7 Temmuz 2013 Pazar

Tevekkül Araştırmanın Amacı Ve Sınırları Tevekkül İhtiyacı Tevekkül Nasıl Olmalıdır ? Tevekkül Konusunda Dikkat Edilmesi Gereken Tevekkülle İlgili Bazı Âyetler Tevekkülle İlgili Bazı Hadisler Mehmet Âkif Ersoy`un Tevekkülle İlgili Bazı Mısrâları Tevekkül Hakkında Söylenmiş Bazı Sözler

Tevekkül
Bu sayfada 1999 yılında yapmış olduğum "Tevekkül" konulu bir araştırmamı bulacaksınız.
Bu araştırmada, Rab olarak Allah-ü Teâlâ`dan, Peygamber olarak Hz. Muhammed Aleyhisselam`dan, din olarak da İslâm`dan razı olmuş insanlar olan Müslümanlar`ın en büyük tesellî, güven, mutluluk ve başarı kaynaklarından birisi olan "Tevekkül" inancı incelenecek; konu ile ilgili bazı âyet, hadis ve âlimlerin sözleri ortaya konacak; bu konudaki yanlış anlayışlara dikkat çekilip, bunların düzeltilmesine ve tam anlamıyla Tevekkül`ün nasıl olması gerektiğinin anlaşılmasına çalışılacaktır.

İÇİNDEKİLER (Konu Başlıklarına Tıklayarak İlgili Bölüme Gidebilirsiniz)
  • Giriş
  • Bölüm I
  • Bölüm II
  • BÖLÜM III
  • BÖLÜM IV
  • BÖLÜM V
  • BÖLÜM VI
  • Dipnotlar
  • Bibliyografya


  • GİRİŞ
    Araştırmanın Amacı ve Sınırları
    Allah-ü Teâlâ (c.c.), Yüce Kitabımız Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."1
    Dünyaya gönderiliş sebepleri âyet-i kerîmede bu şekilde belirtilen insanlardan bazıları bu görevlerinin bilincinde olarak Müslüman olmuş; bazıları da -bilerek veya bilmeyerek- başka yollara sapıp değişik inanışlar ve isimler altında, âyette belirtilen kulluk görevlerini ihmal etmişlerdir.
    Bu araştırmamızda, Rab olarak Allah-ü Teâlâ`dan, Peygamber olarak Hz. Muhammed Aleyhisselam`dan, din olarak da İslâm`dan razı olmuş insanlar olan Müslümanlar`ın en büyük tesellî, güven, mutluluk ve başarı kaynaklarından birisi olan "Tevekkül" inancı incelenecek; konu ile ilgili bazı âyet, hadis ve âlimlerin sözleri ortaya konacak; bu konudaki yanlış anlayışlara dikkat çekilip, bunların düzeltilmesine ve tam anlamıyla Tevekkül`ün nasıl olması gerektiğinin anlaşılmasına çalışılacaktır.
    Gayret bizden, başarı Allah`tandır...

    BÖLÜM I
    Tevekkülün Tanımı
    Arapça`dan dilimize geçmiş olan tevekkül kelimesinin sözlük anlamı: "Vekil kılmak, başkasına havâle etmek."2 şeklindedir. Tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelen "vekîl" kelimesi; kişinin kendi işini gördürmek üzere yetki verdiği insan anlamına gelir. Avukat da bir vekildir. "Müvekkil" vekil edinen, "tevkîl" ise vekil kılma, vekil edinme demektir. Aynı kökten olan "ittikâl" biraz da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanmayı anlatır. Tevekkülde, kelimenin Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metod ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifade eder.3
    Tevekkülün ıstılâhî anlamı ise: "Kişinin, şartlarını yerine getirerek, işlerini Allah-ü Teâlâ`ya bırakması bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O`na güvenmesi; kalbin, her işte Allah`a îtimat etmesi, güvenmesidir."4
    "Tevekkül, dine veya dünyaya ait herhangi bir hususta, insan olarak bizim alabileceğimiz bütün tedbirler alındıktan, konu ile ilgili tüm girişimler yapıldıktan sonra, o işin neticesinin Allah`a bırakılmasıdır."5
    "Tevekkül, insanın kendine yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra işin sonucunu Allah`a bırakması, O`nun yaratacağı neticeyi güven ve rızâ ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti içerisinde olmaması; kısaca Allah`a güvenip, âkibetinden endişe etmemesidir."6
    "Tevekkül, kalbin Allah`a tam îtimat ve güveni, hatta başka güç kaynakları düşünmekten rahatsızlık duyması mânâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve îtimat olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalp kapıları Allah`tan başkasına açık kaldığı sürece de hakîkî tevekküle ulaşılmaz."7
    Konumuzla İlgisi Bakımından Allah`ın İsimlerinden EL-VEKÎL  İsm-i Şerîfinin Mânâsı
    Kur`an-ı Kerîm ve hadislerden öğrendiğimiz Allah-ü Teâlâ`nın mübârek isimleri (Esmâ'ul Hüsna) bizim O`nu daha iyi tanımamıza yardımcı olurlar. Bu sebeple burada, konumuzla alâkalı bulduğum bazı ism-i şeriflerin mânâlarını vermeyi uygun buldum. Aslında çoğu ismi şerîf hakkında biraz düşündüğümüzde tevekkül kavramıyla alâkasını kurabiliriz ama, ben dikkatleri biraz bu tarafa yöneltebilmek için en açık şekilde ilgili görebildiklerimi buraya aldım.
    El-Vekîl ism-i şerîfi, Arapçadaki kelime yapısı bakımından tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Kur`ân`da ondan fazla yerde geçmekte olup 8 mânâsı: "İşlerini gerektiği şekilde kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temîn eden."9şeklindedir. Âyette şu şekilde geçmektedir: "...Allah`a tevekkül et; vekîl olarak Allah yeter." (Nisâ 4/81, Ahzâb 33/3)
    Kendisine iş ısmarlanan kişiye vekil denir. Bilindiği gibi vekil yapılacak kişinin, vekil olacağı iş hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olması, o işi yapmaya gücü yetmesi, kendisini vekil edenin her bakımdan güvenine layık olması gerekir. Şu halde tevekkül, emin ve kuvvetli bir vekile güvenerek, işlerini ona bırakmaktır.
    Allah-ü Teâlâ, kendisine yoluyla tevekkül edenlerin işlerini en iyi bir neticeye ulaştırır. Gerçi O`na hiçbir şey vâcip değildir, hiçbir şeyi yapmaya veya yapmamaya mecbur değildir, irâdesi çerçevelenemez, isterse yapar; istemezse O`na bir işi zorla yaptıracak yoktur. Fakat O`nun râzı olacağı şekilde işler kendisine bırakılırsa, hayırlı ve kârlı olanı yapar; âdeti ve hikmeti budur.
    Gerçek vekil ancak Allah-ü Teâlâ`dır. Çünkü her işi bütün sırlarıyla bilen ve her zorluğu açan yalnız O`dur.10

    Konumuzla İlgisi Bulunan Diğer İsm-i Şeriflerin Mânâları
    El-Veliyy: İyi kullarının, inananların dost ve yardımcısı anlamındadır. Kur`an`da bu anlamda, veliyy ve mevlâ şeklinde geçmektedir.11Bir âyette şöyle buyurulmaktadır:
    "...Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah`a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır ne güzel yardımcıdır." (Hac 22/78)
    El-Hasîb: Bu isim iki mânâya gelmektedir: 1- Kullarına yeten; 2- Kullarını hesaba çeken. Konumuzla ilgili olan ilk mânâdır. Bu ismi şu âyette görebiliriz:12 "Bir kısım insanlar mü`minlere: ``Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!'' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve: ``Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!'' dediler." (Âl-i İmrân 3/173)

    - Allah`ın doksan dokuz ismi dışındaki isimlerinden13 konumuzla âlâkalı olanların anlamları:El-Kâfî: Allah kendisine inanan, kendisine bağlanan ve kendisine güvenip dayananlara kâfî gelir, onlara yeter. Usûl ve kâidelerine uyularak kendisine bırakılan işleri, hayırlı ve kul için en güzel ve faydalı sonuca ulaştırır. İnsan için Allah`tan daha güzel ve sağlam bir dayanak ve vekil olamaz.14
    Bir âyette şu şekilde geçmektedir: "Allah kuluna kâfî değil mi?..." (Zümer 39/36)
    El-Vâfî: Kâfî, yeten, sözünün eri; va`dini mutlak yerine getiren anlamına gelir.
    En-Nasîr: Yardım eden, teyid ve takviye eden anlamındadır. Bir âyette şu şekilde geçer: "...Bilin ki Allah sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır."
    (Enfâl 8/40)
    Hayru`n Nâsırîn: Yardım edenlerin en hayırlısı anlamına gelmektedir. Âyette şöyle geçmektedir: "...Sizin yardımcınız Allah`tır ve O yardım edenlerin en hayırlısıdır." (Al-i İmran 3/150)
    El-Müste`ân: Yardım kendisinden istenen anlamındadır. Âyette: "...Bizim Rabbimiz Rahmân`dır. Sizin anlattıklarınıza karşı yardımı umulandır." şeklinde geçer. (Enbiyâ 21/112)

    BÖLÜM II
    Tevekkül İhtiyacı
    Bir insanın gerek şahsıyla ilgili konularda, gerek aile işlerini idârede; çocukların terbiyesinde, sağlık konularında; bir tüccarsa ticârî ilişkilerinde veya bir memursa resmî işleri etrafında, kısacası hangi meslektense ona göre iş ve gücünün hergün çeşitlenen pürüzleri karşısında, kâr-zarar düşünülerek, işler ne kadar hesaplı tutulursa tutulsun, yine de insanın karşısına hiç hesapta olmayan şeylerin çıktığı görülür. Alınan tedbirler, yapılan istişâreler hatır ve hâyâle gelmedik nice sebepler yüzünden hükümsüz kalabilir. Yerden, gökten beklenmedik nice âfetler; insan gücünün, fen kudretinin önleyemeyeceği nice engeller belirir veya insanlarla olan ilişkilerimizde bizim düşündüğümüzün dışında, umulmadık gelişmeler meydana gelir ve böylece bütün hesaplar alt üst olabilir, bütün hayaller suya düşebilir.
    İşte bu sebeplerden dolayı, isteklerimize ulaşmak için elimizden gelen bütün gayreti sarfederek çalışıp çabaladıktan sonra, ilerisi için telaş ve heyecana kapılmayarak, bütün sebepleri emir ve fermânı altında tutan Allah-ü Teâlâ`ya tevekkül etmek gerekir.
    Burada tevekkülün mânâsı, sarf ettiğimiz bu gayretlerin mahsûl vermesi, boşa gitmemesi için Allah`tan başarı ve yardım dilemek ve ancak O`na güvenmektir. Bu ise maddî kuvvetten sonra manevî kuvveti de kazanmayı istemektir. Şu halde tevekkül, mânevî bir yardım isteme anlamına gelir ki, her işte her Müslümanın buna ihtiyâcı vardır.
    Tevekkül, görevlerini yerine getirdikten sonra duyulan bir iç huzur, itmi`nân, ve güven olayıdır. Tamamen materyalist ve pozitivist bir bakışla dahî tevekkülün bulunması birşey kaybettirmeyeceği gibi; bulunmaması durumunda moral ve psikolojik açıdan bir kayıp söz konusudur. Tevekkül eden kişi "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır."15 kuralı karşısında aklî ve bedenî görevini yapacak, bundan öte Allah vekîlimdir deyip işini O`na havâle ederek, sonuç ne olursa olsun ona rızâ duygusuyla, bir de iç yorgunluk yaşamayacaktır. Tevekkül etmeyenin de maddî olarak fazladan yapacağı birşey yoktur. Hatta maddî vesîleleri bir emir telakkî etmediğinden, belki de sebeplere daha az sarılacaktır. Sonra da telaşlı, sıkıntılı bir bekleyişe girecek ve umduğu sonucu alamayınca da dövünecek, üzülecek, dayanacak bir teselli kaynağı bulamayacak, sinirleri gerginleşecek; sonuçta bunalıma girecektir.16
    Tevekkül denilen mânânın bir gönülde yer tutması, sahibi için dünyanın en zengin hazinelerine sahip olmaktan daha kıymetlidir. Çünkü bir insan için gönlünün rahatlığı ve huzuru en büyük nimetlerdendir. Maddî, mânevî kazançlar, âfiyet ve huzur içinde gönül rahatlığına bağlıdır.
    Fikir selâmetini, gönül huzurunu öldüren başlıca sebepler şunlardır: Gereğinden fazla hırs, istek, rekâbet gibi insana huzur ve rahat nedir bildirmeyen haller; iflâs edersem, vereme yakalanırsam, işimden atılırsam gibi kendi kendine zihinde kurulan mânâsız korku ve endişeler; başa gelen felâket ve musîbetlerin giderilemeyen ıztırapları.17
    Kendisinde bu haller bulunan insanlar, hayatlarında dünyalarına ve âhiretlerine yarar bir şeye sahip olamazlar, vesveselidirler, hiçbir iş beceremezler; ürkektirler, hiçbir işe girişemezler. Bunların günleri ah, vah ile; vesvese ve evhamla geçer gider. Bu hallerini bir takım maddî imkânlarla da gidermek mümkün olmaz.
    Ancak gönlüne, Allah`a tevekkülü hakkıyla yerleştirebilmiş bir Müslüman asla böyle değildir; o, her zaman mutlu ve çok rahattır. Çünkü o, kendine düşeni yaptıktan sonra bilir ki sonsuz rahmet sahibi Allah-ü Teâlâ sevdiği kulunu, kulun kendisini düşündüğünden daha fazla düşünür ve korur.
    Demek ki gönüllerde kuvvetli bir tevekkülün, hem de gerçek mânâsıyla bir tevekkülün yer tutmuş olması lazımdır. Bir Müslümanın işini yoluna koyduktan sonra ötesini Allah`a havâle edip de O`na güvenmesi ve O`nun en iyisini, en güzelini, en doğrusunu, en hayırlısını nasîb edeceğine inanması, kalp için çok büyük bir kuvvettir. Günümüz insanının ve özellikle de günümüz Müslümanının bu inanca ve bu kuvvete çok fazla ihtiyacı vardır.

    Tevekkül Nasıl Olmalıdır?
    Çalışmanın ve sebeplere yapışmanın ihmâli tembellik demek olduğuna göre, tevekkül ile tembellik arasında bir zıtlık vardır. İslâm dînînde tevekkül vâcib, tembellik haramdır.
    "Tevekkül demek, görevin îfâsını Allah`a havâle etmek değildir; emri ve kararı Allah`a bırakmaktır. Allah`ın emrini canla başla yerine getirmeye çalışmaktır. Kısacası tevekkül, "tefvîz-i vazife" (görevi havâle) değil; "tefvîz-i emr" (kararı havâle)dir. Birçokları bu konuda gaflete düşerek tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanırlar. Yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah`a havâle edip, emir ve komuta mercii olarak kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış, namaz, oruç, zekat, cihad vs. gibi görevleri Allah-ü Teâla ona emredip yaptırmayacakmış da (hâşâ) onun yerine Allah yapacakmış gibi bâtıl bir zihniyet taşırlar. İsrâiloğullarının vaktiyle Hz. Musa`ya: "Git, sen ve Rabbin ikiniz savaşınız, işte biz burada oturup duracağız." (Maide 5/24) dedikleri gibi demek isterler. Bu ise Allah`a tevekkül ve îtimat değil; O`nun emrine güvensizliktir, tevekkülsüzlüktür ve Allah korusun küfürdür. "Allah hakkında o çok yanıltıcı (şeytan) sizi yanılgıya düşürmesin." (Lokman 31/33) âyetinde de uyarıldığı gibi, bu olsa olsa şeytan yanıltmasıdır. İyi bilinmelidir ki, tevekkülün belirtisi emre gönül vermek ile vazife sevgisidir."18
    Başta da belirttiğimiz gibi tevekkül kelimesinin anlamında Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metod ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifade eder. "...Bir kere azmettin mi artık Allah`a tevekkül et."19 âyeti buna açıkca işaret eder. Allah`ın sözleri arasında çelişki olmayacağına göre tevekkülün, hiçbir iş yapmadan Allah`tan birşey beklemekle ilişkisi olamaz. Allah kuluna çeşitli ibâdetler yüklemiş, çalışmasını, ilim öğrenmesini, rızkını aramasın, düşmanlarına karşı güç hazırlamasını, bilmediğini bilene sormasını, işlerinde istişâre etmesini, kendisine yakarmasını, duâ etmesini, âdil olmasını, yani herşeyi en uygun yerine koymasını, bunun için metot ve yöntem bilmesini emretmektedir. Diğer yönden kendisine tevekkül etmesini istemekte ve tevekkül edenleri sevdiğini söylemektedir. Demek ki tevekkül, bütün bu emirleri yerine getirdikten sonra duyulan huzur ve güvendir.20

    Tevekkül Konusunda Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar
    1- Tembellik etmemek: Bir maksadın ele geçmesi için, insanlarca ötedenberi bilinen ve başvurulan sebepler, tedbirler ve çareler ne ise, onları tatbik etmek vâciptir. Çünkü Allah-ü Teâlâ bu âlemde herşeyin, her hâdisenin meydana gelmesini birtakım sebeplerin ve çârelerin uygulanmasına bağlamıştır. Buna "tesbîb hikmeti" denir. Yâni birşeyin yaratılması, bir isteğin verilmesi, onunla ilgili sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçekleşir diye Allah, bir düzen koymuştur. O`nun âdeti hep bu şekilde devam etmektedir. Allah`ın âdetinde de değişiklik olmayacağından; olumlu veya olumsuz, istediğini bulmak için, insanın sebeplere dikkat etmesi, kendine düşeni yerine getirmesi gerekmektedir.
    Sebeplere sarılmadan Allah`a güvenmeye tevekkül değil, "ittikâl" denebilir. Kelime, Arapçadaki mânâsı itibariyle pasifliği anlatır ve bu, yerilen bir durumdur. Onun için Resûlullah (s.a.v.) "Lâilâhe illallâh diyen herkes Cennet`e girecektir." deyince Hz. Ömer (r.a.): "Ey Allah`ın Resûlu, bunu halka söylemeyelim; ittikâl ederler." demişti ki; sebeplere sarılmadan ve Allah`ın diğer emirlerini yerine getirmeden Cennet`e girmeyi ümit ederler demektir. Bu konuyu belki de en güzel açıklayan Resûlullah Efendimizdir. "Devemi bırakıp tevekkül edeyim." diyene "Bağla da öyle tevekkül et." buyurmuşlardır.21
    Elmalılı M. Hamdi Yazır, Bakara Suresi 60. ayetin tefsirinde sebeplerin önemi hakkında şahsen benim çok anlamlı bulduğum bir tesbit yapmaktadır. Ayet-i Kerîme şöyledir: "Hani bir zamanlar Musa kavmi için su istemişti, biz de: "Asânla taşa vur!" demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı..." Elmalılı Merhum burada şunları söylüyor: "Hz. Musa, susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenab-ı Hak`tan su diliyor, yağmur duasına çıkıyor. Cenab-ı Allah da bu duayı kabul ile istenilenden daha büyük harikulade bir nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları`nın on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor ve bununla yüce varlığına ve ilâhî inâyetine açık bir belge bahşediyor. Öylesine bahşediyor ki, duanın arkasından fiilî bir teşebbüsün lüzumunu emrediyor, "asân ile taşa vur!" diyor. Demek ki, o sırada Hz Musa, farzedelim bu ilahi emre derhal uymayıp da "asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?" gibi aklî ve indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı, bu nimet teclli etmeyecekti, dualar ve yapılan araştırmalar belki de boşa çıkacaktı. O halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük nimetin o sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kâdir olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir manevî sebeple bir maddî sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Esasen manevi sebep olan dua, maddî sebebin ilhamına da vesile oluyor. İlham olunan maddi sebebin teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor. Böylece hidayet bürhanı tamamıyla tecellî ediyor... Hakikaten Allah, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır ve sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyla kavrayamaz... Hak Teâlâ`nın nimetlerinin tecellisi her zaman böyle manevi sebeplerle maddî sebeplerin birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ`ya yürekten ve ihlas ile dua etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duanın en büyük semeresinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve Rahmânî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır.22
    Sebeplere sarılmakla ilgili olarak İmam Gazâlî de şöyle demiştir: "İnsanı zarardan koruyan sebepler arasında tesiri kesin olan veya tesir ihtimâli yüksek olan sebepleri bırakmak tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin diye evin kapısını kilitlemek, tehlikeli yerde silah taşımak, düşmandan sakınmak tevekküle mani değildir."23
    Sebepleri ihmâl etmek, üzerine düşen görevi yapmamak kısacası tembellik etmek, bir bakıma Allah`ın koyduğu tesbîb hikmetini görmemezlikten gelmekle beraber, göz göre göre kendisini câhilliğin, hastalığın, fakirliğin dişleri arasına atmak demektir ki, bunların hepsi de dînen haramdır.
    Eğer kişi, bu bahsettiğimiz şekilde sebeplere önem verir, üzerine düşeni yaparsa; bir isteğinin gerçekleşebilmesi için elinde mevcut bütün kuvvet ve araçlar ile Allah`a yönelmiş olur ki, bu durum elbette daha ciddî, daha samîmî ve daha kıymetlidir.
    2- Sebeplerin gerçek kıymetini bilmek: Bunların kıymeti, Allah`a karşı birer dilek vâsıtası olmaktan ibârettir. Aslen tesir Allah`tandır. Yâni sebepler, İlâhî tesirin meydana gelmesi için, birer yol olmak üzere yine Allah tarafından bize öğretilmiş, düzenlenmiştir. Kendisinden ancak o yollarla yardım istemek gerekir. Fakat maksadın meydan gelmesini, -bir Müslüman olarak- sebeplerden değil, onları yaratıp bize bildiren Allah-ü Teâlâ`dan beklemek gerekir. Çünkü herşeyin yaratıcısı ve yönlendireni O`dur. Bu durumla ilgili olarak bazı âlimler derler ki: "Bir iş için çalıştık, çabaladık; artık o ister istemez olacak demeyin. Tesiri Allah`tan bekleyin; biz istedik, Allah da müsade ederse olur deyin."24
    Elmalılı M. Hamdi Yazır da sebeplerin kıymeti hakkında şöyle demektedir: "...Her durumda Allah emrini yerine getirir. Murâdını muhakkak yapar, hiçbir işinden geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği gibi yürütür. Kendisine tevekkül edilse de edilmese de yürütür. Nihâyet herşeyin sonu gelir. Dünyada acı da geçer tatlı da geçer; sıkıntı da geçer, refah da geçer. Ecel gelince, takdir edilen ölüm, dakika geçirmeksizin pençesini takar, âkibet gelir çatar. İyiler iyiliği ile, kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır. Ancak, Allah`a tevekkül de, O`nun emridir. Tevekkül edenin murâdı da, Allah`ın irâde ve rızasına teslim olmaktan ibâret olursa, Allah da onun mükâfâtını büyütür. Hakîkat şudur ki; Allah herşey için bir ölçü takdir etmiştir, bir sınır ve miktar tahsis etmiştir ki, o şeyi ona göre yürütür. O sınır ve miktardan ileri geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki herşey hakkında geçerlidir. Ve herşeyin hükmü, kıymeti Allah`ın ona tahsis ettiği ölçü ile uygunluk arzetmektedir. Gerçekte birşeyi bilmek de onu, o ölçü ve sınırıyla seçmek demektir. Bu cihetle sebeplerin bir dereceye kadar kıymet ve îtibarı yok değilse de, bunlar, zatî (aslî) değil, değişken ve sınırlıdır. Tesir ve hüküm sebebin değil, Allah`ındır. Asıl ilim ve kudretine itibâr edilecek; işler, hüküm ve irâdesine havâle edilecek hâkim, sebepler değil, sebepleri yaratan Allah`tır. Herşey geçer, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen kaderi biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle Allah kalır. Hem Allah takdir buyurmamışsa hiçbir şey diğerine tesirini gösteremez. Takdir buyurmuş ise, Allah`tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş, Allah`ın yak dediğini kendi miktarınca dediği kadar yakabilir. Rızık da Allah`ın doyur dediğini kendi miktarınca dediği kadar doyurabilir. Demek ki sebeplere îtimat sonlu, Allah`a îtimat sonsuzdur. O halde kuvvet ve kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil, Allah`a dayanmaktadır. Tevekkül de, gururla kendini sayıp koyuvermek değil, Allah`ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazîfesine önem vermek, takvâ sahibi olmak, kusurunu îtirâf ile berâber, Allah`ın kudretine îtimat edip netice hakkında telaşa düşmeksizin, O`nun irâdesine teslim olmaktır."
    25
    Seyyid Kutub da sebepler konusunda şöyle demektedir: "...Allah`ın değişmez kâinat kanunu sebep ve netice düzeniyle yürüyor. Ancak neticeyi meydana getiren yalnız sebepler değildir. Asıl etki eden, fâil-i mutlak olan Allah-ü Zülcelâl`dir. Allah, kendi takdiri ve istemesi ile sebep ve netîce düzenini sağlıyor. O yüzden Allah, insandan çalışıp çabalamasını, üzerine düşen vazifeleri îfâ etmesini istiyor. İnsan bu vazifeleri îfâ ettiği kadar, Allah netîceleri düzenleyip tahakkuk ettiriyor. Böylece sebep ve netice Allah`ın isteği ve takdirâtı ile ilgili olarak uzuyor. Yalnız O`dur ki, istediği zaman, istediği şekilde neticelerin meydana gelmesine izin verir. İşte bu şekilde Müslüman`ın düşüncesiyle çalışması arasındaki birlik sağlanıyor. Müslüman gücünün yettiği kadar çalışıp çabalar. Fakat bu çalışmanın sonucunu Allah`ın takdirine ve isteğine bırakır. Ona göre sebep ve netice arasında mutlak kat`iyyet yoktur. O, hiçbir şeyde Allah`a kat`iyyet yüklemez."26
    3- Her hususta Allah`tan başka hiçbir şeye güvenmemek: Nice insanlar vardır ki, ellerindeki servete, sahip oldukları mevkîye, büyük insanlarla olan yakınlıklarına veya yüksek tahsil görmüş oğluna veya kızına güvenmektedir. Onların varlığı gönlünü doldurmuş, yarına emniyetle bakıyor, Allah-ü Teâlâ`dan gaflet halindedir. Her teşebbüsünü bu kuvvetlerle başaracağına inanmıştır. Halbuki bütün bunlar ve sahip olduğu herşey, bir anda yok olabilir. O zaman yalnız bunlara dayanan insanın hâli ne olur...27 Müslüman ise böyle değildir; o, nelere sahip olduğunun farkında olup, şükrünü îfâ edecek, bunları akıllıca kullanacak; fakat her zaman yalnız Allah`a güvenecektir.

    BÖLÜM III
    Bu bölümde, yaptığım araştırma sonucu tevekkül ile ilgili olarak Kur`ân-ı Kerîm`de tesbit edebildiğim âyetler, tevekkül ile ilgili kısımlarına dikkat çekilerek verilecektir. Ayrıca âyetler, içerisinde geçen tevekkül ile ilgili kelimeye göre tasnif edilecektir.

    Tevekkülle İlgili Âyetler
    - İlgili kelimenin, Arapçası "tevekkel()"; Türkçe anlamı "tevekkül et, güven, dayan" şeklinde olmak üzere emir fiil durumunda geldiği âyetler:"O vakit Allah`tan bir rahmet ile onlara (mü`minlere) yumuşak davrandın. Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah`a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever. (Âl-i İmrân 3/159)
    "(Münâfıklar) "Başüstüne" derler, ama yanından ayrılınca onlardan bir kısmı, senin dediğinden başkasını gizlice kurar. Allah da onların gizlice kurduklarını yazar. Sen onlara aldırma ve Allah`a dayan; sana vekil olarak Allah yeter." (Nisâ 4/81)
    "Eğer onlar (düşmanlar) barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah`a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir." (Enfâl 8/61)
    "Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah`a aittir. Her iş ona döndürülür. Öyle ise O`na kulluk et ve O`na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gâfil değildir." (Hûd 11/123)
    "Ölümsüz ve daima diri Allah`a güvenip dayan. O`nu hamd ile tesbîh et. Kullarının günahlarını onun bilmesi yeter." (Furkân 25/58)
    "Sen, O mutlak gâlip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan." (Şuarâ 26/217)
    "Rabbin şüphesiz, onlar (inkârcılar) arasında hükmünü verecektir. O, mutlak gâliptir, herşeyi bilendir. O halde sen Allah`a güvenip dayan. Çünkü sen apaçık hakîkat üzeresin." (Neml 27/78,79)
    "Allah`a güven. Vekil olarak Allah yeter." (Ahzâb 33/3)
    "Kâfirlere ve münâfıklara boyun eyme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah`a güvenip dayan. Vekîl ve destek olarak Allah yeter." (Ahzâb 33/48)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "tevekkelûv()"; Türkçe anlamı "tevekkül edin, güvenin, dayanın" şeklinde olmak üzere emir fiil durumunda geldiği âyetler:(Musa Aleyhisselâm`ın kavminde) "Korkanların içinden Allah`ın kendilerine lütufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer mü`minler iseniz ancak Allah`a güvenin." (Mâide 5/23)
    "Musa da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Siz gerçekten Allah`a iman ettinizse ve onun birliğine ihlâs ile teslim olmuş Müslimlerseniz, artık Allah`a tevekkül edin. Onlar da dediler ki: Biz ancak Allah`a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Bizi, o zâlim kavmin fitnesine düşürme. Ve bizi, rahmetinle o kâfir kavimden kurtar." (Yûnus 10/84, 85, 86)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "yetevekkel()"; Türkçe anlamı "1- tevekkül etsin, güvensin, dayansın; 2- tevekkül ederse, güvenirse, dayanırsa; 3- tevekkül eder, dayanır, güvenir" şeklinde olmak üzere istek, şart veya geniş zaman mânâsını ifade ederek geldiği âyetler:1.Anlam
    "O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların yardımcısı idi. Mü`minler, yalnız Allah`a dayanıp güvensinler." (Âl-i İmrân 3/122)
    "Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü`minler ancak Allah`a güvenip dayansınlar." (Âl-i İmrân 3/160)
    "Ey iman edenler! Allah`ın size olan nimetini unutmayın; hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah`tan korkun ve Mü`minler yalnızca Allah`a güvensinler." (Mâide 5/11)
    "De ki: Allah`ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için mü`minler yalnızca Allah`a dayanıp güvensinler." (Tevbe 9/51)
    "Sonra (Yakup Aleyhisselâm) şöyle dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah`tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah`tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O`na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O`na dayansınlar." (Yûsuf 12/67)
    (Nuh, Âd, Semûd ve onlardan sonraki kavimlerin) "Peygamberleri onlara dediler ki: Evet, biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat Allah nîmetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah`ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Mü`minler ancak Allah`a dayansınlar. Hem bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah`a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah`a tevekkülde sebât etsinler." (İbrahim 14/11,12)
    "Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı, düşmanlığı ve Peygamber`e karşı gelmeyi fısıldamayın. İyilik ve takvâyı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah`tan korkun. Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah`ın izni olmadıkça, mü`minlere hiçbir zarar veremez. Mü`minler Allah`a dayanıp güvensinler." (Mücâdele 58/9,10)
    "Allah; O`ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Mü`minler yalnız Allah`a dayanıp güvensinler." (Teğâbün 64/13)
    2.Anlam
    "O zaman münâfıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, (sizin için): Bunları dinleri aldatmış diyorlardı. Halbuki kim Allah`a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak gâliptir, hikmet sahibidir." (Enfâl 8/49)
    "...Kim Allah`tan korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah`a güvenirse Allah, ona yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah herşey için bir ölçü koymuştur." (Talâk 65/ 2,3)
    3.Anlam
    "Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan, elbette Allah`tır derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah`ı bırakıp da taptıklarınız O`nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O`nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O`na güvenip dayanırlar." (Zümer 39/38)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "tevekkeltu ()"; Türkçe anlamı "tevekkül ettim, güvendim, dayandım" şeklinde olmak üzere geçmiş zaman durumunda geldiği âyetler:"(Ey Muhammed)! Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O`ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O`na güvenip dayandım. O, yüce Arş`ın sahibidir." (Tevbe 9/129)
    "Onlara Nuh`un haberini oku. Hani o kavmine gelmişti ki: Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah`ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldi ise, ben yalnız Allah`a dayanıp güvendim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin." (Yunus 10/71)
    (Hûd Aleyhisselâm dedi ki:) "Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah`a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır." (Hûd 11/56)
    (Şuayb Aleyhisselâm) "Dedi ki: Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delîlim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah`ın yardımı iledir. Yalnız O`na dayandım ve yalnız O`na döneceğim." (Hûd 11/88)
    "Sonra (Yakup Aleyhisselâm) şöyle dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah`tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam.
    Hüküm Allah`tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O`na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O`na dayansınlar." (Yûsuf 12/67)
    "(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahmân`ı inkâr ediyorlar. De ki: O benim Rabbimdir. O`ndan başka ilah yoktur. Sadece O`na tevekkül ettim ve dönüş sadece O`nadır." (Ra`d 13/30)
    "Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah`a mahsustur. İşte bu Allah, benim Rabbimdir. O`na dayandım ve O`na yönelirim." (Şûrâ 42/10)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "tevekkelnâ ()"; Türkçe anlamı "tevekkül ettik, güvendik, dayandık" şeklinde olmak üzere geçmiş zaman durumunda geldiği âyetler:(Şuayb Aleyhisselâm dedi ki:) "Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dîninize dönersek Allah`a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemiş başka, yoksa o (dîne) dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah`a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (A`raf 7/89)
    "Musa da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Siz gerçekten Allah`a iman ettinizse ve onun birliğine ihlâs ile teslim olmuş Müslimlerseniz, artık Allah`a tevekkül edin. Onlar da dediler ki: Biz ancak Allah`a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Bizi, o zâlim kavmin fitnesine düşürme. Ve bizi, rahmetinle o kâfir kavimden kurtar." (Yûnus 10/84, 85, 86)
    "İbrahim`de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah`ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah`a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. Şu kadar var ki İbrahim babasına: Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah`tan sana gelecek herhangi birşeyi önlemeye gücüm yetmez demişti. (O mü`minler şöyle dediler): Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır." (Mümtehine 60/4)
    "De ki: (sizi imana davet ettiğimiz) O (Allah) çok esirgeyicidir; biz O`na iman etmiş ve sırf O`na güvenip dayanmışızdır. Siz kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında öğreneceksiniz!" (Mülk 67/29)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "netevekkelu ; Türkçe anlamı "tevekkül ederiz, güveniriz, dayanırız" şeklinde olmak üzere şimdiki ve geniş zaman durumunda geldiği âyet:(Nuh, Âd, Semûd ve onlardan sonraki kavimlerin) "Peygamberleri onlara dediler ki: Evet, biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat Allah nîmetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah`ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Mü`minler ancak Allah`a dayansınlar. Hem, bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah`a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah`a tevekkülde sebât etsinler." (İbrahim 14/11,12)
    - İlgili kelimenin, Arapçası "yetevekkelûvn ()"; Türkçe anlamı "tevekkül ederler, güvenirler, dayanırlar" şeklinde geniş zaman durumuna geldiği âyetler:"Mü`minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah`ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnızca Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir." (Enfâl 8/2)
    "(O muhacirler), (müşriklerin eziyetlerine) sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir." (Nahl 16/42)
    "Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur." (Nahl 16/99)
    "Onlar, (müşriklerin eziyetlerine) sabreden kimselerdir ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler." (Ankebût 29/59)
    "Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir. Allah`ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir." (Şûrâ 42/36)

    BÖLÜM IV
    Tevekkülle İlgili Bazı Hadisler
    Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah`ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kuvvetli mü`min, Allah katında zayıf mü`minden daha hayırlı, (daha üstün) ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah`dan yardım dile ve asla acz gösterme. Başına birşey gelirse, ``Eğer (keşke) şöyle yapsaydım, şöyle olurdu!'' diye hayıflanıp durma. ``Allah`ın takdiri bu. O, ne dilerse yapar.'' de. Çünkü "eğer (keşke)" kelimesi, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar."28

    İbni Abbas (r.a.), Resûlullah`ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "Bana (geçmiş) bütün ümmetler arzolunup gösterildi. Bir peygamber gördüm ki yanında (kendisine iman etmiş ancak) yedi sekiz kişi vardı. Bir (başka) peygamber gördüm onun da yanında bir iki adam vardı. Öyle bir peygamber de gördüm ki beraberinde tek bir kişi dahi yoktu. Derken uzaktan bana büyük bir karaltı gösterildi. Onları benim ümmetim sandım. Bana: "Bu, Musa Peygamber ile kavmidir. Sen ufka bak." denildi. Ufka bakınca büyük bir kalabalık gördüm. Bana: "Şimdi de öteki ufka bak." denildi. Orada da müthiş bir kalabalık vardı. "Bu senin ümmetindir. Onların arasında yetmiş bin kişi var ki hesapsız, azapsız Cennet`e gireceklerdir." denildi.
    (Râvî der ki) Resûl-ü Ekrem (bu hitâbesinden) sonra kalktı evine girdi. Bunun üzerine (orada bulunan) cemaat, hesapsız ve azapsız Cennet`e girecek olan bu kişiler(in vasıfları) hakkında konuşmaya başladılar. Bazıları: "Onlar Resûlullah`ın ashâbı olsa gerek." dediler. Kimileri de: "Herhalde onlar İslâm devrinde doğmuş, Allah`a şirk koşmamış olanlardır." dediler ve (daha pekçok) ihtimaller ileri sürdüler. (Bu münâzarayı duyan Resûlullah) hemen onların yanına çıktı ve: "Ne hakkında dalmış konuşuyorsunuz?" diye sordu. Onlar da (münâzara mevzusunu) söylediler. Bunun üzerine Resûlullah: "Onlar büyü yapmayanlar, yaptırmayanlar; birşeyi uğursuz sayma fiilini yapmayanlar ve yalnıca Allah`a güvenenlerdir." buyurdu... (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)29

    İbn-i Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Resûlullah buyurdu ki: "Ya Rab! Yalnız senin hükmüne teslim oldum, yalnız sana iman ettim, yalnız sana tevekkül ettim, yalnız sana döndüm, yalnız senin için mücadeleye girdim. Ya Rab! Dalâlete düşmekten izzetine sığınırım, senden başka ilâh yok. Sen ölümsüz daimâ diri olansın. Oysa cinler ve insanlar ölümlüdür." (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)30

    İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman "Hasbunallahu ve ni`mel vekîl (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.)" dedi. Muhammed (s.av.) de onu söyledi. Şöyle ki: (Kendisine) "İnsanlar size karşı ordular hazırladılar, o halde onlardan korkun." dedikleri zaman, bu (söz) onların imanını artırdı ve: "Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir." dediler. (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)
    İbni Abbas (r.a.), gelen bir diğer rivâyete göre şöyle demiştir: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman son sözü "Allah bana yeter. O, ne güzel vekildir." olmuştur.31

    Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah`ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Cennet`e bir takım kavimler girer ki, bunların gönülleri (rızıklarını aramada Allah`a tevekkül etmiş) kuşların gönülleri gibidir." (Yani tevekkül sahibidirler.) (Müslim rivâyet etmiştir.)32

    Ömer (r.a.) demiştir ki: Resûlullah`ın şöyle dediğini işittim: "Eğer siz Allah`a nasıl tevekkül etmek lazımsa öyle tevekkül etseniz; açlıktan karınları çekilmiş olduğu halde sabahleyin yuvalarından çıkan ve akşamları karınları doymuş olarak yuvalarına dönen kuşlara rızık verdiği gibi hiç şüphesiz size de rızık verirdi." (Tirmizî rivâyet etmiş ve hadis hasendir demiştir.)33

    Ebû Umâre el-Berâ b. Azib (r.a.) şöyle demiştir: Resûlullah buyurdu ki: "Ey filanca, yatağına girdiğinde: ``Allah`ım kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana yönelttim, işimi sana bıraktım, senden ümitvâr olarak, azabından korkarak sırtımı sana dayadım. Senden sığınacak ve korunacak yer yine sanadır. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere iman ettim.'' de. Eğer o gece ölürsen iman üzere ölürsün. Eğer sabaha çıkarsan hayra ulaşırsın." (Buharî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)34

    Ebû Bekir (r.a.) şöyle demiştir: "Biz (Hicret esnasında) mağarada iken, başımız ucunda (bizi arayan) müşriklerin ayaklarına baktım da Resûlullah`a: ``Ey Allah`ın Resulu, birisi ayaklarına bakacak olsa muhakkak bizi görür.'' dedim. Bunun üzerine Resûlullah: ``Ey Ebû Bekir, üçüncüleri Allah olan iki kimse hakkında zannın (endişen) ne?'' buyurdu. (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)35

    Ümmü Seleme (r.a.)` dan rivâyet edilmiştir: Resûlullah evinden çıkarken şöyle derdi: "Bismillah. Allah`a tevekkül ettim. Allah`ım! Sapmaktan, saptırılmaktan; (senin yolundan) kaymaktan, kaydırılmaktan; zulüm yapmaktan, zulme uğramaktan; saygısızlık etmekten, bana karşı saygısızlık edilmesinden sana sığınırım." (Ebû Dâvud ve Tirmîzî rivâyet etmiştir.)36

    Halid`in oğulları Habbe ve Sevâ (r.a.) anlatıyor: Resûlullah birşey tamir etmekte iken yanına girdik. O işte kendisine yardım ettik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık konusunda umutsuzluğa düşmeyin. Zîrâ insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır."37

    Amr Bin As (r.a.) anlatıyor: Resûlullah buyurdu ki: "Şüphesiz her vâdide Âdemoğlunun kalbinden bir parça bulunur (yani kalp herşeye karşı bir ilgi duyar). Öyleyse kimin kalbi bütün parçalara ilgi duyarsa, Allah onun hangi vâdide helâk olacağına hiç aldırmaz. Kim de Allah`a tevekkül ederse, kalbinin herşeye (ilgi kurarak dağılmasını önlemek için) Allah ona yeter.38

    Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kim insanların en şereflisi olmak isterse Allah`tan korksun. Kim insanların en güçlüsü olmak isterse Allah`a tevekkül etsin. Kim de insanların en zengini olmak isterse, kendi elindekinden çok Allah`ın nezdindekine bel bağlasın."39

    Diğer bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Birşey istediğin zaman yalnız Allah`tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah`tan dile. Şunu iyi bil ki bütün yaratılmışlar elbirliği ile sana bir menfaat bahşetmek isteseler, Allah`ın sana yazdığından daha fazlasını bağışlayamazlar. Yine yaratılmışların tümü elbirliği ile sana bir zarar vermek isteseler, Allah`ın sana takdir ettiğinden fazlasını yapamazlar."40

    Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Ey Ebû Hureyre! Allah`tan başka hiçbir şeye ümit bağlama. Allah`a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allah-ü Teâlâ Hazretleri`nden iste. Allah-ü Teâlâ`nın âdet-i ilâhiyyesi (işi, kânunu) şöyledir ki; herşeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allah-ü Teâlâ`nın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir."41

    BÖLÜM V
    Tevekkül Hakkında Söylenmiş Bazı Sözler
    ...Sen yalnızca Allah`a ibâdet et. O`na kulluk eyle ve ona tevekkül eyle. Her işte emir ve kumandayı, yetkiyi O`na verip, O`na güvenip, O`nun emirlerine uygun hareket eyle! Yani, ibadetsiz ve amelsiz kuru kuruya tevekkülün de faydası yoktur. Sen kulluğunu yap, O`nun emrini yerine getir ve öyle tevekkül eyle. (Elmalılı M. Hamdi Yazır)42

    Tevekkül, bazı cahillerin zannettiği gibi insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsa idi, (...Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah`a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever. (Âl-i İmrân 3/159) âyetinde belirtilen) müşâvere emri tevekküle mâni olurdu. Tevekkül, insanın esbâb-ı zâhireye riâyet etmesi, ve lâkin kalbini onlara bağlamayıp, Hak Teâlâ`nın ismetine dayanması demektir. (İmam Fahruddin Râzî)43

    Hakîkî mânâda tevekkül; Allah`tan başkasından korkmamak, O`ndan başkasına güvenmemektir. (Fudayl Bin İyaz)

    Tevekkül, olan şey ile yetinmek, olmayan şeye razı olmaktır. (Muhammed Bin Hafîf)

    Üç haslet evliyâ sıfatıdır: Allah`a tevekkül etmek, Allah`tan başkasına niyazda bulunmamak, kanaat eylemek. (Yahya Bin Muaz)44

    Sebeplere yapışmak, tevekküle mânî değildir. Bilakis sebeplere yapışmak, sebepleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. (Ahmed Fârukî)

    Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur. (S. Abdulhakîm Arvâsî)

    Tevekkülün alâmeti üçtür: Kimseden birşey istememek (dilenmemek), verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmek. (Sehl Bin Abdullah)

    Allah-ü Teâlâ`ya tevekkül ettim diyen kimsenin, Cenâb-ı Hakk`ın, kendisi hakkındaki muamelesine, yani takdir ettiği şeylere de râzı olması lazımdır. Aksi takdirde yalan söylemiş olur. (Bişr-i Hâfî)45

    Bil ki tevekkülün mahalli kalptir. Zâhire göre hareket etmek kalpteki tevekküle zıt değildir. Yeter ki kul, güvenin Allah`a olacağını bilsin. Birşey zorlaşırsa bu O`nun takdiriyledir; eğer kolaylaşırsa bu da O`nun kolaylaştırmasıyladır. (Ebu`l Kâsım el-Kuşeyrî)

    Tevekkül, kişinin kendisini Allah`ın dilediği şekle bırakmasıdır. (Sehl Bin Abdullah)

    Tevekkül, Allah`a güvenle birlikte O`nunla iktifâ etmektir. (Ebû Osman el-Cebrî)46

    Tevekkelin (tevekküllünün) gemisi batmaz (eşeğini kurt yemez). (Atasözü)47

    Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader,
    Hakk`a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder. (Enderûnî Vâsıf)

    Hakk şerleri hayreyler
    Zannetme ki gayreyler
    Ârif ânı seyreyler
    Mevlâ görelim neyler
    Neylerse güzel eyler
    Sen Hakk`a tevekkül kıl
    Tefvîz et ve rahat bul
    Sabreyle ve râzı ol
    Mevlâ görelim neyler
    Neylerse güzel eyler (Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri)48

    Kime şekvâ edeyim âh-ı sehergâhımdan
    Kime feryâd edeyim tâli-i bedbâhımdan
    Mâidi-zâre safâ bahşeder elbet bir gün
    Kesmem ümmîdimi ben Hazret-i Allah`ımdan (Maide Hasibe Hanım)49

    Mehmet Âkif Ersoy`un Tevekkülle İlgili Bazı Mısrâları
    Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,
    Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri!
    O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
    Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
    "Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
    Belânı istedin Allah da verdi... Doğrusu bu.
    Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
    Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
    "Çalış!" dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
    Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun,
    Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
    Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!

    Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
    Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
    Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
    Birer birer oku tekmîl edince defterini;
    Bütün o işleri Rabbim görür; Vazîfesidir...
    Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
    Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
    Hudâ vekîl-i umûrun değil mi keyfine bak!
    Onun hazîne-i in`âmı kendi veznendir!
    Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!
    Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
    Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
    Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
    Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
    Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
    "Yetiş!" de, kendisi gelsin, ya Hızr`ı göndersin!
    Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
    Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
    Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;
    Çoluk çocuk O`na âid; Lalan, bacın, dadın O;
    Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
    Alış seninse de, mes`ûl olan verişten, O;
    Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;
    Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;
    Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
    Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.

    Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
    Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!
    Hudâ`yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
    Utanmadan da tevekkül diyor bu cür`ete... Ha?!
    Yehûd Üzeyr`e, Nasârâ Mesîh`e ibnu`l-lâh
    Demekle unsur-i tevhîd olur giderse tebâh;
    Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı îmâna?
    Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdân`a?
    Kimin hesâbına inmiş, düşünmüyor, Kur`ân...
    Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhâtab olan!
    Bütün evâmire i`lân-ı harb eden şu sefîh,
    Mükellefiyyeti Allah`a eyliyor tevcîh!

    Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin;
    Nasıl günâhına girmez tevekkülün, kaderin?
    Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,
    Muvaffakiyyete imkân bulur musun acaba?
    Hamâkatin aşıyor hadd-i i`tidâli, yeter!
    Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!
    "Kader" senin dediğin yolda Şer`a bühtandır;
    Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrandır.
    Kader ferâiz-i îmâna dâhil... Âmennâ...
    Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma`nâ.
    Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,
    Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a`yânda.
    Niçin, nasıl geliyormuş... O büsbütün meçhûl;
    Biz ihtiyârımız sûretindeniz mes`ûl.
    Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh;
    Senin vazîfen itâ`at ne emrederse İlâh.
    O, sokmak istediğin, şekle girmesiyle kader;
    Bütün evâmiri Şer`in olur bir anda heder!
    Neden ya, Hazret-i Hakk`ın Resûl-i Muhterem`i,
    Bu bahsi men` ediyor mü`mînine, boş yere mi?
    (...)
    Tevekkülün, hele, ma`nâsı hiç de öyle değil.
    Yazık ki: Beyni örümcekli bir yığın câhil,
    Nihâyet oynayarak dîne en rezîl oyunu,
    Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hâle onu!
    (...)
    Tevvekkül öyle yaman bir şiâr-ı îmandı,
    Ki kahramân-ı fezâil denilse şâyandı.
    Yazık ki: Rûhuna zerk ettiler de meskeneti;
    Cüzâma döndü, harâb etti gitti memleketi!
    Tevekkül olmasa kalmaz fazîletin nâmı...
    Getir hayâline bir kerre Sadr-ı İslâm`ı:
    O bî-nihâye füyûzun yarım asırlık bir
    Zamân içinde tecellîsi hangi sâyededir?
    (...)
    Nedir bu hârikanın sırrı? Hep tevekküldür;
    Ki i`timâd-ı zaferden gelen tahammüldür.
    Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refîk;
    Durur mu şevkıne pervâne olmadan tevfîk?
    Cenâb-ı Hak ne diyor bak, Resûl-i Ekrem`ine:
    "Bütün serâiri kalbin ihâta etse, yine,
    Danış sahâbene dünyâya âid işler için;
    Rahîm ol onlara... Sen, çünkü, rûh-i rahmetsin.
    Hatâ ederseler aldırma, afvet, ihsân et;
    Sonunda hepsi için iltimâs-ı gufrân et.
    Verip karârı da azm eyledin mi... Durmıyarak,
    Cenâb-ı Hakk`a tevekkül edip yol almaya bak."

    Demek ki: Azme sarılmak gerek mebâdîde;
    Yanında bir de tevekkül o azmi te`yîde.
    Hülâsa, azm ile me`mûr olursa Peygamber;
    Senin hesâbına artık, düşün de bul, ne düşer!
    Şerîat`in ikidir en muazzam erkânı;
    Kimin ki öyle müzebzeb değildir îmânı;
    Ayırmaz onları, bir addedip tevessül eder...
    Açıkça söyliyeyim: Azm eder, tevekkül eder.
    Ne din kalır, ne de dünyâ, bu anlaşılmazsa...
    Hem anlayın bunu artık, hem anlatın nâsa...
    (...)
    Ömer, tevekkülü elbet bilirdi bizden iyi...
    Ne yaptı "Biz mütevekkilleriz" diyen kümeyi.
    Dağıttı, kamçıya kuvvet, "Gidin, ekin!" diyerek.
    Demek: Tevekkül eden, önce mutlakâ ekecek;
    Demek: Tevekküle pek sığmıyormuş, anladın a,
    Sinek düşer gibi düşmek şunun bunun kabına.50
    --- *** *** *** ---
    O îmân kuvvet ihzâriyle emretmişti... Lâkin, biz
    Tevekkelnâ deyip yattık da kaldık böyle en âciz!
    O îman, farz-ı kat`îdir diyor tahsîli irfânın...
    Ne câhil kavmiyiz biz müslümanlar, şimdi, dünyânın!51
    --- *** *** *** ---
    Allah`a dayan, sa`ye sarıl, hikmete râm ol...
    Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.52
    --- *** *** *** ---
    "Allah`a dayandım!" diye sen çıkma yataktan...
    Mâ`nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
    Ecdâdını zannetme asırlarca uyurdu;
    Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
    Üç kıt`ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
    Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
    Âlemde tevekkül demek olsaydı "atâlet",
    Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
    Çoktan kürenin meş`al-i tevhîdi sönerdi;
    Kur`ân duramaz, nezd-i İlâhî`ye dönerdi.53

    BÖLÜM VI
    Sonuç
    Bu araştırmamızın sonucunda açıkça anladık ki; tevekkül meselesinde en tehlikeli durum, tevekkülü yanlış anlayarak tembelliğe düşmek, vazifesini yerine getirmemek ve bunun sonucunda da başarsızlığa uğramaktır.
    İlk emri "Oku!" olan İslâm Dininin mensupları olarak, biz Müslümanların en önemli görevlerinden biri, hangi meslekten olursak olalım çalışmak, bize düşen görevi en güzel şekilde yerine getirmek; bütün bunların sonucunda da büyük bir gönül huzuruyla Allah-ü Teâlâ`ya güvenmek, O`na tevekkül etmektir. Tabiri caizse, tembellik bizim kitabımızda yer almamalı; en çok korkmamız, en uzak kalmamız gereken bir vasıf olmalıdır. Öyle ki Peygamber Efendimiz: "Ümmetim adına en çok korktuğum şey göbek iriliği, uyku düşkünlüğü ve tembelliktir." buyurmak sûretiyle, tembelliğin bizler için ne büyük bir tehlike olduğuna işaret etmiştir.
    III. Bölümde sıraladığımız âyetleri incelediğimizde, Allah`a tevekkül ettiğini belirten Peygamberlerin ve mü`minlerin, o sözleri söylerken bir mücadele, çalışma, gayret içinde olduklarını görüyoruz. Hiçbiri oturdukları yerden, yorulmadan, belli bir zorluğa katlanmadan bu sözleri söylemiyorlar. İşte bu da bize gösteriyor ki; ancak çalışan Müslümanın tevekkül etmeye, "Allah`a güvendim!" demeye hakkı vardır. Tembel ise, tevekkül ettiğini söylese bile ancak kendini kandırıyordur ve sonu hüsrân olacaktır.
    IV. Bölümde gördüğümüz hadisler ve V. Bölümde incelediğimiz sözler de bu durumu doğrular niteliktedir. Mehmet Âkif Ersoy`un şiddetle karşı çıktığı, yerden yere vurduğu tevekkül ve mütevekkil kavramı da işte bu tembel kişilerin sahte tevekkülleridir.
    Bana göre tevekkül meselesinde diğer bir önemli husus da dünya hayatının Müslüman için bir imtihan yeri olduğunun unutulmaması gerektiğidir. Çünkü bazı durumlarda insan bütün çabasını sarfetse de, elinden geleni yapsa da İlâhî Takdir bazı hikmetler sebebiyle buna izin vermediği için başarılı olamayabilir, isteği gerçekleşmeyebilir. İşte burada tevekkülün diğer yönü ortaya çıkar: En umutsuz gibi görünen durumlarda bile Allah`a olan güveni kaybetmemek.
    Allah-ü Teâlâ herşeyin teferruatını en ince ayrıntısına kadar bilir. Belki bizim istediğimiz, gerçekleşmesi için çalıştığımız bir şey aslında bizim zararımıza; buna karşılık istemediğimiz bir şey ise aslında yararımızadır. Sonsuz rahmeti sebebiyle Allah-ü Teâlâ da sevdiği kullarını, o kulların kendilerini düşündüğünden daha çok düşüneceğine; onlara kendilerine acıdıklarından daha çok acıyacağına göre Müslümanlar olarak bizlerin -hem dînî, hem dünyevî görevlerimizi yaptığımız müddetçe- hiçbir şeyden dolayı tasalanmamıza gerek yoktur. -İnşâallah- sonuçta mutluluk bizim olacaktır.
    Bir amacımıza, isteğimize ulaşamadıysak Vekîlimiz olan Allah-ü Teâlâ bize olan sevgisiden dolayı, o istediğimiz şeyden her bakımdan bize daha hayırlısını nasîb edecektir.
    Bu görüşümü çeşitli âyetlere dayandırmaktayım. Ben bu konuda Kehf Sûresinde çok büyük bir müjde görüyorum. Kur`ân-ı Kerîm Allah`ın kelâmı olduğuna göre ve biz Müslümanlar da bunu şeksiz şüphesiz kabul ettiğimize göre, bu âyetler bizim için gerçekten büyük mutluluk kaynağıdır. Bu âyetlerde Allah-ü Teâlâ bizlere gayb hazinesinden birkaç sırrı açıklamaktadır. Sadece bu sırları anlamak bile bizlere çok şey kazandırır. Şöyle ki Kehf Sûresi 60. ilâ 82. âyetler arasında Hz Musa Aleyhisselâm`ın, Hızır Aleyhisselâm olduğu rivâyet edilen Allah`ın kendisine katından bir rahmet ve ilim verdiği birisiyle olan yolculuğu anlatılır. Olaylar şöyle gelişmektedir: Hızır Aleyhisselâm, önce Hz. Musa`ya kendisiyle yolculuk etmeye sabrının yetmeyeceğini söylerse de; Hz. Musa sabredebileceğini belirtir. Bunun üzerine kendisi anlatmadan önce Hızır Aleyhisselâm`a hiçbir şey sormamak şartıyla yolculuğa başlarlar. Bu yolculuk sırasında Hızır Aleyhisselâm Allah`ın emriyle önce bir gemiyi deler; sonra bir erkek çocuğu öldürür; ardından da kendilerine yemek vermeyecek kadar cimri bir köy halkının yıkılmak üzere olan duvarını para almadan tamir eder. Bu işlerin hikmetini bilmeyen Hz. Musa Aleyhisselâm, onun bu yaptıklarını garipser, sözünü unutarak her olayda soru sorar ve nihâyetinde berâber yolculuk edemeyeceklerini anlayarak ayrılmaya karar verirler. Ayrılmadan evvel Hızır Aleyhisselâm, Allah`ın emriyle yaptığı bu işlerin hikmetini Hz. Musa`ya şöyle açıklar: "(Deldiğim) gemi varya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mü`min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin. Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin istedi ki o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur." (Kehf 18/79...82)
    İşte bu büyük sırlar bana göre, biz Müslümanlar için büyük müjdedir. Bu âyetleri şöyle bir düşünürsek şunları görebiliriz: Gemileri delinen o fakir kimseler aslında Allah`ın kendilerine olan rahmeti, acıması sebebiyle gemilerini kaybetmekten kurtulmuşlardır. Belki de onlar başta bu kazaya üzülüp, telâşlanmışlar; ama sonuçta arkadan gelen kötü kralın varllığını öğrenince bu kazaya uğradıklarına sevinmişler; belki de Allah`a şükretmişlerdir. Çocuklarını kaybeden o mü`min anne baba belki önce buna çok üzülmüşler ama bir süre sonra ondan daha iyi bir çocuğa kavuşmuşlardır. (Hatta Elmalılı Hamdi Yazır`ın bu âyetin tefsirinde belirttiği bir rivâyete göre bu anne-babanın o çocuktan sonra bir kızları olmuş ve bu kız da bir peygamber annesi olmuş ve o peygamberin eliyle ümmetlerden bir ümmet hidâyete ermiştir.) Bu anne-baba sonraki çocuğun ölenden daha hayırlı olup olmadığını belki anlamışlar belki anlamamışlardır ama Allah-ü Teâlâ onları geniş rahmeti sebebiyle bu çocuk sebebiyle düşecekleri sıkıntılardan kurtarmıştır. Belki onlar da, birgün gelip bu yeni çocuğun kendileri için daha hayırlı olduğunu anlamışlar ve Allah`a şükretmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur ki; bu insanlar evlatlarını kaybediyorlar. Evlat acısı ise insanların kabul ettiği en büyük acılardan, üzüntülerden birisi. Demek ki bu kadar büyük üzüntülerin bile arkasında yine Allah`ın rahmeti sebebiyle Müslüman için nice gizli hayırlar ve sevinçler bulunabiliyor. İşte bu da yukarıda tevekkülün diğer yönü diye ortaya koyduğum fikri destekliyor: "En umutsuz gibi görünen durumlarda bile Allah`a olan güveni kaybetmemek."
    Dünya, Müslüman için bir imtihan yeri olduğundan dolayı unutulmaması gereken diğer bir nokta da; herşeyin sonucunun sadece bu dünyada alınmadığıdır. Biz Müslümanlar, âhiret inancına da sahibizdir ve zaten dünyada da âhiret için -o ebedî hayat için- çalışırız. O halde, belki de yaşadığımız büyük bir üzüntü, yorgunluk veya sıkıntıya göstereceğimiz sabır; Allah katında derecemizin yükselmesine, öbür dünyada büyük mükâfatlar kazanmamıza sebep olacaktır. Bu fikrimde de dayanağım şu âyettir: "...Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zayî etmeyiz. Âhiret mükâfâtı ise, iman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için daha hayırlıdır." (Yusuf 12/56,57)

    Araştırmamız burada sona eriyor. Eksiklik ve hatalarımızdan dolayı Allah-ü Teâlâ`dan bağışlanma dileyerek, konumuzu bitiriyoruz...

    "...Kim Allah`tan (emirlerine uymak; yasaklarından kaçınmak sûretiyle) korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah`a güvenirse Allah, ona yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah herşey için bir ölçü koymuştur." (Talâk 65/2,3)" Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan, elbette Allah`tır derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah`ı bırakıp da taptıklarınız O`nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O`nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O`na güvenip dayanırlar." (Zümer 39/38)



    Dipnotlar
    1- Zâriyât Sûresi 51/56.
    2- Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yayıncılık, 1996, s.1072.
    3- Faruk Beşer, Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Nûn Yayıncılık, İstanbul 1994, s. 225.
    4- Dînî Terimler Sözlüğü, İhlâs Yayıncılık, c. II, s.263.
    5- İsmet Kızılca, Allah`ın Mübârek İsimleri, c. II, s.136.
    6- Faruk Beşer, a.g.e., s. 225.
    7- İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, Akçağ Yayıncılık, c. XVII, s.596.
    8- Kur`ân-ı Kerîm`de Vekîl ism-i şerîfi için şu ayetlere bakılabilir: Âl-i İmrân 3/173; Nisâ 4/8,132,171; En`âm 6/102; Hûd 11/12; Yusuf 12/66; İsrâ 17/2,65; Kasas 28/28; Ahzâb 33/3,48; Zümer 39/62; Müzzemmil 73/9.
    9- A. Osman Tatlısu, Esmâü`l Hüsnâ Şerhi, Seha Neşriyat, 1993, s.147.
    10- A. Osman Tatlısu, a.g.e., s.148.
    11- Veliyy ism-i şerîfi için şu âyetlere bakılabilir: Âl-i İmrân 3/122; Mâide 5/55; A`raf 7/155; Sebe` 34/41; En`âm 6/127. Mevlâ ism-i şerîfi için de şu âyetlere bakılabilir: Bakara 2/286; Âl-i İmrân 3/150; En`âm 6/62; Yunus 10/30; Enfâl 8/40; Tevbe 9/51; Hac 22/78; Muhammed 47/11; Tahrîm 66/2,4.
    12- Hasîb ism-i şerîfi için ayrıca şu âyetlere bakılabilir: Âl-i İmrân 3/173; Enfâl 8/62,64; Tevbe 9/59,129; Zümer 39/38; Talâk 65/3.
    13- Bkz. İsmet Kızılca, a.g.e.
    14- İsmet Kızılca, a.g.e., s.134.
    15- Necm 53/39.
    16- Faruk Beşer, a.g.e., s. 226.
    17- A. Osman Tatlısu, a.g.e., s.149.
    18- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur`ân Dili, Azim Dağıtım, 1992, c. IV, s.362.
    19- Âl-i İmrân 3/159.
    20- Faruk Beşer, a.g.e., s. 225.
    21- Faruk Beşer, a.g.e., s. 226.
    22- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., c. I, Bakara Sûresi âyet 60`ın tefsiri, s.307,308.
    23- İsmail Özcan, Özlü Sözler, Erkam Yayınları, İstanbul 1992, s.119.
    24- A. Osman Tatlısu, a.g.e., s.151.
    25- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., c. VIII, Talâk Sûresi âyet 3`ün tefsiri, s.27,28.
    26- Seyyid Kutub, Fî Zilâl`il Kur`ân, Çev. E.Emin Saraç, İ.Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa., Akit Gazetesi, 1996, c.II, Âl-i İmrân Sûresi ayet 159`un tefsiri, s.506.
    27- A. Osman Tatlısu, a.g.e., s.151.
    28- Hadisin Yeri: Müslim, Kader 34. Tercüme: İsmail L. Çakan, Hadislerle Gerçekler, Erkam Yayınları, İstanbul 1990, s.231.
    29- İmam Muhyiddin-i Nevevî, Riyazü`s Sâlihîn, Çev. Sıtkı Gülle, Akit, 1995, s.87,88, Hadis no:74.
    30- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.88, Hadis no:75.
    31- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.88,89, Hadis no:76.
    32- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.89, Hadis no:77.
    33- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.91, Hadis no:79.
    34- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.92, Hadis no:80.
    35- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.93, Hadis no:81.
    36- İmam Muhyiddin-i Nevevî, a.g.e., s.93, Hadis no:82.
    37- İbrahim Canan, a.g.e., c. XVII, s.595, Hadis no:1281.
    38- İbrahim Canan, a.g.e., c. XVII, s.595, Hadis no:1282.
    39- İsmail Özcan, a.g.e., s.118.
    40- İsmail Özcan, a.g.e., s.118.
    41- Dînî Terimler Sözlüğü, İhlâs Yayıncılık, c. II, s.263. (Orada belirtilen kaynak: Ey Oğul İlmihali).
    42- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., c. V, Hûd Sûresi âyet 123`ün tefsiri, s.26.
    43- Fahruddin Râzî, Mefâtîhu`l Gayb, c. IX, s.69,70.
    44- Son üç söz: İsmail Özcan, a.g.e., s.118.
    45- Son dört söz: Dînî Terimler Sözlüğü, İhlâs Yayıncılık, c. II, s.263.
    46- Son üç söz: İbrahim Canan, a.g.e., c. XI, s.96.
    47- Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1984, c. I, atasözü no:1908, s.363.
    48- Son iki şiir: İbrahim Canan, a.g.e., c.XVII, s.599.
    49- Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, "Maide Hasibe Hanım" maddesi, s.122.
    50- Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Neşre Hazırlayan: M.Ertuğrul Düzdağ, Gonca Yayınevi, İstanbul 1989, Dördüncü Kitap, "Fâtih Kürsüsünde", s. 233...240.
    51- Mehmet Âkif Ersoy, a.g.e., Beşinci Kitap "Hâtırâlar", s.280.
    52- Mehmet Âkif Ersoy, a.g.e., Yedinci Kitap "Gölgeler", "Yeis Yok" isimli şiirden, s. 428.
    53- Mehmet Âkif Ersoy, a.g.e., Yedinci Kitap "Gölgeler", "Azimden Sonra Tevekkül" isimli şiirden, s. 430.


    Bibliyografya
    - Kur`ân-ı Kerîm...
    - Kur`ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Türkiye Diyânet Vakfı, Ankara 1993.
    - Kur`ân-ı Kerîm ve İzahlı Meâl-i Âlisi, Ali Fikri Yavuz, Sönmez Neşriyat, 1984.
    - Aksoy Ömer Asım, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1984.
    - Beşer Faruk, Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Nûn Yayıncılık, İstanbul 1994.
    - Canan İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, Akçağ Yayıncılık.
    - Çakan İsmail Lütfi, Hadislerle Gerçekler, Erkam Yayınları, İstanbul 1990.
    - Dînî Terimler Sözlüğü, İhlâs Yayıncılık.
    - Doğan Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yayıncılık, 1996.
    - Elmalılı Muhammed Hamdİ Yazır, Hak Dîni Kur`ân Dili, Azim Dağıtım, 1992.
    - İmam MuhyiddÎn-i Nevevî, Riyazü`s Sâlihîn, Çev. Sıtkı Gülle, Akit Gazetesi, 1995.
    - Kızılca İsmet, Allah`ın Mübârek İsimleri.
    - Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Neşre Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Gonca Yayınevi, İstanbul 1989.
    - Özcan İsmail, Özlü Sözler, Erkam Yayınları, İstanbul 1992.
    - Seyyid Kutub, Fî Zilâl`il Kur`ân,Çev. E.Emin Saraç, İ.Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa.,Akit Gazetesi,1996.
    - Tatlısu A. Osman, Esmâü`l Hüsnâ Şerhi, Seha Neşriyat, 1993.
    Kaynak: İBRAHİM


    ORUCU NASIL TUTMALIYIZ?

    ORUCU NASIL TUTMALIYIZ?

    Oruç, kelime anlamiyla bir seyden uzaklasmak, bir seye karsi kendini tutmak demektir. Dinî anlamda ise oruç, tutmaya ehil olan kimselerin niyet ederek ikinci fecirden itibaren günesin batisina kadar orucu bozan seylerden korunmalidir. Yani oruç, belli bir süreyle yeme, içme ve cinsel isteklerden uzak durmaktir.

    Oruç, Bakara suresinin 183. ayet-i kerimesi mucibince mazereti olmayan her erkek ve kadin Müslümana farzdir. Herkesin bu ayda farz olan orucu tutmasi sarttir. Çünkü, Cenab-i Hak, yeryüzünü essiz nimetleriyle bir sofra haline getirmistir. Sayilmayacak kadar çok nimetlerini dizmesiyle bize, Rahman ve Rahim oldugunu gösterdigi gibi, milyarlarca hücremizin gida ihtiyaçlarini da teker teker zamaninda ulastirmakla Rububiyetini (Her seyin Rabbi oldugunu) de ifade etmistir. Böyle bir Rububiyete Ubudiyetle (kulluk) karsilik vermek gerekmez mi? Elbette gerekir. Iste ramazan ayinda oruç tutan Müslümanlar birdenbire muntazam bir ordu hükmüne geçerler. Bilhassa aksama dogru Cenab-i Hakk’in ziyafetine davet edilmis bir sekilde “Buyurunuz.” emrini bekliyorlar gibi bir “kulluk” tavri gösteriyorlar. Böylece, o sefkatli, hasmetli ve genis Rahmaniyete karsi, büyük ve intizamli bir sekilde kulluk vazifesini yerine getirmis olarak karsilik vermis olurlar. Acaba kendini insan kabul eden bir varlik, böyle bir serefli vazifeye istirak etmez mi?

    Oruç, toplumu terbiye etmelidir. Içtimaî hayata baktigimizda, insanlarin maddî yönden çesitli imkânlar içerisinde yaratildigini görürüz. Cenab-i Hak bunun için, devamli zenginleri fakirlerin yardimina davet ediyor. Normalde bir zengin (tok), bir fakirin (açin) halini disaridan bakmakla yeteri kadar idrak edemez. Oysa oruç, fakirin açliktan dolayi acinacak halini zengine daha iyi anlatabilir.

    Eger oruç olmasa pek çok zengin ve nefisperest insan, açlik ve fakirligin ne kadar elim ve sefkate muhtaç oldugunu anlayamazlar. Iste oruç, zengini, fakirin haliyle hallendirdiginden dolayi, ihtiyaç içinde kivranmanin ne demek oldugunu bizzat yasayarak idrak ettiriyor. Bu sayede de toplumda, insanlar arasinda bir yardimlasma, bir sosyal dayanisma ve hemcinsine karsi bir sefkat duygusu olusuyor.

    Oruç, nefsi terbiye etmelidir. Nefis, kendini hür ve serbest ister. Kendisine sinir koymaya razi olmaz. Hatta “Ben sizin en büyük rabbinizim.” (Naziat/24) diyen Firavun gibi hayalî bir ilâhligi ve diledigi gibi hareketi, fitrî olarak arzu eder. Sinirsiz nimetlerle terbiye oldugunu düsünmek istemez. Bilhassa dünyada servet ve iktidari da varsa, gaflet de yardim etmisse, hirsizcasina ilâhî nimetleri hayvan gibi yutar. Allahu Teala böyle insanlara: “(Allah’in nimetlerini) hayvanlarin yedigi gibi yerler.” diyor.

    Iste ramazan ayinda en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi malik degil memlük, yani köledir. Böylece nefis, hayalî rububiyetten uzaklasir ve ubudiyet tavrini takinir.

    Oruç bir ibadettir. Ibadetler ise insanlari kötülüklerden alikoyar. Eger bir ibadet insani kötülük yapmaktan uzaklastirmiyorsa, o kisi ibadetinde samimi olmadigi gibi, o ibadet de Allah katinda makbul degildir. Oruçlu insanin uzak duracagi bir çok kötülükler vardir. Çünkü oruç, sadece agiz ve mide ile tutulmaz. Oruç, bedenin bütün organlari ile tutulur. El, haramdan uzak durmakla oruç tutar. Göz, haramdan sakinmakla oruç tutar. Kulak, dedikodu ve giybet dinlemekten uzak durmakla oruç tutar. Agiz, yalan söylememek, küfür etmemek, iftira ve giybet yapmamakla oruç tutar. Oruçlu bir insan her dakika ibadetle, yani Allahu Tealaya kulluk vazifesini yerine getirmekle mesgul oldugunu bildigi için, ibadetle isyan, sevap ile günah, emir ile yasak hiç bir zaman bir arada bulunamaz. Bundan dolayi oruçlu insan hep ibadet etmenin bilinci içerisinde olur. Ibadetler ciddiyet ve samimiyet ister. Allah’in huzurunda oldugunu bilen insan laubali davranislardan uzak durmak zorundadir. Eger oruç tutmak sadece yeme ve içmekten uzak durmak olsaydi, kendisine herhangi bir yiyecek verilmeyen hayvanlar da oruç tutmus olurlardi. Oysa biz insanlar, hayvanlardan farkli olarak bir sorumluluk tasimaktayiz. Bunlardan birisi de ibadetlerimizde samimi olmamizdir. Fakat ne yazik ki bugün toplumumuzda öyle insanlar vardir ki, sahurdan iftara kadar oruç tutuyor, iftardan da sahura kadar kahvehane köselerinde kumar oynayabiliyor, ya da oruçlu oldugu halde ticarî iliskilerinde harama yönelebiliyor veya yalan söyleyebiliyor. Agzindan küfür hiç eksik olmadigi gibi harama bakmaktan da hiç geri durmuyor. Iste yüce dinimiz bunu reddediyor? Peygamber Efendimiz bir hadis-i seriflerinde buyuruyor ki: “Oruç perdedir. Biriniz bir gün oruç tutacak olursa kötü söz sarf etmesin, bagirip çagirmasin. Birisi kendisine yakisiksiz laf söyleyecek veya onunla kavga edecek olursa, “Ben oruçluyum, desin (ona bulasmasin).” Yine baska bir hadiste de Efendimiz (s.a.v.): “Kim yalan söylemeyi, yalanla is yapmayi birakmazsa, Allah’in onun yemesini, içmesini terk etmesine ihtiyaci yoktur.” buyuruyor.

    Evet demek ki oruç, sadece yemeyi ve içmeyi terk etmek degil, bazi kötü aliskanliklari da terk etmektir. Çünkü oruç, insan için bir kalkandir. Bir taraftan insani kötülüklerden koruyan kalkan oldugu gibi, diger taraftan da insani atesten koruyan bir kalkandir. Bu kalkana sahip olmak da orucu, riyakârliktan, kötü ve haram seylerden uzak, ihlâsli bir sekilde tutmakla olur. “Oruçlunun uykusu ibadettir. Susmasi tesbihtir, amelleri misliyle kabul edilir, duasi makbuldür, günahi affedilir.” buyuruyor Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz.

    Oruç sabirdir. Oruç sihhattir. Oruç, en makbul, en sevapli bir ibadettir. Allahu Teala: “Oruç benim içindir. Onun mükâfatini ben verecegim.” buyuruyor. Bir hadisi serifte de: “Kiyamet gününde oruç hariç diger ibadetlerin sevabi kul hakki alacagi olanlara verilir. Ancak oruca dokunulmaz, onunla da Allah kulunu cennetine koyar.” buyruluyor.

    Orucu saglikli olacagimiz inanciyla tutmaliyiz. Bugün modern tip, bazi hastaliklara karsi bir koruyucu ilaç olarak orucu tavsiye etmektedir. Doktorlar hastalarina perhiz reçeteleri vererek bazi seyleri yemeyi veya çok yemeyi yasaklamaktadir. Çünkü hastaligin evi midedir. Sagliga uygunsuz olarak tika basa yemek hep zararli olmustur. Bunu bilen Allah-u Teala orucu farz kilmis, Rasulullah Efendimiz de: “Oruç tutunuz ki sihhat bulasiniz.” buyurmustur.

    Orucu dualarimiz kabul olacagi inanciyla tutmaliyiz. O mübarek günlerde devamli dua etmeli, Cenab-i Hak’tan hayirli isteklerde bulunmaliyiz. Islâm aleminin kurtulusu, isyan aleminin de islahi için dua etmeliyiz. Hayirlarin fethi, serlerin defi için dua etmeliyiz. Gecelerimizi mümkün oldugu kadar namaz ile geçirmeliyiz. Sadece ramazan Müslümani olmamaliyiz. Yilin on bir ayi namaza hiç ugramayip da bir ay namaz kilmak veya on bir ay boyunca Islâm disi bir hayat yasayip bir ay Müslümanca yasayan insanlardan olmamaliyiz. Yoksa Rasulullah Efendimizin: “Nice oruçlu insan vardir ki, orucundan nasibi sadece aç ve susuz kalmasidir. Ve nice geceleri ibadetle geçiren vardir ki, bundan nasibi sadece uykusuz kalmasidir.” hadisine müstehak oluruz.

    Orucu agiz kokumuzun, misk kokusundan daha hos olacagi inanciyla tutmaliyiz. Çünkü içki kokan, sigara kokan, dedikodu, giybet, yalan... kokan agiz, oruç dolayisi ile bunlardan uzak kalacak ve hep ibadetle, zikirle, dualarla mesgul olacaktir. Bundaki tek amaç da Allah rizasi olacaktir.

    Orucu öbür dünyada, bizleri atesten koruyan bir kalkan, bir zirh olacagi inanciyla tutmaliyiz. Çünkü Rasulullah Efendimiz hiçbir zaman yalan söylemeyecegine göre, samimi bir sekilde sirf Allah rizasi için, bütün sartlarina uyularak tutulan orucun insanlar için atesten koruyan bir kalkan olacagini müjdelemistir.

    Oruç insana manevî bir haz verir. Insanin nefsine dizgin vurmasiyla onu hayvanî alemden uzaklastirip, yemesi içmesi olmayan ve hiçbir zaman günah islemeyen melekiyet alemine yüceltir. Zira insan, meleklerden üstün olabilecegi gibi hayvanlardan daha asagi da olabilmektedir. Seçim tamamen kendisinindir. Hür bir iradeye sahiptir. Fiillerin yaraticisi Allah (c.c.) tir. Fakat o fiilleri kesb eden (kazanan, isteyen) insanin kendisidir. Allahu Teala hiçbir zaman kulunun, hayvanlardan daha asagi olmasina, öyle sefih bir hayat yasamasina razi olmaz. O, hep iyi olmamizi ve iyi mükâfatlar hak etmemizi arzular. Öyleyse biz Müslümanlar da onun arzusuna uyarak hep iyiye, dogruya yönelmeli, ibadetlerimizde sadece ve sadece O’nun rizasini murad eden bir ihlâs içerisinde olmaliyiz. 
    Kaynak: Veysel Koçyigit, ilkadim dergisi

    Erkeklerin kadin üzerindeki haklari nelerdir?

    . 
    Erkeklerin kadin üzerindeki haklari nelerdir?
    Erkegin hanimi üzerinde hakki çoktur. Kadin kocasi ile iyi geçinmelidir! Hadîs-i serîfte buyuruldu ki: (Kadinin cihâdi, kocasi ile iyi geçinmektir.) [Taberânî]Bir kadin, kocasini güzel karsilar, güzel sözler söyleyerek hosnutlugunu kazanmaya çalisirdi. Peyamber aleyhisselâm, kadinin bu hareketinden dolayi kocasina buyurdu ki:
    (Hanimina selâm söyle, yari sehid sevâbina kavustugunu haber ver!) [Sir'a]
    [Asagida siyah harferle yazilanlarin hepsi hadîs-i serîftir]
    Kadinlarin Cennete girmeleri erkeklere göre daha kolaydir.
    (Kadin, bes vakit namazi kilar, orucunu tutar, kendini yabancilardan korur ve kocasina muti olursa, Cennete girer.) [Ibni Hibbân]
    Erkegini râzi eden kadin için korku yoktur: (Kocasi râzi oldugu halde ölen kadin Cennete girer.) [Tirmizî]
    Kadina zînet esyâsi mubâhtir. Zînet almak için kocasini müskül duruma düsürmemeli, yabancilara zînetlerini göstermemelidir! Böyle olunca zînetleri Cennete girmelerine ma'nî olmaz. (Cennette kadinlarin az oldugunu gördüm. Sebebini sordum. "Onlari altin ve zînet esyâsi mesgûl etti." dediler.) [I. Ahmed]
    Kocasina, elinden geldigi kadar güler yüzlü davranip, sevgi göstermeli, dili ile de onu incitmemelidir. (Kiyâmette Allahü teâlâ, kocasina dili ile eziyet eden kadinin dilini 70 arsin uzun yapip, boynuna dolar. Kocasina kötü gözle bakan kadini da basi kesik ve bedeni parçalanmis hâle çevirir.) [Sir'a]
    (Senden ne gördüm) diyerek küfrân-i ni'mette bulunmamalidir! (Eger kocalarina karsi küfrân-i ni'mette bulunmasalar, namaz kilanlar hemen cennete girerdi.) [Sir'a]
    (Cehennem halkinin ekseriyetini kadinlarin teskil ettigini gördüm. Sebebi de, çok la'net ederler ve kocalarina karis küfrân-i ni'mette bulunurlar.) [Buhârî]
    Kocasina bir iyilik yapmissa, basina kakmamalidir. Yeme ve giyme gibi husûslarda kocasini üzmemeli, yapamiyacagi seyi ondan istememelidir! Kocasinin serefini korumali, her iste onun rizâsini kazanip gönlünü hos etmeye çalismalidir!
    (Kocanin hanimi üzerindeki hakki, benim sizin üzerinizdeki hakkim gibidir. O hâlde kocasinin hakkini gözetmiyen, Allah'in hakkini gözetmemis olur.) [Sir'a]
    Kadin, kocasini üzmemelidir. Birgün Hz. Fâtima, agliyarak babasinin huzûruna geldi. Resûlullah buyurdu ki:
    - Yâ Fâtima, niçin agliyorsun?
    - Kasitsiz söyledigim bir sözden Ali bana kizdi. Özür diledim. Fakat onu üzdügüm için agliyorum.
    - Kizim, bilmez misin, Allahü teâlânin rizâsi kocanin rizâsina baglidir. Ne mutlu o kadina ki dâima kocasinin rizâsini arar, kocasi ondan râzi olur. Kadinlar için en üstün ibâdet, kocasina itâ'attir. Erkek, hanimindan râzi olunca, o kadin istedigi kapidan Cennete girmeye hak kazanir. Kocasini üzen kadin, onu râzi edinceye kadar, Allahü teâlânin la'netinde olur.) [R. Nâsihîn]
    Kadinlara Nasîhat
    Imâm-i Rabbânî hazretleri, sâliha bir hanima yazdigi mektûpta buyuruyor ki:
    Kalb, göze tâbidir. Gözler harâmdan sakinmazsa, kalbi korumak güç olur. Kalb, harâma dalarsa, günâhlardan sakinmak güç olur. O hâlde, îmâni olanlarin, harâm islememesi, harâma bakmamasi lâzimdir. Erkeklerin homoseksüel olmasi harâm oldugu gibi, kadinin da homoseksüel olmasi, ya'nî herhangi bir kadina sehvet ile dokunmasi ve bakmasi harâmdir. Kadinlarin, kadinlara sehvet ile bakmasi ve dokunmasi, kocasindan baskasina, erkek ve kadin, kim olursa olsun, yabanciya süslenmeleri câiz degildir. Erkekle kadin, baska cinsten olduklari için, bir araya gelmeleri nisbeten güçtür. Kadinin kadina yaklasmasi ise daha kolaydir. Bunun için kadinin kadina bakmasi ve dokunmasi, erkegin kadina ve kadinin erkege bakmasindan daha kötü olabilir. Lezbiyenlige fransizca safizm deniyor.
    Erkegin erkek için ve kadinin kadin için avret yeri, diz ile göbek arasidir. Bir kadin, baska bir kadinin, göbek ile diz arasina bakamaz. Zarûretsiz bakarsa, harâm islemis olur. Kadinin yabanci erkek için avret yeri, el ve yüzünden baska, bütün bedenidir. Baskasinin avret yerine, lüzûm yokken, sehvetsiz de bakmak harâmdir. Hadîs-i serîfte (Erkek, erkegin ve kadin da kadinin avret yerine bakmasin) buyuruldu. (Esi'at-ül-leme'ât)
    Hz. Ümm-i Seleme vâlidemiz anlatiyor:
    Resûlullahin yaninda iken, iki gözü de görmiyen Ibn-i Ümm-i Mektûm hazretleri, izin isteyip içeri girdi. Resûlullah bize, (Içeri girin) buyurdu. (O a'mâ degil mi, bizi görmez) dedim. (O sizi görmüyorsa, siz onu görüyorsunuz) buyurdu. (Tirmizî, Ebû Dâvüd)
    Kaynak: Ihlas.Net

    .

    Peruk câiz mi?

    .

    Peruk câiz mi?
    Basörtülülerin üniversitelere alinmamalarindan sonra, bu hususta bazi garip sözler söylendi. Önce, “Basörtüsü furûattir” denildi. Arkasindan; “Basi örtmek imanin sartindan degil” denildi. (Ona bakilirsa namaz da imanin sartindan degildi.)
    Amma yine de, kiz talebeler basörtülerini atmamak için direnislerini devam ettiriyorlar.
    Derken, bakti ki; geçtigimiz ay içinde Zaman’dan bir arkadasimiz, basörtülü kiz talebelere “direnmeyi birakip derslere girmelerini” tavsiye ediyor. Tabii ki; kizlarimiz hiçbir dinî dayanagi olmayan bu tavsiyeye de uymadilar. Üniversitelerdeki basörtüsü yasagindan kurtulma yollarindan biri de peruk meselesiydi. Takilabilir miydi, takilamaz miydi?
    Zaman gazetesinden Ahmet Sahin, 3 Mayis’ta; “Peruk takilamaz mi?” baslikli bir yazi yazdi. Vakit, bu yaziyi 4 Mayis’ta iktibas edip yayinladi; okumussunuzdur.
    Peruk hakkindaki dinî hükmü daha önceden bilmeme ve “Her Yönüyle Izdivaç ve Mahremiyetleri” isimli eserimde de bu meseleyi islemis olmama ragmen, yaziyi merak ettim. Peygamberimiz, mezhep imamlari veya diger fikih âlimleri, benim bildigimden baska neler söylemisler düsüncesiyle okudum. Maalesef, hayal kirikligina ugradim.
    Çünkü, Sayin Ahmet Sahin, yazisinda ne hadislere müracaat etmis ne de mezhep imamlarinin ve diger fikihçilarin görüslerine... Bu tavri da yadirgadigimi ifade etmek isterim.
    Bizim okudugumuz kitaplari sayin yazar da okuduguna göre, hadis-i seriflerde Peygamberimizin peruk hakkinda ne söyledigini bilmesi icap eder. Buna ragmen hadisleri es geçmenin sebebi ne?
    Sayin yazarin, baska bir yazisinda “Hiristiyanlarla imanda ittifakimiz” var demesi de beni bir hayli üzmüstü.
    “Ittifak”, hiçbir fark olmaksizin ayni olmak demektir. Yani, “Bizim imanimiz nasilsa, Hiristiyanlarinki de aynidir” demek. Yani, Hiristiyan inanci da insani cennete götürür.
    Öyleyse, gençlerimiz niçin Hiristiyan olmasinlar ki!
    Bu yaziyi okuyanlar, “Hiristiyanlarin imani da madem geçerlidir, öyleyse Hiristiyan da olunur” demezler mi?
    Hem niye olmasinlar ki! Hiristiyanlikta namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetler olmadigi gibi, Islâm’in yasakladigi birçok sey serbest. Kolayca cennete girmeyi kim istemez?..
    Degerli okuyucu! Memleketin her tarafinda kilise açma faaliyetlerinin hizlandigi ve bazi Müslümanlarin da kurulan bu tuzaklara kapilip Hiristiyan olduklari su zamanda, Allah’i bir degil, üç kabul eden Hiristiyanlari, cici göstermenin mantigi, gayesi ve niyeti nedir?
    Simdi de peruk konusunu ele alan yazar, Peygamberimizin hükmünü dile getirmeden hükmünü veriyor: Ona göre, “mecburiyet duyanlar perukla tesettür temin etmis olurlar”mis.
    Peruk, kadinin çenesinin altini ve gerdinini kapatiyor mu ki; perukla tesettür olsun?
    Nur Sûresi’nde, bosuna mi, “Basörtülerini yakalarinin üzerlerine vursunlar” buyurulmus?
    Sayin yazar, tepkilerden de çekiniyor ve gizledigi niyetini farkina varmadan açiga vuruyor. Diyor ki:
    “Bu fikhî görüsler basörtüsü yasagina mukavemeti kirma yolunda kullanilmamalidir!”
    Ne gülünç! Bu notu, Temel’in parasini bir yere gömüp, üstüne de, “Burada Temel’in parasi gömülü degil” diye bir levha koymasina benzemiyor mu?
    Degerli okuyucular! Siz onlara bakmayin. Akit gazetesinin verdigi Samil Islâm Ansiklopedisi’nin 6. cilt, 338. sahifesindeki “Peruk” maddesine bakin:
    “Hz. Peygamber, saç takan kadinlara lânet etmistir.” (Buharî, Libas 83, Tefsîri Sûre 59/4, Müslim, Libas 115, 117-119, Ebu Davud, Tereccül 5, Tirmizî, Libas 25, Edeb 33, Nesâî, Zîne 22, 23, 24, 29, Ibnu Mâce, Libas 52)
    Kaynak: Ali Eren, VAKIT  gazetesi, 10.05.2002

    .

    Dînimizde kadının yeri neresidir

    Dînimizde kadının yeri neresidir ?
    Suâl: "İslâmiyet kadına değer vermiyor" deniyor. İslâmda kadının yeri nedir?Cevap: Dinimizi bilmiyen bir kimsenin İslâmiyetin kadına verdiği değerden bahsetmesi, körlerin fili ta'rîf etmesine benzer. Körün biri, filin bacağına dokunur. "Fil direk gibi" der. Biri karnına dokunur, "Fil duvar gibi" der. Diğeri de hortumuna dokunur. "Fil, yılan gibi" der. Görenle görmeyen bir olmadığı gibi, bilenle bilmiyen de bir olmaz.
    Çalışan kadınlara ne kadar maaş verildiğini öğrenmek üzere, Amerika'dan iki kişi gelse, birisi, bakanlık yapan bir kadının maaşını öğrense, öteki de yeni işe giren ilkokul mezunu bir kadının maaşını öğrense, verecekleri rapor elbette birbirinden çok farklı olur. İşçi bir kadın, başbakan olan kadınla mukayese edilmez. İki ayrı cins olan armutla portakal toplanıp şu kadar portakal etti denilemez. Hayvanla insan mukayese edilmez. Çünkü yaratılışları farklıdır. Kadınla erkek mukayese edilerek,"Kadın doğum yapıyor, erkek yapmıyor, böyle eşitlik olmaz" denemez. Allahü teâlâ, kadını erkeği ayrı işler için yaratmıştır. Fizikî yapısı birbirine benzemez. Birbirine benzemiyen iki şey, birbiri ile mukayese edilmez. Bir erkek kalkıp da, "Madem kadın-erkek eşitliği vardır, ne diye kadınlar da bizim gibi yerin altında, kömür ocaklarında, maden ocaklarında çalışmıyor?" diyemez. Çünkü kadının bünyesi buna müsâit değildir. Rusya'da kadın böyle zor işlerde çalıştırılıyorsa da, bu bir hak değil, kadına zulümdür. Herkese bünyesine uygun iş verilmelidir.
    Yanlış mukayese
    Cinsleri, vasıfları farklı olanlar arasında mukayese olmaz. Meselâ elma armuttan veya armut elmadan üstündür denemez. Çünkü cinsleri farklıdır. Onun için elma ile armut toplanmaz denir. Kadın ile erkek iki ayrı cinstir. Vazîfeleri farklıdır. Taksi ile tank, birbiriyle mukayese edilmez. Yüz kiloluk pehlivan ile elli kiloluk pehlivanı birbiriyle güreştirmiyorlar. Her pehlivan, kilosundaki pehlivanlarla güreşip şampiyon olabiliyor. Ağır sıkletteki bir pehlivan, rakiplerine yenilse, fakat elli kilodaki bütün pehlivanları yense madalya alamaz. Aynı cinsler arasında bile ba'zı vasıflar aranıyor. Kadının boksör, güreşçi olmaması onun değerini düşürmez.
    Kadın ile erkek iki ayrı cinstir. Elma ile armut mukayese edilmediği gibi, bunların da birbirine üstünlüğü söz konusu olmaz. Ancak vasıfları eşit olan iki şey arasında kıyaslama yapılır. Vasıfları farklı olan şeyler arasında kıyaslama olmaz. Meselâ vapur, uçak ve otobüs binek vâsıtası olduğu hâlde, birinin diğerine üstünlüğü söylenemez. Uçak, denizde yüzemediği için vapurdan aşağı sayılmaz. Vapur, karada gitmediği için bisikletten aşağı olduğu söylenemez. Vapur başka bir vapurla, uçak başka bir uçakla mukayese edilebilir. İkisi de kara vâsıtası olduğu hâlde, bir tankla bir taksi mukayese edilemez. Tank, taksi kadar hızlı gitmediği için aşağı kabûl edilemez. Herbirinin vazîfesi ayrıdır. Boksta iki kadın, ancak bir erkek kadar dövüşebilir" dense, bu, kadına hakaret olmaz. Cenâb-ı Hak, kadını akıl ve beden yönünden erkeğe göre farklı yaratmıştır. Hattâ bir erkeğin aklını diğer erkeğe göre de farklı yaratmıştır. Biri kalkıp da (Yâ Rabbî insanların aklını niçin eşit yaratmadın?) diyemez. Yaratıcı sorguya çekilemez. Bu bakımdan kadın-erkek, birçok bakımdan mukayese edilemez, ikisi arasında her bakımdan bir eşitlik sözkonusu olamaz. İki erkek arasında her yönden eşitlik olmadığı gibi, iki kadın arasında da farklılıklar vardır.
    Üstünlüğün ölçüsü
    Dinimizde üstünlük, Allah indindeki kıymete göredir. Müslüman fakir bir zenci, müslüman olmayan bir imparatordan o kadar çok üstündür ki, mukayese bile kabûl etmez.
    Dînimizin, zenginlerin ve kadınların çoğunun Cehenneme gideceğini bildirmesi, zengine ve kadına hakaret değildir. Zenginlerin ekserisi, parasını faydalı işlerde kullanmadığı, fakirleri sömürdüğü için onları ikâz etmek için (Şunları yapmazsanız, Cehenneme gidersiniz) buyurulmuştur. Kezâ kadınlar da, erkeklere nisbetle te'sîr altında kalarak daha fazla günâh işlediği için, (Günâh işlemeyin, Cehenneme gidersiniz) diye ikâz ediliyor. İyi kadınları ve servetini iyi yolda harcayanları da cenâb-ı Hak övüyor. Malı hayırlı şey olarak bildiriyor, sâlihâ kadınları da övüyor. Kâfir erkeklerin Cehenneme gideceğini bildirirken, müslüman kadınların Cennete gideceğini haber veriyor.
    Dinimiz kadına çok değer vermiş, erkeğe de çok mes'ûliyet yüklemiştir. Kadın, ev içinde ve ev dışında çalışmaya para kazanmaya mecbûr değildir. Evli ise kocası, evli değilse babası, kadına lâzım olan şeyi getirmeye mecbûrdur. Kimsesi olmayan kadına devlet bakar. (Hidâye)
    Kaynak: Ihlas Net
    by Muhammed Faruk

    Bir mezhebe uymak sart midir?


    Bir mezhebe uymak sart midir?

    Soru: Mezhebleri inkâr eden Abduhçu biri, "Peygamber ve Sahâbenin mezhebi var mi? Bir mezheb imâmina ve hadîse uymadan Kur'âna göre amel ederim." diyor. Bir mezhebe uymak lâzim degil mi?Cevap: Mezheb imâmi demek, Kur'ân-i kerîm ve hadîs-i serîflerde açikça bildirilmis olan din bilgilerini, Eshâb-i kirâmdan isiterek topliyan kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açikça bildirilmis olanlara benzeterek meydâna çikaran derin âlimlerdir. Eshâb-i kirâmin herbiri müctehid ve mezheb imami idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarimizdan daha üstün idi. Mezhebleri daha kiymetli idi. Fakat, bunlar kitablara yazilmadigi için,. mezhebleri unutuldu.
    (Peygamberin, sahâbenin mezhibi nedir?) demek, (Ordu kumandani, hangi bölügün eridir?) veya (Fizik ögrenmeni, hangi sinifin talebesidir?) demeye benzer. Çünkü sahâbenin her biri bir mezheb imâmi, hattâ mezheb imâmlarinin hocalari idi. Resûlullah efendimiz de kâinatin hocasi idi.
    Sünnete Uymanin Önemi
    (Mezhebe, hadîse uymam) demek (Kur'âna uymam) demektir. Zira Hak teâlâ buyurdu ki:
    (Resûle itâat eden, Allah'a itâat etmis olur.) [Nisâ 80]
    (Peygamberin emrine uyun, nehyettiginden sakinin.) [Hasr 7]
    (indirdigimi insanlara beyân edesin, açiklayasin) [Nahl 44]
    Beyân etmek, âyetleri, baska kelimelerle ve baska sûretle anlatmak demektir. Âlimler de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapali olanlari açikliyabilselerdi ve Kur'ân-i kerîmden hüküm çikarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, (Sadece sana vahy olunanlari teblîg et.) derdi. Ayrica beyân etmesini emretmezdi. (Huccetullahi alel'âlemîn)
    Sünnet [hadîs-i serîler], Kur'ân-i kerîmi, mezheb imâmlari da sünneti açiklamislardir. Âlimler de, mezheb imâmlarinin sözlerini açiklamisladir. Hadîs-i serîfler olmasaydi, namazlarin kaç rek'at oldugu, nasil kilinacagi, rükü' ve secdede okunacak tesbîhler, cenâze ve bayram namazlarinin kilinis sekli, zekât nisâbi, orucun, haccin farzlari, hukûk bilgileri bilinmezdi. Ya'nî hiç bir âlim, bunlari Kur'ân-i kerîmden bulup çikaramazdi. Bunlari peygamber efendidimiz açiklamistir. Sünneti müctehid âlimler açiklamis, böylece mezhebler meydana çikmistir. Peygamberimiz de bu âlimlere uymamizi emrediyor:
    (Kur'ân-i kerîme tâbi' olmak, hepinize farzdir. Onu terk etmek için hiçbir özür olamaz. Kur'ân-i kerîmde bulamadiginiz islerde, sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsaniz, Eshâbimin sözüne uyunuz.) [Beyhekî]
    (Âlimlere tâbi' olun!) [Deylemî]
    (Âlimler rehberdir.) [i. Neccâr]
    (Bize yalniz Kur'ândan söyle!) diyen birine, imrân bin Husayn hazretleri: (Ey ahmak! Kur'ân-i kerîmde, namazlarin kaç rek'at oldugunu bulabilir misin?) dedi. Hz. Ömer'e, farzlarin seferde kaç rek'at kilinacagini Kur'an-i kerjmde bulamadik dediklerinden, (Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmi gönderdi. Kur'ân-i kerîmde bulamadigimizi, Resûlullahdan gördügümüz gibi yapiyoruz. O, seferde, dört rek'at farzlari iki rek'at kilardi. Biz de, öyle yapariz.) buyurdu. (Mîzân-ül-kübrâ)
    (Mezhebe uymam Kur'ânla amel ederim.) demek, (Kanunlara uymam, yalniz Anayasa'ya göre hareket ederim.) demek gibi yanlistir. Çünkü Anayasa'da bütün hükümler, bütün cezâlar bildirilmemistir. Anayasa, kanunlara havâle etmistir. Kanunlardan baska tüzükler, yönetmenlikler de çikmistir. (Anayasa varken, kanina lüzum yok.)demek ne kadar yanlis ise, (Kur'ân varken, mezhebe lüzum yok.) demek, bundan daha yanlistir. Kur'ân-i kerîmi hadîs-i serîfler, hadîs-i serîfleri de mezheb imâmlari açiklamistir. Kanunlar, Anayasa'nin gösterdigi istikamette hazirlanmis, mezhebler de, Kur'ân-i kerîmin ve hadîs-i serîflerin gösterdigi istikamette tesekkül etmistir.
    Hiç kimse, (Madem, mezheb, kur'ân-i kerîmin ve hadîs-i serîflerin açiklamasidir. Ben de açiklar bir mezheb kurarim.) diyemez. Çünkü bir kimsenin (Mâdem doktor olmak, tip kitâbi okumaya baglidir. Kimyager olmak için de kimya kitabi okumak kâfidir.) diyerek eline aldigi bir tip ve kimya kitabi ile doktorluk yapmaya,ilâç imâl etmeye kalkismasi ne kadar gülünç ise, (Ben de Kur'ândan, hadîsten hüküm çikaririm) demek daha gülünçtür.
    (Ben islâma göre hareket ederim, mezhebe uymam) demek, (Ben devletin emrine uyarim. Fakat, kanunu, polisi, hâkimi dinlemem.) demeye benzer. Çünkü islâma uymak demek, dört hak mezhebden birine uymka demektir. islâm yari, mezheb ayri degildir.
    Mezheplerin lüzumu
    Bir müctehidin ictihâd ederek elde ettigi bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshâb-i kiramin hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zamanlarinin fen bilgilerinde ve tasavvuf ma'rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepisini, Resûlullahin kalblere isliyen, rûhlari çeken sözlerini isitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardi. Mezhebleri az veya çok farli idi.
    Tâbiînin ve Tebe'i tâbi'înin arasinda da müctehidler vardi. Bu müctehilerin ve Eshâb-i kirâmin mezheblerinden yalniz dördü kitaplara geçip, dünyanin her yerine yayildi. Digerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin îmânlari Eshâb-i kirâmin ortak olan îmânidir. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. Îmânlari arasinda esasta ayrilik yoktur. Birbirlerine din kardesi bilirler. Birbirlerine severler. Birbirlerine uymiyan islerinde, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayri olmalarini istemistir. Bu ayriligin, müslümanlara Allahü teâlânin rahmeti oldugunu, peygamberimiz haber vermistir. Çünkü, dört mezheb arasindaki ufak tefek baskaliklar, müslümanlarin islerini kolaylastirmaktadir. Her müslüman, vücûd yapisina, yasadigi iklim sartlarina ve is hayatina göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. ibâdetlerini ve her isini, bu mezhebin bildirdigine göre yapar.
    Allahü teâlâ dileseydi, Kur'ân-i kerîmde ve hadîs-i serîflerde, hersey açikça bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsil olmazdi. Kiyâmete kadar, dünyanin her yerinde, her müslümanin tek bir nizâm olurdu. Müslümanlarin hâlleri, yasamalari güç olurdu.
    Peygamberimizin yolu, Kur'ân-i kerîm ile hadîs-i serîfler ile ve müctehidlerin ictihâdlari ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîka, bir de, icmâ'-i ümmet vardir ki, Eshâb-i kirâmin ve Tâbi'înin sözbirligi oldugu, R.Muhtâr'da yazilidir. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihâdlari arasinda icmâ' hâsil olursa, bu icmâ'a da inanmak lâzimdir, innamiyan küfre girer.(Mektûbât c.2, m. 36)
    islâm âlimleri yanlis birsey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadîs-i serîfte buyuruldu ki:
    (Ümmetim dalâlet üzerinde birlesmez.) [i.Ahmed]
    Bu dört vesîkaya Edille-i ser'iyye denir. Bunlarin disinda kalan hersey bid'attir. Hadîs-i serîfte buyuruldu ki: (Ümmetim yetimsüç firkaya ayrilacak, bunlardan yalniz biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshâbimin yolunda olanlardir.) [ibni Mâce]
    Bu ayrilik, usûlde, îmânda olan ayriliktir. Eshâb-i kirâmdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kisminin îmânilari bozuldu. Eshâb-i kirâmin dogru îmânindan ayrildilar. Dalâlet firkalari meydâne geldi. Bu bozuk firkalara, bid'at firlari denir. Bunlar, ba'zi nasslari te'vîl ederek yanildiklari için kâfir degildir. Fakat, islâmiyyete zararlari, kâfilerin zararlarindan çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekistiler. Harp ettiler. Çok müslüman kani döküldü. Müslümanlarin yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladilar.
    Bid'at firklarini, Ehl-i sünnetin dört dogru mezhebi ile karistirmamalidir. Dört mezheb, birbirlerinin dogru yolda oldugunu söyler ve birbirini severler. Bid'at firkalari ise, müslümanlari parçalamaktadir. Bu dört meshebin birlestirilemiyecegini, islâm âlimleri sözbirligi ile bildirmislerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birlestirilmesini degil, ayri olmalarini istiyor. Böylece, islâm dinini kolaylastiriyor.
    Dogru yol nedir?
    Kur'ân-i kerîmde buyuruldu ki:
    (Ey îmân edenler! Allah'in dinine sarilin. Birbirinizden ayrilmayin!) [Âl-i imrân 100]
    Ebüssü'ûd Efendi hazretleri burayi açiklarken, (Ehl-i kitabin parçalandigi gibi parçalanip da dogru îmândan ayrilmayin! Câhiliyye zamaninda birbirleriniz ile dövüstügünüz gibi bölünmeyin!) buyurdu. Dogru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdigi îmân oldugunu, Peygamberimiz haber verdi. O hâlde, Ehl-i sünnette birleserek, kardas olmalari, birbirini sevmeleri lâzimdir. Müslümanlarin bu birliginden ayrilan, bu âyet-i kerîmeye uymamis olur. Bu yolda birlesir, birer kardes oldugumuzu bilip birbirimizi severek, dünyanin en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada râhata, huzûra, âhirette de sonsuz saâdede kavusuruz. Düsmanlarimizin ve câhillerin ve sömürücelerin, kendi çikarlari için söyledikleri yalanlara aldanip, bölünmemeye çok dikkat etmeliyiz! (Hadîka s. 696)
    Mezheb ve rahmet
    Allahü teâlâ ve Resûlü, mü'minlere merhamet ettikleri için, ba'zi islerin nasil yapilacagi, Kur'ân-i kerîmde ve hadîs-i serîflerde açik bildirilmedi. Açikça bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzi yapmiyanlar günâha girer, kiymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü'minlerin hâli güç olurdu. Böyle isleri, açik bildirilmis bulunanlara benzeterek islemek lâzim olur. Din âlimleri arasinda, islerin nasil yapilabilecegini, böyle benzeterek anliyabilenlere, Müctehid denir.
    Dört mezhebin hâli, bir sehir halkinin hâline benzer ki, önlerine çikan bir isin nasil yapilacagi kanûnda bulunmazsa, o sehrin esrâfi, ileri gelenleri toplanip, o isi kanûnun uygun bir maddesine benzetip yaparlar. Ba'zan uyusamayip, ba'zisi devletin maksadi, beldeleri tamîr ve insanlarin râhatligidir der. O isi, re'y ve fikirleri ile, kanûnun bir maddesine benzetir. Bunlar,Hanefîlere benzer.
    Ba'zilari da, devlet merkezinden gelen me'mûrlarin hareketlerine bakarak, o isi, onlarin hareketine uydurur ve devletin maksadi, böyle yapmaktir, derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba'zisi ise ifâdeye, yazinin gidisine bakip, o isi yapma yolunu bulur. Bu da, sâfiîye benzer. Bir kismi ise, kanûnun baska maddelerini de toplayip, birbiri ile karsilastirarak, bu isi dogru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer.
    Dört dogru yol
    iste sehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun dogru ve kanûna uygun oldugunu söyler. Kanûnun istedigi ise, bu dört yoldan biri olup, diger üçü yanlistir. Fakat, kanûndan ayrilmalari, kanûnu tanimadiklari için, devlete karsi gelmek için olmayip, hepsi kanûna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalistiklarindan, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle ugrastiklari için, begenilir. Fakat, dogrusunu bulan daha çok begenilip, mükâfât alir. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânin istedigi yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrildigi bir iste, birinin dogru olup, diger üçünün yanlis olmasi lâzimdir. Fakat, her mezheb imâmi, dogru yolu bulmak için ugrastigindan, yanilanlar affolur. Hattâ sevâb kazanir.
    Dört mezhebden baskasina uymak câiz degildir. Bu, Eshâb-i kirâmin ve Tâbi'înin mezheblerini küçümsemek degildir. Çünkü, Eshâb-i kirâmin ve baskalarinin mezheblerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhebleri de bilseydik, onlara uymamiz da câiz olurdu. Çünkü, hepsinin mezhebleri dogru idi. Dört mezheb, tam bilindigi ve kitablari her yere yayilmis oldugu için, her müslümanin yalniz bunlardan birine uymasi lâzimdir.
    imâm-i Rabbânî hazretleri, (Bir mezhebe tâbi olmiyan mülhid olur.) buyuruyor. (Mebde ve Mead)
    Kur'ân-i kerîmdeki; (Allah'in ipine sarilin!) emri, (Fikh âlimlerinin, mezheb imâmlarinin bildirdigine uyun!) demektir.[Tahtâvî (Dürr-ül muhtâr) hâsiyesi, zebâyih kismi]
    Mezheb degistirmek
    Dört mezhebin imâmlari ve onlari taklîd eden âlimler, her müslümanin dört mezhebden diledigini taklîdde serbest oldugunu ve bir mezhebden baska mezhebe geçmenin câiz oldugunu ve harac, sikinti oldugu zamanlarda, baska mezhebin taklîd edilecegini bildirdiler. Allahü teâlâ, mü'minlerin dört mezhebe ayrilmalarini ve bunun, kullari için fâideli olacagini ezelde takdîr ve irâde buyurdu. Amelde mezheblere ayrilmaktan râzi oldugunu bildirdi. Râzi olmasaydi Resûlü, bu ayriligin rahmet oldugunu bildirmezdi. i'tikâdda ayrilmayi yasak ettigi gibi, amelde ayrilmayi da yasak ederdi. (Mîzân)
    Resûlullah, Kur'ân-i kerîmde icmâlen bildirilenleri, ya'nî kisa ve kapali olarak bildirilenleri açiklamasaydi, Kur'ân-i kerîm kapali kalirdi. Resûlullahin vârisleri olan mezheb imâmlarimiz, hadîs-i serîflerde mücmel olarak bildirilenleri açiklamasalardi, sünnet-i nebeviyye kapali kalirdi. Böylece, her asirda gelen âlimler, Resûlullaha tâbi' olarak, mücmel olani açiklamislardir.
    Bilinen dört imâm zamaninda, baska mezheb imâmlari da vardi. Bunlarin da mezhebleri vardi. Fakat, bunlarin mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadi. (Hadîka)
    Ehl-i sünnetin dört mezhebinin îmânlari, inandiklari seyler, birbirlerinin aynidir. Aralarinda hiç fark yoktur. Ayriliklari yalniz ameldedir. Bu da, müslümanlara bir kolayliktir. Her müslüman, diledigi mezhebi seçerek, bunu taklîd eder. Her isini, seçtigi mezhebe göre yapar. Müslümanlarin, dört mezhebe ayrilmalari, Allahü teâlânin rahmetidir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir zahmet, bir mesakkat hâsil olursa, baska bir mezhebi taklîd ederek, bu isi kolayca yapar.

    Kaynak: Ihlas Net

    ACLIKTAN ÖLÜM VAR MI ?

    ACLIKTAN ÖLÜM VAR MI ?

    Doc. Dr. Irfan Küfrevioglu
    "Yerde yürüyen hicbir canli haric kalmamak üzere, riziklari Allah`in üstündedir.."(Hud Suresi,6.Ayet)
    "Nice canli mahlukat vardir ki, rizkini kendisi tasimiyor. Onu da sizi de Allah riziklandiriyor. O hakkiyla isiten, kemaliyle bilendir."(Ankebut Suresi, 60.Ayet)
    Yukaridaki ayetlerin ifadesine göre, bütün canlilari ömürleri boyunca riziklandiran Allah´dir. Yasadiklari sürece de riziklarini verir, yani rizik Allah´in garantisi altindadir.
    Evet, sonsuz rahmet sahibi olan Cenab-i Hak, yeryüzünü bir nimet sofrasi olarak sermis ve canlilari da bu ziyafete davet etmistir. Bu ziyafetten, gözle görülemiyecek kadar kücük olan mikroplar istifade ettigi gibi, tonlarca agirlikta olan balinalar da faydalanirlar. Biyoloji ilminin tesbit edebildigi kadariyla, yeryüzünde 2 milyondan fazla bitki ve hayvan türü bulunur. Her bir türün de sonsuz denecek kadar cok sayida fertleri vardir. Her birisinin midesi farkli, hisleri ve zevk aldigi besinleri farkli oldugu gibi, sofrasi da farklidir. Bu kadar canliyi hergün mükemmel olarak kim doyuruyor?
    Rezzakiyet (Rizik verme) kanunu, kainatta umumi bir sekilde devam eder. Insanlar oksijen alip karbondioksit verirken, bitkiler de karbondioksit alip oksijen verirler. Bu bitkiler topraktan bazi maddeleri alarak, günes isigi sayesinde organik maddeleri meydana getirirler. Bitkiler, hayvanlar icin rizik olduklari gibi, hayvanlarin bir kismi diger hayvanlarin, bir kismi da insanlarin rizkidir. Besin zincirindeki bu kanun devamlilik arzeder ve böylece yeryüzünde rizki verilmeyen hicbir mahluk kalmaz.
    Allah´in bütün canlilarin rizkini kefil oldugunu yukarida belirtmistik. "Peki, acliktan ölenlerin oldugu söyleniyor. Bunun ilmi izahi nasildir?" sorusu hatira gelebilir. Bu hususu degisik cihetlerden ele almak mümkün.
    Insan vücuduna alinan gidalarin bir kismi glikojen ve yag halinde depolanir. Bu depolar aclik durumunda harcanir. Depolardaki gidalar, insanin oldukca uzun bir süre yasamasini saglar.
    Uzun süreli acliklarla alakali bir arastirma yapan Doktor Bertholet´in elde ettigi sonuclar da kayda deger. Buna göre uzun süren aclik durumlarinda hasil olan kilo kaybi, bilhassa yag ve dalak gibi hayati önemi az olan organ ve dokularda meydana gelir. Bu arastirma sonuclari; uzun süren acliklarda vücut tarafindan, yagin % 97´sinin, dalagin % 63`ünün, karacigerin % 56`sinin, adalelerin % 30`unun ve kanin % 17`sinin kullanildigini göstermistir. Halbuki ayni arastirmada, insan icin hayati öneme sahip olan beyin ve sinirlerde, herhangi bir agirlik kaybinin olmadigi tesbit edilmistir. Bu gösteriyor ki, aclik aninda vücut icin hayati öneme haiz organlardan degil, digerlerinden harcama yapilmaktadir. Böyle bir aclik durumunda yaglarin, keton cisimlerine cevrildigi ve beyin hücrelerinin imdadina gönderildigi, son yapilan arastirmalarla ortaya konmustur.
    Bu konuda yapilan denemeler, hicbir sey yemeden ortalama 80 gün kadar yasanabilecegini göstermistir. Yalniz gidanin kesilmesi birdenbire olmamalidir. Aksi takdirde alisilmis olan adetin terkinde vücut zayif düsüp, ölüme götürebilir. Bu hususu Ibn-i Haldun söyle ifade eder: "Kitlik görülen yerlerde cok yemeye alisanlar, az yemeye alisanlardan cok fazla kayip verirler. Onlari öldüren, karsilastiklari kitlik degil, daha önce alismis olduklari tokluktur."
    Bu hususta, Prof. Dr. Sabahattin Zaim su ifadeleri kullanir:"Dünyada nüfus artisinin aclik ve kitliga sebep olmasi icin, gida maddelerindeki artis hizinin nüfus artis hizindan yavas olmasi gerekir. Halbuki dünyada yilda % 2 nisbetinde artan nüfusa karsilik gida maddeleri üretimi % 4 oraninda artmaktadir. Yani, dünyayi bütün olarak ele aldigimizda, bir kitlik söz konusu degildir ve fert basina düsen ortalama gida miktari artmaktadir..."
    Ayni yazar sözü edilen kitapta; gida istihsalinin (üretiminin) en yetersiz oldugu Uzakdogu, Güney Amerika ve Afrika`da dahi, son 30 yilda nüfus basina gida üretim miktarinin düsmeyip sabit kaldigini, diger bölgelerde ise % 16 ile % 50 arasinda arttigini ifade etmektedir.

    RIZIK HERKESE ESIT MIKTARDA MI VERILIYOR ?

    Bu husus Kur`an-i Kerim`de söyle bildirilir: "Allah, kullarindan kimi dilerse onun rizkini yayar (genisletir) veya onu kisar. Süphesiz ki Allah, herseyi hakkiyla bilendir." (Ankebut Suresi,62.Ayet)"
    Yukarida mealen beyan edilen ayet-i kerimeye göre, Cenab-i Hak, bazi insanlara rizki bol, bazilarina da kit vermektedir. Bu hakikat izaha gerek duyulmayacak kadar asikardir.
    Bunun hikmeti, bir baska ayet-i kerime ile söyle ifade edilir: "Eger Allah bütün kullarina (müsavat üzere, esit sekilde) bol rizik verseydi, yer (yüzün)de muhakkak ki taskinlik ederler, azarlardi. Fakat O ne miktari dilerse (rizki o kadar) indirir. Süphe yok ki, O, kullarin her hali(nden) hakkiyla haberdardir, (herseyi) kemaliyle görendir." (Sura Suresi, 27.Ayet)
    Demek ki, dünyada acliktan ölen olmadigi gibi, herkese verilen rizik da esit degildir. Kimine az, kimine cok. Fakat her ne hal olursa olsun, insana düsen: O´nun rahmet kapisini calmak, O´ndan talep edip istemek...Nasil mi? Mesru yoldan calisarak, sebeplere el atarak. Bize düseni yaptiktan sonra da kismetimize razi olup, O´na tesekkür ederek...
    (Bu Yazi "Merak Ettiklerimiz 1" (Prof. Dr. Adem Tatli) adli kitaptan alinmistir ve Doc. Dr. Irfan Küfrevioglu´ya aittir; Cihan Yayinlari, 3.Baski, Yaylacik Matbaasi, Temmuz 1990; ISBN 975 - 7486 - 2)


    Sünnetin önemi nedir?


    Sünnetin önemi nedir?


    Suâl: Ba'zilari, "Bize Kur'ân yeter. Muhammedin sünneti bize lâzim degil" diyor. Sünnetin dinimizdeki yeri nedir?
    Cevap: Sünnete düsman olan kâfir olur. Zaten bunu yapanlar mürted ve zindiklardir. "Bize Kur'ân yeter, yalniz Kur'âna uyariz" diyenler, sözlerinde samimi degildir. Onlar Kur'âna da inanmiyorlar. İnansalar,(Resûlüme uyun) emrine uyarladi. Bunlardan ba'zilari,(Kur'âni biz indirdik, biz koruruz) âyetine ragmen, Kur'ânin bir kismi eksik veya fazla diyebiliyorlar. Eger Kur'ana inansalardi böyle söylemezlerdi. Böyle sapiklarin çikacagini Peygamber efendimiz, bir mu'cize olarak bildiriyor ki:
    (Bir zaman gelir, beni yalanlayanlar çikar. Bir hadîs söylenince "Resûlullah böyle sey söylemez. Hadîsi birak, Kur'ândan söyle" derler.) [Ebû Ya'la]
    (Yakinda "Kur'ânin disinda uyulacak bir sey tanimam"diyenler çikacaktir.) [Ebû Dâvüd]
    Kur'ân-i kerîmde, Peygamber efendimizin âlemlere rahmet olarak gönderildigi ve Allah'in büyük lütfu oldugu bildirilmekte, ona imân ve ita'ât gerektigi defalarca tekrar edilmektedir. Kurân-i kerîme uyanin, Onun Resûlüne de uymasi gerekir. Resûlüne uymazsa, Kur'ân-i kerîme de uymamis olur.
    Âlemlere rahmettir
    Allahü teâlânin Resulullahi peygamber olarak göndermesi bir rahmet ve büyük bir lütuf ve ni'mettir. Nitekim Kur'ân-i kerîmde meâlen buyuruluyor ki:
    (Resûlüm, biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.) [Enbiyâ 107]
    (Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allahin âyetlerini okuyan, [kötülüklerden ve inkârdan]kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti ögreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulundu. Halbuki daha önce onlar apaçik bir sapiklik içinde idi.) [A.İmrân 164]
    (Andolsun içinizden size öyle bir Peygamber gelmistir ki, sizin sikintiya ugramaniz ona çok agir gelir. O, size çok düskün, mü'minlere karsi çok sefkatli, merhametlidir.) [Tevbe 128]
    (Ey Resulüm, Rabbin sana [âhirette çesitli ni'metler ve sefâ'at izni] verecek, sen de hosnut, râzi olacaksin)meâlindeki Duhâ sûresi 5. âyet-i kerîmesi inince, Resûlullah efendimiz, (Ümmetimden bir kisi Cehennemde kalsa râzi olmam) buyurdu. (Tibyân)
    Yine buyuruldu ki:
    (O kadar çok kimseye sefâ'at ederim ki, Rabbim bana, "simdi râzi oldun mu" diye sorunca, "evet râzi oldum" diye cevap veririm.) [Bezzâr, Taberânî]
    Her müslümanin, bu büyük ni'met olan Resûlullahin kiymetini bilip onun yolundan gitmesi, onun yolunda can vermesi gerekir. Çünkü (Peygamber, mü'minlere kendi canlarindan üstündür.) [Ahzâb 6]
    Resûlullaha imân farzdir Allahü teâlâ, imân edilmesinde de, kendisine itaatte de, Resûlünün adini kendisiyle birlikte bildirmistir. Resûlünün adi kelime-i sehâdette Allahin adi ile birlikte yer almistir. Kur'ân-i kerîmde meâlen buyuruluyor ki:
    (Allaha ve ümmî Peygamber olan Resûlüne imân edin!) [A'râf 158]
    (Allaha ve Resûlüne itâ'at edin!) [Enfâl 20]
    (Allaha ve Resûlüne inanmiyan [kâfir olur ve] bilsin ki, biz kâfirler için çilgin bir ates hazirladik.) [Feth 13]
    Allahü teâlânin emrine uyup ona imân ve ita'ât etmemiz gerekir. Ona inanmayan ve ona uymayan müslüman olamaz. Örnek bir zâttir
    Örnek sahsiyettir
    Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi her yönüyle örnek bir sahsiyet olarak bildirmektedir:
    (Andolsun Resûlullahta sizin için [uyulmasi gereken]güzel örnekler vardir.) [Ahzâb 21]
    Kurân-i kerîme inanan kimsenin bu güzel örneklere uymasi gerekir. Ayni zamanda, Kurân-i kerîmin ifâdesiyle en üstün ahlâk sahibiydi: (Sen elbette büyük bir ahlâk üzeresin.) [Kalem 4]
    Âise vâlidemiz de, (Resûlullahin ahlâki Kur'ân idi)buyuruyor. (Müslim)
    Peygamber efendimizin dog yolu gösterdigi, onun bildirdiklerine güvenmek gerektigi Kurân-i kerîmde açikça beyân edilmektedir:
    (Elbette sen onlari sirât-i müstekîme [dog yola]çagiriyorsun.) [Mü'minûn 73]
    (Ona itâ'at ederseniz dog yolu bulursunuz.) [Nûr 54]
    (Peygamberin emrettigine uyun, yasak ettiginden sakinin!) [Hasr 7]
    (Onun bildirdikleri vahiyden baska bir sey degildir.) [Necm 4]
    Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi, saymamizi, ona salât etmemizi emrediyor:
    (Allah ve melekleri, Resûle salât ediyor, [onun serefini gözetiyor ve sanini yüceltiyor ey îmân edenler, siz de salât edin!) [Ahzâb 56) [Allahin salât etmesi rahmet, meleklerin salâti duâdir. (Beydâvî)]
    (Ey imân edenler, Allah ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allahtan korkun, seslerinizi, Peygamberin sesini bastiracak sekilde yükseltmeyin, birbirinizle konustugunuz gibi onunla yüksek sesle konusmayin. Yoksa farkinda olmadan amelleriniz bosa gider.) [Hucurât 1, 2)]


    Kaynak: Ihlas Net