirete irtihal etmişti. 1930 yılında Erzincan’ın Üzümlü ilçesinin Karakaya  (Keleriç) Beldesi’nde dünyaya teşrif eden Abdürrahim Reyhan Efendi, zamanın büyük mürşitlerinden Şeyh Beşir Efendi Hazretleri’nin torunudur. Beşir Efendi Hazretleri aynı zamanda Abdurrahim Reyhan Hazretleri’nin şeyhi olan Musa Dede Bayburdi Hazretleri’nin şeyhi idi.
Sade ve gözden uzak bir hayat sürdü
25 yıllık irşad hizmetleri sırasında, ilim ve memleket hizmetinde bulunan gençleri destekler, gönüllerini alıp teşvik ederdi. Bu yolda Reyhan Vakfı’nı kurdu ve ihtiyaç sahiplerine yardımı çevresine emrederdi. Günlük politika ile uğraşanların hasbi hizmetlerini teşvik eder, böyle hizmetlerin her türlü menfaat hesapları dışında yapılmasını insanlığın şanından sayardı. Hayatının son yıllarında pek çok hastalıktan mustarip olmasına rağmen, gerek yurtdışında ve gerekse yurt içindeki seyahatleriyle sevenlerini irşada devam eder, hak ve hakikat yolunun inceliklerini anlamalarına yardımcı olurdu. Bu hizmetleri sırasında hep sade ve gözlerden uzak bir hayat sürer, sevenleri dışında kimsenin dikkatini çekmezdi. Efendi’nin sevenlerine yaptığı sohbetlerinden derlenen kitaplar da böyle gösterişsiz olmuştur.
Ömrünü irşada vakfetti
O, Türkiye’den dört bir yana yayılmış dünya Müslümanlarına tasavvufî hakikatleri İslâmî öz içinde anlatırken, sünnete uygun yaşamanın da hakikî örneklerinden birini ortaya koyuyordu. İlim, servet, ibâdet ve halka hizmet gibi zahirî tezâhürlerin hakîkatle örtüşmesi için gönülden bağlılığı esas alır ve bağlılarına öyle gösterirdi.
Efendi Hazretleri’nin müritlerine en önemli tavsiyesi neydi?
Hizmetini çok takdir ettiği Necip Fazıl tarafından sadeleştirilen “Reşahat” adlı kitabı tavsiye eder, Salih Baba’nın divanıyla birlikte okunmasını isterdi. İlim erbabıyla tahsil yapan gençlere çok iltifat eder, muhabbet gösterirdi. Sevenlerine de hep “Dâvet edildiğin yere erinme, dâvet edilmediğin yere görünme” derdi...
Vefatının 8. yıldönümünde Efendi’nin cenaze namazından söz eder misiniz?
Abdürrahim Reyhan Efendi’nin cenaze namazından söz etmek o acıyı tekrar yaşamak edemek. Sorduğunuz için anlatıyorum. 1998 yılının Ocak ayıydı. Bir Ramazan gecesinde İstanbul’da dünyasını değiştirdi..
Vefat ettiğinde kaç yaşındaydı?
Efendi Hazretleri, hayatı boyunca gerçekten mütevâzı, ama vazifesinin büyüklüğünü çevresine hissettiren bir hayat tarzı içinde, 68 yıl süren bir ömür yaşadı. Bunun son 25 yılında ALLAH’ın lûtfu olmadan yapılamayacak irşâd görevi ifâ etti ve sürekli şeyhi Dede Paşa hazretlerinin yolunda, onun ışığını Erzincan’dan dünyaya yaydı. Bu görevin son 12 yılı İstanbul’a taşıdığı evi ve gönül tekkesi çevresinde gelişti.
Sünnete nasıl bakardı?
Çok önem verirdi. O, Türkiye’den dört bir yana yayılmış dünya Müslümanlarına tasavvufî hakîkatleri İslâmî öz içinde anlatırken, sünnete uygun yaşamanın da hakîkî örneklerinden birini ortaya koyuyordu. İlim, servet, ibâdet ve halka hizmet gibi zahirî tezâhürlerin hakîkatle örtüşmesi için gönülden bağlılığı esas alır ve bağlılarına öyle gösterirdi. Dede Paşa’dan duyulan ve sık sık sohbetlerinde de ifadesini bulan şekliyle, “Hulûsunuzun bârını yersiniz” derdi. Yani ihlâsınızın meyvasını yersiniz... Gerçekten de öyle değil mi? İhlâsla yaşamak ve ibadet etmek o kadar önemli ki, insanoğlu bunu anladığı, hakkıyla idrâk ettiği zaman hayatını ne kadar sade, ne kadar samimi ve ne kadar hayırlı geçirebilirse o kadar mutlu olacağını yakından kavrar sanıyorum. Abdurrahim Efendi bunu hayatıyla, hizmet ve faaliyetiyle onu tanıyabilen herkese çok tabii bir şey olarak gösterirdi. Tabii görebilene...
Siz Efendi hazretlerinin bağlısı olarak cenaze merasiminde bulundunuz mu? Bulunduysanız, ne gördünüz?
İstanbul’da ve Erzincan’da kılınan iki cenaze namazında da bulundum. Bu cenazeleri anlatacak iki sıfat var; bu iki sıfat birbirine zıt görünse de birbirini tamamlamaktadır: Muhteşem sadelik.. “İnsanlar nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşredilir” şeklinde bir hadis-i şerif biliyorum. O yüzden de cenazesini anlatabilmek için hayatını ve ölümünü anlatmak gerekir diye düşünüyorum. Bunun tersi de doğru: Abdurrahim Efendi Hazretlerinin hayatını ve şahsiyetini iyi anlayabilmek için, onun cenazesini ve nasıl defnedildiğini görmeli veya görenlerden dinleyerek incelemeli. Tam bir Hak dostu gibi... “Efendi” adıyla bilinen ve medyadan, şöhret âfetinden alabildiğine uzak yaşayan, ama tesiri ve müridleriyle son devir tarikatları içinde fevkâlâde hızla yayılan, buna rağmen dikkatlerden uzak kalan bir hakîkat erinin huzurunda olduğumuzu iyi bilirdik. Ama bu bilginin gereği olan hizmet ve gayreti gösterebildik mi? Buna kim hakkıyla evet diyebilir?..
Şirinevler Ulu Camii’nde toplanan cemaat, gazete ve televizyondan haber alınamadığı için mütevazi olacak sanılıyordu. Çünkü Cumayı Cumartesi’ye bağlayan gece yarısı, yani muhtemel bir Kadir Gecesi vefat etmiş, o günün öğle namazında cenazesi  kılınacaktı. Pazar günü de Erzincan’da ikinci defa kılınacak cenaze namazından sonra, Kadir Gecesi’nin gündüzünde Terzi Baba Mezarlığı’nda toprağa verilecekti. Öyle de oldu. Ama beş altı bin civarındaki İstanbul cemaatına karşılık, gazete ve televizyon haberlerinden duyan müridlerinden oluşan 10-12 bin kişilik cemaat, Erzincan’ı hayretler içinde bıraktı. Cenaze sade olduğu kadar muhteşemdi. Bu kadar kalabalıkta tek kişinin burnu kanamadı ve hizmet tamamlandı. Efendi şimdi Hakk’ın huzurunda olduğu kadar sevenlerinin de gönlünde...
O’nun sohbetlerini, mesela Tasavvuf’la ilgili sözlerini hatırlıyor musunuz?
Hiç unutmadık ki. Mesela bir gün söze şöyle başlamıştı “Burada Kısacana tasavvufun ana temelleri hakkında bir bilgi sunacağız. İnsan istedikten sonra yapamayacağı birşey yok. ALLAH (c.c.) bu istegi ve bu gücü bizlere vermiş. Yeter ki biz neyi istiyoruz bunu bilelim.... ALLAH’ım maksadım sensin. Senin Rızanı isterim”  Sonra da şu dörtlükle sürdürmüştü sohbetini “Sen sana gel ey gönül kılmahased kibr’ü riya / Bu sıfatlarla tahalluk eden oldu eşkıya. / Sıdk ile biat kılıp oldun’mu ümmet Ahmed´e / Kuru laf ile gecirip ömrü kaldın sufliya”
Efendi hazretleri tasavvufu nasıl tarif ediyordu?
Şöyle diyordu: “Kali hale tebdil etmek şekliyle ifade edilen tasavvuf İslam dininin ihtiva ettiği, bilgi sisteminin kuvveden fiile yani kalden hale, nazariyeden ameliyeye dönüşüdür. Meseleye bu zaviyeden bakılmalı. Tasavvufun esaslarını iyi tesbit etmek yerinde bir davranış olur. Bu esaslar İslam tasavvufunda Kitap ve sünnet istikametinde gerçekleşir. Tasavvuf sosyal bir hadisedir.Bu yüzden onu fikri ve şekli bir tarzda düşünmek lazımdır.Peygamber (s.a.) efendimiz zamanında İslami ilimlerin esasları bizzat mevcut olmakla beraber, ihtiyaç hissedilmediği için tedvin edilmemiştir. Yani fıkıh, kelam ,hadis, tefsir  ilmi ismiyle müdevven ilimler yoktu; fakat Fıkıh, kelam, hadis ve tefsir bizzat mevcuttu. Bu ilimler asr-ı saadet’ten sonra ihtiyaca göre zamanla tedvin edilmiştir.İnsanlar meşreblerine, fıtri yapılarına ve karakterlerine göre üç tarzda bu yolculuğu gerçekleştirebilirler.Tasavvuf ıstılahında bu yollara “Tarik-i ahyar”, “Tarik-i ebrar”, “Tarik-i şettar” ismi verilmiştir."
ALLAH dostlarını tarif eden hadisler de okur muydu?
-Evet Kudsi Hadislerle ALLAH dostlarının şöyle tarif edildiğini bildirirdi:  “AIIahu Teala buyuruyor ki: Her kim benim veli kuIIarımdan birisine düşmanlık ederse, muhakkak ben ona harp açar (dostumun intikamını alırım.” Yine bir kudsi hadiste Cenab-ı ALLAH’ın şöyle buyurduğunu bildirirdi: “Kim benim velilerimden birisini hafife alırsa, bana düşman olarak karşıma çıkmış olur.” Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde buyuruyor ki: “Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar ALLAH`ın emrini ayakta tutmaya devam ederler Onları terkedenler ve kendilerine karşı çıkanlar onlara bir zarar veremez. Bu durum, ALLAH’ın kıyamet emri gelinceye kadar devam eder. Onlar insanlara devamlı üstün gelirler”
“Alimler peygamberlerin varisidir” hadisi şerifini sık sık okur, “Bunlar, halkı Hakk’a ulaştırmanın memuru olan velilerdir. Bu tür velilere mürşit, bu işin öğretisine yol, tarikat, usul, ilim dilinde ise tasavvuf denilir” derdi.
Kaza ve kaderi nasıl izah ederdi?
Olacak şeylerin hepsini ezelde bilip, sonradan olacağı şekliyle ALLAH’ın takdir ve tesbit etmesine kader denildiğini, böylece kararlaştırılmış olanların zamanı gelince aynen yazıldığı gibi oluşmasına da kaza denildiğini hatırlyatırdı. Hayır ve şerrin, fayda ve zarar verecek olan her yaratık ve her olayın ALLAH’ın dilemesi ve ona ol demesiyle yaratıldığını, bu sebeble bizim “Hayır ve şer ALLAH’tandır” diye inanmamız gerektiğini, ALLAH’ın hayra rızası olduğunu, şerre ise rızası olmadığını söylerdi. “Bu yüzden arzu ve irademiz içinde olan iş ve amellerimizde hayrı istemeli ve hayrı yapmalıyız. Şerri, yasağı, haram ve zararlıyı istememeli ve onları yapmamalıyız” derdi. Bizim bu istek ve irademize cüz’i irade denildiğini, bu cüz’i irademizin, bu akli seçme ve serbestliğimizin bize mesuliyet yüklediğini belirtir, sevap ve günahların bu serbest seçim ve hür irademiz yüzünden artacağını ifade ederdi.
Vefat’ının ardından yazdığınız yazıyı hatırlıyor musunuz?
Evet, Abdürrahim Efendim Hakk’a yürüdü” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Gazetemizin 25 Ocak 1998 tarihli nüshasında yayınlanan o yazınızı burada iktibas edebilir miyiz?
Tabi edebilirsiniz.
“Abdürrahim Efendim Hakk’a yürüdü. ‘Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir. / Miyanı, aşikanda itibarım varsa sendendir’ Şeyh Galib efendisi için söylemiş bu mısraları, ben de ‘Anafor’ adlı şiirimde aynen kullanmıştım. Evet “Efendim” dediğiniz, sırri sohbetlerini dinlediğiniz, gönülden tasarruflarına şahit olduğunuz bir tasavvuf büyüğü, bir ALLAH dostu tanımış ve bağlanmışsanız, onu kaybetmek sizi ne kadar derinden sarsar, tahmin edersiniz. Ben bugün efendimin dünyasını değiştirdiğine, Hakk’a yürüdüğüne şahit oldum ve derinden sarsıldım.Yüz binlerin cenazesine de sohbetleri gibi iştirak edeceğini bildiğim için, milletimizin başı sağ olsun diyorum. O’nu ben bugün anlatamam, bir ömür boyu anlatmaya çalışsam, gücüm yetmez. Böyle ALLAH dostlarını yine O anlatıyor: “ALLAH yolunda ölenlere ölü demeyiniz. Onlar ALLAH katında diridirler.” Evet, bizi yetim bırakarak ALLAH’ın huzuruna, Peygamberinin yanına ve pirlerinin arasına dahil olan Abdürrahim Efendi’nin dünyamızda yaktığı ışık, O’nun Hakka yürümesiyle daha da aydınlanacak ve tanımayanlarını da aydınlatacaktır inancındayım. Çünkü tasavvufta bir kelam var. “Evliyaullah vefat edince kınından çıkmış kılıç gibi olur.
“Her kapı kapansın, Ebubekir kapısı müstesna...”
Peygamber Efendimizi. Sonra Hz. Ebubekir’i ve Hz. Ali’yi çok severdi. Peygamber Efendimizin “Her kapı kapansın, Ebubekir kapısı müstesna. ALLAH tarafından kalbime dökülen bütün ilimleri Ebubekir’in sadrına (kalbine) aktardım” ile  “Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısı, Ebubekir aslıdır”  hadis-i şerifleri sık sık okurdu.  “İman bahsinin sonu kader ve ahiret gününe imandır” der,  İnsanların öldüğü andan başlayarak kabir, kıyamet, yeniden dirilme, sual, hesap, sırat alemlerinden geçerek cehennem veya cennete dahil olacakları Kur’an’da bildirilmiş ve hadislerde açıklandığını, bütün bu hadiselerin zamanı gelince olacağına inanmamız gerektiğini, kafir ve münafıkların sonsuz olarak, günahı fazla veya affa uğramayan mü’minlerin de günahları miktarınca cehennemde azap göreceklerine, Peygamberimizin şefaatının olacağına, mü’minlerin sonsuz olarak cennette kalacaklarına, cennet ve cehennemin halen var olduklarına, Cemalullah’ın görüleceğine de mutlaka inanmamız lazım geldiğini söylerdi.Bunlara zıt olan söylentilere önem vermez, aykırı söz ve iddialara asla inanmazdı.
“ALLAH’ın  dostları ancak muttaki olanlardır”
O ALLAH dostlarını ALLAH’ın ve Resulünün tarif ettiği şekilde anlatırdı. Yani ALLAH’ın ve Resulünün diliyle. Bu tür sözlerine de şöyle bir duayla başlardı: “ALLAH herkese ALLAH dostu bir Mürşide bağlanmayı nasip eder, yeter ki halis bir niyetle dileyelim. Aşağıda Ayetlerle ve hadislerle de bildirilmiş olup uykudan uyanıp kendimize zaman geçmeden bir vesile, vasıta ve ALLAH dostuna bağlanmayı yüce ALLAH’tan niyaz edelim. Hepinizden ALLAH razı olsun. Enfal Suresi’nin 34. ayetinde Cenab-ı ALLAH buyuruyor ki: “ALLAH’ın dostları ancak muttaki olanlardır. Fakat (kâfir ye gâfil) insanların çoğu bunu bilmezler” Yine Yunus Suresi’nin 62-64. ayetlerinde Cenab-ı ALLAH buyuruyor ki: “Haberiniz olsun ki, ALLAH’ın velileri (dostları) için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Dünya hayatında da Ahiret hayatında da onlar için nice müjde (ve kerametler) vardır. ALLAH´ın söz ve hükümlerinde asla bir değişme yoktur. İşte bu (hale ve  vade ulaşmak) en büyük kurtuluştur” Fatır Suresi’nin 32. ayetinde Cenab-ı ALLAH şöyle buyuruyor: “Kullarımızdan bazısı da AlIah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet budur.” Yine Cenab-ı ALLAH Beyine Suresi’nin 7-8. ayetlerinde buyuruyor ki: “İman edip salih amel işleyenler var ya, Şüphesiz halkın en hayırlısı onlardır.  Rableri katında onların mükafatı, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedi olarak kalacaklardır ALLAH onlardan razı olmuş, onlar da ALLAH’tan razı olmuşlardır. Bu (sıfat ve mükafat) Rablerinden korkan (O’na iyilik ile saygı gösteren) içindir.”
Yumuşak huylu ve merhametliydi
ALLAH dostlarından Mehmed Zahid Kodku hazretleri ve Sultan Baba (r.a.) yazı serisinden sonra gazetemize gelen Erzincan eski Milletvekili Naci Terzi ağabey, önce tebrik ettiğini söyledi, sonra da Abdürrahim Reyhan Efendi hazretlerinin ismini zikrederek "Bizim Efendimiz’den de bahseder misin?" dedi. Biz de: "Kaynak olduktan sonra neden olmasın" dedik. "Sana kaynak kitap getireceğim" dedi ve 3 gün sonra Abdurrahim Reyhan Efendi’den bahseden Erzincanlı Ünal Tuygun’un kitabını getirdi. İşte Abdürrahim Reyhan Efendi’nin hayatını da kitaplaştıran Erzincanlı Ünal Tuygun anlatıyor: "Kitabı hazırlarken Abdürrahim Reyhan Efendi’nin kardeşi Efrail Efendi’ye sordum: ‘Abdürrahim Efendi boş zamanlarında ne yapardı?’ Efrail Efendi, şu cevabı verdi: ‘Boş zamanı olmazdı. Sürekli çalışırdı. Çalışmanın dışında köyümüzde Şeyh Abdurrahman Efendi vardı. Onun sohbetine giderdi. Zaten kendisi yaşıtlarıyla oturmazdı. Hep kendinden yaşça büyüklerle konuşurdu. Bir de unutmadan söyleyeyim; ağabeyim iyi bir inşaat ustasıydı. İyi bir marangozdu. Tüm köylüler gelir, işlerini ağabeyime yaptırırlardı. Ailemize çok düşkündü. Annemin bütün işlerine yardım ederdi. Anneme yük olmasın diye kendi elbisesindeki sökükleri bile kendi dikerdi. Asla yemek seçmezdi. Tandır ekmeğinin sert kısmını kendi yer, yumuşak yerlerini bize verirdi. Çok merhametli bir insandı. Karıncayı bile incitmezdi."
İki önemli kerameti
Abdürrahim Reyhan Efendi’nin talebelerinden Mehmet Demirok anlatıyor: "Kendilerini 23-24-25 Haziran 1980 tarihinde tanıma lütfuna ermiştim. 1981 yıllarıydı. Bir gün kendilerine:
"Hakka senin özün doğru / Gezersin Niğde’yi, Bor’u / Bir de gelsen bize doğru / Gel gör ne viraneler var. / Dolaştın Erzurum, Van’ı, / Ah sevdiğim calar canı / Sormadın halimi hanı / Gel gör ne biçareler var" diye uzayıp giden bir şiir yazıyordum ama henüz kimseye göstermemiş ve şiiri de bitirememiştim. Bir gün habersizce Sevgili Damatları, Gönül ehli, ALLAH dostu, Tasavvuf Alimi Muhterem Muzaffer Nevruz Beyefendi ile hanemize teşrif buyurduklarında ilk selamlaşmadan sonra, "Gezersin Niğ’deyi Bor’u, bir de gelsen bize doğru, dedin biz de çıktık size geldik" buyurduklarında donup kalmıştım. Bitmemiş ve kimsenin bilmediği şiirimi okuyorlardı. Yine 1982 yıllarıydı. Hazreti piri saygın bir meslek ve kariyere sahip bir arkadaşla ziyarete gitmiştik. Sabah namazından sonra kısa bir sohbet yapmışlar ve herkes dağıldıktan sonra bu arkadaşımız Hazreti Pire, "Efendim mesleğim icabı olsa gerek kendimi çok büyük görüyor, o da ben de gurur ve kibir meydana getiriyor, kimseleri beğenmiyorum, bu hali üzerimden nasıl atacağımı bilemiyorum" diyor.
Hazreti Pir, şöyle buyuruyor: "Bak evlâdım, büyük şehirler de hayvanat bahçesi varmış, oralarda Tavus kuşu bulunuyormuş. Bu kuşların tüyleri rengarenk olurmuş. Bu kuşlar kendilerini çok beğenirlermiş. Tüylerini kabartırlar, hatta kuyruğunu da görmek için eğilerek önlerine tutarlarmış. Daha iyi görmek için, biraz daha eğilince de ayaklarını görürlermiş. Bu hayvanların ayakları çok çirkin olurmuş. Utanır ve kabarıp şişinmekten vaz geçermiş. Şimdi sizin de, bizlerin bilmediği, fakat sizin ve ALLAH’ın bildiği hata kusur ve günahlarınız vardır. Siz onları hatırlarsanız o hal sizden gider" buyurdular."
‘Ölmeden önce ölünüz’
Kulluk, noksanlıktır, acziyettir. Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz. ALLAH için birbirinizi sevin, ALLAH için konuşun. Aşk insanı mahviyete düşürür-varlığından geçirir. Varlığından kurtulan ölmeden evvel ölüme erer.
Bazı hocalar, Abdürrahim Reyhan Efendi’nin etrafında insanların toplanmasından rahatsız olurlar, onu çekemezler.  O’nun ilmi bilgisini denemek maksadıyla ziyaretine gider, kasıtlı sorular sorarlar. O günlük sohbetini yaparken orada bulunanlardan biri: "Efendim siz mürşitsiniz. Tamam da biz hiç kerametinizi görmedik" der.
Abdürrahim Reyhan Efendi, bu soru karşısında şu müthiş cevabı verir: Ben kerametim var demedim ki, siz benden keramet beklersiniz! Bu kafayla daha çok beklersiniz! Ben sadece bir itfaiye eri gibi yanmakta olan insanları yangından kurtarmaya çalışıyorum. ALLAH’ın emirlerini öğretmeye çalışıyorum. Bu kapıya gelenler de o niyetle geliyor. Asırlar önce sizin sorduğunuz sorunun aynısını Şah-ı  Nakşibendi hazretlerine sormuşlar. O dönemin insanları da sizin gibi mürşitlerinden keramet beklerdi. Bir gün Şah-ı  Nakşibendi hazretlerinin talebeleri diyorlar ki; "Efendim sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?" Hazret soranlara bu cevabı veriyor, "Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?"
Abdurrahim Reyhan Efendinin bu cevabı karşısında soru soran ezilir, büzülür öyle bir mahcup olur ki tarifi imkansız. Soru soranın onca insan içinde mahcup olduğunu anlayan Abdürrahim Efendi buyurur ki; "Bizler, yani hepimiz tek bir gaye için yaşıyoruz. Hepimizin amacı, ALLAH’a kulluk. Sizi buraya getiren de, sizinle sohbet etmemize imkan sağlayan da sadece O. Eğer Kainatın Yaratıcısı istemezse, kim ta uzaklardan bu garip köydeki ümmi Abdurrahim’in yanına gelir?"
“Hikaye değil, Kitabın ortasından anlatsa”
Adürrahim Reyhan Efendi’ye 1981 yılında talebe olan Bayburtlu Murat Akkoyunlu anlatıyor: "O kapıya bağlandıktan sonra içimi bir huzur kapladı ki sorma gitsin. Efendim beni birçok defa imtihan etmiştir. Mesela Yusuf Kan Dehlevi’nin yazdığı Hayat´üs-Sahabe isimli dört ciltlik bir eseri var ve ben sürekli bu eseri okuyorum. Bu kitabı okumaktan da büyük bir keyif alıyorum, ama bir gün kendi kendime dedim ki: ‘Bu kitabı okuyorum ama bu kitap hakkında bir de Efendimin fikirlerini alayım’ Aradan bir kaç ay geçmişti. Efendimi görmek için Erzincan´a gittim. Efendim sohbet ediyordu. Sohbeti dinledikten sonra namaza kalktık. Hiç yapmadığım bir şeyi yaptım ve Efendimin karşıdaki dolabından cübbesini almaya yürüdüm. Cübbesini Efendime  götürecektim. Dolabı açtım. Bir de ne göreyim, dört ciltlik Hayat’üs-Sahabe adlı kitap cübbenin yanında duruyor. Tek kelimeyle müthiş bir olay!..."
Çok enteresan şeylerin başından geçtiğini belirten Akkoyunlu,  bir başkasını şöyle anlatıyor: "Yine bir gün Efendim sohbet ediyordu, sohbetin konusu da Musa Aleyhisselam ile Hızır Aleyhisselam arasındaki bir mesele. İçime bir vesvese düştü. Aklımdan: ‘Efendim de hikaye anlatıyor. Şöyle kitabın ortasından anlatsa biz de dinlesek’ diye bir düşünce geçti. Sohbet bitti. Ben yukarıda oturma salonu gibi bir yer vardı. Oraya çıktım oturdum. Birden kütüphane gözüme ilişti. Şöyle elimi attım, bir kitap aldım. Kur’an-ı  Kerim meali çıktı. Rast gele bir sayfa açtım. Açtığım sayfada Hızır Aleyhisselam ile Musa Aleyhisselam arasındaki mesele anlatılıyor. Kendi kendime dedim ki: ‘Oğlum Murat, yine baltayı taşa vurdun. Efendi Kur’an’dan sohbet ediyor, biz, içimizden hikaye anlatıyor diye geçiriyoruz’ İşi ihtimal meselelerine vurdum. Olmaz böyle bir şey. Tesadüfen bir kitap alacaksınız, bu kitap Kur’an-ı Kerim meali olacak, yine bir sayfa çevireceksin, Efendimin anlattığı, benim de hikaye dediğim bölüm çıkacak!"
Zühd ile tasavvuf arasındaki fark
Tasavvufta hedef’in "Bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve ALLAH'a ibadet etmesini sağlamak" şeklinde açıklayan Abdürrahim Reyhan Efendi, "Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark’ı" da şöyle beyan ediyor:  "Zühdde korku, tasavvufta sevgi unsuru ağır basar. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd; âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok ALLAH'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı mânevî hayattır. Peygamber Efendimiz: "ALLAH ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey ALLAH Resulü, Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" der. Peygamber Efendimiz de "Olmadı yâ Ömer!" diye buyurur. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah "Şimdi oldu yâ Ömer!" buyurur. (Buhârî, "Îmân", 9; Müslim, "Îmân", 15).  Abdürrahim Reyhan Efendi, İslâm'da Cenab-ı ALLAH ile kulları arasındaki sevginin karşılıklı olduğunu, kulların ALLAH’ı sevdiğini, ALLAH’ın da kullarını sevdiğini anlatır buna delil olarak da el-Maide Suresi’nin 54. ayetinin mealini okurdu: "Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, ALLAH onların yerine öyle bir kavim getirir ki ALLAH onları sever, onlar da ALLAH'ı severler" İslâm inancına göre ALLAH Teâlâ vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost edinir.
“Hayır ve şer ALLAH’tandır”
Olacak şeylerin hepsini ezelde bilip, sonradan olacağı şekliyle ALLAH’ın takdir ve tesbit etmesine kader denildiğini, böylece kararlaştırılmış olanların zamanı gelince aynen yazıldığı gibi oluşmasına da kaza denildiğini hatırlatırdı. Hayır ve şerrin, fayda ve zarar verecek olan her yaratık ve her olayın ALLAH’ın dilemesi ve ona ol demesiyle yaratıldığını, bu sebeple bizim “Hayır ve şer ALLAH’tandır” diye inanmamız gerektiğini, ALLAH’ın hayra rızası olduğunu, şerre ise rızası olmadığını söylerdi. “Bu yüzden arzu ve irademiz içinde olan iş ve amellerimizde hayrı istemeli ve hayrı yapmalıyız. Şerri, yasağı, haram ve zararlıyı istememeli ve onları yapmamalıyız” derdi. Bizim bu istek ve irademize cüz’i irade denildiğini, bu cüz’i irademizin, bu akli seçme ve serbestliğimizin bize mesuliyet yüklediğini belirtir, sevap ve günahların bu serbest seçim ve hür irademiz yüzünden artacağını ifade ederdi.
***
Abdurrahim Efendim Hakk’a yürüdü...
‘Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir.
Miyanı, aşikanda itibarım varsa sendendir’
Şeyh Galib efendisi için söylemiş bu mısraları, ben de ‘Anafor’ adlı şiirimde aynen kullanmıştım. Evet “Efendim” dediğiniz, sırri sohbetlerini dinlediğiniz, gönülden tasarruflarına şahit olduğunuz bir tasavvuf büyüğü, bir ALLAH dostu tanımış ve bağlanmışsanız, onu kaybetmek sizi ne kadar derinden sarsar, tahmin edersiniz. Ben bugün efendimin dünyasını değiştirdiğine, Hakk’a yürüdüğüne şahit oldum ve derinden sarsıldım. Yüz binlerin cenazesine de sohbetleri gibi iştirak edeceğini bildiğim için, milletimizin başı sağ olsun diyorum. O’nu ben bugün anlatamam, bir ömür boyu anlatmaya çalışsam, gücüm yetmez. Böyle ALLAH dostlarını yine O anlatıyor: “ALLAH yolunda ölenlere ölü demeyiniz. Onlar ALLAH katında diridirler.” Evet, bizi yetim bırakarak Allah’ın huzuruna, Peygamberinin yanına ve pirlerinin arasına dahil olan Abdürrahim Efendi’nin dünyamızda yaktığı ışık, O’nun Hakka yürümesiyle daha da aydınlanacak ve tanımayanlarını da aydınlatacaktır inancındayım. Çünkü tasavvufta bir kelam var. “Evliyaullah vefat edince kınından çıkmış kılıç gibi olur.”
Mustafa Miyasoğlu ; Vakit Gazetesi 25 Ocak 1998

 

İşte Allah Dostu

 

     Bilmiyorum, Seyda Hz.’ leri hakkında neler yazabilir neler anlatabilirim... Meşrep meselesi ya bu, kiminin bu durumlarda dili tutulur konuşamaz, kiminin dili açılır coşar. .
Galiba ben süslü kelimelerle coşanlardan olamayacağım. Ama, kalemim de tutulmayacak... Yalnız ne varki, kesinlikle Seyda Hazretlerinden, hakkıyla bahsedemeyeceğimden de eminim... Hatta değil ben, hiç kimse Seyda Hazretlerinin zahiri ve manevi güzelliklerini hakkıyla idrak etmemiştir, edemez de...
    Çünkü, Seydamızın cüce akılları aşan manevi gücünün itmesiyle meydana gelen öyle şirin, öyle güzel, ahlak ve davranışları vardı ki, bunları hakkıyla ne ben, ne de onun makamında olmayan hiç kimse kesinlikle anlayamaz, anlayamamıştır da...
    Çünkü, Seyda Hz.leri gerçek bir Allah Dostuydu. Allah-u Teala’nın yirminci asır insanına Seyyid Muhammed Raşid olarak merhametinin, affının ve onları ebedi saadete kavuşturma iştiyakının kul boyutunda yansımasıydı. O, Allah Resulunun ahlakıyla ahlaklanmış, merhamet, şefkat, şecaat, tevazu, vakar dolu bir deryaydı, okyanustu...
O, alemlerin sultanı Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin, zahiri ve batıni gerçek varisi ve en güzel ve en kendine benzeyen kanı, canı ve torunuydu...
Seydamızın irşadını ve manevi tasarruf gücünü, anlatmaya gerek bile görmüyoıum. Çünkü şanlı hizmetleri o kadar net, o kadar açık ve ihtişamlıydı ki, kesinlikle tarihte bir eşi dahi görülmemişti.. Öyle ki, Güneydoğunun kuş uçmaz, kervan geçmez doğru dürüst yolu bile olmayan ücra ve küçük bir köyüne, dünyanın dört bir yanından akın akın milyonları getirten ve taş kalpli yığınları, iki gözü iki çeşme ağlatıp, bulgur çorbası içirip, sonra da kenarlarda köşelerde uyutup, akabinde de hayatlarının akışını en müsbet bir biçimde değiştirip, pamuk gibi yumuşatarak gönderen, bir manevi güç ve hatır vardı onda...
    Vicdanlıca ve sağduyuyla İslam tarihine baktığımızda, biz bu boyutta bir irşadı ve tasarruf gücünü, ne bir evliya ve velide, ne de başka bir alim ve mürşidde görmedik, işitmedik... Ben okudum araştırdım, şu tarihte falanca velide ve alimde, bu ayarda irşadda görülmüştür tebliğde diyen, varsa beri gelsin...
    Gönüller Sultanı Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri, işte böyle büyük bir Allah Dostu veli; işte böyle azametli ve ihtişamlı kamili mükemmil bir mürşid idi... Ne mutlu bir defacık olsun elini öpebilene ve müjdeler olsun dergahının cennet kokuları saçan atmosferinde, kuru yerlerde uyuyup bulgur çorbasını içebilene. Ne mutlu... Ama ne varki, ahir zamanda yaşıyoruz....Ve envai çeşit tip tip ve tuhaf müslümanlarla da, devamlı karşılaşıyoruz...Kimi tipler keramete inanmaz, kimi keşfe binbir isim takar... Kimi evliyayı bile yok sayıp, manevi güç veya ilmi ledün bahsine sadece sırıtır...
    Hatta kimi insan, yüce Allah’ı cüce aklına ve kafasına sığdıramadığı için yok sayıp inkar eder... Kimi de kafasına ve cılız aklına sığdırdığı tanrısını haşa Allah sanır da şirke düşer kafir olur... İşte böylesine pis bir zamanda, Seyda Hz.’lerini ve O’nun anlı şanlı irşadı ve güzel ahlakını, elbette çeşitli adi yorumlarla küçültmeye ve yok saymaya çalışan insanlar yok değildir.
    Bunların çoğu Şeyh’i ne yapsın, zaten akılları ve şeytan şeyhleri olmuş... Bir çoğu da şeytandan da beter, sadece aklına sığdırdığını alan, ama aklını aşanı da atan ve bilerek ya da bilmeyerek, kendine de aklına da İslam adına tapanlar olmuş... Evet tüm bu menfi tiplere ve ön yargılı cahil ve inatçı fanatiklere rağmen, Rabbımıza sonsuz şükürler olsun ki, hizmet aynen devam ettiği gibi, Gönüller Sultanı’nın irşadını çok çok aşan bir boyutta coşan kalabalıklar, bu mübarek ve şerefli yolun sadık yolcuları olmaya devam ediyor... Ve Allah’ın izniyle kıyamete kadar da bu böyle hep devam edecek... Hem de İslam her eve, her çadıra ve her gönüle girinceye dek...
    Daha nasıl anlatalım bilmiyorum; çünkü mübarek Seydamızı körlerin bile net görebileceği bir biçimde anlattığım açık... Ama benim anlattığım Seyda, ancak bu kadar anlatabildiğim Seydaydı... Yani kelime ve kavramlara dökebildiğim, avamın ve gerçekleri görmek istemeyen bakar körlerin bile görmemeye gücünün yetmeyeceği Seyda...
Yalnız ne var ki, aslında gerçek bir mürşid-i kamil’in bile, diğer bir mürşid-i kamil’in manevi özelliklerini ve tasarruf gücünü sınırlı kelime ve kavramlarla asla ve asla anlatamayacağını kabul etmek, akıl ve mantık gereği mecburidir... Zaruridir...
    Kaldı ki, bizim anlattığımız Seyda Hz.’leri asla Gönüller Sultanı Seyyid Muhammed Raşid Hz.’lerinin kendisi değildir... Ancak bizim görebildiğimiz, ‘zahiri ve çok cüz’i algılamalarımızdır, o kadar... Zaten Seyda Hz.’lerini veya bir başka mürşid-i kamili, akla ve algılama gücümüzün sınırları içine alabileceğimizi sanmak, peşin olarak o mürşidi bilerek ya da bilmeyerek inkar etmek olduğu gibi, Allah Dostu mürşidleri ise sadece ve sadece ilmi, irfanı olan bir alim, bir molla, veya sıradan bir hoca durumunda görmek gibi olur ki, bu da katıksız ahmaklıktır... Hatta münafıklıktır. . .
    Ve yine bu garip mantık, evliyaya teslimiyetsizliğin manasız mantığı, veya kendi aklını ve ilmini şeyhi ve üstad yapmak saçmalığı ve enaniyeti olur ki, Allah bizi ve hepimizi bundan korusun ve muhafaza etsin.
    Çünkü, tasavvuf erbabı olanlar çok iyi bilirler ki, tasavvufta en önemli şartlardan biri, müridin mürşidine ölünün ölü yıkayıcısına teslim olduğu gibi tam teslim olmasıdır. Yani, mür-şidinden gelen her emri ve yapılması istenen her şeyi, itiraz ve tereddüt etmeden derhal yapmak ve itaat etmektir. Öyleyse bu şu demektir; kendime mürşid kabul ettiğim kişi, benim asla aklıma sığamayan ve düşünce gücümün ötesinde yani aklımın ve ilmimin sınırlarını aşan, ilim ve kemalat sahibi bir insan olması zaruridir, mecburidir... Yoksa, inkarı küfür olan tasavvuf müessesesinin şayet mürşidlerdeki manevi ilim ve tasarruf gücü nefyedildiğinde, varlığının hiç bir manası ve tutarlı bir mantığı olamayacağı açıktır. Ya da bilinen mürid mürşid ilişkisi, yine çok iyi bilinen hoca talebe ilişkisi gibi kalır ki, bu şekilde icra edilen eğitim biçimine de tasavvuf ve tarikat demekse, sadece akılsızlıktır... Cahilliktir...
    Şunu demeden de geçemeyeceğim; gerçek mürid mürşid ilişkisinde, teslimiyetin en üstünü emredilmekle birlikte, şeriat ve sünnete ters olan hiçbir işte ve davranışta teslimiyet ve itaat kesinlikle söz konusu olamayacağı gibi, gerçek tasavvuf ve tarikata da koskoca islam ve tasavvuf tarihi boyunca, asla böyle bir şey olmamıştır olamaz da... O halde, bir mürşide teslim olurken o zatı aklımızın aldığı ölçüde aklımızı ve ilmimizi kullanacağımız gibi, gerçek bir mürşid-i kamili de aklımızla ve ilmimizle idrak edebileceğimizi sanma mantıksızlığına da, asla düşmeyeceğiz...
    O zaman hem gerçek tasavvufa hakkıyla iman etmiş olur, hem de Allah dostu velilere tam teslim olmanın akıl ve mantığın tâm onay verdiği bir şey olduğunu da, yine aklımızla ve ilmimizle idrak eder anlarız.
    Çünkü, zaten bizim yukarıda anlatmaya çalıştığımız mürşid-i kamillerin akıllara sığdırılamayacak, ama akla ve ilme kesinlikle uyan üstün manevi özellikleri oldukları için onlar mürşiddirler ve irşad etme yetki ve selahiyetleri vardır. Yoksa sadece hoca, sadece molla durumunda olan ve her boyutta çepeçevre kuşatılabilen kişilerden ne mürşid-i kamil ne de evliya ve veli olur...
    Evet Allah dostu veliler alemlerin sultanı Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in gerçek varisleri ve hakiki iman sahibi müslümanlardır. Onlar, “Ömer’in (r.a.) ölümüyle ilmin onda dokuzu gitti” diye nitelendirilen manevi ilim ve yakın sahibidir. Ve en önemlisi de onlar hakikatta Allah’ın habibine bağlı ve ona en sadık mürid ve talebe oldukları için, bu ümmete mürid ve imam olabilmişlerdir...
    Sözün özü: Bazı nasipsiz ve maneviyat fukarası, kalbi kara zatların söylediğinin zıttına, onlar asrımızda da hala vardır ve

Eşşeyh Fatih Nurullah Efendi (K.s.)

Fatih Nurullah efendi 1962 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Hasan Bedrettin Efendi, annesi Bedriye Hanım'dır. Doğumu İstanbul olmakla beraber memleketi Sivas ‘ın Divriği ilçesidir.
1973'de Özdemiroğlu ilkokulu'nu, 1976'da Kemal Atatürk orta okulunu ve 1979 ‘da Haydarpaşa erkek lisesi'ni bitirerek aynı yıl İstanbul Üniversitesi Spor Akademisi bölümüne girdi. 57 kiloda bir çok kez Türkiye şampiyonluğu ve Balkan üçüncülüğünü elde etti. Birçok başarıya imza atan milli bir güreşçimiz olarak, 1983 yılında Akademiden mezunoldu.
1984 yılında askerliğini yapan Efendi hazretleri 1987 yılında Ümran annemizle dünya evine girdiler. Bu evlilikten 1 Kız ve 3 Erkek çocukları oldu.
İlk dini eğitimini ailesinden gördü.Dedesi Abdulkadir efendi Osman Bedreddin Erzuruminin yiğit dervişidir.Oğlu Hasan efendiye bu yüzden şeyhinin künyesi olan Bedreddini ilave etmiştir. Babası Hasan Bedreddin efendi ve annesi Bedriye hanım zikir ehli insanlardır. Babası Hasan Bedrettin Efendi; bir çok alim ve fazıl şeyh efendilerin sohbetinde ve hizmetinde bulunmuş, hal ehli bir kimsedir. Fatih Nurullah Efendi bu vesile ile 1982 senesinde İmam efendinin kamil hulefası babasınında şeyhi olan Nakşi şeyhlerinden Şerif Atalay efendiye intisap edip onun maddi ve manevi ilgilerine mazhar oldu.Şerif efendiye olan tam bir bağlılık ve emirlerine itaat ile kısa zamanda kendisine manevi güzellikler ihsan edildi ve Nakşi sülükunu bu sekilde tamamladı. Ancak Şerif Atalay Efendi icazetini hak etiği halde kendinsinin bunu vermeye yetkili olmadığını icazetini zamanın kutbu olan kişinin vereceğini bildirmiştir.Tevafuken Şerif Atalayın Buhara nakşi dergahındaki şeyhi Feridun babada aynı şekilde kendisine edeben icazet yazmamış zamanın kutbu olan Osman Bedrettin Erzurumiye icazetini almak üzere göndermiştir.Şeyh efendinin vefatından sonra Fatih Nurullah efendi bir arayış içine girer ve gördüğü ve yaşadığı bazı manevi işaretler üzerine Hasan Hüsameddin Uşşaki Hz’lerinin merkez dergahına hizmet etmeye başlar.Naci Eren efendi ile bir müddet irtibatlanan Fatih Nurullah efendi bilahare Hasan Hüsameddin Uşşaki Hz’lerinin kamil halifesi Sahibüzzaman Eşşeyh İbrahim İpek Çorumi Hz leri ile tanışır.Şerif Atalay efendinin de tensibi ile Şemsi Tuba Tabani Veli Kutbul Aktab Hacı Hafız İbrahim İpek Efendi hazretlerine teslim olur.Zaten Amasyada ikamet eden Şerif Atalay efendi ile İbrahim İpek efendi arasında manevi bir irtibat olduğunu anlıyoruz.Şerif atalay efendi Kendi icazetini vefatından çok evvel İbrahim İpek efendiye teslim etmiştir.
İbrahim İpek efendiye olan teslimiyet ve hizmetleriyle üstadın gözdesi olur ve o büyük velinin feyiz neşesiyle dolmaya başlar. Bu hizmetler 2000 senesine kadar bu şekilde devam eder ve İbrahim İpek Efendi hazretleri vefatına yaklaşırken Nurullah Efendi Hazretlerini yanına çağırır ve icazetini yazarak Halveti Uşşaki kolunun ve sair tariklerin icazetini imzalayarak. Her türlü yetkiyi şahitler huzurunda teslim ettiğini beyan etmiştir.
Fatih Nurullah efendi hazretleri vazifeyi aldık tan sonra hiç durmamış ve cemaatinin ve ihvanlarının en iyi yerlerde en güzel hallerde olmaları için koşturmuş ve hala koşturmaktadır (Allah kendisinden razı olsun). Üstadın kendisi artık bir köşeye oturup ihvan bekleyerek şeyhlik yapma dönemi geçti zaman imanı kurtarma zamanı bir kişinin bile olsa imanını kurtarmak için koşturmak ve hizmet etmek gereklidir düsturu ile çalışmakta ve ihvanlarına da bu hali aşılamaktadır.
Fatih Nurullah efendi İbrahim İpek Efendinin vefatından önceki arzusu üzerine İpek Yolu isimli kitabını yazmış ve ihvanlarına feyiz kaynağı haline getirmiştir. Bunu mütakip Gülzari Hüsniya ve Nurdan Doğan nur damlayan Sohbetler isimli diğer eserlerini yazdı. İpek yolu dergisinin çıkmasında öncülük yaparak ihvanlarının ufkunu açmayı gaye edindi.
Feyiz ve bereket dolu bir yaşantıyı ve bu yaşantının güzide insanı Fatih Nurullah efendi Hazretlerini kelimelerle ifade edebilmek elbette mümkün olmayacaktır. Ama biz acizane affına sığınarak haddimiz olmayarak kendisinden biraz bahsederek ihvanlarının ve tanımak isteyen tüm kardeşlerimizi birazda olsa bilgi sahibi yapabilmek gayesiyle bu biyografiyi hazırladık. Bu güzel şahsiyeti kelimeler değil bizzat yaşayabilmeyi nasip etsin inşallah.

MUHAMMED İHSAN OĞUZ [ K.S. ]

MUHAMMED  İHSAN  OĞUZ




(1887-1991)



19 Hazîran 1887 - 2 Ağustos 1991



Nakşbendî şeyhi, tasavvuf yazarı. Posta İdaresinde çalıştığı günlerde Millî Mücadele’ye önemli hizmetler yapmıştır. 1938’de memuriyetten emekli olarak sonraki  hayatını irşad çalışmaları ve eserler yazmakla geçirmiş; 104 yıllık uzunca bir  ömrü böylece tamamlamıştır.



27 Ramazan 1304 hicrî, 19 Hazîran 1887 mîlâdî târihinde Kastamonu'da dünyâya gelmiştir.
Babasının adı Atâullah, annesinin adı Hâcer'dir. İlk Mektep'ten sonra orta tahsilini Kastamonu Askerî Rüşdiyesi'nde ve yüksek tahsilini Ziyâiyye Medresesi'nde yapan Muhammed İhsan Beyefendi, büyük bir âlim ve müderris olan eniştesi ve hocası Ahmed Ziyâeddin Efendi'den de husûsî dersler almış; O'nun genç yaşta vefâtı üzerine tek başına ilmî çalışmalarına devam ederek kendisini yetiştirmiştir. Muhammed İhsan Bey, memuriyet hayâtına Posta ve Telgraf İdâresi'nde başlamış; bir ara Sultânî Mektebi'nde Kâtiplik, Askerî Rüşdiye'de Hüsn-i Hat (Güzel Yazı) ve Türkçe Öğretmenliği görevlerinde bulunmuştur. Posta ve Telgraf İdâresi'nde, Muhâbere Memurluğundan Başmüdürlüğe kadar çeşitli kademelerde görev yapmış; İstiklâl Harbi sırasında memleketimiz için değerli hizmetler îfâ etmiş; 1938 yılında emekliye ayrılarak ilmî çalışmalarına hız vermiştir.

Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvuf hayâtı ise çok küçük yaşta başlamış, 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliyâ Efendi'nin terbiyesine girmiştir. İnsân-ı Kâmil olma yolunda senelerce süren mânevî çalışma ve araştırmalardan sonra Harput'ta Seyyid Ahmed Çapakçûrî Hazretleri'ni mânen bularak kendisine intisâb etmiştir. Yazdığı dokuz mektupla ve rûhâniyyet yoluyla irşâd ettiği bu yüksek yaratılışlı talebesine hicrî 1340 ( milâdî 1921 ) yılında "İrşad İcâzesi" veren Seyyid Ahmed Hazretleri , aynı yıl (94 yaşlarında) ebedî âleme göçmüştür. Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvufî hayâtı son nefesine kadar devam etmiş, çocukluğundan itibâren pek çok Allah Dostundan ve Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in rûhâniyyetinden feyz almış bütün ilim ve feyzini eserleri, sohbetleri ve mektuplarıyla zihinlere ve gönüllere aktarmıştır.
Bir asrı aşan hayatı "Hak ile hakîkatin bilinmesi, yaşanması ve anlatılması" uğrunda geçen Muhammed İhsan Oğuz Beyefendi, 2 Ağustos 1991 (21 Muharrem 1412) Cuma'yı 3 Ağustos Cumartesi'ye bağlayan gece saat 2.15'de aramızdan ayrılıp ebedî âleme intikal etmiş, hasret ve iştiyâkında olduğu Allah ve Resulü'ne kavuşmuştur.



M. Evliya Efendi’den ilk terbiyesini almakla beraber irşad icazetini Seyyid Ahmed Çapakçûrî’den almıştır(1921)  M. İhsan Oğuz'un ilk mürşidi olan Muhammed Evliya Efendi, 1902 yılında hacca gitmiş, hac farîzasını tamamlayamadan (Arafat’a çıkamadan) vefat ederek Cennetü’l Mu’allâ denilen kabristana Hz. Hatice türbesinin yakınına defnedilmiştir. Hayatta iken Hz. Hatice’yi çok andığı ve Mekke’den yazdığı mektuplara (yarım hacı) diye imza attığı belirtilmektedir ki, haccı tamamlayamayacağını bildiğine işarettir.



Basılmış bir çok kitabı vardır. 

TASAVVUF YOLUNDA MANEVİ CİHAD


Muhammed İhsan OĞUZ
Oğuz Yayınları




Muhammed İhsan Oğuz'un  tasavvuf yolunda mürşid arayışını ve Seyyid Ahmed Çapakçûrî'yi mânevi bir ikram ile nasıl bulduğunu, Seyyid Ahmed Çapakçûrî'nin kendisine yazdığı 9 mektubu, Aliyyü's-Sebtî Hazretleri ile Seyyid Ahmed Çapakçûrî Hazretleri'nin hayat hikâyelerini içeren bir eserdir.



Eserin orjinal adı Mücâhedât-ı Diniyyedir. Eserde M. İhsan Oğuz hazretlerinin mürşidiyle arasındaki karşılıklı yazmış olduğu 9 mektuba yer verilmiştir. M. İhsan OĞUZ  bu mektuplar vasıtasıyla mürşidiyle haberleşiyor ve icazet alıyor.



M. İhsan OĞUZ 1887 Kastamonu doğumludur. 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliya hazretlerinin terbiyesine giriyor. Hazret çocukluktan bu yana ehlullaha muhabbeti ziyade olmuş biridir. Gençlik yıllarında (1905) birçok kimsenin tavsiyesiyle bir Nakşibendi şeyhine bağlanıyor. Uzun bir takım olaylardan sonra bu zatın gerçek bir mürşid olmadığı ortaya çıkıyor.



Tekrar bir mürşid-i kamil aramaya başlıyor. Bir müddet sonra Allah dostlarından bir zata intisab ediyor. Fakat bu mübarek zat bir kaç ay sonra vefat ediyor. 1917 yılında rebiülevvel ayının Pazartesi gecesi, özellikle efendimizin doğum gecesine rastlaması hasebiyle gusül abdesti alıyor, Allah’a dua ediyor. Kendisine Allah’ın lütfuyla mürşidi kamilin ismi ve cismi bildirilip gösteriliyor.



O gece mana aleminde havada ve boşlukta beyaz bir zemin üzerinde kalın ve siyah bir yazı ile Seyyid Ahmed Kürdi yazılı bir levha gösteriliyor. “Bu isim, mürşid ve insan-ı kamil ismidir” diye sesleniliyor.



Hazret iradesi dışında bütün alemlere hitaben “Ey insanlar! Kutuptaki manevi kuvvetin büyüklüğünü anlayınız ki, tabi olmak üzere kendisini 3-5 adım izlemek, tahammül edilemeyecek feyzlere manevi hallere erdiriyor” sözlerini söylüyor. “Meded ya Seyyid Ahmed Kürdi” diyerek uyanıyor. Bu halin feyizli tesiri aylarca sürüyor. Fakat bu zatın nerede olduğu bildirilmiyor. Tam bu sırada Irak taraflarındaki bir mürşidin durumunu sormak için abid ve fazıl bir şahsiyet olan Harput Ulu Cami imamına mektup yazıyor ve bu rüyasını da ekliyor. Cevapta Seyyit Ahmet Hz. lerini tanıdığını soyu sağlam seyyid bir zat olduğunu bildiriyor. Alim, fazıl, keramet sahibi fakir bir zat olduğunu söylüyor. Mektup Seyyid Ahmed el-Kürdi hazretlerine arzediliyor. Fakat O bu yolun büyüklerinin ruhaniyetlerinden emrolunmadıkça bir şey yapamayacaklarını söylüyor.

Bunun üzerinde uzun bir bekleyiş dönemi başlıyor. Hazrete yazdığı mektuptan tam bir yıl sonra aynı gün kendisine cevap gönderiyorlar. Evet tam 12 yıl süren Mürşid-i Kamil arayışı son buluyor. Bağlılık gerçekleştikten sonra ihtiyaç duyuldukça 3, 5, 6 ayda bir mektuplaşma yapılmış. Kendisi bu yazışmalara “9 mektupta irşad demektedir”.



SEYYİD AHMED ÇAPAKÇURÎ'den M. İHSAN OĞUZ'A GELEN MEKTUPLAR



1.MEKTUP



Kendilerine 50 istiğfar, bir dakika rabıta, 100 ile 300 kelime-i tevhid veriyorlar. Rüyada görmüş olduğun bir zatın kudsi nefesi, senin için yeterlidir. Başka yere ihtiyaç kalmadı buyuruluyor.




Zikri manasını düşünerek yapınız. Yoksa fayda elde edilmez. Mana aleminde görmüş olduğunuz zata rabıta edersiniz. Bu yolda ihlas şarttır.



2.MEKTUP



Özel olarak mübarek vakitlerde size dua ederim. Uzak mesafe olduğu için orada istekli olanlara izin verilmek üzere sana ruhsat verilmiştir. Azizim yaşım doksandır. Bu ana değin kimseyle kaynaşamadım. Her nasılsa kader rast getirdi, sizle kardeş olduk. Soyumuz Hüseyni, yolumuz Nakşi, Şeyhimiz, Aliyyü-s Sebtidir. Aliyyü-s Sebti Hazretleri ise Mevlana Halid’in terbiyesinde yetişmiştir. Gönül ehlinden, hatta peygamberlerden feyz almak 3 şeye bağlıdır. “Edeb, İhlas, Muhabbet” tir. Feyz almaya sebep birdir. O da şeyhe muhabbettir. Çünkü mürşidin kalbinden müridin gönlüne akan manevi bir nehir vardır. Bu manevi nehir sebebiyle müride mürşidin kalbinden devamlı bir feyz akımı olur. Nehrin genişliği, müriddeki muhabbetin çokluğuna veya azlığına göredir. Yoksa, yapılan zikrin çokluğundan değildir. Zira, bir damlada uçsuz bucaksız denizler, bir zerrede gözler kamaştıran güneşler meydana gelir.



3.MEKTUP



Kelime-i Tevhide devam edersin. Kelime-i Tevhidin manasını sürekli düşünmek zordur. Bazı zamanlarda kelime-i tevhidin tekrarında uzuvlarla kalbin birlikte harekete yönelmesi, kelime-i tevhidin manasını derinliğine düşünmekten dolayıdır ve ruh yolundan gelir. Bu durum insanı hızla yükseltir. Vücutta olan uzuv ve organların tamamı ruhun yönetimi altındadır. Ruh onları dinin emirlerine hizmetle yükümlü tutar. Her uzuv yaradılış amacına yönelince mürid şeyh vasıtasıyla Muhammediyyül Meşreb olur. Mürid önce mürşidinde fani olur. Sonra Efendimizde fani olur. Sonra Allah’ta fani olarak nefsani varlığından kurtulur. Mümkün olduğunca kalblerinizin boş manasız şeylerden temizlenmesine çalışınız. Fakat bu yavaş yavaş olmalıdır.



4.MEKTUP



Silsile büyükleri tarafından size manevi bilgi ve sevgi meydana geldi. İlhamlar üçtür. Birincisi vesvesedir ki, hal bakımından bu yolun yolcusunu şüphede bırakır. İkincisi meleklerin ilhamıdır. Bu cins ilhamlar şüpheyi giderir ve ilhamlar verir. Üçüncüsü doğrudan doğruya hakkın ilhamıdır. Bu tür ilhamlar cezbe verir. İcazet zamanı yakındır, vermek lazım gelir.



Ey aziz, bazısı icazet verilmeden önce bazısı icazet verildikten sonra derece kazanır. Çekilen Allah zikrinin sayısı sınırlı değildir. Çoğunda sınır yoktur. Bununla birlikte zaman dağdağalıdır. Meşguliyet çoktur. En azından yükümlü tutmak gerektir. Yoksa Allah zikrinin her latife için miktarı beşbindir. Fakat bu miktar zamanımıza yaramaz. Şeyh kuvvetli olursa bu yolda olana az zikir ile büyük derece aldırır. Uzak yakın birdir. Herkes müridini bilir.



Ey aziz, latifelerin tamamı kalb alemindedir ki, kalb hepsini kapsar. Zira kalp geniştir. Sonu yoktur. Gerek aşağı alem, gerek yukarı alem tamamıyla kalbdedir. Zikrin çoğunda sınır yoktur. Fakat gücünden fazla davranmayasın. Hafif hizmet daha iyidir. (Hazret her latife için 300 Allah zikri veriyor. Bu ise 1500 yapar. Bu en az olan rakamdır diyor.




Latifeler beştir: Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa)



5.MEKTUP



Bundan böyle Nakşibendiyye yolunda yürümek ve bu yola girenleri bildiğin gibi yönlendirip ilerleterek maksadına erdirmek için zaten ve sıfaten Efendimiz (as) ve silsile büyüklerinin izni ile sana icazet verildi.



Zikirlerin her adedi başında “ilahi ente maksudi ve rızake matlubi” sözlerini içtenlikle söyler, zikre devam edersin. Allah kimseye gücünden fazla bir şey yüklemez.



6.MEKTUP



Ey aziz, sona kadar tasavvuf yolundaki say ve ilerlemeniz doğruca gerçekleşti. Bununla birlikte tehlikeden uzak oldunuz. Zira; mürşidin kuvveti bu yola gireni birden irşad edip sonuca ulaştırır. Çünkü Ümmü-l Kül validemiz (Hz. Hatice) bu yüce dinin temelidir. Sizi özel olarak kabul edip saadet fırkasına kaydetmiştir. Hz. Hatice ilk iman eden kadınlardandır. Onun için Haticetül Kübra adını almıştır. Bundan dolayı; bütün seyyidlerin, pirlerin, büyüklerin hatta herkesin büyük annesidir.



7.MEKTUP



Size her hususta ruhsat verilmiştir. Ayrıca icazet zamanıdır. İcazet için gerekli şartların çoğu yerine gelmiştir. Mesela, biri saadet defterine geçmektir ki, Hatice validemiz tarafından O’nun başkanlığı altında saadet ehli olanlar arasına alınarak müjdelendin. Bir de ruhlar alemi arz olunmuştur ki, orada saadet topluluğunu gördün, saadet defterindesin. Bununla birlikte, tarikat imamları da tasdik edip müjdelemişlerdir.



Ey kardeş, meşguliyetin kelime-i tevhiddir. Hak yolcusu için 3 konak vardır. Birinci konak fena (nefsani varlıktan geçmek), ikinci konak cezbe (manevi coşkunluk), üçüncü konak kabza (Allah’ın azameti karşısında kendinden geçme). Fena aleminin zikri kelime-i tevhid. Cezbe aleminin zikri Allah. Kabza alemine gelirse Hu zikrine devam eder.



Bu yolda icazet verildikten sonra kazandığını kendi azim ve iradenle kazanırsın. Kendini hangi alemde hissedersen zikri yaparsın. Tasavvuf yolunda olanların hareket ve davranışları, Hak Teala hazretlerinin hususi tasarruflarının eseridir.



Ey aziz, kelime-i tevhid zikri kalbe kuvvet verir. Allah ismi Ruha kuvvet verir. Hu ismi şerifi sırra kuvvet verir. Sırları çözmek kalb ile olur. Makamları yükselmek ruh ile olur. Hakkın huzuruna ermek sır ile olur.



Fena üç kısımdır. 1. Fiillerin fenası uygunsuz fiilleri bırakıp Hakkın rızasına uygun hareket etmektir. Sıfatların fenası ise herkesin bir sıfatı vardır bunlar: Efendi, ağa ve paşadır. Tasavvuf yolunda olan kişi bu gibi şöhretleri bırakır. Yalnız zat ismiyle baki kalırsa Hakk’ın sıfatıyla baki kalır. Yani kişi hiç olursa gönlünde ve iç aleminde Hakk’ın zatıyla baki kalır.



Seyyid Ahmed K. Hz’leri M. İhsan Oğuz Hz’lerine hatme-i haceganı tarif ediyor ve yazılı olarak icazetnamesini gönderiyor. (1921 senesi)



8.MEKTUB



Ey aziz devamlı huzur şarttırki bütün murakebelerin ve derecelerin neticesi, yükselişi ve inişi bundan dolayı meydana gelir. İhsan Oğuz Hz’leri Şeyhimin himmetiyle meleke kesbetme hasıl oldu, maddi meşgalelerin etkisi kalmadı buyuruyor.(Maddi meşgale Allah’ın bir kul üzerinde afetidir.)



9.MEKTUB



Bildiğin gibi fena üçdür. 1) Şeyhte fena 2) Peygamberde fena 3) Allahda fena




Yine bilesin ki bu fenalar Şeyhe fenanın sonucudur. Peygamber ve Allah sevgisinin yolu şeyhten geçer.



***



Allah’ın inayeti Efendimizin izni ve büyüklerin ruhsatı ile irşadla görevlendirildiğin için tam icazetnameyi gönderiyorum



2.BÖLÜM



Kitabın ikinci bölümünde Aliyyü’s-Sebti ve Seyyid Ahmet Kürdi Hz. anlatılıyor.



M. İhsan Oğuz Hz. Şeyh Ahmed Hazretleri için Kutbiyyet, Gavsiyye ve Ferdiyyeti temsil ettiğini söylüyor. Delil olarak da Kutbiyyet için aralarında geçen diyalogda 1. ve 3. mektuplarda Kutb’ül Aktabı olarak gösterilmesini tasdik buyurmuşlardır. Gavsiyetine delil, vefatına bir yıl kala mana aleminde M. İhsan Oğuz Hz. Ahmed Bedevi Hz. leri Harput'a Ahmet el-Kürdi’yi ziyarete geldiğini görmesi ve kendisine  “Gavs Seyyid Ahmet el-Kürdi Hz. lerini ziyarete geldim” şeklinde hitap etmesidir. M. İhsan Oğuz, Seyyid Ahmed'in ferdiyete dair bütün hususiyetleri de  taşıdığını söylüyor. Ferdiyet makamı sahipleri Kutbun tasarrufuna girmeyen velilerdir. Kutbun irşad ve hidayet ışığı güneş gibi herkesi kapsadığından özellikle bilip tanınmasına gerek yoktur. Kutbun kim olduğunu bilmek ve şahsını görmek herkes için mümkün değildir. Kutupluk mertebesini elde etmek başka, kutupluk görgü ve yetkisine sahip olmak; o makama atanmak başkadır. Fiilen kutupluk makam ve yetkisi elinde olan ve iki cihan tasarrufu bizzat kendisine verilmiş bulunan zat, bu özel ünvanın sahibidir. Yeryüzünde Allah’ın halifesi odur. Zamanın sultanı bu şahsiyettir. O’nun mübarek vücudu kainatın ruhu gibidir. Bilsin bilmesin yaratılmış her varlığın yöneliş ve bağlılığı onadır. Hakkın has nazarının aynası o zatın kalbidir.




Allah dostlarının isim ve özelliklerini anmanın “salih kulların anıldığı yere Allah’ın rahmeti iner” sözü gereğince ilahi lütuf ve rahmete feyz ve berekete vesile olacağından şüphe yoktur.



ŞEYH ALİYYÜ’S-SEBTİ



Halid-i Bağdadi Hz. lerinin halifelerindendir. Diyarbakır’da 1777 yılında dünyaya gelmiştir. Mevlana Halid Hz. leri Abdullah Dehlevi Hz. lerinin emri üzerine Aliyyü’s-SebtiHz. lerini bularak misafir olmuşlardır. Beraber Şam halkını irşada gitmişlerdir. Hazret 5 sene sonra Mevlana Halid Hz. lerinden icazet almışlardır. Mevlana Halid Hz. leri kendine hilafet vermek isteyince kabul etmemiş “ben size bunun için hizmet etmiyorum” demiştir. Hz. Halid “ömrüm az kaldı, bir Halid daha bulamazsın” buyurmuşlar ve emretmişlerdir. Vefatından sonra Palu’ya gitmelerini emir buyurmuşlardır. Mevlana Halid Hazretlerinin emri üzerine Palu’ya gelmiştir.  Kendileri üveysi olarak Abdullah Dehlevi Hz. lerinin terbiyesine mazhar olmuşlardır.



Şeyh Abdullah Dehlevi, Hz. Mevlana Halid Hz. lerini Şam halkının irşadı için görevlendirmiş ve "Diyarbakır’da Aliyyü’s-Sebti’yi bulur, Şam’a beraber gidersiniz" demiştir. Aliyyü’s-Sebti Hazretleri, Abdullah Dehlevi hazretlerinden uveysiyyet yönünden terbiye görmüştür. 5 yıl sonra icazetini alan Aliyyü’s-Sebti Mevlana Halid Hz. leri vefat edene kadar hizmet etmişlerdir. (Üveysiyyet: Ruhaniyyet yönünden terbiye olunmak demektir. Büyüklerin çoğu bu yolla terbiye görmüşlerdir. Üveysiyyet yoluyla terbiye olunanların, kendisini terbiye eden mürşidi görmesine gerek yoktur. Bu yolla kemale ulaşanlar çok yüksek kabiliyet sahibi olanlardır. Bütün büyükler bu yolla terbiye olmayı önemli bir husus saymışlardır. Nitekim Üveys-i Karani Hz. Efendimizin ruhaniyetinden bu yolla terbiye görmüşlerdir. Aliyyü’s-Sebti hicri 1287 yılında vefat etmiş olup kabri Elazığ'ın Palu ilçesindedir.



SEYYİD AHMED ÇapakçurÎ :



1246 yılında Bitlisin Çapakçur ilçesine bağlı Kürd köyünde doğmuştur. Aslen Bağdatlı ve Hz. Hüseyin evladı bir seyyid olup Kürt değildir. 10-12 yaşlarında iken dağlarda koyun otlatırken bir zata rastlıyor. Kendilerinin halini soruyor. Biraz sohbet ediyorlar. Kendisinin her halinden haberdar olduğunu anlıyor. O zaman ancak fatihayı okuyabiliyormuş. İlim öğrenmeye çok arzulu imiş. O zat bu arzusunu anlayınca hemen ağzına üfürüyor. O anda her ilime sahip oluyor. O zat Hızır aleyhisselamdır.  Babası aldığı manevi emir üzerine 12 yaşındaki oğlu Ahmed'i  Aliyyü’s-Sebti'ye teslim eder. Aliyyü’s-Sebti’nin evinde kalıp özel bir  terbiye görmüş ve hilafet almıştır. Eğtiminden sonra aldığı manevi emirlerle değişik yerlerde irşadda bulunmuştur. Fakirane bir hayat yaşamış; birçok Allah dostu gibi kendisini gizlemiştir. Eserde kendilerinin 25 kadar kerameti naklediliyor. 1921 yılındaki vefatı sırasında Efendimiz (as)’den kendisine kadar gelen bütün Nakşbendi silsilesi zevatının ruhaniyetlerinin müşahede edildiği rivayet edilmiştir.



Muhammed İhsan Oğuz'un dİğer kİtapları:

Kur'an Virdi
Küçük boy ve normal kitap boyu olmak üzere iki ebadda basılan ve 40 sayfadan oluşan Kur'an Virdi; "Fatiha" ile başlayıp "Âyetü'I Kürsî, Âmenerrasülü, Kulilâhümme mâlikeimülk, Yâsîn, Lev enzelnâ, Esmâü'I Hüsnâ, Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs" süre ve âyetlerinden sonra yine Fâtiha sûresi ile son bulmaktadır. Kitapta, Arapça hattın yanısıra âyet ve sûrelerle Esmâü'I Hüsnâ'nın Türkçe okunuş ve anlamları da yer almaktadır.

Ârifler Silsilesi
Muhammed İhsan Oğuz'un mensûbu bulunduğu Sıddîkıyye ve Nakşibendiyye yolunun esaslarını, Cenâb-ı Peygamber'den Sıddîk-ı Ekber (Hz. Ebû Bekir) vâsıtasıyla kendilerine kadar gelen ve 33 zâttan oluşan silsile büyüklerinin hayat ve kemâlâtını anlatan, 4 cildlik bir eserdir.



Mektuplar
Muhammed İhsan Oğuz tarafından mânevî talebelerine ve bâzı ilim ehline yazılan, herbiri ayrı bir eser ve mânevî irşad niteliğindeki mektuplardan oluşan iki cildlik bir eserdir.

Yûnus Emre
Büyük Allah Dostu Yûnus Emre'nin tasavvufî hayâtı ile coşkulu hâl ve sözlerini; bağlı bulunduğu silsilede yer alan Hacı Bektâş-ı Velî'nin tasavvufî kişiliğini ve Bektâşîliğin nasıl bozulduğunu anlatan bir eserdir.



Şa'bân-ı Velî ve Mustafa Çerkeşî
Halvetîlik Yolu ve Halvetî pirleri Şeyh Şa'bân-ı Velî ve
Pîr-i Sânî-i Şabanî Mustafa Çerkeşî Hazretleri'nin hayatlarını, kerâmet ve kemâlâtlarını anlatan bir eserdir.




12 Büyük Velî
12 Büyük Tarîkat Pîri'nin kısa hayat hikâyeleri ile soy ve tarîkat silsilelerini konu alan; Allah dostlarının hâl ve kemâllerinden örnekler sunarak onların eriştikleri mânâ zenginliğinin zevk ve feyzini taddıran, Allah ve Peygamber sevgisinin ne olduğunu anlatan bir eserdir.

21 Soruda Tasavvufî Gerçekler
Çok önemli ilmî ve tasavvufî meselelere değinerek bunları değişik ve doyurucu bir üslûpla açıklayan; İslâm'ın büyüklüğünü, Allah ve Rasûlü'nün yüceliğini, insanın değerini ortaya koyan, her yönüyle nasıl gerçek bir insan olunacağını göstererek hak ve hakîkat arayan gönüllere ışık tutan bir eserdir.



Vahdet-i Vücûd
Üzerinde çok konuşulan ve tasavvufun en önemli meselesini oluşturan Vahdet-i Vücûd konusunu doğru ve yanlışlarıyla en gerçekçi biçimde açıklayan; ehilleriyle taklitçileri arasındaki farkı ortaya koyan; Vahdet-i Vücûd anlayışının İslâm tasavvufundaki yerini, tasavvuf yolunun insana kazan- dırdığı niteliklerle bu yolun makam ve mertebelerini, hâl ve özelliklerini akıl ve vicdanları tatmin edici bir tarzda anlatan bir eserdir.




İslâm'ın Özü
"1 - İslâm'ın Özü : Lâ ilâhe Illâllâh Muhammedün Rasûlullâh, 2 - Esmâü'I-Hüsnâ Şerhi, 3 - Peygamber Efendimiz'in Fizikî ve Ahlâkî Özellikleri, 4 - Yüce Dînimiz İslâm, 5 - Anne ve Baba Hakkı, 6 - Ellidört Farz" isimli eserlerden oluşan çok faydalı bir kitaptır.

İslâm Îlmihâli
Bir müslümanın bilmesi gereken Îman ve İslâm esasları ile ihlâs ve ahlâkın önemini, ibâdetlerin nasıl yerine getirileceğini, bunlara ilişkin çeşitli meselelerle hikmet ve özellikleri anlatan bir eserdir.

Dünya ve Âhiret Hayatı
Dünyâ hayâtının ne olduğunu, nasıl değerlendirilmesi gerektiğini; âhirette nasıl bir hayat yaşanacağını, cennetin ve nîmetlerinin güzelliklerini, cennette Allâh'ın nasıl görüleceğini ve bu görmenin meydana getireceği saâdetleri anlatan bir eserdir.

İslâm'da Mübarek Günler ve Geceler
Peygamber Efendimiz'in eşsiz kemâlâtını; üç aylarla bu aylarda bulunan mübârek gecelerin ve cumâ gününün fazîletlerini; Kâbe'nin Hazret-i İbrâhim ve İsmâil Aleyhisselâm tarafından Allâh'ın emri üzere inşâ edilişini, kurban olayı ile bu olayın hikmetini açıkla an bir eserdir.
İslâm'da Kazâ ve Kader
Zihinleri fazlaca meşgul eden ve genellikle yanlış düşünce ve davranışlara neden olan "Kazâ ve Kader" konusu ile İslâm âlimlerinin bu konuya ilişkin görüş ve düşüncelerini Kitâb ve Sünnet delilleri ışığında inceleyerek insan irâdesinin değer ve önemini ortaya koyan ve okuyanlara sorumluluk bilinci aşlayan bir eserdir.
7 Önemli Konu
"İslâm'ın temel kaynağı olan Allâh'ın Kitâbı ile Peygamber Aleyhisselâm'ın Sünneti'nin nasıl anlaşılması gerektiği, Kitâb ve Sünneti anlayıp uygulamakta iki önemli delil olan İcmâ ve Kıyâs'ın ne anlama geldiği, İslâm tasavvufundaki Vahdet-i Vücud meselesinin nereden kaynaklandığı, insanlar için Peygamber gönderilmesinin neden gerekli olduğu, kazâ ve kader inancı ile insan irâdesinin özgürlüğü" konularında kısa ve doyurucu bilgiler veren bir eserdir.
Sorular ve Cevaplar
" 1-Şüphelerin Giderilmesine, Kalbin Huzûra Ermesine İlişkin Beş Soru - Beş Cevap,
2 - Sorular ve Cevaplar,
3 - Şaşırmışların Kurtuluşu,
4 - İnsandaki Cüz'î İrâde"isimli eserlerden oluşan ve özellikle gençlerin zihnine ta- kılan soruları cevaplandıran bir kitaptır.



Şerîat ve Tarîkat Kavramları Zikir ve Tasavvuf Yolları