7 Temmuz 2013 Pazar

Sünneti degistirmenin sakincasi var midir?


Sünneti degistirmenin sakincasi var midir?


Soru: Sünneti degistirmekte mahzûr var midir? Meselâ tesbihi 33 yerine, daha fazla sevâb olsun diye 44 olarak çeksek mahzûru olur mu? Sakali bir tutam yerine bir veya iki karis uzatsak veya çok kisa yapsak bir mahzûru olur mu?
Cevap: Peygamber efendimizin yaptigi islere sünnet denir. Hattâ birisini bir sey yaparken görüp de bir sey demedigi islere de sünnet denir. Peygamber efendimiz bu yaptiklarini ya ibâdet olarak veya âdet olarak yapardi. Âdet olarak yaptiklarina sünnet-i zevâid denir. Uzun entari giymesi, saçlarini uzatmasi veya kisaltmasi, sakal birakmasi gibi. Bir kimse, (Peygamberimiz, kadinlar gibi entari, uzun gömlek giyermis) diyerek alay etse, îmâni gider. Yâhut sakali begenmeyen veya sünnete uygun sakali olana çember sakalli, top sakalli diye hakâret eden kâfir olur. Çünkü Peygamber efendimizin yaptigi isleri ya'nî sünnetini, begenmemis olur. Hâlbuki Allahü teâlânin bütün insanlarin en üstünü olarak yarattigi ve âlemlere rahmet olarak gönderdigi peygamberini begenmemek, Allahi begenmemek olur. (Niye böyle peygamber gönderdin) demek olur. Allahi begenmeyenin de kâfir olacagi pek açiktir. Kur'ân-i kerîmde, Peygamber efendimizin emrettigini yapmak, yasakladigindan kaçmak gerektigi bildiriliyor. (Hasr 7)
Ibâdet zamanla degismez
Ibâdete ait hükümler zamanla degismez. Ibâdetleri degistirmek, dîni degistirmek olur, dinsizlik olur. Bir kâfir, bir söz ile [kelime-i sehâdet getirerek] müslüman olur. Bir müslüman da küfre düsürücü bir söz ile kâfir olur. Dînimizin herhangi bir hükmünü begenmeyen, meselâ, (tesettür lüzûmsuzdur) diyenin îmâni gider. Resûlullah efendimize uymanin önemi büyüktür.
Kurân-i kerîmde buyuruluyor ki: (Resûle itâ'at eden, Allaha itâ'at etmis olur.) [Nisâ 80]
Peygamber efendimiz de ayni meâlde buyuruyor ki: (Bana itâ'at eden, Allaha itâ'at etmis olur, bana isyân eden de Allaha isyân etmis olur.) [Buhârî]
Kur'ân-i kerîmde, Resûlullaha itâ'atin Allaha itâ'at oldugu, Ona isyân edenin Allaha isyân etmis oldugu çok yerde bildirilmekte, (Allaha ve Resûlüne itâ'at), (Allah ve Resûlüne isyân) ifâdeleri çok yerde geçmektedir. (Nisâ 13-14)
Hadîs-i serîflerde de buyuruluyor ki:
(Sünnetimden yüz çeviren benden degildir.) [Müslim]
(Bir bid'at çikarilinca, bir sünnet kalkmis olur.) [I.Ahmed]
Ibâdet maksadi ile dîne birsey ilâve etmek bid'attir, büyük günâhtir. Dînimiz noksan degildir. Hâsâ Allah veya peygamberimiz dinde bir seyi eksik birakmis da, daha iyisini biz mi yapacagiz? Ibâdete bid'at karistirmak, Allahü teâlânin bildirdigi dinde noksanlik bulmak, koydugu hükümleri begenmemek, dîni degistirmek olur. Meselâ aksam namazinin farzini 3 rek'at yerine, daha fazla ibâdet edeyim diye 4 rek'at kilmak bid'attir. 3 yerine de geçmez, namaz hiç kabûl olmaz. Tesbihleri 33 yerine, çok sevâb olsun diye 40 defa veya daha fazla çekmek bid'at olur. Hiç tesbih çekilmese günâh olmaz. Fakat sünnet sevâbindan mahrûm kalinmis olur.
Bir din kitâbini tahkîr etmek, islâm âlimlerinden biri ile alay etmek ve ta'zîm etmemiz emrolunan birseyi tahkîr etmek, tahkîr etmemiz emrolunan birseyi ta'zîm etmek küfürdür. Bunlari yapan kâfir olur. (Birgivî)
Ortaya bid'at çikarmak
(Kim dinde olmayan birsey çikarirsa merdûddur) hadîs-i serîfi gösteriyor ki, dinden olmayan bir i'tikâd, bir söz, bir is, bir hâl ortaya çikarilir ve bunun din ve ibâdet olduguna inanilirsa, yâhut Islâmiyetin bildirmis olduklarinda, bir fazlalik veya noksanlik yapilirsa ve bunu yapmaktan sevâb beklenirse, bu yenilikler, degisiklikler, (Bid'at) olur. Islâmiyete uyulmamis, ona îmân edilmemis olur. Imâm-i Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Bugün kalbler kararmis oldugundan, ba'zi bid'atler güzel görünse de, hepsinden kaçinmak lâzimdir, kiyâmette hepsinin zararli oldugu anlasilacaktir. Hadîs-i serîfte, (Her bid'at sapikliktir) buyuruldu. (Müslim)
Din bir bütündür. Bir hükmünü begenmeyen veya degistiren kâfir olur. Meselâ sünnet olan sakali da begenmeyen kâfir olur. Begendigi hâlde yapmaz ise kâfir olmaz. Sünneti degistirirse bid'at ehli olur.

Kaynak: Ihlas Net

Sandalyede namaz kilinabilir mi?

Sandalyede namaz kilinabilir mi?

Soru: Ayakta namaz kilamayan hasta, sandalyede kilsa veya yüksege secde etse câiz olur mu?
Cevap: Namaz kilarken 25 cm'den yüksege secde etmek câiz degildir. Daha az yüksege secde mekrûhtur. Resûlullah efendimiz az yüksege de secde etmemistir. (R.Muhtâr s.338)
Az yüksege bile secdenin câiz olmadigini bildiren âlimler de vardir. (Câmi'ur-rumûz s.69)
Ayakta duramayan hasta, namazlarini oturarak kilar. Secde için yere egilemiyen, 25 cm'den yüksek olmayan sert bir yere secde edebilir. Bunu da yapamazsa îmâ ile kilar. Peygamber efendimiz bir hastanin yastik üzerine secde ettigini görünce yastigi aldi. Hasta, odun üzerine secde edince onu da aldi. Sonra, (Gücün yeterse yere secde et! Yere egilemezsen, yüzüne birsey kaldirip, bunun üzerine secde etme! ^Imâ ile kil ve secdede, rükü'dan daha çok egil) buyurdu. Oturdugu hâlde yere secde edemiyen hasta, îmâ ile kilar. (Halebî)
Uygun oturamayan hasta istedigi gibi oturur. Sandalyeye oturup îmâ ile kilmasi câiz degildir ve kildigi namaz kabûl olmaz. Çünkü, sandalyede oturabilen, yerde de oturabilir. Namazdan sonra, yerden ayaga kalkamayan, sandalyeden ise kolay kalkan hastayi yerden bir kimse kaldirir. Veya, kibleye karsi uzatilmis sedir üzerinde, ayaklarini sarkitmadan oturarak kilar. Namazdan sonra, ayaklarini sedirin bir yanina sarkitip, sandalyeden kalkar gibi kalkar.
Bir seye dayanarak veya bir kimsenin tutmasi ile de, yerde oturamayan hasta, sirt üstü yatarak kilar. Ayakta hiç duramayan hasta, oturarak namazlarini kilar. Rükü' için egilir, secde için basini yere koyar. Duvara, direge, insana veya herhangi bir seye dayanarak biraz ayakta durabilenin, ayakta tekbir almasi ve o kadarcik ayakta okumasi farzdir.
Alninda ve burnunda birlikte yara olan veya baska bir hastalik sebebiyle basini yere koyamiyan kimse, ayakta durabilse de ilk tekbîr dahil, oturup îmâ ile namazini kilar. Rükü' için biraz egilir, secde için, rükü'da egildiginden daha çok egilir. Ayakta duramayan ve oturarak da kilamiyan hasta, sirt üstü yatip basi ile îmâ ederek kilar. Yüzü kibleye karsi olmasi için basi altina yastik konur. Yüzü kibleye karsi olur. Veya kibleye karsi sag veya sol yani üzerine yatar. Rükü' ve secdeleri, basi ile îmâ eder. (Hindiyye)
Dinimizin bu emirlerine ragmen birçok câmilerin giris yerlerine sandalyeler konmus. Birçok kimse, sandalyede namaz kiliyor. Sebebini sorunca da dini bir gerekçe gösteremiyorlar. (Dinimiz kolaylik dinidir. Dinde güçlük olmadigi için sandalyeye oturarak namaz kiliyoruz) diyorlar. Dinde güçlük yok demek, (Size güç gelen ibâdetleri yapmayin veya bu ibâdetleri istediginiz gibi degistirin) demek degildir. Dinimizin izin verdigi ruhsatlardan istifâde edilir. Gerek peygamber efendimizin asrinda ve gerekse daha sonraki asirlarda, ya'ni 14 asirdir hiç kimse hastalanmadi mi? Peygamber efendimiz veya herhangi bir âlim, sandalyede namaz kilmaya izin verdi mi? Kendi kafasina göre, dini degistirenler büyük vebal altindadir.
Hapis ve Namaza
Suâl: Hapiste bir hücrede eli ayagi bagli olan nasil abdest alir ve nasil namaz kilar?
Cevap: Hapiste, eli ayagi bagli olan, teyemmüm edemezse, abdestsiz, birsey okumadan, rükü' ve secde yapar. Bunu da yapamazsa, ayakta îmâ eder. Kurtulunca kazâ eder. Kazâya birakmasi günâh olmaz.

Kaynak: Ihlas Net

ALEVILIK NEDIR? 1. Alevi ne demektir? 2. Alevilik nasil ortaya çikmistir? Bir mezhep midir? 3. Al-i Beyt sevgisinin dinimizdeki yeri nedir? 4. Hz. Ali'nin kendisine muhabbet edenlerin namazlarini kildigi söyleniyor. Bu dogru mudur? 5. Hz. Ali'ye "uluhiyet" veya "peygamberlik" isnad etme konusu 6. Hilafetin en son Hz. Ali'ye verilme konusu

ALEVILIK NEDIR?

1.

  • Kelime manasiyla Alevi Hz. Ali'yi seven ve O'na mensup olan kisi demektir. Hz. Ali'yi sevenler, baslica iki gruba ayrilir: Hasbi ve samimi taraftarlar, ve siyasi taraftarlar. Bunlardan birincisi, O'na (r.a.) Allah icin muhabbet göstermislerdir. Bu muhabbet safi, net ve durudur. Kaynagi salabet ve hamiyet-i diniyedir. Bu hasbi taraftarlar, Hz. Ali'ye iki noktai nazardan teveccüh göstermislerdir. Birincisi, Ali'nin yüksek kemalati ve üstün meziyetleridir. Onun fazilet ve kemalati, takva ve ubudiyeti, mü'minlerin kalb ve dimaglarinda, muhabbet ve takdire inkilap etmistir. Ikincisi, Hz. Ali'nin (r.a.) Ehl-i Beyt (=Peygamber Efendimizin (s.a.v.) evlat ve torunlari) silsilesinin mümessili olmasidir. Müslümanlar o silsilenin basi olan Hz. Ali'ye (r.a.) samimi bir muhabbet ve derin bir saygi göstermektedirler. Bu iki cihetten kaynaklanan muhabbet, Kur'an ve Sünnet cizgisine uygundur. Dine gölge degil, vesile olmaktadir. Mesrudur, makuldür. Fitri, hasbi ve samimidir. Hz. Resulullah (s.a.v.), istikbalde ortaya cikacak fitne ve fesatlarda. Hz. Ali'yi (r.a.) ümmet nazarinda ithamlardan korumak icin O'nun kemalat ve meziyetlerini ehemmiyetle nazar vermekte:

    'Ben kimin dostu isem, Ali de onun dostudur.'
    'Ali'yi yalniz mü'minler sever, O'na yalniz münafiklar bugzeder.'
    'Ben size iki sey birakiyorum: Kur'an ve Ehl-i Beyt'im. Bunlara temessük ederseniz, kurtulursunuz.'

    gibi hadis-i serifleriyle bu iki ciheti tescil ve ilan etmektedir.
    Ikinci grup taraftarlar ise, O'nu siyasi manada sevenlerdir. Bunlar arasinda ciddi bir hedef birligi yoktur; herbiri, ayri bir sebeple Hz. Ali'yi taraftarlik gösterirler.

    Hedef ve gayeleri degisik olan bu grubu bese ayirabiliriz:
    1. Hz. Ali'nin (r.a.) siyasi taraftarlari icinde 'dinde mutaassip, muhakeme-i akliyede noksan' insanlar teskil ediyor. Bu tipler, Islami ölcülerde oldukca taskin ve mutaassip ve o derecede dar görüslü, mizansiz ve müvazenesiz insanlardi. Bunlarin elserisi bedevi idi. Iclerinde sahabeden hic kimse yoktu. Bunlar Siffin muharebesinden sonra, Hakem Hadisesinde Hz. Ali'ye karsi cikarak O'nun ordusundan ayrildilar. Hz. Ali'nin hakemi kabul etmesini küfür telakki ettiler ve O'nu cok agir bir sekilde itham ettiler. Onlara göre, Hz. Ali'nin hakemi kabul etmekle dinden cikmisti. Bu grup, Hz. Ali'nin ordusundan huruc ettikleri icin kendilerine 'Hariciler' ismi verildi. Bu grup Hakem Hadisesine kadar Hz. Ali'yi taskin ve ölcüsüz bir surette sevdikleri halde, bu hadiseden sonra, O'nun en büyük ve amansiz düsmani kesilmislerdir.

    2. Ikinci grup, münafik ve Yahudi dönmeleriydi. Bunlar, iki yüzlü, dessas, sahtekar, yalanci, karanlik fikirli ve karanlik ruhlu insanlardi. Hz. Ali'ye muhabbet fikrin altinda gercek yüzlerini gizliyorlardi. Müslümanlar arasinda fitne cikartiyor, sürekli sapik fikirler üretiyorlardi. Gayeleri Islamiyeti icten yikmak, inanc ve itikadlari sarsmak ve Müslümanlari birbirine düsürmekti. Bu grubun Islam dünyasinda yapmis oldugu ihanetin boyutlari cok derindir.

    3. Emevilerin irkci idarelerinden rahatsiz olan Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin yaninda yer alan taifelerdir. Bilindigi gibi, Emeviler basa gecince, icraatlarinda birinci derecede irkciligi esas aldilar. Diger kavimlere karsi gayet sert ve acimasizca davranmaya sevketti. Emevilerin bu ölcüsüz ve mesuliyetsiz icraatlarindan rahatsiz olan diger kabile ve asiretler onlardan intikam almak icin Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e taraftarlik gösterdi ve Onlarin ordusunda yer aldilar.

    4. Bu grubu (genelde) iranlilar teskil eder. Hz. Ali ve Al-i Beyt sevgisi bu grupta asiri ve ölcüsüzce tezahür etmistir. Her merasim, senlik ve toplantilarda bu ölcüsüz sevgi etkisini göstermektedir. Yahudilerin 'Aglama Duvari' karsisina gecip aglamalari gibi, bunlar da Muharrem ayinda bir matem havasina girerler.

    5. Üc zihniyetin taraftarlarindan bu besinci grup tesekkül etmistir: 'Irandaki mecusi dininin reis ve ruhanileri' , 'Irandaki irkcilar' ve 'eski saltanat hanedanin mensuplari'dir.

2.

  • Alevilik bir firka veya mezhep degildir. Al-i Beyt'in muhabbetini esas olan bir tarikat seklinde ortaya cikmistir. Mes'elenin tarihi seyrine baktigimizda Aleviligin bir tarikat sekline gelismesi söyle olmustur:
Timur, Osmanli Sultani Yildirim Bayezid'i yendikten sonra Anadolu'dan aldigi otuz bin kadar esiri Iran'a götürmüstü. Bunlari Erdebil $eyhi ($ah Ismail'in dedesi) olarak bilinen $eyh Ali'ye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldilar. Bir süre sonra Timur, arasira ziyarete gittigi Erdebil $eyhi'nin kendisinden bir arzusu olup olmadigini sordugunda, $eyh, 'Hicbir dilegim yok, sadece Anadolu'dan esir olarak getirmis oldugun Türkleri serbest birakmani istiyorum' dedi. Timur, $eyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onlari serbest birakti. Bu esirler, bu vesile ile, $eyhe olan muhabbetlerini asiri derecede ziyadelestirdiler. $eyhin bu sofilerinin bir kismi Anadolu'ya döndü, bir kismi Erdebil'de kaldi.

Erdebil $eyhi, Anadolu'ya dönen bu müritleriyle alakasini devam ettirdi. Erdebil $eyhi'nin tarikatinda 'Hz. Ali muhabbeti' esas alindigi icin, bu tarikata devam edenler Hz. Ali sevgisi ile tamamen boyandilar. Bunlara bu vasiftan dolayi 'Alevi' denildi. Aslinda bu esirlerin ecdadlari ve kendileri, bu tarikat ile intisap kurucaya kadar, Ehl-i Sünnet itikatinda idiler. Iran'la Osmanli Devleti arasinda kesin hudutlar cizilince, Anadolu'daki müritler, pirlerin tesirinden gitgide uzaklastilar. Bu tarikatin Anadolu'da kalan mensuplari, Erdebil tekkesinden aldiklari tesirle, kendilerinin disinda kalan Müslümanlarin Ekl-i Beyt'e gerektigi gibi muhabbet beslemedikleri zannina kapildilar. Onlarin bu telakki ve davranislari diger Müslümanlarla aralarinda bir sogukluk husule getirdi. Bu sogukluk zamanla ihtilafa dönüstü.
Bu ihtilaf neticesinde, Erdebil tekkesine bagli Anadolu Türkleri medreseden uzak kaldilar. Itikada, ibadete,... ait bircok hükümleri geregi gibi ögrenemediler. Sadece babadan ogula intikal eden birtakim telkinlerle iktifa ettiler. Zamanla aradaki sogukluk gittikce büyüdü ve derin bir ayriliga dönüstü. (Sünnilik-Alevilik).

Bu sun'i ayriligin ortadan kalkmasinin tek yolu, Kur'an'in isigi altina girmekle cözülür.

3.

  • Al-i Beyt'e Allah icin muhabbet etmek, dinimizde vaciptir. (Imam-i $afii'ye göre farzdir.) Cenab-i Hak Sura Suresinde söyle buyurmaktadir:
    'Resulüm, sizden peygamberlik vazifesine mukabil ücret istemez. Yalniz Al-i Beyt'ine meveddet (sevgi ve saygi) istiyor.' (Sura Suresi, 23)
    Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i seriflerinde söyle buyuruyor:
    'Size verdigim nimetlerden dolayi Allah'i sevin. Beni de Allah icin sevin. Al-i Beyt'imi de benim icin sevin.'
    'Sizlere iki sey birakiyorum. Onlara temessük etseniz necat bulursunuz. Birisi kitabullah, biri Al-i Beyt'imdir.'
    Bu hususa Bediüzzaman Hazretleri söyle ifade etmektedir:
    'Al-i Beyt'ten vazife-i Risaletce muradi Sünnet-i Seniyye'sidir. Sünnet-i Seniyye'yi terkeden hakiki Al-i Beyt'ten olmadigi gibi Al-i Beyt'e hakiki dost da olamaz.'
    Al-i Beyt'i sevmemiz onlarin sadece mücerret sahsiyetleri icin degil, Kur'an'a yaptiklari hizmetleri, Islam Dini'nin nesrinde gösterdikleri büyük fedakarliklari, ilim ve irfan sahasinda yaptiklari hizmetleri icindir.
    Al-i Beyt'i seven mü'min de, ibadet vazifesini yerine getirmekle, onlari örnek almali, onlara benzemeli ve onlar gibi olmaya gayret etmelidir. Al-i Beyt'i hakiki manada sevmek de ancak bu yolla tahakkuk edebilir.


4.

  • Böyle bir iddia ne dinen, ne de aklen gecerlidir. Kesinlikle yanlistir. Hz. Ali Efendimiz (r.a.) en cok Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi (r.a.) sevdigi halde, onlar ve onlardan sonra gelen evlatlari, 'Bizim namazimiz kilinmistir' diye bir iddiada bulunmamislar, aksine sadece farzlarini eda etmekle kalmamis, sünnet ve nafilelere de tam riayet etmislerdir.
    Cenab-i Hak, namazi, peygamberler dahil, her mü'minin kendi $ahsina farz kilmistir. Hic kimse bir baskasinin yerine namaz kilamaz. Zaruret halinde de bu böyledir. Bir kimse namaz kilamayacak kadar hasta da olsa, onun namazini bir baskasi kilamaz.
    Bir hadis-i kudside söyle buyurulmustur:
    'Allah-ü Teala buyurdu ki: 'Ben Senin ümmetin üzerine bes vakit namaz farzettim. Hem ahdettim ki, bir kimse bes vakit namazi kilarak gelirse, muhakkak ben onu Cennet'e koyarim. Bes vakit namazi kilamayan bir kimseye bir taahhüdüm yoktur.' '
    Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de 'Namaz dinin diregidir' buyurmustur.

5.

  • Bu yanlis inanç da, digerleri gibi Ibn-i Sebe [Ibn-i Sebe Hz. Osman (r.a.) zamaninda Yemen'den Medine-i Münevvere'ye gelerek zahiren Müslüman olup, Islam'i yikmak için büyük gayretler göstermistir. Yahudilerin Islam Dinine düsmanligi Peygamberimizin (s.a.v.) dogumu ile baslamistir.] tarafindan iddia edilmistir. Bütün gayesi Müslümanlarin itikadini bozmak olan Ibn-i Sebe, menfur faaliyetlerini sürdürürken, nabza göre serbet vermesini iyi beceriyordu. Önce, bazi kimselere Hz. Ali'nin (r.a.) ilah oldugunu telkin etmeye çalisiyor, bunun tutmayacagini anladigi yerde, O'na peygamberlik isnad ediyor; bunun da geçerli olmayacagini anladigi zaman ise, "Halifetin en evvel Hz. Ali'nin hakki oldugunu, bu hakkin kendisinden zulmen alindigini" telkine kalkiyordu.
    Dikkat edilirse, bu üç iddia arasinda tezat vardir. Tezat ise, hükümsüzdür. Söyle ki ilan olan, peygamber olamayacagi gibi, peygamber için de hilafet sözkonusu olamaz. Bu tezat dahi, açikça gösteriyor ki meselenin altinda sadece ve sadece ifsat ve ihanet yatmaktadir. Malumdur ki, herseyin bir baslangici ve bir de nihayeti oldugu gibi, Hz. Adem'le (a.s.) baslayan peygamberlik müessesesi de Hatemül-Enbiya (s.a.v.) ile son bulmustur. Cenab-i Hak, peygamberlerin en ekmeli olan O Zat'in eline semavi kitaplarin en mükemmeli olan Kur'an-i Azimüssan'i vermis ve nübüvvet müessesesini O Hatemül Enbiya ile tekmil etmistir. Artik, kiyamete kadar Hz. Muhammed'den sonra bir peygamber gelmeyecektir. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Hatemül Enbiya oldugu 'Ahzap Suresi'nde su sekilde bildirilmistir:
    "Muhammed sizin ricalinizden hiçbirinin babasi degil ve lakin Allah'in Resulü ve peygamberlerin hatemidir (sonuncusudur). Allah herseyi bilendir."

6.

  • "Hilafetin, öncelikle Hz. Ali (r.a.)'in hakki oldugu halde, bu hakkin gaspebildigi" iddiasi da Ibn-i Sebe'nin ortaya attigi fitnedir. Sunu hemen belirtelim ki, Çariyar Efendilerimizden hangisinin digerlerinden daha faziletli ve hilafetin öncelikle kimin hakki oldugu, Ibn-i Sebe'yi asla alakadar etmezdi. Onun asil maksadi, ashaba karsi hürmeti kirmakla Islamiyete süphe ve tereddüt düsürmek ve Müslümanlar arasinda ihtilaf çikarmak ve bunu devam ettirmekti. Bu sebeple, ilk önce Ashab-i Kiramin Efendilerimizi çok kisaca tanimlayalim:

    Sahabe-i Kiram Efendilerimiz her an Allah-ü Azimüssan'in celal ve cemal sifatlarinin tecellileri arasinda yasadilar, yani daima korku ve ümit üzere bulundular. Resul-i Ekrem Efendimize (s.a.v.) hakkiyla varis ve vekil oldular. Saga ve sola meyletmeden sadece ve sadece sirat-i müstakime yürüdüler. Allah'a vasil olan yollarda her biri birer önder, birer rehber oldular. O hidayet yildizlarinin bütün gaye ve düsünceleri, yalniz Allah'in rizasi ve O'nun cemalidir. Sahabelerin hepisi istisnasiz Resulullah Efendimizin sohbetleriyle müserref oldular. Onlarin ruhlari, akillari, kalb ve vicdanlari ve nihayet bütün hissiyatlari, Peygamber terbiyesinden geçti. Tabir caiz ise, dagin güney yamacindaki çiçekler gibi, günesten dogrudan dogruya istifade ettiler ve O'nun zatiyla görüstüler. Onlardan sonra gelen bütün Müslümanlar ise, dagin kuzey yamacindaki çiçekler gibi, günesin zatindan degil, ancak aydinligindan faydalandilar.
    Simdi: Hz. Ali'nin, Peyhamber Efendimizin karabet cihetiyle en yakini olmasina ragmen, hilafette en sona kalmasinda, kaderin hikmetli bir tanzimi vardir. $öyle ki: Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman'in (r.a) devirleri, Islam'in birlik ve bütünlügünün korundugu tam bir fütuhat ve inkisaf dönemi olmustur.Iran, Irak, Misir, Suriye, Kibris ve daha birçok ülke, bu dönemde fethedilerek tevhid inanci bu beldelere yerlestirilmistir. Hz. Ali (r.a.) zamaninda ise, bu fütuhat dönemi durmus, genisleyen Islam aleminde çesitli ihtilaflar basgöstermistir. Hz. Ali (r.a.) hilafeti sirasinda bu kari$iklik ve ihtilaflarla ugrasmak zorunda kalmis, harika cesaret, keskin fesaret ve emsalsiz ilmiyle Islam'i her türlü sapik fikir ve batil itikadlarin tasallutundan korumaya muvaffak olmustur. Iste ilk üç halife devrindeki ittihad, tesanüd ve Islami fütuhat onlarin hilafete liyakatlarini ve hak üzere olduklarini ispatladigi gibi, Hz. Ali Efendimiz devrindeki ihtilaflar da, O'nun hilafette sona kalmasindaki hikmeti açikça göstermektedir.
    Peygamberimizin Hadis-i $eriflerinden örnekler:
    'Benden sonra iki kimseye baglanin, onlardan biri Ebubekir, digeri Ömerül Faruk'tur.'
    'Münafiklarin kalbinde dört kimsenin muhabbeti toplanmaz: Ebubekir, Ömer, Osman, Ali.'
    'Ali'yi seven beni sevmis olur. Ali'ye bugz eden bana bugz etmis olur. Ali'ye eziyet eden bana eziyet etmis olur. Bana eziyet eden dahi Allah'a eziyet etmis olur.'

Bu Yazi Mehmet Kirkinci'nin 'Alevilik Nedir' kitabindan alinmistir. Genis bilgi için okumanizi tavsiye ederiz. Cihan Yayinlari, TÜRDAV A.S., Istanbul, 1995

Resûlullaha itâ'at Allah'a itaat ayri midir?

Resûlullaha itâ'at Allah'a itaat ayri midir?
Resûlüne imân ve itâat olmadan Allah'a imân ve itâat olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, kendine itâ'ati, bir çok âyette, Resûlü ile birlikte zikretmistir. Meselâ buyuruyor ki:
(Resûle itâ'at eden, Allah'a itâ'at etmis olur.) [Nisâ 80]
(Resûl, size ne verdiyse onu alin, size neyi yasakladiysa ondan sakinin!) [Hasr 7]
(De ki "Eger Allah'i seviyorsaniz bana uyun ki Allah da sizi sevsin!") [A.0mrân 31]
[Bu âyet-i kerîme inince, münâfiklar, simdiki mürted ve zindiklar gibi, "Muhammed kendine tapilmasini istiyor" dediler. Bunun üzerine asagidaki âyet-i kerîme indi. (Sifâ-i serîf)]
(De ki, "Allah'a ve Peygambere itâ'at edin! Eger [Peygambere uymayipyüz çevirirlerse, [kâfir olurlar] Elbette Allah kâfirleri sevmez.) [A.0mrân 32]
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize itâati emrettigi gibi, ona muhâlefeti, isyâni da yasaklamistir:
(Kim Allah'a ve Resûlüne isyân eder ve hududullahi asarsa Allah onu, temelli kalacagi Cehenneme sokar.) [Nisâ 14][Hududullah, Allah'in emir ve yasaklari]
(Dogru yol belli olduktan sonra, Peygambere karsi geleni ve mü'minlerin yolundan baska bir yola uyani, o yolda birakir ve cehenneme sokariz.) [Nisâ 115]
Allah'a, Resûlüne isyân
(Allah ve Resûlüne karsi gelen, bilsin ki Allah'in azâbi çetindir.) [Enfal 13]
(Ey îmân edenler, sizi hayat verecek seylere [dinin emîrlerine]da'vet edince, Allah'a ve Resûlüne icâbet edin!) [Enfâl 24]
(Allah'a ve Resûlüne karsi gelen, apaçik bir sapikliga düsmüs olur.) [Ahzâb 36]
Sünnet-i seniyyeye uymanin farz oldugunu yukarida âyet-i kerîmelerle bildirmistik. Bu konudaki hadîs-i serîflerden birkaçi da söyle:
(Bana uyan Cennete girer, isyân eden giremez.) [Buhârî]
(Resûlün harâm kilmasi, Allah'in harâm kilmasi gibidir.) [Tirmizî]
(Allah'in kitabina, Peygamberin sünnetine sarilan sapitmaz.) [Hâkim]
(Sünnetimden yüz çeviren benden degildir.) [Müslim]
(Benden sonra ihtilâflar çikar. O zaman sünnetime ve hülefa-i râsidînin sünnetine uyun!) [Tirmizî]
Kur'ân-i kerîm, Peygamber efendimize inmistir. Muhatabi odur. Eshâb-i kirâm, Peygamber efendimize, Kur'ân-i kerîmin açiklamasini suâl ederlerdi. Açiklamayi gerektirmiyen âyetler hariç, her âyetin açiklamasini bilen yalniz odur. Resûlullah efendimizin bildirdiginden baska türlü açiklamak yanlis olmakla kalmaz, Allah'a ve Resûlüne iftirâ olur. Hiç bir kimse, Peygamber efendimizden daha iyi bildigini söyleyemez. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Size kitabi, hikmeti getiren ve bilmediklerinizi ögreten bir Peygamber gönderdik.) [Bakara 151]
Demek ki, Peygamber efendimiz, Kitabin [Kur'ân-i kerîmin] disinda, bir de hikmet getirmistir.
Ayrica, Kurân-i kerîme ragmen, insanlarin bilmedigi seyleri de ögretmistir. Allahü teâlâ, hikme ehlini de övmüstür:
(Allah, hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilmisse, muhakkak ona çok hayr verilmistir.) [Bekara 269]
Hikmet, fen ma'nâsina geldigi gibi, fikih ilmi ma'nâsina da gelir. (Dürr-ül muhtâr)
Peygamber efendimiz, 0bin Abbâs hazretleri için, (Yâ Rabbî, bunu fakîh kil, hikmet sâhibi eyle ve buna Kur'ân-i kerîmin bilgilerini ihsân eyle) buyurdu. (Buhârî)
Kur'âni ehli olan açiklar
Peygamber efendimiz, fikh bilgilerini de eshâb-i kirâma ögretmistir. Peygamberimizin ögrettiklerine sünnet dendigi için, ögrettigi fikh ilmine de sünnet de denir.
0mâm-i Sâfiî hazretleri, (Bu âyetteki hikmet'ten maksat, Resûlullahin sünnetidir. Önce Kur'ân zikredilmis pesinden hikmet bildirilmistir) buyuruyor. (Risâle s.78)
Kurân-i kerîm açiklamasiz ögrenilseydi, Peygamber efendimize, (teblig et yeter) denilirdi, ayrica (açikla) denmezdi. Halbuki, açiklanmasi da emredilmistir:
(Kur'âni insanlara açiklayasin diye sana indirdik.) [Nahl 44]
(Biz bu Kitabi, hakkinda ihtilâfa düstükleri seyi insanlara açiklayasin ve imân eden bir kavme de hidâyet ve rahmet olsun diye sana indirdik.) [Nahl 64]
Bu âyet-i kerîmeler, açiklamayi gerektiren âyetlerin bulundugunu gösterdigi gibi, bunu açiklamaya Resûlullah efendimizin yetkisi oldugunu da göstermektedir.
Kurân-i kerîmde her bilgi vardir. Ancak açik degildir. Peygamber efendimiz bunlari vahy ile ögrenmis ve ümmetine bildirmistir. Bir âyet-i kerîme meâli:
(Onun sözleri vahydir.) [Necm 4]
Hz.Cebrâil, Peygamber efendimize gelip 5 vakit namazin her seyini bizzat tatbîkî olarak ögretmistir.
Peygamber efendimiz de (Namazi benim kildigim gibi kiliniz) buyurmustur. (Buhârî)






























Ihlas.net' in sayfasindan alinmistir.


Haram kazananin ikrami yenir mi?

Haram kazananin ikrami yenir mi?

Efendim, bugünün sartlari içerisinde hepimizi mesgul eden ciddi bir konu:
· Helalinden kazanmak, helal lokma yemek, çoluk çocugumuzun midesine haram lokma indirmemek. Bizim bas meselelerimizden biridir bu. Nitekim Hazreti Ömer (r.a.)'e nispet edilen su söz de bunu ifade etmektedir. Demis ki büyük halife:
· Namaz kilmaktan çivi gibi olsaniz, oruç tutmaktan da yay haline gelseniz midenizde haram lokma varsa beklediginize ulasamazsiniz. Evet, bu söz gerçegin ta kendisidir. Midemizde haram lokma olursa ibadetimizin zevkine varamaz layik olan sevabina erisemeyiz. Sadece borçtan kurtulma söz konusu olur, hepsi o kadar. Sevap çoklugu, bahis mevzu olamaz elbette. Bunun içindir ki alimlerimiz helal lokmayla iktifa edip haramlara düsmeme konusunda çok titiz davranmislar, bize de ayni titizligi tavsiye buyurmuslardir. Hadis-i serifin ikazi ise unutulacak gibi degildir:
· Kimin bedeninde haram lokmadan kaynaklanan et, yag parçasi olusmussa mahserde o et ve yag parçalari cehennem atesi karsisinda eritilir, bedenden böyle eritilerek alinir. Demek ki haram lokmayla beden beslenmemelidir. Çünkü haram lokmadan meydana gelen et yag kismi, cehennem atesi karsisinda tutularak eritilecek, beden böyle temizlenecek, bundan sonra helal lokmayla beslenmis kisim cennete gidebilecektir... Iste bu gibi gerçeklerden dolayidir ki, okuyucum kazancinda haram bulundugunu sandigi komsusunun evine gitmiyor, gitse de ikramindan almiyormus. Bunu da komsu fark etmis, meydana gelen tartismadan sonra konuyu bize yazmislar. Demisler ki:
· Kazancinda haram oldugu söylenen bir komsunun evine gidilir mi, ikramindan yenilir mi? Komsu hatiri için yesek haram lokmayla beslenmis olan bedenin cehennem atesine tutulacagini okuduk kitaplardan. Yemesek komsumuz olayi idrak etmiyor, yanlisa yorumluyor. Siz ne diyorsunuz bu konuda?.. Efendim, bastan da arz ettigim gibi bedende haram lokmadan kaynaklanan et, yag parçasi olmamalidir. Çünkü haramdan hasil olan kisim cehennem atesi karsisinda eritilmek suretiyle bedenden çikarilacaktir. Bu kesin. Bunu siz de okumussunuz. Bizler böyle inandigimiz içindir ki, ne devletin malindan çalabiliriz, ne de bir baskasinin servetinden gasp etmeye cesaretimiz olamaz. Uzak kalmak inancimizin geregidir. Komsumuzun kazancinda haram olma söylentisine gelince. Bu konudaki hüküm söylenti ile olmaz. Zan ile haramlik hasil olmaz. Bilgiye müstenit olmalidir. Sayet komsunun kazanci içinde haram da bulunuyor, helal de mevcut oluyorsa bakilir, harami mi fazla, helali mi? Helali fazla ise, o fazla olan helal kismindandir, diyerek ikrami alinir komsuluk ve dostluk korunur, bir kirginliga sebep olunmayabilir (Içki de satan bakkal gibi). Fikih kitaplarinda, haram kazanmis olan kimsenin yemegi yenilir mi, diye sorulan soruya, kazancinin çogu helalse yenir, seklinde cevaplar verilmistir. Biz de bu konuda biraz esnek davranma geregi duyuyor, komsuluk hukukunu gözetmeye gayret ediyoruz. Münasebetleri kesip de iyice harama kaymaya sebep olmaktansa, helal kisminin bulunacagini düsünerek irtibati kesmeyip tümüyle helale yöneltmeye niyet edebiliriz. Uzak kalip da bilgisiz birakmaktansa yakinlasip da rahatsiz etmeden düsünmesine sebep olmakta isabet olsa gerektir. Bizim komsuya, komsunun da bize ihtiyaci vardir. Birbirimize faydali olmamiz da komsulugumuzun bir geregidir. Bu sirada bazi seyler söyleyebilir, helal kazanca haram karistirmamak gerektigine isarette bulunabiliriz. Bu da onlar için bir düsünme vesilesi olabilir.

Ahmet Sahin

ZAMAN, 13 Mayis 1997


Geçmis namazlar hakkinda neler bilmek gerekir ?


Geçmis namazlar hakkinda neler bilmek gerekir ?
Bir namazi vaktinde kilmaya "EDA", vakti çiktiktan sonra kilmaya da "KAZA" denir. Namazi bilerek ve özürsüz olarak kazaya birakmak da büyük günahlardandir. Bes vakit namazin sadece farzlari ile vitir namazi kaza edilir. Kaza namazi su üç vakit disinda her zaman kilinabilir:
1- Günes dogarken
2- Günes tam tepe noktasinda iken
3- Günes batarken (Sadece o günkü ikindinin farzi kilinabilir)
Bu vakitlerde namaz kilinmaz. Eger geçirilen namazlarin sayisi alti vakit veya daha fazla ise, kazalarda siraya riayet etmeye gerek yok.
Geçmis namazlar kaza olunurken, hangi günün hangi vaktinin namazi oldugu bilinmezse mesela söyle niyet edilir: "Niyet ettim ALLAH rizasi için kazaya kalan son sabah namazinin farzini kilmaya" digerleri için de, kazaya kalan son ögle.... son vitir.... diye niyet edilir. "SON" kelimesi yerine, kazaya kalan ilk sabah namazinin farzini kilmaya diyerek, "Ilk" kelimesi de söylenebilir.
Vaktinde kilinamayip kazaya kalan namazlar, ancak kaza edilerek mükellefin zimmetinden düser. Bunun baska mesru bir yolu yoktur

Kaynak: Diyanet namaz vakitleri takvimi, 25.06.1998


Din, inananlarin her seyine karisir mi?

Din, inananlarin her seyine karisir mi?
Ilk insan Hz. Adem ile birlikte, din de dünyaya gelmistir. O günden bugüne dünyada dinsiz bir donem olmamistir. Dinsiz fertler ve topluluklar olmustur ama, dünya hiçbir zaman bütünüyle dinsiz olmamistir. Atamiz Adem ile anamiz Havva'nin, cennetteki misafirlikleri sona erip de esas imtihan sahasi olan dünyaya gonderildiklerinde, Hak Teala bundan sonrasi için olacaklari haber vererek. "(Iyi bilin ki) size benden bir hidayet geldigi zaman, kimler benim hidayetime uyarsa, artik onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Inkar edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, cehennem halki olacaklardir ve orada ebedi kalacaklardir." (Bakara, 38-39) buyurmustur. Bunun manasi sudur: "Artik dünyadasiniz ve gerektigi zamanlarda siz insanlara Allah'dan ne yapacaginizi bildirecek peygamberler ve kitaplar gelecektir. Bunlara uydugunuz takdirde, korku ve üzüntü yasamazsiniz. Uymazsaniz âkibetiniz atestir."
Iste bizim "din" denince aklimiza gelen sey, ilk insandan beri varolduguna inandigimiz bu gerçektir. Fakat insanlik tarihi boyunca, sadece peygamberlerin ve kitaplarin ortaya koydugu ilahi sistemlere din denmemistir. Insanlar tarafindan uydurulan inanç ve hayat sistemleri ile Allah tarafindan gonderilmis oldugu halde insanlar tarafindan bozulan ilahî sistemlere de din denmistir. Binaenaleyh ortada "din" adi verilmis bir çok sey bulunmaktadir. Hem sadece bugün degil, her asirda adina din denilen birçok sey olmustur. Bunlarin çogu birbirinden de tamamen farkli ve birbirine uymayan seylerdir. Dolayisiyla ortada bir gerçek din, bir de sahte dinler bulunmaktadir. Elbette kimse yogurdum eksi demeyecegi için herkes kendi dininin yegane gerçek din oldugunu, digerlerinin batil oldugunu iddia ediyor. Iddia isbat ister. Tek gerçek oldugunu iddia eden din de, kendini isbat etmelidir. Bu noktada Islâm ile yarisacak din çikmamistir.
Islâm, ondort asirdir, aleyhindeki onca çabaya ragmen gücünü gittikçe artirmis; taraftarlarinin en zayif oldugu çagimizda bile, batilin en çok korktugu güç olmustur. Eger o, uydurma, basit bir din olsaydi, basedilmesi zor olmamaliydi. Kaldi ki o, düsmanlarina hep hodri meydan demis ve onlari aklin hakemligine davet etmistir. Kur'an vahyinin inmeye basladigi çagdan itibaren muhaliflerini, delilli bürhanli isbata davet etmis, ama ilk düsmanlari olan cahilî araplar, akilla karsi koyamayacaklarini anlayip, kiliçla karsilik vermislerdi. Bunu yapmaya mecbur idiler. Cünkü o günkü uydurma dinlerinin aklin hakemligine dayanacak gücü yoktu. Bugünkü dinlerin ve taraflarinin bu açidan cahîli araplardan farki yok. Bunlar da bir türlü basademedikleri Islâm'i, potansiyel bir güç olarak, askerî paktlarinin düsmani ilan ettiler. Bu bile Islâm'in gücünü gosteren onemli bir delildir. Islâm bu gücünü, sayilari neredeyse bir buçuk milyara ulasan taraftarlarindan almiyor. Cünkü onlar henüz derin bir uykudalar ve sahib olduklari dinin gücünden, düsmanlari kadar bile haberdar degiller. Ama uyanir ve suurlanirlarsa, neredeyse kurulmus olan "yeni dünya düzeni" adindaki acimasiz somürü tezgâhi karsisindaki tek engel olacaklardir.
Gerçekler tektir. Dinler arasinda gerçek olan da tektir ve o, Islâm'dir. "Allah katinda (gerçek) din, Islâm'dir." (Al-i Imran, 19) ve "Kim Islâm'dan baska bir din ararsa, bilsin ki o din ondan kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktir." (Al-i Imran, 85) ayetleri bu gerçegi bildiriyor ve Adem (a.s.)'den beri peygamberlerin Allah Teâlâ'dan getirdigi bütün bozulmamis dinlerin Islâm oldugunu ilan ediyor. Binaenaleyh Allah katinda, ancak kendisinin gonderdigi dinler gerçektir. Digerleri sahtedir. Bastan beri Allah tarafindan gonderilen dinlerin hepsi ozde ayni ozelliklere sahibtir ve hepsinin ozünde Allah'a kayitsiz sartsiz teslimiyet vardir. Degismeyen bu peygamberler yoluna "Islâm" denilisinin sebebi iste bu teslimiyettir. Ama bu teslimiyet, korükorüne degildir, basgangici akil ve tefekkür olan, hatta alternatifler arasinda titiz bir seçme olan bir teslimiyettir. Bu Hz. Muhammed (a.s.)'i uzun bir arkadasliktan sonra taniyan Hz. Ebu Bekr'in, mesela Miraç hadisesi kendisine anlatildiginda, "Bunu o soylüyorsa dogrudur." diyerek gosterdigi teslimiyettir. Teslimiyet emre âmâde olmak demektir. Allah'in emrine âmâde oldugunuzda, O'nun verecegi her emre, dilinizle ve kalbinizle, "Basim gozüm üstüne," deyip, hemen yerine getirmeye kosarsiniz; nedir, nedendir, ne ile ilgilidir diye sormazsiniz.
Islâm'in ozü teslimiyet olunca, onu seçen iyi düsünmeli, iyi arastirmali, diger dinlerle mukayesesini iyi yapmali ki sonra itiraz olmasin. Cünkü o, insanlari zorla degil, kendi iradeleri ile kabulünü istiyor. "Dinde zorlama yoktur. Dogru, sapikliktan seçilip belli olmustur. Kim tagutu inkar edip, Allah'a inanirsa, muhakkak ki kopmayan saglam bir ipe yapismistir." (Bakara, 256) derken, Islâm, hak ile batilin besbelli oldugunu, dolayisiyla, zorlamaya gerek olmadigini bildirir. Bu ifadede kendine güven ve kendi kiymetini ilan bulunmaktadir. Bu ayni zamanda, ancak batilin zorlamaya ihtiyaci olduguna bir isarettir. Nasil elinde kaliteli mal bulunan satici nazli olur ve aliciyi zorlama ihtiyaci hissetmezse ve akilli bir alicinin, sonunda donüp dolasip kendisine gelecegini bilirse, bu iddiali sozleri soylerken Islâm da ayni güven içindedir. Dolayisiyla isteyen gelir, isteyen gelmez, ama yanlis alisverisinin sonucuna da katlanmak zorundadir. Bunda akl-i selime güven vardir. Zaten din geçmis alimlerimizce, "Akil sahibi suurlu insanlari, kendi irade ve arzulari ile, aslinda iyi ve hayirli olan seylere yonelten Allah tarafindan konmus yoldur" seklinde tarif edilirken, bu noktalar vurgulanmaktadir.
Kendisine tam teslim olunmasi gereken, dolayisiyla adina Islâm denen gerçek din, esas olarak üç kisim hükmü ihtiva eder: Inanç, ibadet ve ahlâk. Yani Islâm inanma, nasil inanacagini, nasil yasayacagini ve nasil davranacagini soyler. Dolayisiyla o, müminin hayatinin bütün sahalarina karisir, düsünce sistemini yeniden düzenler, dogrulari ve yanlislari, iyileri ve kotüleri, adaleti ve zulmü dostu ve düsmani, helali ve harami, ahlâki ve ahlâksizligi yeniden belirler. Daha dogrusu herseyin gerçegini bildirir. Büyüklerinden "Ey Allahim, bana esyayi oldugu gibi goster." diye dua etmeyi ogrenen mümin artik, düsünürken ve degerlendirirken onun koydugu olçüleri esas alir ve bundan dolayi, bir esaret rahatsizligi degil teslimiyet huzuru duyar. Cünkü bu, onun kendi iradesi ile seçtigi yoldur. Binaenaleyh hayatini buna gore yeniden düzenler. Cünkü Islâm ona nasil evlenecegini, kimlerle evlenebilecegini, evlilikteki yükümlülüklerini, bosanmak istediginde uymasi gereken usulleri, nasil ticaret yapacagini, nasil borç alacagini, neleri yiyebilecegini, neleri yememesi gerektigini, insanlara karsi nasil davranacagini bildirir ve bunlara uymasini emreder. Mesela "Faiz yiyenler, seytanin çarptigi kimseler gibi kalkarlar. Bu onlarin, "Alis veris de ayni faiz gibidir. (Dolayisiyla bu ikisi arasinda bir fark yoktur.)" demelerinden otürüdür. (Her ne kadar bu ikisi birbirine benziyorsa da) Allah alis-verisi helal kilmis, faizi haram kilmistir..." (Bakara, 275) diyerek, müminin kendi kafasina gore is yapamayacagini zahiren birbirine benzeyen iki seyden ancak helal kilinani yapabilecegini gosterir.
Bu anlamda dinin karismadigi bir hayat sahasi yoktur. Nasil yiyeceginize, nasil ibadet edeceginize, bunlarin zamanina, nasil giyeceginize nasil ve ne zaman ve kiminle savasacaginiza, akrabalariniza ve dindaslariniza nasil davranacaginiza, mirasi nasil paylasacaginiza ve akliniza gelen herseye o hüküm ve karar verir. Ve "Allah ve Resulü bir iste hüküm verdigi zaman, artik inanmis bir erkek ve kadinin, o islerinde kendi isteklerine gore seçme haklari yoktur. Cünkü kim Allah'a ve Resulüne karsi gelirse, apaçik bir sapikliga düsmüs olur." (Ahzab, 36). Dolayisiyla Islâm'in inananina yonelik direktifleri ve yol gosterisi, sadece Kur'an'dakilerle sinirli degildir. Peygamberinin gerek tefsir olarak gerek ilave hüküm olarak soyledikleri de mümin için baglayicidir. Yeter ki o sünnetin Resulullah'dan oldugunu kesin bilelim ve sihhati hususunda yakini bir bilgiye ulasalim...
Demek ki Islâm "yalniz felsefi ve hayali bir ideal, yahut insani sadece olümden sonrasi ile mesgul eden bir dua ve ibadet sistemi degil; ayni zamanda insanin bütün tabii ihtiyaçlarini goz onünde tutan bir fikir, hareket ve hayat kaynagidir." (A.H.Akseki Islâm, s. 23). Iste bu din size hersey kendisine ait yeni bir dünya kurar. O dünyada, ibadetle ahlak, ahlakla iman birbirinden ayri seyler degildir. Dolayisiyla o dünyanin mümini camide namaz kilarken kendisini ne kadar Allah'in huzurunda hissediyorsa, ticaret hanesinde alis-veris yaparken, borçlanirken ve borcunu oderken de ayni sekilde dininin koydugu hükümleri ve sinirlari hisseder, hissetmekle kalmaz onlara gore davranir. Hayatinda kopukluk yok, tevhid vardir: Ama siz kimse benim hayatima karismasin, ben istedigim gibi yasamak istiyorum, derseniz, dünyada ve ahirette neticelerine katlanmak sarti ile serbestsiniz. Hem mümin olayim, hem istedigim gibi yasayayim. Islâm herseyime karismasin diyorsaniz, bu bir aldatmaca olur. Cünkü Islâm herseye karisir. Bundan rahatsiz oluyorsaniz, piyasada etliye sütlüye karismayan dinler de var, onlardan birini seçin. Fakat o zaman seçtiginiz ile biraktiginizi yan yana koyun ve insafla bakin. Tercih sizin.
Prof. Dr. Lütfullah CEBECI
Kaynak:  Altinoluk dergisi, sayi 136, Haziran 1997


EBU UBEYDE B. el-CERRÂH


EBU UBEYDE B. el-CERRÂH
(?-18/639)
Emînü'l-Ümme lâkabiyla anilan, ilk müslümanlardan ve asere-i mübessere 'den olan sahâbî. Asil adi Amir b. Abdullah b. el-Cerrâh'tir. Kureys kabîlesinin Fihrogullari'ndandir. Nesebi, Rasûlullah'in nesebiyle dedelerinden Fihr'de birlesir (Ibn Sa'd, et-Tabakat, III, 297; Ibnül-Esir, Üsdü'l-Gâbe, III, 84).
Ebû Ubeyde, Hz. Ebû Bekir'in dâvetiyle veya Osman b. Maz'un baskanliginda arkadaslariyla Rasûlullah'a giderek müslüman olmustur (Ibn Sa'd, et-Tabakat, III, 298). Habesistan'a göç edenler arasinda ikinci kafiledendir. Medine'de Rasûlullah onunla Sa'd b. Muaz'i kardes ilân etmistir (Ibn Hacer, el-Isâbe, IV, 111). Ebû Ubeyde, kahramanligiyla tanindigi kadar, "Eminü'l-Ümme (ümmetin emini)" lâkabiyla meshur olmustur. Rasûlullah onun için: ''Her ümmetin bir emini vardir, bu ümmetin emini Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'tir" buyurmustur (Müslim, VII, 127; Ibn Mâce, I, 136). Esasinda Rasûlullah'in bütün ashâbi emanet ve âdillikte esittir: ancak bir vasfin her insanda ayni derecede inkisaf etmeyecegi tabîidir. Iste Hz. Peygamber, emîn olma vasfinin ashâbi içinde en fazla Ebû Ubeyde'de temayüz ettigini bunun için belirtmistir. Ibn Hibbân, Enes b. Mâlik'ten rivâyet ettigine göre, Rasûlullah, "Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir, en siddetlisi Ömer, en hayalisi Osman en helâl ve harami bileni Muaz b. Cebel, ferâizi en iyi bilen Zeyd b. Sâbit, en düzgün Kur'ân okuyani Übeyy b. Ka'b, en emîni Ebû Ubeyde'dir" buyurmustur.
Ebû Ubeyde de diger büyük sahâbîler gibi bütün gazalara katilmistir. Bedir gazasinda müsriklerin safinda çarpisan ve kâfir olan babasi Abdullah'la karsilasmis ve onu öldürmüstür. Islâm akîdesinin ilk yayginlastigi dönemlerde buna benzer olaylar çoktur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir oglu ile, Mus'ab b. Umeyr kardesi ile, Hz. Ömer dayisi ile çarpismistir. Kur'ân-i Kerîm'de söyle buyurulur: "Allah'a ve âhiret gününe îman eden hiçbir kavmi, babalari, ogullari, kardesleri, hisim ve akrabalari olsalar bile Allah ve Rasûlüne meydan okumaya kalkisanlara sevgi besler bulamazsin. Iste Allah onlarin kalplerine iman yazmis ve kendilerini tarafindan bir ruh ile desteklemistir. Onlari, altlarinda irmaklar akan Cennetlere koyar ve orada ebedî kalirlar. Öyle ki, Allah onlardan onlar da Allah'tan hosnutturlar. Iste bunlar Allah taraftaridirlar. Iyi bilin ki, Allah taraftarlari hep kurtulusa erenlerdir" (el-Mücâdele, 58/22).
Ebû Ubeyde, Uhud savasinda Rasûlullah'in yüzüne batan migfer parçalarini disleriyle çekerken ön disleri kirilmis, Hendek'te, Benû Kureyza'da, Ridvan Beyatinde Hudeybiye'de, Hayber'de, en cesur savasçilardan biri olmustur (Ibn Sa'd, et-Tabakat, I, 298). Câbir (r.a.)'in naklettigine göre Ebû Ubeyde kumandanliginda kesfe gönderilen sahâbe birliginin bir dagarcik hurmasi bulunmakta; bütün gün onlar bir hurmâ ile idare etmekte veya agaç yapraklarini suyla islatarak açliklarini yatistirmaya çalismaktadirlar. Arapça'da bu yapraklara habat denildiginden, ona izâfeten Habat gazasi diye geçen bu olayda, üçyüz kisilik birlik, sâhile vardiktan sonra büyük bir balik ile karinlarini doyurmuslardir (Buhâri, Bâb-i Gazveti Seyfü'l Bahr, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, X, 364-367).
Bu örnek olay, sahâbenin hangi zor sartlar ve yokluk altinda ilâyi kelimetullah için cihada çiktigina sadece bir tek örnektir. Yine Ebû Ubeyde'nin sahsinda, kumandanlik için nefsi tezkiye etmenin ve Rasûlullah'a kesin itaatin bir örnegini görmek mümkündür: "Rasûlullah, Beliy ve Üzre kabilelerine Amr b. el-Âs'i bir grup sahâbînin basinda kumandan olarak gönderdi. Amr'in validesi Beliy kabilesindendi. Amr, Cüzam mevkiinde "Zâtü's-Selâsil" denilen bir yerde durmus, ilerleyememis ve Rasûlullahttan yardim istemistir. Rasûlullah, içlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in de bulundugu bir birligi Ebû Ubeyde kumandanliginda Amr'a yardima göndermistir. Ebû Ubeyde'ye: "Amr b. el-As ile aranizda ihtilâf çikmasin" diye de tenbih etmistir. Hakikaten Amr ile karsilastiginda Ebû Ubeyde, Amr'in kumandanlik hususunda bencil davrandigini görünce: "Allah Rasûlü bana 'Amr ile ihtilâf çikarma' dedi; onun için sen beni dinlemezsen, ben seni dinlerim" demistir. Ebû Ubeyde kumandanliga daha lâyik olmasina ragmen bu büyük davranisi göstermistir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 196).
Ebû Ubeyde hicrî 9. yilda Rasûlullah tarafindan "Eminü'l-Ümme" diye övülerek, Necran hristiyanlarindan cizye almaya memur edildi. Rasûlullah Necran hiristiyanlarini Medine'ye çagirarak onlari Islâm'a dâvet etti; ancak hristiyanlar, Islâm'i kabul etmeyip sadece cizye verebileceklerini, bunu da almasi için "güvenilir" birini memur etmesini Rasûlullah'tan istediler, Rasûlullah da, "Size hakkiyla emîn bir adam gönderecegim" diyerek Ebû Ubeyde'yi gönderdi. Rasûlullah, Bahreyn ile sulh yaptiktan sonra onlardan toplanacak cizye'yi almaya da Ebû Ubeyde'yi görevlendirdi.
Ebû Ubeyde, Mekke fethinde, Taif muhasarasinda, Vedâ Hacci'nda hep Rasûlullah'in yaninda bulunmustur. Rasûlullah'in vefâtindan sonra meydana gelen Benû Saîde sakifesi olayinda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde birlikte hareket etmislerdir. Hz. Ebû Bekir, Ebû Ubeyde'nin elinden ve Hz. Ömer'in elinden tutarak ortalarinda durmus, sahâbeye bu iki zattan birisine bey'at etmelerini söylemis; bu sözlerin hemen ardindan Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'e bey'at edince, Ebû Ubeyde de Ebû Bekir'e bey'at etmistir. Ebû Bekir, vefât ederken bu olayi animsatmis ve, "Benû Saide sakifesinde Hz. Ömer'i halifelige, Ebû Ubeyde'yi vezirlige lâyik gördügünü" söylemistir (Taberî, Târih, III, 430).
Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinden itibaren Hz. Ömer zamaninda cihad hareketinde Suriye bölgesindeki fetihlere katildi ve kumandan olarak yer aldi. Ayrica o, Bisan, Taberiye, Baalbek, Humus, Hama, Seyre, Maarra, Lazkiye, Antarius, Banyas, Selemiye, Halep, Antakya, Menbic, Delul fetihlerinde bulunmustur.
634 yilinda (H. 13), Humus'ta Roma Imparatoru Herakleius'un muazzam ordusuna karsi Ebû Ubeyde, Yezid b. Ebî Süfyan, Surahbil, Amr b. el-Âs ve Halid b. Velid gibi kumandanlarin ordulari birleserek Ecnâdin'de savastilar. Müslümanlar üç bin sehid vererek burayi fethettiler. Suriye'nin en mühim ticaret merkezi olan Sam'i kusattiklarinda Ebû Ubeyde Câbiye kapisindan sehre saldirdi. Halid b. Velid Sam'in kendi tarafindaki bölümünü çarpisarak ele geçirirken, Ebû Ubeyde kendi bölgesini sulh ile ele geçirdi ve hristiyanlarla yapilan sulh antlasmasi bütün sehre sâmil kilindi. 635 yilinda Fahl savasi vuku buldu. Roma ordusu müslümanlarin sayica üç-dört misliydi. Iki ordu çarpismadan önce Romalilarin özel elçisi müslümanlarin karargahina gelip sulh sartlarini görüsmek istedi. Elçi, burada Ebû Ubeyde'yi komutan olarak büyük bir ihtisam içinde biri saniyordu. Ancak her tarafta birbirine benzer insanlar ve diger askerlerden farki olmayan Ebû Ubeyde'yi görünce çok sasirdi. Ebû Ubeyde, elçinin, Roma topraklarini terkederlerse askerlerine altin verme teklifini reddetti. Iki ordu çarpisti ve müslümanlar Romalilari yenilgiye ugrattilar. 635 yilinda Suriye'nin tarihî sehri Humus fethedildi. Ebû Ubeyde birçok yerleri sulh ile ele geçirip Antakya'ya yönelmisken halife Hz. Ömer'in emriyle askerlerini durdurdu ve Humus'ta yerlesti. 636'da Herakleios Roma, Istanbul, el-Cezire, Ermenistan gibi Roma vilâyetlerinden gelen askerlerle büyük bir ordu topladi ve Suriye'ye hareket etti. Ebû Ubeyde Humus ve diger fethedilen yerlerdeki kumandanlara mektup yazarak toplanan cizyelerin iâde edilmesini, geri çekileceklerini bildirdi (Ebd Yûsuf, Kitâbu'l-Harac, 81). Daha sonra Sam'a gitti ve daginik Islâm ordularini toplamak amaciyla Yermük'te karargah kurdu. Hz. Ömer'e sür'atle haber yolladi; Roma ordusunun âdeta yagarak üzerlerine geldigini bildirdi ve âcil yardim göndermesini istedi. Yardim için vakit yoktu; Hz. Ömer cevabinda, "Onlari yeneceginize inaniyoruz" diyordu. Amr b. el-Âs da Ürdün'den Yermük'e gelince müslümanlarin maneviyatlari kuvvetlendi. Yermük'e çok yaklasan Roma ordusundan bir elçi aksam namazi kilinirken geldigi zaman Ebû Ubeyde'ye sordu: "Hz. Isa için ne düsünürsünüz?" Ebu Ubeyde su cevabi verdi: Allah buyurur ki: "Ey ehl-i kitap, dininizde taskinlik etmeyin. Allah hakkinda ancak gerçegi söyleyin. Meryem oglu Isa Mesih Allah'in peygamberidir. Ayni zamanda Meryem'e ulastirdigi kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Allah'a ve peygamberlerine inanin, "üçtür" demeyin, vazgeçin, bu hayrinizadir. Allah ancak bir tektir. Çocugu olmaktan münezzehtir, göklerde uçanlar da yerde olanlar da O'nundur" (en-Nisâ, 4/1 71). Romali elçi bu âyeti duyunca kelime-i sehâdet getirdi ve müslümanlara katildi. Yermük savasinda müslümanlar inançlariyla dev gibi Roma ordusunu korkunç bir yenilgiye ugratti.
Herakleios artik bu yenilgiden sonra Antakya'yi terketti ve Istanbul'a giderken meshur "Elveda Suriye" sözünü söyledi.
Ebû Ubeyde tekrar Humus'a döndü. Kinnesrin, Halep, Antakya Islâm hakimiyeti altina alindi. Halid b. Velid Maras'i fethetti. Nihayet Kudüs 637 tarihinde kusatildiginda Kudüs halki ve din adamlari sehri, Hz. Ömer'e teslim etmek istediklerini söylediler. Hz. Ömer Cabiye'ye gelerek onlarla antlasma imzaladi. 638 yilinda Halid b. Velid'i baskumandanliktan azleden Hz. Ömer yerine Ebû Ubeyde'yi tayin etti. Bu sirada Rumlar tekrar yeni bir orduyla saldirdilar. Ebû Ubeyde komutasindaki Islâm ordusu Rumlari Humus'ta bir defa daha yenilgiye ugratti. Ebû Ubeyde, Sam ve çevresinin fütuhâti tamamlandiktan sonra "Sam emiri, adaleti" deyimiyle Rumlar arasinda bile hayirla anilmistir. Hicretin 18. yilinda Hicaz bölgesinde kitlik basgösterince Ebû Ubeyde Medine'ye büyük miktarda yiyecek yardimi gönderdi. Ayni yil, veya 17. yilin sonlarinda- Suriye, Misir ve Irak'i Amvas (Amevas) Tâunu diye tarihe geçen veba salgini istilâ etmis, birçok sahâbî bu salginda vefât etmisti. Ebû Ubeyde de, Hz. Ömer'in Sam'dan ayrilmasi israrlarina ragmen sehirde kalmis ve vebaya yakalanmistir. Yerine Muâz b. Cebel'i birakan Ebû Ubeyde söyle vasiyette bulundu: "Size bir vasiyyetim var. Onu kabul ederseniz hayra erersiniz: Namazinizi kilin, orucunuzu tutun, sadakanizi verin, haccinizi ifâ edin, birbirinizi gözetin, emirlerinize itaat edin ve onlari aldatmayin. Dünya sizi aldatmasin. Bir insan bin sene de yasasa âkibet su neticeye varir: Allah insanlarin alnina ölümü yazmistir, onun için hepsi ölürler. Insanlarin en akillisi Allah'a en çok itaat eden, âhiret için çok çalisandir. Hepinize Allah'in selâm ve rahmetini, lütûf ve bereketini niyâz ederim. Haydi Muâz! Cemaate namaz kildir." Ebû Ubeyde'nin kabri Sam'da Anta köyü civarinda Gavr Beysan'dadir. Tarihçilerin nakline göre Hz. Ömer ve ashâb salgin yerine gelip durumu gördükten sonra hemen oradan ayrilmak istemisler, Ebû Ubeyde Ömer'e, "Ya Ömer, Allah'in kaderinden mi kaçiyorsun?" demis, Ömer de, "Evet, Allah'in kazâsindan kaderine kaçiyorum" demistir.
Ebu Ubeyde, züht ve takvâ sahibi, "ümmetin emîni", cesur, savasçi, adaletle hükmeden, itaatkâr bir sahâbîdir. Diger birçok sahâbî gibi o da, fütuhat sonunda ele geçirilen mal ve mülke ragbet etmeyerek sade bir hayat sürdü. Hz. Ömer onun odasinin esyasiz bir keçe, bir kirba, birkaç lokma yiyecekten ibaret oldugunu görünce aglamis ve, "Dünya herkesi degistirdi, yalniz seni degistiremedi" demistir. Yine Ömer, "Allah'a hamdolsun, müslümanlar içinde böyle insanlar var..." diye onu övmüstür. Ebû Ubeyde, bir müslümanin kendisine iltica eden birini himaye edebilecegini söylemistir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 195). Asere-i Mübessere denilen, cennetle müjdelenmis on kisiden biri olan Ebû Ubeyde, Rasûlullah ile devamli birlikte oldugu halde ondan çok az hadis rivâyet etmistir. Orta boylu, zayif, güzel yüzlü, zekî, merhametli diye anilan bu sahâbî, Sam emiri iken, bütün Sam halki onun âdil bir yönetici oldugunda ittifak etmistir. Onun az hadis rivâyet etmesi, tipki Ebû Bekir, Zübeyr b. el-Avvâm, Abbâs b. Abdülmuttalib gibi birçok büyük sahâbî -Mukillin- gibi, Rasûlullah'in mâiyetinde bulunmalarina ve onun vefâtindan sonra yasamalarina ragmen, hadis rivâyeti hususunda çok titiz, bunun büyük bir sorumluluk oldugunun bilincinde oldugundan kaynaklaniyordu. Ebu Ubeyde Rasûlullah'tan ondört hadis rivâyet etmistir (Ahmed Naîm, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, Mukaddime, 1, 60). Bu Mukillin ashâb, sünnetin birer uygulayicisi, canli birer numûnesi olduklarindan, sünneti yasamaya daha ziyade önem vermisler, sünneti "anlatma"yi ise baska sahâbîlere birakmislârdir. Ebû Ubeyde'nin râvileri arasinda Câbir, Ebû Ümâme, Abdurrahman b. Ganem bulunmaktadir.
Sait KIZILIRMAK


ABDURRAHMAN IBN AVF


ABDURRAHMAN IBN AVF
(590 ? - 32/652)
Rasûlullah'in hayatta iken Cennetle müjdeledigi on sahâbîden ve Ilk müslümanlardan biri. Kureys* kabîlesinin Zühreogullarindan Hâris'in oglu olup Câhiliyye* devrinde asil adi Abdulkâ'be veya baska bir görüse göre Abdu Amr idi.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Erkam'in evindeki faaliyetlerine basladigi günlerde Islâm'a giren Abdurrahman'a bu ismi Rasûlullah vermistir. Ebû Muhammed künyesi ile taninan Abdurrahman'in annesi Sifâ binti Avf b. Adi'l-Hâris b. Zühre b. Kilâb idi. Rivâyete göre Abdurrahman 'Fil Olayi'ndan yaklasik yirmi yil sonra dünyaya gelmisti.
Abdurrahman b. Avf (r.a.) Ilk müslümanlardan olmasindan dolayi Kureys'in zâlim tutumuna dayanamayan ashâb ile birlikte Habesistan'a yapilan Iki hicrete de katIlmisti. Nihayet Rasûlullah, ashâbi Medine'ye hicret etmeye tesvik edince, o da diger ashâb ile birlikte hicret etmisti. Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'de Ensâr ile Muhâcirler arasinda kardeslikler ilân edince Abdurrahman b. Avf ile Ensâr'dan Sa'd b. Rabî'i kardes ilân etmisti
Ensâr'in ileri gelenlerinden Sa'd b. Rabî' 'Din kardesi' Abdurrahman'a sunlari söylemisti:
"Benim bir hayli malim vardir. Bunun yarisini sana veriyorum. Ayrica Iki esim vardir. Bunlardan birini bosayacagim, iddeti bitince onu nikâhlarsin." Bu büyük âlicenaplik karsisinda Abdurrahman b. Avf kardesine sunlari söylüyordu:
"Cenâb-i Allah malini ve aileni sana mübarek eylesin. Senin bu davranisina karsi Allah ecrini versin. Sen yalniz bana çarsinin yolunu göster, benim için yeterlidir."
Abdurrahman b. Avf (r.a.) ticaret hayatini çok iyi bilen Kureys içinde büyüdügü için bu isin tam bir uzmani olarak Medine çarsisinda alisverise baslamis ve Allah ona büyük servet vermisti. Abdurrahman bu ticârî hayatini söyle anlatir:
"Cenâb-i Allah bana öyle bir nimet verdi ki, bir tasi bile bir yerden kaldirip baska yere koydugumda sanki altin oluveriyordu."
Abdurrahman b. Avf (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bütün gazvelerine katIlmis ve Ilk Islâm cihad hareketinden en güzel sekilde nasibini almisti.
Ashâbtan Mugîre b. Su'be (r.a.)' den rivâyet edildigine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) çiktigi gazvelerin birinde yolda konaklamisken Ashâb'in bulundugu yerden biraz uzak bir noktaya çekilip hâcetini defederek abdest alip döndü. Rasûlullah ashâbinin yanina vardiginda ashâb Abdurrahman b. Avf'in arkasinda namaza durmustu. Mugîre hemen gidip Abdurrahman'a Rasûlullah'in geldigini haber vermek Istediyse de Rasûlullah buna engel olmus ve Abdurrahman'in arkasinda namazini kIlmisti. Böylece Hz. Peygamber'in Ilk defa arkasinda namaz kildigi kisi Abdurrahman b. Avf olmustur. Daha sonra da bilindigi gibi Rasûlullah hastaligi sirasinda Hz. Ebu Bekr'in arkasinda namaz kIlmisti.
Ibn Sa'd Tabakâtu'l-Kübrâ adli eserinde bu seferin Tebük seferi oldugunu kaydetmektedir (Ibn Sa'd Tabakât, 111, 129).
Rasûlullah (s.a.s.) Abdurrahman b. Avf'i ashâbtan yediyüz kisilik bir askerî kuvvetle H. 6 (M. 628) yili Sa'ban ayinda Dûmetu'l-Cendel'e* göndermisti. Abdurrahman, Hristiyanlarin hüküm sürdügü bu bölgeye gelip onlari Islâm'a davet etmis, büyük bir kismi buna yanasmadigi halde bölgenin ileri gelen kabile reIsleri nden el-Asbag b. Amr el-Kelbî Hristiyanken Islâm'a girmisti. Abdurrahman da el-Asbag'in kizi Tumâzar ile evlenmis ve ondan oglu Ebû Seleme dünyaya gelmisti.
Yine Ibn Sa'd'in ifâdesine göre Hz. Peygamber ashâb içinde ipek giymeyi yalniz Abdurrahman'a müsaade etmisti. Zira Abdurrahman b. Avf'in vücudunda bir kasinti (cüzzam olma ihtimali) vardi.
Hz. Peygamber'in vefatindan sonra bir gün Medine'de bir heyecan ve kalabalik meydana gelmisti. Bunun sebebini soran Hz. Âise (r.an)'ya Abdurrahman b. Avf'in kervaninin sehre yaklastigi söylenince Hz. Âise söyle demisti:
"Rasûlullah (s.a.s.) söyle buyurmustu: "Abdurrahman sirattan geçerken düser gibi oldu ama düsmedi." Hz. Âise'nin bu sözlerini haber alan Abdurrahman besyüz deve oldugu söylenen bu kervanini sirtindaki yüklerle birlikte tamamen Allah rizasi için bagIslâmisti. Develerin sirtindaki mallarin develerden çok daha degerli oldugu kaydedIlmektedir. Ashâbin en cömertlerinden biri oldugu bilinen Abdurrahman b. Avf'in birçok gazvede ve özellikle Tebük gazvesinde Allah yolunda büyük infâklarda bulundugu bilinmektedir.
Ayrica Hz. Peygamber'in vefatindan sonra Nâdirogullari* mahallesinde sahip oldugu arazisini kirkbin dinâra satarak Rasûlullah'in zevcelerine dagitmisti. Hz. Âise'ye payi getirildiginde bunu kimin gönderdigini sormus, Abdurrahman b. Avf'in gönderdigi söylenince söyle demisti: "Hz. Peygamber (s.a.s.), "Benden sonra Allah'in sabirli kullari size karsi sefkatli davranacaktir. Allah, Abdurrahman b. Avf'a Cennet pinarlarindan kana kana içmeyi nasip etsin" buyurmustu."
Hz. Ebû Bekir vefatindan önce hilâfete Ömer b. el-Hattab'in geçmesi hususunda Abdurrahman'in görüsünü sormus o da söyle demisti: "Ömer senin düsündügünden daha iyidir. Fakat otoriterligi fazladir." Hz. Ebû Bekir de söyle karsilik vermisti: "Ömer'in sertligi benim yumusakligimdan kaynaklaniyor. Isleri üzerine alirsa bu sertligi kaybolur. Bir gün ben adamin birine çok kizmistim. Ömer ise çok yumusak davranmisti. Ben yumusak davransam o çok sertlesiyor."
Hz. Ömer'in hilâfeti sirasinda büyüyen devlet ve genisleyen sinirlar karsisinda Isleri n daha rahat çözülmesi için olusturulan devlet sûrâsinda Abdurrahman b. Avf'in önemli bir yer aldigini görüyoruz. Yeni fethedilen Irak arazisinin gaziler arasinda paylasIlmasi veya devlete birakIlmasi hususunda ortaya çikan Iki görüs vardi. Hz. Ömer ashâbin diger ileri gelenleriyle birlikte bu topraklarin paylasIlmamasindan yana iken Abdurrahman b. Avf, Bilâl-i Habesi* ile birlikte buna muhalif olup fethedilen yerlerin paylasIlmasindan yana idiler.
Hz. Ömer sehid edildiginde yarim kalan namazin tamamlanmasi için Abdurrahman görevlendirIlmisti. Nihayet Hz. Ömer'in tedâvî edIlmesinin zor oldugu ve ecelinin yaklastigi anlasilinca yeni seçilecek halîfenin belirlenmesi için kurulan 'sûrâ'da Abdurrahman b. Avf da yer almisti. Sûrâda bulunanlardan Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Sa'd b. Ebi Vakkas haklarindan ferâgât edince Sûrâda halîfe adayi olarak üç kisi kalmisti. Hz. Ali, Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf. Abdurrahman da bu husustaki hakkindan ferâgât edince adaylar Ikiye düsmüstü. Abdurrahman bu hususta ashâbin ileri gelenleriyle uzun görüsmeler yapmis ve Hz. Ali ve Hz. Osman'dan karara uyacaklarina dair kesin söz aldiktan sonra bu konudaki kanaat ve karan Hz. Osman'a bey'atin yararli olacagi hususunda toplaninca, hilâfete Hz. Osman getirIlmisti.
Abdurrahman b. Avf (r.a.) artik bir hayli yaslaninca Hz. Osman devrinde çok sâkin bir hayat yasamis ve nihayet hicretin 32. yilinda Medine'de vefat etmisti.
Cenaze namazini Hz. Osman kildirmis, onu kabrine götürürken Hz. Ali söyle demisti: "Ey Avf'in oglu! Güle güle ebedî hayata git. Sen bu fânî hayatin en güzel günlerini gördün. Bu revnakli hayat bulanmadan Âhirete göçüyorsun" Sa'd b. Ebi Vakkâs da onun cenazesini tasirken: "Ey koca dag" diyerek Abdurrahman'in seciyesindeki saglamlik ve metâneti ifâde etmisti. Abdurrahman, el-Bakî'de medfundur.
Medine'de vefat ettigi kesin olarak bilindigi halde Siirt ili Pervari ilçesi yakininda bir mezarin ona izafet edIlmesi halkin yakistirmasindan baska bir sey degildir.
Abdurrahman b Avf Hz. Peygamber (s.a.s.)'den çok hadis duymus fakat titizliginden dolayi bunlarin hepsini nakletmekten çekinmistir. Hadis mecmualarinda ondan altmisbes kadar hadis nakledIlmektedir. Hz. Peygamber'in vefatindan sonra söz konusu olan mirasinin mirasçilara taksim edilemeyecegine dair Hz. Ebû Bekir'in rivâyet ettigi hadisi kendisi de aynen rivâyet etmisti. Ayni sekilde Suriye ve civarinda çikan vebâ hastaligi ile ilgili alinan 'tedbir'e dair hadisi Abdurrahman (r.a.) rivâyet etmisti:
"Bir yerde vebâ oldugunu haber alirsaniz oraya gitmeyin. Vebâ sizin bulundugunuz yerde olursa ondan kaçmak için de oradan baska yere gitmeyiniz. " (Buharî, Tip 3, Müslim, Selâm, 92, 93, 98, 100).
Ahmed AGIRAKÇA


SA'D B. EBI VAKKAS



SA'D B. EBI VAKKAS

Sa'd b. Ebî Vakkas Malik b. Vuheyb b. Abdi Menaf b. Zühre. Babasi Malik b. Vuheyb'dir. Malik'in künyesi Ebî Vakkas olup, Sa'd bu künyeye nisbetle Ibn Ebî Vakkas olarak çagrilirdi. Rasûlüllah (s.a.s)'in annesi Zuhreogullarindan oldugu için, anne tarafindan da nesebi Rasûlüllah (s.a.s) ile birlesmektedir. Sa'd'in annesi Hamene binti Süfyan b. Ümeyye'dir. Sa'd (r.a), Ilk iman edenlerden biridir. Kendisinden yapilan rivayetlere göre o Islâmi üçüncü kabul eden kimsedir. Ancak, Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali ve Zeyd b. Harise'den sonra müslüman olmussa besinci müslüman olmus oluyor. Sa'd (r.a), müslüman oldugu gün henüz namazin farz kilinmamis oldugunu ve o zaman on yedi yasinda bulundugunu söylemektedir (Ibn Sa'd, Tabakâtül-Kübrâ, Beyrut (t.y), III, 139).
Sa'd (r.a) Islâma girisine sebep olan olayi söyle anlatir: "Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi hiç bir seyi göremedigim karanlik bir yerde gördüm. Bu arada ay dogdu ve ben onun aydinligina tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymus olduguna bakiyordum. Onlar, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû Bekir'di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarini sordugumda, onlar; "Bir saat kadardir" dediler. Arastirdigimda ögrendim ki, Rasûlüllah (s.a.s) gizlice Islâm'a davette bulunmaktadir. Ona Ecyad tepesi taraflarinda rastladim. Ikindi namazini kiliyordu. Orada Islâmi kabul ettim. Benden önce bu kimselerden baskasi imân etmemisti" (Ibnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 368).
Sa'd'in müslüman oldugunu ögrenen annesi, buna çok üzülmüs ve oglunu atalarinin dinine döndürebIlmek için çareler aramaya baslamisti. Sa'd'a, eger girdigi dinden dönmezse, yemeyip içmeyecegine dair yemin etmisti. Sa'd, annesine, bunu yapmamasini, çünkü dininden dönmeyecegini söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir zaman sonra açlik ve susuzluktan bayIlmisti. Ayildiginda Sa'd ona; "Senin bin tane canin olsa ve bunlari bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyecegim" demisti. Onun kararliligini gören annesi yemininden vazgeçmisti (Üsdül-Gabe, ayni yer). Sa'd (r.a) annesine çok düskündü ve ona bir zarar gelmesini asla kabul edemezdi. Ancak imanla alakali bir konuda Rabbine isyan edip baskalarinin heva ve heveslerine de tabi olamazdi. Sa'd (r.a) ve benzerlerinin karsilasacagi bu gibi durumlari çözümlemek ve iman edenleri rahatlatmak için Allah Teâlâ su âyet-i kerimeyi göndermisti: "Bununla beraber eger, hakkinda bilgi sahibi olmadigin bir seyi bana ortak kosmak için seninle ugrasirlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dünya Isleri nde onlara iyi davran..." (Lokman, 31 / 15).
Sa'd (r.a), Medine'ye hicrete kadar Mekke'de kalmistir. Dolayisiyla müsrikler tarafindan ugradiklari bütün saldiri ve iskencelere diger müslümanlarla birlikte Mekke dönemi boyunca muhatab oldugu muhakkaktir. Mekke'de müslümanlar, Mekke zorbalarinin saldirilarindan emin olmak için Ibâdetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardi. Bir gün Sa'd (r.a) arkadaslariyla birlikte Ibâdet ederlerken müsriklerden bir grup onlara satasarak Islâmla alay etmisler ve onlara saldirmislardi. Sa'd eline geçirdigi bir deve sirt kemigini alip müsriklere karsilik vermis ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde birakmisti. Iste Islâm'da Allah için Ilk akitilan kan budur (Üsdü'l-Gâbe, II, 367).
Sa'd (r.a) kardesi Ümeyr (r.a) ile Medine'ye hicret ettigi zaman, kan davasi yüzünden Mekke'den kaçip buraya yerlesmis olan diger kardesleri Utbe'nin evinde kalmaya baslamislardi. Muahat olayinda Rasûlüllah (s.a.s), Sa'd'i Mus'ab b. Umeyr ile kardes ilân etmisti. Baska bir rivayete göre de kardes ilân edildigi kimse Sa'd b. Mu'az'dir (Ibn Sa'd, a.g.e., III, 139-140).
Medine'ye hicretle birlikte Islâm devlet olmus ve kendini tehdit eden güçlere karsi askerî faaliyetler baslamisti. Bu çerçevede Mekke kervanlarina yönelik askerî birlikler (seriyye) sevkediliyordu. Ilk seriyye, Hicretin yedinci ayinda Mekke kervaninin yolunu kesmek için otuz kisiden olusan Hz. Hamza komutasindaki seriyyedir. Sa'd (r.a)'da bu Ilk askerî birlige katilanlardandir (Ibn Sad, ayni yer) Bir ay sonra Ubeyde b. Haris komutasinda gönderilen seriyye Kureys kervaniyla karsilastiginda Ilk oku Sad b. Ebi Vakkas (r.a) atarak çatismayi baslatmisti. Mekke'de Allah yolunda Ilk kan akitan kimse olma serefi Sa'd (r.a)'a ait oldugu gibi, yine Allah yolunda Ilk ok atma serefi de böylece ona nasip olmustur. Sa'd (r.a) söyle demektedir: "Araplardan Allah yolunda Ilk ok atan kimse benim" (Ibn Sa'd, ayni yer).
Ayni yilin ZIlkade ayinda Rasûlüllah (s.a.s), Sa'd b. Ebi Vakkas'i yirmi kisilik bir askerî birlige komutan tayin ederek el-Harrar mevkiine göndermisti. Bu seriyyenin gayesi de Mekkelilere ait kervani vurmakti. Ancak kervan bir gün önceden bu yerden hareket etmis oldugu için, bir çatisma çikmamisti. Rasûlüllah (s.a.s), sadece seriyyeler göndermekle yetinmiyor, bizzat ordusunun basina geçerek seferler düzenliyordu. Bunlardan biri olan ve II. Hicrî yilin Rebiu'l-Evvel ayinda gerçeklestirilen Buvat gazvesinde, ordu sancagini Sa'd tasimaktaydi (Taberi, Tarih, Beyrut 1967, II, 407). Pesinden tehlikeli bir görevle Mekke ile Taif arasindaki Nahle mevkiine kesif maksadiyla gönderilen Abdullah b. Cahs seriyyesine katilan Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a)'in bütün cihad faaliyetlerine aktif bir sekilde istirak ettigi görülmektedir.
Bedir savasinda müsrik süvari birliginin komutani olan Sa'id b. el-As'i öldürüp kilicini Rasûlüllah (s.a.s)'e getirmisti. O, Zülkife adindaki bu kilici ganimetlerin dagitilisinda Sa'd'a vermisti.
Uhud savasinda, müsriklerin üstünlügü ele geçirdigi ve müslümanlarin panige kapilarak dagildigi esnada Rasûlüllah (s.a.s)'in yanindan ayrIlmayip gövdelerini siper ederek onu korumaya çalIsan bir kaç kisiden birisi Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a) idi. O, cesaretinden hiç bir sey kaybetmeden ok atmaya devam ediyordu. Sa'd (r.a) ok atmakta mahirdi ve hedefini sasirmiyordu. Rasûlüllah (s.a.s) ona ok veriyor ve söyle diyordu: "At Sa'd Anam babam sana feda olsun " (Müslim, Fezâilü's-Sahabe, 5; Ibn Sa'd, a.g.e., III,141; Ibnül-Esîr, el-Kâmil,)i't-Tarih, Beyrut 1979, II, 155). Rasûlüllah (s.a.s), övgü, riza ve hosnutlugu ifade eden bu kelimeleri, ana ve babasini bir arada zikrederek baska hiç kimse için kullanmamistir (Ibn Sa'd, ayni yer).
Sa'd (r.a)'in Uhud günü gördügü hizmet ve gösterdigi kahramanlik gerçekten çok büyüktü. Onun bu günde tek basina bin ok attigi rivayet edIlmektedir (Üsdül-Gâbe, II, 367).
O, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke'nin fethi ve diger gazvelerin tamamina katIlmistir (Ibn Sa'd, a.g.e., 111, 142).
Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatindan sonra Hz. Ebu Bekir (r.a)'a bey'at eden Sa'd (r.a), Hz. Ömer döneminde aktif olarak devlet idaresinde görevler almistir. Bu dönemde onun en önemli görevlerinden birisi, asrin emperyalist süper güçlerinden birisi olan 0ran Imparatorlugunu çökerten Kadisiye ordusunun kumandanligidir.

Bizansa yönelik askerî faaliyetler sürerken, 0ran topraklarina da seferler yapiliyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a) döneminde 0 ranlilarin elinde olan Irak'in büyük bir bölümü fethedIlmisti. Hz. Ömer (r.a) is basina geçtigi zaman 0ran'a karsi kapsamli ve netice alici bir askerî sefer düzenlenmesi için çalismalara basladi. Yapilan istIsareler sonucunda Sa'd b. Ebî Vakkas'in hazirlanan orduya komutan tayin edIlm esi kararlastirildi. Havâzin kabilelerinden zekât toplamak için bu bölgede bulunan Sa'd, Medine'ye çagrilarak ordu ona teslim edildi. Sa'd ordusuyla Irak'a dogru yürüyüse geçerek Kadisiye mevkiinde kârargah kurdu. 0ran sahi, müslümanlara karsi savasmak üzere ünlü komutani Rüstem'i görevlendirmisti. Yapilan savasi müslümanlar kazanmis ve 0ran topraklari Islâm tebligine açIlmisti. Sa'd hasta oldugu için bizzat savasa istirak edememis ve yüksekçe bir yerden, savastin orduyu idare etmisti. Kadisiye ialeri Islâm ordularinin kazandigi en parlak ve kesin zaferlerden biri olarak tarihe geçmistir.
Daha sonra Sa'd (r.a), Celula'ya yönelmis ve burasini fethetmisti (H 16). Celula'nin fethi bölgede büyük bir ihtida hareketini de pesinden getirmisti. Daha sonra 0ran Imparatorluk merkezi olan Medâin Iki aylik bir kusatmadan sonra düsmüs, büyük meblaglarda ganimet ele geçmis ve Kisra III. Yezducerd buradan Hulvan'a kaçmisti. Sa'd b. Ebi Vakkas, bir ordu göndererek sulh yoluyla burayi fethetmisti. Yezducerd ise 0sfahan bölgesine kaçarak orada tutunmaya çalismistir.

Sa'd (r.a), Medâin'e yerleserek, fethedilen topraklarin idarî yapisini olusturmaya çalisti. Medâin'in havasi, askerlerin sihhatini olumsuz yönde etkiledigi için, Hz. Ömer (r.a)'in onayi alinarak yerlesime ve ordunun askerî stratejisine uygun bir konumda olan Küfe, ordugâh sehir haline getirildi. Sa'd bölge valisi olarak Kûfe'de üç buçuk yil kalmistir. O, tekrar toparlanip kaybettikleri yerleri geri almak için hazirliklara girisen 0ranlil arin hareketlerini takip ediyor ve gerekli askerî önlemleri almaya çalisiyordu. Ancak tam bu siralarda Kûfe'de bir topluluk, Hz. Sa'd'i ganimetleri adil dagitmadigi ve gaza Isleri nde gevsek davrandigi yolunda iddialarla Hz. Ömer (r.a)'a sikayet etti. Ayrica onun namaz kildiris tarzini da begenmiyorlardi. Hz. Ömer (r.a) meseleyi inceletmis; yapilan sikayetlerin asilsiz oldugunu anlamis olmakla birlikte, maslahati gözeterek onu geri çagirmisti (Asr-i Saadet, I, 432 vd.).
Hz. Ömer (r.a), kendisinden sonra halife seçimini gerçeklestirmek için alti kisilik bir sûra olusturmustu. Sa'd (r.a) da bunlar arasindaydi. Hz. Ömer (r.a)'in vefatindan sonra halife tayini için müzakereler basladigi zaman Sa'd, Abdurrahman b. Avf lehine adayliktan çekildigini açiklamistir.
Hz. Osman (r.a), halife seçildigi zaman; Ömer (r.a)'in vasiyetine uyarak Sa'd'i Küfe valiligine tayin etti. Ancak, bu seferki Küfe valiligi de fazla sürmemistir. O, hazineden borç olarak almis oldugu bir miktar parayi geri ödemekte zorluk çekince, hazine emini Abdullah Ibn Mes'ud tarafindan Halifeye sikayet edIlmis; bu sikayet üzerine Osman (r.a), onu Küfe valiliginden azletmisti. Bunun üzerine Sa'd (r.a) Medine yakinlarindaki Akik vadisinde bulunan çiftligindeki evine yerlesmis ve ziraatle ugrasmaya baslamistir.
Sa'd (r.a), Hz. Osman (r.a)'in sehid edilisiyle baslayan fitne ve ihtilaflardan tamamen uzak kalmaya gayret etmistir. O, müslümanlar arasinda kan dökülmesinden çok rahatsiz oluyor ve taraflardan kendisine gelen teklifleri geri çeviriyordu. O, ümmetin üzerinde anlastigi bir halife ortaya çIkincaya kadar kendisine hiç bir seyden bahsedIlmemesini Istemisti. Sa'd (r.a), gruplar arasinda verilen mücadelelerde kimin hakli kimin haksiz oldugunun açikliga kavusturulmasinin mümkün olmadigini bildigi ve haksiz yere bir müslümanin kanini akitmaktan çekindigi için böyle davraniyordu. O, kendisine gelenlere söyle diyordu: "Bana, Iki gözü, dili ve Iki dudagi olan ve su kâfirdir, su mü'mindir diyen bir kiliç getirilinceye kadar asla kimseyle savasmam" (Ibn Sa'd, a.g.e., III,143; Üsdül-Gâbe, II, 368).
Sa'd (r.a), güçlü bir kisilige ve siyasî destege sahip oldugu halde, riyaset çekismelerinin içine girmekten ömrünün son günlerine kadar kaçinmistir. Oglu Ömer ve kardesinin oglu Hasim gidip ona; "Yüz bin kilis sahibi var ki, hepsi seni hilafet için en liyakatli adam taniyor" dediklerinde onun buna verdigi cevap su olmustu:
"Bu sizin yüz bin kilicinizdan daha kuvvetli tek bir kiliç, mü'mine çekilince onu kesmeyen, kâfire karsi siyrilinca onu kesen kiliçtir" (Asri Saadet, I, 436). Onun bu anlamli sözleri, müslümanlarin birbirlerine zarar vermelerine karsi ne kadar hassas oldugunu ifade etmektedir.
Sa'd (r.a), Hicrî 55 yilinda ikâmet etmekte oldugu Medine'nin disindaki Akik vadisinde vefat etmistir. Onun vefat tarihi hakkinda, 54 ila 58 tarihleri arasinda degisen farkli rivâyetler bulunmaktadir (Üsdül-Gâbe, II, 369).
Sa'd (r.a)'in cenazesi Medine'ye on mil kadar uzaklikta olan Akik vadisindeki evinden alinarak Medine'ye getirIlmis ve Mescid-i Nebi de kilinan namazdan sonra, Bâkî mezarligina defnedIlmistir (Ibn Sa'd, III,148). Cenaze namazini Emevilerin Medine valisi Mervan b. Hakem kildirmistir. Rasûlüllah (s.a.s)'in zevceleri de namaza istirak etmislerdi (Üsdül-Gâbe, ayni yer).
Sa'd (r.a), vefat edecegini anladigi zaman yünden mamül cübbesini getirtmis ve ölünce onunla kefenlenmesini vasiyet etmisti. Bunun sebebi olarak, Bedir gününde müsriklerle karsilastigi zaman onu giymekte oldugunu ve bundan dolayi bu cübbesini çok sevdigini söylemistir (Üsdül-Gâbe, ayni' yer). Ibnül Esir'in kaydettigi, Sa'd (r.a)'in oglu Âmir'den nakledilen rivayete göre Sa'd (r.a) Muhacirlerden en son vefat eden kimsedir (Üsdül-Gâbe, ayni yer).
Sa'd (r.a), Ashabin seçkinlerinden biri olup sagliginda Cennetle müjdelenen on kisi arasindadir. Yine tarihe sûrâ olayi olarak geçen ve Hz. Osman (r.a)'in halife seçIlmesini gerçeklestiren Hz. Ömer (r.a)'in olusturdugu alti kisilik sûrânin içinde bulunmaktaydi. O, Ilk iman eden bir kaç kisiden biri olarak Mekke döneminin sIkintilarina Rasûlüllah (s.a.s)'in yanindan ayrIlmayarak gögüs germisti. Kiyamete kadar devam edecek olan cihad hareketi için, müslümanlari taciz eden kâfirlere saldirarak Ilk kani akitan odur. Yine Medine döneminin baslarinda kâfirlere karsi Ilk oku atan kimse olma serefi de ona aittir. Sa'd (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'in bütün gazalarina, katIlmis, Bedir'de büyük yararliliklar göstermistir. Allah yolunda, Islâm disi nizamlari yok etmek için canini feda etmeye her zaman hazir oldugunu pratik bir sekilde ortaya koymustur. Uhud gününde müslümanlar dagildigi zaman Rasûlüllah (s.a.s)'i canlarini feda etme pahasina sonuna kadar korumaya çalIsan bir kaç kisiden biri de odur. O, müsriklerin Rasûlüllah (s.a.s)'i öldürmek için yaptiklari hamleleri, attigi oklarla sonuçsuz birakmisti. Iste Rasûlüllah (s.a.s) bu kritik anda onun gösterdigi sebat ve yararliliktan dolayi onu baska hiç bir kimseyi övmedigi bir sekilde "Ânam babam sana feda olsun, At" (Müslim, Fezailu's-Sahabe, 5) diyerek övmüs ve bunu defalarca tekrarlamisti. Ve yine onun için dua ederek söyle demisti: "Allahim! Sa'd dua ettigi zaman onun duasini kabul et ". Bu dua çerçevesinde Sa'd (r.a)'in yaptigi bütün dualar gerçeklesmekteydi (Üsdül-Gâbe, II, 366-369; Ibn Sa'd, III,139 vd.).
Sa'd (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'i korumak ve ona gelebilecek zararlari engellemek için sürekli gayret içerisinde bulunmaktaydi. Aise (r.an) söyle anlatmaktadir: "Rasûlüllah (s.a.s) Medine'ye gelisinde bir gece uyuyamadi ve; "Keske ashabimdan Salih bir zat bu gece beni korusa"dedi. Biz bu durumda iken dIsaridan bir silah hisirtisi duyduk. Rasûlüllah (s.a.s); "Kim o?" dedi. Gelen zat; "Sa'd b. Ebi Vakkas'im" karsiligini verdi. Rasûlüllah (s.a.s), ona; "Neden buraya geldin?" diye sordugunda Sa'd, söyle cevap verdi: "0çime Rasûlüllah (s.a.s) hakkinda bir korku düstü de onu korumak için geldim". Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s) ona dua etti ve sonra da uyudu" (Müslim, Fedâilu's-Sahabe, 5). Iste Rasûlüllah (s.a.s)'in kendisi için duydugu endiseyi Allah Teâlâ bu seçkin Insanin kalbine ilham etmis ve onu Rasûlünü korumak için harekete geçirmisti. Buradan, Sa'd (r.a)'in, Islâm davasini yüceltmek ve düsman güçlerin ona karsi komplolarini engellemek için o kadar büyük bir özveriyle çatistigi açikça anlasIlmaktadir. Onun Rasûlüllah (s.a.s)'e karsi duydugu sevginin sinirsizligi, Uhud'da oldugu gibi daha sonralari da onu kendi nefsini feda ederek korumaya sevketmistir.
Sa'd (r.a), hakkinda âyet nazil olan sahabilerden biri olma serefine de sahiptir. O, "Benim hakkimda dört âyet nazil olmustur" (Müslim, Fedailu's-Sahabe, 5) demektedir. Bu âyetlerden bir tanesi, Mekkeli müsriklerin Rasûlüllah (s.a.s)'den yanindaki, ona iman etmis güçsüz kimseleri kovmasini Istemeleri üzerine nazil olan, Allah rizasini dileyerek aksam sabah ona dua eden kimseleri kovma" ayetidir (el-Enam, 6/52; Müslim, Fedailu's-Sahabe, 5; diger âyetler sunlardir: el-Enfal, 8/1; Lokman, 31/15; el-Maide, 5/9).

Sa'd (r.a), devrin putperest-müsrik süper güçlerinden biri olan 0ran Imparatorlugunu çökerten ve böylece Islâmin kitlelere tebligi önündeki büyük engellerden birisini ortadan kaldiran Islâm tarihinin en önemli savaslarindan biri olan Kadisiye savasinin komutaniydi. O, kendisine verilen görevi hakkiyla yerine getirip, Kisranin saraylarini ve hazinelerini ele geçirmis ve yapilacak fetih hareketlerine yeni bir boyut kazandirmisti. Böyle güçlü bir askerî yetenege ve siyasî güce sahip olmasina ragmen; bu, onun sade ve zahidâne yasayisina hiç bir tesirde bulunamamisti. Her zaman, ümmetin gerçek temsilcileri olan idarecilerin verdigi görevleri hakkiyla yerine getirmeye çalismis, bu görevlerden azledildigi zaman kalbinde hiç bir eziklik ve kirginlik hissetmeden kösesine çekIlmistir. Sunu söylemek mümkündür ki; Sa'd (r.a), Islâm binasinin saglam temeller üzerine oturtulmasindaki temel taslardan birisidir.
Sa'd (r.a)'dan çok sayida hadis rivayet edIlmistir. Ondan, Ibn Ömer, Ibn Abbas, Cabir b. Semure, Sâib b. Yezid, Aise (r.a), Said Ibn Müseyyeb, Ebu Osman en-Nehdî, 0brahim b. Abdurrahman b. Avf, Kays b. Ebi Hazm ve digerleri hadis rivayet etmislerdir. Ayrica, Amir, Mus'ab, Muhammed, 0brahim ve A ise'de babalari olan Sa'd (r.a)'dan hadis rivayetinde bulunmuslardir (Üsdül-Gâbe, II, 369). O hadis rivayeti konusunda çok itimat edilenlerden birisidir. Rasûlüllah (s.a.s)'e atfedilen hadisler hakkinda çok titiz ve hassas davranan Hz. Ömer (r.a)'in ogluna söyledigi; "Oglum, sa'd, Rasûlûllah'dan bir rivayette bulundu mu, artik o meseleyi bir baskasina sorma" sözü onun bu konudaki güvenilirligini açikça ortaya koymaktadir (Asri Saadet, I, 437-438). Sa'd (r.a), orta boylu, güçlü, büyük kafali, sert elli bir vücud yapisina sahip olup, sempatik bir kisiligi vardi (Asri Saadet, I, 440; farkli bir rivayet için bk. Üsdü'l-Gâbe, II, 368).
Sa'd (r.a), sekiz evlilik yapmis olup; bu evliliklerinde, on yedisi kiz, on yedisi de erkek olmak üzere otuz dört çocuga sahip olmustu (Asr-i Saadet, I, 441).

Ömer TELLIOGLU


SAID B. ZEYD



SAID B. ZEYD

Hayattayken Cennetle müjdelenen on sahabiden biri. Babasi Zeyd b. Amr olup, nesebi Ka'b da Rasûlüllah (s.a.s) ile birlesmektedir. Künyesi Ebul-A'ver'dir. Ebu Tür olarak da çagrilirdi (Ibnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 387). Annesi Fatima binti Ba'ce'dir. Babasi Zeyd, Mekke müsriklerinin dinlerini akil disi bularak cansiz putlara tapinmanin anlamsizligi karsisinda gerçek dine ulasmak için arastirma yapmaya baslamis ve bunun için Suriye taraflarina giderek yahudi ve hristiyan âlimleriyle görüsmelerde bulunmustu. Ancak onlarin verdikleri dini bilgiler Zeyd'i tatmin etmemisti. Zeyd'in bu durumunu gören bir papaz ona, sirkten ve hurâfelerden uzak, Hz. 0brahim (a.s)'in dini olan Haniflige tabi olmasini tavsiye etmisti. Zeyd, Hanifligin ne oldugunu ögrendigi zaman aradigi dini buldugunu anlamis ve Mekke'ye dönmüstü. O, Kâbe'ye yönelerek Ibâd et eder, Mekke'de 0brahim'in dini üzere bulunan tek kimse oldugunu Kureys müsriklerine karsi iftihar ederek söyler ve onlarin putlar adina kurban kesmelerini ayiplardi. Zeyd, Ismail (a.s)'in neslinden bir peygamberin gelecegini ögrenmisti. Arkadasi Amr b. Rabî'a'ya kendisinin bu peygambere kavusamayacagini zannettigini, eger ona ulasirsa kendi selamini ona iletmesini söylemisti (Ibn Sa'd, Tabakâtül-Kübra, Beyrut (t.y), III, 379). Zeyd, Rasûlüllah (s.a.s)'in Peygamberlikle görevlendirIlmesinden önce vefat etti.
Said, babasi Zeyd'in kendisine telkin ettigi hanif dininin bilincinde olarak yetismisti. Rasûlüllah (s.a.s), Islâm dinini teblige basladigi zaman, onun çagirdigi dinin babasinin söyledigi prensiplerle ayni oldugunu gördü ve ona tabi olmakta gecikmedi. Rivayetlere göre o, Rasûlüllah (s.a.s)'in az sayidaki ashabiyla Erkam'in evinde gizlice toplanmaya baslamasindan önce iman etmistir. Dogum tarihi kaynaklarda zikredIlmemektedir. Ancak, onun Hicri 50 veya 51 yilinda öldügü zaman yetmis yasini asmis oldugu (Ibnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 389) gözönünde bulundurulursa Hicretten yirmi bes yil önce dogmus olabilecegi söylenebilir. Said (r.a); Hz. Ömer'in kizkardesi Fatima ile evli idi. Hz. Ömer (r.a) da Said'in kizkardesi Atîke ile evli bulunmaktaydi (Ibnül-Esir, a.g.e., II, 387). Hz. Ömer, onlarin yeni dine girdiklerini ögrendigi zaman son derece kizmis ve yaptiklarinin hesabini sormak için hemen evlerine gitmisti. Ancak olay Ömer (r.a)'in iman etmesi sonucunu doguracak bir sekilde gelismisti (bk. Ömer Ibn et-Hattab mad.).
Medine'ye hicret edildigi zaman Said, Rifaa b. Abdul-Munzir (r.a)'in evinde mIsafir olmustur. Muâhât olayinda bir rivayete göre Ebu Lübabe baska bir rivayete göre de Rafi' b. Malik ile kardes ilan edIlmisti (Ibn Sad, III, 382). Ibnül-Esîr ise, Ubey b. Ka'b ile kardes ilan edildigini kaydetmektedir (Üsdül-Gabe, II, 387).
Saîd b. Zeyd, Bedir savasi hariç, Uhud, Hendek ve Rasûlullah (s.a.s)'in diger bütün savaslarina katIlmistir.
Rasûlüllah (s.a.s), Said ile Talha b. Ubeydullah (r.a)'i, Suriye taraflarina giden Kureys kervaninin dönüsü hakkinda bilgi toplamak ve bu bilgileri hizli bir sekilde Medine'ye ulastirmakla görevlendirdi. Böylece, Ebu Süfyan'in baskanligindaki bu kervan Suriye dönüsünde yakalanabilecekti. Said, Talha ile birlikte el-Havra denilen yere kadar gitmis ve kervanin dönüsünü beklemeye baslamisti. Ancak onlarin bu kervanin dönüsü hakkindaki haberi Medine'ye ulastirmadan önce Rasûlüllah (s.a.s) baska kaynaklardan gerekli bilgileri almis ve Medine'den Ensar ve Muhacirlerden olusan ordusuyla yola çikmisti. Onlar Medine'ye Bedir savasinin vuku buldugu gün ulasabildiler. Rasûlüllah (s.a.s)'in, kervanin yolunu kesmek için Medine'den ayrIlmis oldugunu gören Said ve Talha derhal ona katIlmak için Bedir'e dogru yola çiktilar. Onlar Turban denilen yere geldikleri zaman Bedir'den dönmekte olan Rasûlüllah (s.a.s)'le karsilastilar. Bedir savasina fiilen istirak edememis olmalarina ragmen Rasûlüllah (s.a.s) onlari savasa katIlmis sayarak ganimetten diger mücahitler gibi pay vermisti (Ibn Sa'd, III, 382-383). Said (r.a), Hz. Ömer zamaninda Suriye bölgesinde sürdürülen askerî harekâtlara katIlmis; Dimask muhasarasi ve Yermuk savasinda bulunmustur (Ibnül-Esir, a.g.e., II, 388; Ibn ül-0mad el-Hanbelî, Sezerâtu'z-Zeheb, Beyrut (t.y), I, 57).

Said (r.a), ömrünün son günlerini, Medine'nin disinda bulunan Akik vadisindeki çiftliginde geçirdi ve burada yetmis yasini geçmis oldugu halde Hicrî 50 veya 51 yilinda vefat etti. Abdullah Ibn Ömer onun öldügünü ögrendigi zaman dogruca Akik vadisindeki evine gitti ve cenazesiyle ilgilendi. Said (r.a)'in cenazesi Medine'ye tasindi ve Sa'd b. Ebi Vakkas tarafindan yikandi. Medine'de defnedilen Said (r.a)'in cenaze namazini Ibn Ömer kildirdi ve onu mezara Sa'd b. Ebi Vakkas ile birlikte indirdi (Ibn Sa'd, III, 384; Ibnül-Esir, II, 389). Onun Medine'de vefat etmis oldugu kesin olarak bilinmekle beraber, Küfeliler, Muaviye döneminde Kufe'de vefat ettigini ve cenazesinin Küfe valisi olan Mugîre b. Su'be tarafindan kildirildigini iddia etmislerdir (Ibn Sa'd, III, 381).
Said (r.a), Hz. Osman (r.a)'in sehid edIlmesiyle baslayan fitne olaylarina sahid olmustur. O, ümmetin içine sürüklendigi fitne belasindan ve kendini bIlmez bazi kimselerin ileri gelen ashabdan bazilarina dil uzatmalarimdan asiri derecede izdirap duymustur. Said (r.a), bir gün Küfe camiine gitmis, orada Muaviye'nin Küfe valisi Mugîre b. Su'be'yi, etrafinda Kûfelilerden bir takim Insanlarla otururken görmüstü. Mugîre ona saygi göstererek yanina oturtmustu. O esnada bir adam birilerini kastederek kötü sözler sarfetti. Said, Mugîre'ye; "Bu adam kime küfrediyor" diye sordugu zaman; "Ali b. Ebi Talib'e" cevabini alinca son derece üzüldü ve Mugîre'ye; "Mugîre, Mugîre! Rasûlüllah (s.a.s)'in Ashabi senin önünde sövülüyor ve sen buna susuyor ve bir harekette bulunmuyorsun öyle mi? Ben Rasûlüllah (s.a.s)'i; "Ebu Bekir Cennettedir, Ömer Cennettedir, Ali Cennettedir, Osman Cennettedir, Talha Cennettedir, Zübeyr Cennettedir, Abdurrahman b. Avf Cennettedir. Sa'd b. Ebi Vakkas Cennettedir" derken duydum dedi ve sunu ekledi; "Bunlarin dokuzuncusunu da gerekirse sayarim". Ertesi gün Küfeliler etrafini sarmis ve dokuzuncu kimsenin kim oldugunu söylemesi için çok israr etmislerdi. Bunun üzerine o; "Dokuzuncu benim, onuncu da Rasûlüllah (s.a.s)'dir" dedi ve sonra da etrafindaki Insanlara bakarak sahabilerin Islâm'daki seçkin konumlarini; "Bir kimsenin, Rasûlüllah (s.a.s) ile bir arada bulunarak yüzünün tozlanmasi, sizin herhangi birinizin Hz. Nuh kadar yasasa bile, bu müddet zarfinda amellerinden daha hayirlidir" sözüyle vurgulamistir (Ahmed b. Hanbel, I, 187).
Onun hakkinda kaynaklar söyle bir olay zikretmektedir: "Erva adindaki bir kadin, Medine valisi Mervan b. Hakem'e giderek Said b. Zeyd'in kendi arazisine tecavüzde bulundugunu sikayet etti. Mervan, memurlarini Akik vadisindeki çiftliginde bulunan Said (r.a)'a göndererek sikayet konusu olayi sorusturdu. Said (r.a) gelenlere; "Ona haksizlik ettigimi zannediyorsunuz degil mi? Rasûlüllah (s.a.s)'in söyle dedigini duydum:
"Haksiz yere her kim bir karis topragi gasbetse, kiyamet gününde yedi kat yerin dibinde dahi olsa o toprak boynuna dolanir". Sonra söyle ekledi: "Allahim bu kadin yalan söylüyorsa gözleri kör olmadan canini alma ve kuyusunu ona mezar yap". Rivayet edildigine göre bu kadin, daha sonra kör oldu ve evine yürürken kuyuya düserek öldü. Bu olaydan dolayi Medineliler birisine kizdiklari zaman ona, "Allah seni Erva gibi kör etsin" diyerek beddua etmekteydi (Ibn Hacer el-Askalanî, el-Isabe fi Temyizi's-Sahabe, Bagdat (t.y), II, 46; Ibnül-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 388; ayrica bk. Ahmed b. Hanbel, I, 188-189).
Said (r.a)'dan bazi hadisler rivayet edIlmistir. Bunlardan birisi, Cennetle müjdelenen on kisi hakkinda olanidir. Abdullah b. Zalim el-Mazinî, Said b. Zeyd'den söyle rivayet etmektedir:
"Muaviye Kufe'den ayrildigi zaman, Mugîre b. Su'be'yi vali tayin etmisti. Hatipler minberlere çikarak Ali (r.a)'a hakaretlerde bulunuyordu. Ben Sâid b. Zeyd'in yanindaydim. O, kizdi ve kalkti. Benim de elimden tutmustu. Ben de ona uydum, o bana; "Su nefsine zulmeden adami görüyor musun? Cennet ehlinden olan bir adama lânet edIlmesini emrediyor. Ben sahitlik ederim ki dokuz kisi vardir ki onlar Cennettedirler. Onuncusuna da sahitlik etsem günah islemis olmam" dedi. Ve sormam üzerine söyle devam etti; "Rasûlüllah (s.a.s) (sarsilan Hira dagina); "Hira, yerinde dur! Senin üzerinde nebi, siddik ve sehidden baskasi bulunmuyor" dedi ve arkasindan Cennetle müjdeledigi sahabileri saydi" (Ahmed b. Hanbel, I, 189; Ibnül-Esir, a.g.e., II, 389; Sa'd b. Zeyd'in rivayet ettigi diger hadisler için bk. Ibn Hanbel, I, 187).
Sa'd b. Habib, Sa'îd b. Zeyd'in de aralarinda bulundugu, Cennetle müjdelenmis kimselerin isimlerini zikrederek söyle demektedir: "Onlar her zaman savasta Rasûlüllah (s.a.s)'in önünde, namazda ise arkasinda durmuslardir" (Ibn Hacer, el-Askalanî, a.g.e., II, 46) demektedir.
Ömer TELLIOGLU


TALHA B. UBEYDULLAH (r.a)



TALHA B. UBEYDULLAH (r.a)

Talha b. Ubeydullah b. Osman b. Amr b. Sa'd b. Teym b. Mürre b. Katb b. Lüeyy b. Gâlib el-Kurasî et-Teymî. Künyesi, Ebu Muhmmed'dir.
Talha, Cennetle müjdelenen on kisiden biri, Islâm'a giren Ilk sekiz kisiden ve Hz. Ebubekir araciligiyla müslüman olan bes kisiden biridir. Ayrica, halife seçimini gerçeklestirmeleri için olusturulan alti kisilik Ashab-i ,Surâ arasinda yer almis meshur bir sahâbdir. Annesi, es-Sa'be bint Abdillah b. Mâlik el-Hadramiyye'dir (Ibn HIsam, "es-Sîretü'n-Nebeviyye", I, 251, Misir 1955; el-Askalânî, "el-Isâbe fî Temyîzi's-Sahâbe", III, 290;Ibnü'l-Esîr, "Üsdü'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe", III, 85 vd. 1970).
Rivayete göre, Talha b. Ubeydullah, Busra panayirinda bulundugu bir sirada, oradaki bir manastirin rahibi: "Sorun bakayim, bu panayir halki arasinda, ehl-i Harem'den bir kimse var mi?" diye seslenir. Talha da: "Evet var! Ben Mekke halkindanim" diye cevap verir. Bunun üzerine rahip: "Ahmed zuhur etti mi?" diye sorar. Talha: "Ahmed de kim?" der. Rahip: "Abdullah b. Abdulmuttalib'in ogludur. Bu ay O'nun çikacagi aydir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Haremden çikarilacak; hurmalik, taslik ve çorak bir yere hicret edecektir. Sakin O'nu kaçirma" der.
Rahibin söyledikleri Talha'nin kalbine yer eder. Oradan alelacele ayrilarak Mekke'ye döner ve yakinda herhangi bir olayin meydana gelip gelmedigini sorar. Abdullah'in oglu Muhammedü'l-Emîn'in peygamberligini ilan etmis oldûgunu ve Ebubekir'in de O'na tabi oldugunu ögrenir. Hemen Ebubekir'in yanina vararak rahibin anlattiklarini haber verir. Sonunda her Ikisi birlikte Resulullah (s.a.v.)'a giderler. Talha oracikta müslüman olur. (Ibn Sa 'd, "et- Tabakâtü'l Kübrâ", III, 215, Beyrut; el-Askalânî, a.g.e., III, 291).
Birçok müslüman gibi, Talha b. Ubeydullah da Islam'a girdikten sonra müsriklerin eziyetlerine maruz kalmis, ama yolundan dönmemistir. Islâm'in azili düsmanlarindan Nevfel b. Huveylid, Talha'nin müslüman oldugunu duyunca, Ebubekir'le onu bir iple biribirlerine baglamis, uzun süre iplerini çözmemis, Teymogullari da bu duruma seyirci kalmislardir. (Ibn Hisam, a.g.e., I, 709; el-Askalânî, a.g.e., III, 291; Ibnü'l-Esîr, a.g.e., III, 86).
Talha ile Zübeyr müslüman olunca, Resulullah (s.a.v.) onlari kardes ilan etti. Hicretten sonra da Medine'de, Talha ile Ubeydullah b. Ka'b'i, baska bir rivayete göre ise Talha ile Saîd b. Zeyd'i kardes ilan etmisti.
Talha, Bedir savasina istirak etmemesine ragmen Resulullah (s.a.v.) kendisine ganimetten pay vermistir. Kimi rivayetlere göre, bu sirada ticaret için Sam'da bulunuyordu. Akla daha yatkin olan bir baska rivayete göre ise, Kureys kervani hakkinda bilgi toplamak üzere, Resulullah (s.a.v.) tarafindan Sam yoluna gönderIlmisti. Nitekim, dönüste Talha'nin ganimetten pay Istemesi bunu gösteriyor (Ibn Sa'd, a.g.e., III, 216; Ibnü'l-Esîr, a.g.e., III, 86).
Bedir'den sonraki birçok savasa katIlmistir. Uhud günü Peygamber (s.a.v.)'i kahramanca müdafaa etmis, O'na bir sey olmasin diye atilan oklara, indirilen kiliç darbelerine karsi vücudunu siper etmistir. Sonuçta birçok kiliç ve ok yarasi almis, aldigi yara neticesi bir kolu çolak kalmis, yine Resulullah'i müdafaadan geri durmamistir (Ibn HIsam, a.g.e., II, 80; Ibnü'l Esîr, a.g.e., III, 86; el-Askalânî, a.g.e., III, 291).
Hz. Osman'in sehid edIlmesinden sonra, müslümanlarin büyük bir kisminin Hz. Ali'ye bey'at ettigini biliyoruz. Bu bey'atte bulunanlardan biri de Talha b. Ubeydullah'tir. Ancak, bey'atten kIsa bir süre sonra, Talha ile Zübeyr Ibnü'l-Avvam'in, Hz. Ali'ye karsi çikan Hz. Âîse'nin yaninda yer almislardir. Neticede ez-Zübeyr, Hz. Ali'ye karsi çiktigina pisman olarak savas meydanini terketmistir. Talha ise mücadeleye devam etmis, nihayet Cemel günü (h. 36), Mervan b. Hakem tarafindan öldürülmüstür. Vefat ettigi zaman tahminen 60-64 yaslarindaydi (Ibn HIsam, a.g.e., 1, 251; Ibn Sa'd, a.g.e., III, 224; Ibnü'l-Esir, a.g.e., 111, 87; el-Askalânî, a.g.e., 111, 292; Ibn Cerîr, Tarîhü'l-Ümemi ve'lMülûk, XI, 50' Beyrut).
Talha, Peygamber Efendimizin bacanagiydi. Hanimlarindan dört tanesi Resulullah (s.a.v.)'in zevcelerinin kiz kardesleriydi. Bunlardan Ümmü Gülsüm, Hz. Âîse'nin; Hamne, Zeynep bint Cahs'in; el-Fâria, Ümmü Habibe'nin ve Rukiyye, Ümmü Seleme'nin kizkardesi idi (el-Askalânî, a.g.e., III, 292).
Talha b. Ubeydullah'in, onbiri erkek, Ikisi kiz olmak üzere onüç çocugu vardi. Erkek çocuklarin herbirine bir peygamber ismi vermisti. Bunlar: es-Seccâd diye bilinen ve Cemel vak'asinda babasiyla birlikte öldürülen Muhammed, Imran, Musa, Ya'kub (Harre günü öldürüldü), Ismail, Ishak, Zekeriyyâ, Yusuf, Isâ, Yahya, Salih idi. Kizlari ise Aise ve Meryem idi (Ibn Sa'd, a.g.e., III, 214; Ibn HIsam,.a.g.e., 1,-307).
Talha, dogrudan Resulullah (s.a.v.)'dan rivayette bulundugu gibi, Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer'den de hadis nakletmistir. Kendisinden de, ogullari; Yahya, Musa ve Isa ile Kays b. Ebi Hâzim, Ebu Seleme b. Abdirrahman, el-Ahnef, Mâlik b. Ebî Âmir ve baskalari rivayet etmislerdir (Ibn Sa'd, a.g.e., III, 219; el-Askalânî, a.g.e., 111, 290).
Talha; orta boylu, genis gögüslü, genis omuzlu ve iri ayakli idi. Esmer benizli, sik saçli fakat saçlari ne kIsa kivircik ne de düz ve uzundu. Güler yüzlü, ince burunlu idi. Saçlarini boyamazdi. Yürüdügü zaman sür'atli yürür, bir yere yöneldigi vakit tüm vucudu ile dönerdi (Ibn Sa'd, a.g.e., 111, 219; el-Askalânî, a.g.e., 111, 291).
Ashâbin zenginlerindendi. Zengin oldugu kadar da cömertti. Cömertligi sebebiyle kendisine "el-Fayyâd" denirdi. Vefat ettigi zaman, miras olarak bir hayli gayrimenkul, nakit para ve degerli esya birakmistir. Rivâyete göre gayri menkullerinin tutari otuz milyon dirhem, nakitlerinin tutari Iki milyon Ikiyüz dirhem ve Ikiyüz bin dinar idi. Sadece Irak'tan gelen yillik geliri yüzbin dirhem civarindaydi (Ibn Sa'd, a.g.e., 111, 221 vd.; Ibnü'l-Esîr, a.g.e., 111, 85).
Halid ERBOGA