27 Mayıs 2011 Cuma

Rüya ve tabirleri hakkında Hz. Peygamberin uyarıları

 Rüya ve tabirleri hakkında Hz. Peygamberin uyarıları!
Müminin rüyası yalansız gibidir! En çok hadis rivayet etmekle meşhur olan sahabi Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: "Resulullah (sav) buyurdular ki: "Zaman yaklaşınca müminin rüyası neredeyse yalan söylemeyecek. Esasen, müminin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür. Peygamberlikten cüz olan şey yalan olamaz" [Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud]
·        


Kötü rüya gören Allah'a sığınsın!

Ebu Katade (ra) naklettiğine göre; Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Rüya Allah'tandır. Hulm (sıkıntılı rüya) ise şeytandandır. Öyle ise, sizden biri hoşuna gitmeyen bir kötü rüya gördüğünde sol tarafına tükürsün ve o kötü rüyadan Allah'a sığınsın. (Böyle yaptığında) şeytan kendisine asla zarar veremeyecektir." [Buhari, Müslim]
Buhari'nin naklettiğini bir diğer hadiste de Allah Resulü (sav): "Beni rüyada gören gerçekten beni görmüştür, çünkü şeytan benim suretime giremez" buyurmuştur.
Salih rüyayı salih kişi görür

Ebu Said (ra)'nın rivayet ettiği, Tirmizi'de nakledilen bir hadiste, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "En sadık rüya, seher vakitlerinde görülen rüyadır"
Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: "Resulullah (sav) şöyle demişti: "Benden sonra, peygamberlikten sadece mübeşşirat (müjdeciler) kalacaktır!" Yanındakiler sordu: "Mübeşşirât da nedir?" Efendimiz (sav) cevap verdi: "Salih rüyadır!"
Muvatta'nın rivayetinde şu ziyade var: "Salih rüyayı salih kişi görür veya ona gösterilir."
Rüya neye dayanarak yorumlanmalı?

Enes (ra) anlatıyor: "Resulullah (sav) buyurdular ki: "Rüyada gördüğünüz şeylerin isimlerini, o rüyayı yormada esas alın. Keza gördüklerinizin künyelerini veya kinaye manalarını da dikkate alın. Rüya, ilk yorumcuya göre vukua gelir, öyleyse rastgele kimselere anlatmayın"
Hz. Peygamber, İbn Ömer'in rüyasını tabir ediyor

İbnu Ömer (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sav) zamanında kişi, bir rüya görecek olsa onu Hz. Peygamber efendimize anlatırdı. O sıralarda ben genç, bekâr bir delikanlıydım. Mescidde yatıp kalkıyordum. Bir gün rüyamda, iki meleğin beni yakalayıp cehennemin kenarına kadar getirdiklerini gördüm. Cehennem kuyu çemberi gibi çemberlenmişti. Keza (kova takılan) kuyu direği gibi iki de direği vardı.
Cehennemde bazı insanlar vardı ki onları tanıdım. Hemen istiâzeye başlayıp üç kere: "Ateşten Allah'a sığınırım" dedim. Derken beni getiren iki meleği üçüncü bir melek karşılayıp, bana: "Niye korkuyorsun? (korkma)" dedi.
Ben bu rüyayı kız kardeşim Hafsa (ra)'ya anlattım. Hafsa da Resûlullah (sav)'a anlatmış. Resûlullah (sav): "Abdullah ne iyi insan, keşke bir de gece namazı kılsa!" demiş.
Sâlim der ki: "Abdullah bundan sonra geceleri pek az uyur oldu!" [Buhari, Müslim]
Hz. Peygamber'in rüyası

Semüre bin Cündüb (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sav) sık sık: "Sizden bir rüya gören yok mu?" diye sorardı. Görenler de, O'na Allah'ın dilediği kadar anlatırlardı. Bir sabah bize yine sordu: "Sizden bir rüya gören yok mu ?"
Kendisine: "Bizden kimse bir şey görmedi!" dediler. Bunun üzerine: "Ama ben gördüm" dedi ve anlattı: "Bu gece bana iki kişi geldi. Beni alıp haydi yürü! dediler. Yürüdüm. Yatan bir adamın yanına geldik. Yanında biri, elinde bir kaya olduğu halde başucunda duruyordu. Bazen bu kayayı başına indirip onunla başını yarıyordu, taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Ama başı eskisi gibi iyileşinceye kadar vurmuyordu. İyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen yeniliyordu. Beni getirenlere: "Sübhânallah! Nedir bu? dedim.
Dinlemeyip: "Yürü! Yürü!"dediler. Yürüdük, sırtüstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da yanında, elinde demir kancalar bulunan biri duruyordu. Adamın bir yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün yarısını ensesine kadar soyuyordu. Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra öbür tarafına geçip, aynı şekilde diğer yüzünün derisini de ensesine kadar soyuyordu. Bu da, yüz derileri iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar bekliyor, sonra tekrar önce yaptıklarını yapmaya başlıyordu.
Ben burada da: "Sübhanallah, nedir bu?" dedim. Cevap vermeyip: "Yürü! Yürü!"dediler. Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik. İçinden birtakım gürültüler, sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var. Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca çığlık koparıyorlardı.
Ben yine dayanamayıp: "Bunlar kimdir?" diye sordum. Bana cevap vermeyip: "Yürü! Yürü! dediler. Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen bir adam vardı. Nehir kenarında da yanında birçok taş bulunan bir adam duruyordu. Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru yanaşınca yanında taşlar bulunan kıyıdaki adam geliyor, öbürü ağzını açıyor bu da ona bir taş atıp kovalıyordu. Adam bir müddet yüzdükten sonra geri dönüp adama doğru yine yaklaşıyordu. Her dönüşünde ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş atıyordu.
Ben yine dayanamayıp: "Bu nedir?" diye sordum. Cevap vermeyip yine: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik. Böylesi çirkin kimseyi görmemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi tutuşturup etrafında dönüyordu.
Ben yine: "Bu nedir?" diye sordum. Cevap vermeyip: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. İri iri ağaçları olan bir bahçeye geldik. İçerisinde her çeşit bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin içinde çok uzun boylu bir adam vardı. Semaya yükselen başını neredeyse göremiyordum. Etrafında çok sayıda çocuklar vardı.
Ben yine: "Bunlar kimdir?" dedim. Cevap vermeyip: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Ne bundan daha büyük, ne de daha güzel bir ağaç hiç görmedim.
Arkadaşlarım: "Ağaca çık!" dediler. Beraberce çıkmaya başladık. Altın ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru yükselmeye başladık. Derken şehrin kapısına geldik. Kapıyı çalıp açmalarını istedik. Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdir. Sanki böylesine güzellik, böylesine çirkinlik görmemişsindir.
Arkadaşlarım onlara: "Gidin şu nehire banın!" dediler. Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu sanki safi süttü, bembeyaz... Gidip içine banıp çıktılar. Çirkinlikleri tamamen gitmiş olarak geri geldiler. İki tarafları da en güzel şekli almıştı.
Beni dolaştıran arkadaşlarım açıkladılar: "Bu gördüğün, Adn cennetidir. Şu da metin makamındır. Gözümü çevirip baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi.
- Beni gezdirin, içine bir gireyim! dedim.
- Şimdilik hayır! Amma mutlaka gireceksin, dediler.
Ben: "Geceden beri acayip şeyler gördüm, neydi bunlar?" diye sordum.
- Sana anlatacağız, dediler ve anlattılar: "Başı yarılan, o ilk gördüğün adam, Kur'ân'ı atıp reddeden, farz namazlarda uyuyup kılmayan kimsedir. Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu, gözü soyulan adam, evinden çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saran kimsedir. Fırın gibi bir binanın içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zina yapan erkek ve kadınlardır. Kan nehrinde yüzüp ağzına taş atılan adam faiz yiyen adamdır. Ateşin yanında durup onu yakan ve etrafında dönen pis manzaralı adam, cehennemin, ateşin bekçisidir. Bahçede gördüğün uzun boylu adam İbrahim (as)'di. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere (bûluğa ermeden) ölen çocuklardır."
Cemaatten biri hemen atılarak: "Allah'ın Resulü! Müşrik çocukları da mı?" diye sordu.
Resûlullah (sav): "Evet dedi, müşrik çocukları da..."
Ve anlatmaya devam etti: "Yarısı güzel yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi amellerle kötü amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan kimselerdir. Allah onları affetmiştir.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Mahmud Efendi Hz'nin Kerameti


Az olsun çok olsun açık olsun gizli olsun harikalar (keramet) allahın veli kullarına ikramı ihsanıdır. Mektubat, İmam Rabbani

Harikalar veli kulların allah nezdinde keremli/kerametli olduklarının delilidir. Sonra harikanın kendisine keramet denilir olmuştur.

Velinin kerameti tabi olduğu Peygamberin mucizesidir aynı zamanda çünkü veli ancak O peygambere tabi olduşunun dünyalık bir karşılığı olarak olarak o nimete mazhar olmuştur. Mektubat

Peygamberin mucize göstermesi peygamberliğini isbat sadedinde vaciptir ancak velinin velayetini isbat için keramet izhar etmesi gerekmez. Zaten böyle bir derdi de yoktur. Mektubat

Kerametin çokluğu acaipliği velayetin yüksekliğine O velinin diğer velilerden daha makbul ve allaha daha yakın olduğuna delalet etmez. Aksine çok olurki velayet daha yüksek, keramet daha azdır. Ashabı Kiram gibi.. Mektubat

-------------

Yukardaki bilgileri hatırımızda tuttuğumuz halde Asrın İmamı Şeyhimiz ve Üstadımız Mahmud efendi Hazretlerinin kerametlerinden kesin bildiklerimizi burda paylaşalım. Malumunuz ne de olsa kerametleri işitmek sevgi ve hayranlığa sebep oluyor ve bu muhabbet bu hayranlık bize dünya ahiret sermaye olacak allahın izniyle.

Filanca Albayrak abi anlattı, Rüyamda gördüm efendi hazretleri bana diyor beni hastaneye götür." Rüya sandım ve bekedim, ertesi gün aynı rüyayı görünce hemen yanına vardım ve bana aynı rüyamdaki gibi : Beni Hastaneye götür" dedi.

Fakir bu kıssayı S. abiden oda bizzat adı geçen abiden dinlemiş ve hastaneye beraber gitmişlerdir.

S. abimiz ilave ediyor; Ve o gün gittiğimizde meğer kalp damarlarından üç tanesi kalbe bağlandığı dip yerden sanki kemirlmiş gibi kopma derecesine varmış azıcık bir yerinden tutunuyorlar..Hey gidi.. bizde sanıyorki ona hizmet ediyor ona bakıyoruz.. Kendine de o bakıyor. Halbuki biz hep yanındaydık.. neden bize demedi ona dedi.. demekki her işin bir adamı var.."

Teheccüd, şeytanın düğümlerini çözer


Hz. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurmaktadır: – Sizin biriniz gece uyuyunca şeytan onun ense köküne üç düğüm atar. 
Her düğüm atışında, “Önünde upuzun bir gece vardır, rahat uyu!” der.
 
O kimse uyanıp Allah’ı zikrederse, bir düğüm çözülür.
 
Abdest alırsa bir düğüm daha çözülür.
 
Namaz da kılarsa şeytanın attığı bütün düğümler çözülür.
 
Artık o teheccüd sahibi, kötü düğümleri çözülmüş, dinç ve neşe içinde sabaha çıkar.
 

Fakat kalkıp zikretmez ve abdest alıp namaz kılmazsa, gönlü kirli, tembel bir şekilde sabahlar...
Buhari..

Kadınların Erkeklere Denk Ameli

Kadınların Erkeklere Denk Ameli
Câbir b. Abdullah (r.a.) anlatıyor: Biz rasülullah ile beraber otururken bir kadın geldi ve rasülullahın huzurunda durup: Esselamü aleyke ey Allahın Rasülü! Ben kadınların sana gönderdiği temsilciyim. Ya Rasülallah; benim bu gelişimi duyup da buna hayret etmeyecek bir kadın yoktur..

Allahü Teala, hem erkeklerin hem de kadınların Rabbi'dir. Adem (a.s) hem erkeklerin hemde kadınların babasıdır. Havva validemiz, hem erkeklerin hem de kadınların annesidir. Erkekler Allah yolunda cihada kalkıp şehid edildikleri zaman, onlar Rab'lerinin katında diridirler ve rızıklandırılırlar. Şehit olmazlarsa onlara senin de bildiğin gibi ecir vardır. Fakat bizler kendimizi onlara adamışız, onlara hizmet ederiz. (bundan dolayı harbe katılamayız.) Bize de sevap varmıdır?

Rasülullah (s.a.v):
 "Benden o kadınlara selam söyle ve de ki: "Kadının kocasına itaat etmesi ve onların hakkını bilmesi, erkekleri kazandıkları sevaba denktir. Fakat sizden bunu yapan pek azdır."" buyurdu..

ALLAH (Celle Celaluhu) MAHLUKATINA BENZER Mİ

ALLAH TEÂLA (Celle Celaluhu) MAHLÛKATINA BENZER Mİ? (2)
Bir önceki sayıda “Allah Tealâ Celle Celâlûhu mahlûkatına benzer mi” sorusuna cevap arayan “ya da cevap veren” yazı dizimizin ilk bölümünde İslâm inancının böyle bir soru karşısında yanılgılar ve kargaşalar içinde kaldığından bahsetmiştik.
Yine aynı paragraflar içinde; bu sıkıntıların başka dini inanç sistemlerinden bizlere geçtiğini, özellikle Tabiun döneminde İslâm coğrafyasının bir hayli genişlemesi ve bu genişleme neticesinde yabancı kültürlerle temas sürecinin başlamasıyla arıduru İslâm inancının birtakım yabancı unsurları da bünyesinde yer etme eğiliminin arttığından söz etmiştik.
Bununla beraber uzmanlık alanı olmadığı hâlde bazı haber ve hadis nakilcilerinin Kur’an ve sahih hadislerin ince manâlarını kavrayamadıkları, zayıf ve güvenilmez ravilerin naklettiği bazı rivayetlere de aldandıkları için Tevhid inancına aykırılıklar teşkil eden tutumlar sergileyip inanılması caiz olmayan bir kısım hususlara inanç umdesi gibi sarıldıklarından bahsetmiştik.
Bu yanılgıların günümüze kadar büyüyerek geldiğini Allah Tealâ’ya bazı sıfatlar yükleyip mekânlar biçmeye kadar uzanan bir yanlış inanç sisteminin halâ bizleri de meşgûl ettiğini, hattâ bazı kesimlerin işi körüklediklerini görmekteyiz.
Batı mitolojilerinde sıkça rastlanan mekânı bulutlar arkası olan veya her tabiat olayının arkasında o işle görevli olan tanrılar, masal kitaplarında (hattâ dedelerimizin ninelerimizin dahi farkında olmadan anlattıkları masal ve hikâyelerde bile) gördüğümüz haşa Allah baba’lar la hangimiz karşılaşmadık ki?
Birkaç sayı daha devam edecek olan yazı dizimizin ilk bölümünde en son, Mücessime’nin yanılgısından bahsetmiştik. Bu sayımızda kaldığımız yerden; konuyla ilgili değişik görüş, yanılgı ve cevapları incelemekle devam ediyoruz.
OSMAN b. SA’İD ED DÂRİMÎ'NİN GÖRÜŞLERİ
Mücessime / Müşebbihe bu konuda o denli ileri gitmiştir ki, sağlıklı işleyen bir aklın kabûl etmesi mümkün olmayan birtakım hususları Akait ilkesi olarak benimsemişlerdir. Meselâ Osman b. Sa'îd edDârimî şöyle der:
"...Çünkü elHayyû'lKayyum (olan Allah Tealâ) dilediğini yapar. Dilediği zaman hareket eder; dilediği zaman (yukarıdan aşağıya) iner ve (aşağıdan yukarıya) yükselir. (...) Dilediği zaman kalkar ve oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki farkın belirtisi, hareket etmektir. Her hayat sahibi, kaçınılmaz olarak hareket eder; her ölü de kaçınılmaz olarak hareketsizdir."
Oysa "hareket etmek" demek, bir evvelki durumda başka bir hâlde bulunmak, yani bir hâlden başka bir hale intikâl etmek demektir. Hareket etmeden önceki durumu değiştirip başka bir hale geçmek demek, sonradan olan (hâdis/muhdes) bir halin, hareket sahibine hulûlü demektir. Çünkü hareket eden varlık, hareket etmeden önce başka bir hâldedir. Hareketle birlikte bu halin değişmesi, önceden olmayan bir halin, o hareketle birlikte sonradan meydana gelmesi ve ona hulûlü demektir. Havadis'in (ezelî olmayan, sonradan olan şeylerin) Allah Tealâ' ya (Celle Celâlûh) hulûlüne inanmak ise haşâ Allah Tealâ'nın hâdis olduğunu iddia etmek demektir.
Hicrî 6. asrın müceddidi Fahreddin erRâzî şöyle der:
"...Muhdes (:ezelî olmayan, sonradan var edilen)'den hâli olmayan her şeyin muhdes olduğu konusunda Kelâmcılar arasında ittifak vardır. Dolayısıylâ havadisin (:sonradan var olan şeylerin) kendisine hulûl etmesine elverişli olan her şeyin muhdes olduğunu kesin bir şekilde söylemek gerekir. Allah Tealâ'nın havadisten münezzeh olduğu sabit olduğuna göre, Allah Tealâ'ya havadisin hulûl etmediği de sabit olur.
"İkinci Hüccet: Allah Tealâ'nın zatında sonradan var olan (olduğu iddia edilen) sıfat ya kemâl sıfatlarındandır veya kemâl sıfatlarından değildir. Eğer kemâl sıfatlarından ise, O Zat, o sıfatın kendisinde meydana gelmesinden önce kemâl sıfatından hâli bulunuyor demektir. Kemâl sıfatından hâli olmak ise bir noksanlıktır. Buradan, O Zat'ın nakıs olması gerektiği sonucu çıkar. Allah Tealâ' ya noksanlık izafe etmek ise muhâldir. Eğer sözkonusu sıfat, kemâl sıfatlarından değilse, zaten bu sıfatın Allah Tealâ'ya izafe edilmesi muhâldir. Çünkü Allah Tealâ'nın sıfatlarının, kemâl ve medh sıfatlarından olması gerektiği konusunda ittifak vardır..."
Yine edDârimî şöyle der:
"Allah Tealâ'nın, kendisinden başkasının bilmediği bir sınırı vardır. Hiç kimsenin, Allah Tealâ'nın sınırı için kendi nefsinde bir son nokta düşünmesi caiz değildir. Ancak biz Allah Tealâ'nın bir sınırı olduğuna inanır, bunun ilmini de Allah Tealâ'ya havale ederiz. Mekânet de bir sınırdır. Allah Tealâ, göklerinin üstünde, arşının üzerindedir. Bu ikisi, iki sınırdır.
"...Allah Tealâ'nın bir sınırı olduğunu itiraf etmeyen kimse, Allah Tealâ'nın ayetlerine karşı kâfir olmuş ve onları bilerek inkâr etmiştir."
Oysa İmam elMâturîdî (rahimehullah) şöyle demektedir:
"...Yahut bir son nokta ve sınır ki bunlar sözkonusu olduğunda "daha tamam", "daha noksan", "daha çok", veya "daha eksik" gibi kavramlar gündeme gelir O'nda yer bulursa, bu durum kemâl ve tamam sıfatını O'ndan iptâl eder. Bütün bu özellikler, alemin hudusünün (:sonradan var olduğunun) işaretleri ve muhdes delilleridir.
Eğer bu alemin muhdes olduğunu gösteren bu ve benzeri hususlar, bu alemin muhdisi (:onu var eden) için de sözkonusu olursa, O'nun dışındaki varlıkların birtakım özellikleri O'nun hakkında da geçerli olur. Bu ise alemin fesadı demektir.
(...) Eğer O'nun herhangi bir sıfatının benzeri sözkonusu olursa, ya O'ndan kıdem (:ezelîlik) sıfatı, ya da diğer (muhdes) varlıklardan muhdes olma sıfatı sakıt olur."
Yine edDârimî şöyle der:
"Allah Tealâ dilerse, bir sivrisineğin sırtına yerleşir de, sivrisinek O'nun kudreti ve rububiyetinin lütfu ile O'nu yüklenip kaldırır. Böyleyken Allah Tealâ arşın üzerine nasıl yerleşmez?"
"O (Allah Teala), diğer herhangi bir mekânda değil, göklerin üzerindeki arşın üstündedir; ilmi ise her yeri ve her mekânda bulunan her varlığı kuşatmıştır. O'nu bu şekilde tanımayan kimse, Allah Tealâ'ya iman etmemiştir; kime ibadet ettiğini ve kimi birlediğini (:tevhid) bilmez"
"Dağın başı, aşağısına göre Allah Tealâ'ya daha yakın değildir diye sana kim haber verdi? Çünkü Allah Tealâ'nın, göklerin üzerinde arşının üstünde olduğuna iman eden kimse, dağın başının da, aşağısına göre Allah'a daha yakın olduğuna yakîn derecesinde iman eder."
"Allah Tealâ'nın fiillerinin mutlak olarak mahlûk olduğunu kabûl etmeyiz. Bizler icma ve ittifak etmişizdir ki, hareket etme, aşağıya inme, yürüme, hervele (:hızlı yürüme), arşa istiva ve göğü istiva fiilleri kadim (:öncesiz)'dir."
Oysa burada dile getirilen hususları kabûl etmemiz için, arşın ve göğün de Allah Tealâ Celle Celâlûh gibi kadîm ve öncesiz olduğunu söylememiz gerekir.
Diğer mahlûkat gibi, mekânı, zamanı, arşı ve göğü yaratan da Allah Teala Celle Celâlûh olduğuna göre, burada tıpkı aşağıda İmamı Azam Ebû Hanîfe'den ('rahimehullah) naklen yer vereceğimiz gibi şu soru kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir:
Allah Tealâ Celle Celâlûh bunları yaratmadan önce nerede idi?
Şu da var ki; Allah Tealâ Celle Celâlûh'dan başka kadîm varlıklar bulunduğunu kabûl etmek, Allah Tealâ'nın Celle Celâlûh Kıdem ve Hâlık sıfatlarına halel getirir. Çünkü o zaman gök ve arş gibi varlıklar, bir yaratıcıya muhtaç olmaksızın, tıpkı Allah Tealâ Celle Celâlûh gibi varlığı zorunlu, yani vacibû'lvücut varlıklar olacaklardır. Bu ise, varlıklarında bir yaratıcıya muhtaç değildirler demektir.
Öte yandan bütün bu söylediklerine ve bunlara benzer daha başka batıl iddialarına güya ayet ve hadislerden delil getiren edDârimî'nin Hadis İlmi'ne ne derece vakıf olduğu (!) şuradan bellidir ki, kendisi Hazreti Peygamber Sâllâllahû Aleyhi ve Sellem ve Sahabe'den (Allah Teala Celle Celâlûh hepsinden razı olsun) rivayet edilen hadislerin tekrarlar dışında toplam sayısının 12.000 (oniki bin)'i bulmadığını söylemektedir.
Oysa, diğer Hadis musannefatı bir yana, sadece Ahmed b. Hanbel'in (rahimehullah) "elMüsned"inde 40.000 (kırk bin) civarlarında hadisi şerif vardır.
İbn Teymiyye ve İbnû'lKayyım, içinde, Allah Tealâ Celle Celâlûh hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye ederken bu kitapta yer alan hususlara birer Akait ilkesi olarak inandıklarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.
Nitekim İbn Teymiyye, "Şerhû'lAkîdeti'lEsfehâniyye" isimli eserinde, mezkûr edDârimî'nin bu eserinden, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla pek çok nakillerde bulunmuştur ki, biz bunların bir kısmını yukarıda zikrettik.
Oysa İmam Ebû Ca'fer etTahâvî, Hanefî Mezhebi'nin üç imamının akidevî görüşlerini topladığı "İ'tikâdu Ehli'sSünne ve'lCemâ'a alâ Mezhebi Fukahâi'lMille Ebî Hanîfe ve Ebî Yusuf ve Muhammed b. elHasan" adlı ("elAkîdetu'tTah^âviyye" diye bilinen) eserinde şöyle der:
"Allah Tealâ'yı, beşere ait manâlarından birisiyle vasfeden kimse kâfir olur. Allah Tealâ'nın hiçbir sıfata sahip olmadığını söyleyen ile, O'nun sıfat ve fiillerini yaratıkların sıfat ve fiillerine benzeten kimsenin ayağı kaymıştır.
Allah Tealâ, sınırlar, son noktalar, erkân uzuvlar ve edevata sahip olmaktan Yüce ve Münezzeh’tir. O' nu altı yön kuşatmaz."
Bu, sadece Hanefî Mezhebi'nin üç imamının görüşü değildir. Hafız ezZehebî, "elUlûvv" adlı eserinde, elHâkim enNîsâbûrî ve Ebû Zür'a erRâzî'nin, ilk asırların bütün İslâm merkezlerindeki fakuhanın, (Müşebbihe / Mücessime taifesinin kanâati aksine) bu türlü sıfatlara, herhangi bir keyfiyet izafe etmeksizin inanmakta icma ettiklerini nakletmiştir.
Malikî Mezhebi'ne mensup hadis hafızı Ebu Bekir b. elArabî, müteşabihat alanına giren ayet ve hadisleri zahirî anlamları çerçevesinde anlayan Müşebbiye/Mücessime hakkında şöyle der:
"Yolculuğum esnasında bunlar ile epey uğraştım. Ben arzu etmediğim hâlde üzerime çok geldiler. Bu grubun Mısır, Şam ve Bağdat'taki temsilcilerinde en çok gördüğüm şey, "Allah Tealâ, nefsini, sıfatlarını ve mahlûkatını bizden daha iyi bilir. O bize öğretendir. O bize durumunu haber verdiği zaman biz O’na, haber verdiği gibi iman eder ve inanırız." demeleridir.
"Bunlar, "Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelmesini beklerler", "Rabbin(in emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman", "Allah da onların binalarını temellerinden söktü" gibi ayetleri ve "Rabbimiz her gece en yakın göğe iner" hadisini işittikleri zaman, "Allah Tealâ hareket eder, (bir mekândan başka bir mekâna) intikâl eder, bir yerden başka bir yere gider, gelir" dediler.
"Rahman arşa istiva etti" ayetini işittikleri zaman, "Allah Tealâ arşın üzerine oturmuştur, arşa bitişiktir ve arştan dört parmak daha büyüktür. Zira O'nun arştan küçük olması doğru değildir. Çünkü Allah Tealâ "elAzîm"dir ve O'nun misli olmaz. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." Dolayısıyla Allah Tealâ, arştan dört parmak büyüktür." (...)
"Bilmeniz gerekir ki, bu taife sözkonusu haberlerin zahirini muhafaza etme konusunda "Onlar bir saray bina etttiler" veya "bir şehri yıktılar" denemez. Onlar kâbe'yi yıkmışlardır. (...)
"(Onlara denir ki "Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelmesini beklerler" ayetinin zahirini esas aldığınız hâlde, "Allah Tealâ'nın arştan bir miktar büyük olduğunu söylediniz. Öyleyse buluttan bir gölge O'nu nasıl içine alabilir? Kıyamet günü Hak Tealâ, mahlûkatı ile birlikte nasıl gelecektir? Oysa O'nun arştan daha büyük olduğunu siz söylediniz. Arş da göklerden ve yerden daha büyüktür!
"Onlara, "Rahman arşa istiva etti" ayeti hakkında da şöyle denir:
Allah Tealâ, "Sonra arşa istiva etti" buyurmuştur. Peki "arş" nedir? Buradaki "istiva"nın manâsı nedir? Hepinizin, sizlerin ve onların bilmeniz gerekir ki, "zhr" fiilinin binası Arapça'da, "gizlilik ve bilinmezlik sınırından çıkıp bilgi sahasına giren herşey"i ifade eder. (Dolayısıylâ bu fiilin konusu olan şeyler) görme, işitme ve sair duyulara gizli veya akla gizli kalan manâlardan iken, duyularla algılanabilir hale gelir. İfadelerin zahirini esas alarak onu te'viliyle batın sınırına getirenlerden yahut gizli bir manâya zahir ile hükmeden kimselerden sakının!
"Rahman arşa istiva etti" ayetinin anlamı burada üç noktayı göz önünde bulundurmamızı gerektirmektedir:
Birincisi "erRahman"ın manâsı, ikincisi "istivâ"nın manâsı, üçüncüsü de "arş"ın manâsıdır.
"erRahman" kelimesinin manâsı hakkında herhangi bir ihtilâf ve aykırı söz yoktur. "Arş"a gelince, Arapça'da bu kelimenin birçok anlamı vardır. Sizler bu anlamlardan hangisini kastediyorsunuz? "İstiva" kelimesi de böyledir. "İstevâ aleyhi"" ifadesi lûgatta onbeş anlama ihtimallidir. Bunlardan hangisini murad ediyorsunuz? Yahut bu onbeş anlamdan hangisinin "zahir anlam" olduğunu iddia ediyorsunuz? Niçin "Buradaki arş, hususi bir mahlûktur" diyorsunuz ve bu kelimeyi Arapça'ya ve Şer'î anlama nisbet ediyorsunuz? Niçin "İstivâ'nın manâsı "ka'ade" veya "celese"dir" diyorsunuz ve zorlama bir yorumla Allah Tealâ'nın, arşa bitişik bulunduğunu söylüyorsunuz?.."
Yine Ebu Bekir b. elArabî, "Sünenu'tTirmizî"ye yazdığı şerhte, Allah Tealâ Celle Celâlûh’un dünya semâsına (veya en yakın göğe) inmesi hakkındaki rivayet hakkında da kıymetli açıklamalar yapmıştır.
Sözü uzatmamak için buna konumuz içinde önümüzdeki sayıda sadece işaret etmekle yetineceğiz

Hidayete kavuşturan yollar


Bir kâfir, şu üç sebeple müslüman olur: Allahın lütfu ile, kendi araştırması ile ve birine iyilik yapıp onun duâsına kavuşmakla.
1- Allahın lütfu ile: Allahü teâlâ, bir kimsenin hidayetini, yani müslüman olmasını dilemişse, o kimse, severek müslüman olur. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini İslâma açar.) [Enam 125], (Allah, dilediğini hidayete kavuşturur.) [İbrahim 4]
2- Kendi araştırması ile: Hakkı, doğruyu bulmak gayreti ile, bütün dinleri inceler. İslâmiyetin güzelliğine hayran olup müslüman olur. Allahü teâlâ, İslâmiyeti doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğini vaat buyurmuştur. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz.) [Ankebut 69], (Allahü teâlâ, kendine kavuşmak isteyenlere, kavuşturan yolu gösterir.) [Şûra 13]
Doğru yolu aramayıp, nefislerine uyarak îman etmeyenleri, azıp can yakanları, cehennemde sonsuz olarak yakacağını haber veriyor. İslâmiyeti işitmeyen çok kimse vardır ki, akl-ı selimleri olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin adamlarına aldanmamışlar, astronomide ve fen bilgilerinde ve bilhâssa tıp ilminde gördükleri nizâmlı ve harika olayların birbirlerine bağlantılarını düşünerek, yaratılışın sırlarını, bu hesaplı düzenin gerçeğini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selimleri sayesinde, islâmiyetin bildirdiği güzel ahlâkın birçoğunu bulup, müslüman gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. Allahü teâlâ, Ankebût sûresinde vaat ettiği üzere, bunlar iman etmeye sebep olan rehberlere, kitaplara kavuşur (Ruh-ul-beyan 6. cüzün son âyeti)
Rabbimiz vaadinden, yani verdiği sözden dönmez. Bunun için (Ya Rabbi! Sana inanıyorum, seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasib et, beni, din düşmanlarına ve bid’at ehline aldanmaktan koru) diye duâ etmeli, istihare yapmalıdır. Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir.
Duâ ederken, duânın şartlarını gözetmelidir. Şartlarına uygun duâ edilince, duâ kabul olur. Duâ kabul olunca da, doğru olan, hak olan bulunmuş olur.
3- Birinin duâsına kavuşmakla: Birisinin duâsı ile müslüman olmuş çok kimse vardır. Hz. Ömer bunlardan biridir. Hz. Ömer okuduğu bir ayet için, “Hakikaten, ne kadar doğru” dedi. Eniştesi Habbab, “Müjde ya Ömer, Resulullah, (Ya Rabbi! Bu dini, Ebu Cehil ile veya Ömer ile kuvvetlendir) diye duâ etti. İşte bu devlet, bu saadet sana nasib oldu” dedi. (Tirmizî)
Okuduğu ayet-i kerime, Ömer’in kalbindeki düşmanlığı sildi. Resulullah sevgisi ile yanmaya başladı. Hemen Resulullah nerede diye sordu. O gün, Resul-i ekrem, Hz. Erkam’ın evinde Eshabı ile sohbet ediyordu. Ömer’in kılıçla geldiği görüldü. Eshab-ı kiram, Resulullahın etrafını sardı. Hz. Hamza, “Ömer’den çekinecek ne var, o kılıcını çekmeden, ben onun başını yere düşürürüm” derken, Resulullah, (Yol verin, içeri gelsin) buyurdu. Hz. Cebrail, daha önce, Ömer’in iman ettiğini haber vermişti. Resulullah, onu tebessümle karşıladı. Ömer, Resulullahın önünde diz çöktü, kelime-i şehadet getirdi. Resulullahın duası kabul olmuştu. Herkes birisinin duasına kavuşmalıdır.

ALLAH (cc) Gözle Görülecek mi

ALLAH (cc) Gözle Görülecek mi?
Allahü teâlâyı mü'minler Cennette görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmıyanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılma­yan bir görmek olur.
Allah'ı göz ile görmek, aklen caiz naklen de sabittir. Mekan, cihet, karşılaşma, bitişme, mesafe tayini, ışık, benzetme, keyfiyyet, ve ihata olmaksızın Allah görülür. Allah Teala'nın kulları tarafından görülmesi ve tecelli etmesi bize göre birdir. Dünyada, tur-i sina'da Hz.musa'ya gözüktüğü gibi Ahirette'de muminlere görünecektir. Çünkü Cenab-ı Hak mevcuttur. Mevcudun görülmeside muhal değildir. (1)
İnanan kimse, Cennettekilerin, zatının künh ü mahiyetini kavramaksızın ve herhangi bir şeye bemzetmeksizin Allah Teâla'yı görecektir. Müminler Rablarını, Cennette ayan-beyan görecekler. ay, ondördüncü gecesinde zorluk çekilmeden müşahede olunduğu gibi, inananlarda Rablerine zahmetsizce bakacaklar. Allah' baş gözüyle değil, kalp gözüyle görülür diyenler sapık ve bidatçıdır. (7)
Bu mevzudaki ayet-i celile şöyledir:
"Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O'nu göreceklerdir)." (Kıyamet Suresi:22-23)
Elmalı Tefsirinde bu ayet-i celiler şu şekilde açıklanmıştır.
"Nice yüzler o gün parlaktır. Başarılı olma neşesiyle sevinç içinde ışıl ışıl parıldar. Zira Rabbine bakıcıdır. Onun cemâline bakmaktadır. Ehl-i Sünnet bu bakışı "görme" mânâsında anlayarak ahirette müminlerin Allah'ın cemalini göreceğini isbat etmişlerdir. "Beni asla göremezsin."(A'râf:143) âyetine sarılan Mutezile de bu bakışı "bekleme" mânâsına yorumlamışlardır. Oysa gayesine ulaşmayan beklemenin neticesi neşe değil, hayal kırıklığı ile üzüntü olacağından burada sadece bekleme mânâsının doğru olamayacağını anlatır."
".... Beni asla göremezsin" (Araf 143) mealindeki ayet-i kerime, Allah'ın ahirette değil, dünyada görülmeyeceğini anlatmktadır. Dünyada Allah'ı görmeye engel hususlar ahirette kalkacaktır. Ahiretin bu alemle kıyaslanması doğru değildir.
Resulullah buyuruyor:
Şu ayı ondördüncü gecesinde itişip kalkışmaksızın nasıl görüyorsanız, Rabbinizi de üst üste yığılmaya lüzum kalmadan rahatça görebileceksiniz. (8)
Cennette Allah nezdinde en şerefliniz, sabah akşam O'nun yüzüne bakanınızdır. (9)

ALLAH C.C Kimdir

ALLAH C.C Kimdir?
Kur'an-ı Kerimde buyuruluyor ki:

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur: 35)



Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bunun üzerine ruhlar âlemini ve cisimler âlemini yarattı.

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlukatı yarattım.” (K. Hafâ)

Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.

Allah-u Teâlâ’nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da ezelden de önce vardı. Zât-ı akdes’inin varlığından evvel hiç bir şey yoktu. bütün varlıklar O’nun buyurduğu bir kelime ile meydana çıkmışlardır.

Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere:

“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 1317)

Sonra varlığını ve kemalini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanları yaratmayı irade buyurdu ve dilediği şekil ve nizam üzere yarattı.

Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ın belinden zürriyetini çıkarıp onları akıl sahibi yaptı ve onlara hitapta bulundu. İman ile emir buyurup, imansızlıktan nehyetti.

Onlar o anda zerreler gibiydiler.



Var olan Allah(cc)'tır. Başlangıcı ve sonu olmayan, herşeyi gören, işiten, bilen ve akılların almadığı bir varlıktır. Şekli şemali bilinmez tahmin edilemez. Hiçbirşeye ihtiyacı yoktur. Bütün mahlukatı yaratan ve yönetendir. Herşeyin gerçek sahibidir. Doğmamıştır, doğurmamıştır, anne baba çocuk gibi herşeyden münezzehtir, uzaktır. Sığınılacak kudrete ve merhamet eden bir rahmete sahiptir. Hiçbirşey onun denginde değildir ve olamazda. O, İlah'tır. Ondan başka ilah yoktur (LAİLAHE İLLALLAH)

İHLAS SURESİ
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın adıyla.

1) De ki: O Allah, birdir.
2) Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır).
3) O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.
4) Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir.

FELAK SURESİ
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın adıyla.

1) De ki: Sabahın Rabbine sığınırım.
2) Yarattığı şeylerin şerrinden,
3) Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4) Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden,
5) Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden.

NAS SURESİ
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın adıyla.

1) De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
2) insanlarin Melikine (mutlak sahip ve hakimine),
3) İnsanlarin İlâhına.
4) O sinsi vesvesenin şerrinden,
5) O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar.
6) Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım

ESMAÜL HÜSNA VE SIRLARI



ALLAH:
Allah zikrine devam eden kişinin derecesi hem Allah katında hemde insanlar katında artar. İnsanlar arasında; sevilen, sayılan, sözü geçen kıymetli bir kişi olur. Duaları kabul görür. Nefis şeytanının şerrinden kurtulur. Güneş doğarken gümüş veya altın levha üzerine Allah ismini yazan ve üzerinde taşıyan şeytan şerrinden korunur. Soğuk havada bu levha üzerinde iken Allah diye zikrederse soğuğu hissetmez. Balgam hastalığı olan kişi taşırsa balgam hastalığından kurtulur. Kişi 7 gün oruç tutup, gece yarısıda 2 rekat Allah rızası için namaz kılıp, ardından 66 defa Allah zikrini yaparsa; Allah bir melek görevlendirir. O melek, o kişiyi tüm kötülüklerden koruduğu gibi, hal ve hareketlerinde, işlerinde o kişiyi yönlendirir, yönetir ve yardımcı olur. Allah ismini kağıda gül suyu, safran ve misk karışımıyla yazıp, üzerinde taşıyanı Allah her türlü kötülükten korur. Amir veya makam sahibi kişilerin yanında riayet görür. Düşmanlarına karşı galip gelir. Cuma günü oruçlu olarak, sabaha doğru gümüş yüzüğe Allah ismini yazıp, sağ elinin parmağına takan kişinin her isteği insanlar tarafından karşılanır. İşi görülür. Sol elinin parmağına takıp bir mahkemeye giden kişi haksızlığa uğramaz. Allah Cenabı Hakk'ın Celal ve Cemal gibi bütün isimlerini kapsamaktadır. Allah diye zikreden Cenabı Hakk'ı bütün isimleri ile anmış olur. Bütün isimler Allah isminde gizlidir. Diğer isimler Allah İsmi Azamına birer sıfattır. Allah ismi hiç bir isme sıfat olmaz. Cenabı Hakk'ın Zatına mahsus bütün isimlerin özellikleri Allah isminde vardır. Allah ismi; ruhi hastalıklardan, kalp katılığından, küfürden, maddi ve manevi bataklıktan, nefsin istek ve arzularından kurtulmak, düşmanlarını yenmek, merhamet sahibi olmak, Allah'ın istediği şekilde hayat sürmek, son nefeste imanlı ölmek, kalbin nurlanması, imanlı olması ve şifa bulmak, güç, kuvvet ve rızık kazanmak, gizli sırlara vakıf olmak, hem dünya, hemde ahiret saadetine ermek için zikredilir. Allah ismi 2 şekilde zikr olunur. 1) Ya Allah 2)Allah, Allah... diyerek Ya: Yardım isteme, aman ve ah gibi medet talep etmeyi ifade eder.
Zikretmek 2 şekilde olur:
1)Kişiye Cenebı Hakk'ın ilham yoluyla telkin etmesi şekliyle yapılan zikir.
2)Kişinin alim bir zat'a el verip (nispet edip), onun dediği ve tavsiye ettiği şekilde zikretmek.
Zikre başlamadan önce abdest alınır. Niyet edilir. Boyun bir tarafa kırılarak; dünya kelamından uzak, dünyayı unutarak, ismin hem dil, hemde kalb ile birlikte ifadesine başlanır. Manevi alemlerin sultanı olmak için YA HU YA ALLAH ismi azamı zikredilir. Bu zikir Allah dostlarının, veli kullarının zikridir. HU ismi şerifi dışında Allah isminin önüne hiç bir isim geçemez. Allah ismini insanlardan uzak, tenha bir yerde abdestli olarak zikredene; Meleklere mahsus alemlerin kapıları açılır. Maneviyatı güçlenir. Yüksek makamlara ulaşır, nurlanır. Hergün Ya Allah Ya Hu diye 1000 defa zikirde bulunanı Allah, kemaliyle rızıklandırır. Şifa için Allah ismi 70 defa bir kağıda yazılıp, yazı su içinde silindikten sonra, hastaya içirilirse; hasta şifa bulur.
ER RAHMAN:
Farz namazlarının ardından 100 defa Ya Rahman ismini zikreden; Allah'ın rızasını kazandığı gibi, Allah'ın nimetleride ona sunulur. 40 gün riyazet halinde 1000 defa Ya Rahman ismini zikredenin kalp gözü açılır. 5 V akit namazların ardından 2500 defa Ya Rahman ismini zikreden, her olaydan haberdar olur. Olay olmadan haberi olur. Er Rahman ismini; misk, safran, gül suyu karışımı mürekkep ile kağıda yazıp üzerinde taşıyan; insanlar arasında sevgi, saygı görür. Günde 290 defa zikredenin her arzusu gerçekleşir.
ER RAHİM:
Ya Rahim ismini zikretmeye devam eden kişi; belalardan, kazalardan ve afetlerden korunur. Uykusunda ağlayan veya korkan çocuğun üzerine 269 defa Er Rahim isminin yazıldığı kağıt konulursa; çocuk bu durumdan kurtulur. 5 vakit namazlarının sonunda Ya Rahim ismini 269 defa okuyanın ahlakı düzelir. Rızkı ve bereketi artar. Hastaysa şifa bulur. Tüm nimetler okuyanın ayağına gelir. Errahmanirrahim veya Ya Rahman Ya Rahim isimlerini zikredenler; sıkıntıdan, darlıktan ve korkularından kurtulurlar. Günde 100 defa okuyanın kalbi yumuşar, Allah'ın rahmetini kazanır. Kötülüklerden muhafaza olur.
EL MELİK:
Sabah namazının ardından 121 defa Ya Melik ismini zikreden fakirlikten kurtulur. Bu ismi hergün okumaya devam edenler bazı sırlara vakıf olurlar. İlim ve marifet sahibi olurlar.
EL KUDDÜS:
Ya Kuddüs ismini zikreden kişi şehvetten kurtulur, ahlakı düzelir. Günde 100 defa okuyan kalbin manevi hastalıklarından kurtulup, insanlar arasında sevilen, saygı duyulan kişi olur. Vesveseden kurtulur. Şeytanın hilelerinden uzak olur.
ES SELAM:
Hasta üzerine 121 veya 161 defa Ya Selam ismi okunursa hasta iyileşme gösterir. Es Selam ismini kağıda yazıp üzerinde taşıyan ve sürekli zikr eden; fenalık ve kötülüklerden emin olur. Ya Selam isminin zikrine devam eden kişi; cin, şeytan ve insanların hile ve vesveselerinden uzakolur. 66 defa bir kaba yazıp, 40gün aç karnına bu sudan içen vesvese hastalığından kurtulur. Günde 360 defa okuyanın her duası kabul olur.
EL MÜ'MİN:
Hergün sabah namazının ardından 167 defa Ya Mü'min ismini zikreden sıkıntıya düşmez. Dili, yalan ve küfürden uzaklaşır. Riyadan, zinadan, kibirden, hasedden, kötü ahlaktan uzak olur. Hergün 1132 defa Ya Mü'min ismini zikreden hastalıklardan ve sıkıntılardan kurtulur. 43 gün, 5 vakit namazların ardından, 136 defa Ya Mü'min ismini zikreden arzusuna kavuşur. Hergün okumayı adet haline getiren muhtaçlık hissetmez

ALLAH'IN RAHMETİ


İnsan, âmeline güvenerek afvolacağını ümit etmemelidir. Ancak, Allahü teâlâ'nın rahmetini, ihsanını düşünerek afvedilebileceğini ümit etmelidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, şirkten başka günahları dilerse afvedeceğini, rahmetinden ümit kesilmeme­sini, bağışlama ve merhametinin çok olduğunu bildirmektedir. Allahü teâlâ, yüz rahmetten ancak bir tanesini, insanlara, cinlere ve hayvanlara indirdiğini, bu bir rahmet ile canlıların birbirlerine şefkat gösterdiklerini, rahmetinin doksandokuzu ile de kıyamet günü kullarına rahmet edeceğini, Peygamberimiz bildirmektedir.

Arşın altında (Ben rahmet edicilerin en merhametlisiyim, rahmetim gazabımı aştı) yazılı olduğu ve Cennet ehlinin iki misli kadar insanı Cehennemden çıkarıp afvedeceği bildirilmiştir.

Allahü teâlânın afv ve mağfiretini ümit eden mü'minleri ve kendisinden korkanları Cehennemden çıkaracağı, bir annenin çocuğuna olan şefkatinden çok daha merhametli olduğu hadîs-i şeriflerde bildirilmiştir.

Peygamberimizin şefaati, günahı sevabından çok olan mü' minler içindir. Kıyamet günü Arşın altında bir mü'nâdinin şöyle bağırdığı duyulur:
(Allahü teâlâ kendi hakkını bağışlamıştır. Ancak kul hakları kalmıştır. Siz de birbirinize haklarınızı bağışlayıp Allahın rahmetiyle Cennete girin!)

Kim Allahdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahın Resulü olduğuna imân ederse. Cehenneme girmeyeceği, falcılık, üfürükçülük yapmayan ve Allahü teâlâya tevekkül eden yetmiş bin kişinin hesapsız Cennete gireceği hadîs-i şerifle bildirilmektedir.

(Hiç kimse benim rahmetimden ümitsiz olmasın) âyet-i keri­mesini düşünerek ümitsiz olmamalıdır.

Her ne kadar günah işlemek insanı imansız etmezse de, günahlar zamanla kalbi karartarak maaz imansız gitmeğe sebep olur. Bu bakımdan Allahü teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan kaçarak rahmetini ümit etmelidir.

Önce itikadı düzeltmelidir. İtikâd düzgün olmayınca iyi zannedilen âmellerin kıymeti olmaz. Hem itikadı bozuk hem de kötü şeyler yapan kimsenin (Benim kalbim temizdir, Allah beni afveder) demesi asla doğru değildir. Çünkü hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
(Ahmak o kimseye denir ki, her istediğini yapar ve rahmete kavuşmasını ümit eder.)

Demek ki, önce itikadı düzeltip haramlardan kaçarak Allahü teâlânın emirlerini yapmağa çalıştıktan sonra neticeyi beklemek ümit olur.

Allahü teâlânın gazabından emin olmak öldürücü zehir olduğu gibi, rahmetinden ümitsiz olmak da öldürücü zehirdir. Mü'min daima korku ile ümit arasında yaşamalıdır. Korkunun fazla olması daha iyidir. Böylece kötülüklerden kaçıp iyilik etmeğe koşar. Ölürken ise ümidi korkusundan fazla olmalıdır.
Yâ Rabbi! Bizleri azabından korkan ve rahmetinden ümit eden kullarından eyle!

Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu

Bu sorunun temelinde "zaman" ve "ezel" kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. İşte yukarıdaki soru böyle bir yanlış kıyasın mahsulüdür.

"Zaman", mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde "olaylar zincirinin birbirini takip etmesi", "mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi" gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket, seyr ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.

"Geçmiş, şu an ve gelecek" olmak üzere üçe ayrılan zaman, bir nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, "asır, sene, gün, dün, bugün, yarın..." ancak mahlûkat için söz konusudur.

Ezel'e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.

Ezelde "geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk" yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman "devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an..." gibi birimlere taksim edildiği halde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.

Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.) "Allah vardı; beraberinde başka birşey yoktu."(1) hadîsi ile beyan buyurmuştur.

O halde Cenâb-ı Hakk'ın ezelî olması demek, O'nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne bir, tek bir" olan O Vâcib-ül Vücud'un “evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasınadır.

Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez.. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah'ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk'ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O'nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm'i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile, mahlûku Hâlık ile, sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm'dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yok idi ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.

Bu soru ancak şöyle sorulabilir:
"Ezelde Allah vardı. O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. O halde ezelde Allah ne yapıyordu?"

Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk'a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, birşey yapmamak da O'nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz.

Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:

1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi Zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî Zâtını ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.

Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O'na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O'na mahsustur.

Marifetullah'ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi'râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân'ı bizzat gördüğü halde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:

"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim. … "(2)

Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise "Sen kendini sena ettiğin gibisin." buyurmuştur.(3)

2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi. (*)

O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve "kün" emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdesin kemâlinde bir artış olmamıştır.

Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah'ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmdur.

ALLAH ın Sevdikleri ve Sevmedikleri

ALLAH’IN SEVDİKLERİ

ALLAH, ihsan sahiplerini sever. (Bakara, 2/195 - Âl-i İmran, 3/ 134,148, Maide, 4/13,93)

ALLAH, çokça tevbe edenleri sever (Bakara, 2/222)

ALLAH, temizleri sever. (Bakara, 2/222 - Tevbe, 9/108)

ALLAH, takva sahiplerini sever (Âl-i İmran, 3/76 - Tevbe, 9/4,7)

ALLAH, sabredenleri sever. (Âl-i İmran, 3/146)

ALLAH, tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmran, 3/159)

ALLAH, adaletli olanları sever. (Maide, 4/42 - Hucurât, 49/9 - Mümtehine, 60/8)

ALLAH, kendi yolunda saf saf mücadele edenleri sever. (Saf, 61/4)

ALLAH’ın sevdiği topluluğun özellikleri. (Maide, 5/54)



ALLAH’ın en çok sevdiğini ifade ettiği insanlar beş defa geçen; ihsan sahipleri.

İkinci olarak, üç defa ile adaletli olanlar ve takva sahipleri geliyor.

Üçüncü olarak, iki defa ile temizler,

Dördüncü olarak, bir defa ile de tevbe edenler, sabredenler, tevekkül edenler, ALLAH yolunda birbirine kenetlenerek mücadele edenler ve ALLAH’ın sevdiği topluluk geliyor.



ALLAH’IN SEVMEDİKLERİ

ALLAH, aşırı gidenleri sevmez. (Bakara, 2/1909 – Maide, 5/87 – Araf, 7/55)

ALLAH, fesadı sevmez. (Bakara, 2/205)

ALLAH, kafirlikte ileri gidenleri ve günahta ısrar edenleri sevmez. (Bakara, 2/276)

ALLAH, kafirleri sevmez. (Âl-I İmran, 3/32 – Rum, 30/45)

ALLAH, zalimleri sevmez. (Âl-I İmran, 3/140 – Şura, 42/40)

ALLAH, kendini beğenen ve övünüp duranları sevmez. (Nisa, 4/36 – Lokman, 31/18 – Hadid, 57/23)

ALLAH, hainlikte ve günahta çok aşırı gidenleri sevmez. (Nisa, /107 – Hac, 22/38)

ALLAH, ağır ve inciten sözlerin açıktan söylenmesini sevmez. (Nisa, 148)

ALLAH, fesat çıkaranları sevmez. (Maide, 5/64 – Kasas, 28/77)

ALLAH, israf edenleri sevmez. (En’am, 6/141 - Araf, 7/31)

ALLAH, hainleri sevmez. (Enfal, 8/58)

ALLAH, kibirlileri sevmez. (Nahl, 16/23)

ALLAH, şımaranları sevmez. (Kasas, 28/76)

ALLAH (cc)'ı Çok Sevmek

İnsana, sahip olduğu herşeyi ona veren, her türlü imkanı sağlayan, çevresinde karşılaştığı tüm nimetleri yaratan yalnızca Rabbimiz olan ALLAH (cc)’tır. İnsanın saymaya ömrünün yetmeyeceği nimetlerin her biri, her işi evirip düzenleyen Rabbimiz'in dilemesiyle var olmuştur ve insanın hizmetine sunulmuştur.

İnsanı tüm tehlikelerden, hastalıklardan sıkıntı ve belalardan koruyan, esirgeyen yalnızca Rabbimiz'dir. Gün içinde herhangi bir konuda başarılı olmak istediğimizde ya da bir işle uğraştığımızda gerçekte bize yardımcı olan da yine sadece ALLAH (cc)'tır. Tüm kuvvet ALLAH (cc)'ın kudretindedir. İnsanın bu gerçeği unutup, ne kendine ne bir başkasına -ALLAH (cc)'ın dilemesi dışında- en küçük bir yardıma bile güç yetiremeyecek varlıklardan medet umması, insana hem dünyada hem de ahirette çok büyük hüsran getirir. Medet umulan bu kişiler de aynı derecede acizdirler; değil başka birine, kendilerine bile -ALLAH (cc)'ın dilemesi dışında- yardım edemezler. ALLAH (cc) Araf Suresi'nde şöyle buyurmaktadır:

"O'ndan başka taptıklarınız ise size yardıma güç yetirmezler, kendilerine de." (Araf Suresi, 197)

Her insan tüm bu gerçekleri açıkça görüp, boyun eğici bir saygıyla tüm sevgisini Rabbimiz'e yöneltmelidir. ALLAH (cc)'ın üzerindeki nimetlerini, O'nun herşeye güç yetiren ve tüm evrenin tek hakimi olduğunu, herşeyi en güzel ve hayırlı şekliyle yarattığını düşünen her müminin ALLAH (cc)'a olan sevgisi giderek daha da güçlenir.

Rabbimiz'e olan bu güçlü sevgisinden dolayı ALLAH (cc)'ın rızasını herşeyden üstün tutar. Her an, ALLAH (cc)'tan başka korkacak, sakınacak, muhtaç olunacak, boyun eğilecek bir varlık olmadığının bilinciyle hareket eder. Gösterdiği bu ahlak ile, var olan herşeyin tüm ihtiyaçlarını gideren, iç huzuru ve sükunet veren, sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana yardım eden, herkesin yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak veren ve koruyan Rabbimiz'in rızasını kazanmayı umar. Kuran'da ALLAH (cc)'a duyulan sevginin ve O’nun rızasını kazanmanın önemi şöyle bir örnek ile hatırlatılmaktadır:

"Binasının temelini, ALLAH korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? ALLAH, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez." (Tevbe Suresi, 109)

ALLAH (cc)'tan başka kuvvet yoktur. ALLAH (cc) en büyük güç sahibidir. Tüm varlıklar ALLAH (cc)'a boyun eğmiştir. Göklerde ve yerde ne varsa, istese de istemese de ALLAH (cc)'a teslim olmuştur ve O'nun kontrolündedir. Tek bir hücreden milyarlarca galaksiye, insanlardan hayvanlara, dağlardan rüzgarlara kadar tüm varlık alemi ALLAH (cc)’a teslim olmuştur. Bu gerçekleri kavrayan her insanın ALLAH (cc)'a olan sevgisini O’na gönülden şükrederek, üzerindeki nimetlerini anarak, Rabbimiz'in şanını yücelterek karşılık vermesi gerekmektedir.

Kuran’da, sahip olduğumuz herşeyi veren, bizi Yaratan, yaşatan sonra dilediği zaman hayatımıza son verecek olan Rabbimiz'e teslim olup, O'nun istediği gibi bir hayat sürdürmenin, asla kopmayan bir kulba yapışmak gibi sağlam ve doğru bir yol olduğu şöyle bildirilmektedir:

"Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) ALLAH'a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulba yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ALLAH'a varır." (Lokman Suresi, 22)

Gayret-i ilahiyye

Gayret-i ilahiyye
Gayret-i ilahiyye ne demektir? Gayret kıskançlık ise, Allah kıskanç olur mu?

Gayret, hasetten, kıskançlıktan, çekememekten farklıdır. Gayret, bir kimsede olan hakkına, onun başkasını ortak etmesini istememektir. Mesela, bir kimsenin, hanımıyla başkalarının beraber olmasını istememesi, gayrettir.

İlmini, mal, mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından, ilmin gitmesini istemek gayret olur. Malını haramda, zulümde, İslamiyet’i yıkmakta, bid’atleri ve günahları yaymakta kullananın, malının yok olmasını istemek de, haset olmaz, din gayreti olur. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemeye de gayret denir. Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, mümin kullarına, mümin de, mümine gayret eder.) [Müslim]

Allahü teâlânın gayret etmesi de, kulunun kötü, çirkin şey yapmasına razı olmaması demektir. Kulun vazifesi, dilediğini yapmak değil, Rabbine kulluk etmektir. Onun emirlerine ve yasaklarına uymaktır. Her dilediğini yapmak, Allahü teâlâya mahsustur, yalnız Onun hakkıdır. Kulun kendi dilediğini yapması, günah işlemesi, Allahü teâlânın hakkına ortak olmak olur. Mesela zina etmek Allahü teâlânın hakkını çiğnemek olur. İki hadis-i şerif meali:
(Kulunun zinasına gazaplanmakta Allah’tan gayretlisi yoktur.) [Buhari]

(Allahü teala, gayretinin çokluğundan dolayı zinayı yasakladı.) [Buhari]

Kulun da kendi yakınlarına gayret etmesi kıskançlık değil, takdir edilecek bir haldir. Bir hadis-i şerif meali:
(Namus gayreti imandandır.) [Deylemi]

Allahü teâlânın sevdiği ve sevmediği kullarına gayret etmesi çok vaki olmuştur. Birkaç örnek verelim:

1- Davud aleyhisselam, dua ederken, (Ya Rabbi! Evlatlarımdan birkaçının namaz kılmadığı, hiçbir gece yoktur ve oruç tutmadığı hiçbir gün geçmemiştir) demişti. Buna karşılık Allahü teâlâ, (Ben dilemeseydim, kuvvet ve imkân vermeseydim, bunların hiçbiri yapılamazdı) buyurdu. Davud aleyhisselamın bu sözü gayret-i ilahiyyeye dokundu, tarih kitaplarında yazılı olan sıkıntıların başına gelmesine sebep oldu.

2- Yusuf aleyhisselamın, (Sultanın yanında benim ismimi söyle!) demesi gayret-i ilahiyyeye dokunarak, senelerce zindanda kalmasına sebep oldu.

3- İbrahim aleyhisselamın, oğlu İsmail aleyhisselamın dünyaya gelmesine sevinmesi, gayret-i ilahiyyeye dokunarak, bunu kurban etmesi emrolundu.

4- İmam-ı Rabbani hazretlerinin büyüklüğüne inanmayanlardan biri, onun bir talebesini yemeğe davet etti. Yemekte, İmam-ı Rabbani hazretlerini kötüledi. Talebenin canı çok sıkılıp yemekten kalkacağı sırada, gayret-i ilahiyyeden o kişinin azaları felç oldu. (M. Ahmediyye)

5- Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Önceki ümmetlerde, kibirli birinin eteklerini yerde sürüyerek yürümesi gayret-i ilahiyyeye dokunarak yer bunu yuttu.) [Berika]

Allah'a Nasıl Dost Olunur

Allah'a Nasıl Dost Olunur?
Hadisi şerif





Ebu Hureyre radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre;
Resulullah sallallahi aleyhi vesellem; “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:” dedi:

“Her kim (ihlâs ile bana kulluk eden) bir dostuma düşmanlık ederse ben de ona karşı harp ilan ederim. Kulum kendisine farz kaldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (adeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse onu mutlaka veririm, bana sığınırsa onu korurum.”
Kaynak: Buhari, Rikak 38.

Hadisin önemi

Allahu Teâlâ, dostlarını sevgi ve himayesine almıştır. Onlara herhangi birinin bir kötülük yapmasından da onları korur. Bu hadisi kutsî, dünya ve ahirette, Allah’ın dost ve sevgililerinin kimler olduğunu beyan etmektedir. Bunun için bu hadisi kutsî Allah dostlarını anlatmakta çok önemli sayılmıştır.

Tuhî bu hadis için şöyle demiştir: “Bu hadisi kutsî, Allah yoluna girip Allah’ın marifet ve muhabbetine ulaşmada asıldır. Aynı zamanda iman gibi kalbî farzların, İslam gibi bedenî farzların ve her ikisinin birleşiminden meydana gelen ihsan, ahlak ve tasavvufta, bu hadisi kutsî esas alınır. Zaten Cibril Hadisi’nde de bu konu izah edilmiştir. İhsan tabiri, Allah yolunda manevi yürüyüş yapan saliklerin; zühd hayatı, ihlâs, samimiyet ve her an Allah’ın murakabe ve gözetimi altında oldukları mülahazası gibi makamları ihtiva ve ifade etmektedir.”

Açıklamalar

Yalnızca Allah’a güvenen, O’nu dost edinen, o nedenle dünyevi herhangi beklentileri olmayan, bütün varlığıyla Allah’a yönelmiş, her hal ve davranışlarında Allah’ın Resulünün sünnetini benimsemiş kişilere “velî” denir. Veli, salih kişi demektir.

Sürekli Allah ile olduğunun şuuruyla hareket eden ve amel yapan kimse anlamına da gelir. “Evliya” da “veliler” anlamına gelir ki, “veli”nin çoğuludur.

Böyle bir kişiye bu iyi halinden, ibadet ehli oluşundan, iyi Müslümanlığından dolayı düşmanlık etmek, onun, inanıp gereğince yaşadığı esaslara ve onları koyan Allah’a düşmanlık etmek demektir.

Allah Teâlâ, kendi dostlarına düşmanlık edenlere harp ilan edeceğini bildirmektedir. Bundan dolayı, mücahedeyi hayat tarzı olarak benimsemiş insanlara, bu hallerinden dolayı düşmanlık etmek, Allah Teâlâ’nın düşmanlığını karşısında bulmaktır. Böyle bir durumda kimin muvaffak olacağı bellidir.

Faiz yiyenler de…

Allahu Zülcelâl, Kuran-ı Kerîm’de sadece faiz yiyenlere harp ilân edeceğini bildirmiştir. (Bakara; 279) Bu hadisi kutside de dostlarından herhangi birine düşmanlık edenlere karşı harp açacağını duyurmaktadır. Bu, her iki fiilin son derece büyük bir günah olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.

Faiz yemekle, Allah dostlarına düşman olmak dışında, işleyene Allah Teâlâ’nın harp ilan ettiği başkaca bir günah yoktur. O halde her iki konuda da çok dikkatli olmak gerekmektedir. Zira Allah ile harbe kalkışanın, asla iflah olmayacağı bellidir.

Önce farzlar…

Allah’a yakın olmanın Allah katında en makbul yolu, Allah’ın emrettiği farzları yerine getirmektir. Kul, yapmakta olduğu farzlara ilave olarak yapacağı nafilelerle Allah’a yakınlıkta mesafe alabilir. Ancak farzları ihmal edip nafilelerle meşgul olmak, insanı kesinlikle böyle mutlu bir sonuca götürmez.

Önce farzları, sonra da nafileleri işlemeye devam eden Müslüman, sürekli mücahede içinde olan insan demektir. Bu ısrar ve devamlılık neticede, Allah Teâlâ’nın rıza ve sevgisini kazandırır. Allah Teâlâ bir kulunu sevince de artık o kul, en büyük ve yegâne desteği elde eder.

Onun her işi düzgün olur. Tüm organları, görevlerini isabetle yerine getirir. Allah’ın yardımı ve hidayeti her işinde görülür. İstekleri yerine getirilir. Korunmayı dilerse tehlikenin boyutu ne olursa olsun, Allah Teâlâ onu korur. Çünkü seven, sevdiğini yardımsız bırakmaz.

Rivayet edildiğine göre Ömer b. Hattab radıy u anhu şöyle demiştir: “Amellerin en üstün olanı, Allah’ın farzlarını yerine getirmek, haramlardan sakınmak ve Allah katında niyetinde sadık ve samimi olmaktır.”

Kulu Allah’a yaklaştıracak bedenî ibadetlerin en büyüğüne gelince hiç şüphesiz ki bu namazdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Hayır! Ona uyma! Allah’a secde et (ve yalnızca O’na) yaklaş!” (Alâk; 19)

Peygamberimiz; “Kulun Allah’a (manen) en yakın olduğu an secde halidir.” buyurmuştur. Devlet başkanlarının halkını adaletle yönetmesi, aile reisinin de aile fertleri arasında adil davranması, kulu Allah’a yaklaştıran farzlardandır.

Bu hadisi kutsîde, Allah’ın kulunu sevdiğine işaret sayılan birkaç husus sıralanmaktadır. Öncelikle bir kulun farz olan görevlerine ek olarak, nafile ibadetlerle Allah’a yakınlık kazandığı ve sonunda Allah’ın sevgisine ulaştığı belirtilmektedir. Demek ki, farz ve nafilelerde devamlılık göstermek, Allah’ın sevgisini kazanmaya vesile olmaktadır.

Allah Dostları kimlerdir?


Veliler, Allah’a samimiyetle itaat eden seçkin kullardır. Allahu Teâlâ Kuranı Kerim’de, bunları iman ve takva sıfatıyla beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar iman edip de takvaya ermiş olanlardır.” (Yunus; 62-63)

Ayeti kerimede de beyan edildiğine göre, Allah dostluğu için birinci esas iman, ikinci esas da takvadır.

Bu durum, insanların Allah’ın dostluğuna girip o dostluğun güvencesinde emin ve mutlu yaşamaları için insanlara geniş bir kapı açmaktadır. Artık insanlar bu kapıdan girecek, ihlâs ve itaat derecelerinde ilerleyip bu ümmetin hayırda öncü olanlarının makamına ulaşacaklardır.

Allah’a dostlukta en yüksek dereceye sahip olanlar peygamberlerdir. Bunlar her türlü günah ve hatadan korunmuş, masum ve Allah tarafından mucizelerle teyit edilmiş insanlardır.

Peygamberlerden sonra Allah’a dostlukta en yüksek olanlar Allah Resulünün Ashabıdır. Onlar, Kur an ve Sünnet’le amel ederek bu dereceyi elde etmişlerdir. Onlardan sonraki tüm asırlardan günümüze kadar, Allah ile dostluk kuranlar, hep Kur an ve Sünnetle amel ederek bunu elde etmişlerdir.

Çünkü iman ve takva olmaksızın ve özellikle Peygamberimiz   aleyhi veselleme tabi olmadan, onun çizmiş olduğu yoldan yürümeden, bütün söz ve işlerinde peygambere uymadan Allah ile dostluk kurmak, muhakkik ulemanın beyanına göre asla mümkün değildir.

Günahları terk farzdır

Allah Teâlâ kullara günahlarını terk etmelerini farz kılmış, yasak sınırlarını aşıp masiyet işleyenleri hem dünyada hem de ahirette cezalandıracağını haber vermiştir.

Bu manada masiyetleri (günah ve isyanları) terk etmek hadisi kutsîdeki “kulum kendisine farz kıldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz.” sözünün kapsamına girmektedir.

Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Size herhangi bir şeyi emrettiğimde, onu gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz. Size bir şey yasakladığım zaman da kesinlikle ona yaklaşmayınız.”

İbn Recep bu hadisi kutsînin açıklamasında, “Bütün masiyetler, Allah ile savaşmaktır” demektedir.

Hasan b. Âdem’inde; “Ey insan! Senin Allah ile savaşmaya gücün yeter mi? Çünkü Allah’a asi olan, Allah ile savaş yapıyor demektir.” dediği nakledilmiştir. Ancak günah ne kadar büyük ve çirkin olursa savaş da o nispette şiddetli olur. Bunun için Allah Teâlâ faiz yiyen ve yol kesenleri, Allah ve Resulü ile savaş yapanlar olarak nitelendirmiştir. Çünkü bunların kullara zulümleri, yeryüzündeki fitne ve fesatları pek büyüktür.

Nafilelerle Allah’a yaklaşmak


Allah katında bu yakınlık ve sevgi, ancak farzları eda etmek, nafile ibadetlere devam etmek, haram ve yasaklardan sakınmakla mümkündür. Bu da kula, Allah’ın sevgisini kazandırır. Allah bir kulu sevince onu salih amel, zikir ve ibadetle meşgul eder. Sonuçta kul, Allah’a yakınlık kazanıp Allah katında manevî bir paye elde eder.

Nafile ibadetler arasında kulu Allah’a yaklaştıran en büyük sebeplerden biri de manasını düşünüp anlayarak çok çok Kur’an okumak ve dinlemektir.

Tirmizî’nin Ebu Umame’den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz   aleyhi vesellem şöyle buyuruyor: “Kul Kur’an okumak gibi başka hiçbir şeyle Allah’a yaklaşamaz.” Sevenlere göre sevgilinin sözünden daha tatlı hiçbir şey olamaz. Sevgilinin sözü, onların kalplerinin lezzeti ve en büyük arzularıdır.

İbn Mesut şöyle demiştir: “Kuran’ı seven, Allah ve Resulünü de sevmiştir. Allah’ı çokça zikretmek de nafile ibadetlerin en büyüklerindendir.” Allah Tealâ şöyle buyuruyor: “Öyleyse siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara;152)

Allah dostunda Muhabbetullah

Allah dostunun, Allah’ın sevgisine mazhar olmasının eseri, hadisi kutsîdeki “Ben kulumu sevince (adeta) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” ifadelerinde anlatılmaktadır. Bu hadisin bazı rivayetlerinde “Ben onun düşünen kalbi ve konuşan dili olurum.” İfadelerine de yer verilmiştir.

İbn Recep bu ifadelerden maksadın ne olduğunu şu şekilde açıklamaktadır: “Farz ve nafile ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya çalışanı, Allah kendisine yaklaştırır. Ve onu iman derecesinden ihsan derecesine yükseltir. Artık bu insan kalp huzuru içinde, sanki Allah’ı görüyor gibi tam bir murakabe ile Allah’a ibadet eder. Kalbi, Allah’ın marifet, muhabbet, azamet ve heybeti ile dolu, Allah ile sıcak dostluk kurarak, ona âşık olur.

Nihayet kulun kalbindeki bu derin marifet ve basiret, gönül gözüyle kendisi tarafından da müşahede edilir. Kalp Allah’ın azameti ile dolunca, bu durum kalpten Allah’tan başkasını siler götürür. Kalpte, kulun nefsi arzularını düşünmek gibi bir şey kalmaz.

Bu kul, Mevla’nın istek ve iradesinden başka bir şey istemez. Artık bu kul, sadece Allahu Zülcelal’in zikrini konuşur, onun emri ile hareket eder, konuşmasında, dinlemesinde, bakmasında ve tutmasında hep Allah ile beraberdir. İşte hadisi kutsî’deki “Ben onun işiten kulağı, gören gözü olurum” gibi ifadelerinden maksat budur.

Yani bundan, Allah’ın varlıklara hulul edip girmesi yahut onlarla birleşmesi gibi manalar kast etmek doğru değildir.
Şevkânî şöyle demiştir: “Hadisi kutsîdeki bu ifadelerden maksat, bu uzuvlara Allah’ın nurunun ulaşıp hidayet yollarını göstermesi ve bunlardan masiyet ve günah bulutlarını bertaraf etmesidir.”

Allah’ın dostuna düşmanlık!

Veli bir kul, kendi tedbir ve planlarını bir yana bırakarak, tamamen Allah’a teslim olmuş, kendi nefsi için intikam almayıp işi Allah’ın takdirine bırakmıştır.

Dünyada, Allah dostu veli bir kula eziyet eden hiçbir insan için bu kişinin malına, canına yahut evladına bela gelmedi diye, Allah’ın intikamından kurtulmuş olacağına hüküm vermemelidir. Çünkü bela, buna benzer daha başka konularda da gelebilir.

Mesela din konusunda bir musibet gelebilir ve Allah korusun, bir veliye eziyet etmek, o kişinin ahirete imansız gitmesine sebep olabilir. Allahu Zülcelâl, hepimizi böyle bir duruma düşmekten muhafaza eylesin. (Âmin)