1 Mart 2013 Cuma

HİZMET İÇİNDEKİ NİMET ve İMTİHANLAR



بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِمُحَمَّدٍسَيِّدِناَعَلىَوَالسَّلاَمُوَالصَّلاَةُالْعَالَمِينَرَبِّلِلهِاَلْحَمْدُ

HİZMET İÇİNDEKİ NİMET ve İMTİHANLAR
Nimetlere ulaşmanın birçok yolu vardır; ancak bir yol var ki bütün yolların en emniyetlisi, en sevimlisi ve en verimlisidir. Bu, sırf Allah rızası ve muhabbetullah üzere kurulmuş bir takva cemaatına katılıp, Allah sevgisi üzerinde yaşamak ve o sevgi içinde dünyadan ayrılmaktır.
Kim istemez şerefli, edebli, terbiyeli, sevgili bir müslüman olmayı? Kim arzulamaz Yüce Mevla’nın sevgi ve rızasına ulaşmayı? Kim dilemez Hz. Rasulullah’ın (A.S.) iki cihana bedel bir tebessümüyle karşılaşmayı ve sevinçten ağlamayı? Kim düşünmez Cehennemi selametle geçip ebedi saadet ve selam yurdu Cennet’te bulunmayı?..
Bütün bu nimetlere ulaşmanın birçok yolu vardır; ancak bir yol var ki bütün yolların en emniyetlisi, en sevimlisi ve en verimlisidir. Bu, sırf Allah rızası ve muhabbetullah üzere kurulmuş bir takva cemaatine katılıp, Allah sevgisi üzerinde yaşamak ve o sevgi içinde dünyadan ayrılmaktır.
Buna “Allah’ın ipine yapışmak” denir. Allahu Tealâ’nın kopmayan ipi Hz. Kur’andır. Kur’anın tek isteği iman ve takvadır. Onun bir ucu Rabbül Âlemin’de, bir ucu bizdedir. Kim ona sıkıca tutunur ve ölene kadar bırakmaz ise korkmasın, sonuçta yeri Cennet’tir. Bu, Rabbimizin açık vaadidir. Rasulullah (A.S.) Efendimiz de aynı müjdeyi vermiştir.
Allahu Tealâ, “sakın huzuruma imansız ve İslam’sız gelmeyin” diyor ve dünyadan selametle ayrılmanın yolunu şöyle gösteriyor:
“Hep birlikte, (kalbiniz ve kalıbınızla, erkek ve kadınınızla, yaşlı ve ihtiyarınızla) topluca Allah’ın ipine sarılın. Sakın parçalanıp dağılmayın. ”(Âl-i İmran/102-103)
“Takvaya ulaşmak için birlik olun, biribirinize yardımcı olun.” (Mâide/2)
Kur’an’ın en önde gelen hafızlarından Hz. İbnu Mes’ud (R.A.), “Allah’a götürecek ip taat ve cemaattır” diyor ve ekliyor: “Nefsinize acı ve ağır gelse de birliğinizi muhafaza edin. Sakın yalnızlıkta huzur aramayın bulamazsınız.” (Taberi)
Büyük müfessir İmam Katâde’yi dinleyelim: “Allahu Teâlâ, sizin ayrılık içinde olmanızı çirkin görüyor. Onun için önce ‘sakın parçalanmayın’ emrini verdi ve dağınıklıktan sakındırıp   nehyetti. Allahu Tealâ sizin hakkı dinleyen ve ona itaat eden, biribirini seven ve dostça geçinen bir cemaat olmanızı istiyor. Siz de, gücünüz yettiği kadar Allah’ın razı olduğu bu hale razı olun ve ona sahip çıkın. Bütün kuvvet Allah’a aittir.” (Taberi)
Allah Rasulü (A.S.), şeytanın her an mü’min avında olduğunu, tek başına kalan kimsenin kalbine ve imanına saldırdığını haber verip sığınılacak kaleyi gösteriyor:
“Allah yolunda Allah rızası için cemaat olun. Yoksa şeytana yem olursunuz. İman selameti ile ölmek ve Cennete girmek isteyen kimse cemaata sarılsın.” (Tirmizi, Hakim)
Tek kalanı kurt kapar sözü, yalnız başına kalan insan için söylenmiştir.
Başka bir ilaç:
“Üç şey var ki, onlara riayet eden bir mü’min, katiyyen aldanmaz, yanılmış olmaz:
* Allah için amelde ihlaslı olmak.
* İşlerini sevk ve idare eden imamına karşı samimi davranmak.
* Cemaata sımsıkı sarılmak.” (Ahmed, Hakim)
Evet, bir kimse yaptığı işlerde Allah rızasını hedefe alır, Hakk yolunda kendisine tabi ve talebe olduğu kimseye özü ve sözüyle samimice davranır ve bu uğurda beraber olduğu cemaate sımsıkı sarılırsa, onun kalbinde şeytan taht kuramaz. Şeytanlaşmış insanlar da onu yolundan ayıramaz. Çünkü onun destekçisi Allahu Tealâ’dır.
“Allah’ın eli cemaatin üzerindedir.” (Tirmizi, Tabarani) hadisi, cemaatın kerametini anlatmaya yeterlidir. Buradaki elden maksat, Allah’ın kudreti, desteği, muhabbeti, koruması ve melekleriyle takviyesidir.
Mü’min, Allah yolundaki kardeşleriyle kuvvetlenir. İhlas ve edeb ilahi rahmeti çeker. Rahmet kalbi destekler. Rahmetle desteklenen kalbin şüphesi gider. İlahi nur ile aydınlanan kalp, fani olan eşyayı bırakıp baki olan Mevla’yı tercih eder; hep O’nu zikreder. Boş işlerden ve haramlardan muhabbetini çeker. Ahireti özler, ölümü sever.
Cemaatla kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmiyedi derece daha faziletlidir ve daha bereketlidir. Cemaatla yapılan dua ve zikirler, tek başına yapılandan daha makbuldur. Cemaat halinde yapılan herşeyde ayrı bir bereket ve kazanç mevcuttur.
Efendimiz (A.S.), mü’minleri biribirlerini temizleyen iki ele benzetiyor. Allah için kardeş olan mü’minlerin her birisi, diğerinin günahlara düşmemesi için bir kalkan vazifesi görür. Önce, onu kusur ve günaha çağırmaz, hata içinde bırakmaz. Yanlış yaparsa ikaz eder; hayır işlerse dua ile destekler. Bazen onun için gözyaşı döker. Ne mutlu Allah için sevdiği kardeşi için gözyaşı dökebilenlere. Bu hal, peygamberlerin ve sıddıkların ahlâkıdır. Az bulunur, çünkü çok kıymetlidir.
Nereden bakılsa cemaat rahmettir. Cemaatın temeli Allah için muhabbettir. Onu ayakta tutacak esaslar ise ihlas ve edebtir. Birisi bulunmasa, sonuç felakettir.
Mü’minler Cennet’e grup grup cemaat halinde gireceklerdir. Tek kişilik bir cennet yoktur. Cennetin süsü ve gülü olan Rasulullah (A.S.) Efendimize bile aşıklar ve sıddıklar komşu edilecektir. Cennet’te herkes sevdikleriyle beraber sevinecektir. [1]
Huzur Cemaattedir, Yalnızlıkta Değil
İslam tevhid dinidir ve bizden tevhid (Allah rızası etrafında birlik) istemektedir. Bir mümin olarak bu tevhide (birliğe, cemaate) kalben, fikren, fiilen, kısacası hayatımızla iştirak etmemiz gerekmektedir. Ne yazık ki günümüzde müslümanların en büyük sıkıntısı birlik şuurundan uzak bulunmaları ve cemaatin ne kadar gerekli olduğunu unutmuş olmalarıdır.
Dinimiz ancak cemaatle yaşanır. İnsanın kemalâtı cemaatle tamam olur. Cemaat ne denli zahmetli olsa bile, kişinin yalnızlıkta bulduğunu zannettiği bütün rahatlıklardan daha hayırlıdır. İslamın öngördüğü cemaatte Allah’ın emirleri karşısında herkes; kuvvetlisi, zayıfı, efendisi, kölesi, hakimi, mahkumu, amiri, memuru eşittir. Üstünlük sadece takva iledir. Hz. Peygamber (A.S.) “insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır” (Tabaranî) buyurmuştur. Bu Hadis-i Şerifde işaret edilen faydalı olabilme, ancak insanlarla diyalog kurup kaynaşmakla, yani cemaatle mümkündür.
Müslümanın Allah yolunda takva için birlik olmaları farz-ı ayndır. Müminin asıl yaratılış gayesi tevhid akidesi üzere ve cemaat disiplini içinde ilahi hükümleri hayatına tatbik etmektir. Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan tam manasıyla korkun ve ancak müslüman olarak can verin. Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, ihlasa, taata, cemaate) sımsıkı sarılın, dağılıp parçalanmayın.” (Âl-i İmran/102-103) Görülüyor ki Rabbimiz, müminlere önce kendisinden tam manasıyla korkmayı emretmiş, sonra müslüman olarak ölmelerini istemiş ve bunun yolunun hep birlikte Allah’ın ipine, yani Kur’an ve Sünnet çizgisinde cemaate sarılmakta olduğunu bildirerek bu ipe tutunmayı farz kılmıştır.
Cenab-ı Allah, ayrılığı, bozgunculuğu ve çekişmeyi de yasaklamıştır. Ayet-i celilede, “kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Böyle davrananlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran/105) buyuruluyor. Başka bir ayet-i kerimede Rabbimiz, müminlerin nasıl birlik halinde olmalarına işaret ederek şöyle buyuruyor: “Allah kendi yolunda, kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Sâf/4)
Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz de bir çok hadis-i şeriflerinde, cemaat olmayı emretmiş, ayrılıktan, tefrikadan müminleri şiddetle men etmiştir:
“Cemaat halinde olmanız gerekir. Ayrılıktan sakının. Şüphesiz şeytan tek kalanla beraberdir. Kim iman selametiyle ölüp cennetin tam ortasında olmak istiyorsa cemaate yapışsın. Kim iyileri sevindiriyor, kötüleri üzüyorsa o kâmil bir mümindir.” (Tirmizî)
“Şüphesiz Allah Tealâ ümmetimi sapıklık ve fitne üzerinde bir araya getirmez. Allah’ın eli (rahmet desteği) cemaatle birliktedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe gider.” (Tirmizî)
Dünyevî çıkar ve hesaplarımıza uymasa da bütün müminleri kardeş bilip onlara kalbimizde değer, meclisimizde yer vermemiz icap etmektedir. İnsanın yaradılışındaki cevher, birlik ve hizmet içinde ortaya çıkar.
Cemaat topluluktur. Topluluk olunca, idare edenlerin olması da kaçınılmazdır. “Ulu’l-emr” diye de vasıflandırılan bu toplum idarecisine itaat, Cenab-ı Hakk’ın bir emridir.
Allah rızasını taleb eden her müminin en önemli vazifesi, kendi nefsinin keyfine değil, tabi olduğu imama, yani ulu’l-emre uymaktır. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden olan ulu’l-emre  de itaat edin.” (Nisâ/59)
Fahr-i Cihan (A.S.) Efendimiz de ulu’l-emre itaatin ölçü ve çerçevesini şöyle belirlemiştir: “Müslümanın, başındaki imama (ulu’l-emr) hoşuna giden ve gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak emredilen masiyet (Allaha isyan) ise, o zaman durum değişir. Bu durumda (hiç kimse) dinlenmez ve itaat edilmez” (Buhari, Müslim)
“Hiç şüphesiz bana itaat etmeniz, Allah’a itaattir. Başınızdaki (benim vekilim, emirim olan) imamlarınıza itaat etmeniz de bana itaat olmaktadır.” (Suyuti)
Allah yolunda tabi olunan imama, verilen emir ve yapılan tavsiye hak olduktan sonra, acı-tatlı her durumda itaat edilmelidir. Verilen bir emrin nefse hoş gelmemesi onun haksız olduğunu göstermez ve şahsi çıkarların zedelenmesi isyanı gerektirmez. Allah için yapılan bir işte nefsin keyfi amir olamaz, olursa o iş hak olmaz.
Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz, “Kim başındaki imamdan hoşlanmadığı bir şey görürse, sabretsin (hemen cemaatten ayrılmasın). Çünkü kim hak üzre giden cemaatten bir karış ayrılırsa cahiliye ölümüyle ölür” (Müslim) ikazıyla, müminin hak olduğu müddetçe cemaatten ayrılmaması ve ulu’l-emre itaat etmesi gerektiğini belirtmiştir.
Kısaca: Allahu Tealâ tektir, kullarından tek bir hedef etrafında tevhid (birlik, cemaat) istemektedir. Tevhid dini İslam aynı hedef ve halde olmayı gerektirmektedir. Kalp ve düşüncesi, dert ve hesapları hak yolda bir olmayan kimseler tevhidin tadını alamaz. Bir çizgide buluşamaz, aynı atmosferi paylaşamaz ve İslamın güzelliğine ulaşamaz. Allah rızası için birlik ruhu taşımayan, bu ruh ile cemaat olmayan, cemaat disiplinini gereksiz veya ağır bulan müslümanların bu dini temsil etmeleri mümkün değildir. Dinine cemaat ruhuyla ve birlik halinde sahip çıkmayanların, düşmanların oyununa gelip, bilmeden dinden çıkmaları muhtemeldir. Sırf kendi derdine düşmüş kimselerin en azından zillet içinde yaşamaları kesindir. İşte bunun için Allah yolunda cemaat olmanın hedefini, şeklini ve hukukunu bilip gereğini yerine getirmek farzı ayn olmaktadır.[2]
Hizmetin hedefi insandır. İnsanın terbiye ve terakkisine yardımcı olmayan hizmetler, aslında birer hezimet ve oyalanmadır.

Bir insanın nefsini ıslah etmesinden daha büyük bir hizmet yoktur. Çünkü nefsi ıslah, kalbi ihya, ahlakı güzel olan bir insan hem kendisine, hem çevresine hayır verir, rahmet olur. Bütün dünya, böyle bir insana muhtaçtır. Yüce Allah bütün dünyayı bu şerefli insanın o büyük hizmetini görmesi için yaratmıştır. Yüce Allah’ın boyası ile boyanıp Allah adamı olmayan kimse, kainata bir yüktür. Kalbi “Allah, Allah” diye atmayan ve Yüce Allah’ını tanımayan kimse ölüdür. En büyük ve en güzel hizmet işte bu ölü kalbi diriltmektir. Her şeyin yok olacağı ve hiçbir şeyin fayda vermeyeceği günde insana fayda verecek sadece bu kalptir. Buna kalb-i selim denir. Kalbe bu hizmeti vermeyen ve insanı edeplendiremeyen bütün hizmetler, sonuçta hezimettir.

Hizmetin hedefi binaları değil, insanı süslemektir. Güzelleşmesi gereken ahlakımızdır. Allahu Teala bütün ibadetleri kendisini zikir için emretmiştir. Her ibadet ve hizmetten sonra kalbimize yönelip kendimizi kontrol etmeliyiz. Bu ibadetin ve hizmetin içinde iken kalbim ne kadar Allah’ı zikretti, ne derece gafletten uyandı ve hangi kusurlarını anlayıp istiğfar etti diye düşünmelidir.

Bütün zikirlerin meyvesi edep ve hizmettir. Her türlü ibadet ve hizmetin gayesi de Yüce Allah’ı zikir ve yüceltmektir. Zikri artan kimsenin tevazu, edep ve halka hizmeti arttığı gibi, hizmetlerin içinde koşan kimsenin de zikri, fikri ve şükrü çoğalmalıdır. Aksi durumda zarar var demektir.

Şu hadis bu konuda hepimizi uyarmaktadır: Muaz b. Enes (r.a) anlatıyor:

“Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.v) gelerek: Hangi cihad daha faziletlidir; hangi mücahit daha çok sevap alır? diye sordu, Efendimiz (a.s):

-En faziletli cihad, içinde Allah’ın en fazla zikredildiği cihattır. En fazla sevap alacak mücahit de, Yüce Allah’ı en çok zikreden mücahittir, buyurdu. Adam:

-Sevabı en fazla olan oruçlu kimdir? diye sordu, Efendimiz (a.s):

-Yüce Allah’ı en çok zikreden oruçlu en fazla sevap alır, buyurdu. Adam, namaz, zekat, hacc ve sadakayı sordu, Efendimiz (s.a.v), her defasında:

-Bu ibadetleri yaparken Yüce Allah’ı en çok zikreden kimse, en fazla sevabı alır, buyurdu. Orada bulunan Hz Ebu  Bekir (r.a), Hz. Ömer’e:

-Ya Eba Hafs, zikredenler bütün sevabı alıp götürdüler, dedi. Rasulullah Efendimiz (a.s), ona yöneldi:

-Evet öyledir, buyurdu.[3]

Herkes, kıldığı namazın, çektiği zikrin, yaptığı tövbenin ve ziyaretlerin kalbine fayda verip vermediğini halka karşı muamelesi ile ölçmelidir.

Hz. Ömer (r.a) der ki: “Siz bir insanı namaz ve orucuna bakarak değerlendirmeyin. Onun doğru sözlülüğüne, kendisine bir şey emanet edilince onu nasıl muhafaza ettiğine, eline dünyalık mal ve makam geçince nasıl davrandığına bakınız.” [4]

Ariflerden Kettanî (k.s): “Tasavvuf, güzel ahlaktan ibarettir.” diyor ve ekliyor: “Kimin ahlakı senden güzelse o, tasavvuf yolunda senden ileridedir.”

Büyük veli Fudayl b. Iyaz (k.s), güzel ahlaklı olmayı şöyle anlıyor: “Bir kul, bütün insanlara iyi muamele etse, fakat kümesindeki tavuğa kötü davransa, o kimse iyilerden sayılmaz.” [5]

Terbiye olmuş insanın aldığı edep, düzen, temizlik, sadelik ve kibarlık bütün işlerine yansır. Onun kalbi gibi dili de temizdir. Niyeti gibi işi de doğrudur. İçi gibi dışı da edepli ve sevimlidir. Namazı gibi alış verişi de ilahi ölçülere uyar. Onun Yüce Allah ile hukuku ve edebi güzel olduğu gibi, anne babası, ailesi, komşuları, iş çevresi ve diğer bütün cemiyet ile de her işi güzeldir.

Zikri çoğaldığı halde ahlakı güzelleşmeyen, bir mürşide gidip geldiği halde tevazu ve edebi artmayan, devamlı nafile namaz ve oruçla meşgul olduğu halde kalbi genişlemeyen; eli hayır için açılmayan, merhameti çoğalmayan, mümin kardeşlerini vücudunun bir parçası gibi görmeyen kimse niyetini bir kere daha kontrol etmelidir. Çünkü bütün bu hayırların hedefi, insanı güzel ahlaka ulaştırmaktır.

Gavs-ı Sânî Hz.leri buyurdular ki:

“İnsanlara hizmet ve iyilik etmek isteyen kimse, kendi nefsini ıslah etsin yeter. Nefsini ıslah etmeyen kimse, insanlara gerçek faydayı veremez. Sâdatlar, nefislerini ıslah edip istikamet üzere gittiklerinden, insanların hidayetine ve ebedi saadetine vesile olmaktadırlar.”[6]


Hizmette, ibadet iş ve aile dengesini kuramayanlar zamanla sıkıntıya düşer, hizmet zarar görür.

Hizmette öncelik sırasına dikkat etmelidir. Farz bir ibadeti ihmal edip nafile ile uğraşmak hizmet değil hezimettir. Hizmetin hedefi Yüce Mevla’nın rızasına ulaşmaktır. Kulu Allah rızasına ulaştıracak en büyük sebep farz amelleri yapmaktır. İmam Rabbanî Hz.lerinin belirttiği gibi bir farzı yerine getirmek bin sene nafile ibadetle meşgul olmaktan hayırlıdır. Bir farzın içindeki sünneti veya edebi yerine getirmek de farzın dışındaki nafile ibadetlerden hayırlıdır.[7]

Hizmet ehli önce farz vazifeleri ve hizmetleri yerine getirmeye çalışmalıdır. Hayır ve hizmet yapmaya en yakınlardan başlamalıdır. İnsanlar içinde anne baba hukuku en ön sırayı alır. Anne babayı aç bırakıp mahallenin muhtaçları ile uğraşmak doğru değildir. Cihadın en büyüğü Allahu Teala’ya kulluktan sonra anne baba hukukunu korumaktır. Ancak anne veya baba bir haramı emreder veya bir farzı yapmaktan engellerse o durumda kendilerine itaat edilmez.

Hizmet ehli ailesinin haklarını da dikkate almalıdır. Nefsi yüzünden işini ve eşini ihmal ederek hizmet başarıya ulaşamaz. Ancak hizmetin gerektirdiği fedakârlıktan kimse kaçmamalıdır.

Bir kadın kocasının hak yolundaki hizmetlerini destekler, yardımcı olur ve elinden geldiği kadar ona imkân hazırlarsa, onunla aynı sevabı alır.

Allah yolundaki hizmetlere katılan bir kadın, evli ise kocasının haklarını göz ardı edip nefsinin istediği gibi serbest hareket etmemelidir. Müslüman bir kadının koca ve çocuklarına karşı farz olan vazifelerini yapması zaten dinî bir hizmettir, en büyük hayırdır. [8]

Allah rızası için hizmet etme gayesinde olanların göz ardı etmemesi gereken bir diğer konu ise, aile ve hizmet arasındaki dengedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Kişinin ailesi için yaptığı her harcama kendisi için sadakadır. Muhakkak ki kişi hanımının ağzına koyduğu bir lokma için dahi sevap kazanır” buyurarak ailenin ve aile ile ilgilenmenin önemini bizlere göstermiştir. Vaktinin büyük çoğunluğunu hizmetle geçiren kimselerin ailesinin ihtiyaçlarını unutmaması gerekir. Dışarıya hizmet ederken aileyi ihmal etmek ne kadar doğrudur? Çevremizdeki insanlar kadar yuvamızdaki aile bireylerinin de bize ihtiyaçları vardır. Hizmetin getirdiği sorumluluklar nasıl diğer ibadetlerin aksatılmasını temize çıkarmazsa, aile sorumluluğunu da ortadan kaldırmaz.

Ümmetinin her türlü derdiyle birebir ilgilenen ve büyük bir sorumluluk taşıyan Allah Rasulü (s.a.v) ailesini hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Onlara gereken ilgiyi göstermiş, gönüllerini almıştır. Büyüklerimiz de aynı şekilde ciddi bir mesai harcadıkları hizmet ile aile arasındaki dengeyi korumuştur. Bizim sorumluluklarımız onlar kadar büyük olmadığı halde hizmetten dolayı ailemize zaman ayıramadığımızdan dem vuruyoruz. Hâlbuki bir insanın ailesine samimiyetle yöneldiği bir saat bile onların ihtiyacını gidermeye yeterli olacaktır.

Ancak burada değinilmesi gereken bir diğer konu da eşlerin bu hususta birbirine gereken desteği göstermesidir. Eşi hizmette yoğun mesai harcayan kişinin bu işte eşine yardımcı olması, eşinin eksiklerini tamamlamaya çalışması kendisinin de o hizmetten bir pay sahibi olması demektir. Tam tersine, destek olmak yerine sürekli bu yoğunluktan şikâyet eden bir eş, işleri hem kendine hem eşine hem de çocuklarına daha da zorlaştırır.

Yuva, aile fertlerinin güzel günler kadar zor zamanları da paylaşmasıyla, birbirine omuz vermesiyle yuva olur. Neticede hizmet edenin ailesini ihmal etmemesi kadar, eşinin bu konuda anlayışlı olması da önemlidir. Ancak bu şekilde orta yol tutturulmuş olunur. İki taraflı gayret olmadan ailede bu tür sorunların üstesinden gelmek çok zordur. Bu nedenle anlayış ve sabırla eşlerin birbirlerine yardımcı olması, birbirlerinin ihtiyacını gözetmesi gerekir. Bu aynı zamanda Rabbimiz’in rızasına götüren davranışlarından biridir.[9]

Hizmette devamlılık esastır. Devamlı hizmet dengeye bağlıdır. Dengeli insan, en zor şartlarda vazifesini gücü nisbetinde yerine getirir, işinin hakkını verir. Bir mümin zengin ve sıhhatli iken nasıl güzel hizmet yapıyorsa, fakir ve hasta iken de hayır duası ile olsun bir çeşit hizmet yapabilir.

Hizmette bulunan kimselerin ahlaki dengesi ve insanlara davranış biçimi güzel olmalıdır. Kötü örnek olmaktan şiddetle kaçınmalı ve böyle bir durumdan Allah'a sığınmalıdır. Çünkü insanlara en büyük hizmet, İslâm'ın güzelliklerini bizzat göstererek onu sevmelerini sağlamaktır.

Bunun için önce farz ibadetler korunmalıdır. Her ibadeti kendi zamanında yapmalıdır. Bir vakit namazı kaçıracak kadar hizmetle meşgul olmak Allah'tan değil, şeytandandır. Şeytan hizmeti kullanarak insanı zarara sokabilir. Bunun için nefsin keyfine göre değil, ilim ve edebe göre hizmet yapmalıyız.

Hizmet işlerini gücümüz kadar üstlenmeli ve hizmette sorumlu olduğumuz herkese gücü kadar yük yüklemelidir. Hakkını veremediğimiz hizmete talip olunmamalıdır. Bize verilen hizmetin başında sadakat ve sabırla beklemelidir. Hemen sonuç alamadım diye üzülmemelidir. Bir işi veya ibadeti gücü kadar yaptıktan sonra kalan kısmından kimse mesul olmaz. Yeter ki, bilerek kusur işlenmesin, iş ihmal edilmesin.[10]

Allah yolunda edebe uygun hizmet eden her meşrebi ve hizmet grubunu kardeş bilmeli ve onları desteklemeli ve hayırla anmalıdır.

Hizmette sınır olmaz, yer ve insan seçilmez, cemaat ve millet taassubuna düşülmez. Allahu Teâlâ’nın yarattığı bütün mahlukat hizmette hedeftir. Mümine hizmet gerektiği gibi, mümin olmayan, inkâr içinde koşan, haramlara bulaşan insan da hizmete muhtaçtır. Hizmet, karşımızdakinin ihtiyacını gidermektir. Müslüman olmayana yapılacak en önemli hizmet, ona hak dini anlatmaktır. Günahkâra yapılacak en önemli hizmet ise, onu günahlardan alıkoymaya çalışmaktır.

Hace Ubeydullah Ahrar (k.s) der ki:

“Ben bu yolun feyzini tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi de hizmet yolundan götürdüler. Ben hizmette insan ayırımı yapmadım, hayır umduğum herkese hizmet ettim. Heri’deyken sabahları hamama gider ve Müslümanlara hamamda hizmet ederdim. Hizmette iyi veya kötü, beyaz veya siyah, kuvvetli veya zayıf ayırımı yapmadan herkese hizmet ederdim. Hizmetime karşılık olarak kimse bana bir ücret vermesin diye, işimi bitirir bitirmez hemen hamamdan uzaklaşırdım.” [11][12]

Gavs-ı Sânî [kuddise sırruh] buyurdular ki:

“Hizmet cân-ı gönülden olacaktır. Gaye Hz. Muhammed'in [sallallâhu aleyhi ve sellem] ümmetine hizmettir. Hizmet aşkımızı devamlı tazeleyelim. Sâdâtların istediği gibi hizmet etmek isteyen kişi hilim ve yumuşaklık göstermelidir.”[13]

Hizmet müminin aynasıdır. Hizmet, imanın ve güzel Müslümanlığın ölçüsüdür. Hizmet, Cenab-ı Hakk’ın ahlakının kulda yansımasıdır. Kul rahman ve Rahim olan Rabbini tanıdığı ölçüde O’nun kullarına merhametli, faydalı ve yakın olur. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin tarif buyurduğu gibi, gerçek Müslüman, insanların kendisinden bir zarar görmediği, herkesin ondan rahat ettiği, emin olduğu, fayda gördüğü bir kimsedir. Kendisine güvenilmeyen, insanları sevmeyen ve kimse tarafından da sevilmeyen kimse imanın tadını tadamaz.[14]

Arifler: “Hizmetteki edep hizmetten daha üstündür.” demişlerdir. Bütün ilahi emirler, ibadetler, hayır ve hizmetler edep öğrenmek içindir. Her işi edep güzelleştirir.
Manevi terbiyenin sonu, halktan kaçmak, işten el etek çekmek değil, halkın arasına dönmek ve hizmet etmektir. Tasavvuf terbiyesinin en büyük hedefi insanı herkese rahmet olacak bir kıvama getirmektir. Öyle bir kimseden Cenab-ı Hak da razı olur, bütün yaratılmışlar da razı olur.
Büyükler sufiyi şöyle tarif ederler:
Sufi, Allah için her şeyini feda eden kimsedir. Sufi, toprak gibidir; herkesi üzerinde taşır. Nasıl ki toprağa bir pislik atılsa, toprak onu içine çeker temizler. Sonra güzel meyve ve çiçek olarak meydana çıkarır. Sufi de böyledir; ona kim nasıl davranırsa davransın ondan sadece güzellik ve hayır ortaya çıkar.
Sufi, güneş gibidir; herkesi aydınlatır, ısıtır, olgunlaştırır. Sufi, Yüce Rabbi ile huzur bulmuştur; herkese huzur verir. Sufi, hak adamıdır; hak söyler, haklıyı sever, hak kimde ise onu över. Sufi, Hakk’a âşıktır: Hak adamı halkla çekişmez, çekişmeyi bilmez.
Allah dostları, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin meşrebi üzere hareket etmeyi en büyük gaye edinmişlerdir. Efendimiz (s.a.v) hiçbir ayırım yapmadan bütün insanları muhatap almış ve hepsine rahmet olmuştur. Muhataplarına dost veya düşman diye değil, Allahu Teâlâ’nın kulu gözüyle bakmıştır. Yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmamıştır, hiç kimseyi minnet altına sokmamıştır. Onun en büyük sünneti, başkasının yükünü çekmek, ihtiyaçlarını gidermek ve yüzünü güldürmektir.
İşte bütün hayatını Allah için halka hizmete adayanlar ve bununla Allah rızasını arayanlar, Efendimizin (s.a.v) bu meşrep ve mesleğini iyi tanımalıdır. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bütün insanlığı hizmet hedefi göstermiş ve şöyle buyurmuştur:
“Bütün halk Allah’ın bir ailesi durumundadır. Bu aile içindeki insanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır.”[15]
Arifler demişlerdir ki: “Bir kimse bütün halkı kendisi için bir âile ferdi gibi görmedikçe gerçek sufi olamaz.” [16]
Nakşibendi yolunun piri Şah-ı Nakşibend Hz.leri, bu yolun usul ve meşrebini şöyle tarif etmiştir:
“Bizim usulümüz, halkın içinde Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır. Yolumuz sohbet ve halka hizmet yoludur. Halktan kaçmakta şöhret, şöhrette afet vardır. Hayır, halkın içinde bulunup herkese Allah rızası için hizmet etmektedir.” [17], [18]



[1] Halil Bülbül, Cemaatsiz Cennet Bulunmaz, Nisan 1999 Semerkand Dergisi.
[2] Mehmed Saki Erol, Huzur Cemaattedir Yalnızlıkta Değil, Nisan 1999 Semerkand Dergisi.
[3] Ahmed, Müsned,Iıı,438; İbnu Mübarek, Zühd No:1429; Taberani, El-Kebir, Xx,186
[4] Beyhaki, Zühdü’l-Kebir, No: 867
[5] Kuşeyri, Risale, 317. (Beyrut, 1998)
[6] S.M.Saki Erol, Arifler Yolunun Edepleri, Sf.195
[7] İmam Rabbani, Mektubat, 29. Mektup
[8] S.M.Saki Erol, Arifler Yolunun Edepleri, Sf.195
[9] S.M.Saki Erol,Hizmet ve Yuva Arasındaki Denge, Kasım 2009, Semerkand Aile Degisi.
[10] Dilaver Selvi, Kaynaklarıyla Tasavvuf, sf.674.
[11] Safi, Raşahat, 263-264 (Sadeleştiren: N. Fazıl Kısakürek).
[12] S.M.Saki Erol, Arifler Yolunun Edepleri, Sf.195
[13] Siraceddin Önlüer / Bekir Sel, Rahmet Kapsı, Sf.147.
[14] Buhari, İman,4,5;Müslim, İman,64,65; Ebu Davud, Cihad, 2; Ahmed, Müsned, II, 400
[15] Ebu Ya’la, Müsned, No: 3302; Bezzar, Müsned, No: 1949 İbnu Hacer, El-Metalib, No: 897. Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, Vııı, 191
[16] Sülemî, Adâbu’s-Sûfiyye, 276. (Dokuz Risale İçinde)
[17] Ahmed Sıddıkî, Şah-ı Nakşibend, 107. (Semerkand, 2001)
[18] S.M.Saki Erol, Arifler Yolunun Edepleri, Sf.195

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder