27 Mayıs 2011 Cuma

ALİ HAYDAR AHISHAVİ (EFENDİ BABA) K.S. OĞLUNA MEKTUBU


Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.Ve ala men meakum min ibadillahissalihin. (Size ve yanınızdaki, Allahın salih kulları üzerine,Allahın selamı, rahmeti ve bereketi olsun.) Yaramaz babanın yaramaz ananın yaramaz oğlu, Halid’imiz. Gözlerinden öper, dua ideriz. Mektublarini vakti vaktince gönderiyorsun,memnun oluyoruz. Evladım! Bazı kazalar geçirmişsiniz;kendinizin sağlığına ve selametine müteşekkir ve duacıyız. Evladım! Zinhar (sakın ha): Namazını bırakmayasın. Allahını unutmayasın. Asla yalan söylemeyesin. Siğara ve sair meşrubat (gazlı içeçekler) tatmayasın. Ahlaksızlarla karışmayasın. Mushafı şerfini elden, behemahal her gün okuyasın ve hurmet idesin. Tevbe ve istiğfara çok çok devam edesin. Kendini ve lisanını fena fiillerden ve kelamlardankatiyyen muhafaza idesin, sakınasın. İşte bu şartlar ile, seni tanır ve evlad diye severiz ki,ancak sizi halk iden (yaratan), insan iden, iman ve din ihsan idenHazreti Mevla da, böyle olursan sever, dünya ve ahıretini ma’mur ve mes’ud ider. Böyle değilse, dünya ve ahıretini kendin harab etmiş olursun.Ve hiçbir taraftan imdad ve necat bulamazsın. Her işin, her sözün, her hal ve hareketin, amel defterine yazıldığını yakinen bilesin. Yarın mahşerde kendi defteri a’malin ile muamele olunacağını unutmayasın. İşte şu vechile cennet veya cehennemi kazanmak kendi elindedir. Gözünü aç, ayık ol, selamet yolunu anla, öğren. Tedarikini bunda gör, bunda yap evladım! Hazreti Mevla, tevfik ve hidayette, istikamette daim kılsın. Âmîn! Duacınız :

Ananız-babanız: Hanife- Haydar.

ALİ HAYDAR EFENDİ TEKKEYİ İŞGALDEN KURTARDI


İsmet Efendi'den sonra tekkede en etkin olan isim ise Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin hocası Ahıskalı Ali Haydar Efendi oldu. Alim ve sufi kimlikleriyle öne çıkan Ali Haydar Efendi, hem Osmanlı Devleti hem de Cumhuriyet döneminde İsmet Efendi Tekkesi'nin şeyhlik makamında bulundu. Fatih Dersiamlarından olan Ali Haydar Efendi Osmanlı Devleti'nde, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu başkanlığı görevine muadil bir vazife olan "Te'lif-i Mesail Heyeti" reisliği de yaptı. Yüksek derecede bir ilme sahip olan Ali Haydar Efendi'nin diğer Halidi şeyhler gibi Sultan II. Abdulhamid'den yana tavır alması ve İttihatçıların Şeyhulislamlık teklifini geri çevirmesi 5 yıl süre ile tekkesinin işgal edilmesine yol açtı Ali Haydar Efendi'nin müritlerinden Hafız Halil Sami Efendi'nin tekkenin hikayesini yazdığı bir mektup üzerine Padişah'ın devreye girmesiyle 13 Kasım 1919 tarihinde yayınlanan tezkere ile tekke Ali Haydar Efendi'ye iade edildi. Ali Haydar Efendi de tekke ve zaviyeler kapatılıncaya kadar İsmet Efendi Tekkesi'nde irşat faaliyetlerine devam etti. Söz konusu kapatma kanunu çıkınca da tekkeye bir minare ekleyerek hizmetlerini camide devam ettirdi.

EFENDİ BABA K.S. BİR KISSA

Efendi babam başka tekkelere giderdi,bir gün şeyhini ziyarete geldiğinde ,şeyhi ona: “evladım başka tekkelere gitme” dedi.
Ali Haydar Efendi (k.s) babam da ,kendi içinden demi ki: “ Bu, biraz kıskançlık işidir,şeyhim zannediyor ki,ben başka tekkelere giderek buradan soğurum,halbuki ben kat’i olarak kararımı verdim,buradan ayrılmam.
Efendi babam (k.s) anlattı ki: “Ben yine başka tekkelere gitmeye devam ediyordum,bir günü yine şeyhimi bandırmada ziyarete gittiğimde,bütün ihvanlarla birlikte Hatm-i Hâce yapmak için oturduk,ben şeyhimin solunda oturuyordum,Bilal efendi vardı ,Oda şeyhimin sağında oturuyordu,gözüm açık olarak oturuyor ve hatim-i hâce’de okunacak duâları okuyordum.
Şeyhim beni kolumdan tutarak, yaprak gibi kaldırıp ortaya koydu.İhvanların kimi ticaretle uğraşıyordu,kimi bakkaldı,Hatm-i Hâce taşlarını sayarken yorgunluktan kendilerinden geçiyorlar,taşlar ellerinden düşüyordu.
Bu durumu görünce ben:Her tekke bozuldu ,bu tekke bozulmadı diyorlar,halbuki bunların taşları da ellerinden düşüyor bu bozulmak değilmi? Diye içimden geçirdim.
O sırada Buhara Meşayıh ı kapı pencere dururken,duvarları geçerek geldiler,her biri bir müridin önüne geldi,onun eksik olan taşlarını tamamladı,sonrada Meşayıh tan her biri önündeki müride teveccüh etti.Benim önüme de Şah-ı Nakşibendi (k.s) Hazretleri oturmuştu,o da benim eksik olan taşlarımı tamamladı.
Şeyhim Nakşibendi (k.s) Hazretlerine : “oğlum Ali Haydar’a da siz teveccüh edermisiniz?” deyince,Şah-ı Nakşibendi h.z yüzünü Buhara’ya çevirerek “ben ona teveccüh etmem” dedi.
Bu korku ile ben bir sıçradım ki ,az kalsın başımı tavana vuracaktım,bir de baktım ki şeyhimin yanında oturuyorum,
Şeyhim eğilerek kulağıma dedi ki: “Bir daha başka tekkelere gider misin? Bak sahibi razı olmuyor ”meğer benim zuhurat olarak gördüklerimi şeyhim aşikar görüyormuş.

Efendi Baba Ali Haydar Efendi HZ





Efendi Babamız Ali Haydar Efendi HZ
Efendi Babamız Ali Haydar Efendi H.z' lerini Unutmayalım


13. hicri yüzyılda Anadolu’nun gönül iklimlerini coşturan mana erlerinden biri de Ahıskalı Ali Haydar efendidir. O ve emsali “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı sahipsiz bir devletin, değerli, hasta bir milletin ızdıraplarını alabildiğine soluklamış, ayların hep muharrem olduğu günlerde ümidle istikbale dönmüş, gül alıp gül satarak, gönülleri gül-i Muhammedi’nin(aleyhissalatu vesselam) 14 asrın eskitemediği, o taptaze, o dipdiri rayihasiyla (kokusuyla) donatarak, etrafın bir gülşene (gül bahçesi) döneceğini umud etmiş bunun için de insanımıza eğilmeyi, onu eğitmeyi gaye ve hedef seçmişlerdir. Rabbim hepsinden razı olsun. Eslafımıza (öncekilerimize) hayrül halef (hayırlı vekil) olmamızı nasip eylesin. Amin.
13. hicri yüzyılda Anadolu’nun gönül iklimlerini coşturan mana erlerinden biri de Ahıskalı Ali Haydar efendidir. O ve emsali “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı sahipsiz bir devletin, değerli, hasta bir milletin ızdıraplarını alabildiğine soluklamış, ayların hep muharrem olduğu günlerde ümidle istikbale dönmüş, gül alıp gül satarak, gönülleri gül-i Muhammedi’nin(aleyhissalatu vesselam) 14 asrın eskitemediği, o taptaze, o dipdiri rayihasiyla (kokusuyla) donatarak, etrafın bir gülşene (gül bahçesi) döneceğini umud etmiş bunun için de insanımıza eğilmeyi, onu eğitmeyi gaye ve hedef seçmişlerdir. Rabbim hepsinden razı olsun. Eslafımıza (öncekilerimize) hayrül halef (hayırlı vekil) olmamızı nasip eylesin. Amin.
Ali Haydar efendi hazretleri 1870 (1288 Hicri) senesinde Batum’un Ahıska kazasında dünyaya geldi. Pederlerinin (Babalarının) ismi Mehmed Şerif efendi’dir. İki yaşındayken annesini, dört yaşında babasını kaybetti. İlk medrese tahsilini memleketinde yaptı. Daha sonra 1894’te Erzurum’a hicret etti. Medrese eğitimine bir müddet burada devam ettikten sonra Dersaadet’te(İstanbul) ilmin zirvesine ulaşabileceği mülahazasıyla (düşüncesiyle) Payitahta (başkente) geldi. Burada Meşhur Çarşambalı Hoca Ahmed efendi’den 1901 senesinde icazet aldı. Buradaki Medrese arkadaşlarının en ünlüsü merhum ve mağfur İskilipli Muhammed Atıf efendidir.
Daha sonra Fatih’te dersiam olarak (alim - öğretmen) vazifeye başladı. 1909’da Fetvahane’de fetva vermiş, gösterdiği ilmi kudreti dikkatleri çekmiş, 1914 ‘de Sahn Seman medresesinde fıkıh (hukuk) hocası olmuştur.
1915 senesinde şeyhülislamlıkta yeni kurulan Telif-i Mesail (Sorunların yazılması) heyetinin başına getirilmiştir. Bu arada 1916 senesinden Osmanlı devletinin hitamına (bitimine) kadar Huzur derslerine muhatap olarak katıldı. Huzur dersleri, her Ramazan Padişah’ın huzurunda yapılması gelenek olan tefsir dersleri demektir. Ramazan-ı şerifte sekiz defa yapılan huzur derslerine Kur’an-ı Kerim’den birkaç ayeti okuyan bir hocaefendi(mukarrir) ve onu dinleyip, sualler sorarak toplantının ilmi bir müzakere şeklini almasına vesile alan 15 alim(muhatap) katılırdı. Padişah ve davetliler ise samiin(dinleyici) makamındaydı.
İlmi kariyerini tamamlayan Hocaefendi, daha sonra seyr-ü süluk'te (tasavvufta terbiye yolu) ilerlemek için Fatih Çarşamba’da Şeyh İsmet dergahına intisap etti. Şeyhi Bandırmalı Ali Bezzaz efendidir. Ali Bezzaz efendinin vefatı üzerine 1914 senesinde müridanın (tarikat bağlıları) isteğiyle Bu dergahın başına getirildi.
Siyasetten uzak durması, İttihad ve Terakki’ye mesafeli durması sebebiyle onlar tarafından dergahın bu seçimi onaylanmadı. Haydar efendinin postnişinliği (şeyhliği) elinden alındı. Ancak 1919’da tekrar makamına iade edildi.
1926’da Ankara İstiklal mahkemesinde yargılandı. Sebep merhum Atıf Hoca’nın “Frenk mukallitliği (taklitçiliği) ve Şapka” adlı eserinden 100 adet kadar Bandırma’ya damadına satılmak üzere göndermesidir. Ankara’da Tahir-ül Mevlevi ile aynı koğuşu paylaşmışlardır.
Tahir-ül Mevlevi, “Matbuat (basın) alemindeki hayatım ve İstiklal mahkemeleri” adlı kıymetli hatıratında(s:254) Ali Haydar efendiden şöyle bahsediyor: “Şeyh Ali Haydar efendi, kulakları işitmediği için mütalâayı(kitap okumayı) ve tilaveti (Kur’an okumayı) musahebeye(sohbete) tercih ediyor, kendisine tane tane ve yavaş söylenilmek şartıyla bir şey sorulacak olursa müfid(faydalı) ve mukni(ikna edici) cevaplar veriyor, mangalda kendi eliyle kaynattığı çayı sessizce içip hususi aleminde bulunuyor.”
Sonunda 31 Ocak 1926 günü muhakeme edildi. Muhakemesinin bir kısmı Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarından okunabilir.(sh:116-119- İşaret yayınları) Daha sonra ders şeriki (ortağı) Atıf efendi ile yüzleştirmesi yapıldı. (Ne hikmetse bununla ilgili sayfalar Meclis zabıtlarından koparılarak imha edilmiştir. ) Nihayet 3 Şubat 1926’da beraat etmiştir.
Yeri gelmişken şunu da arz edeyim. Ali Haydar efendi ile alakalı bu kısa çalışma sırasında hakkında bir sürü şeyin karıştırıldığını gördüm. Mesela Akit gazetesinin hediye olarak verdiği Yener Dönmez’e ait Son Devrin Kutup yıldızları eserde Ahıskalı Ali Haydar efendi Mecelle şarihi Ali Haydar efendi ile karıştırılmıştır. Vehbi Vakkasoğlu bey de böyle bazı hatalı bilgileri almış, Maneviyat Dünyamızda İz bırakanlar adlı eserinin yeni baskısına koymuştur.
Burada da Ali Haydar efendinin İskilipli Atıf hoca ile aynı koğuşu paylaştığı, beraatine dair şeyhini rüyada gördüğünü Atıf hocaya söylediği (s:130) vs. vs yazıyorsa da yanlıştır.Atıf hoca ile aynı hapiste kalmışlarsa da aynı koğuşları paylaşmamışlardır. Gerçi Tahirül Mevlevi bey bir rüya-yı sadıka görmüş, Ali Haydar efendi de bunu fa’li hayr (iyi alamet) olarak müşterek beraatlarına yorumlamıştır.
(Bkz.T.Mevlevi.age.s:336 ve 345)
Talebelerinden Emin Saraç Hoca şöyle diyor: "Ali Haydar efendi Atıf efendi ile birlikte 6 ay Ankara'da hapiste kalmış. Ne sıkıntılar çekildiğini anlatır, bir taraftan da elini dizine vurarak; "Atıf efendi kardeşimiz kazandı" derdi.
Bu beraatten sonra Ali Haydar efendi bir sessizliğe bürünmüş daha çok has dairede irşad ve sohbet faaliyetinde bulunmuştur. Bunu pasiflik olarak değil “aktif sabır” olarak almak daha uygun olacaktır. Ve “ircii” (dön) emrine inkiyaden (boyun eğerek) arkasında binlerce mahzun gönül bırakarak 1 Ağustos 1960’da Rahmet-i Rahmana vasıl oldu. (kavuştu) Cenaze namazını çok sevdiği Merhum Ramazanoğlu Sami efendi, Yavuz Selim camiinde kıldırmıştır. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır. Allah cc Rahmet eylesin

ŞEMAİL VE AHLAKI
Ali Haydar efendi heybetli, vücutça iri, müşekkel (şekillenmiş) bir zattı. Hitabeti, ilmi, takvası, günde 50 bin kelime-i tevhid çekecek kadar ibadet ve zikre rağbeti ile insanlara örnek olan bir kâmil idi (olgun insan) . Zamanın büyüklerinden hemen hepsi ile görüşürdü. Bunlar arasında iki tanesine hususi (özel) bir sevgi beslediğini müşahede ediyoruz (gözlemliyoruz) . Birincisi Erzurum’un efesi Alvar İmamı Hâce Muhammed Lütfi diğeri ise Merhum Sami efendidir...
Ahıskalı Ali Haydar efendi Sami efendinin kendisini mükerrer ziyaretlerinin birinde oradakilere şöyle demişler: “Bu zatın bizi sekizinci ziyaretidir. Biz henüz bir defa bile gidemedik. İşte Allah için ziyaret budur, kemalat (olgunluk, büyüklük) da budur". Ali Haydar efendi çok sevdiği Sami efendinin kendisinin cenaze namazını kıldırmasını vasiyet etmiş o da adeti olmamasına rağmen kıldırmıştır.
Oğlu Hâlid Gürbüzler babasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir: "Babam kimseyle kötü olmamamızı söylerdi. Oturalım, çaylar, kahveler içelim demez, devamlı ilimle meşgûl olurdu. Erzurum'dan Alvarlı Mehmed Efendi, Ramazanoğlu Sâmi Efendi sık sık ziyaretine gelirlerdi. Hasib Efendi ile Mehmed Zahid Kotku Efendi de gelirlerdi. Devrin bütün âlimleri ziyâretine gelir, sohbet ederlerdi."
Mehmed Zahid Kotku hazretlerine sevgisini de şöyle açıklamıştır: Hasip Efendi'yi tanırım, büyük zattı. Aziz Efendi'yi de okuduğum bir yazısı ile tanıdım, o da büyük bir insandı. Amma şu Bursalı'yı görüyor musunuz, büyükler büyüğü Gümüşhaneli'nin ta kendisi..."
Vaktinin büyük kısmını Tahirül Mevlevi’nin de işaret ettiği gibi Kur’an okumakla geçirirdi. Hayatını ilme ve talebe yetiştirmeye hasretmişti. Talebeleri öz evladından daha değerli idi. Bunu; “Sulbümden (neslimden) değil, yolumdan gelen talebemdir” şeklinde ifade etmişlerdir.
Talebelerinden Emin Saraç hocaefendi Altınoluk dergisinin kendisi ile yaptığı bir röportajda Ali Haydar efendinin ilmi yönü hakkında şunları söylüyor: "Ali Haydar efendi fakih (hukukçu) bir insan. Müthiş bir zekası var. O yaşta, alır meseleleri saatlerce konuşur. Hocamızdı, kendisinden çok dersler okudum. Bana Şifa-i Şerifi ilk defa okutan odur. Şifa-ı Şerifi okutur, hem ağlar hem ağlatırdı."
Dini hizmetlere, emri- bil marufa (iyiliği emir) büyük ehemmiyet verirdi: “Din-i mübin-i İslam’ın devam ve bekası Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker(Allah’ın emirlerini anlatmak, yasaklarından sakındırmak)’in devamına; din-i mübin-i İslam’ın inkirazı(yıkılması) Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker’in terkine bağlıdır” derdi.
Dört mezhepte fetva verme ehliyetine sahip olduğu halde çok mütevazi idi. Devamlı yeni şeyler öğrenme aşk ve iştiyakındaydı. Bundan dolayı talebeliği hiç elden bırakmamış, devamlı okumuştur. Hatta yeni bir malumat edindiğinde hanımına “Hanife! Hanife Yeni bir cahilliğimi daha gördüm, yeni bir şeyler öğrendim” derdi.

Takvimler 1960 Temmuz’unun sonlarını gösterirken Ali Haydar Efendi yeryüzü ızdırabına elveda demeye hazırlanıyordu. Takipler, tevkifler bitecekti. Çünkü dostun dosta yürüyüş zamanı gelmişti.
Yeryüzü hayatının sonlarına doğru takatsizliği arttı. Öyle ki yataktan kalkmaya mecali kalmamıştı. Kalbi zikrullahda, gözleri kapıda ölüm meleğini bekliyordu. Oğlu anlatıyor: “Vefat edeceği an hayret dolu bakışlarımız arasında o heybet dolu vücuduyla yattıkları yerden kalktı, bizim duyacağımız derecede yüksek bir sesle “Onların davalarının sonu Elhamdülillahi Rabbil Alemin demektir” mealindeki ayeti okudu. Babamın son sözü bu ayetti.
Giderken okuduğu ayetle, hamd ediyordu. Çünkü geride İsmet Efendi Tekkesi farklı bir kubbenin altında da olsa yeni mürşidi ile müridanını Hakk’a taşımaya devam edecekti. Bir mürşit için yolunun devam etmesinden daha güzel ne olabilirdi. Bu büyük ihsana hamd ediyordu. Doksanbeş yıllık ömrünü küfürle mücadeleye adama azmini veren Allah’a hamd ediyordu. Hamd ediyordu, çünkü uğruna binbir meşakkate göğüs gerdiği ebedi dost olan Allah’a gidiyordu.
İsmet Efendi Tekkesi’nin bu büyük buluşmaya tanıklık ettiği, yani Ali Haydar Efendi’nin irtihal ettiği gün takvimler 1 Ağustos 1960’ı gösteriyordu.
1960’lı yılların haberleşme imkanı sınırlı olan Türkiye’sinde Ali Haydar Efendi’nin irtihal haberi gönülden gönüle birden on binlere ulaştı. Çarşamba, tarihinin en büyük kalabalığına şahitlik etti. Kalabalık, 60 ihtilaliyle yönetime el koyan askeri idareyi tedirgin etti. Öyle ki çok sayıda güvenlik görevlisi bölgeye sevk edildi. Civardaki konakların çatılarına silahlı güçler yerleştirildi. İsmet Efendi Tekkesi havadan askeri helikopterlerle gözlem altına alındı. Tanıkların ifadesine göre civarda konuşlanan askeri gücün sayısı binlerle ifade ediliyordu.
Tabutun etrafında gözyaşı döken bağlıları manzarayı şu cümlelerle ifade ediyorlar:
“Hayatında olduğu gibi mematında da zavallılar ve sadıklar onu yalnız bırakmadı. İlki korktuğundan ikincisi de sevdiğinden onu takip etti.
Ali Haydar Efendi Fatih Camii’nin haziresine defnedilecekti. Zira Selatin Camileri’nin hazireleriyle ilgili teamül bunu gerektiriyordu. Söz konusu camilerinin hazirelerinde defnedilecek şahısta, camiyi yaptıran kişinin ailesinden, meydan muharebelerine katılma ya da caminin medresesinde dersiam olma şartı aranıyordu. Ali Haydar Efendi Fatih Camii dersiamlarındandı. Dolayısıyla orada defnedilmeliydi. Bu hakkı teyid etmek için 1956’da devrin hükümetine müracaat edilerek izinde alınmıştı.
Herkes defnedileceği ana kadar O’nun Fatih’in haziresinde hocası Ahmet Efendi’nin yanında kendisi için ayrılan yerde olacağını düşünüyordu. Fakat öyle olmadı. İstanbul valisi Refik Tulga değil Fatih’te defnedilmesine orada namazının dahi kılınmasına müsaade etmedi.”
1956 tarihli iznin gereğini yapmak için valilikle tekke arasında gün boyu git-geller devam etti. Fakat bütün turlar nafileydi. Karşı taraf Ali Haydar Efendi’ye karşı olmanın gereğini yapıyordu. Kararlılığını göstermek için de Fatih Camii’nin etrafını ablukaya aldı. Vali cenaze namazı için toplanan cemaatin inkılap hazırlığı içinde olduğunu iddia ediyor, Fatih’te namazın kılınmasını bunun için yasakladığını söylüyordu.

1 Ağustos günü göklerden Ali Haydar Efendi’nin kabrine nur, Valinin yüreğine ise korku yağıyordu. Alarma geçirilen güvenlik güçleri muhtemel bir tehlikeden değil işte bu korkudan dolayı Çarşamba’ya sevk edilmişti.
Doksan beş yıllık ömrünü İslam’a ve bu memlekete adayan bir alimin son yolculuğu böyle mi olmalıydı? Çanakkale cephesinde bu vatan için ölümle yüzleşen alim bir gaziye iki metre karelik yer niçin çok görülmüştü?
Valinin red kararıyla sabrı tükenen kalabalık cemaati yatıştırmak için Bekir Haki ve Mahmud Efendiler yoğun gayret sarf etti.
Bütün bu gelişmeler yirmi dört saate sığmıştı. Ali Haydar Efendi’nin bağlıları Fatih olmayınca defin için Edirnekapı’da acele ettiler. Zira Türkiye ihtilalciler tarafından mezarından alınıp bilinmeyen(!) bir yere götürülen Bediüzzaman Said Nursi tecrübesini henüz yaşamıştı. Kalabalığın ürküttüğü yönetim aynı yolu Ali Haydar Efendi için de pekala deneyebilirdi.
Cenaze namazı Yavuz Selim Camii’nde Mahmud Sami Efendi tarafından on binlerin katılımıyla kılındı. Ve aynı kalabalığın parmak uçlarında Yavuz Selim’den Edirnekapı-Sakızağacı mezarlığına götürüldü.
Nur, Ali Haydar Efendi’ye sağnak sağnak aktıktan, Fatihalar, Yasinler O’na gönderildikten sonra kabri ha Fatih’in Hazire’sinde ha Sakızağacı Mezarlığı’nda olmuş ne değişir ki? Hem şimdi Ali Haydar Efendi hiçbir gücün takip edemediği dolayısıyla da tevkif edemeyeceği ahiret meclislerinde sınırsız hürriyeti yaşıyor.
Allah Resulü’nün etrafında halkalanan sıddıkların, salihlerin meclisinde “cemali ba kemale” tanıklık edeceği günü bekliyor. Ahiret meclislerine hangi güç irtica-mürteci yaygaralarıyla baskın yapıp adam tevkif edebilir? Yeryüzünün mazlumları, irtica suçluları(!) ahiret meclislerinde muteber şahsiyet muamelesi görüyor.
Nakşibendiliğin Halidi koluna mensup bu büyük zat vefat ettikten sonra yerine Oflu Hacı Mahmud Ustaosmanoğlu efendi geçmiştir ve el’an (hala) hayattadır(Cenab-ı Hakk kendilerine acil şifalar nasip eylesin. Amin)

Rüya ve tabirleri hakkında Hz. Peygamberin uyarıları

 Rüya ve tabirleri hakkında Hz. Peygamberin uyarıları!
Müminin rüyası yalansız gibidir! En çok hadis rivayet etmekle meşhur olan sahabi Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: "Resulullah (sav) buyurdular ki: "Zaman yaklaşınca müminin rüyası neredeyse yalan söylemeyecek. Esasen, müminin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür. Peygamberlikten cüz olan şey yalan olamaz" [Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud]
·        


Kötü rüya gören Allah'a sığınsın!

Ebu Katade (ra) naklettiğine göre; Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Rüya Allah'tandır. Hulm (sıkıntılı rüya) ise şeytandandır. Öyle ise, sizden biri hoşuna gitmeyen bir kötü rüya gördüğünde sol tarafına tükürsün ve o kötü rüyadan Allah'a sığınsın. (Böyle yaptığında) şeytan kendisine asla zarar veremeyecektir." [Buhari, Müslim]
Buhari'nin naklettiğini bir diğer hadiste de Allah Resulü (sav): "Beni rüyada gören gerçekten beni görmüştür, çünkü şeytan benim suretime giremez" buyurmuştur.
Salih rüyayı salih kişi görür

Ebu Said (ra)'nın rivayet ettiği, Tirmizi'de nakledilen bir hadiste, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "En sadık rüya, seher vakitlerinde görülen rüyadır"
Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: "Resulullah (sav) şöyle demişti: "Benden sonra, peygamberlikten sadece mübeşşirat (müjdeciler) kalacaktır!" Yanındakiler sordu: "Mübeşşirât da nedir?" Efendimiz (sav) cevap verdi: "Salih rüyadır!"
Muvatta'nın rivayetinde şu ziyade var: "Salih rüyayı salih kişi görür veya ona gösterilir."
Rüya neye dayanarak yorumlanmalı?

Enes (ra) anlatıyor: "Resulullah (sav) buyurdular ki: "Rüyada gördüğünüz şeylerin isimlerini, o rüyayı yormada esas alın. Keza gördüklerinizin künyelerini veya kinaye manalarını da dikkate alın. Rüya, ilk yorumcuya göre vukua gelir, öyleyse rastgele kimselere anlatmayın"
Hz. Peygamber, İbn Ömer'in rüyasını tabir ediyor

İbnu Ömer (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sav) zamanında kişi, bir rüya görecek olsa onu Hz. Peygamber efendimize anlatırdı. O sıralarda ben genç, bekâr bir delikanlıydım. Mescidde yatıp kalkıyordum. Bir gün rüyamda, iki meleğin beni yakalayıp cehennemin kenarına kadar getirdiklerini gördüm. Cehennem kuyu çemberi gibi çemberlenmişti. Keza (kova takılan) kuyu direği gibi iki de direği vardı.
Cehennemde bazı insanlar vardı ki onları tanıdım. Hemen istiâzeye başlayıp üç kere: "Ateşten Allah'a sığınırım" dedim. Derken beni getiren iki meleği üçüncü bir melek karşılayıp, bana: "Niye korkuyorsun? (korkma)" dedi.
Ben bu rüyayı kız kardeşim Hafsa (ra)'ya anlattım. Hafsa da Resûlullah (sav)'a anlatmış. Resûlullah (sav): "Abdullah ne iyi insan, keşke bir de gece namazı kılsa!" demiş.
Sâlim der ki: "Abdullah bundan sonra geceleri pek az uyur oldu!" [Buhari, Müslim]
Hz. Peygamber'in rüyası

Semüre bin Cündüb (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sav) sık sık: "Sizden bir rüya gören yok mu?" diye sorardı. Görenler de, O'na Allah'ın dilediği kadar anlatırlardı. Bir sabah bize yine sordu: "Sizden bir rüya gören yok mu ?"
Kendisine: "Bizden kimse bir şey görmedi!" dediler. Bunun üzerine: "Ama ben gördüm" dedi ve anlattı: "Bu gece bana iki kişi geldi. Beni alıp haydi yürü! dediler. Yürüdüm. Yatan bir adamın yanına geldik. Yanında biri, elinde bir kaya olduğu halde başucunda duruyordu. Bazen bu kayayı başına indirip onunla başını yarıyordu, taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Ama başı eskisi gibi iyileşinceye kadar vurmuyordu. İyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen yeniliyordu. Beni getirenlere: "Sübhânallah! Nedir bu? dedim.
Dinlemeyip: "Yürü! Yürü!"dediler. Yürüdük, sırtüstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da yanında, elinde demir kancalar bulunan biri duruyordu. Adamın bir yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün yarısını ensesine kadar soyuyordu. Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra öbür tarafına geçip, aynı şekilde diğer yüzünün derisini de ensesine kadar soyuyordu. Bu da, yüz derileri iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar bekliyor, sonra tekrar önce yaptıklarını yapmaya başlıyordu.
Ben burada da: "Sübhanallah, nedir bu?" dedim. Cevap vermeyip: "Yürü! Yürü!"dediler. Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik. İçinden birtakım gürültüler, sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var. Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca çığlık koparıyorlardı.
Ben yine dayanamayıp: "Bunlar kimdir?" diye sordum. Bana cevap vermeyip: "Yürü! Yürü! dediler. Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen bir adam vardı. Nehir kenarında da yanında birçok taş bulunan bir adam duruyordu. Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru yanaşınca yanında taşlar bulunan kıyıdaki adam geliyor, öbürü ağzını açıyor bu da ona bir taş atıp kovalıyordu. Adam bir müddet yüzdükten sonra geri dönüp adama doğru yine yaklaşıyordu. Her dönüşünde ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş atıyordu.
Ben yine dayanamayıp: "Bu nedir?" diye sordum. Cevap vermeyip yine: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik. Böylesi çirkin kimseyi görmemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi tutuşturup etrafında dönüyordu.
Ben yine: "Bu nedir?" diye sordum. Cevap vermeyip: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. İri iri ağaçları olan bir bahçeye geldik. İçerisinde her çeşit bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin içinde çok uzun boylu bir adam vardı. Semaya yükselen başını neredeyse göremiyordum. Etrafında çok sayıda çocuklar vardı.
Ben yine: "Bunlar kimdir?" dedim. Cevap vermeyip: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Ne bundan daha büyük, ne de daha güzel bir ağaç hiç görmedim.
Arkadaşlarım: "Ağaca çık!" dediler. Beraberce çıkmaya başladık. Altın ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru yükselmeye başladık. Derken şehrin kapısına geldik. Kapıyı çalıp açmalarını istedik. Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdir. Sanki böylesine güzellik, böylesine çirkinlik görmemişsindir.
Arkadaşlarım onlara: "Gidin şu nehire banın!" dediler. Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu sanki safi süttü, bembeyaz... Gidip içine banıp çıktılar. Çirkinlikleri tamamen gitmiş olarak geri geldiler. İki tarafları da en güzel şekli almıştı.
Beni dolaştıran arkadaşlarım açıkladılar: "Bu gördüğün, Adn cennetidir. Şu da metin makamındır. Gözümü çevirip baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi.
- Beni gezdirin, içine bir gireyim! dedim.
- Şimdilik hayır! Amma mutlaka gireceksin, dediler.
Ben: "Geceden beri acayip şeyler gördüm, neydi bunlar?" diye sordum.
- Sana anlatacağız, dediler ve anlattılar: "Başı yarılan, o ilk gördüğün adam, Kur'ân'ı atıp reddeden, farz namazlarda uyuyup kılmayan kimsedir. Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu, gözü soyulan adam, evinden çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saran kimsedir. Fırın gibi bir binanın içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zina yapan erkek ve kadınlardır. Kan nehrinde yüzüp ağzına taş atılan adam faiz yiyen adamdır. Ateşin yanında durup onu yakan ve etrafında dönen pis manzaralı adam, cehennemin, ateşin bekçisidir. Bahçede gördüğün uzun boylu adam İbrahim (as)'di. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere (bûluğa ermeden) ölen çocuklardır."
Cemaatten biri hemen atılarak: "Allah'ın Resulü! Müşrik çocukları da mı?" diye sordu.
Resûlullah (sav): "Evet dedi, müşrik çocukları da..."
Ve anlatmaya devam etti: "Yarısı güzel yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi amellerle kötü amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan kimselerdir. Allah onları affetmiştir.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Mahmud Efendi Hz'nin Kerameti


Az olsun çok olsun açık olsun gizli olsun harikalar (keramet) allahın veli kullarına ikramı ihsanıdır. Mektubat, İmam Rabbani

Harikalar veli kulların allah nezdinde keremli/kerametli olduklarının delilidir. Sonra harikanın kendisine keramet denilir olmuştur.

Velinin kerameti tabi olduğu Peygamberin mucizesidir aynı zamanda çünkü veli ancak O peygambere tabi olduşunun dünyalık bir karşılığı olarak olarak o nimete mazhar olmuştur. Mektubat

Peygamberin mucize göstermesi peygamberliğini isbat sadedinde vaciptir ancak velinin velayetini isbat için keramet izhar etmesi gerekmez. Zaten böyle bir derdi de yoktur. Mektubat

Kerametin çokluğu acaipliği velayetin yüksekliğine O velinin diğer velilerden daha makbul ve allaha daha yakın olduğuna delalet etmez. Aksine çok olurki velayet daha yüksek, keramet daha azdır. Ashabı Kiram gibi.. Mektubat

-------------

Yukardaki bilgileri hatırımızda tuttuğumuz halde Asrın İmamı Şeyhimiz ve Üstadımız Mahmud efendi Hazretlerinin kerametlerinden kesin bildiklerimizi burda paylaşalım. Malumunuz ne de olsa kerametleri işitmek sevgi ve hayranlığa sebep oluyor ve bu muhabbet bu hayranlık bize dünya ahiret sermaye olacak allahın izniyle.

Filanca Albayrak abi anlattı, Rüyamda gördüm efendi hazretleri bana diyor beni hastaneye götür." Rüya sandım ve bekedim, ertesi gün aynı rüyayı görünce hemen yanına vardım ve bana aynı rüyamdaki gibi : Beni Hastaneye götür" dedi.

Fakir bu kıssayı S. abiden oda bizzat adı geçen abiden dinlemiş ve hastaneye beraber gitmişlerdir.

S. abimiz ilave ediyor; Ve o gün gittiğimizde meğer kalp damarlarından üç tanesi kalbe bağlandığı dip yerden sanki kemirlmiş gibi kopma derecesine varmış azıcık bir yerinden tutunuyorlar..Hey gidi.. bizde sanıyorki ona hizmet ediyor ona bakıyoruz.. Kendine de o bakıyor. Halbuki biz hep yanındaydık.. neden bize demedi ona dedi.. demekki her işin bir adamı var.."

Teheccüd, şeytanın düğümlerini çözer


Hz. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurmaktadır: – Sizin biriniz gece uyuyunca şeytan onun ense köküne üç düğüm atar. 
Her düğüm atışında, “Önünde upuzun bir gece vardır, rahat uyu!” der.
 
O kimse uyanıp Allah’ı zikrederse, bir düğüm çözülür.
 
Abdest alırsa bir düğüm daha çözülür.
 
Namaz da kılarsa şeytanın attığı bütün düğümler çözülür.
 
Artık o teheccüd sahibi, kötü düğümleri çözülmüş, dinç ve neşe içinde sabaha çıkar.
 

Fakat kalkıp zikretmez ve abdest alıp namaz kılmazsa, gönlü kirli, tembel bir şekilde sabahlar...
Buhari..

Kadınların Erkeklere Denk Ameli

Kadınların Erkeklere Denk Ameli
Câbir b. Abdullah (r.a.) anlatıyor: Biz rasülullah ile beraber otururken bir kadın geldi ve rasülullahın huzurunda durup: Esselamü aleyke ey Allahın Rasülü! Ben kadınların sana gönderdiği temsilciyim. Ya Rasülallah; benim bu gelişimi duyup da buna hayret etmeyecek bir kadın yoktur..

Allahü Teala, hem erkeklerin hem de kadınların Rabbi'dir. Adem (a.s) hem erkeklerin hemde kadınların babasıdır. Havva validemiz, hem erkeklerin hem de kadınların annesidir. Erkekler Allah yolunda cihada kalkıp şehid edildikleri zaman, onlar Rab'lerinin katında diridirler ve rızıklandırılırlar. Şehit olmazlarsa onlara senin de bildiğin gibi ecir vardır. Fakat bizler kendimizi onlara adamışız, onlara hizmet ederiz. (bundan dolayı harbe katılamayız.) Bize de sevap varmıdır?

Rasülullah (s.a.v):
 "Benden o kadınlara selam söyle ve de ki: "Kadının kocasına itaat etmesi ve onların hakkını bilmesi, erkekleri kazandıkları sevaba denktir. Fakat sizden bunu yapan pek azdır."" buyurdu..

ALLAH (Celle Celaluhu) MAHLUKATINA BENZER Mİ

ALLAH TEÂLA (Celle Celaluhu) MAHLÛKATINA BENZER Mİ? (2)
Bir önceki sayıda “Allah Tealâ Celle Celâlûhu mahlûkatına benzer mi” sorusuna cevap arayan “ya da cevap veren” yazı dizimizin ilk bölümünde İslâm inancının böyle bir soru karşısında yanılgılar ve kargaşalar içinde kaldığından bahsetmiştik.
Yine aynı paragraflar içinde; bu sıkıntıların başka dini inanç sistemlerinden bizlere geçtiğini, özellikle Tabiun döneminde İslâm coğrafyasının bir hayli genişlemesi ve bu genişleme neticesinde yabancı kültürlerle temas sürecinin başlamasıyla arıduru İslâm inancının birtakım yabancı unsurları da bünyesinde yer etme eğiliminin arttığından söz etmiştik.
Bununla beraber uzmanlık alanı olmadığı hâlde bazı haber ve hadis nakilcilerinin Kur’an ve sahih hadislerin ince manâlarını kavrayamadıkları, zayıf ve güvenilmez ravilerin naklettiği bazı rivayetlere de aldandıkları için Tevhid inancına aykırılıklar teşkil eden tutumlar sergileyip inanılması caiz olmayan bir kısım hususlara inanç umdesi gibi sarıldıklarından bahsetmiştik.
Bu yanılgıların günümüze kadar büyüyerek geldiğini Allah Tealâ’ya bazı sıfatlar yükleyip mekânlar biçmeye kadar uzanan bir yanlış inanç sisteminin halâ bizleri de meşgûl ettiğini, hattâ bazı kesimlerin işi körüklediklerini görmekteyiz.
Batı mitolojilerinde sıkça rastlanan mekânı bulutlar arkası olan veya her tabiat olayının arkasında o işle görevli olan tanrılar, masal kitaplarında (hattâ dedelerimizin ninelerimizin dahi farkında olmadan anlattıkları masal ve hikâyelerde bile) gördüğümüz haşa Allah baba’lar la hangimiz karşılaşmadık ki?
Birkaç sayı daha devam edecek olan yazı dizimizin ilk bölümünde en son, Mücessime’nin yanılgısından bahsetmiştik. Bu sayımızda kaldığımız yerden; konuyla ilgili değişik görüş, yanılgı ve cevapları incelemekle devam ediyoruz.
OSMAN b. SA’İD ED DÂRİMÎ'NİN GÖRÜŞLERİ
Mücessime / Müşebbihe bu konuda o denli ileri gitmiştir ki, sağlıklı işleyen bir aklın kabûl etmesi mümkün olmayan birtakım hususları Akait ilkesi olarak benimsemişlerdir. Meselâ Osman b. Sa'îd edDârimî şöyle der:
"...Çünkü elHayyû'lKayyum (olan Allah Tealâ) dilediğini yapar. Dilediği zaman hareket eder; dilediği zaman (yukarıdan aşağıya) iner ve (aşağıdan yukarıya) yükselir. (...) Dilediği zaman kalkar ve oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki farkın belirtisi, hareket etmektir. Her hayat sahibi, kaçınılmaz olarak hareket eder; her ölü de kaçınılmaz olarak hareketsizdir."
Oysa "hareket etmek" demek, bir evvelki durumda başka bir hâlde bulunmak, yani bir hâlden başka bir hale intikâl etmek demektir. Hareket etmeden önceki durumu değiştirip başka bir hale geçmek demek, sonradan olan (hâdis/muhdes) bir halin, hareket sahibine hulûlü demektir. Çünkü hareket eden varlık, hareket etmeden önce başka bir hâldedir. Hareketle birlikte bu halin değişmesi, önceden olmayan bir halin, o hareketle birlikte sonradan meydana gelmesi ve ona hulûlü demektir. Havadis'in (ezelî olmayan, sonradan olan şeylerin) Allah Tealâ' ya (Celle Celâlûh) hulûlüne inanmak ise haşâ Allah Tealâ'nın hâdis olduğunu iddia etmek demektir.
Hicrî 6. asrın müceddidi Fahreddin erRâzî şöyle der:
"...Muhdes (:ezelî olmayan, sonradan var edilen)'den hâli olmayan her şeyin muhdes olduğu konusunda Kelâmcılar arasında ittifak vardır. Dolayısıylâ havadisin (:sonradan var olan şeylerin) kendisine hulûl etmesine elverişli olan her şeyin muhdes olduğunu kesin bir şekilde söylemek gerekir. Allah Tealâ'nın havadisten münezzeh olduğu sabit olduğuna göre, Allah Tealâ'ya havadisin hulûl etmediği de sabit olur.
"İkinci Hüccet: Allah Tealâ'nın zatında sonradan var olan (olduğu iddia edilen) sıfat ya kemâl sıfatlarındandır veya kemâl sıfatlarından değildir. Eğer kemâl sıfatlarından ise, O Zat, o sıfatın kendisinde meydana gelmesinden önce kemâl sıfatından hâli bulunuyor demektir. Kemâl sıfatından hâli olmak ise bir noksanlıktır. Buradan, O Zat'ın nakıs olması gerektiği sonucu çıkar. Allah Tealâ' ya noksanlık izafe etmek ise muhâldir. Eğer sözkonusu sıfat, kemâl sıfatlarından değilse, zaten bu sıfatın Allah Tealâ'ya izafe edilmesi muhâldir. Çünkü Allah Tealâ'nın sıfatlarının, kemâl ve medh sıfatlarından olması gerektiği konusunda ittifak vardır..."
Yine edDârimî şöyle der:
"Allah Tealâ'nın, kendisinden başkasının bilmediği bir sınırı vardır. Hiç kimsenin, Allah Tealâ'nın sınırı için kendi nefsinde bir son nokta düşünmesi caiz değildir. Ancak biz Allah Tealâ'nın bir sınırı olduğuna inanır, bunun ilmini de Allah Tealâ'ya havale ederiz. Mekânet de bir sınırdır. Allah Tealâ, göklerinin üstünde, arşının üzerindedir. Bu ikisi, iki sınırdır.
"...Allah Tealâ'nın bir sınırı olduğunu itiraf etmeyen kimse, Allah Tealâ'nın ayetlerine karşı kâfir olmuş ve onları bilerek inkâr etmiştir."
Oysa İmam elMâturîdî (rahimehullah) şöyle demektedir:
"...Yahut bir son nokta ve sınır ki bunlar sözkonusu olduğunda "daha tamam", "daha noksan", "daha çok", veya "daha eksik" gibi kavramlar gündeme gelir O'nda yer bulursa, bu durum kemâl ve tamam sıfatını O'ndan iptâl eder. Bütün bu özellikler, alemin hudusünün (:sonradan var olduğunun) işaretleri ve muhdes delilleridir.
Eğer bu alemin muhdes olduğunu gösteren bu ve benzeri hususlar, bu alemin muhdisi (:onu var eden) için de sözkonusu olursa, O'nun dışındaki varlıkların birtakım özellikleri O'nun hakkında da geçerli olur. Bu ise alemin fesadı demektir.
(...) Eğer O'nun herhangi bir sıfatının benzeri sözkonusu olursa, ya O'ndan kıdem (:ezelîlik) sıfatı, ya da diğer (muhdes) varlıklardan muhdes olma sıfatı sakıt olur."
Yine edDârimî şöyle der:
"Allah Tealâ dilerse, bir sivrisineğin sırtına yerleşir de, sivrisinek O'nun kudreti ve rububiyetinin lütfu ile O'nu yüklenip kaldırır. Böyleyken Allah Tealâ arşın üzerine nasıl yerleşmez?"
"O (Allah Teala), diğer herhangi bir mekânda değil, göklerin üzerindeki arşın üstündedir; ilmi ise her yeri ve her mekânda bulunan her varlığı kuşatmıştır. O'nu bu şekilde tanımayan kimse, Allah Tealâ'ya iman etmemiştir; kime ibadet ettiğini ve kimi birlediğini (:tevhid) bilmez"
"Dağın başı, aşağısına göre Allah Tealâ'ya daha yakın değildir diye sana kim haber verdi? Çünkü Allah Tealâ'nın, göklerin üzerinde arşının üstünde olduğuna iman eden kimse, dağın başının da, aşağısına göre Allah'a daha yakın olduğuna yakîn derecesinde iman eder."
"Allah Tealâ'nın fiillerinin mutlak olarak mahlûk olduğunu kabûl etmeyiz. Bizler icma ve ittifak etmişizdir ki, hareket etme, aşağıya inme, yürüme, hervele (:hızlı yürüme), arşa istiva ve göğü istiva fiilleri kadim (:öncesiz)'dir."
Oysa burada dile getirilen hususları kabûl etmemiz için, arşın ve göğün de Allah Tealâ Celle Celâlûh gibi kadîm ve öncesiz olduğunu söylememiz gerekir.
Diğer mahlûkat gibi, mekânı, zamanı, arşı ve göğü yaratan da Allah Teala Celle Celâlûh olduğuna göre, burada tıpkı aşağıda İmamı Azam Ebû Hanîfe'den ('rahimehullah) naklen yer vereceğimiz gibi şu soru kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir:
Allah Tealâ Celle Celâlûh bunları yaratmadan önce nerede idi?
Şu da var ki; Allah Tealâ Celle Celâlûh'dan başka kadîm varlıklar bulunduğunu kabûl etmek, Allah Tealâ'nın Celle Celâlûh Kıdem ve Hâlık sıfatlarına halel getirir. Çünkü o zaman gök ve arş gibi varlıklar, bir yaratıcıya muhtaç olmaksızın, tıpkı Allah Tealâ Celle Celâlûh gibi varlığı zorunlu, yani vacibû'lvücut varlıklar olacaklardır. Bu ise, varlıklarında bir yaratıcıya muhtaç değildirler demektir.
Öte yandan bütün bu söylediklerine ve bunlara benzer daha başka batıl iddialarına güya ayet ve hadislerden delil getiren edDârimî'nin Hadis İlmi'ne ne derece vakıf olduğu (!) şuradan bellidir ki, kendisi Hazreti Peygamber Sâllâllahû Aleyhi ve Sellem ve Sahabe'den (Allah Teala Celle Celâlûh hepsinden razı olsun) rivayet edilen hadislerin tekrarlar dışında toplam sayısının 12.000 (oniki bin)'i bulmadığını söylemektedir.
Oysa, diğer Hadis musannefatı bir yana, sadece Ahmed b. Hanbel'in (rahimehullah) "elMüsned"inde 40.000 (kırk bin) civarlarında hadisi şerif vardır.
İbn Teymiyye ve İbnû'lKayyım, içinde, Allah Tealâ Celle Celâlûh hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye ederken bu kitapta yer alan hususlara birer Akait ilkesi olarak inandıklarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.
Nitekim İbn Teymiyye, "Şerhû'lAkîdeti'lEsfehâniyye" isimli eserinde, mezkûr edDârimî'nin bu eserinden, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla pek çok nakillerde bulunmuştur ki, biz bunların bir kısmını yukarıda zikrettik.
Oysa İmam Ebû Ca'fer etTahâvî, Hanefî Mezhebi'nin üç imamının akidevî görüşlerini topladığı "İ'tikâdu Ehli'sSünne ve'lCemâ'a alâ Mezhebi Fukahâi'lMille Ebî Hanîfe ve Ebî Yusuf ve Muhammed b. elHasan" adlı ("elAkîdetu'tTah^âviyye" diye bilinen) eserinde şöyle der:
"Allah Tealâ'yı, beşere ait manâlarından birisiyle vasfeden kimse kâfir olur. Allah Tealâ'nın hiçbir sıfata sahip olmadığını söyleyen ile, O'nun sıfat ve fiillerini yaratıkların sıfat ve fiillerine benzeten kimsenin ayağı kaymıştır.
Allah Tealâ, sınırlar, son noktalar, erkân uzuvlar ve edevata sahip olmaktan Yüce ve Münezzeh’tir. O' nu altı yön kuşatmaz."
Bu, sadece Hanefî Mezhebi'nin üç imamının görüşü değildir. Hafız ezZehebî, "elUlûvv" adlı eserinde, elHâkim enNîsâbûrî ve Ebû Zür'a erRâzî'nin, ilk asırların bütün İslâm merkezlerindeki fakuhanın, (Müşebbihe / Mücessime taifesinin kanâati aksine) bu türlü sıfatlara, herhangi bir keyfiyet izafe etmeksizin inanmakta icma ettiklerini nakletmiştir.
Malikî Mezhebi'ne mensup hadis hafızı Ebu Bekir b. elArabî, müteşabihat alanına giren ayet ve hadisleri zahirî anlamları çerçevesinde anlayan Müşebbiye/Mücessime hakkında şöyle der:
"Yolculuğum esnasında bunlar ile epey uğraştım. Ben arzu etmediğim hâlde üzerime çok geldiler. Bu grubun Mısır, Şam ve Bağdat'taki temsilcilerinde en çok gördüğüm şey, "Allah Tealâ, nefsini, sıfatlarını ve mahlûkatını bizden daha iyi bilir. O bize öğretendir. O bize durumunu haber verdiği zaman biz O’na, haber verdiği gibi iman eder ve inanırız." demeleridir.
"Bunlar, "Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelmesini beklerler", "Rabbin(in emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman", "Allah da onların binalarını temellerinden söktü" gibi ayetleri ve "Rabbimiz her gece en yakın göğe iner" hadisini işittikleri zaman, "Allah Tealâ hareket eder, (bir mekândan başka bir mekâna) intikâl eder, bir yerden başka bir yere gider, gelir" dediler.
"Rahman arşa istiva etti" ayetini işittikleri zaman, "Allah Tealâ arşın üzerine oturmuştur, arşa bitişiktir ve arştan dört parmak daha büyüktür. Zira O'nun arştan küçük olması doğru değildir. Çünkü Allah Tealâ "elAzîm"dir ve O'nun misli olmaz. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." Dolayısıyla Allah Tealâ, arştan dört parmak büyüktür." (...)
"Bilmeniz gerekir ki, bu taife sözkonusu haberlerin zahirini muhafaza etme konusunda "Onlar bir saray bina etttiler" veya "bir şehri yıktılar" denemez. Onlar kâbe'yi yıkmışlardır. (...)
"(Onlara denir ki "Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelmesini beklerler" ayetinin zahirini esas aldığınız hâlde, "Allah Tealâ'nın arştan bir miktar büyük olduğunu söylediniz. Öyleyse buluttan bir gölge O'nu nasıl içine alabilir? Kıyamet günü Hak Tealâ, mahlûkatı ile birlikte nasıl gelecektir? Oysa O'nun arştan daha büyük olduğunu siz söylediniz. Arş da göklerden ve yerden daha büyüktür!
"Onlara, "Rahman arşa istiva etti" ayeti hakkında da şöyle denir:
Allah Tealâ, "Sonra arşa istiva etti" buyurmuştur. Peki "arş" nedir? Buradaki "istiva"nın manâsı nedir? Hepinizin, sizlerin ve onların bilmeniz gerekir ki, "zhr" fiilinin binası Arapça'da, "gizlilik ve bilinmezlik sınırından çıkıp bilgi sahasına giren herşey"i ifade eder. (Dolayısıylâ bu fiilin konusu olan şeyler) görme, işitme ve sair duyulara gizli veya akla gizli kalan manâlardan iken, duyularla algılanabilir hale gelir. İfadelerin zahirini esas alarak onu te'viliyle batın sınırına getirenlerden yahut gizli bir manâya zahir ile hükmeden kimselerden sakının!
"Rahman arşa istiva etti" ayetinin anlamı burada üç noktayı göz önünde bulundurmamızı gerektirmektedir:
Birincisi "erRahman"ın manâsı, ikincisi "istivâ"nın manâsı, üçüncüsü de "arş"ın manâsıdır.
"erRahman" kelimesinin manâsı hakkında herhangi bir ihtilâf ve aykırı söz yoktur. "Arş"a gelince, Arapça'da bu kelimenin birçok anlamı vardır. Sizler bu anlamlardan hangisini kastediyorsunuz? "İstiva" kelimesi de böyledir. "İstevâ aleyhi"" ifadesi lûgatta onbeş anlama ihtimallidir. Bunlardan hangisini murad ediyorsunuz? Yahut bu onbeş anlamdan hangisinin "zahir anlam" olduğunu iddia ediyorsunuz? Niçin "Buradaki arş, hususi bir mahlûktur" diyorsunuz ve bu kelimeyi Arapça'ya ve Şer'î anlama nisbet ediyorsunuz? Niçin "İstivâ'nın manâsı "ka'ade" veya "celese"dir" diyorsunuz ve zorlama bir yorumla Allah Tealâ'nın, arşa bitişik bulunduğunu söylüyorsunuz?.."
Yine Ebu Bekir b. elArabî, "Sünenu'tTirmizî"ye yazdığı şerhte, Allah Tealâ Celle Celâlûh’un dünya semâsına (veya en yakın göğe) inmesi hakkındaki rivayet hakkında da kıymetli açıklamalar yapmıştır.
Sözü uzatmamak için buna konumuz içinde önümüzdeki sayıda sadece işaret etmekle yetineceğiz

Hidayete kavuşturan yollar


Bir kâfir, şu üç sebeple müslüman olur: Allahın lütfu ile, kendi araştırması ile ve birine iyilik yapıp onun duâsına kavuşmakla.
1- Allahın lütfu ile: Allahü teâlâ, bir kimsenin hidayetini, yani müslüman olmasını dilemişse, o kimse, severek müslüman olur. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini İslâma açar.) [Enam 125], (Allah, dilediğini hidayete kavuşturur.) [İbrahim 4]
2- Kendi araştırması ile: Hakkı, doğruyu bulmak gayreti ile, bütün dinleri inceler. İslâmiyetin güzelliğine hayran olup müslüman olur. Allahü teâlâ, İslâmiyeti doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğini vaat buyurmuştur. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz.) [Ankebut 69], (Allahü teâlâ, kendine kavuşmak isteyenlere, kavuşturan yolu gösterir.) [Şûra 13]
Doğru yolu aramayıp, nefislerine uyarak îman etmeyenleri, azıp can yakanları, cehennemde sonsuz olarak yakacağını haber veriyor. İslâmiyeti işitmeyen çok kimse vardır ki, akl-ı selimleri olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin adamlarına aldanmamışlar, astronomide ve fen bilgilerinde ve bilhâssa tıp ilminde gördükleri nizâmlı ve harika olayların birbirlerine bağlantılarını düşünerek, yaratılışın sırlarını, bu hesaplı düzenin gerçeğini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selimleri sayesinde, islâmiyetin bildirdiği güzel ahlâkın birçoğunu bulup, müslüman gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. Allahü teâlâ, Ankebût sûresinde vaat ettiği üzere, bunlar iman etmeye sebep olan rehberlere, kitaplara kavuşur (Ruh-ul-beyan 6. cüzün son âyeti)
Rabbimiz vaadinden, yani verdiği sözden dönmez. Bunun için (Ya Rabbi! Sana inanıyorum, seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasib et, beni, din düşmanlarına ve bid’at ehline aldanmaktan koru) diye duâ etmeli, istihare yapmalıdır. Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir.
Duâ ederken, duânın şartlarını gözetmelidir. Şartlarına uygun duâ edilince, duâ kabul olur. Duâ kabul olunca da, doğru olan, hak olan bulunmuş olur.
3- Birinin duâsına kavuşmakla: Birisinin duâsı ile müslüman olmuş çok kimse vardır. Hz. Ömer bunlardan biridir. Hz. Ömer okuduğu bir ayet için, “Hakikaten, ne kadar doğru” dedi. Eniştesi Habbab, “Müjde ya Ömer, Resulullah, (Ya Rabbi! Bu dini, Ebu Cehil ile veya Ömer ile kuvvetlendir) diye duâ etti. İşte bu devlet, bu saadet sana nasib oldu” dedi. (Tirmizî)
Okuduğu ayet-i kerime, Ömer’in kalbindeki düşmanlığı sildi. Resulullah sevgisi ile yanmaya başladı. Hemen Resulullah nerede diye sordu. O gün, Resul-i ekrem, Hz. Erkam’ın evinde Eshabı ile sohbet ediyordu. Ömer’in kılıçla geldiği görüldü. Eshab-ı kiram, Resulullahın etrafını sardı. Hz. Hamza, “Ömer’den çekinecek ne var, o kılıcını çekmeden, ben onun başını yere düşürürüm” derken, Resulullah, (Yol verin, içeri gelsin) buyurdu. Hz. Cebrail, daha önce, Ömer’in iman ettiğini haber vermişti. Resulullah, onu tebessümle karşıladı. Ömer, Resulullahın önünde diz çöktü, kelime-i şehadet getirdi. Resulullahın duası kabul olmuştu. Herkes birisinin duasına kavuşmalıdır.

ALLAH (cc) Gözle Görülecek mi

ALLAH (cc) Gözle Görülecek mi?
Allahü teâlâyı mü'minler Cennette görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmıyanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılma­yan bir görmek olur.
Allah'ı göz ile görmek, aklen caiz naklen de sabittir. Mekan, cihet, karşılaşma, bitişme, mesafe tayini, ışık, benzetme, keyfiyyet, ve ihata olmaksızın Allah görülür. Allah Teala'nın kulları tarafından görülmesi ve tecelli etmesi bize göre birdir. Dünyada, tur-i sina'da Hz.musa'ya gözüktüğü gibi Ahirette'de muminlere görünecektir. Çünkü Cenab-ı Hak mevcuttur. Mevcudun görülmeside muhal değildir. (1)
İnanan kimse, Cennettekilerin, zatının künh ü mahiyetini kavramaksızın ve herhangi bir şeye bemzetmeksizin Allah Teâla'yı görecektir. Müminler Rablarını, Cennette ayan-beyan görecekler. ay, ondördüncü gecesinde zorluk çekilmeden müşahede olunduğu gibi, inananlarda Rablerine zahmetsizce bakacaklar. Allah' baş gözüyle değil, kalp gözüyle görülür diyenler sapık ve bidatçıdır. (7)
Bu mevzudaki ayet-i celile şöyledir:
"Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O'nu göreceklerdir)." (Kıyamet Suresi:22-23)
Elmalı Tefsirinde bu ayet-i celiler şu şekilde açıklanmıştır.
"Nice yüzler o gün parlaktır. Başarılı olma neşesiyle sevinç içinde ışıl ışıl parıldar. Zira Rabbine bakıcıdır. Onun cemâline bakmaktadır. Ehl-i Sünnet bu bakışı "görme" mânâsında anlayarak ahirette müminlerin Allah'ın cemalini göreceğini isbat etmişlerdir. "Beni asla göremezsin."(A'râf:143) âyetine sarılan Mutezile de bu bakışı "bekleme" mânâsına yorumlamışlardır. Oysa gayesine ulaşmayan beklemenin neticesi neşe değil, hayal kırıklığı ile üzüntü olacağından burada sadece bekleme mânâsının doğru olamayacağını anlatır."
".... Beni asla göremezsin" (Araf 143) mealindeki ayet-i kerime, Allah'ın ahirette değil, dünyada görülmeyeceğini anlatmktadır. Dünyada Allah'ı görmeye engel hususlar ahirette kalkacaktır. Ahiretin bu alemle kıyaslanması doğru değildir.
Resulullah buyuruyor:
Şu ayı ondördüncü gecesinde itişip kalkışmaksızın nasıl görüyorsanız, Rabbinizi de üst üste yığılmaya lüzum kalmadan rahatça görebileceksiniz. (8)
Cennette Allah nezdinde en şerefliniz, sabah akşam O'nun yüzüne bakanınızdır. (9)

ALLAH C.C Kimdir

ALLAH C.C Kimdir?
Kur'an-ı Kerimde buyuruluyor ki:

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur: 35)



Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bunun üzerine ruhlar âlemini ve cisimler âlemini yarattı.

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlukatı yarattım.” (K. Hafâ)

Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.

Allah-u Teâlâ’nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da ezelden de önce vardı. Zât-ı akdes’inin varlığından evvel hiç bir şey yoktu. bütün varlıklar O’nun buyurduğu bir kelime ile meydana çıkmışlardır.

Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere:

“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 1317)

Sonra varlığını ve kemalini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanları yaratmayı irade buyurdu ve dilediği şekil ve nizam üzere yarattı.

Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ın belinden zürriyetini çıkarıp onları akıl sahibi yaptı ve onlara hitapta bulundu. İman ile emir buyurup, imansızlıktan nehyetti.

Onlar o anda zerreler gibiydiler.



Var olan Allah(cc)'tır. Başlangıcı ve sonu olmayan, herşeyi gören, işiten, bilen ve akılların almadığı bir varlıktır. Şekli şemali bilinmez tahmin edilemez. Hiçbirşeye ihtiyacı yoktur. Bütün mahlukatı yaratan ve yönetendir. Herşeyin gerçek sahibidir. Doğmamıştır, doğurmamıştır, anne baba çocuk gibi herşeyden münezzehtir, uzaktır. Sığınılacak kudrete ve merhamet eden bir rahmete sahiptir. Hiçbirşey onun denginde değildir ve olamazda. O, İlah'tır. Ondan başka ilah yoktur (LAİLAHE İLLALLAH)

İHLAS SURESİ
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın adıyla.

1) De ki: O Allah, birdir.
2) Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır).
3) O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.
4) Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir.

FELAK SURESİ
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın adıyla.

1) De ki: Sabahın Rabbine sığınırım.
2) Yarattığı şeylerin şerrinden,
3) Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4) Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden,
5) Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden.

NAS SURESİ
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın adıyla.

1) De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
2) insanlarin Melikine (mutlak sahip ve hakimine),
3) İnsanlarin İlâhına.
4) O sinsi vesvesenin şerrinden,
5) O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar.
6) Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım

ESMAÜL HÜSNA VE SIRLARI



ALLAH:
Allah zikrine devam eden kişinin derecesi hem Allah katında hemde insanlar katında artar. İnsanlar arasında; sevilen, sayılan, sözü geçen kıymetli bir kişi olur. Duaları kabul görür. Nefis şeytanının şerrinden kurtulur. Güneş doğarken gümüş veya altın levha üzerine Allah ismini yazan ve üzerinde taşıyan şeytan şerrinden korunur. Soğuk havada bu levha üzerinde iken Allah diye zikrederse soğuğu hissetmez. Balgam hastalığı olan kişi taşırsa balgam hastalığından kurtulur. Kişi 7 gün oruç tutup, gece yarısıda 2 rekat Allah rızası için namaz kılıp, ardından 66 defa Allah zikrini yaparsa; Allah bir melek görevlendirir. O melek, o kişiyi tüm kötülüklerden koruduğu gibi, hal ve hareketlerinde, işlerinde o kişiyi yönlendirir, yönetir ve yardımcı olur. Allah ismini kağıda gül suyu, safran ve misk karışımıyla yazıp, üzerinde taşıyanı Allah her türlü kötülükten korur. Amir veya makam sahibi kişilerin yanında riayet görür. Düşmanlarına karşı galip gelir. Cuma günü oruçlu olarak, sabaha doğru gümüş yüzüğe Allah ismini yazıp, sağ elinin parmağına takan kişinin her isteği insanlar tarafından karşılanır. İşi görülür. Sol elinin parmağına takıp bir mahkemeye giden kişi haksızlığa uğramaz. Allah Cenabı Hakk'ın Celal ve Cemal gibi bütün isimlerini kapsamaktadır. Allah diye zikreden Cenabı Hakk'ı bütün isimleri ile anmış olur. Bütün isimler Allah isminde gizlidir. Diğer isimler Allah İsmi Azamına birer sıfattır. Allah ismi hiç bir isme sıfat olmaz. Cenabı Hakk'ın Zatına mahsus bütün isimlerin özellikleri Allah isminde vardır. Allah ismi; ruhi hastalıklardan, kalp katılığından, küfürden, maddi ve manevi bataklıktan, nefsin istek ve arzularından kurtulmak, düşmanlarını yenmek, merhamet sahibi olmak, Allah'ın istediği şekilde hayat sürmek, son nefeste imanlı ölmek, kalbin nurlanması, imanlı olması ve şifa bulmak, güç, kuvvet ve rızık kazanmak, gizli sırlara vakıf olmak, hem dünya, hemde ahiret saadetine ermek için zikredilir. Allah ismi 2 şekilde zikr olunur. 1) Ya Allah 2)Allah, Allah... diyerek Ya: Yardım isteme, aman ve ah gibi medet talep etmeyi ifade eder.
Zikretmek 2 şekilde olur:
1)Kişiye Cenebı Hakk'ın ilham yoluyla telkin etmesi şekliyle yapılan zikir.
2)Kişinin alim bir zat'a el verip (nispet edip), onun dediği ve tavsiye ettiği şekilde zikretmek.
Zikre başlamadan önce abdest alınır. Niyet edilir. Boyun bir tarafa kırılarak; dünya kelamından uzak, dünyayı unutarak, ismin hem dil, hemde kalb ile birlikte ifadesine başlanır. Manevi alemlerin sultanı olmak için YA HU YA ALLAH ismi azamı zikredilir. Bu zikir Allah dostlarının, veli kullarının zikridir. HU ismi şerifi dışında Allah isminin önüne hiç bir isim geçemez. Allah ismini insanlardan uzak, tenha bir yerde abdestli olarak zikredene; Meleklere mahsus alemlerin kapıları açılır. Maneviyatı güçlenir. Yüksek makamlara ulaşır, nurlanır. Hergün Ya Allah Ya Hu diye 1000 defa zikirde bulunanı Allah, kemaliyle rızıklandırır. Şifa için Allah ismi 70 defa bir kağıda yazılıp, yazı su içinde silindikten sonra, hastaya içirilirse; hasta şifa bulur.
ER RAHMAN:
Farz namazlarının ardından 100 defa Ya Rahman ismini zikreden; Allah'ın rızasını kazandığı gibi, Allah'ın nimetleride ona sunulur. 40 gün riyazet halinde 1000 defa Ya Rahman ismini zikredenin kalp gözü açılır. 5 V akit namazların ardından 2500 defa Ya Rahman ismini zikreden, her olaydan haberdar olur. Olay olmadan haberi olur. Er Rahman ismini; misk, safran, gül suyu karışımı mürekkep ile kağıda yazıp üzerinde taşıyan; insanlar arasında sevgi, saygı görür. Günde 290 defa zikredenin her arzusu gerçekleşir.
ER RAHİM:
Ya Rahim ismini zikretmeye devam eden kişi; belalardan, kazalardan ve afetlerden korunur. Uykusunda ağlayan veya korkan çocuğun üzerine 269 defa Er Rahim isminin yazıldığı kağıt konulursa; çocuk bu durumdan kurtulur. 5 vakit namazlarının sonunda Ya Rahim ismini 269 defa okuyanın ahlakı düzelir. Rızkı ve bereketi artar. Hastaysa şifa bulur. Tüm nimetler okuyanın ayağına gelir. Errahmanirrahim veya Ya Rahman Ya Rahim isimlerini zikredenler; sıkıntıdan, darlıktan ve korkularından kurtulurlar. Günde 100 defa okuyanın kalbi yumuşar, Allah'ın rahmetini kazanır. Kötülüklerden muhafaza olur.
EL MELİK:
Sabah namazının ardından 121 defa Ya Melik ismini zikreden fakirlikten kurtulur. Bu ismi hergün okumaya devam edenler bazı sırlara vakıf olurlar. İlim ve marifet sahibi olurlar.
EL KUDDÜS:
Ya Kuddüs ismini zikreden kişi şehvetten kurtulur, ahlakı düzelir. Günde 100 defa okuyan kalbin manevi hastalıklarından kurtulup, insanlar arasında sevilen, saygı duyulan kişi olur. Vesveseden kurtulur. Şeytanın hilelerinden uzak olur.
ES SELAM:
Hasta üzerine 121 veya 161 defa Ya Selam ismi okunursa hasta iyileşme gösterir. Es Selam ismini kağıda yazıp üzerinde taşıyan ve sürekli zikr eden; fenalık ve kötülüklerden emin olur. Ya Selam isminin zikrine devam eden kişi; cin, şeytan ve insanların hile ve vesveselerinden uzakolur. 66 defa bir kaba yazıp, 40gün aç karnına bu sudan içen vesvese hastalığından kurtulur. Günde 360 defa okuyanın her duası kabul olur.
EL MÜ'MİN:
Hergün sabah namazının ardından 167 defa Ya Mü'min ismini zikreden sıkıntıya düşmez. Dili, yalan ve küfürden uzaklaşır. Riyadan, zinadan, kibirden, hasedden, kötü ahlaktan uzak olur. Hergün 1132 defa Ya Mü'min ismini zikreden hastalıklardan ve sıkıntılardan kurtulur. 43 gün, 5 vakit namazların ardından, 136 defa Ya Mü'min ismini zikreden arzusuna kavuşur. Hergün okumayı adet haline getiren muhtaçlık hissetmez

ALLAH'IN RAHMETİ


İnsan, âmeline güvenerek afvolacağını ümit etmemelidir. Ancak, Allahü teâlâ'nın rahmetini, ihsanını düşünerek afvedilebileceğini ümit etmelidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, şirkten başka günahları dilerse afvedeceğini, rahmetinden ümit kesilmeme­sini, bağışlama ve merhametinin çok olduğunu bildirmektedir. Allahü teâlâ, yüz rahmetten ancak bir tanesini, insanlara, cinlere ve hayvanlara indirdiğini, bu bir rahmet ile canlıların birbirlerine şefkat gösterdiklerini, rahmetinin doksandokuzu ile de kıyamet günü kullarına rahmet edeceğini, Peygamberimiz bildirmektedir.

Arşın altında (Ben rahmet edicilerin en merhametlisiyim, rahmetim gazabımı aştı) yazılı olduğu ve Cennet ehlinin iki misli kadar insanı Cehennemden çıkarıp afvedeceği bildirilmiştir.

Allahü teâlânın afv ve mağfiretini ümit eden mü'minleri ve kendisinden korkanları Cehennemden çıkaracağı, bir annenin çocuğuna olan şefkatinden çok daha merhametli olduğu hadîs-i şeriflerde bildirilmiştir.

Peygamberimizin şefaati, günahı sevabından çok olan mü' minler içindir. Kıyamet günü Arşın altında bir mü'nâdinin şöyle bağırdığı duyulur:
(Allahü teâlâ kendi hakkını bağışlamıştır. Ancak kul hakları kalmıştır. Siz de birbirinize haklarınızı bağışlayıp Allahın rahmetiyle Cennete girin!)

Kim Allahdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahın Resulü olduğuna imân ederse. Cehenneme girmeyeceği, falcılık, üfürükçülük yapmayan ve Allahü teâlâya tevekkül eden yetmiş bin kişinin hesapsız Cennete gireceği hadîs-i şerifle bildirilmektedir.

(Hiç kimse benim rahmetimden ümitsiz olmasın) âyet-i keri­mesini düşünerek ümitsiz olmamalıdır.

Her ne kadar günah işlemek insanı imansız etmezse de, günahlar zamanla kalbi karartarak maaz imansız gitmeğe sebep olur. Bu bakımdan Allahü teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan kaçarak rahmetini ümit etmelidir.

Önce itikadı düzeltmelidir. İtikâd düzgün olmayınca iyi zannedilen âmellerin kıymeti olmaz. Hem itikadı bozuk hem de kötü şeyler yapan kimsenin (Benim kalbim temizdir, Allah beni afveder) demesi asla doğru değildir. Çünkü hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
(Ahmak o kimseye denir ki, her istediğini yapar ve rahmete kavuşmasını ümit eder.)

Demek ki, önce itikadı düzeltip haramlardan kaçarak Allahü teâlânın emirlerini yapmağa çalıştıktan sonra neticeyi beklemek ümit olur.

Allahü teâlânın gazabından emin olmak öldürücü zehir olduğu gibi, rahmetinden ümitsiz olmak da öldürücü zehirdir. Mü'min daima korku ile ümit arasında yaşamalıdır. Korkunun fazla olması daha iyidir. Böylece kötülüklerden kaçıp iyilik etmeğe koşar. Ölürken ise ümidi korkusundan fazla olmalıdır.
Yâ Rabbi! Bizleri azabından korkan ve rahmetinden ümit eden kullarından eyle!