5 Temmuz 2013 Cuma

Hz. YÛSUF (a.s)

Hz. YÛSUF (a.s)

Kur'an'da ismi geçen Beni israil peygamberlerinden biri.
Hz. Yûsuf Kurân'da adi geçen peygamberlerden birisi olup, Yakub Peygamber'in ogludur. Nesebi Hz. ibrahim'e kadar varir (Kamil Miras, Tecrid Tercemesi, IX, 139).
Kur'ân-i Kerîm'de kendi adini tasiyan bir sûre vardir. Tamami 111 âyet olan bu sûrenin 98 âyeti (4-101) Hz. Yûsuf'tan bahseder. Bu âyetlerde anlatildigina göre Hz. Yûsuf'un hayat hikâyesi özetle söyledir:
Hz. Yûsuf'un on bir tane erkek kardesi vardi. Yûsuf fevkalâde güzel ve son derece zekî idi. Babalari Hz. Yakub en çok Yûsuf'u seviyordu. Bu sevgiyi agabeyleri kiskaniyorlardi.
Yûsuf (a.s) bir gece rüyasinda on bir yildizin, günes ve ayin kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyayi babasina anlatti. Babasi rüyanin, Hz. Yûsuf'un büyük bir adam olacagina isaret oldugunu anladi ve Yûsuf'a rüyasini agabeylerine anlatmamasini tembihledi. Ancak, agabeyleri bundan haberdar oldular ve Yûsuf'u öldürüp bir yere atmayi planladilar. Babalarindan izin alarak, gezip eglenmek bahanesiyle Yûsuf'u alip kirlara,götürdüler. Onu bir kuyuya attilar, gömlegini da kana bulayarak, "Yûsuf'u kurt kapti" diye babalarina yalan söylediler.
Kuyunun yanindan geçmekten olan bir kafile Yûsuf'u buldu ve köle olarak satmak üzere alip, Misir'a götürdüler. Orada az bir fiyatla onu Azîz (maliye bakani)'e sattilar.
Azz'in hanimi Yûsuf'a göz koydu. Onu kendisiyle beraber olmaya çagirdi. Yûsuf (a.s) bunu kabul etmeyince, ona iftira edip kocasina sikayet etti ve hapse attirdi.
Hz. Yûsuf senelerce hapiste kaldi. Orada hükümdarin serbetçisi ve asçisi ile tanisti. Onlarin gördükleri dünyalarin yorumunu yapti. Birisinin, kurtulup efendisinin hizmetine devam edecegini, digerinin ise öldürecegini söyledi. Sonunda dedigi çikti. Hz. Yûsuf, kurtulana, kendisini efendisinin yaninda anmasini istedi.
Hükümdar bir gece rüyasinda yedi zayif inegin yedi semiz inegi yedigini ve yedi yesil basakla yedi kuru basak gördü. Bu rüyanin yorumunu yaptirmak istedi. Hz. Yûsuf'un rüya yorumu yaptigini ögrendi ve onu hapisten çikarip, rüyasini anlatti. Hz. Yûsuf, yedi sene bolluk olacagini, pesinden gelen yedi senenin ise kitlikla geçecegini söyledi. Bunun üzerine hükümdar, Hz. Yûsuf'u maliye bakanligina getirdi. Yûsuf (a.s) bolluk yillarinda bütün ambarlari zahire ile doldurttu; kitlik yillari gelince bu zahireyi halka dagitmaya basladi. Ayni kitlik, Hz. Yûsuf un babasinin memleketi olan Ken'an diyarinda da yasandi.
Yûsuf (a.s)'un kardesleri de zahire almak için iki kez Ken'an ilinden Misir'a geldi. Sonunda Yûsuf (a.s) kardeslerine kendini tanitti ve onlari affettigini belirterek, "Bugün azarlanacak degilsiniz, Allah sizi bagislar, o merhametlilerin merhametlisidir" (Yûsuf, 92) dedi. Yûsuf (a.s), babasi, annesi ve kardeslerinin tamamini Misir'a davet etti.
Ailesi Misir'a vardiginda Yûsuf (a.s) anne ve babasini tahta oturttu; diger onbir kardesi ise Hz. Yûsuf'un önünde egildiler. O zaman Yûsuf (a.s); "Babacigim, iste bu vaktiyle gördügüm rüyanin çikisidir; Rabbim onu gerçeklestirdi. seytan benimle kardeslerimin arasini bozduktan sonra, beni hapisten çikaran, sizi çölden getiren Rabbim, bana pek çok iyiliklerde bulundu. Dogrusu Rabbim, dilegine lütufkardir. O süphesiz, bilendir, hâkimdir" (Yûsuf,100) dedi. Bu sekilde israil ogullari, Filistin'den Misir'a gelip yerlesmis oldu. Bir süre sonra Yakub (a.s) vefat etti. Yûsuf (a.s), Allah Teâlâ'ya söyle münacatta bulundu: "Rabbim, bana hükümdarlik verdin, rüyalarin yorumunu ögrettin. Ey göklerin ve yerin yaratani! Dünya ve âhirette koruyanim sensin! Benim canimi, Müslüman olarak al! Ve beni iyilere kat!" (Yûsuf, 101). Yûsuf (a.s)'un hayat hikayesi Kur'ân-i Kerîm'de "Ahsenü'l-Kasas, Kissalarin en güzeli" ünvanini aldi. Pek çok olaylari içeren bu hayat hikâyesi için Allah Teâlâ söyle buyurdu: Ândolsun ki, Yûsuf ve kardeslerinin olayinda, soranlara nice ibretler vardir" (Yûsuf, 7).
Yûsuf (a.s)'un defnedildigi yer, rivâyetlere göre, Ibrahim (a.s)'in medfun bulundugu Kudüs yakinlarinda Halilü'r-Rahman kasabasindadir.

Mefail HIZLI

Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi


Hz.YÛNUS (a.s)

Hz.YÛNUS (a.s)

Adi Kur'ân'da geçen peygamberlerden biri.
Soyu, Bünyamin vasitasiyla Ya'kûb (a.s)'a ve onun vasitasiyla de ibrâhim (a.s)'a dayanmaktadir. Bazi alimlerin naklettigine göre, isa (a.s) annesinin adiyla isa b. Meryem diye anildigi gibi, Yûnus (a.s) da annesinin adiyla Yûnus b. Matta diye anilmaktadir. (ibn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, Beyrut 1957, I, 55). Buhârî'nin verdigi bilgiye göre ise, bu görüs yanlistir. Aslinda Matta, Yûnus (a.s)'in annesinin degil, babasinin adidir. Yani Yûnus (a.s), Yûnûs b. Matta diye anilinca, babasinin adiyla anilmis olur (ez-Zebîdî, Sahihi Buhârî Muhtasari Tecridi Sarih Tercemesi ve serhî, trc: Kamil Miras, Ankara, 1971, IX, 152).
Yûnus (a.s)'in Ya'kub (a.s)'in torunlarindan oldugu, Kur'ân'da söyle haber verilistir:
"Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim ibrâhim'e, ismail'e, ishâk'a, Yakub'a, torunlarina, isa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harûn'a, Süleyman'a da vahyetmis ve Davud'a da Zebûr'u vermistik" (en-Nisâ, 4/163).
Bu âyette ifâde edildigi gibi isâ (a.s), Eyyûb (a.s), Harun (a.s) ve Süleyman (a.s)'da Yunus (a.s) ile ayni soydan, Yakub (a.s)'in torunlarindandirlar.
Yûnus (a.s)'in nüfusu yüz bini askin bir sehrin halkina uyarici ve tevhide çagrici bir peygamber olarak gönderildigi, Kur'ân'da söyle geçmektedir:
"Ve onu yüz bin Insana, ya da daha fazla olanlara peygamber gönderdik" (es-Saffat, 37/147).
O'nun peygamber olarak gönderildigi bu yerin Ninova sehri oldugu nakledilmistir. Ninova sehri, Dicle nehrinin kiyisinda, simdiki Musul'un yerinde bulunmaktaydi. Bu beldenin Insanlari küfrün içinde bulunuyorlardi ve putlara tapmakta idiler. Yûnus (a.s) onlari küfürden ve putperestlikten nehyetmek bir de onlara, küfürlerinden dolayi tevbe etmelerini, Yüce Allah'in varligina ve birbirine inanmalarini emretmek üzere gönderilmisti (ez-Zemahserî, el-Kessâf, Kahire, t.y., V, 126; et-Taberî, Tarih, Misir 1326, II, 42).
Yûnus (a.s)'in adi, Kur'ân'in çesitli yerlerinde geçmekle berâber, Kur'ân'daki sûrelerden birine isim olarak verilmistir. Kur'an'in onuncu sûresinin adi, Yûnus sûresidir.
Yûnus (a.s) milletini otuz üç yil Allah'a imân etmeye, küfürden kurtulmaya davet etti, tebligde bulundu ve peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Ancak sadece iki kisi ona imân etti (ibn Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, I, 360; Sahihi Buhâri ve Tecridi Sarih Tercümesi, IX, 152).
Milletinin bu sekilde küfürde direnmesi ve imâna gelmemesi, Yûnus (a.s)'in zoruna gitti. Yüce Allah onun bu kizginligini ve bunun neticesinde milletini terketmeye kalkismasini söyle haber vermistir:
"Zünnûn (Yûnus)'a gelince, o, öf keli bir halde geçip gitmisti. Bizim kendisini asla sikistirmayacagimizi zannetmisti. Nihâyet karanliklar içinde; "Senden baska hiç bir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti." (el-Enbiyâ, 21/87).
Bu âyette Yûnus (a.s)'dan Zünnûn diye bahsedilmistir. Zünnûn, balik sahibi demektir. Kur'ân'in baska bir yerinde de, Yûnus (a.s) bu lakabla anilmistir:
"Sen Rabbinin hükmünü sabirla bekle. Balik sahibi (Yunus) gibi olma. Hani, o dertli dertli Rabbine niyaz etmisti" (el-Kalem, 68/48).
Hem bu âyette hem de yukaridaki âyette Yûnus (a.s)'in sabretmemesine, Allah'in emri olmadan milletini terketmeye kalkismasina isâret edilmistir. Onun bu hali üzerine, Yüce Allah söyle buyurmustu:
"O halde, peygamberlerden azim sahibi olanlarin sabrettigi gibi sen de sabret" (el-Ahkâf, 46/35).
Allah'in müsaadesi olmadan Yûnus (a.s)'in ayrilmaya kalkismasi, iyi netice vermemisti. Ninova'dan ayrilmak için bir gemiye binmisti. Geminin batmaya yüz tutmasi üzerine, hafiflemesi için yolculardan birinin suya atilmasi gerekti. Kimin suya atilacagini tesbit için kur'a çekildi ve kur'a Yûnus (a.s)'a isâbet etti. Bu durum kur'ân'da söyle haber verilmistir:
"Gemide onlarla karsilikli Kur'a çektiler de yenilenlerden oldu" (es-Saffat, 37/141).
isin daha acisi, Yûnus (a.s) denize atildiktan sonra bir balik onu yutmustu. Yüce Allah Kur'ân'da onun bu durumunu söyle haber vermistir:
"Yûnus, (Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrildigi için) kendisi kötülüklerken, onu bir balik yuttu" (es-Saffat, 37/142).
Burada Yûnus (a.s) hatasini anlamis ve nefsini kinamaya baslamisti. Baligin karnindaki karanliklarda:
"Senden baska ilâh yoktur. Sen eksikliklerden uzaksin, yücesin. Ben zalimlerden oldum!" (el-Enbiyâ, 21/87) diye dua etmeye ve Allah'a yalvarmaya basladi. Bu sekilde imân ve inançla Allah'a siginmasi neticesinde, Yüce Allah onu affetmisti (el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992, III, 465 vd). Yûnus (a.s)'in duasinin kabul edildigi ve Allah tarafindan bagislandigi, Kur'ân'da söyle dile getirilmistir:
"Biz de onun duasini kabul ettik ve onu tasadan kurtardik. iste biz, Insanlari böyle kurtaririz" (el-Enbiyâ, 21/88).
"Eger tesbih edenlerden olmasaydi, (Insanlarin) yeniden diriltilecekleri güne kadar onun karninda kalirdi" (es-Saffat, 37/143, 144).
Gücü her seye yeten Yüce Allah, baligin karnindaki Yûnus (a.s)'i öldürmedi. Bir süre sonra balik onu agzi ile sahile birakmisti. Onun kurtulus ve daha sonraki hafi, Kur'ân'da söyle haber verilmistir:
"(Ama baligin karninda bizi andi, tesbih etti), biz de onu hasta bir halde agaçsiz, bos bir yere attik ve üzerine (gölge yapmasi için) kabak türünden bir agaç bitirdik" (es-Saffat, 37/145, 146).
Yûnus (a.s)'in Allah tarafindan affedilmesi ve büyük bir tehlikeden kurtarilmasi, Kur'ân'in baska bir yerinde dile getirilmistir:
"Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balik sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, sikintidan yutkunarak (Allah'a) seslenmisti. Eger Rabb'inden ona bir nimet yetismeseydi, yerilerek çiplak bir yere atilirdi. Fakat (böyle olmadi), Rabb'i onun duasini kabul etti de onu salihlerden kildi" (el-Kalem, 68/8, 49, 50).
Yûnus (a.s)'i bu sikintilardan kurtaran Yüce Allah, onun milletine de neticede hidâyeti nasib etti. Onlar da sonunda Allah'a imân edip tevhid'e sarildilar. Onlarin tevbe edip hakka dönüslerini ifâde eden âyetin meâli söyledir:
"inandilar, biz de onlari bir süreye kadar geçindirdik" (es-Saffat, 37/148).
Yûnus (a.s)'in milletinin bu sekilde tevbe etmeleri, küfürden dönüp Allah'a inanmalari, Allah tarafindan övülmüs, methedilmistir:
"Keske (azabi gördükten sonra) inanip da, inanmasi kendisine fayda veren bir memleket olsaydi! (Azabi gördükten sonra inanmak, hiç bir memlekete yarar saglamamistir). Yalniz Yûnus'un kavmi, (azab henüz inmeden önce) inaninca, dünya hayatinda onlardan rezillik azabini kaldirmis ve onlari bir süre daha yasatmistik" (Yûnus, 10/98).
Yûnus (a.s)'in faziletli bir Insan oldugu, Yüce Allah tarafindan söyle haber verilmistir:
"ismâil, el-Yesa', Yunus ve Lut'a da (yol gösterdik). Hepsi iyilerden idiler" (el-En'âm, 6/86).
Hz. Muhammed (s.a.v) de onu söyle övmüstür:
"Her kim ben Yûnus b. Mattâ'dan hayirliyim derse, yalan söylemistir" (Buhârî, Tefsiru süre 6, 4).
Yûnus (a.s) da, diger peygamberler gibi, Insanlari küfrün serrinden nehyetmis ve Allah'a imân etmeye davet etmistir. inanan Insanlar için, onun hayatindan alinacak çesitli ibretler vardir.
Nureddin TURGAY


Namaz EF' ÂL-I MÜKELLEFIN

Islâm' in bes sartindan biri de namazdir. Namazin fazlari , vacipleri ,sünnetleri , müstehaplari vardir. Namazda islenmesi mekruh olan, haram olan, müfsid olan seyler de dir:

EF' ÂL-I MÜKELLEFIN (Mükellefin isleri) => veya Ser' i hükümler
  1. Farz: Allah' in kesin olarak emrettigi hükme denir. „Namazi dosdogru kiliniz.Oruc tutunuz. Zekât veriniz. Kadinlara basinizi örtünüz..."v.s. gibi emirler farz'a örnektir. Farzin terki haramdir. Farzin islenmesine sevap, özürsüz terkedilmesinde Allah'in azâbi vardir. Farzi inkar eden kimse dinden cikar.
    Farz ikiye ayrilir:
    1. Farz - i ayn: Mükelleflerden herbirinin yapmasi lazim gelen farzlardir. Bir kimse digerinin yerine namaz kilamaz. Butür farzlari herkesin bizzat yapmasi gerekir.
    2. Farz-i Kifâye: Mükelleflerden bazilarinin yapmalariyla digerlerinden düsen, onlar icin mecburiyeti kalmayan farzlardir. Cenaze namazi kilmak v.s. gibi. Müslüman bir kimsenin cenaze namazini kilmasi o beldede yasayan müslümanlara farzdir. Bir kisi dahi olsa farz yerine gelmis olur. Kilinmazsa orada oturan kimselerin hepsi günahkar olurlar. Kilan sevabini alir, kilmayan günahkar olmaz
  2. Vacip: Yapilmasi ser'an kat'í bir delil olmamakla beraber kuvvetli bir delil ile sabit olan seyerdir: Vitir namazi, bayram namazlari, tilavet secdesi, fitir sadakasi, kurban kesmak gibi. Farzda oldugu gibi vacibi isleyene sevap, özürsüz terk edene günah vardir. Saf´i lere göre farz ile vacip es anlamli kelimelerdir. Ayni hükmü tasirlar.
  3. Sünnet: Lügatte, gidis, yol demektir. Seriatte ise: Farz ve vacip olmayarak Peygamber (S.A.V.)'in ibadet súretiyle cogu zaman isleyip pek az terkettigi ve bizede tavsiye ettigi sözler, fiiler ve takdirleridir.
    • Fiili Sünnet: Hz. Peygamber (S.A.V.)' in bizzat yaptigi davranislara denir.
    • Kavli Sünnet: Hz. Peygamber (S.A.V.)' in herhangi bir mesele hakkinda sifahi (sözlü) beyanina kavli (sözlü) sünnet denir.
    • Takriri Sünnet: Sahabe tarafindan söylenen bir sözü, islenen bir fiili, Hz.Peygamber (S.A.V.)' in etmeyip sukút etmesi, güzel karsilamasi veya tasdik etmesidir.

    Sünnet ikiye ayrilir
    1. Sünnet-i Müekkede: Hz. Peygamber (S.A.V.)' in devam edip, pek az terketmis olduklari sünnetdir. Meselâ: Sabah, öyle, aksam namazlarinin sünnetleri ile cemaatle namaz kilmak gibi.
    2. Sünnet-i gayri Müekkede: Hz. Peygamber (S.A.V.)' in zaman zaman yapmis olduklari sünnetlerdir. Ikindi ve yatsi namazlarin ilk sünnetleri gibi.

    Bütün bu sünnetleri yapanlar, farz ve vacipten az sevap kazanirlar, bile bile terk edenlere de Hz. Peygamber (S.A.V.)' in tekdíri vardir. Sünnetleri terk etmeyi aliskanlik haline getirenler Hz. Peygamber (S.A.V.)' in sefâtine nail olamazlar.
  4. Müstehap: Lügatte: Sevilmis demektir. Islenmesinde sevap olan, terkinde günah olmayan seylerdir.Nafile namaz kilmak ve oruc tutmak, fakirleresadaka vermek vs...
  5. Mübah: Yapilmasinda sevap olmadigi gibi terk edilmesinde de günah olmayan fiilerdir. Yemek, icmek, oturmak, uyumak v.s. gibi. Bu isler mübah (serbest) isede sagliga zarar verecek kadar yemek, icmek, uyumak ve israf etmek mübah degildir.
  6. Haram: Yapilmasi kat'i bir delil ile yasak olan ser´i bir hükümdür. Meselâ adam öldürmek, icki icmek, kadinlarin basini yabanci erkeklere acmasi vs gibi hükümlerdir. Harami terkeden sevap kazanir. Isleyen günahkâr olur. Bile bile inkâr eden dinden cikar.
  7. Mekruh: Lügatte: Sevilmeyip kerih görülen ve hos olmayan sey demektir. Dinin haram kadar kesin olmayan yasaklardir.
    Mekruh iki kisma ayrilir:
    1. Tahrimen (harama yakin) mekruh: Vaciblerin terkedilmesi bu kisma girer. Günes dogarken ve batarken namaz kilmak gibi.
    2. Tenzihen (helale yakin) mekruh: Sünnet ve müstehaplari yapmak bu bölüme girer. Sag elle sümkürmek gibi
  8. Müfsid: Baslanmis bir ibâdeti bozan ise müfsid denir. Namazda gülmek, konusmak, oruclu iken bile bile yemek, icmek gibi.. Cünkü gülmek ve konusmak namazi, bilerek yemek, icmek de orucu bozar.
Hadis-i Serif:
Ebu Hureyre (R.A.)' den: "Bir kimse evinde güzelce temizlenir de Allah'in farz - larindan birini ödemek maksadiyla mescitlerden birine giderse , attigi adimlardan biri günahlarini siler, digeri de onun derecesini yükseltir " (Müslim)
Ebu Said el-Hudri (R.A.)'den: „Mescidlere devâm-i i'tiyâd eden kimseyi görür - seniz, onon tam manâsiyla mü'min olduguna sehadet edin. Allah Teâla :" Allah'in mescidlerini ancak Allah'a ve kiyamet gününe inanlar ma'mur ederler." buyurdu.' demistir. (Tirmizi)

Namaz Mükellef insan ve görevleri:

I. Mükellef insan ve görevleri:
    1. Mükellef: Sorumlu demektir. Bulug cagina eren ve Allah' in emir ve yasaklariyla sorumlu olan müslümanlara mükellef denir.
    2. Bir kimsenin Allah Teâlanin emir ve yasaklarindan sorumlu sayilmasi icin aranan sartlar sunlardir:
    • Müslüman olmak: Insanlarin önce Allah' a imanla sorumludurlar. Müslüman olmayanlar ibadetle mükellef degildirler.
    • Akilli olmak: Akil hastalari, deliler sorumlu degildirler. Cünkü bu kimseler iyiyle kötüyü ayirt edemezler.
    • Bulug (ergenlik) cagina gelmek: Ergenlik, kisinin kendi cinsiyetini, sahsiyetini anlamasi demektir. Bu devre erkeklerde 12 ile 15, kadinlarda ise 9 ile 15 yas arasidir. On bes yasina girdigi halde buluga eremeyen kadin ve erkekler, Islâm'in emirleriyle yükümlüdürler.

    Abdest nedir ? Abdest ne zaman farz olmustur ? Abdestin cesitleri

    „Ey iman edenler! Namaz kilmaya kalktiginiz zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, baslarinizi meshedip, topuklara kadar ayaklarinizi yikayin. Eger cünüp oldunuz ise, boy abdesti alin. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursaniz, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadinlara dokunmussaniz (cinsî birlesme yapmissaniz) ve bu hallerde su bulamamissaniz temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çikarmak istemez; fakat sizi tertemiz kilmak ve size (ihsan ettigi) nimetini tamamlamak ister; umulur ki sükredersiniz." (Maide Suresi: 6.Ayet)

    - Abdest nedir ? : Yüzü ve dirsekleriyle beraber kollari yikamak, basin dörtte birini mestetmek ve topuklariyla beraber ayaklari yikamak suretiyle yapilan bir temizliktir. Abdest ibadeten önce alinir ve ondan sonra Allahu Teala´nin huzuruna durulur.
    - Abdest ne zaman farz olmustur ? : Miladi 610 yilinda bir Pazartesi (bir baska rivayete göre Sali) gününün sonralarina dogru Cebrail (A.S.) Peygamberimiz (S.A.V.)´e risalet-i teblig etmis sonrada abdest almayi ve namaz kilmayi talim buyurmustur.
    Sevgili Peygamberimiz söyle buyurmustur:
    * "Allah, ne kiyamet malindan verilen sadakayi kabul eder, ne de temizlenmeden (abdest almadan veya gusül etmeden) kilinan namazi." (Ebu Davud)
    * " Namazin anahtari abdest, tahrimi (icine giris) tekbir, cikisi da selamdir." (Ebu Davud)
    -Hadesten Teharet: Teharet yani temizlik, iki kisima ayrilir, kücük temizlik, büyük temizlik. Kücük temizlik abdest almak, büyük temizlik gusl etmek, yani boy abdesti almak demektir.
    - Abdestin cesitleri:
    1) Farz abdest: Namaz kilmak icin, Kur`an-i Kerim´e el sürmek icin alinan abdestler farzdir.
    2) Vacip abdest: Kabeyi tavaf etmek icin abdest almak vaciptir.
    3) Mendup abdest: Her zaman abdestli bulunmak, abdestli uyumak, uykudan kalkar kalkmaz abdest almak.
    -Abdesti bozan seyler :
    1. Kücük veya büyük abdesti yapmak, yellenmek.
    2. Vücudan irin, kan ve sari su cikmasi.
    3. Avucun dolacagi kadar kusmak.
    4. Uyumak.
    5. Bayilmak.
    6. Namaz kilarken, kendisinin veya yanindakilerin duyacagi sekilde gülmek.
    -Abdestsiz bir kimsenin Kur'an-a el sürmesi haramdir: „Ona ( yani Kur´an´a) ancak temizlenenler dokunabilir." (Vakia Suresi: 79)
    -Abdest arapcada << el suyu >> demektir
    Hadis-i Serif:
    " Kim güzelce abdest alip iki rekát namaz kilarsa ve o iki rekát namazda kalbinden dünyanin herhangi bir seyini gecirmezse, annesinden dogdugu gün gibi, günahlardan cikmis olur." (Müslim, Buhari)
    „ Abdestli oldugu halde, yeniden abdest alan bir kimse icin Hak Teala on sevab yazar." (Ebu Davud)

    -Gusl iki kisma ayrilir:
    1. Farz olan Gusl ( Cünüplükten gusletmek )
    2. Sünnet olan Gusl ( Cuma ve Bayram günlerinde, Arafat daginda vakfeye durmak icin)
    3) Gusul ün farzlari:
    1. Mazmaza (Agiza su vermek)
    2. Istinsak (Buruna su vermek)
    3. Bedenin bütününü (tepeden tirnaga) yikamak
    Gusul ün Faydaları: Gusul vücuttaki elektriksel dengeyi saglar. Kan dolasimini ve tansiyonu normallestirir. Derideki gözeneklerin hava almasini temin eder. Gusul vücudun dengesini bulmasini saglar ve denge, ancak bütün organlarin yikanmasi ile gerceklesir.

    Temizlenmek kasdiyle temiz yeri (topragi) kullanmak.
    1. Yeri bilinen bir sudan en az dört bin adim uzakta bulunan veya dört tarafa dogru dörtyüzer adim giderek aradigi halde su bulamayan kimise teyemmüm alir.
    2. Teyemmüm eden kimsenin, yüzük ve bilezikleri cikartmasi gerekir, veya oynatmasi gerekir.
    3. Teyemmümde bir sart , iki rükun vardir:
      1. Niyet Abdest ve Gusul de sünnet)
      2. Rükun: iki darp: önce elleri, temiz topraga vurup yüzü meshetmek, sonra elleri tekrar yere vurup kollari dirseklerle beraber meshetmek.


    Kaynaklar :
    1. Asim Uysal , Izahli Büyük NAMAZ HOCASI
    2. Hüseyin Cisrí Efendi, RISÀLE-I HAMÌDIYYE
    3. 32 Farz deftercikleri 

    Imam-i TIRMIZÎ (H. 200-279) 824-892

    Imam-i TIRMIZÎ(H. 200-279) 824-892

    bes.jpg (15471 Byte)
    Islâm dünyasinin sekiz büyük hadis bilgininden birisi. Tam adi, Ebu Isa Muhammed bin Isa bin Sevre bin Musa bir Dahhak el-Tirmizî'dir. Kütüb-i sitte olarak anilan en güvenilir alti hadis derlemesinden birinin sahibidir. Dördüncü Müslüman kusak (etbau etbau't-tabiin), içinde yer alir. Hadis ilminde en yüksek dereceye ulasanlara özgü olan "Hafiz" ünvanina sahip ender kisilerdendir.
    Tirmizî'nin dogum yeri ve yili konusunda farkli rivayetler vardir. Buna göre Tirmizî ya da Mekke'de 200 (815), 206 (821) veya 209 (824) yilinda dogdu; Tirmizî'de 270 (883), 275 (888) ya da büyük ihtimalle 279 (892) yilinda öldü.
    Kor olarak dogan ya da sonradan gözlerini yitiren Tirmizî, ilk ögreniminden sonra çalismalarini hadis ilmi üzerinde yogunlastirdi. Hadis derlemek amaciyla Horasan, Irak ve Hicaz'da geziler yapti. Basta Buharî, Müslim ve Ebû Dâvud olmak üzere birçok bilginden hadis aldi. Kendisinden de Heysem bin Kulab el-Sasî, Mekhul bin el-Fald, Muhammed bin Mahbub el-Mahbubî el-Mervezi gibi bilginler hadis rivayet ettiler.
    Tirmizî Kitabu'l-Ilel, Kitabu's-Semail, Kitabu Esmai's-Sahabe, Kitabu'l-Esma ve'l-Küna gibi eserler birakmissa da büyük ününü es-Sünen de denilen el-Camiu's-Sahih adli eseriyle kazandi. Tirmizî, câmi' türündeki bu eserde yalniz hadisleri derlemekle kalmamis, her hadisten sonra "Ebu isa der ki" diyerek hadise iliskin düsüncelerini açiklamis, degerlendirmeler yapmistir. Hadisleri Islam hukukunun konularina uygun bir düzen içinde siniflamasi ve tekrarlardan sakinmasi, eserine yararlanma kolayligi kazandirir. Hadis bilginlerine göre es-Sünen'in diger hadis derlemelerine üstünlük saglayan baslica özellikleri sunlardir: Hadislerin güvenilirlik derecelerini belirtmesi, tasidigi zaaflara dikkat çekmesi, ravilere iliskin bilgi vermesi, hukukçularin hadislerden çikardigi sonuçlara deginmesi ve mezheplerin görüslerine yer vermesi.
    Tirmizi eseri hakkinda söyle der: "Ben bu Cami-i Kebir'i yazip bitirince, onu ilkin Hicaz alimlerine gösterdim. Hepsi de begendiler. Daha sonra alip Irak alimlerine götürdüm. Onlar da agiz birligiyle eseri övdüler. Nihayet Horasan diyari alimlerine takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilahare eseri ilim alemine sundum. Bu eser kimin evinde bulunursa, orada konusan bir Peygamber vardir" (Abdulaziz bin Sah Veliyyullah Dehlevi, Büstanu'l-Muhaddisin, çev. Ali Osman Koçkuzu, Ankara 1986, 197).
    Endülüs bilginlerinden birisi, Tirmizî'nin eserinin özelliklerini ve degerini, yazdigi bir siirle söyle anlatir:
    "Tirmizî'nin kitabi bir ilim bahçesidir. Çiçekleri adeta gökteki yildizlarin parlakligini aksettiriyor. O eser sayesinde hadisler vuzuha kavusur. Güzel lafizlara meydana konulmus, adeta resim gibi yerli yerince tanzim edilmistir. "
    "Hadislerin en yüksek nevi sahihlerdir. Onlar nurlu yildizlar halinde, her yani aydinlatirlar. Hadislerin sahihini hasenleri takip eder. Sonra garibler gelir. Hadislerin sahihi sakiminden ayrilmistir. Tirmizî onlari tek, tek isaretleriyle ilim erbabina açiklamistir. Bu hadisleri, sahih eserler halinde siraya dizmis, onlari ciddi akil sahipleri de begenip seçmislerdir. Onu begenenler; fakihlerin ve bilginlerin en önde gelenleri fazilet erbabinin, dogru yola gidenlerin en üstünleridir."
    "Tirmizî'nin kitabi böylece enfes bir eser; ilim erbabinin takdir ettigi, okuyup konustugu bir çalisma olmustur. Onlar, ruhlarina en yüksek faydayi bahseden en kiymetli bilgileri, Tirmizî'nin kitabindan iltibas etmislerdir"
    "Ondan, biz de hadisler yazdik; eseri biz de rivayet ettik. Bu isi, cennet irmaginin suyundan kana kana içmek niyetiyle gerçeklestirdik"
    "Düsünce, mana denizine daldi. Oradan en dogru manalara ulasti. Rahman olan Allah, Ebu Isa et-Tirmizî'yi bu serefli isinden dolayi hayir üstüne hayir vererek mükâfatlandirsin" (Abdulaziz bin Sah Veliyyullah Dehlevi, a.g.e., 198.)
    Ahmet ÖZALP

    MOLLA GÜRÂNİ (1410 - 1488m.)



    MOLLA GÜRÂNİ
    (1410 - 1488m.)

    Evliyalar Ansiklopedisi
    Osmanlı âlimlerinden ve büyük velî. Dördüncü Osmanlı şeyhulislâmı. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî, lakabı Şerefüddîn, Şihâbüddîn ve Molla Gürânî'dir. Daha çok Molla Gürânî lakabıyla tanınıp, meşhûr oldu. 1410 (H.813) senesinde, Sûriye'nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle "Gürânî" denilmiştir.

    Molla Gürânî, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, beyân, meânî gibi âlet ve kırâat ilmini öğrendi. Sonra ilim öğrenmek için Bağdât, Diyarbakır, Hıns ve Hayfa şehirlerine gitti. On yedi yaşında iken de Şam'a gidip, bir müddet oradaki âlimlerden ders alıp, ilim tahsîl etti. Şam'dan Kâhire'ye gitti.Kâhire'de zamânın âlimlerinden ders alarak; kırâat, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrendi ve bu ilimlerde icâzet aldı. O devrin en meşhûr âlimi İbn-i Hacer Askalânî'den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında, Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı.Hadîs ilminde İbn-i Hacer Askalânî'den icâzet aldı. Molla Gürânî bu şekilde çalışarak tahsîlini tamamladıktan sonra; tefsîr, kırâat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti.Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire'deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdarları ile devletin ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münâzaralara girdi. İlmi ve fesâhati, güzel konuşmasıyla kısa zamanda tanındı. Hattâ Kâhire'de herkese açık bir ders verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdîr ettiler. Hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icâzet verdikten sonra, Sahîh-i Buhârî'yi gâyet güzel bir mahâretle okuttuğunu bizzat görüp, şâhid oldu. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kâhire ve Şam taraflarında geçirip İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişi, hayâtında değişikliğe yol açtı. Önce Şâfiî mezhebindeydi. Sonradan Hanefî mezhebine geçti.

    Molla Gürânî'nin İstanbul'a gelişi şöyle vukû bulmuştur: O devrin meşhûr Osmanlı âlimlerindenMolla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire'ye uğradı. Orada Molla Gürânî'yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, İstanbul'a getirmek istedi. Lütuf ve iltifât göstererek istanbul'a gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabûl edip, Molla Yegân ile birlikte İstanbul'a geldi. Meşhûr âlim MollaYegân, hacdan dönüp İstanbul'a gelince, Sultan İkinci Murâd Hanın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; "Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin?" diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; "Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim" dedi. "Şimdi nerededir?" deyince; "Bâb-üs-seâdede beklemektedir" dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip, selâm verdi, el öptü. Sohbet sırasında Molla Gürânî'nin konuşması ve hâli, pâdişâhın hoşuna gitti. Onu önce, dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzî'nin eski kaplıcadaki medresesine sonra da Yıldırım Medresesine müderris tâyin etti. Böylece bir müddet bu vazifede bulundu.Bundan sonra da Sultan İkinci Murâd Hân, Molla Gürânî'yi oğlu Şehzâde Mehmed'in yâni Fâtih'in yetiştirilmesi ile görevlendirdi.

    Şehzâde Mehmed (Fâtih), bu sırada Manisa'da emîrdi. Babası İkinci Murâd Hân, oğlunun (Fâtih'in) yetişmesi ve eğitilmesi için pekçok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat Şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeple pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî'nin heybetli ve vakûr bir âlim olduğunu görerek, sert tutumunu duyup, bu iş için onu tâyin etti. Onun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işâret etti. Bunun üzerine Molla Gürânî, Manisa'ya gönderildi. Molla Gürânî, Şehzâde Mehmed'in (Fâtih'in) yetişmesi için ona ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakûr ve sert tutumuyla, Şehzâde Mehmed'in hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; "Darabtühû te'dîben" Terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlîl ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında Şehzâde Mehmed derslere devâm edip, kısa zamandaKur'ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlu Şehzâde Mehmed'in Kur'ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocasıMollaGürânî'ye fazla mikdârda mal ve parayı hediye gönderdi.

    Fâtih Sultan Mehmed Hanın yetişmesinde, Molla Gürânî'nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusûr etmezdi.

    Babası İkinci Murâd'dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî'yi vezîr yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; "Huzûrunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları, sonunda vezîrliğe, sadr-ı a'zamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Vezîriniz onlardan başkası olursa, kalbleri kırılır ve sultânımıza zarar gelir" dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kadısker yapmak istediğini bildirince, bunu kabûl etti. Kâdılığa başlayınca, ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra Bursa evkâf idâresi vazifesi ve kâdılık vazifesi ile Bursa'ya gönderildi. Bursa'da bir müddet bu vazifeleri yaptı. Sonra bâzı sebeplerle Anadolu'dan ayrılıp, Mısır'a gitti.

    Molla Gürânî Mısır'a vardığında, Mısır Sultânı Kayıtbay'dan tam bir kabûl ve çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra FâtihSultanMehmed Hân, Mısır Sultânı Kayıtbay'a, Molla Gürânî'yi göndermesini ricâ etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Hanın bu ricâsını Molla Gürânî'ye bildirerek; "Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtirâm ederim" dedi. Molla Gürânî; "Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten o, tabiî olarak kendisine meyledeceğimi bilir. Eğer ona gitmezsem, sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza bir düşmanlık girebilir." cevâbını verdi. Sultan Kayıtbay bu cevâbı beğendi ve kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyâları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Hana gönderdi.

    Molla Gürânî İstanbul'a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defâ Bursa kâdılığına tâyin etti. Sonra yeniden Kadıaskerliğe getirildi. Bu arada müderrislik ve eser yazmakla da meşgûl iken, 1480 (H.885) senesinde Şeyhülislâmlık makâmına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Hân ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında, çok hediyeler vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene Şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adâlete uymakta, titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi.

    Fâtih Sultan Mehmed Hana çok nasîhat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkid etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesini, dâimâ dînin emirlerine uygun olmasını isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.

    Molla Gürânî; heybetli, vakûr, sarsılmaz bir ilim haysiyetine ve ahlâkına sâhipti. Uzun boylu, gür sakallı, doğru ve açık sözlüydü. Vezîrleri adlarıyla çağırır, Sultanın huzûruna girince, yüksek sesle selâm verip, müsâfeha yapardı.Dâvet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi. Bir defâsında bir Arafe günü, Sultan, Molla Gürânî'ye bir haberci göndererek; "Yarın bayramı kutlamak üzere teşrif etsin, geç kalmasın." diye haber yollamıştı. Molla Gürânî, gelen haberciye; "Yağışlı günlerdir, her yer çamur. Gelirsek, kılık kıyâfet değiştirmek îcâb eder. Yarın bizi bağışlasınlar. Biz uzaktan duâ ederiz. Bayramı uzaktan kutlayalım." dedi. Haberci dönüp bu sözleri pâdişâha iletince, Pâdişâh; "Biz onların gelmesi ile bayram yaparız. Her şeye rağmen gelmelerini bekliyoruz." dedi.Üzerlerinin çamur olmaması için de, sarayın selâmlığına kadar at ile girmesine izin verildi. Bunun üzerine dâveti kabûl etti. Molla Gürânî, devrin âlimlerine mütevâzî davranır ve onlara karşı kıskançlık göstermezdi. Hattâ resmî vazifelerde kendinden daha üst makamlara çıkan âlimleri takdîr ederdi. Müderrislikden resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devâm etti. Pekçok âlim yetiştirdi. Osmanlı âlimleri arasında ahlâkının üstünlüğü, ilmî hususlarda tâvizsiz olan ve ilme çok önem veren bir âlim bilinip öyle tanındı. Günlerini hep ders vermekle, kitap yazmakla ve ibâdetle geçirirdi. Bir defâsında talebelerinden biri, bir gece onun konağında kalmıştı. Hocası Molla Gürânî, yatsı namazından sonra Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Başından başlayıp devamlı okurken talebesi bir müddet sonra uyuyakaldı. Sabaha doğru uyanınca hocası Molla Gürânî'nin Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ettiğini gördü. Sabahleyin o talebe bu durumu hizmetçilere anlatınca, hizmetçileri; "O, her gece böyle Kur'ân-ı kerîm okur ve bunu hiçbir sebeple terk etmez." demiştir. MollaGürânî, ayrıca çok hayır ve hasenât yapmıştır. Dört câmi, bir Dâr-ül-hadîs medresesi, bir hamam ve binâlar yaptırmıştır.

    Molla Gürânî, vefât ettiği 1488 (H.893) senesinin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezîrler haftada bir bu bahçede ziyâretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul'daki konağına göçtü. O günlerde bir sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonrakıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur'ân-ı kerîmi, kırâat ilmini öğrenen hâfızların yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu üzerine, talebelerine haber gönderildi.Onlar da yanına toplandılar. Talebelerine; "Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamânı bu gündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ediniz, ikindiden fazla uzamaz." dedi. Hâfız talebeleri, Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Vezîrler durumu öğrenince, yanına geldiler. Vezîrler arasındaki Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için, hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. MollaGürânî onun ağladığını görüp; "Niye ağlar durursun ey Dâvûd!" dedi. Dâvûd Paşa; "Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım." dedi. Bunun üzerine; "Ey Dâvûd, kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat ve huzûr içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda da, son nefeste de selâmet üzere olurum." dedi.Sonra vezîrlere dönüp; "Benden Bâyezîd'e (İkinci Bâyezîd Hana) selâm söyleyin ve deyin ki, Adâlet üzere olsun, kulları himâye, beldeleri muhâfaza etsin. Namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin" dedi. Sonra; "Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun." dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; "İkindi ezânı ne zaman okunacak?" dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezân okumasını bekledi. Müezzin, Allahüekber diye ezân okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; "Lâilâhe illallah" diyerek vefât etti.
    Sultan İkinci Bâyezîd Hân, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenâze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi onun vefâtından dolayı gözyaşı döktü. Cenâzesi kabrin başına getirilince, vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesâret edemedi. Cenâzesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler. Kabri,Aksaray-Topkapı arasındaki eski tramvay yolunun sol tarafında bulunan kendi yaptırdığı câminin önündedir.

    Arabca kaynaklarda "Diyâr-ı Rûm'un, Anadolu'nun âlimi" olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır:
    1) Gâyet-ül-Emânî fî Tefsîr-i Seb'il-Mesânî,
    2) El-Kevser-ül-Cârî alâ Riyâd-il-Buhârî; Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olanSahîh-i Buhârî'ye yazdığı şerhdir.
    3) Şâtıbiyye Kasîdesi'nin Ca'berî şerhine güzel bir hâşiye yazmıştır.
    4) Keşf-ül-Esrâr an Kırâat-il-Eimmet-il-Ahyâr,
    5) Şerh-i Cem'ul-Cevâmi': Usûl-i fıkha dâirdir.
    6) Arûz ilmiyle ilgili bir kasîde.

    Kaynaklar:
    1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c1. ,s.166
    2) El-A'lâm; c.1, s.97
    3) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; (49. Baskı), s.1112
    4) Ed-Dav-ül-Lâmi; c.1, s.241
    5) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.102
    6) Tabakât-üs-Seniyye fî Terâcim-il-Hanefiyye; c.1, s.280
    7) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.135
    8) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.553, 646, 899; c.2, s.1190, 1486
    9) Tâc-üt-Tevârih (Ulemâ kısmı)
    10) Osmanlı Müellifleri; c.2, s.1
    11) İzâh-ul-Meknûn; c.2, s.92
    12) Brockelmann; Sup-2, s.319
    13) Devhat-ül-Meşâyıh; s.10
    14) Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.184
    15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.298

    .


    Imam BUHÂRÎ (194-256/810-869)

    Imam BUHÂRÎ

    (194-256/810-869)

    Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri
    Ebû Abdullah Muhammed b. Ismâil b. Ibrâhim b. el-Mugîre b. Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî.
    Mugire b. Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin araciligiyla müslüman olmustur. Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmistir. Buhârî'nin babasi ve dedesi hakkinda pek bilgimiz yoktur.
    Muhammed el-Buhârî, 13 sevvâl 194 h./21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü Buhara'da dogmustur. Bundan dolayi da Buhârî nisbetiyle anilmasina sebep olmustur. Buhârî, henüz bebek iken babasi vefat etmis, kardesi Ahmed'le birlikte yetim kalmistir. Annesinin terbiyesi altinda büyümüs, küçük yasta Kur'an'i ezberlemis ve Arapça ögrenmistir. Babasindan kalan servet onun hiç kimseye muhtaç olmadan ilim ögrenmesinde yararli oldu. On bir yasinda hadis ögrenmeye basladi. Onalti yasinda annesi ve kardesi Ahmed'le birlikte hacca gitti. Annesi ve kardesi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim ögrenmek istegiyle Mekke'de kaldi. (210 h./825).
    Onsekiz yasinda "Kitâbu Kadâya's-Sahabe ve't-Tâbiin" ile "et-Târîhü'l-Kebîr" adli eserlerini yazdi. ilim ögrenmek için sam'a, Misir'a, Basra'ya, Bagdat'a gitti. Bu amaçla alti yil Hicâz'da kaldi. Buhârî, hadis ögrenmek ve nakletmekle kalmadi. siirle de ilgilendi. Ancak fazla siir yazmadi. Savas sporlarina ilgi duydu, ata bindi, ok atti.
    Akranlari Buhârî'den övgüyle bahsederler. Onu övenler arasinda büyük muhaddis imam Müslim'de vardir. Buna ragmen, Buhârî'nin üstünlügünü çekemeyenler fitne çikarmaktan geri kalmadilar. Buhârî'nin "Kur'an mahluktur" düsüncesini savundugunu yaydilar. Bu dedikodulardan rahatsiz olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti. Burada da rahat edemedi. Buhârâ emiri ile arasi açildi. Buhara Emiri Halid Ibn Ahmed, çocuklarina Câmiu's-Sahîh'i ve et-Tarih'i okutmasi için Buharî'yi konagina çagirir fakat Buharî, bu teklifi kabul etmez. ilim meclIslerinin herkese açik oldugunu,isteyenin gelerek yararlanabilecegini, ilmi valinin konaginin duvarlari arasina hapsedemeyecegini bildirir. Bu olay üzerine Ahmed Ibn Hâlid, onu Buhara'dan sürer. Buhârî, Buhara'dan ayrildiktan sonra Semerkand'a gider. Hartenk köyünde bulunan akrabalarinin arasina yerlesir. Semerkand'lilar, Buhârî'den yararlanmak isterler. Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi ricasinda bulunurlar. Buhârî, Semerkand'a gitmek için hazirlik yapmaya baslar ancak bu arada hastalanir ve Ramazan Bayrami gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h./31 Agustos 869). Cenazesi, bayram günü ögleden sonra kilinarak Hartenk'e defnedilir.
    Imam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yetenegine sahipti. Herhangi bir seyi ezberlemesi için ona bir defa bakmasi veya onu bir defa dinlemesi yeterliydi. Bagdatlilarin ve Semerkandlilar'in O'nun zekâ seviyesini denemek için sorduklari sorular bunu göstermesi bakimindan önemlidir. Gezileri sirasinda dinlediklerini yazmamasi ve kendisine takilanlara, dinledigi bütün hadIsleri ezberden okumasi da dikkat çekicidir. O ayni zamanda çok hadis ezberlemekle de söhret bulmustu.
    Ince yapiti uzun boylu idi. ihtiyarliginda çok halim selim görünüslü olmustu. Sert yaratilIsli degildi. Yumusak huyluydu. ilim konusunda çok dikkatli idi. Dayanaksiz konusmak istemezdi. Baskalari hakkinda gayet yumusak bir dil kullanirdi. Derdi ki, "Hiçbir kimseyi giybet etmemis olarak Allah (c.c)'a kavusmayi arzu ediyorum." Rical bilgisi herkesten çok olmasina ragmen cerh ettigi (zayifligini ortaya koydugu) raviler hakkinda bile asagilayici tabirler kullanmazdi. Yalanciligi bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf vardir)", "seketû anhu (sikaligi konusunda âlimler sustular)" derdi. O'nun bir adam hakkinda en agir sözü "münkerü'l-hadis (hadisi alinmaz)" terimidir.
    Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat görüstügü seyhler arasinda saydiktan sonra söyle demistir: "O, sika, inanilir, akilli bir muhaddistir. Islâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur." Bazi âlimler onun için söyle derler: "Buhârî, Allah (c.c)'nun yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir." Necm b. el-Fazl diyor ki: "Rüyamda Rasûlullah (s.a.s.) efendimizi gördüm. Bir köyden çikmis gidiyordu ve arkasindan imam-i Buhârî de onu takip etmekteydi. O bir adim atinca Buhârî de bir adim atiyor ve ayagini Rasûlullah (s.a.s.)'in ayagini bastigi yere basiyordu. Kitabini da her bakimdan ona nisbet ediyordu."
    Buhârî ilmiyle amel eden bir insandi. Islâmî sinirlara uymada asiri derecede titizdi. Helâl ve haram konusunda duyarli idi. Hadis ilmine hizmet, bu yolla Allah (c.c.)'in rizasini, Rasûlullah (s.a.s.)'in sefaatini kazanmaktan öte bir amaç tasimiyordu. Babasindan kalan mirasi bile bu yolda harcamisti. Cömertligiyle söhret bulmustu, yardim ettiklerine Allah rizasi için elini uzatiyordu. Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kilardi. Rivayete göre her üç günde bir Kur'an'i Kerîm'i hatmederdi. Gecenin bir kismini uykuyla geçirirdi. Sürekli geceleri uykusundan kalkip, kandilini yakar, hadis tahric ederdi. Yahut yazdiklarina isaretler koyar, üzerinde düsünürdü. Seherden önce uyanir, gece namazi kilar; sonra Kur'an'in üçte birini okurdu. Ramazanda ise terâvihten sonra Kur'an'in üçte birini okumaya devam ederdi.
    Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldigi hocalarinin sayisi binden fazladir. Hadis yazdigi seyhlerine ait senetleri de bildigini, senedi zayif rivayetlere itibar etmedigini belirtir. Hocalarinin baslicalari sunlardir:
    • Ahmed b. Hanbel
    • Ali b. el-Medinî
    • Yahya b. Maîn
    • Ismail b. idris el-Medînî
    • Ishak b. Rahuyeh.
    Bunlarin disinda su isimleri de görüyoruz;
    • Mekkî b. ibrahim el-Belhî
    • Muhammed b. Selam el-Bikendi
    • Ibrahim b. el-Es'as
    • Ali b. el-Hasan b. Sekîk
    • Yahya b. Yahya
    • Ibrahim b. Musa el-Hafiz
    • Süreyc b. en-Numan
    • Ebu Asim en-Nebil es-Seybânî
    • Muhammed b. Abdullah el-Ensârî
    • Abdullah b. Zübeyr el-Hamidî
    • El Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî.
    Ögrencileri arasinda da en meshurlari sunlardir;
    • Ebu isa et-Tirmîzî
    • Muhammed b. Nasru'l Mervezî
    • Ibni Ebi Dâvud
    • Müslim b. Haccac ve en-Nesâi.
    Câmiu's-Sahîh; Islâm'in ilk dönemlerinde hadIslerin Kur'an'la karismasi söz konusu oldugundan hadIslerin yazilmasi yasakti. Sonralari Kur'an-i Kerîm, kitap haline getirilip, çogaltildi oria bir seyin karismasi engellendi. Sahabe nesli bütünüyle vefat etmis, Islâm ülkeleri genIslemis, degisik düsünceler ortaya çikmisti. Bu tür nedenlerle hadIslerin toplanmasinin yararli olacagina inanildi ve hadIslerin tedvinine baslandi.
    HadIslerin toplanmasina Tabiun döneminde baslanmistir. imam Mâlik* (179 h./195) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hadIslerine Sahabe ve Tabiun kavillerini ekleyerek Muvatta'yi tasnif etmistir. imam Mâlik'ten sonra da hadis konusunda çalismalar yapildi. Buhârî'nin Câmiu's-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe dayanmaktadir. Bunlarin birincisi, hocasinin kendisinden böyle bir istekte bulunmasi, ikincisi de kendisinin görmüs oldugu bir rüyadir.
    Buhârî, sahih adiyla anilan ve içerisine sadece kendince sahih oldugu sabit olan hadIsleri koydugu kitabini yazmakla hükümlerin kaynaklarini bulmada önemli bir hizmeti yerine getirmistir. imam Buhârî ayrica bu eserle kendisinden önce yasamis mezhep imamlarinin dayandigi temellerin saglam oldugunu, hiç birinin kisisel görüsle fetva vermedigini ortaya koydu. Ondan sonra gelen muhaddIsler, hadis çalismalarinin sinirlarini az çok belirlemis oldular. ilim adamlari Buhârî'nin eserine büyük önem verdiler. Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya koydugu gerçekleri ve sartlari kabul ettiler, örnek aldilar. O, hadiste odak ve hareket noktasi olarak degerlendirildi.
    Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandi. Eserine aldigi hadIsleri, alti yüz bin hadisin içinden seçti. Sahih hadIslerin disinda kalan diger hadIsleri eserine almadi. Eserin kabarmasini önlemek için sahih hadIslerin bile bir kismini almamistir. Câmiu's-Sahih'te yer alan hadIslerin sayisi yedibinikiyüzyetmisbestir. Bazi hadIsler degisik kitaplarda geçmektedir. Mükerrerler çikarildiktan sonra geriye kalan hadis sayisi dört bin'dir.
    Câmiu's-Sahih'te hadIsler konularina göre kitaplara, her kitap da kendi arasinda bâblara ayrilmistir. Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen hadIslere yer verilmis, râvilerin güvenilir olmasi hususunda titiz davranilmistir. Râviler birbirine baglanarak ilk kaynaga kadar götürülmüstür. HadIsleri bazi titiz ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanlari reddetme çigirini açan Buhârî olmustur. O'ndan sonra gelen âlimler bu yoldan giderek sahih hadIsleri zayif ve uydurma olanlarindan ayirmaya devam etmIslerdir. Sahih hadis kitabi yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar titizligi ileri götüren olmamistir. Hadis kabulünde kendine has çok dar bir yolda tek olmasi onun Islâm ümmeti arasinda müstesnâ bir söhret ve güven kazanmasina sebep olmustur.
    Sahih'in nerede telif edildigi hususunda degisik görüsler vardir. Buhârî, hadis almak için gittigi her yerde eserini telife çalismistir. Hayati seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanin onalti yillik çalismasinin mahsulü olan bu eserin telifini bir yere baglamak mümkün degildir.
    Câmiu's-Sahih'te yer alan kitap (bölüm) sayisi doksanyedi, bâblarin sayisi üçbindört yüzelli kadardir. Üç râvili hadIslerin sayisi da yirmi ikidir. Degisik senetle gelen hadIsler Sahih'te yer almaktadir. Ancak ayni senet ve ayni metinle birden fazla yerde zikredilen hadIslerin sayisi yirmi üç kadardir. Kur'an'dan sonra ana kaynak olan Buhârî'nin Sahih'i ile Müslim'in eserine Sahih adi verilmektedir. ikisine birden "Sahihayn " denilir. Diger dört hadis kitabina da "Sünen ", alti hadis kitabinin tümüne birden "Kütübü Sitte" denilmektedir.
    Buhârî'nin bu eserine ait bir çok serh yazilmis ve üzerinde çalismalar yapilmistir. En meshur serhleri, Aynî'nin Umdetu'l-Kari, Askalani'nin Fethu'l-Barî ve Kirmâni'nin Kevâkibü'd-Derârî, adli eserleridir.
    Câmiu's-Sahih disinda, su eserleri vardir:
    • Tarihu'l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir. Sahasinda ilk yazilanlardandir. Buhârî bunu henüz onsekiz yasinda iken Rasûlullah (s.a.s.)'in kabri basinda mehtapli gecelerde yazmistir. Haydarabad'ta 1941-1954 tarihlerinde dört cilt,1959-1963 tarihlerinde üç cilt halinde basilmistir.
    • Târihu'l-Evsât: Tarihu'l Kebir'in kisaltilmisidir. Bazi yazma nüshalari mevcuttur. Ibni Hacer Tehzibû't-Tehzib isimli eserinde bundan nakiller yapmistir.
    • Tarihu's-Sagîr: Tarihu'l Kebir'in bir özetidir. 1325 yilinda Zuafâü's-Sagîr ile birlikte Hindistan'da basilmistir. Kitâbu Zuafâü's-Sagîr: Zayif ravilerin hallerinden bahseder. Hindistan'da 1323 ve 1326 tarihlerinde basilmistir.
    • Et-Tarihu fi Ma'rifeti Ruvati'l-Hadîs ve Nükâti'l Âsâr ve's Sünen ve Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir risâledir.
    • Eet-Tevârîhu'l Ensâb: Bazi sahIslarin özel hallerinden bahseder.
    • Kitâbu'l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir eserdir. Haydarabad'ta 1360 yilinda basilmistir.
    • Edebü'l-Müfred: Ahlâk hadIslerini toplayan bir eserdir. istanbul'da 1306, Kahire'de 1346, Hindistan'da 1304 yillarinda basilmistir.
    • Refu'l-Yedeyn fi's-Salati: Namazda el kaldirmakla ilgili bir risâledir. Kalküta'da 1257, Delhi'de 1299 yillarinda yayinlanmistir.
    • Kitâbu'l-Kiraati Halfe'l-imam: Namazda imamin arkasinda okuma hakkinda yazilmis bir risâledir.
    • Hayrü'l Kelâm fi Kiraati Halfi'l Imam adiyla Orduca çevirisi ile beraber 1299'da Delhi'de, ayrica 1320'de Kahire'de basilmistir.
    • Halku'l-Ef'ali'l-ibâd ve'r-Redd Ale'l Cehmiyye: Cehmiyye mezhebinin görüslerini reddeden bir kitaptir. 1306'da Delhi'de basilmistir.
    • El-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazilmis bir eserdir.
    • Abarü's Sifat: HadIsle ilgili bir eserdir ve bazi kütüphanelerde yazma nüshalari mevcuttur.
    . Bunlardan baska kimi kaynaklarda Buhârî'ye ait oldugu zikredilen su kitaplarin ismini de görmek mümkün:
    • Birri'l Valideyn
    • El-Camiu'l Kebir
    • Et-Tefsirü'l Kebir
    • Kitabü'l Hibe
    • Kitabü'l Esribe
    • Kitabu'l Mebsut
    • Kitabü'l ilel
    • Kitabü'l-Fevâid
    • Esamü's Sahâbe
    • Kitabu'd-Duâfa
    • El-Müsnedü'l-Kebir
    • Sülâsiyyât.

    Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi



    Haci Bektas-i Veli

    Haci Bektas-i Veli
    Prof. Dr. M. Es'ad Cosan
    ( Son Mesaj, sayi: 3, Mart 1995)
    Simdi Haci Bektâs-i Velî'nin hayati hakkinda bazi bilgiler vereyim size... Ondan sonra, eserleri hakkinda bilgi verecegim. Ondan sonra, görüsleri ve Makalât içindeki fikirleri hakkinda iddiali seyler söyleyecegim. Mevcut bilgileri degistirecek, alti kirmizi kalemle çizilecek seyler söyleyecegim. Ondan sonra da sorulariniz olursa, onlari cevaplandirmak için bir zaman ayirmayi düsünüyorum.
    Haci Bektâs-i Velî'nin zamani ile ilgili dökümanlar, belgeler çok azdir. Haci Bektâs-i Velî Horasan'lidir. Horasan bugün Iran'in kuzey dogusuna, Hazar Denizi'nin güney dogusuna rastlayan mintika... Özbekistan'in, Türkmenistan'in, Afganistan'in bir kismini içine alan bir bölge... Bu bölgede, Nisâpur sehrinde dogdugu rivayet ediliyor. Dogru olabilir. Bunun dogrulugunu eserin içindeki fikirlerin tahlilinden, Haci Bektas'in kültürel yapisinin incelenmesinden de te'yid ediyoruz. Böyle oldugu mümkün...
    Haci Bektâs-i Velî, onu sevenlerin söyledigine göre Arap soyundan, hattâ Peygamber Efendimiz'in evlâdindan... Yâni seyyid... Kendileri seyyid diyorlar, çok net olarak... O zaman tabii bir Arab'in kalkip da Türkçülük yapmasi olamaz.
    Sonra Arap kültürüne reaksiyon olarak Kirsehir'de Türkçü bir cereyan baslatmis!?.. Bu masal, böyle sey olamaz. Mümkün degil böyle sey olmasi... Zâten, milliyetçilik cereyanlari 19. Asir'da çikmis. O asirda böyle bir miliyetçilik cereyani yok... Kavmiyetçilik çok günah, ayip diye düsünüyor herkes... Birçok kavimler bir potada erimis, birbirlerini kardes biliyorlar. Böyle bir sey bahis konusu degil... Simdiki az düsünen düsünürlerin fantazileri... Mümkün degil...
    --Seyyid olmasi mümkün mü?..
    --Mümkündür. Çünkü, Nisâpur Arap ordugâh merkezi idi zâten... Araplarin fütühat ordularinin karargâhi idi. Nisâpur'dan Arap oldugunu bildigimiz çok alim yetismistir. Meselâ, Hâce Abdullah-i Ensârî; yâni ensardan, Medine'den, Medine kabilesinden... Çok net olarak sülâlesini, seceresini biliyoruz Arap kavminden... Nisâpur'a yakin bir sehirden... Daha pek çok isimler verilebilir. Mümkündür, Haci Bektâs-i Velî de seyyid olabilir.
    Zâten Makalât isimli eserini Farsça degil, Türkçe degil Arapça olarak yazmistir. O devirde Farsça çok yaygin ve Haci Bektâs'in yasadigi zamanda bir çok kimse Farsça yaziyor. Divanda, devletin kademelerinde Farsça konusuluyor. Sonra Karamanoglu Mehmed Bey, ''Bundan sonra bargâhta, dergâhta Türkçe konusulsun!'' demis de, Farsça'dan öyle vaz geçilmis. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Konya'da - -biliyorsunuz-- Mesnevî'yi Farsça söylüyor. Böyle bir durumda Arapça eser yaziyor. Dogru... Demek ki, Arap irkindan ki, Arapça yazmayi uygun görmüs.
    Ne zaman yasamis?.. Çesitli rivayetler var, onlari inceliyoruz. Burda detayi var, o detaya sizi sokmak istemem, yormak istemem. Mevlânâ ile çagdas...
    Tarikatlarin tekkelerinde tomarlar vardir. Böyle tomar halinde dürülmüs, deri veya çok saglam kâgit üzerine yazilmis secereler vardir. Yâni, bu makama kim geldi, ondan sonra kim geldi, ondan sonra kim geldi?.. Böyle sira ile yazilir ve intikal eder. Seyhinden halifesine, ondan ötekine intikal eder. Iste o tomar denilen bu secere kâgitlarinda verilen bazi rakamlar var.... O rakamlarin dogru olmasi mümkündür. Çünkü, o gibi evrak muhafaza edilmistir, korunmustur ve ordan alinmis olmasi mümkündür.
    Altmisüç yil yasamis; milâdî 1209'da dogup, 1270'de vefat etmistir o kayitlara göre... Biz bunu birtakim vakfiye kayitlarindan da tesbit ettik, yanlislari düzelttik. Baska tarihler söyleyenler var... 738'de ölmüstür diyenler var... Mümkün degil; çünkü, ondan kirk elli yil önce yazilmis vakfiye kayitlarinda merhum gibi ifadelerle bahsedildigine göre, demek ki ondan evvel ölmüs diye çikartiyoruz.
    Yakin devirde onunla ilgili bilgi veren kitaplara bakiyoruz ve bu verdigimiz rakamlarin dogru oldugunu tahmin ediyoruz. Hicrî 606 - 669, milâdî 1209 - 1270 yillari arasinda yasamis ki, bu Mevlânâ ile akran demektir, çagdas demektir. Zâten menâkibnâmelerde de onunla çagdas olduguna dair, birbirleriyle münâsebetleri olduguna dair rivayetler var...
    Konusmayi canlandirmak için, o rivayeti anlatayim. Eflâkî diye Menâkibül Arifîn'i Maarif Klasikleri arasinda nesredilmis olan, Mevlânâ'dan sonra yasamis, onun torunuyla çagdas bir yazar var... O Mevlânâ ile ilgili rivayetleri duyarak, çevreden toplayarak o eseri meydana getirmis.
    Diyor ki: Kirsehir'de bir Sulucakarahöyük denilen yerde --simdiki Hacibektas kasabasi-- bir sahis varmis ve Mevlânâ'ya muhalif imis. Bir müridini, halifesini oraya göndermis. Demis ki: ''Git o Mevlânâ denilen adama, sor ki: Eger aradigini bulduysa, Rabbine kavustuysa, erdiyse, erenlerden olduysa; bu velveleyi, bu gürültüyü kessin!.. Bu gürültü ne?.. Bulmus, muradina ermis. Eger aradigini bulamamissa, bu gürültü niye?.. Bulamayan insanin bu gürültüsü iddia oluyor, palavra oluyor, gösteris oluyor, tantana oluyor. O da tasavvufta makbul bir sey degil... Git bunlari o zata söyle!'' demis Haci Bektas-i Velî, Eflâkî'ye göre...
    Eflâkî tabii, Mevlevî dervisi... Söyle anlatiyor: Haci Bektas-i Velî'nin gönderdigi sahis Konya'ya gelmis. sormus:
    ''--Bu Mevlânâ nerdedir?..''
    ''--Falanca medresededir.''
    O medreseye gitmis, kapisindan içeriye girmis. Mevlânâ o anda semâ' halinde...
    Semâ' dedigimiz sey, artik radyodan, televizyondan hepiniz duydunuz, gördünüz, biliyorsunuz ki vecde gelerek dönmek... Tabii, vecdsiz dönüp de sonra vecde ulasmak tarzinda kullaniliyor simdi... Eskiden tabii olan sekli, vecde geldi mi dönerdi insan... Simdi döne döne vecde gelmeyi deniyorlar. Tersine bir çalisma...

    Mevlânâ meselâ, kuyumcular çarsisinda dolasiyormus. Selâheddin-i Zertûb'un --altin isçiligi isleyen kuyumcu Selâhaddin'in-- dükkâninin önüne gelince... Içerden çekiç sesleri geliyor. Yüzük yapacak, bilezik yapacak altini... ''Takka tiki tiki... Takka tiki tiki... Takka tiki tiki...'' bir çalisma var. O seslerden Mevlânâ vecde gelmis, baslamis semâ' etmege; yâni, pervâneler gibi dönmege...
    Pervâne de aslinda kelebek adidir; sonradan yapilan bu elektrikli döner alet degil... Ve söyle diyor:
    Yeki gencî pedîd âmed, der in dükkân-i zer kûbî,
    Zihî sûret, zihî ma'nî, zihî hubî, zihî hubî.

    ''Su kuyumcu dükkânindan bir hazine gözüme göründü. Su kuyumcu dükkânindan içeriye baktim; bir hazine gözüme eristi. Zuhura geldi ki, ne güzel sûret, --yâni görünüm-- ne güzel mânâ --yâni sîret, iç hali- - Disi güzel, içi güzel... Ne güzellik, ne güzellik... Yâni orda o Selâhaddin-i Zerkûb'un dükkânina bakmis. Evet, esnaf... Kuyumculuk isi yapiyor, imalâtla mesgul...
    Mevlânâ onu kapidan görünce... Yüzü güzel, nurlu... Içi güzel; kalbinin, sîretinin, mânevî halinin güzelligini görmüs Mevlânâ... ''Ne güzel yüz, ne güzel iç alemi; ne güzellikler, ne güzellikler...'' diye cosmus, semâa geliyor. Semâ' bu... Yâni böyle vecde gelip, kendinden geçip, aska gelip dönmek...

    Simdi vecde gelmis dönüyor Mevlânâ... Bir taraftan da bir rubâî söylüyor. Ama rubâîyi onlar bizim gibi düz okumazlardi. Yâni gazel demek, rubâî demek, o zaman için ses esliginde, makamla, bir ahenkle söylemek demek... Düz siir okur gibi, böyle kas çatarak söylemek degil...
    Bir taraftan dönüyormus, bir taraftan da bir ilâhî söylüyormus ki, Türkçe'si söyle:
    ''Eger senin yârin, dostun, sevgilin yoksa, neden taleb etmiyorsun?.. Eger yârini, sevdigini, dostunu bulup ona kavustuysan niçin tarab etmiyorsun?..''
    Tarab etmek, sevinmek demek... Tarabya, Bogazda sevinçli islerin oldugu yermis demek ki... ''Niçin o zaman da sevinç izhar etmiyorsun?.. Tenbel tenbel oturmussun da, kendi acâip halinin farkinda degilsin de, bizim halimize ne kadar acâip hal diyorsun. Halbuki, senin halin acaip... Yoksa kalk talep et, gayrete gel; varsa, sevincinden sikir sikir oyna!'' demek istiyor Mevlânâ... O zaman Haci Bektâs-i Velî'nin tenkidine cevap vermis oluyor.
    Yâni, ''Bulduysa otursun yerine!'' demisti; ''Buldumsa, sevincimden oynayacagim.'' diyor. ''Bulmadiysa, yine otursun yerine!'' demisti; ''Bulmadiysam, aramak için bir coskunluk içine girecegim.'' demis oluyor. Tabii bunlar bir meseleye iki ayri bakistir; ictihad farki... Birisi o zihniyette, birisi baska zihniyette... Ikisi de hakli olabilir, mümkündür; çünkü, niyetleri temizdir.
    Iste böyle münâsebetleri oldugu düsünülüyor. Sizin hatirinizda çok rahat kalabilir ki, biz bir profesörden duyduk diyebilirsiniz, Mevlâna ile çagdastir Haci Bektas-i Velî... Öyle Orhan Gazi'yi görmüslügü, yeniçerilerinin kurulusunda dua ettigi, kiliç kusattigi filân yok... Olsa olsa, o isi torunlari yapmistir. Ondan sonra Haci Bektas'in kendisi sanilmistir. Aslinda öyle olmadigi muhakkak...

    Mentes adinda bir kardesi oldugu muhakkak... Asikpasazâde diye bir kimse var... Kirsehir'den Kayseri'ye dogru geçerken sol tarafta görmüssünüzdür; bembeyaz, sahâne, güzel, sevimli bir sanat eseri var... Asik Pasa'nin türbesi... Iste onun torunu olan bir Asikpasazâde var ki, Osmanli tarihi yazmistir. Tarihçilerimiz bilir. Içinizde o bölümde olan var...
    Asikpasazâde diyor ki, ''Be bu Haci Bektas-i Velî'nin ve çocuklarinin ahvâlini bütün detayi ile biliyorum.'' diyor kitabinda... Biliyormus ama, söylememis mübârek... Bildigini yazsaydin ya... ''Tevâtür-ü sahih ile hepsini bilirim.'' diyor. Kirsehir'lidir, bilebilir, dogrudur. Zaman bakimindan arada uzun bir zaman farki var ama, bilebilir. Diyor ki, ''O seyhlikten, müridlikten uzak, kendi halinde bir büdelâ aziz idi.''
    Büdelâ demek, evliyânin birisi gidince yeri otomatik doldurulan, sayisi belli, üçler, kirklar, yediler gibi birisi demek... Mânevî makami vardi demek istiyor. ''Kendi basinda bir insandi. Öyle seyhlik, müridlik, silsile, tarikat meselesi yoktu.'' diyor Asikpasazâde...
    Biz simdi ilim adami olarak, her tarih kitabinda yazilani kabul etmiyoruz. Müskülpesendiz, talebeyi terletir gibi böyle yazarlari da, eserlerini de terletiriz biz... Inceliyoruz, dogru degil...
    --Niye dogru degil, nerden çikariyorsun?.. Asikpasazâde Kirsehir'li... Hem ona da yakin bir zamanda yasamis, sen yirminci yüzyilda yasamissin.
    --Eseri var elimizde... Haci Bektas eserinde seyhlikten, müridlikten, tasavvuftan bahsediyor. Sen de ilgisi yok diyorsun; dogru degil... Eseri, tekzib ediyor yâni... Biz delilleriyle onun ilgisi oldugunu göstermis oluyoruz.

    Özel hayatiyla ilgili çesitli rivâyetler var... Adi bile münâkasali... Bazi rivayetlerde adi Bektas... Bazilarinda Bektas isim degil lakab; adi Muhammed... Olabilir. Bektas çünkü, Türkçe bir isim... Kendisi Arap asilliysa, Muhammed diye ismi olabilir.
    Horasan'dan geldigi kesin... Hacca gittigi kesin...
    --Nerden kesin hacca gittigi?..
    --Menâkibnâmeye bakarsaniz, inanmaya-bilirsiniz. Menâkibnâme'de yazdigina göre, seyhi Lokmân-i Perende denilen mübârek zât hacca gitmis. Hacda Arafat'a çikmislar. Arafat'ta müridlerine demis ki, ''Ah, simdi bizim Nisâpur'da arafe günü... Her evde bir faaliyet vardir. Tavalarda pisi pisirilir.'' Hanimlar bilirler bu isi... Hamur yapiliyor. Kizgin yagin içinde pisiriliyor. Zeytin yaginda piser, peynirle güzel olur. Lokmân-i Perende, ''Nisâpur'da bugün ne güzel pisi pismistir, arafe günü bayram için hazirlik yapilmistir.'' filân deyince; Haci Bektâs-i Velî evliyalik yoluyla seyhinin Arafat'ta böyle dedigini duymus. Horasan'dan almis eline bir tabagi, hoop gelmis Arafat'a, pisileri getirmis seyhine... Tabii bu menkabe, böyle yaziyor Menâkibnâme... Ondan dolayi adina haci demisler.
    Ama biz eserini inceledigimiz zaman, hac yapilan yerlerle ilgili o kadar canli tasvirlerde bulunuyor ki, o diyarlari gezmis oldugu anlasiliyor. Bir kaç defa da hac yapmistir hattâ... Hem de sunu söyleyeyim, su zamanda hacilik kolaydir amma, o devirde hacilik çok zor oldugundan, çok kiymetli bir unvandir. Herkes hacca gidemez. Osmanli padisahlarindan hacca giden bir tek fert yoktur. Belki vekil göndermislerdir amma, kendisi gidememis. Herkesin gitmesi kolay degil...
    Su bizim bir asir öncesine, vapurun ve otomobilin olmadigi devreye gittiginiz zaman, birisinin adinin basinda haci ünvanini gördügünüz mü, gözünüzde büyüsün o... Yâni, kolay bir is degil... Hem parasi çok demektir, hem de çok zor bir isi basarmis bir insan demektir. Çünkü, yollar tehlikeli, çöller büyük, bata çika gitmek zor... Sicaktan ölmek kaderde var... Hacilarin çogu telef oluyor. Haci Bektas-i Velî bu isi basarmis bir kimse...
    Nesli var mi, yok mu?.. Bazilari diyor ki: ''Evlenmedi. Yol evlâdidir, Haci Bektas'in evlâdiyim diyenler...'' Tabii bu bir söz, laf... Evlenmesi normaldir. Bazilari da diyorlar ki: ''Evlendi ve çoluk çocugu oldu. Iste o sülâle, onlardan gelenlerdir.'' Onun evlâdindan oldugunu söyleyen bazi kimselerle de görüstük.

    Seyh oldugu da, mürid yetistirdigi de, tasavvufu bildigi de kesin olarak ortada... Haci Bektas-i Velî'nin bagli oldugu tarikat Yeseviye Tarikati'dir. Altini kirmizi ile üç defa, bes defa çizerek kesin olarak söyleyebilirsiniz. Bütün münakasalarin ötesinde kesin bir gerçektir. Neden?.. Ahmed-i Yesevî'nin Fakirnâme'sini bulduk. Ahmed-i Yesevî'nin Fakirnâme'si ile Haci Bektâs-i Velî'nin Makalât'inin bir bölümü tamamen ayni. Bin kelimeden sekiz on kelime farkli; o kadar ayni... Ötekiler de nüsha farkidir, kâtibin hatasidir filân. Ufak tefek degisiklikler...
    Demek ki, tamamen Ahmed-i Yesevî'nin fikirlerini bu tarafa getirmis bir kimse... Yeseviyye dervisi oldugu muhakkak... Ama, Ahmed-i Yesevî ile kendisinin arasinda uzunca bir zaman var... Bu arada silsilenin halkasinda kimler vardi?.. Bir Lokman-i Perende ismi geçiyor. Perende Farsça, uçan demek... Peri de, kanatli uçan seylere deniyor; melek mânâsina... Lokman-i Perende demek ki, evliyalik yoluyla uçan bir kimse oldugu için o ismi almis.

    Fikir yapisi bakimindan tamamen Ahmed-i Yesevî'ye bagli... Ahmed-i Yesevî de biliyoruz ki, Abdülhalik-i Gücdevânî Hazretleri'nin halifesi... Yâni Naksiligin ilk devresi olan Hacegâniyye tarikatindan... Naksî diyebiliriz Ahmed-i Yesevî'ye... Tabii Bahaddin Naksibend daha sonra yasadigi için, Naksîlik ismi sonra çikiyor ama ayni kökten... Abdülhalik-i Gücdevânî'den... O zaman Haci Bektas-i Velî de Yeseviye tarikatindan olunca, Naksîlerle amcazâde oluyor, akraba oluyorlar, yakin oluyorlar; kesin...
    Onun için, yeniçerileri kaldirdigi zaman padisah Ikinci Mahmud, Bektasî tarikatini da kapatmis ve ondan sonra da, ''Bu Bektâsîler namaz kilmiyor.'' diye, Bektasî tekkelerine Naksî seyhler tayin etmis. Yâni onlar isi aslina döndürsün diye... Onun üzerine bazi Bektâsî babalari da biz Naksîyiz diye müracaat edip, aslinda Bektâsî oldugu halde Naksî imis gibi, tekkelerini alanlar da olmus.

    Bu namaz kilmama meselesi gerçekten var... Hacibektas kasabasina gittim, kütüphanelerini inceledim. Dergâh... Mevlânâ'nin Konya'daki dergâhi neyse, onun gibi; sahâne, çok güzel mimarisi olan, iç içe avlulari, havuzlari olan çok güzel bir yer...
    Iki tane cami var... Birisi dergâhin içinde sonradan yapilmis; onun için, Naksibendî camii deniliyor. Bir de asagida cami varmis; orda namaz kilinmiyordu benim gittigimde... Dergâh içinde kiliyorduk biz vakit namazlarini... Alti kisi kiliyorduk, onu bildireyim size: Birisi bendeniz, ben fakir; ikincisi imam, üçüncüsü müezzin, dördüncüsü savci, besincisi hakim, altincisi da Toprak Mahsulleri Ofisi müdürü Elazig'li Mehmet Bey... Hani beldenin Haci Bektas'in çevresindeki ahalisi?.. Kimse camiye gelmiyordu yâni... Bizim gördügümüz o...

    Siilik ve batinîlik isnadi var Haci Bektâs-i Velî'ye... ''Haci Bektâs-i Velî Alevî idi; Sia akîdesine, tevellâ ve teberrâya kail bir insandi.'' Tevellâ demek, Hazret-i Ali Efendimiz'e ve onun evlâdina dost olmak... Teberrâ da onun muhaliflerine düsman olmak; Ebûbekir ve Ömer ve Osman'i (ridvânullahi aleyhim ecmain) defterden silmek, aleyhinde olmak filân gibi bir takdir, uygulama... Iran'da var bugün...
    Böyle oldugunu söylüyor Ord. Prof. Fuat Köprülü söylüyor. Gel de inanma, koca ordinaryüs profesör söylemis diye... Ama dogru degil!.. Çünkü inceliyorum ben... Nerden söylemis, arastiriyorum. Diyor ki: ''Makalât'in manzum tercümesinin basinda böyle bir ifade var... Bakiyoruz aslinda yok... Sonradan baskasi oraya bir seyler yazmis, böyle sanilmis. Hadi o sonradan ilâve ama, yine aslinda acaba böyle bir görüs olabilir mi?..
    Eserine bakiyoruz; eserinde Sahâbe-i Kirâm'in hepsine hürmet var, ayirim yok... Namaz var, oruç var, zekât var, hac var... Helâli helâl biliyor, harami haram biliyor. Seriatin emirlerine bagli oldugunu açikça ifade ediyor. ''Bunlardan birisi eksik olursa, insan Allah'a ulasamaz!'' diye açikça söylüyor. Daha baska seyler de söyledigini biraz ilerde anlatacagim.
    Demek ki, dogru degil!.. Bunun da altini çizerek, kesin olarak, patentli, isbatli söyleyebilirsiniz ki, öyle degil... Seriatin ahkâmina bagli, saygili, namazli niyazli bir kimse olarak görünüyor, eserinde... Video kalmamis ki onun zamanindan, bilelim. Eserini en önemli kaynak olarak görüyoruz. Baskalarinin sözlerini duydugumuz zaman, incelemek kaydiyla aliyoruz. Eserindeki fikirlerini önemli görüyoruz.

    Haci Bektâs-i Velî'nin Eserleri:

    1. Kitâbül Fevâid': Kitâbül Fevâid; böyle güzel, faideli bir takim paragraflarin içinde bulundugu bir eser demek... Bu paragraflara bakiyoruz, bazilarinda Haci Bektas'tan sonra yasamis insanlarin bile sözleri var... Demek ki, Kitâbül Fevâid onun degil... Ama bazi paragraflara bakiyoruz, Haci Bektas'in kesin eseri olan Makalât'taki bazi bilgiler, orda aynen var... Demek ki Kitâbül Fevâid onun olabilir; ama sonradan ilâveler yapilmistir, karistirilmistir.
    Tabii biz edebiyat tarihçileri olarak meslegimiz bu... Biz müellifin yazdigini bulmaga çalisiriz, ilâveleri atmaga çalisiriz. Asil nüshayi bulamazsak, dedektif gibi onu kurmaga çalisiriz. Ipuçlarindan, küçük mozaik parçalardan birlestirmege çalisiriz. Arastirmama göre, Kitâbül Fevâid'in bir kismi Haci Bektâs-i Velî'nin olabilir diyorum.
    2. Fatiha Sûresi Tefsiri: Tire Kütüphanesi'nde var dediler. Ben fakir de o kadar zahmet çektim, Tire'ye gittim. Kütüphaneyi aradim taradim, bulamadim. Yok... Baska güzel seyler buldum ama, onu bulamadim. Sonradan birisi bu eseri nesretti. Aldim okudum. Ama, bu Fatiha tefsirinin Haci Bektas'a ait oldugunu gösteren hiç delil yok... Hiç bir delil yok!..
    3.Sathiyye: Sathiyye demek, herkesin anlayamayacagi gizli, esrarli bir takim sözleri tekerleme halinde söylemek demek... Böyle bir eseri var... Ama o da çok küçük, yâni bir sayfalik bir sey... Onun da açiklamasi filân tarzinda... Onun da yerini söylemedikleri için ben bulamadim, doçentli tezi yaparken... Onu bulan, sahis Gölpinarli... Gören sahis yerini söylemedigi için, biz bulamadik. Ama muhtevasi çok bir seyler getirmiyor bize... Kendisi nihayet bir sayfalik bir sey... Onun üzerine açiklamalar yapilarak, bir eser meydana gelmis. Baskasinin eserinin içinde bazi satirlar halinde...
    4. Haci Bektâs-i Velî'nin Nasihatleri:
    Yok böyle bir sey... Inceledim, hepsi apokrif, gayr-i mevsuk, ona isnad edilmis eserler oluyor.
    5. Makalât-i Gaybiyye Kelimât-i Ayniyye diye bir eseri oldugu söyleniyor. Siirleri oldugu söyleniyor; inceledim, Haci Bektâs'in devrine ait dil ve uslûb degil... Her gördügü sakalli insanin dedesi midir?.. Degildir. Her Bektas ismi yazili siir Haci Bektâs-i Velî'nin midir?.. Degil... Her Yunus diye yazan siir, Yunus Emre'nin midir; su Tapduk Emre'ye odun tasiyan Yunus'un mudur?.. Hayir... Bir çok isim olabilir.
    Yunus'u bir kere çok net olarak biliyoruz ki, bir Mevlânâ'dan biraz sonra yasamis bir Yunus var;
    Cennet cennet dedikleri,
    Birkaç köskle birkaç huri...

    diyen, biraz böyle iddiali Yunus... Bir de,
    Sol cennetin irmaklari,
    Akar Allah deyu deyu...

    diyen Bursali Yunus var... Çok net, çok kesin... Birisi Dervis Yunus, Asik Yunus; ötekisi Yunus Emre... Isim benzerligi olabiliyor.
    Hasili, Haci Bektas'in siirleri diye söylenenler, --yurt içindeki, yurtdisindaki kaynaklari inceledim-- onun degil...
    6. Makalât:
    Haci Bektâs'in elimizde bir tek eseri var... En genis ve fikirlerini tam görebildigimiz eseri Makalât... Makalât-i Haci Bektâs-i Velî el- Horasânî...
    Makalât biliyorsunuz, makaleler demek... Makale de, filânca gazetenin basyazisi mânâsina, fikir yazisi mânâsina makale degil; bir konuda söylenmis bazi sözler, fikirler demek... Makalât da, Haci Bektâs-i Velî'nin çesitli konulardaki fikirlerini toplayan bir eser... Ama kompilasyon degil, toplama degil; eserin bir bütünlügü var... Çünkü, bazi bölümlerde diyor ki, ''Simdi su konuda bunu kisaca söylüyorum, ilerde anlatacagim.'' diyor. Demek ki eserin, yazarin kaleminden çikmis bir bütünlügü var...
    Makalât'in asli Arapça imis. Kütüphanelerde inceledigimiz zaman, Makalât'in Türkçe tercümesinin iki seklini görüyoruz: Birisi manzum tercüme... O Denizli'nin Honaz kasabasindan gelip, Iznik'e yerlesmis olan Hatiboglu Muhammed'in nazma çektigi, manzum olarak, siir olarak yazdigi Haci Bektâs-i Velî Makalâti... Bir de, düz yazi halinde, mensur olan Makalât-i Haci Bektâs-i Velî...
    Düz yazi halindeki Makalât'in nüshalari çok... Her kütüphanede birkaç tane bulabilirsiniz ama; hepsi cahil, ümmî, bilgisi az insanlar tarafindan yazilmis ve daha sonraki asirlarda oldugu için güvenilir durumda degil... Tabii biz hangisi güvenilir durumda, hangisi ilâveli, hangisi tam, hangisi dogru; onu arastirdik. Dört bes senemizi harcadik, onu ortaya koymaga çalistik. Bazi nüshalari karismis, sayfalari karismis vs.
    Ord. Prof. Ismail Hikmet Ertaylan, Bahrül Hakayik diye tutmus, manzum tercümeyi bulmus Manisa kütüphanesinde... Hemen fotokopisini, faksimilesini çikarmis, bastirmis... Sayfalari darmadagin... Bir incelememis yâni... Kitap çok muntazam, mesin bir cilt içinde... Çok kaliteli kâgida yazilmis, yazisi da güzel... Amma, sayfalarini okumaga basladigin zaman, burdaki konu öteki sayfayi tutmuyor, baska tarafa atliyor. Demek ki, güzel yazmis hattat ama; eskilerin bir sözü vardir --hattatlar bizi affetsin-- :
    ''Küllü hattâtin câhilün.''
    (Her yazan kâtip biraz cahildir.)

    O kendisini güzel yaziya vermistir, sanatkârdir. Onun için mühim olan güzel yazmaktir. Ama, eserin iç yapisi o ayri bir bilimsel is oldugundan, onunla ugrasmaz o... Bir oraya bakar, bir buraya bakar, yazar; gerisini düsünmez.
    Ordinaryüs Prof. Ismail Hikmet de, cildi güzel görünce --mesin, güzel bir cilt-- içindeki yazi da güzel; fotokopisini çekmis, faksimile etmis, basmis. Karma karisik... Canim çikti sayfalari yerli yerine getirip, konulari birbirlerine baglayincaya kadar... Bütün sayfalari yirtacaksiniz. Ondan sonra arada, hem de sayfa halinde degil, orta yerde degisiyor konu... Ordan keseceksiniz, öbür tarafa ekliyeceksiniz. Bunun için de elinizde delil olacak, havadan yapamazsiniz. Yâni, karmakarisik bir sey... Ama onu düzenledik elhamdü lillâh... Ortaya koyduk, basilmasi lâzim!..
    Bu siir halindeki makalâtin basilmasi lâzim, çünkü önemli bir vesika... Onu basamadik. Bu bizim vazifemiz, basmamiz gerekiyor. Ama düzyazi olani, nesir olani bastik. Çok ugrasarak, çok çesitli nüshalarini birbirleriyle karsilastirarak bastik. Iste elimizde bu var... Bunun da çok dizgi hatalari var... Benim tashih etme imkâni bulamadigim bir zamanda oldu. Yeniden düzeltilerek basilmasi lâzim, ama oldukça güzel..

    Simdi Haci Bektâs-i Velî hakkinda kimisi diyor ki: ''Bu Haci Bektâs-i Velî sarkik biyikli bir samandi. Içki içerdi, söyleydi, böyleydi... Tam orta Asya'nin samanizmini getirmis, Kirsehir'de uygulamistir.'' Kimisi de diyor ki: ''Hayir, o Haci Bektâs-i Velî idi. Hakikaten evliyâdan bir kimseydi, namazli niyazli bir kimseydi.'' diyor. Senin delilin ne, senin delilin ne?..
    Haci Bektâs-i Velî hakkinda, ''Nasil bir insandir, onu anlamak için bir Makalât'i var elimizde... Makalât'ini iyice okursak, iyice tahlil edersek; Haci Bektâs-i Velî'nin nasil bir insan oldugu ortaya çikar. Ben de öyle yaptim. Hattâ ilk basta bunu bazi gazetelerde makale olarak yazdim.
    Komik bir sey anlatayim size: Hacibektas kasabasina gittim. Ilkönce bizi ögretmenler lokaline filan davet ettiler. Sonra baktilar ki, sakalli filân... Pek sey olmadi. Nihayet ofis müdürü Mehmet Bey bize yakinlik gösterdi. Ben bir lokantaya gidiyorum, yemek yiyecegim; kirmizi saraplar, beyaz saraplar, votkalar, rakilar... Her masada var... Kasketli adam, yamali elbisesiyle geliyor, onlardan içiyor. Içki kokusundan bogulacaktim, peynir ekmekten baska bir sey yiyemedim.
    Ofis müdürü geldi diyor ki, --kulaklari çinlasin sagsa, öldüyse Allah rahmet eylesin-- ''Hocam, zâten Bektâsîlerle Haci Bektâs-i Velî ayni degilmis. Haci Bektâs-i Velî içki içmezmis, içkinin aleyhindeymis. Ben Tercüman gazetesinde okudum.'' diyor. Ben hiç ses çikarmiyorum, ''O yaziyi yazan benim!'' demiyorum. Desem, baskalari da bilse, belki iyi olmaz diye...
    Haci Bektâs-i Velî, bizim sünnî inancimizi sergiliyor bu kitapta... Siî oldugunu, Alevî oldugunu gösteren bir sey yok... Namaza saygi var, hacca saygi var... Hacci çok ballandira ballandira anlatiyor. Görmüs bir insanin canli anlatimiyla anlatiyor. Zekâti, cihadi, seriatin emirleri neyse onlari güzelce anlatiyor. Yâni, seriatçi... Bazilari üzülecek ama, Haci Bektâs-i Velî seriatçi... Yunus Emre nasilsa, Mevlânâ nasilsa, o da öyle bir kimse... Yâni üçü arasinda bir fark yok...
    Bazilari söyle bir temâyül içinde, davranislari söyle: Yunus Haci Bektas'in dervisiydi veya onun yanina gitmisti, gitmemisti... Yok, gitmemistir; Yunus baska bir insan!..'' Yunus'u Haci Bektas'tan uzaklastirmak istiyorlar, Bektâsîlikle ilgisi olmadigi için... Halbuki, Yunus'la Haci Bektas arasinda çok net bir benzerlik var... Yunus'un siirleri, Makalât'taki fikirlerin manzum sekli... Hele hele Yunus'un oldugu sonundaki imzasindan ve tarihinden belli olan Er-Risâletün Nushiyye'si, tamâmen Makalât'in bir bölümünün manzumudur. O kadar... Ve Yunus'un kullandigi terminoloji, tabirler, terimler tamâmen Makalât'in aynidir. Makalât'i okumayan, Yunus'u anlayamaz.
    Geçen sene Yunus yiliydi ya, ben Yunus'u anlatanlara bakiyordum, gülüyordum. Yunus'u anlamak için, Haci Bektas'in kitabini okumak, bilmek lâzim!.. Dört kapi nedir, kirk makam nedir, üçyüzaltmis menzil nedir?..
    Seriat, tarikat yoldur varana,
    Ma'rifet, hakîkat andan içeru...

    Buyur bakalim anlat hocaefendi!.. Anlayamaz. Peki, sayin Profesör sen anlat!.. Anlayamaz. Neden?.. Makalât'i okuyacak, o zaman anlar. Tamâmen bu kadar bir fikir baglantisi var... Haci Bektâs-i Velî ile Yunus hakîkaten birbiriyle ilgili...
    Haci Bektâs-i Velî diyor ki: Kul, Allaha 40 makamda erer. Bu kirk makamin onu seriattadir. Yani ilk okul. Onu tarikattadir, yani ortaokul... Onu ma'rifettedir, yâni lise... Siz anlayasiniz diye, onlar liseyi filân bilmezlerdi; siz biliyorsunuz. Onu da hakikattedir, yâni üniversite, yüksek tahsil... Diyor ki, ''Bu kirk makamin birisi eksik olsa, is tamam olmaz. Kirkinin da eksiksiz, tam takim mevcut olmasi lâzim!..'' Buna bastirarak söylüyor Haci Bektâs-i Velî...
    Ve misal veriyor: ''Bir insan bir farzi inkâr etse olmaz!'' diyor. ''Hacci kabul etmese olmaz!'' diyor. ''Namaz kilmasa, oruç tutmasa olmaz!'' diyor. Simdi sen buna nasil saman diyebilirsin?.. Bu fikirleri böyle bastira bastira söyleyen bir insani, nasil baska bir yafta ile lekeleyebilirsin?..
    --Efendim, Bektâsîler içki içiyorlar...
    Haci Bektâs-i Velî'yi anma gününde kupalar yetmiyor, kova ile sarap dagitiliyor. Kirmizi sarap mi istersiniz, beyaz sarap mi istersiniz?.. Kova kova, masrabayi daldir, küp küp...

    Haci Bektas diyor ki bu kitabinda, ''Bir kuyunun içine bir damla süçi damlasa...'' Süçi ne demek?.. Içki demek, eski Türkçe... Eskiler süçi içip, esirirlerdi. Esrimek, sarhos olmak demek... Osmanlilar da sarap içip, sarhos oluyorlardi. Kimisi küfelik olmak üzere... Tabii hepsi degil de... Kelimeler devirlere göre degisiyor.
    ''Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, kuyunun bütün suyunu murdar eder; çünkü haramdir.'' diyor Haci Bektâs-i Velî... Ne yapmak lâzim?.. Kuyunun suyunu disariya çikartmak lâzim!.. Kova kova dökeceksin disariya, kuyunun suyunu bosaltacaksin. ''Ve...'' diyor, bakin içki hakkindaki kanaatine: ''Ve bu sularin disariya döküldügü yer yeserse, çimen bitse ordan islak oldugu için... Ve o çimenden koyun yese, takva ehli insanlar o koyunun etini bile yemezler!'' diyor. Ben demiyorum, Haci Bektâs-i Velî diyor. Ben desem normal, sakalliyim ben... Ama, Haci Bektâs-i Velî diyor!..
    Aslinda hangi otu otlarsa otlasin, --baskasinin tarlasindan otlamamak sartiyla, haram olmamak sartiyla-- koyunun eti helâl olur. Ama takvânin mübalagasini söylüyor, haramligini net olarak ifade ediyor.

    Sonra Haci Bektâs-i Velî'nin çok üzerinde durdugu sey, güzel ahlâk... ''Insan ahlâkli olmali!'' diyor. Güzel ahlâki da; tevâzudur, sabirdir, sükürdür ve sâiredir diye sayiyor. ''Insanin içinde güzel ahlâk olmali, kötü huylar insanin içinden çikmali!'' diyor. ''Hased gibi, buhul gibi, cimrilik gibi, gazab gibi --hani sinirlilik, asabîlik, hop inmek, hop binmek, patlamak, tabaklari çanaklari havada uçurup kirmak vs.-- huylar da kötü huylardir. Bunlar insanin içinde olsa, disini kaç defa abdest alip yikarsa yikasin temiz olmaz, yine murdardir.'' diyor Haci Bektâs-i Velî...
    ''Bu kötü huylarin insanin içinden çikmasi lâzim!.. Murdar olur bunlar çikmazsa...'' diyor. ''Çünkü,'' diyor, misal veriyor okuyuculari anlasinlar diye: ''Bir sisenin içine içki koysalar, agzini berkitseler, --berkitmek, simsiki kapatmak demek-- simsiki kapatsalar, deryanin kenarina götürseler yikasalar, yikasalar, yikasalar... Isterse on yil yikasinlar, yine temiz olmaz. Çünkü içi içkidir, murdardir.'' diyor. Içki hakkindaki görüsü bu... Yâni, en önemli seylerden birisi...

    Iste Haci Bektâs-i Velî'nin tasavvuf anlayisi bu... ''Sadece namazi, orucu, hacci, zekâti yapmak yetmez; sadece dünyaya sirt çevirip, ahirete ragbet edip, tarikatta zikir çekip ibadet tâat yapmak yetmez; insanin ma'rifet ehli olmasi lâzim!.. Allah'i tanimasi, Allah'i taniyan bir insan olmasi lâzim; ondan sonra da Allah'i seven, Allah asiki bir kimse olmasi lâzim!'' diyor. tamâmen Yunus'un dedigi seyi söylüyor, tamâmen Mevlânâ'nin dedigi seyi söylüyor. Ve aski tasavvufî makamlarin en yüksegi olarak zikrediyor.

    Tabii fikirleri hakkinda daha söylenecek çok seyler var ama, ben galibâ zamani yavas yavas doldurdum, harcadim. Sizin de sorulariniz olabilir.
    Bir de benzetmesi var... Insan çok muhterem bir varliktir demek istiyor. Hazret-i Ali'den gelir bu söz... ''Insan küçük alemdir.'' diyor. ''Her bir insan bir alemdir, bir kâinattir. Senin vücudun, bedenin bir kâinattir. Dis alemde ne varsa, o da vardir. Iste disarda sunlar, sunlar var; senin vücudunda bu var... Bu var... Bu var...'' filân diyor. Meselâ, ''Yeryüzünde Kâbe var, senin de içinde kalbin var. O da Kâbe gibidir.'' diyor.
    Bu benzetmenin nerden basladigini biraz arastirdim. Tâ, Muhiddin ibnil Arabî Hazretleri'nin eserlerinde görüyoruz bu benzetmeyi... O seyleri aynen almis.
    Insanin çok muhterem bir varlik oldugunu, kalbinin çok önemli oldugunu, kimsenin kirilmamasi, üzülmemesi gerektigini, toprak kadar mütevazi olmak gerektigini, yetmisiki millete hor bakmamak gerektigini güzel ifadelerle anlatiyor.

    Bizim bu Makalât'tan faydalanarak Kültür Bakanligi bir kitap hazirladi; Makalât'i vulgarize etti, halkin anlayacagi sekle getirdi. Birisi çikti Makalât'in fikirlerini sizin anlayacaginiz bir dille nesretti. Bilmiyorum piyasada mevcudu var mi?..
    Sadelestirdi güyâ ama, Makalâti bilmek için çok seyler lâzim, kolay degil... Arapça bilmek lâzim, Farsça bilmek lâzim, Osmanlica bilmek lâzim... Islâm dinini bilmek lâzim, hadis-i serifleri bilmek lâzim... Ve tasavvufu çok iyi bilmek lâzim!.. Bir kelimeyi yanlis kullanirsaniz, çok yanlis noktalara gidebilir. Oralardan okuyabilirsiniz Haci Bektâs-i Velî'nin fikirlerini...

    Özetlemek gerekirse, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin çagdasi olan, Horasan'dan gelmis, Nisâpur'lu, Peygamber Efendimiz'in sülâlesinden bir seyyid olmasi kuvvetle muhtemel olan --ben onu kabul ediyorum-- bir sâde, gösterissiz, mütevâzi, mübârek zâttir Haci Bektâs-i Velî... Sizin Islâm ve din anlayisiniz, Kur'an ve sünnet anlayisiniz gibi, bizim anlayisimiz gibi anlayisa yakin görüsleri olan ve ahlâka çok büyük önem veren ama, ibadetleri hor görmeyen, ibadetleri küçümsemeyen, ibadetleri ihmal etmeyen bir gerçek mübârek zâttir. Hakîkaten velî lakabi isabetle verilmistir kendisine; Haci Bektâs-i Velî'dir.
    Tabii o öyleyken ondan sonra bu uygulamalar niye onun ana zihniyetinden farklidir?.. Çünkü Bektâsî tarikatinin asil kurucusu Haci Bektâs-i Velî degildir de, Balim Sultan'dan sonra gelisen baska zihniyette insanlarin katkilariyla olusan bir tarikattir. Umumiyetle böyle dinî bilgileri kuvvetli olmayan kimseler olduklari için, isin gerçegini dinde ve Kur'an-i Kerim'de oldugu sekilde anlayamayip, an'anevî olarak isi götürdükleri için, bizim bugün garipsedigimiz bazi seyler olabilir.

    Soru:
    Peygamberimiz'in devrinde seriatla tasavvuf bir arada yürütülüyordu. Tasavvufla siyaset iç içeydi. Bizde ise ehl-i tarik dünyadan soyutlanmayi hedef almistir. Bu konuda görüsleriniz nelerdir?


    ''Peygamberimiz'in devrinde seriatla tasavvuf bir arada yürütülüyordu.'' Dogru, katiliyorum. Tasavvufla siyaset iç içeydi. Yâni dinle siyaset, her sey beraberdi. ''Günümüzde ise ehl-i tarik, dünyadan soyutlanmayi hedef almistir. Tasavvuf erbabi dünyadan el etek çekmistir, soyutlanmistir.'' diyor; hiç öyle bir sey yoktur. Bu söz dogru degildir, bu görüntü dogru degildir. Islâm tasavvufunda bu yoktur.
    Dünyadan soyutlanmak Islâm'dan önceki Hristiyan tasavvufunda, yahudilikte vardir. Ruhbanliktir bu... Yâni, dünyadan soyutlanmak, bir kenara çekilmek, ibadetle mesgul olmak, magarada yasamak, dagin basinda yasamak, daga kesis dagi adini vermek... vs. Bu hristiyanliktadir. Islâmlikta yoktur; çünkü, Islâm ve Kur'an-i Kerim ruhbanligi yasaklamistir. Ayet-i kerime vardir hakkinda...
    Peygamber Efendimiz hadis-i serifte:
    (Lâ rahbâniyyete fil islâm.) ''Islâm'da ruhbanlik yoktur.''demistir.
    Onun için, böyle dünyayi terketmis bir Islâm mutasavvifi yoktur! Iddiali söylüyorum. Mutasavviflarin hepsi dünya ile ilgilenmislerdir; ama, dinî bir vazife olarak ilgilenmislerdir. Dünyaya deger verdikleri için degil, dünyalik için degil...
    Dünyevî seylerle mesgul olmuslardir. Hayir hasenat yapmislardir. Mutfak çalistirmislardir, kazanlarla yemek pisirmislerdir. fukaraya kendi elleriyle dagitmislardir.
    Savas oldugu zaman davullarla, bayraklarla seyhlerinin arkasindan cihada gitmislerdir. Her türlü aksiyonun içinde capcanli, dipdiri çalismislardir. Düsman geldigi zaman, en çok onlar mücadele etmistir. Kafkasya'da Seyh Sâmil meshurdur. Orta Asya'daki tasavvufî tarikatlarin Rus emperyalizmine karsi nasil direndigini, Rus arastirmacilar kitaplar halinde yaziyorlar. Çevrilmistir Türkçe'ye...
    Bugün Bosna-Hersek'te çarpisan kimselerin çogu tasavvuf erbabidir, tarikat erbabidir. Kazeruniyye tarikati vardir; bayraklariyla savasa gitmislerdir.
    Meselâ, Haçova Meydan Muharebesi'ne Semseddin-i Sivasî Hazretleri dervisleriyle beraber istirak etmistir. Savasin kazanilmasinda büyük payi vardir; tarih kitaplari yaziyor. Padisah atina binmis, gitmek isterken, atinin üzengisini tutmuslar, demislerdir ki: ''Gidemezsin padisahim! Merak etme, biraz sonra zafer olacak; simdi hezimet gibi görünen sey dönecek, korkma demislerdir. ve zafer öyle kazanilmistir.
    Hepinize sevgiler...
    Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..