26 Mayıs 2011 Perşembe

Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu

Bu sorunun temelinde "zaman" ve "ezel" kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. İşte yukarıdaki soru böyle bir yanlış kıyasın mahsulüdür.

"Zaman", mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde "olaylar zincirinin birbirini takip etmesi", "mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi" gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket, seyr ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.

"Geçmiş, şu an ve gelecek" olmak üzere üçe ayrılan zaman, bir nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, "asır, sene, gün, dün, bugün, yarın..." ancak mahlûkat için söz konusudur.

Ezel'e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.

Ezelde "geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk" yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman "devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an..." gibi birimlere taksim edildiği halde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.

Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.) "Allah vardı; beraberinde başka birşey yoktu."(1) hadîsi ile beyan buyurmuştur.

O halde Cenâb-ı Hakk'ın ezelî olması demek, O'nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne bir, tek bir" olan O Vâcib-ül Vücud'un “evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasınadır.

Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez.. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah'ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk'ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O'nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm'i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile, mahlûku Hâlık ile, sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm'dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yok idi ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.

Bu soru ancak şöyle sorulabilir:
"Ezelde Allah vardı. O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. O halde ezelde Allah ne yapıyordu?"

Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk'a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, birşey yapmamak da O'nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz.

Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:

1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi Zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî Zâtını ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.

Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O'na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O'na mahsustur.

Marifetullah'ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi'râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân'ı bizzat gördüğü halde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:

"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim. … "(2)

Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise "Sen kendini sena ettiğin gibisin." buyurmuştur.(3)

2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi. (*)

O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve "kün" emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdesin kemâlinde bir artış olmamıştır.

Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah'ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmdur.

ALLAH ın Sevdikleri ve Sevmedikleri

ALLAH’IN SEVDİKLERİ

ALLAH, ihsan sahiplerini sever. (Bakara, 2/195 - Âl-i İmran, 3/ 134,148, Maide, 4/13,93)

ALLAH, çokça tevbe edenleri sever (Bakara, 2/222)

ALLAH, temizleri sever. (Bakara, 2/222 - Tevbe, 9/108)

ALLAH, takva sahiplerini sever (Âl-i İmran, 3/76 - Tevbe, 9/4,7)

ALLAH, sabredenleri sever. (Âl-i İmran, 3/146)

ALLAH, tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmran, 3/159)

ALLAH, adaletli olanları sever. (Maide, 4/42 - Hucurât, 49/9 - Mümtehine, 60/8)

ALLAH, kendi yolunda saf saf mücadele edenleri sever. (Saf, 61/4)

ALLAH’ın sevdiği topluluğun özellikleri. (Maide, 5/54)



ALLAH’ın en çok sevdiğini ifade ettiği insanlar beş defa geçen; ihsan sahipleri.

İkinci olarak, üç defa ile adaletli olanlar ve takva sahipleri geliyor.

Üçüncü olarak, iki defa ile temizler,

Dördüncü olarak, bir defa ile de tevbe edenler, sabredenler, tevekkül edenler, ALLAH yolunda birbirine kenetlenerek mücadele edenler ve ALLAH’ın sevdiği topluluk geliyor.



ALLAH’IN SEVMEDİKLERİ

ALLAH, aşırı gidenleri sevmez. (Bakara, 2/1909 – Maide, 5/87 – Araf, 7/55)

ALLAH, fesadı sevmez. (Bakara, 2/205)

ALLAH, kafirlikte ileri gidenleri ve günahta ısrar edenleri sevmez. (Bakara, 2/276)

ALLAH, kafirleri sevmez. (Âl-I İmran, 3/32 – Rum, 30/45)

ALLAH, zalimleri sevmez. (Âl-I İmran, 3/140 – Şura, 42/40)

ALLAH, kendini beğenen ve övünüp duranları sevmez. (Nisa, 4/36 – Lokman, 31/18 – Hadid, 57/23)

ALLAH, hainlikte ve günahta çok aşırı gidenleri sevmez. (Nisa, /107 – Hac, 22/38)

ALLAH, ağır ve inciten sözlerin açıktan söylenmesini sevmez. (Nisa, 148)

ALLAH, fesat çıkaranları sevmez. (Maide, 5/64 – Kasas, 28/77)

ALLAH, israf edenleri sevmez. (En’am, 6/141 - Araf, 7/31)

ALLAH, hainleri sevmez. (Enfal, 8/58)

ALLAH, kibirlileri sevmez. (Nahl, 16/23)

ALLAH, şımaranları sevmez. (Kasas, 28/76)

ALLAH (cc)'ı Çok Sevmek

İnsana, sahip olduğu herşeyi ona veren, her türlü imkanı sağlayan, çevresinde karşılaştığı tüm nimetleri yaratan yalnızca Rabbimiz olan ALLAH (cc)’tır. İnsanın saymaya ömrünün yetmeyeceği nimetlerin her biri, her işi evirip düzenleyen Rabbimiz'in dilemesiyle var olmuştur ve insanın hizmetine sunulmuştur.

İnsanı tüm tehlikelerden, hastalıklardan sıkıntı ve belalardan koruyan, esirgeyen yalnızca Rabbimiz'dir. Gün içinde herhangi bir konuda başarılı olmak istediğimizde ya da bir işle uğraştığımızda gerçekte bize yardımcı olan da yine sadece ALLAH (cc)'tır. Tüm kuvvet ALLAH (cc)'ın kudretindedir. İnsanın bu gerçeği unutup, ne kendine ne bir başkasına -ALLAH (cc)'ın dilemesi dışında- en küçük bir yardıma bile güç yetiremeyecek varlıklardan medet umması, insana hem dünyada hem de ahirette çok büyük hüsran getirir. Medet umulan bu kişiler de aynı derecede acizdirler; değil başka birine, kendilerine bile -ALLAH (cc)'ın dilemesi dışında- yardım edemezler. ALLAH (cc) Araf Suresi'nde şöyle buyurmaktadır:

"O'ndan başka taptıklarınız ise size yardıma güç yetirmezler, kendilerine de." (Araf Suresi, 197)

Her insan tüm bu gerçekleri açıkça görüp, boyun eğici bir saygıyla tüm sevgisini Rabbimiz'e yöneltmelidir. ALLAH (cc)'ın üzerindeki nimetlerini, O'nun herşeye güç yetiren ve tüm evrenin tek hakimi olduğunu, herşeyi en güzel ve hayırlı şekliyle yarattığını düşünen her müminin ALLAH (cc)'a olan sevgisi giderek daha da güçlenir.

Rabbimiz'e olan bu güçlü sevgisinden dolayı ALLAH (cc)'ın rızasını herşeyden üstün tutar. Her an, ALLAH (cc)'tan başka korkacak, sakınacak, muhtaç olunacak, boyun eğilecek bir varlık olmadığının bilinciyle hareket eder. Gösterdiği bu ahlak ile, var olan herşeyin tüm ihtiyaçlarını gideren, iç huzuru ve sükunet veren, sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana yardım eden, herkesin yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak veren ve koruyan Rabbimiz'in rızasını kazanmayı umar. Kuran'da ALLAH (cc)'a duyulan sevginin ve O’nun rızasını kazanmanın önemi şöyle bir örnek ile hatırlatılmaktadır:

"Binasının temelini, ALLAH korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? ALLAH, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez." (Tevbe Suresi, 109)

ALLAH (cc)'tan başka kuvvet yoktur. ALLAH (cc) en büyük güç sahibidir. Tüm varlıklar ALLAH (cc)'a boyun eğmiştir. Göklerde ve yerde ne varsa, istese de istemese de ALLAH (cc)'a teslim olmuştur ve O'nun kontrolündedir. Tek bir hücreden milyarlarca galaksiye, insanlardan hayvanlara, dağlardan rüzgarlara kadar tüm varlık alemi ALLAH (cc)’a teslim olmuştur. Bu gerçekleri kavrayan her insanın ALLAH (cc)'a olan sevgisini O’na gönülden şükrederek, üzerindeki nimetlerini anarak, Rabbimiz'in şanını yücelterek karşılık vermesi gerekmektedir.

Kuran’da, sahip olduğumuz herşeyi veren, bizi Yaratan, yaşatan sonra dilediği zaman hayatımıza son verecek olan Rabbimiz'e teslim olup, O'nun istediği gibi bir hayat sürdürmenin, asla kopmayan bir kulba yapışmak gibi sağlam ve doğru bir yol olduğu şöyle bildirilmektedir:

"Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) ALLAH'a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulba yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ALLAH'a varır." (Lokman Suresi, 22)

Gayret-i ilahiyye

Gayret-i ilahiyye
Gayret-i ilahiyye ne demektir? Gayret kıskançlık ise, Allah kıskanç olur mu?

Gayret, hasetten, kıskançlıktan, çekememekten farklıdır. Gayret, bir kimsede olan hakkına, onun başkasını ortak etmesini istememektir. Mesela, bir kimsenin, hanımıyla başkalarının beraber olmasını istememesi, gayrettir.

İlmini, mal, mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından, ilmin gitmesini istemek gayret olur. Malını haramda, zulümde, İslamiyet’i yıkmakta, bid’atleri ve günahları yaymakta kullananın, malının yok olmasını istemek de, haset olmaz, din gayreti olur. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemeye de gayret denir. Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, mümin kullarına, mümin de, mümine gayret eder.) [Müslim]

Allahü teâlânın gayret etmesi de, kulunun kötü, çirkin şey yapmasına razı olmaması demektir. Kulun vazifesi, dilediğini yapmak değil, Rabbine kulluk etmektir. Onun emirlerine ve yasaklarına uymaktır. Her dilediğini yapmak, Allahü teâlâya mahsustur, yalnız Onun hakkıdır. Kulun kendi dilediğini yapması, günah işlemesi, Allahü teâlânın hakkına ortak olmak olur. Mesela zina etmek Allahü teâlânın hakkını çiğnemek olur. İki hadis-i şerif meali:
(Kulunun zinasına gazaplanmakta Allah’tan gayretlisi yoktur.) [Buhari]

(Allahü teala, gayretinin çokluğundan dolayı zinayı yasakladı.) [Buhari]

Kulun da kendi yakınlarına gayret etmesi kıskançlık değil, takdir edilecek bir haldir. Bir hadis-i şerif meali:
(Namus gayreti imandandır.) [Deylemi]

Allahü teâlânın sevdiği ve sevmediği kullarına gayret etmesi çok vaki olmuştur. Birkaç örnek verelim:

1- Davud aleyhisselam, dua ederken, (Ya Rabbi! Evlatlarımdan birkaçının namaz kılmadığı, hiçbir gece yoktur ve oruç tutmadığı hiçbir gün geçmemiştir) demişti. Buna karşılık Allahü teâlâ, (Ben dilemeseydim, kuvvet ve imkân vermeseydim, bunların hiçbiri yapılamazdı) buyurdu. Davud aleyhisselamın bu sözü gayret-i ilahiyyeye dokundu, tarih kitaplarında yazılı olan sıkıntıların başına gelmesine sebep oldu.

2- Yusuf aleyhisselamın, (Sultanın yanında benim ismimi söyle!) demesi gayret-i ilahiyyeye dokunarak, senelerce zindanda kalmasına sebep oldu.

3- İbrahim aleyhisselamın, oğlu İsmail aleyhisselamın dünyaya gelmesine sevinmesi, gayret-i ilahiyyeye dokunarak, bunu kurban etmesi emrolundu.

4- İmam-ı Rabbani hazretlerinin büyüklüğüne inanmayanlardan biri, onun bir talebesini yemeğe davet etti. Yemekte, İmam-ı Rabbani hazretlerini kötüledi. Talebenin canı çok sıkılıp yemekten kalkacağı sırada, gayret-i ilahiyyeden o kişinin azaları felç oldu. (M. Ahmediyye)

5- Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Önceki ümmetlerde, kibirli birinin eteklerini yerde sürüyerek yürümesi gayret-i ilahiyyeye dokunarak yer bunu yuttu.) [Berika]

Allah'a Nasıl Dost Olunur

Allah'a Nasıl Dost Olunur?
Hadisi şerif





Ebu Hureyre radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre;
Resulullah sallallahi aleyhi vesellem; “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:” dedi:

“Her kim (ihlâs ile bana kulluk eden) bir dostuma düşmanlık ederse ben de ona karşı harp ilan ederim. Kulum kendisine farz kaldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (adeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse onu mutlaka veririm, bana sığınırsa onu korurum.”
Kaynak: Buhari, Rikak 38.

Hadisin önemi

Allahu Teâlâ, dostlarını sevgi ve himayesine almıştır. Onlara herhangi birinin bir kötülük yapmasından da onları korur. Bu hadisi kutsî, dünya ve ahirette, Allah’ın dost ve sevgililerinin kimler olduğunu beyan etmektedir. Bunun için bu hadisi kutsî Allah dostlarını anlatmakta çok önemli sayılmıştır.

Tuhî bu hadis için şöyle demiştir: “Bu hadisi kutsî, Allah yoluna girip Allah’ın marifet ve muhabbetine ulaşmada asıldır. Aynı zamanda iman gibi kalbî farzların, İslam gibi bedenî farzların ve her ikisinin birleşiminden meydana gelen ihsan, ahlak ve tasavvufta, bu hadisi kutsî esas alınır. Zaten Cibril Hadisi’nde de bu konu izah edilmiştir. İhsan tabiri, Allah yolunda manevi yürüyüş yapan saliklerin; zühd hayatı, ihlâs, samimiyet ve her an Allah’ın murakabe ve gözetimi altında oldukları mülahazası gibi makamları ihtiva ve ifade etmektedir.”

Açıklamalar

Yalnızca Allah’a güvenen, O’nu dost edinen, o nedenle dünyevi herhangi beklentileri olmayan, bütün varlığıyla Allah’a yönelmiş, her hal ve davranışlarında Allah’ın Resulünün sünnetini benimsemiş kişilere “velî” denir. Veli, salih kişi demektir.

Sürekli Allah ile olduğunun şuuruyla hareket eden ve amel yapan kimse anlamına da gelir. “Evliya” da “veliler” anlamına gelir ki, “veli”nin çoğuludur.

Böyle bir kişiye bu iyi halinden, ibadet ehli oluşundan, iyi Müslümanlığından dolayı düşmanlık etmek, onun, inanıp gereğince yaşadığı esaslara ve onları koyan Allah’a düşmanlık etmek demektir.

Allah Teâlâ, kendi dostlarına düşmanlık edenlere harp ilan edeceğini bildirmektedir. Bundan dolayı, mücahedeyi hayat tarzı olarak benimsemiş insanlara, bu hallerinden dolayı düşmanlık etmek, Allah Teâlâ’nın düşmanlığını karşısında bulmaktır. Böyle bir durumda kimin muvaffak olacağı bellidir.

Faiz yiyenler de…

Allahu Zülcelâl, Kuran-ı Kerîm’de sadece faiz yiyenlere harp ilân edeceğini bildirmiştir. (Bakara; 279) Bu hadisi kutside de dostlarından herhangi birine düşmanlık edenlere karşı harp açacağını duyurmaktadır. Bu, her iki fiilin son derece büyük bir günah olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.

Faiz yemekle, Allah dostlarına düşman olmak dışında, işleyene Allah Teâlâ’nın harp ilan ettiği başkaca bir günah yoktur. O halde her iki konuda da çok dikkatli olmak gerekmektedir. Zira Allah ile harbe kalkışanın, asla iflah olmayacağı bellidir.

Önce farzlar…

Allah’a yakın olmanın Allah katında en makbul yolu, Allah’ın emrettiği farzları yerine getirmektir. Kul, yapmakta olduğu farzlara ilave olarak yapacağı nafilelerle Allah’a yakınlıkta mesafe alabilir. Ancak farzları ihmal edip nafilelerle meşgul olmak, insanı kesinlikle böyle mutlu bir sonuca götürmez.

Önce farzları, sonra da nafileleri işlemeye devam eden Müslüman, sürekli mücahede içinde olan insan demektir. Bu ısrar ve devamlılık neticede, Allah Teâlâ’nın rıza ve sevgisini kazandırır. Allah Teâlâ bir kulunu sevince de artık o kul, en büyük ve yegâne desteği elde eder.

Onun her işi düzgün olur. Tüm organları, görevlerini isabetle yerine getirir. Allah’ın yardımı ve hidayeti her işinde görülür. İstekleri yerine getirilir. Korunmayı dilerse tehlikenin boyutu ne olursa olsun, Allah Teâlâ onu korur. Çünkü seven, sevdiğini yardımsız bırakmaz.

Rivayet edildiğine göre Ömer b. Hattab radıy u anhu şöyle demiştir: “Amellerin en üstün olanı, Allah’ın farzlarını yerine getirmek, haramlardan sakınmak ve Allah katında niyetinde sadık ve samimi olmaktır.”

Kulu Allah’a yaklaştıracak bedenî ibadetlerin en büyüğüne gelince hiç şüphesiz ki bu namazdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Hayır! Ona uyma! Allah’a secde et (ve yalnızca O’na) yaklaş!” (Alâk; 19)

Peygamberimiz; “Kulun Allah’a (manen) en yakın olduğu an secde halidir.” buyurmuştur. Devlet başkanlarının halkını adaletle yönetmesi, aile reisinin de aile fertleri arasında adil davranması, kulu Allah’a yaklaştıran farzlardandır.

Bu hadisi kutsîde, Allah’ın kulunu sevdiğine işaret sayılan birkaç husus sıralanmaktadır. Öncelikle bir kulun farz olan görevlerine ek olarak, nafile ibadetlerle Allah’a yakınlık kazandığı ve sonunda Allah’ın sevgisine ulaştığı belirtilmektedir. Demek ki, farz ve nafilelerde devamlılık göstermek, Allah’ın sevgisini kazanmaya vesile olmaktadır.

Allah Dostları kimlerdir?


Veliler, Allah’a samimiyetle itaat eden seçkin kullardır. Allahu Teâlâ Kuranı Kerim’de, bunları iman ve takva sıfatıyla beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar iman edip de takvaya ermiş olanlardır.” (Yunus; 62-63)

Ayeti kerimede de beyan edildiğine göre, Allah dostluğu için birinci esas iman, ikinci esas da takvadır.

Bu durum, insanların Allah’ın dostluğuna girip o dostluğun güvencesinde emin ve mutlu yaşamaları için insanlara geniş bir kapı açmaktadır. Artık insanlar bu kapıdan girecek, ihlâs ve itaat derecelerinde ilerleyip bu ümmetin hayırda öncü olanlarının makamına ulaşacaklardır.

Allah’a dostlukta en yüksek dereceye sahip olanlar peygamberlerdir. Bunlar her türlü günah ve hatadan korunmuş, masum ve Allah tarafından mucizelerle teyit edilmiş insanlardır.

Peygamberlerden sonra Allah’a dostlukta en yüksek olanlar Allah Resulünün Ashabıdır. Onlar, Kur an ve Sünnet’le amel ederek bu dereceyi elde etmişlerdir. Onlardan sonraki tüm asırlardan günümüze kadar, Allah ile dostluk kuranlar, hep Kur an ve Sünnetle amel ederek bunu elde etmişlerdir.

Çünkü iman ve takva olmaksızın ve özellikle Peygamberimiz   aleyhi veselleme tabi olmadan, onun çizmiş olduğu yoldan yürümeden, bütün söz ve işlerinde peygambere uymadan Allah ile dostluk kurmak, muhakkik ulemanın beyanına göre asla mümkün değildir.

Günahları terk farzdır

Allah Teâlâ kullara günahlarını terk etmelerini farz kılmış, yasak sınırlarını aşıp masiyet işleyenleri hem dünyada hem de ahirette cezalandıracağını haber vermiştir.

Bu manada masiyetleri (günah ve isyanları) terk etmek hadisi kutsîdeki “kulum kendisine farz kıldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz.” sözünün kapsamına girmektedir.

Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Size herhangi bir şeyi emrettiğimde, onu gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz. Size bir şey yasakladığım zaman da kesinlikle ona yaklaşmayınız.”

İbn Recep bu hadisi kutsînin açıklamasında, “Bütün masiyetler, Allah ile savaşmaktır” demektedir.

Hasan b. Âdem’inde; “Ey insan! Senin Allah ile savaşmaya gücün yeter mi? Çünkü Allah’a asi olan, Allah ile savaş yapıyor demektir.” dediği nakledilmiştir. Ancak günah ne kadar büyük ve çirkin olursa savaş da o nispette şiddetli olur. Bunun için Allah Teâlâ faiz yiyen ve yol kesenleri, Allah ve Resulü ile savaş yapanlar olarak nitelendirmiştir. Çünkü bunların kullara zulümleri, yeryüzündeki fitne ve fesatları pek büyüktür.

Nafilelerle Allah’a yaklaşmak


Allah katında bu yakınlık ve sevgi, ancak farzları eda etmek, nafile ibadetlere devam etmek, haram ve yasaklardan sakınmakla mümkündür. Bu da kula, Allah’ın sevgisini kazandırır. Allah bir kulu sevince onu salih amel, zikir ve ibadetle meşgul eder. Sonuçta kul, Allah’a yakınlık kazanıp Allah katında manevî bir paye elde eder.

Nafile ibadetler arasında kulu Allah’a yaklaştıran en büyük sebeplerden biri de manasını düşünüp anlayarak çok çok Kur’an okumak ve dinlemektir.

Tirmizî’nin Ebu Umame’den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz   aleyhi vesellem şöyle buyuruyor: “Kul Kur’an okumak gibi başka hiçbir şeyle Allah’a yaklaşamaz.” Sevenlere göre sevgilinin sözünden daha tatlı hiçbir şey olamaz. Sevgilinin sözü, onların kalplerinin lezzeti ve en büyük arzularıdır.

İbn Mesut şöyle demiştir: “Kuran’ı seven, Allah ve Resulünü de sevmiştir. Allah’ı çokça zikretmek de nafile ibadetlerin en büyüklerindendir.” Allah Tealâ şöyle buyuruyor: “Öyleyse siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara;152)

Allah dostunda Muhabbetullah

Allah dostunun, Allah’ın sevgisine mazhar olmasının eseri, hadisi kutsîdeki “Ben kulumu sevince (adeta) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” ifadelerinde anlatılmaktadır. Bu hadisin bazı rivayetlerinde “Ben onun düşünen kalbi ve konuşan dili olurum.” İfadelerine de yer verilmiştir.

İbn Recep bu ifadelerden maksadın ne olduğunu şu şekilde açıklamaktadır: “Farz ve nafile ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya çalışanı, Allah kendisine yaklaştırır. Ve onu iman derecesinden ihsan derecesine yükseltir. Artık bu insan kalp huzuru içinde, sanki Allah’ı görüyor gibi tam bir murakabe ile Allah’a ibadet eder. Kalbi, Allah’ın marifet, muhabbet, azamet ve heybeti ile dolu, Allah ile sıcak dostluk kurarak, ona âşık olur.

Nihayet kulun kalbindeki bu derin marifet ve basiret, gönül gözüyle kendisi tarafından da müşahede edilir. Kalp Allah’ın azameti ile dolunca, bu durum kalpten Allah’tan başkasını siler götürür. Kalpte, kulun nefsi arzularını düşünmek gibi bir şey kalmaz.

Bu kul, Mevla’nın istek ve iradesinden başka bir şey istemez. Artık bu kul, sadece Allahu Zülcelal’in zikrini konuşur, onun emri ile hareket eder, konuşmasında, dinlemesinde, bakmasında ve tutmasında hep Allah ile beraberdir. İşte hadisi kutsî’deki “Ben onun işiten kulağı, gören gözü olurum” gibi ifadelerinden maksat budur.

Yani bundan, Allah’ın varlıklara hulul edip girmesi yahut onlarla birleşmesi gibi manalar kast etmek doğru değildir.
Şevkânî şöyle demiştir: “Hadisi kutsîdeki bu ifadelerden maksat, bu uzuvlara Allah’ın nurunun ulaşıp hidayet yollarını göstermesi ve bunlardan masiyet ve günah bulutlarını bertaraf etmesidir.”

Allah’ın dostuna düşmanlık!

Veli bir kul, kendi tedbir ve planlarını bir yana bırakarak, tamamen Allah’a teslim olmuş, kendi nefsi için intikam almayıp işi Allah’ın takdirine bırakmıştır.

Dünyada, Allah dostu veli bir kula eziyet eden hiçbir insan için bu kişinin malına, canına yahut evladına bela gelmedi diye, Allah’ın intikamından kurtulmuş olacağına hüküm vermemelidir. Çünkü bela, buna benzer daha başka konularda da gelebilir.

Mesela din konusunda bir musibet gelebilir ve Allah korusun, bir veliye eziyet etmek, o kişinin ahirete imansız gitmesine sebep olabilir. Allahu Zülcelâl, hepimizi böyle bir duruma düşmekten muhafaza eylesin. (Âmin)

Adem Aleyhisselâm’ın İlmi


Hz.Allah Âdem Aleyhisselâm’a bütün eşyanın isimlerini ilham edip kalbine koydu. Kalbinde olan eşyanın isimlerini dili konuşmaya başladı ve yanındakilere onları söyledi. Allahü Teâlâ Hazretleri, her dilde eşyanın bütün isimlerini öğretti. Allahü Teâlâ Hazretleri, yarattığı bütün cinslerin (şeylerin) isimlerini Öğretti. Allahü Teâlâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’a (her şeyi gösterdi. Ona atı gösterip): Bunun adı attır. (O’na deveyi gösterip Bu devedir, buyurdu. Böylece bütün varlıkları gösterip bu şudur, adı budur, buyuruldu. (Sadece eşyanın isimlerini değil) o varlıkların hallerini, onların dinî ve dünyevî faydalarını öğretti. Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’a meleklerin isimlerini, zürriyetinin hepsinin isimle­rini (ta kıyamete kadar yeryüzüne gelecek olan bütün insanların kendi dillerindeki isimlerini), hayvanların isimlerini, nebatat ve câmidâtın isimlerini, her şeyi yapma sanatını, şehirlerin ve köylerin, kuşların ve ağaçların isimlerini, olacakların ve kıyamet gününe kadar yaratılacak olan şeylerin isimleri (bu gün bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün âlet ve edevatın isimlerini öğretti), yiyeceklerin ve içeceklerin isimlerini, cennetteki bütün nimetlerin isimlerini, her şeyin ismini hatta bütün çanak-çömlek ve çömlekciklerin isimlerini, kalkan, siper, kap kaçak ve hatta süt sağacak kabın bile adını öğretti.

Keşfü’l-Künûz’da buyuruldu: İlim ehlinin büyük bir çoğunluğu, isimlerin, Allahü Teâlâ Hazretlerinden bir tevfikiyet (başarı vermesi) ile Âdem Aleyhisselâm’a öğretildiğinde ittifak ettiklerinin manâsı: Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Âleyhisselâm için zarurî bir ilim yarattı; lafızların ve manâlarının bilinmesiyle. (Allahü Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’a şöyle buyurdu Bu lafızlar, şu manâların karşısına vazedilmiştir[1] (konulmuştur).

Haber’de (geldi): Allahü Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ı yarattığında, onun içine harflerin sırlarını koydu. Bunu hiç bir melek’in içine koymamıştı. Harfler, Âdem Aleyhisselâm’ın diliyle değişik lisân yani lügat halinde dışarıya çıktı. Allahü Teâlâ Hazretleri, harflere değişik suretler, şekiller (kelime ve cümleler) verdi, harflerden envâ-i çeşit şekillerde diller türedi.

Yine haber de geldiğine göre, Allahü Teâlâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’ı yarattığında, ona yediyüzbin dil (lügat) öğretti. Âdem Âleyhisselâm, kendisine yasak edilen ağaç’tan yediği zaman; Arabça hariç, diğer bütün diller kendisinden (soyulup) alındı. Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’ı peygam­berlikle seçtiği zaman, o dilleri yine kendisine verdi. Böylece Âdem Âleyhisselâm, bütün dilleri konuşur oldu. Âdem Aleyhisselâm’ın mucizelerinden biri de, ta kıyamete kadar evladının konuştuğu bütün dilleri bilmesidir. Arabîden, Farisî, Rumca, Yunanca, İbrânice ve Zenci dili ve diğer bütün dilleri biliyordu.

Bazı müfessirler buyurdular: Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’a kazanç yollarından tam bin meslek öğretti. Sonra Âdem Aleyhisselâm’a şöyle buyurdu:

-”Ey Âdem! Evlâdına söyle: Eğer siz dünyayı istiyorsanız; onu bu sanat ve meslekler ile taleb edin (isteyin ve elde etmeye çalışın). Dünyayı dine {alet ederek) veya şeriatın hükümlerinin karşılığında dünyayı elde etmeyin.”

Allah’ın (cc) lanet ettiği kimseler

"Allah o şeytana lanet etti. Ve o da: 'Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler' dedi. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur." [Nisa Suresi, 118-119]


Tıptaki gelişmeler neticesinde giderek yaygınlaşan ve tedaviden ziyade vücudun dış görünüşünü güzelleştirmeyi amaçlayan estetik ameliyatlar hakkında klasik fıkıh literatüründe detaylı bilgilerin olmayışı gayet doğaldır. Ancak vücuda yapılan estetik müdahalelerle ilgili sünnette ve fıkıh kitaplarında konuya ışık tutacak yeterli açıklamalar vardır.
Hz. Peygamber  aleyhi vesellem döneminde Urfece adlı sahabinin, bir savaşta burnu kopmuş ve Urfece yerine gümüşten suni bir burun yaptırmıştı. Ancak gümüşten yaptırılan bu suni burnun koku yapması üzerine Efendimiz (sav) bu sahabinin altından burun yaptırmasına izin vermiştir. [Tirmizi, Libas] Burada, Allah'ın yarattığını değiştirme değil, ihtiyacın bulunması ve tedavi amacı söz konusudur. İslam âlimlerinin yaptıkları açıklamalarda, onların vücut üzerine yapılacak tasarruflarda tedavi kastının, ihtiyaç ve zaruretin bulunmasını esas aldıkları görülmektedir. Nitekim İslam âlimleri, doğuştan fazla olan bir uzvu, normale döndürmek için tedavi maksatlı müdahaleleri caiz görmüşlerdir.
Dikkat edilmesi gereken husus şudur ki; günümüzde estetik müdahalelerin yaygınlaşması ile organların/uzuvların daha güzel bir görüntüye kavuşturulması amaçlanmaktadır. Özellikle burunla ilgili estetik müdahalelerin yaygınlaştığı görülmektedir.
Abdullah İbn Mes'ud (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir:
"Allah, dövme yapan ve yaptıran kadınlara, yüzden kıl yolan ve yolduran kadınlara, güzellik için diş törpülettiren kadınlara, Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lanet etmiştir."
Bu söz, Esed oğullarından Ümmü Yakup denilen bir kadının kulağına gitmişti. Bu kadın (o sırada) Kuran okuyordu. Hemen kalktı ve Abdullah İbn Mes'ud'un yanına gelerek ona: "Senden benim kulağıma gelen bu söz de ne? Sen dövme yapanlara ve yaptıran kadınlara, yüzden kıl yolduran kadınlara, güzellik için diş törpületen kadınlara, Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lanet okumuşsun" dedi.
'Bu söylediğim Allah'ın kitabında da var'

Abdullah İbn Mes'ud: "Allah Resulünün lanet ettiklerine ben neden lanet etmeyecekmişim. Hem bu Allah'ın kitabında da var" dedi.
Bunun üzerine kadın: "Doğrusu ben Kur'an'ın iki kapağı arasındakileri okudum. Fakat böyle bir şey bulamadım" dedi. Abdullah İbn Mes'ud: "Gerçekten Kur'an-ı okudunsa, mutlaka bulmuşsundur. Yüce Allah; 'Peygamber size neyi getirmişse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan kaçının/vazgeçin' [Haşr, 69/7] buyurdu dedi.
Bunun üzerine kadın: "Gerçekten ben şimdi senin hanımının üzerinde bundan bir şey görüyorum" dedi. Abdullah İbn Mes'ud şöyle söyledi: "Git de bak!'
Kadın, İbn Mes'ud'un hanımının yanına gitti, fakat (onda bununla ilgili) bir şey göremedi. Abdullah İbn Mes'ud'un yanına gelip: "Bir şey göremedim" dedi.
Abdullah İbn Mes'ud: "Bana bak! Böyle bir şey onda olsaydı, onunla bir arada olamazdık" diye cevap verdi.
[Kaynakları: Müslim, Libas; Buhari, Libas; Ebu Davud, Teraccül; Tirmizi, Edeb; Nesai, Zinet; İbn Mace, Nikâh]
Allah Resulü, muhanneslere lanet etti!

İbn Abbas (ra) rivayet ediyor: Resûlullah  aleyhi vesellem, muhanneslere lanet etti ve 'onları evlerinize sokmayınız' buyurdu. [İbn Mâce, Buhari, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Taberani]
Muhannes, kadınlaşan erkek demektir. Ahlâk, konuşma ve davranışında kadınlara özenen kimsedir. Konu ile ilgili başka rivayetler de vardır. Bunların bazıları şöyledir:
"Resûlullah  aleyhi vesellem, kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lanet etti. Ve: onları evlerinizden çıkarın" buyurdu.
Ümmü Seleme (ra) rivayet ediyor: Resûlullah yanımda idi. Evde bir de kadınlara benzeyen erkek vardı. Bu adam, kardeşim Abdullah'a, "Ey Abdullah, şayet Allah yarın Tâif in fethini nasip ederse, ben sana Gaylan'ın kızını göstereceğim. Çünkü o gelirken dört, giderken sekizdir [çok alımlı yürür]" dedi.
Bunun üzerine Resûlullah  aleyhi vesellem, "Böyleleri bir daha yanınıza girmesin" buyurdu.
Buradan Resûlullah'ın o kimseyi önceleri erkekliği olmayan (hünsâ) biri olarak tanıdığı, bu sözü üzerine onun kadınlara ilgi duyan biri olduğunu anladığı ve onun hanımların yanına girmesine yasak getirdiğini anlıyoruz.

allahu tealaya İtaat etmek


"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de... Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir." [Nisa, 59]



Dikkat etmek gerekir ki 'Allah ve Resulü hakkında...' diye mutlak itaat açıkça söylendiği halde, emir sahipleri (idareciler) hakkında buyrulmayıp bunlara itaat etmek Peygambere itaate atfedilmiş ve yalnız Peygambere itaat etmeye tabi olarak emredilmiş ve bu şekilde tabi olma altında itaat etmenin hem aynı kuvvetle kayıtsız olarak gerektiği gösterilmiş, hem de isyan edilen şeyler de bu hükmün dışında bırakılmıştır. "Allah'a isyan hususunda hiç bir mahlûkata itaat edilmez." Aynı şekilde "İyi ve faydalı şeylerde itaat edilir" Hadis-i şerifleri de bunu açıklıyor. Şu halde amirin her emri, memuru sorumluluktan kurtarmaya yetmez. Diyelim ki, bir memur amirinin emri ile rüşvet alsa veya hırsızlık yapsa sorumluluktan kurtulamaz. Bu mefhum, amirin kanuna aykırı olan emri memuru sorumluluktan kurtarmaz, diye de ifade olunur.
Dikkate değer kayıtlardan birisi de müminlere hitap edilerek 'sizden' kaydıdır ki, manası apaçıktır. Müminlerden olmayan idarecilere itaat etmek dinen vacib kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir anlaşmaya riayet etmek söz konusu olacaktır. Fakat itaat etmenin vacib olmamasından mutlaka isyan etmenin gerekli olduğunu anlamaya kalkışmamalıdır. İtaatin vacib olmaması, isyan etmenin vacib olmasını gerektirmeyeceğinden itaat mecburiyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. İsyan hakkı başka, isyan etme vazifesi yine başkadır.
Bundan dolayı buradan mümin olmayan bir çevrede (ortamda) bulunan müminlerin şuna buna karşı isyancı ve ihtilalcı bir durumda kabul edilmemeleri ve belki müminlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah'a ve Resulü'ne karşı itaatsizlikten sakınmak ve aynı zamanda kendilerinden olan idarecilere itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemelerinin gerekli olduğunu anlamak gerekir.
Hadislere dikkat!

Taberî tefsirinde de zikredilen şu hadisler ne kadar önemlidir:
İbn Zeyd'in babasından rivayet ettiği üzere Peygamber (sav) Efendimiz buyurmuştur ki: "İtaat, itaat, itaatte imtihan da vardır. Fakat Allah dilemiş olsaydı emretmeyi hep peygamberlere verirdi." Yani peygamberler mevcut iken bile hükümdarlara emretmeyi nasip etmiştir.
Aynı şekilde Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (sav) buyurmuştur: "Benden sonra size bir takım valiler valilik edecek. İyi iyiliği ile velâyet edecek, günahkâr da günah işlemekle velâyet edecek; hakka uygun olan her konuda bunları dinleyin ve itaat edin ve arkalarında namaz kılın, iyilik yaparlarsa hem sizin, hem onların lehinedir. Kötülük yaparlarsa sizin lehinize (menfaatinize), onların zararınadır."
Aynı şekilde Abdullah bin Ömer hazretlerinden rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber buyurmuştur ki: "Müslüman olan kişinin itaat etmesi onun vecibesidir, hoşlandığında da hoşlanmadığında da... Ancak günah işlemesi emredilmiş olursa başka. Günah işlemeyi emredene itaat yok."
Nasıl yorumlanacak, kim yorumlayacak?

Şuara Suresinde: "O aşırıların emrine uymayın. Onlar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, ıslah etmezler." [Şuarâ, 26/151-152] ayeti de bu hususu apaçık ifade ediyor. Ebu's-Suûd, tefsirinde bütün bunları şu şekilde özetlemiştir. Bunlar raşid halifeler ve onlara uyan ve doğru hareket eden hakkı emreden idareciler ve adil davranan valilerdir. Zalim idarecilere gelince, bunlar Allah'a ve Hz. Peygambere atıf ile kendilerine itaat etmenin vacib olmasını hak etmekten uzaktırlar.
Âyette buyrulmayıp buyrulması dikkate değer bir husustur. Bu mana, amirleri ve hâkimleri kapsamaktan başka gerçek anlamıyla (emir vermeye) sahip olmak ve işlerde başvurulacak kimse olmak manasını da içine alır. Buna göre sahabe ve tabiinden ilk müfessirler bu konuda bir kaç mana nakletmişlerdir:
1-) Raşid halifeler,
2-) Ayetin iniş sebebine göre küçük müfreze komutanları.
3-) "Hâlbuki onu peygambere ve aralarında yetkili kişilere gösterselerdi, içlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu (haberin neye delalet ettiğini) bilirlerdi." [Nisâ, 4/83] ayetinin işaretiyle âyetlerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan âlim ve fakihler olduğu zikredilmiş ve bununla emrin yalnız askerî ve sivil idarecilere ait olmayıp daha fazla kazaî (hüküm verme) ve teşriî (kanun yapma ile ilgili) yöne ait bulunduğu da gösterilmiştir.
Bundan dolayı Ebû Bekr er-Râzî'nin de hatırlattığı şekilde gerek ayetin beyan üslubuna ve gerekse rivayetlerin tamamına göre meseleyi daha geniş bir şekilde düşünmek gerekir.
Bunun için Fahreddin er-Râzî bu gerçeği inceleyerek Allah ve Hz. Muhammed'den sonra toplumsal bir kural halinde kendilerine kesin olarak itaat etmek vacib kılınan emir sahiplerinden maksat, "erbab-ı hal ü akd" (işleri görüp sonuca bağlayana kimseler) denilen ve ittifakları bütün ümmeti temsil ederek Kur'ân ve Sünnetten sonra başlı başına bir şerî delil meydana getiren icma ehli olması lazım geldiğini, Allah ve Peygambere itaat etmekten sonra en mutlak itaatın ancak bu olabileceğini ve amirlere, hâkimlere ve âlimlere itaatin de bunlardan biriyle ilgili olduğunu delil getirerek tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır. 

Mârifetullah


İlim; bilme, mârifet; tanıma mânasında olup arada şöyle bir fark var ki: İlim bir şeyi ihata edip (kuşatıp) her yönüyle tam bilme iken; mârifet her yönüyle değil belki bazı yönleriyle bilme, eksik bilgi denebilir.

Kamus-ı Okyanus’da: “İlim, vech-i küllî ile bilmek ve mârifet, vech-i cüzi ile bilmek mânasınadır. İlmin mukabili cehil; mârifetin mukabili inkardır.” diye tarif edilmiştir.

Mevzumuz olan mârifetullah ise Cenâb-ı Hakk’ın kendisini bizlere kitablar, peygamberler, ve sevgili kulları vasıtasıyla bildirdiği şekilde ve ne kadar bildirdi ve tanıttırdı ise o kadar bilmek ve tanımaktır.

Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk hakkındaki malumatımız ne kadar çok da olsa eksiktir. Çünkü, Allah’ın (cc) bütün isim ve sıfatları ve şuunatı ve zâtı, mutlak (sonsuz, sınırsız)’dır. Yani Onu kuşatamadığımız için Cenâb-ı Hakk hakkındaki malumatımıza ‘ilmullah’ denilmiyor; ‘mârifetullah’ deniliyor.

Cenâb-ı Hakk bir kutsî hadiste:
“Ey insanoğlu! Kendini bilen beni de bilir. Beni bilen ise arar ve arayan da beni bulur. Beni bulan her muradına erer, ummadığı şeylere kavuşur.” buyuruyor. (Mârifetnâme)

Bedîüzzaman Hazretleri Ene Risalesi’nde (30. Söz) insana verilen emanetin bir vechi ene (benlik) olduğunu, kâinatın ve Esma-i İlâhiye’nin gizli hazinelerini ene anahtarının açtığını Cenâb-ı Hakk’ın esma ve sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek tanıttıracak numûne ve işaretleri enede yerleştirdiğini fakat ene anahtarının da kapalı olduğunu, evvela onu açmak lazım geldiğini, ene açılır ve anlaşılırsa “kendini bilen Rabbini bilir” sırrıyla âlemin kapılarının ve esmâ hazinelerinin açılacağını beyan eder.

Cenâb-ı Hakk kendini tanıttırmak ve sevdirmek istiyor. Onu tanıyıp sevecek ve sevdirecek mahlûkat içinde canlılar, canlılar içinde şuurlular, şuurlular içinde insan, insanlar içinde peygamberler ve onlar içinde de Peygamberimiz (asm) dir.

Çünkü Peygamberimiz (asm) bir hadîsinde: “Sizin içinizde Allah’ı en iyi bilen benim. Çünkü (O’nu) bilmek kalb işidir. Eğer siz Allah’ı hakkıyla bilmiş olsaydınız sizin duânızla dağlar yok olurdu. Sizin Rabbinizi en çok bileniniz nefsini en çok bileninizdir.” buyuruyor. (Mârifetname)

Mârifetullah’ın ne kadar kıymetli ve ehemmiyetli olduğunu bir derece daha anlamak için şu ifadelere dikkatinizi çekmek isterim.

“Mâhiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-ı hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu mârifetullahdır.”

“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Halık-ı Kâinatı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve insanın vazife-i fıtratı (yaratılış vazifesi) ve fariza-i zimmeti (yüklendiği farz vazifesi) mârifetullah ve imân-ı billah
(Allah’a iman)’dır.”

“Evet bütün hakiki saadet, halis sürur ve şirin nimet ve safî lezzet elbette mârifetullah ve muhabbetullahdadır.”

“Dünyanın zevkleri ve zinetleri Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet bile olsa cehennemdir. Bilhassa şehvetin ateşini söndürecek mârifetullahtan başka bir şey var mıdır?

Evet mârifetullah olduktan sonra dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi cennete bile iştiyak kalmaz.” (Bedîüzzaman Hazretleri)

“Haberde geldi ki:
“Dünyada öyle bir cennet vardır ki onu bulanda cennete bir istek kalmaz. Bu cennet mârifetullahtır.”

“İnsanlar bu âlemden göçüp gittikçe buradaki en güzel şeyin lezzetinden mahrum kalırlar. O en güzel şey mârifettir ki o bütün nimetlerden daha zevkli daha lezzetlidir.” (Mârifetname)

Cenâb-ı Hakk, bizleri, kendisini kendisinin istediği şekilde tanıyan, seven kullarından eylesin. Âmin, binlerle âmin.

“Ey insanoğlu! Kendini bilen beni de bilir. Beni bilen ise arar ve arayan da beni bulur.”

Hadîs-i Kutsî

Allah Beni Seviyor Mu

İhlâs, bir işi bir tek sebep ve maksat için yapmaktır. Bir menfaat sağlamak veya bir zarardan korunmak için yapılan ibadet İhlâs değildir. Tevhit de İhlâs; Allah-u Zülcelal’in birlik vasfına ikilik unsurunu katmaktan sakınmak ve O’ndan başka ilah olmadığına inanmaktır. Allah-u Zülcelal’e karşı yapılan kullukta İhlâs; kalbi, ruhu ve sırrı, Allah-u Zülcelal’in dışındaki herşeyden temizlemektir.
İhlâs: Amelin üzerine Allah-u Zülcelal’den başka hiç kimsenin müttali olmaması, yapılan amelde nefsi görmemek, hiç kimseden bir karşılık beklememek ve bunun Allah-u Zülcelal’in bir lütfu olduğunu bilmektir. Çünkü insana ibadet yapmayı nasip eden ve ibadetin üzerinde muvaffak kılan Allah-u Zülcelal’dir. İhlâsın oluşması için, amel ederken Allah-u Zülcelal’in emrini yerine getirmenin, O’nun rızasını tahsil etmenin ve O’nun vaat ettiği sevabı kazanmanın yegane maksat olması lazımdır. Yegâne maksadın bu olduğu amel halis ameldir. Sahih ve geçerli olan amelde bu ameldir.
İhlâs: Allah-u Zülcelal’in nurlarından bir nurdur. Allah-u Zülcelal İhlâsı gerçek mü’min kullarının kalbine verir. Nitekim Allah-u Zülcelal bir hadis-i Kudsi’de şöyle buyurmuştur: “İhlâs Ben’im sırlarımdan öyle bir sırdır ki, ben onu ancak sevdiğim kullarımın kalbine koyarım.” (Kuşeyri Risalesi, Ebu’l-Kasım el Kuşeyri)
Allah-u Zülcelal bu hadis-i Kudsi’de, bizlere rızasına ulaşacak çok güzel manevi yol bir göstermiştir. Demek ki insan Bu hadis-i Kudsi’ye göre kendisini tartabilir. Allah-u Zülcelal beni seviyor mu? Sevmiyor mu? diye düşündüğü zaman kendisinin ne durumda olduğunu meydana çıkarabilir. İnsan amelini sırf Allah için yapıyorsa, bu Allah-u Zülcelal’in onu sevdiği manasına gelir. İnsanın amelinde İhlâs yok ise o kimseye Allah-u Zülcelal’in sevgisi yok demektir. Onun için her insan kolaylıkla kendisinin ne durumda olduğunu anlayabilir.
Hz. Peygamber  aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Ameli Allah için halis kılmak, müslüman olan bir kimsenin kalbinin vazgeçilmez vasfıdır.” (Tirmizi)
Ebu Osman el-Mağribi şöyle demiştir: “İhlâs; yapılan amellerde nefsin payının bulunmaması, yani her yapılan işin sadece Allah-u Teala’nın rızası için yapılmasıdır.”
Ya’kub el-Mekfuf şöyle demiştir: “İhlâslı kimse, günahlarını gizlediği gibi ibadet ve hayırlarını da gizleyen kimsedir.”
Bazı hikmet ehli zatlar ise şöyle demişlerdir: “İlim tohumdur, amel onun ekilmesi, ihlâs ise onun sulanmasıdır.”
İnsan ziraatini sulamadığı zaman bir verim elde edemez ve o tarla menfaat vermez ise, Bunun gibi İhlâssız olan amel de sahibine bir menfaat vermez.
Bilidiği gibi tohum ekilmezse zamanla çürür. Ekilipte sulanmazsa o zamanda tarlada çürür. İşte ilim ve amelin ziraat gibi, yeşerip çoğalması da İhlâs sayesindedir.
Onun için El-Mervezi şöyle demiştir: “Dünya ve ahirette kurtuluş ve mutluluğun çaresi iki şeydir. Bunlar; Allah-u Teala’nın takdir ettiğine rıza göstermek ve O’nun için yapılması gereken amelde ihlâs gözetmektir.”
Anlatıldığına göre İsrailoğulları döneminde bir âbid, kendi kulübesinde ibadetle meşgul iken, bir topluluğun bir ağaca taptıklarını görmüş. Bunların yaptıkları bu yanlış işe kızmış ve baltasını alıp ağacı kesmeye gitmiş. Giderken iblis yaşlı bir adam suretine girip karşısına çıkmış ve bu teşebbüsünden vazgeçmesini istemiş. Âbid vazgeçmeyeceğini söyleyince kapışmışlar ve abid onu yere yıkıp göğsüne oturmuş. İblis: “Beni bırak sana güzel bir teklifim vardır.” demiş. Âbid onu bırakmış ve teklifinin ne olduğunu sormuş. İblis: “Sen bu ağacı kesmekle bir sonuç alamazsın. Çünkü onun yerine yenisini dikerler. Fakat sen bu işten vazgeçersen, her akşam sana iki altın getiririm. Bunlarla hem kendin geçinirsin, hemde fakir ve muhtaçları beslersin. Bu sana daha çok sevap kazandırır.” demiş. Teklif Âbid’in hoşuna gitmiş ve onu kabul etmiş. İblis iki gece altınları getirmiş ve ondan sonra getirmemiş. Aldatıldığını gören Âbid kızmış ve tekrar baltasını alıp ağacı kesmeye gitmiş. Yolda iblis yine o yaşlı adam suretinde görünmüş ve fikrinden vazgeçmesini istemiş. Âbid iblisin yakasını tutmuş ve yere yıkmaya çalışmış, fakat bu sefer iblis onu yere yatırmış. Âbid buna hayret etmiş ve sebebini sormuş. İblis: “İlk önce sen Allah için benimle kapıştın, Allah da sana yardım edip güç ve kuvvet verdi. Bu sefer ise sen altınlar için kapıştın. Onun için kendi gücünle kaldın.” demiş.
Bu âbidin hikayesinde bizim için çok büyük dersler vardır. İnsan İhlâslı olarak bir ameli yaptığı zaman Allah-u Zülcelal’in ne şekilde güç ve kuvvet vereceğini çok açık bir şekilde bu hikayeden anlayabilir. Âbid ilk seferde Allah için İhlâslı bir şekilde gittiğinden dolayı şeytana galip geldi.
İkinci seferde İhlâsını değiştirip altın gelmiyor niyetiyle gittiği için bu sefer şeytan ona galip geldi. Bu bizim için çok büyük bir ibrettir. Onun için amelimiz daima Allah rızası için olmalıdır. Başka bir şeyin İhlâsımızı bozmaması için gayret göstermemiz lazımdır.
Evet, İhlâsta kuvvet ve Allah-u Zülcelal’in yardımı vardır. Onun için Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Küçük bir topluluk çok kere, büyük bir topluluğu Allah’ın izniyle yenmiştir. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara; 249)
İhlâsı kazanmanın yolu nefsin arzularını kırmak, dünyadan ve halktan ümidini kesmek ve bütün himmetiyle ahirete yönelmektir. Bu yapılmadığı takdirde halis gibi görünen amellerde bile karışıklık ve bulanıklık bulunur. Onun için bir zat şöyle anlatmıştır: “Ben otuz sene bütün farz namazları cemaatle ve birinci safta kıldım. Bu bana zevk verirdi ve ben bunun halis bir amel olduğunu sanırdım. Sonra bir sefer biraz geç geldiğim için ancak ikinci safta yer bulabildim ve bu safta namaz kılınca da halktan utandığımı hissettim. O zaman anladım ki, ben otuz sene riyâ ve gösteriş için erken mescide gitmiş ve birinci safta namaz kılmışım. Bunun üzerine istiğfar edip bu otuz senelik namazları kaza ettim.”
Evet, riyâ, gösteriş, menfaat ve diğer dünya mülahazaları görünmeyen mikroplar gibi amele girer ve onu bozarlar. Onun için Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde Allah tarafından onlar için farkında olmadıkları ve hesaba katmadıkları şeyler (günahlar, amelleri bozan hususlar) ortaya çıkarılır ve bunlar kendilerine gösterilir....” (Zümer; 47-48)
LA TAHZEN(üzülme )

"Rabbim, benim ilmimi artır"
TÂHÂ 114

"KAYYİDÜL İLME BİL KİTABETİ"
İLMİ, MALUMATI ELDE ETTİĞİNDE KAYDET

ALLAH'ın Zikri İle Kalplerin Titremesi



ALLAH Buyuruyor ki: Beni zikredinki,Bende sizi zikredeyim.
Zikir, tam anlamıyla gerçekleştiği zaman kalpler onunla uyanır, titrer ve kendine gelir.
"İman edenlerin ALLAH ALLAH'ı zikretme ve O'ndan inen hak/gerçek için kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu fâsıktır/yoldan çıkmış kimselerdir." (57/Hadîd, 16)

"Mü'minler, ALLAH zikredildiği/anıldığı zaman kalpleri titreyen kimselerdir." (8/Enfâl, 2)
Kalbin titremesi, duyarlılık göstergesidir. ALLAH'tan bahsedilmesine, kendisine ALLAH'ın hükmü hatırlatırlamsına rağmen yanlışı değiştirmeyen, ürpermeyen ve gidişatını düzeltmeyen, (gerçek) mü'min olma vasfını kaybeder. Böylesi bir duyarlılıktan uzak olarak yapılan zikirler gerçek zikir değildir. Sarhoş bir halde atılan "ALLAH" nâraları, ancak ALLAH'ın gazabını celbettirir

Allah’ı cc sevmenin sebepleri


Allahü teâlâyı sevmenin beş sebebi vardır:

1- Herkes, kendisinin olgunlaşmasını ve hiç yok olmadan devam etmesini ister. Kendini ve Rabbini bilen, varlığının devam etmesinin kendi elinde olmadığını, ancak Allahü teâlânın dilemesiyle var olduğunu anlar. Varlıkların hepsi Allahü teâlânın kudretiyle vardır. Hiç kimse, kendi kendini yaratıp, hayatını devam ettiremez.

O halde, kişinin, kendini yaratan, çeşitli nimetler veren, yaşatan Rabbimizi sevmemesi mümkün değildir. Eğer sevmiyorsa, kendi yaratılışını bilmediğinden, cehaletindendir. Çünkü sevgi, marifetin [bilmenin, anlamanın] meyvesidir.

Bir şey önce bilinip anlaşıldıktan sonra sevilir. Yani marifet olmadan sevgi olmaz. Sevgi marifete göredir. Marifet ne nispette ise, sevgi de o nispette olur.

Rabbini bilen Onu sever. Çünkü kendisini seven bir kimsenin, kendisini yaratıp çeşitli nimetler vereni sevmemesi düşünülemez.

Güneşin yakıcı sıcağına maruz kalan, gölgeyi sever. Gölgeyi seven de ister istemez, gölge veren ağaçları sever. Kâinatta ne varsa, Allah’a nispetle, gölgenin ağaca nispeti gibidir. Gölgenin varlığı ağacın varlığına bağlı olduğu gibi, her şey Allah’ın eseri olup, hepsinin varlığı, Onun varlığına bağlıdır.

2- Bir kimse, kendine iyilik edeni sever.
Bir zengin, bütün mallarını sana verse, Bunların hepsi senindir. Dilediğin gibi tasarruf et dese, bu ihsanı zenginden bilmek yanlış olur. Zengini ve o malı yaratan, seni zengine sevdiren, sana mal vermesinin, zengin için hayır olduğu düşüncesini veren kimdir?

Eğer zengin, seni sevmeseydi, malı sana vermekle, dünya ve ahirette hiçbir kazancının olmayacağını bilseydi, sana malının zerresini verir miydi?

Şu halde, cenab-ı Allah bu sebepleri yarattı. Demek ki, sana asıl ihsanda bulunan, bu işe zengini vasıta edendir. Zengin, o malı sana vermekle peşin veya ilerisi için bir menfaat düşünmüştür. Seni minnet altına almak, kendini övdürmek, cömertlikle meşhur olmak, gönülleri kendine bağlamak, herkesi kendine sevdirmek ve saydırmak gibi peşin menfaati vardır. Ayrıca, ahirette çok sevap kazanmak üzere ilerisi için yatırım yapmaktadır. Yoksa hiç kimse, malını boşu boşuna vermez, bir maksat için verir. Maksadı sen değilsin. Sen onun maksadını yerine getirmek için bir vasıtasın.

Demek ki, sana iyilik eden, sana değil, kendine iyilik etmiş olur. Sonra o, verdiğinden fazlasını beklemektedir. Çünkü o, Allah’ın en az bire on veya bire yediyüz, hatta daha fazla vereceğini biliyor. Böyle bir ümidi olmasa sana bütün malını verir miydi?

3- İnsan, kendine faydası dokunmasa bile, iyilik edenleri sever. Kendine zararı dokunmasa bile kötülük edenlerden de nefret eder. O halde, bütün mahlûkatı yaratıp, onlara çeşitli nimetler ihsan eden yalnız Allahü teâlâdır. Herkese iyilik eden de sevilir.

4- Kendine hiçbir faydası olmasa da insan, güzeli, güzelliğinden dolayı sever. Beş duyu ile de anlaşılmayan; fakat kalb gözü ile görülen güzellikler de vardır. Güzel ahlak böyledir. İmam-ı a’zam hazretlerini güzel vasıflarından dolayı severiz.

Demek ki güzel sevilir. Mutlak güzel, ortağı eşi, benzeri olmayan, dilediğini yapan yalnız Allahü teâlâdır.

5- İnsan, benzediği şeye meyleder. Çocuk çocukla, büyük büyükle arkadaşlık kurar. Âlim âlimi, bir sanatkârdan daha çok sever. İlim sahibi olan da, her şeyi bilen Allah’ı sever. Basiret sahipleri gerçek sevgiye layık olanın yalnız Allah olduğunu bildirmişlerdir.

Allah'ın zati sıfatları

VÜCUT
Var olmak demektir. Allah'u Teâlâ vardır, gerçekten varlık sıfatıyla muttasıftır ve varlık, kendisinden hiç ayrılmayan bir mevsuftur. Varlığı, başkasından ve başkası vasıtasıyla değil, zâtının muktezâsıdır.
Vâcibdir. Vâcibü'l-vücûd bir Allah olmasaydı, hiçbir şey olamazdı. Çünkü gördüğümüz şeylerin hepsi mümkündür. Varlığı kendisinden, kendi zâtının iktizasından değildir. Gördüğümüz şeylerin ya hiç olmamalarını, veyahut bir müddet sonra yok olmalarını pekâla düşünebiliriz. Çünkü olmamalarından hiçbir şey lâzım gelmez. Bunu biraz aydınlatalım: Gözümüzün önünde ucu bucağı belli olmayan, sayıya ve hesaba gelmiyen bir cihan ve bunun içinde yaşayan sayısız canlılar vardır. Bunların en akıllısı ve en düşüncelisi de insandır. Bunda şüphe yoktur. Böyle iken biz, küçük zerreyi bile yoktan var edemiyoruz. Hiçbir şeyin kendi kendine var olmadığını da görüyoruz. Şu halde, bütün bu gördüklerimizi var eden, bunlar yok iken bir Vâcibü'l-Vücûdun bulunması lâzımdır.
Vâcibü'l-Vücûd olmadıkça bu varlıklar var olamaz ve izah edilemez. İşte bütün bu varlıkları yaratan ve kendi varlığı başka bir varlığa muhtaç olmayan Vâcibü'vücûd, Allah'u Teâlâ'dır. Dolayısıyla Allah vardır; varlık O'nun zatî sıfatların-dandır. Bunun içindir ki, varlığın zıddı olan yokluk, O'nun hakkında mümtenidir. 'Vâcib' dedikten sonra yokluğu düşünülemez.
2- KIDEM (KADİM VE EZELİ OLMAK)
ALLAH-U Teâlâ kadîmdir ve kadîm olmak O'nun sıfatıdır. Kıdem, varlığın ezeli olması, yâni bir başlangıcı bulunmamak, O'nun yok olduğu bir ânın geçmiş olmaması demektir. Görmekte olduğumuz her şeyin bir evveli, bir başlangıcı vardır. Çünkü, önce yok iken sonradan olmuştur. Fakat Allah'u Teâlâ böyle değildir; O'nun vücûdu vâcibtir. Kıdem ve ezeliyet, vacibin muktezâsıdır. Geriye doğru ne kadar gidilirse gidilsin, O'nun bulunmadığı bir zaman tasavvur olunamaz. Esasen, zaman ve mekân, her şey sonradan olmadır; Vâcibü'l-vücûd olan Allah hakkında mümtenidir, muhaldir.
3- BEKA
Allah'u Teâlâ bakidir; varlığının bir sonu yoktur. Gördüğümüz bütün varlıklar sonradan oldukları cihetle, bir zaman sonra yine yok olacaklardır. Fakat Allah (cc) böyle değildir. O, hem kadim ve ezeli, hem de baki ve ebedi bir Vâcibü'l-vücüddur. Çünkü, kıdemi sabit olan bir şeyin bekası vâcibdir. Esasen varlığı olana, kadim ve baki olmak lâzım gelir. Varlığı için bir başlangıç olmadığı gibi, bir nihayet yoktur. Beka, Allah'ın zâti sıfatlarındandır; bunun bir zıddı olan 'bir sonu olmak', O'nun hakkında muhaldir, böyle bir şey düşünülemez; tenakuzdur.
4- VAHDANİYET
'In bir olması demektir. Zâtında, sıfatlarında, işlerinde tek olup; eşi, benzeri ve ortağı olmamak demektir. 'Allah birdir, O'ndan başka vücudu vâcib, hakiki bir müessir yoktur. Doğmamış ve doğrulmamıştır. Varlığı vâcib ve zâtının muktezâsı olmak itibariyle O'nun hiçbir benzeri, ortağı, örneği ve cüzleri yoktur. Her bakımdan Bir olmak, O'nun zâti sıfatlarındandır. Zâtının eşi, ortağı, benzeri olmadığı gibi sıfatları i'tibariyle de benzeri yoktur. Her şeyi yaratan, yalnız kendisi olup, Ondan başka yaratıcı olmadığı için işlerinde de Tek'tir. Bunda da eşi, ortağı yardımcısı yoktur. Dolayısıyla, Allah'ın birliğine îmân etmek demek, 'Yaratan, rızık veren, besleyip büyüten yalnız Allah'u Teâlâ olduğuna ve bununla beraber O'ndan başka ibâdete lâyık bir İlah olmayıp ibâdetin de yalnız O'na yapılabileceğine îmân etmek' demektir. 'Yerde, gökte, yâni bütün varlık âleminde, Allah'dan gayrı tapılan ilahlar olsaydı, göklerin ve yerin nizamı bozulur ve bütün âlem yok olurdu veyahut hiçbiri vücûda gelmezdi/ (Enbiya Suresi: 22) Madem ki bütün nizamıyla kâinat mevcuttur, öyle ise Allah'dan başka mabud, O'ndan başka tapınılacak bir ilâh yoktur. Hilkatteki ahenk ve intizam, fıtrattaki kanunların ıttırat ve insicamı, Allah'ın birliğine, O'nun hiçbir suretle şeriki ve ortağı, benzeri olmadığına açık bir delildir. Bunun içindir ki, O'dan başkasına ibâdet etmek, boyun eğmek, tapınmak caiz değildir. Her mü'min, Allah'ın Birliğine böylece îmân eder.
LEM YELİD VE LEM YÛLED
cenab-I Hakk'ın bu özelliğini iyice düşünürsek, şu kanaate varırız. Çocuğu olmak bir eksikliktir, bir ihtiyacın cevabıdır. İnsanın üremeye ihtiyacı vardır, değilse, kelaynaklar gibi soyu tükenir. Gönlündeki sevgiyi sunmaya ihtiyacı vardır. Sevimli yavrular, cennet kokulu bebekler bu ihtiyacı kapatır. İnsan sosyal bir varlıktır. Yalnız kalıp, streslere girmemesi için, çocuğa, bunun için de evlenmeye, yuva sahibi olmaya ihtiyacı vardır. İnsan, hastalanıp güçten düşer, ihtiyarlar. Bakıma, ilgiye, saygıya, sevgiye, sevilmeye ihtiyacı vardır. Aile ve çocuk, büyük ölçüde bu ihtiyacı giderir. Ve nihayet ölür. Arkasından okuyup duâ eden, hayır-hasenat yapan, mirasını kullanacak kimseye ihtiyacı vardır. Bu nedenle çocuksuz olmak, insan için bir eksikliktir.
Mekke müşrikleri, Resulü Ekrem'e 'ebter' dedikleri için, Kevser süresiyle tehdit edilerek Resûlûllah (sav) bu vasıftan tezkiye edilmiştir. Ama Yüce Yaratıcı hiçbir şeye muhtaç değil, varlığı zâtıyla kâim, yaratıklarına benzemez, bir ve eşsizdir. Doğurmak-doğurulmak, O'nun için noksan sıfattır. O her türlü noksanlıklardan münezzehtir. O, mahlûkâtı çoğaltmak için, canlıları rahimlerden, bitkileri topraktan, çeşitli sistem ve akıl almaz metodlarla çoğaltır üretir. Nasıl ki, bir fabrikada fabrikatör düzenini kuruyor, makinelerini yerleştirip hammaddeleri temin ederek üretime geçiyorsa, Yüce Mevlâ da çeşitli sistemlerle çoğalmasını takdir ettiği şeyleri, tâyin ettiği sayı ve biçimde halk edip üretiyor, hem de hammaddeye, fabrikaya, motora, işçiye ihtiyaç olmadan. Bizim 'filân fabrikatör filân malları doğurdu' dememiz ne kadar mantık dışı ise, teslis inancı da o kadar mantıksızdır.
'Ve o önde gelenler, dâima ileride olanlar!' (Vâkıâ:10), 'Ve can çekişmekte olan kişi, Allah'a yakın olanlardan biri ise, ona güzel rızık ve Naîm cenneti vardır! (Vakıa: 88-89) O, Ahsenü'l-Hâlıkin, kimsenin eşi, ortağı, anası, çocuğu olmaktan münezzeh olduğu için kimseyi ayırmaz, gayırmaz, kimseye haksızlık etmez. Evlâdın vesile olduğu cimrilik, korkaklık, cahillik gibi vasıflardan çok yüce ve pek temizdir.
'Velem yekûn lehü küfüven ehad': Dengi, ortağı, benzeri olmayan Yüce Zât'ın kulu olmamız hasebiyle her yaptığımız işin O'na lâyık olmasına, O'nun istediği gibi hâlis muhlis bir kul olmaya özen göstermeliyiz. Ve emsallerimiz arasında eşsiz, benzersiz, has, takvada lider bir kul olmalıyız. Allah yolundaki yarışımızda hep önde, Sâbikun ve Mukarrebun zümresine ilhak olmalıyız.
5-MUHÂLEFETÜN Lİ'L HAVADİS
CENAB-I Hak hiçbir şeye benzemez, O, işitir ve O'nun ilmi her şeyi kuşatır.' (Şûrâ: 11) Allah (cc), zâtında ve sıfatlarında hiçbir şeye benzemez. Biz O'nu nasıl düşünürsek düşünelim, O, bizim düşündüklerimizden, hatır ve hayâlimizden geçenlerin hepsinden başkadır ve hiç birine benzemez. Çünkü hatırımıza gelebilecek şeylerin hepsi mümkündür ve yokken sonradan yaratılmış ve başkasına muhtaç şeylerdir. Onların her birinin bir cihetten başkalarına benzerliği vardır. Allah-u Teâlâ ise böyle olmayıp, varlığı vacip, kadim ve bakidir. Dolayısıyla zâtı cihetinden de, sıfatlan bakımından da hiçbir şeye benzememek ve hiçbir yönden benzeri olmamak (Muhâlefetünli'l havadis), Allah'ın zâti sıfatlarındandır.
6- KIYAM BİNEFSİHİ
KIYAM binefsihi, yahut Kıyam bizatihi; varlığı kendi zâtının muktezâsı olup başkasından olmamak, varlığı için başka bir şeye muhtaç olmamak demektir. Şu varlık âleminde ne varsa, hepsi varlığında ve varlığının devam etmesinde müstakil değildir. Onların herbiri muhakkak ki kendilerinden başka varlığa muhtaçtır. Her birisinde, var olmasını iktizâ eden, zaruri kılan bir şey yoktur. Hepsi sonradan vücuda gelmiştir. Hepsi, bir yaratana, bir mekâna muhtaçtı

ALLAHU TEALA İSİMLERİ VE TESBİH

ER-RAHMAN zikri

=ER-RAHMAN=
Bu ismin özellikleri:
1.Bu mubarek ismi vird edinenlerin taşlaşmış kalpleri yumuşar, merhamet hissinin zevkini hareketlerinde hissetmeye başlar.
Hızır (A.S) söyle buyurmuştur:
2.Kim cuma günü ikindi namazından sonra akşam namazına kadar Ya Alla Ya Allah diye samimi bir kalp ile zikre devam edip Allah'tan hacetini istese Allah Teala ona hacetini ihsan buyurur.
3.Cuma namazından sonra Cenabı Hakkın bu mubarek ismi şerifini 100 defa okumak, kalp gafletini ve unutkanlıgını izale eder. Kalbi nurlandırır.
4.İki yüz defa Ya Rahman Diye saf bir kalple zikredenin dilegi gerçekleşir.Zalim kimselerden de korunur.
5.Farz namazlardan sonra yüzer defa okumak Allah'ın rızasının kazanılmasına ve nimetlerin yağmur gibi yağmasına vesile olur.
6.Bu mubarek ismi şerif, zöhre saatinde 298 defa güzel bir koku üzerine okunur.Bu esnada isteyen ve istenilenin adı söylenir. Okuma sona erince üzerine okunulan koku günlük sakızı ile tütsülenir.Bu kokudan koklayanın kalbi aşk ve muhabbetten yerinde duramaz hale gelir.

Not:Bazı isimlerde günlük, günlük sakızı ve misk safran gibi maddeler lazım bunları baharatçılarda bulmak mümkündür.

ALLAH zikri

=ALLAH=
Bu ismin hususiyetleri:
1-Bu mubarek ismi insanlardan hali bir yerde zikretmeye abdestli olarak devam eden kula, meleklere mahsus alemlerin kapıları açılır. Oradanda Ceberut alemini seyretmeye başlar.

2-Devamlı olarak ''ALLAH ALLAH...'' diye zikredenin maneviyatı güçlenir, Rabbani nurlar ile nurlanır.Biner defaokuyan yakin makamını elde eder.

3-Cuma namazından sonra önce hali bir terde oturup:
''YA ALLAH,YA HU'' diyerek 100 defa zikreden kimse istedigi şeye nail olur.Bin defa okuyanın imanı kuvvetlenir.Düşmanları heybetinden yüzüne bakamazlar.

4-Bu mubarek ismi şerif ile dua edenin duası kabul olunur.Nefsine musallat olan şeytan yakılır.
Bütün varlıkların istifadesine kaynagı bu ismin sahibi Zatı Ecelli ve Ala'dır. O'ndan başkası yok olmaya mahkumdur. Bize gereken ondan gayrısına yüz çevirmektir Ve O'ndan başkasından korkmamaktır.Çünkü O:''Eger mü'min seniz Benden korkun''''İnsanlardan korkmayın'' fermanı ilahisinin sahibidir.

Kardeşlerim hergün 1 tane ismin hususiyetlerinin açıklayacagım ALLAH TEALA muvaffak eylesin inşaALLAH AMİN... Ve amel edenlerden olalım inşaALLAH

ESMA-İ HÜSNA ŞERHİ HAVAS VE ESRARI

ESMA-İ HÜSNA ŞERHİ HAVAS VE ESRARI

Muhterem kardeşlerim,
ALLAH TEALA yüce isimlerini ihtiva eden bu eseri dünya ve ahirette kurtuluşumuza bir vesile eylesin.AMİN
Gezegenlerin vücuda etkileri
1.Ayınvücuttaki etkili oldugu zalarCild,baş,kemikler
2.Utarit:Sinirler.
3.Merih:Kan,safra.
4.Zühal:Saçlarve tırnaklar.
5.Müşteri:Bütünü ile vücudun korunması.
6.Zöhre:Nefis, vücudun dış yüzeyi.
7.Güneş:Bütün azalar.

Allah cc ' nın Varlık ve Birlik Delilleri

Allah cc ' nın Varlık ve Birlik Delilleri

Allah'ın (cc) varlık ve birlik delilleri kâinattaki zerrelerden daha çoktur. Hal böyle olunca “yok” demek kolay görünse de aslında hiç kolay değil.

İşte kâinat kitabındaki Allah'ın (cc) varlık ve birlik delillerinden misaller:



Her harf kendi varlığından çok kâtibinin varlığına delildir


“Muntazam bir saray muntazam fiile, muntazam bir fiil mükemmel bir fâile, mükemmel bir fâil, mükemmel bir sıfata yani sanat melekesine o da istidada o da âli bir ruh ve yüksek bir zata delalet eder.”

Maktul kâtili, sanat sanatkarı, aşağı yukarısını gösterdiği gibi kainatta eşyanın çokluğu bir tek zattan çıktığını, sonradan var olmaları da hep var olan bir Zat'ı (cc) gösteriyor.


Her fiil, bir fâilin varlığını gösterir ve o fâili tanıttırır


Kâinata 
Allah (cc) hesabına şöyle dışarıdan dikkatle bir bakıldığında âdeta muhteşem bir saray görünüyor. Ay, güneş lambaları ve yıldızlar ise mumları... Zerrelerden güneşlere her şey bu sarayın aziz misafirleri olan insanlara hizmetçilik ediyorlar. Allah (cc) hesabına bakılmadığında ise saray zindana dönüşüyor.

Güneş yeryüzündekilere acıyor da ondan mı her gün doğuyor dersiniz? Bulutlar mı ihsan sahibi ve merhametli olan? Veya oksijen ve hidrojen insanlar, hayvanlar, ve bitkiler için gerekli olduğunu düşünerek şefkat edip suyu oluşturmaya mı karar vermişler!? Bakın ne kadar basitleşti her şey. Oysa Allah'a ait muhteşem bir şefkat öyle kuşatmış ki kâinatı, gördükçe kalplerimiz ısınıyor. Ne var ki basiretsiz ve insafsız gözler Allah (cc) hesabına bakamadıkları için bu harika sıfatları akılsız, şuursuz ve kör unsurlara verip mucize işleri adileştiriyorlar. Böylece cennet içinde bir cehennem yaşıyorlar.

Muntazam fiil: En harika gıda olan sütle beslemek,
Fiilden etkilenen: Yeryüzünün her yerinde bulunan hayvan ve insan yavruları,
Mükemmel Fâil: Allah (cc),
Mükemmel sıfat: Şefkat, Rahmet.

Muntazam fiil: Şifa vermek,
Fiilden etkilenen: Yeryüzündeki tüm bitkiler, hayvanlar ve insanlar,
Mükemmel Fâil: Allah (cc),
Mükemmel sıfat: Şâfi, Rahman, Rahim.

Mükemmel fiil: İhtiyaçları karşılama, doyurma, nimetlendirme,
Fiilden etkilenen: Tüm varlıklar,
Mükemmel Fâil: Allah (cc),
Mükemmel sıfatlar: Rezzak (rızık veren), Rahman, Şefkat.


Çok muhteşem sanatlı şeyler kolayca ve çabucak ortaya çıkıyor ve çok kıymetli şeyler çoklukla var oluyor


Herkes bilir ki; sanat ne kadar kıymetliyse o kadar pahalı olur. Sanatı ve işlenişi yoğun olduğu nispette de üretimi zordur ve az üretilir.

Oysa her bir hayat sahibi, mucize hükmünde makineler gibiyken kolaylıkla ve süratle icat edilip cömertçe çoklukla yaratılırlar. İnsanoğlunun bir kanadını bile icattan aciz olduğu sinekler bir yıl içinde şimdiye kadar yeryüzüne gönderilen insanlar kadar yaratılır.

Mesela bir inek, yaşamı boyunca tonlarca süt, bir ağaç tonlarca meyve verir. Bu kıymeti yüksek sanatların çoklukla yapılması ve ucuzlukla yayılması nihayetsiz kudret sahibi Allah'ın (cc) varlığını ilan eder.

“Kâinattaki suhulet-i icat (kolayca yaratma) Sâni'in vücuduna (sanatkarın varlığına) ve kudretine delildir. Vücut derecesindeki bu suhulet bin derece muhal olan kendi kendine teşekkül ile iltibasa (karıştırmaya) sebep olmuştur. Ahmaklar nihayetsiz bir kudretin delilini ademine (yokluğuna) delil yaparlar.” (RNK)



Var olan her şeyin tüm ihtiyaçları karşılanıyor. Hiçbir şey unutulmuyor, bütün istekler işitiliyor ve ihtiyaca cevap veriliyor


Kâinatta insan dâhil varlıkların hiçbiri yaşamlarının devamı için gerekli olan şeyleri yapabilecek güce ve zenginliğe sahip değiller. Her an muhtaç olduğumuz havayı, ya da onsuz yaşayamayacağımız suyu yapabilir misiniz!? Fakat tüm varlıklar bu kadar aciz ve fakir oldukları halde hepsi mutlaka ihtiyaçlarına kavuşuyor. Hem bu ihtiyaçlar öyle yüzeysel ve düzensiz bir tarzda önlerine gelmiyor. En gerekli bir zamanda ve en güzel bir şekilde karşılanıyor.

Mesela; suya muhtaç bir ağaç bulutları kendisine hizmet ettirme yetkisine ve gücüne sahip değil. Halbuki bulut ağaca hizmet için ayağına kadar geliyor. Demek ki ağacın sesini duyan ve bulutu onun hizmetine gönderen bir fâil vardır.

Var olduğundan bu yana güneşin yakıtı hiç bitmiyor. Sayısı bilinmeyecek kadar çok galaksilerin ihtiyacı olan yanma maddeleri karşılandığı gibi gözle göremeyecek kadar küçük hadsiz birçok varlığın ihtiyaçları da unutulmuyor. Milyarlarca varlıkların hiç birinin ihtiyacı yanlışlıkla diğerine verilmiyor. Hiç şaşırma yok, hiç unutma yok.


Her şey mükemmel olarak var oluyor, ilk yaratılıştaki donanım ile şimdiki donanım aynı


Her şey ilk var olduğunda da bugünkü gibi harika bir donanımdaydı. Daha ilk var oluşta binler ihtimal içinde en harika tasarım seçilmiş.

Halbuki yeryüzünde en akıllı ve en zeki varlıklar olan insanlar bile bir sanatta mükemmeli ortaya koymak için zamana muhtaçtır. Mesela otomobilin ilk icat edildiğindeki halini düşünün. Sonra bugünkü halini. Ve hala mükemmeli yakalamaya uğraşıyor insanoğlu. İlk yapılan bilgisayar ise bir apartman büyüklüğündeydi. Şimdi avucumuza sığabiliyor. En zeki ve en akıllı varlık olan insan bile her işinde ancak zamanla en iyiyi ortaya koyabiliyorsa, her biri mucize olan varlıklar nasıl kendi kendilerini yapabilecek dehayı gösterebilirler dersiniz!? Aklı olan elbet anlar ki muhteşem bir eser; ancak mükemmel bir akıl, ilim ve güçle ortaya çıkabilir.



Sonuç sebepten çok daha kıymetli ve sanatlı, kuvvetli olan zayıf olana bina edilemez


Sebebe bakıyoruz gayet adi ve aciz. Kendine takati yok ama sebep oldukları şeyler gayet sanatlı ve kıymetli. Kara topraktan rengârenk ve sulu gıdaların oluşumunu ve bir damla sudan hayat, ruh ve şuur sahibi canlıların oluşmasını düşünün! Ortaya çıkan pek çok şeyin sanatça, kıymetçe sebep olandan yüksekliği söz konusu. Fakat kuvvetli zayıf olana bina edilemez.

Demek ki sebepler cahil ve şuursuzdurlar. Sebepler sadece görünüşte birer sebep olup hakiki sebep olan Allah’ı (cc) gösterirler. 



Şuursuz varlıklar, gayet şuurlu ve yüksek maksatları olan işler ortaya koyuyorlar


Görevi olmayan hiçbir varlık yok. Fakat onlar vazifelerini bilinçli olarak yapmazlar. Mesela bulut “şurada susuz bir bölge kalmış, gidip ihtiyacını gidereyim” deme bilincine ve şefkatine elbette sahip değil. Sanki hepsi birer saat gibiler. Saat zamanı belirler ama bunu yaptığından habersizdir. Fakat onu bu gaye ve maksatla insan icat etmiştir. Dolayısıyla bir aklın ürünüdür.

İnsan ise hem kendi hem bütün kâinatın vazifesini fark edebilecek şuura sahiptir. Ondaki bu kabiliyet ise Allah'ı (cc) tanıması içindir.



Tüm varlıklar maddi-manevi harika cihazlara sahip


Yeşil ot yiyen inek, kan ve işkembe arasından bembeyaz süt çıkaran bir donanıma sahip. Rusya’da bir grup bilim adamı süt üretmek amaçlı inek yapmayı denemişler. Fakat büyük uğraşlar sonucunda yeşil ot verdikleri makineden sadece yeşil su elde etmişlerdir. Halbuki inek bir bilim adamı olmadığı halde süt yapabiliyor.

Teknolojide insanoğlu pek çok hayvan ve bitkinin harika tasarımlarını taklit etmeye çalışır. Fakat gelmiş geçmiş bütün bilim adamları bir araya gelse bir sinek kanadını yaratamayacaklardır. Çünkü küçücük bir sinek kanadında neredeyse kâinatı içine alan bir sistem vardır.

Mesela bir çıngıraklı yılanın başında öyle bir cihaz vardır ki bizim gözümüzle göremediğimiz kızıl ötesi şuaları görür. Çıngıraklı yılan 1 derece sıcaklığın binde birinden çok daha küçük ısıyı fark eder. Böylece yanına bir canlının yaklaştığını kolayca anlar. Oysa 21. asrın icatları hala hayvanlardan çok daha gerilerdedir. 



Tüm varlıklar olağanüstü işler ortaya koyuyorlar


Ağaç bir meyve fabrikası. Toprak laboratuar. Kökler ise kimyagerler ve topraktan ağaca lazım elementleri ince ölçülere uyarak alıyorlar ve yaprağa çiçeğe meyveye uygun ölçülerle dağıtıyorlar. Böyle mi diyelim yani!? Kökler kimyager mi yani!? Karşılarına çıkan taş ve toprağı eritecek asiti üretmeyi hangi kimya üniversitesinde okudular dersiniz? Siz topraktaki magnezyumun, demirin, fosfatın atomunu ayırt edebilir misiniz? Ama kökler bunu yapabiliyor. Toprağın altında görünmeyen fabrikalar, üniversiteler mi var acaba!

Yarasaların radarlara taş çıkartacak elektromanyetik ses sistemine ne dersiniz? İnsanların ancak 21. yüzyılda icat edebildiği radar sistemine yarasalar zaten sahiptir. Gönderdiği ses dalgalarının kulağına eko sistemi olarak geri dönmesiyle karşısındaki cismin hacmini, kütlesini, canlı mı cansız mı oluşunu ve arasındaki mesafeyi ölçebiliyor yarasa. Yarasanın yaratıcısı olan Allah'a (cc) iman etmeyen, yarasaya üniversitelerde bir mühendis olarak ders verdirmelidir!

Her bir varlık, kâinatın padişahı olan Allah'ın (cc) bir askeri hükmünde. Bir büyük padişaha bağlı bir asker çok kralları paşaları esir etmiştir. Mesela kâinat ordusundaki çekirdek denilen küçücük bir asker ise kâinat padişahının emriyle havayı, güneşi, toprağı ve bulutları kendine hizmet ettiriyor. Aynı kuvvetle karınca Firavun'un sarayını yıkabildiği gibi bir sinek Nemrud'u öldürebiliyor.

Çekirdek acizdir, yarasa acizdir, dağlar ve güneşler de acizdir. Onların bütün kudret, kuvvet ve zenginlikleri Allah'a (cc) asker oldukları içindir.



Kâinat bölünemez bir bütün, atomdaki ve güneş sistemindeki matematiksel kanun aynı


Her bir varlık bütün kâinattan numuneler içeriyor. Mesela kâinatta bulunan pek çok sistem ve elementler küçücük bir sinek kanadında da mevcut. Maddenin en küçük yapı taşı kabul edilen atomda ise koskoca güneş sistemindeki aynı matematiksel çekim kanunları var. Anlaşılıyor ki galaksilere hükmeden kim ise atoma da hükmeden aynı zattır. Çünkü ancak bütün kâinatı idaresi altında tutan bir kuvvet her şeyi istediği anda, istediği yerde kullanabilir.

Her şeyin hayat kanunlarında bir benzerlik var. Kâinattaki görünen bu bütünlük Allah'ın (cc) varlığını ilan ettiği gibi Allah'ın (cc) birliğine de apaçık bir delildir.

“Yaratılan her bir şey ilmi düsturlarla ve hikmet mizanlarıyla kâinattan süzülmüş ve sağılmış birer cami noktası ve mayalık bir katresi olduğundan onlardan birini icat eden zat her halde bütün kainatı icat eden aynı zattır.”



Çok basit ve tek bir maddeden çok kolay ve mükemmel sanatlar oluyor


Öyle muhteşem ki O zat (cc); her şeyden bir şey, bir şeyden her şeyi yapar. Bitkiler çamur içer, hayvanlar bitki yer, et yer, insanlar da hem et hem ot yer. Ama her şey tekrar toprağa döner.

Toprak gibi basit bir maddeden yüz binler canlıları yetiştiriyor. Tırnak kadar odun parçasına benzer çekirdekten harika çiçekler, lezzetli gıdalar yaratıyor.

Cebimden düğmeye benzer bir şey çıkarıp ondan son model bir otomobil oluşturduğumu düşünür müsünüz? Her halde daha o an dünyanın birinci harikası olurum sanırım. Çünkü bir otomobilin ortaya çıkması için en az on altı tane top sahası büyüklüğünde bir fabrika gerekiyor.

Oysa her yerde gördüğümüz ve bize sıradan gelen düğme kadar çekirdeklerden tonlarca meyve veren fabrikaların oluşması mucize değil midir!? Her şey kâinatta muhteşem. Hatta her şey o kadar olağan üstü ve mucize ki; bu hal gafil ve akılsız olanların her şeyi sıradan görmelerine sebep oluyor.


Kâinatta birlik var 


Yeryüzünün her yerinde hava bir, su bir, güneş bir ve toprak bir. Dört unsurun yaptığı işler burada da aynı dünyanın diğer ucunda da aynı. Asya kıtasında yaşanlar için de hava, su, toprak, güneş lazım Amerika kıtasında da. Burayı ısıtan güneş ile orayı ısıtan güneş aynı. Demek her yeri idare eden zat aynı.


Kâinatta muhteşem bir ahenk var ve asla israf yok


Canlılar ve yaşadıkları ortam arasında bir ahenk vardır.
 Allah havadaki dengesi için kuşa kanat, sudaki hareketlerini kolaylaştırması için balığa yüzgeç, insana ise kol vermiştir. Havada olanda kol, denizde olanda kanat görmek gibi bir uyumsuzluk hiç yoktur.

İnsan havaya muhtaç olduğu gibi bedenindeki hücreler de sudakine göre değil havadaki basınca göre ayarlanmıştır.

Ve asla israf yok. Mesela köstebek ve solucana göz verilmemiştir.Çünkü zaten onların yaşam yerleri toprağın altıdır. Göz onlara lazım değildir.

Gözü yaratan gözün görmek istediklerini bilir ve yaratır. Mideyi yaratan zat mideye uygun olanı bilir ve ona göre yaratır. Öyle ki “Bunun burada ne anlamı var, bu burada fazla ya da eksik?” diyebileceğimiz abes ve uyumsuz hiçbir şey yoktur.


Tüm kâinat aynı amaç uğrunda birbiriyle dayanışma ve yardımlaşma içinde


Bütün varlıklar yaptıkları işleri birbirlerinden aldıkları destek ve yardımla yaparlar. Sadece bir bedendeki hücre ve azalardaki yardımlaşma ve dayanışmayı düşünmek bile insanın aklına sığışmıyor. Çünkü tek bir insanda 100 trilyon hücre var. Şayet bu kadar hücre geçinemezse insanın hayatı devam edemez. İşte! Allah'ın öyle muhteşem kanunları var ki, böyle muazzam bir topluluğu harika bir şekilde idare ediyor.

Bir misal daha: Humuslu toprak çama zararlıdır. Oysa yaprakların dökülmesiyle ormandaki toprak humuslu oluyor. Şu durumda çam kısa zamanda kuruyacaktır. Fakat çam köklerinde meydana gelen mantarlar imdada yetişir. Bu mantarlar adeta bir süzgeç görevi yaparlar. Humustan kendileri istifade eder ama çama suyu gönderirler. Bunun karşılığında ise çam ağacında hazır gıda ile geçinir giderler.

İnsan ruhunun, bütün cesedine bir münasebeti olup bütün hücre ve azaları birbirine yardım ettirmesi ve hepsinden haberdar olması gibi Cenab-ı Hakk muhteşem kanunlarıyla kâinatı birbirine yardımcı ve musahhar kılmıştır.


Her insan farklı bir yüze sahip


Kar taneleri asla birbirinin aynı değiller. Allah (cc) yarattığı hiçbir insanın simasını ve parmak izini aynı yaratmıyor. Bu da diğer deliller gibi Allah'ın muhteşem bir mucizesidir. Çünkü bir sanatkâr yaptığı eserlerinin birbirine benzememesini istiyorsa eserlerinin kesinlikle hepsini tanıması ve hatırlaması gerekir ki benzeri ya da aynısı ortaya çıkmasın. Buna ise Allah’dan başka hiç kimsenin gücü yetemez.


Yeryüzü, üzerinde yaşayan varlıklara en uygun bir şekilde tasarlanmış


Dünya, akıcı bir madde kalmadı. Donup taş olmadı. Öyle oldu ki bitkiler, hayvanlar ve insanlara en münasip bir hal aldı. Çeşitli faydalar ve hikmetler göstererek üzerindeki tüm varlıkların ihtiyaçlarına cevap verecek şekle girdi.

Mesela dağlar yerküreyi hareket ve vazifesinden şaşırtmaz. Toprağı denizin istilasından kurtarır. Hayat sahipleri için hazinedir. Havayı zararlı gazlardan temizler, suları biriktirir, madenlere kaynaktır.

Böylece şu yeryüzündeki süslenmiş bahçeler, çaylar, ırmaklar, dağ ve tepeler ayrı ayrı canlıların mescitleri tüm mahlukat ise sacitleri hükmüne geldi.

"Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur." (Ra’d, 28)

İnsanın hissiyatı Allah'ın (cc) varlığına ve birliğine delildir. Çünkü insan ibadet edecek bir rab ister. Güçsüzlüğünü, takatsizliğini, hayat yükünün ağırlığını, maddi ve manevi baskılarla olaylara güç yetirememesini anladıkça şefkatli, merhametli, niyetsiz bir güç sahibi Allah'ı (cc) arar. İnsan en çok Allah'ın (cc) varlığını vicdanı ve bu hisleri ile anlar. Çünkü var olmayan bir şeyin içimizde doğması imkânsızdır.

İnsanın arzuları dünyadan ebede doğru uzanır. İnsanın kalbinden geçirdiği en ince isteklerini duyup ona ebedi cenneti hazırlayan ise dünya ve ahirete hükmeden bir Zat (cc) olmalıdır.


Netice-i Kelam:

Kâinattaki her bir zerre Allah'ın (cc) varlığına ve birliğine delildir.

Bununla beraber her bir peygamber ve her bir veli zat da Allah'ın (cc) varlığına ve birliğine delildir. Çünkü hepsi “Allah (cc) ve ahiret var" demişlerdir. Mükemmel bir ahlak, zekâvet, akıl ve şahsiyetle ortaya çıkmış yüz binler peygamber ve yüz milyonlar velilerin davalarını çürütmek için onların her birini yok kabul etmek gerekir. Bu ise bir hezeyandır.

Dahası var. “Yok” diyebilmek için on dört asırdır taklit edilememiş ve her harfiyle “Allah (cc) vardır ve birdir” diyen Kurân’ı ve Kur’ân için yazılan üç yüz elli bin tefsiri de çürütmek gerekecektir.

Yani inkar edenlerin epey işi var farkındaysanız. Bunları da yapamayacakları için yok saymaları daima hezeyandan ibaret kalacaktır.

Daha işleri de yok değil. İnkar etmek için aklı yok saymak, insanı ve kâinatı yok kabul etmek gerekecektir ki: “O yoksa hiç bir şey yok, O varsa her şey vardır.