Şarkın ve Garbın Mevlana'sı...
Veliler kervanı yoluna devam ediyor. Pir-i Sami hazretlerinin kolu boy boy geliyor. Dede Paşa hazretleriyle de Anadolu´ya yayılıyor. Gönlüne Allah sevgisi düsmüş bir kere, çaresiz bu yolda nasibini kısmetini arayacak. Uzun uzun yollar, inişli çıkışlı dağlar, azgın sular. Ama çaresi yok geçecek buraları Dede Paşa hazretleri. Çünkü bu yol gönül sultanına gider.
Dede Paşa hazretleri Bayburt´un Pulur nahiyesine bağlı Aşağı Lori Köyü´nde 1879 yılında dünyaya geldi. Babasının adı Hüseyin Efendi, annesinin adı Gül Hanım´dır. Cumhuriyetin ilanından sonra, soyadı kanununa göre aile Baştürk soyadını almıştır. Dede Paşa hazretlerinin asıl adı Musa Baştürk´tür. Ancak bu büyük Allah dostu, Dede Paşa hazretleri olarak anıla gelmektedir.
Dede Paşa hazretlerinin şu anda hayatta olan oğlu Nurettin Baştürk´le hazret hakkında derin bir sohbete dalıyoruz. Nurettin Efendi, ilerlemiş yaşına rağmen hafızası taptaze babasını anlatırken duygulu anlar yaşıyor. Şarkın ve Garbın Mevlana´sı sayılan Dede Paşa hazretleri oğlunun dilinden naklediyorum:
- Efendim, babam okumayı çok severdi. İlk önce sibyan mektebine gitmiş. Bu okulda çok başarılı imiş. Okul dışında da Bayburt´a bağlı Yukarı Aksüt Köyü´nde Kitapsız Hacı Mustafa Efendi diye bir zattan ders almış. Bu zat babamın zekasına hayret edermiş. Şürekli bu çocuk bir başka diye sağda solda söylermiş. Zaten Dede Paşa adınıda bu hoca efendi koymuş.
Babam sıbyan mektebini bitirdikten sonra Bayburt´ta Rüştiye´ye başlamış. Burayı da başarıyla okumuş. Daha sonra dedem İstanbul´da ki Dar´ül-Ülya adlı okula kaydını yaptırmış. Ama dedem vefat edince babam okulu bırakmış ve köye dönmüş. Çünkü bizlerin köyde büyük bir arazisi vardı. Bunlarla ilgilenmesi gerekiyordu.
Dede Paşa hazretleri köydeki arazi işiyle meşgul olmaktadır. Ancak ne çare ki gönlündeki ateş başka o sürekli okumak istiyor. İşlerden fırsat buldukça Bayburt´ta bulunan hocalardan fıkıh dersleri alıyor.
Günlerden bir gün köye gönlündeki ateşi söndürecek belki de daha da alevlendirecek Pir-i Sami hazretlerinin halifesi, Şeyh Beşir Efendi geliyor. Gerisini Nurettin Efendi´den nakledelim:
Babam derki ki; “Bir gün köyümüze bir Nakşibendi şeyhinin geldiğini söylediler. Ben gitmemiştim.” Gelen şeyh, Pir-i Sami hazretlerinin halifesi Şeyh Beşir Efeni imiş. Efendi hazretleri, köyümüzde bir evde misafir olmuş. Bu evde Hazret sohbet ediyormuş. Sohbette bulunanlardan biri Beşir Efendiye demiş ki: “Efendim bizim bir Dede´miz var, oda sohbete katılsın mi?” demişler. Hazrette gelmesini söylemiş. Beşir Efendi dede ismini duyunca yaşlı biri zannetmis. Babam gidince Beşir Efendi şaşırmıs. Bir de ne görsün dede dedikleri 19 yaşında bir delikanlı.
Dede Paşa hazretleri tasavvuf cihanının büyügüne koştu. Sohbetini dinledi, etkilendi. El tuttu, mürit oldu. Beşir Efendi köyden ayrılıp, memleketi Erzincan´a döndü. Dede Paşa´yı bir sevgi hasreti sardı. İşi gücü bıraktı. Ağladı olmadı, güldü olmadı. İçi içine sığmadı. Bir hasret başladı ki sormayın. İşi gücü bırakan Dede Paşa hazretleri Şeyhi Beşir Efendi´ye koştu, hiç ayrılmamacasına. Köydeki arazileri dayılarına bırakıp Beşir Efendi´nin Erzincan´daki dergahına hizmete koşuyor.
Şeyhine bağlılığına ve hizmetini oğlu Nurettin Efendi´den nakletmeye devam edelim:
- Babam Beşir Efendi´ye bağlandıktan sonra dünya işleriyle uğraşmamış. Şeyhi Beşir Efendi´nin dergahında sürekli ders almış. Dergahın her türlü hizmetine koşmuş. Arasıra babam köyüne dönermis. O zaman şartlar çok sıkıntılı, vasıta yok, at var ama dağları aşmak çok zor oluyormuş. Bizim köyden Hazret´in Tercan´daki tekkesine sürekli gider gelirken çok tehlikeli olaylar yaşamış. Mesela bir keresinde Fırat´ı geçerken suya kapılmış. Su hayli sürüklemiş babamı. Yine bir kaç defa da eşkıyalar yolunu kesmiş.
Bir de Ruslar Erzincan´a geliyorlar, harp başlıyor. Babam da asteğmen rütbesinde Halit Paşa komutasında Kop Dağı´nda savaşa katılıyor. Daha sonra da Zile´ye muhacir olarak gidiyor. Yani Babam, sürekli Zile´den Kırşehir´e giderek, şeyhinden feyz almaya devam ediyor. Erzincan´ın düşman işgalinden kurtuluşunun ardından, Babam Zile´den şeyhi Kırşehir´den Erzincan´a dönüyorlar. Şeyh Beşir Efendi Erzincan´da bulunan Mecidiye Kebir Mahalesinde bir tekke inşa ediyor. Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra tekkeler yasaklanıyor.
1932 yıllında Şeyh Beşir Efendi ötelere sefer etti. Vasiyeti üzerine Terzibaba Mezarlığı´nda toprağa verildi. Şeyh Beşir Efendi hazretleri, yerine Dede Paşa hazretlerini halife olarak bırakdı. Paşa hazretleri, Bayburt´un Aşağı Lori Köyü´ne dönerek burada irşat görevine başladı. Emir var Altın Silsile devam edecek. Nurettin Efendi´yle sohbetimize devam edelim:
- Köyde 50 kişinin kalacağı büyüklükte bir konağımız vardı. Bu konağın yanında bir konak daha yaptırdı. Gelen giden çoktu. Tarikat ile ilgili ibadetler gizli yapılırdı. Bu dönemde 1939 yılında Erzincan´a beraber gittik. Beşir Efendi hazretlerinin iki oğlu da bu depremde rahmetli olmuşlardı. Babam Erzincan´ın bu durumuna çok üzüldü, günlerce ağladı.
Şeyh Beşir Efendi hazretlerinin bağlıları Dede Paşa hazretlerine intisap etmişlerdir. Paşa hazretleri, bazen Erzincan´a geliyor, bazen Ankara, İstanbul´a gidiyordu. Köyü ise binlerce bağlısının toplandığı bir mekan haline gelmişti.
Paşa hazretlerinin oğlu Nurettin Efendi o dönemin çok sıkıntılar içerisinde geçtiğinden bahsediyor, ama bu sıkıntılı günlere rağmen Dede Paşa´nın hizmetlerini hiç aksatmadığını söylüyor ve devam ediyor:
- Babamı her gün yüzlerce insan ziyaret ederdi. Ben on beş yaşındaydım. Said Nursi hazretleri babamı ziyarete geldi. İlk defa da biz kendisini Ankara´da ziyarete gittik. Türkiye´nin her yerinde bağlıları vardı. Benim şahit olduğum önemli konulardan biri de şudur. Babam bir sohbetinde “Yakında tek partiden kurtulacağız. Yeni bir parti var. Bu parti iktidar olacak ve İslam adına da çok büyük faydaları olacak. Ama ömrü de kısa olacak.” dedi.
Dede Paşa hazretleri´nin ilk hanımı Şefike Hatun 1957 yılında vefat etmiş, ikinci izdivacını 1962 yılında Havva Hatun´la yapmıştır. Doksan yılı aşan bir ömrünü Allah yolunda hizmete adayan Paşa hazretleri 4 Eylül 1973 tarihinde Hak´ka vasıl oldu. Son anında dudakları durmadan kıpırdıyor, Rabbı´nin ismini anıyordu. Aile efradını yanına çağırdı ve dedi ki:
“Çağırdılar gidiyorum. Beni Terzibaba Mezarlığı´nda Şeyhimin yanında bir yerde toprağa veriniz.”
Dede Paşa hazretleri vasiyeti üzerine şeyhinin yanına götürüldü.
“Bizi bizim vefatımızdan sonra anlarsınız. Kılıç kınında iken kesmez ama o kından sıyrılınca turnalar hangi göle konar görürsünüz.”
Paşa hazretleri, yerine Abdurrahim Reyhan hazretlerini halife olarak bıraktı. Altın Silsile Reyhan Hazretleriyle dünyaya yayıldı. Dede Paşa Hazretlerinin buyurduğu gibi vefatından sonra kılıç kınından çıkmıştı.
26 Ocak 2012 Perşembe
25 Ocak 2012 Çarşamba
İmam-ı a’zamın hadis bilgisi
İmam-ı a’zamın hadis bilgisi
Sual: İmam-ı azam için, (Ebu Hanife’nin hadis bilgisi zayıftır) deniyor. Bunların maksadı nedir?
CEVAP
Hadis ilmini bilmeyen, fıkıh ilmini nasıl bilir ki? Bunlar birbirine bağlı ilimlerdir. Fıkıh âlimi, diğer ilimlerle beraber, hadis-i şerifleri de iyi bilen zattır. Mevlana Muhammed Abdülcelil hazretleri buyuruyor ki:
“İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri vera ve takva sahibiydi, hadis nakledebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Bundan dolayı az hadis rivayet etmesi, ancak onu övmeye sebeptir. Yüz binlerce suali, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden delil getirerek cevaplandırabilmek, bir benzeri, bir örneği olmadan, nevi şahsına münhasır, yeni bir mezhep ortaya koymak, İmam-ı a’zamın tefsir ve hadis ilimlerindeki ihtisasını açıkça göstermektedir.
İmam-ı Zehebi buyuruyor ki: İmam-ı a’zam hadis âlimiydi. Dört bin âlimden hadis öğrendi. Bunlardan üç yüzü Tâbiin’in hadis âlimiydi.
Şâfiî âlimlerinden İmam-ı Şârânî buyuruyor ki: İmam-ı a’zamın müsnedlerinden üçünü inceledim. Hepsi, Tâbiîn’in meşhur âlimlerinden rivayet edilmiştir.
Yine Şâfiî âlimlerinden İbni Hacer-i Mekkî hazretleri buyuruyor ki:
Büyük hadis âlimi Ameş, İmam-ı a’zamdan birçok mesele sordu. İmam-ı a’zam, suallerinin her biri için hadis-i şerifler okuyarak cevap verdi. Ameş, İmam-ı a’zamın hadis ilmindeki derin bilgisini görünce, (Ey fıkıh âlimleri! Sizler uzman tabip, biz hadis âlimleri ise eczacı gibiyiz. Hadisleri ve bunları rivayet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız) dedi. Yine Ubeydullah bin Amr, büyük hadis âlimi Ameş’in yanındaydı. Birisi gelip, bir şey sordu. Ameş bunun cevabını düşünmeye başladı. O esnada, İmam-ı a’zam geldi. Ameş, bu suali İmam’a sorup cevabını istedi. İmam-ı a’zam, hemen cevap verdi. Ameş, bu cevaba hayran olup, (Yâ İmam! Bunu hangi hadisten çıkardın?) dedi. İmam-ı a’zam bir hadis-i şerif okudu. (Bunu senden işitmiştim) dedi.
Mezhepsizlerin Selef-i sâlihîne olan düşmanlıkları ve müctehid imamlara ve hele bunların en önde olanı, İmam-ı a’zam hazretlerine olan hasetleri, kalblerini kör ve vicdanlarını yok etmiş olacak ki, bu İslam âlimlerinin güzelliklerini, üstünlüklerini inkâr ediyorlar. Bu iftiraları, ancak din düşmanı olan mutaassıp kimseler söyleyebilir. Onların bu taassupları ise, İmam-ı a’zamın üstünlüğüne şahit olmaktadır, çünkü noksan olanların kötülemeleri, âlimlerin üstünlüğünü gösterir.” (Seyf-ül-mukallidin)
Sual: İmam-ı azam için, (Ebu Hanife’nin hadis bilgisi zayıftır) deniyor. Bunların maksadı nedir?
CEVAP
Hadis ilmini bilmeyen, fıkıh ilmini nasıl bilir ki? Bunlar birbirine bağlı ilimlerdir. Fıkıh âlimi, diğer ilimlerle beraber, hadis-i şerifleri de iyi bilen zattır. Mevlana Muhammed Abdülcelil hazretleri buyuruyor ki:
“İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri vera ve takva sahibiydi, hadis nakledebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Bundan dolayı az hadis rivayet etmesi, ancak onu övmeye sebeptir. Yüz binlerce suali, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden delil getirerek cevaplandırabilmek, bir benzeri, bir örneği olmadan, nevi şahsına münhasır, yeni bir mezhep ortaya koymak, İmam-ı a’zamın tefsir ve hadis ilimlerindeki ihtisasını açıkça göstermektedir.
İmam-ı Zehebi buyuruyor ki: İmam-ı a’zam hadis âlimiydi. Dört bin âlimden hadis öğrendi. Bunlardan üç yüzü Tâbiin’in hadis âlimiydi.
Şâfiî âlimlerinden İmam-ı Şârânî buyuruyor ki: İmam-ı a’zamın müsnedlerinden üçünü inceledim. Hepsi, Tâbiîn’in meşhur âlimlerinden rivayet edilmiştir.
Yine Şâfiî âlimlerinden İbni Hacer-i Mekkî hazretleri buyuruyor ki:
Büyük hadis âlimi Ameş, İmam-ı a’zamdan birçok mesele sordu. İmam-ı a’zam, suallerinin her biri için hadis-i şerifler okuyarak cevap verdi. Ameş, İmam-ı a’zamın hadis ilmindeki derin bilgisini görünce, (Ey fıkıh âlimleri! Sizler uzman tabip, biz hadis âlimleri ise eczacı gibiyiz. Hadisleri ve bunları rivayet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız) dedi. Yine Ubeydullah bin Amr, büyük hadis âlimi Ameş’in yanındaydı. Birisi gelip, bir şey sordu. Ameş bunun cevabını düşünmeye başladı. O esnada, İmam-ı a’zam geldi. Ameş, bu suali İmam’a sorup cevabını istedi. İmam-ı a’zam, hemen cevap verdi. Ameş, bu cevaba hayran olup, (Yâ İmam! Bunu hangi hadisten çıkardın?) dedi. İmam-ı a’zam bir hadis-i şerif okudu. (Bunu senden işitmiştim) dedi.
Mezhepsizlerin Selef-i sâlihîne olan düşmanlıkları ve müctehid imamlara ve hele bunların en önde olanı, İmam-ı a’zam hazretlerine olan hasetleri, kalblerini kör ve vicdanlarını yok etmiş olacak ki, bu İslam âlimlerinin güzelliklerini, üstünlüklerini inkâr ediyorlar. Bu iftiraları, ancak din düşmanı olan mutaassıp kimseler söyleyebilir. Onların bu taassupları ise, İmam-ı a’zamın üstünlüğüne şahit olmaktadır, çünkü noksan olanların kötülemeleri, âlimlerin üstünlüğünü gösterir.” (Seyf-ül-mukallidin)
20 Ocak 2012 Cuma
7 Ocak 2012 Cumartesi
5 Ocak 2012 Perşembe
Hz. Musa ve Çoban'ın Duası
" Hazreti Musa, bir gün bir başına dağları dolanırken, uzaktan yoksul ve yanlız bir çoban gördü. Çoban dizüstü çökmüş, ellerini semaya açıp dua etmekteydi. Bu durum hz. Musa'nın çok hoşuna gitti, ama yaklaşıpta çobanın duasını duyunca şaşırdı.
Çoban Rab'ine şöyle yalvarıyordu:
*** Kurban olduğumAllah 'ım. Seni ne kadar severim, bir bilsen. ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste. Sürüdeki en yağlı koyunu kes desen, gözümü kırpmadan keserim Sen'in için. Koyun kavurması güzeldirAllah 'ım, kuyruk yağını da alır pilavına katarsın, tadına yenmez olur.
Hz. Musa duaya kulak kabartarak çobana yaklaştı.
Çoban Duasına devam ediyordu:
*** Yeter ki Sen dile, ayaklarını yıkarım. Kulaklarını temizler, bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben Sen'i. Sana çok hayranım.
Duydukları karşısında hz. Musa öfekeden küplere bindi, bağıra çağıra kesti çobanbın duasını:
Hz. Musa:
---- Sus, seni cahil adam! Ne yaptığını sanırsın?Allah pilav yer mi? Allah'ın ayakları mı var yıkayasın? Böyle dua olur mu? Külliyen günaha giriyorsun. Derhal tövbe et!
Çoban, Hz. Musa'dan azarı işitince kulaklarına kadar kızardı, utancından yerin dibine girdi. Bir daha böyle kendi kafasına göre dua etmiyeceğine gözyaşları içinde yeminler etti. o gün akşama kadar hz. Musa çobanın yanında durup ona temel duaları ezberletti.Sonra "Allah benden razı olur, iyi iş yaptım" diye düşünerek yoluna devam etti.
Hz. Musa o gece bir ses işitti, seselenen Rab idi:
**** ". Ey Musa! sen bugün ne yaptın? sen ayırmaya mı geldin buluşturmaya mı? Şu garip çobanı azarladın. Onun bana ne kadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lafı bilmese de, O çoban inancında samimi idi. kalbi temiz, niyeti halisti.
Biz kelimelere bakmayız, Niyete bakarız! kelemlere bakacak olsak yeryüyünde insan kalmazdı!
Biz çobandan razıydık. başkasına medih olan söz sana zemdir. Ona bal olan sana zehirdir. Sen işittiklerini inkar ve küfür saydın ama bilsen ki bir kabahati varsa bile, ne tatlı kabahattır onun ki"
Musa hatasını anlatı ertesi gün çobanın yanına gitti çoban duaya durmuştu yine, Ama dünkü heyecanından, samimiyetinden eser yoktu. Öğretildiği gibi yakarmaya gayret gösterdiğinden, aman bir yanlış laf etmiyeyim diye takılıyor, kekeliyor, terliyordu.
Hz. Musa, çobana ettiğinden pişman olup sırtını okşadı ve dediki:
" Ey dost, ben hatalıyım, ne olur affet. Bildiğin gibi dua et.Allah nazarında böylesi daha kıymetlidir.
Mesnevi'den alıntıdır.
2 Ocak 2012 Pazartesi
Allah'ın cemali cemalullah
Tüm güzellikleri yaratan Rabbimizi görmek, O’nun cemalini seyretmek, selamını dinlemek kadar büyük bir saadet olabilir mi? Bu büyük buluşmanın gerçekleşmesi akla göre mümkün, kaynaklarımıza göre kesin olduğu halde bazı insanlar bu konuda şüpheye düşebiliyorlar.
Allahu Tealâ’nın müminler tarafından görüleceği konusunda şüphesi olanlar şu soruları soruyorlar: Gözümüz bunca mesafeden güneşe bile bakamıyor. Güneşi ve bütün alemleri yaratan Yüce Allah’ın zatına bu göz nasıl bakacak, buna nasıl dayanacak? Ayrıca bir şeyi görmek için onun bir yönde bulunması gerekir. Allah hangi yönde gözükecek? Oysa Rabbül Alemin için o şu yönde bulunur demek mümkün değil.
Bu tür sorular her zaman sorulabilir. Bunlar bir müminin aklına da takılabilir. Bu durumlarda hemen şüpheye düşüp inkâra gitmek yerine, problemi çözmenin peşine düşüp, meseleyi incelemek gerekir.
Ahiret şartları dünya ile aynı değil
Önce, konumuzu aydınlatacak temel esasları hatırlayalım:
İmanın esası, gayba iman etmektir. Gayb, yok olan değil, var olduğu halde görülemeyendir. Çok şey var ki, onları görmediğimiz halde kabul ediyoruz. Var olduklarını çeşitli kanıt, işaret ve belirtilerden anlıyoruz. İşte Yüce Yaratıcımız, melekler, akıl, ruh görmeden kabul ettiğimiz varlıklardır.
İdrak ve algılama bakımından, içinde yaşadığımız dünyanın şartları ile ahiret aleminin ve cennetin şartları aynı değildir. Yüce Yaratıcımız zatını ahirette gösterecektir; ve elbette kullarına da o duruma uygun özellikler verecektir.
Bir şeyi görmek onun her şeyini görmeyi gerektirmez. Mesela biz, bir insana bakarken onun sahip olduğu her şeyi, her özelliğini görmüş olmayız. Gök yüzünü görürüz, fakat tamamını görmüş ve anlamış olmayız. Rasulullah A.S. Efendimiz de, Allahu Tealâ’nın, zatını, Adn Cenneti’nde Kibriye örtüsüyle perdeleyerek göstereceğini haber veriyor (Buharî, Müslim, Tirmizî).
Yani Cenab-ı Hak, mümin kullarına zatını gösterecektir. Fakat bu görme O’nun zatının tamamen anlaşılması, hiç noksansız görülmesi manasında değildir.
O’nu görmenin zevki kişiye göredir
Allahu Tealâ’yı görmek, O’nu bilmek, tanımak ve sevmek gibidir. Hiç kimse Cenab-ı Hakk’ı tam olarak bilmiş, tanımış ve sevmiş değildir. Ancak, her kul irfan derecesine göre O’nu sever. O’nu tam olarak görmek de mümkün değildir. Fakat farklı derecelerde de olsa görmek mümkündür. Bu da gören gözleri aydınlatmaya, seven gönülleri vuslat neşesiyle mest etmeye yetecektir.
Rasulullah A.S. Efendimiz’in belirttiği gibi, Allahu Tealâ yüce zatını nurla perdelemiştir. Eğer o perdeyi açacak olsaydı bütün alem yanardı. (Müslim, İbnu Mace) Bu durum, dünya şartlarında böyledir. Gözlerimiz dünyada O’nu görmeye güç yetiremez. Allahu Tealâ’nın cemalini görme saadeti cennette gerçekleşecektir. Allahu Tealâ cennette müminlere ayrı bir güç ve özel bir kabiliyet verecek, cemalini öyle gösterecektir. Ancak her kulun Yüce Mevlâ’ya yakınlığı ve Cemalullah’ı seyirdeki zevki bir olmayacaktır. Herkes, dünyadaki iman, irfan ve edebine göre farklı tatlar alacaktır.
O, yönlerle sınırlı değildir. O’nu görmek de...
Allahu Tealâ’yı görmek için bir mekâna ve yöne de ihtiyaç yoktur. O şu anda bizi ve bütün varlıkları görmektedir. Bu görmesi bir yön, mekân ve zaman ile sınırlı değildir. O herşeyi yöne, zamana ve mekâna bağlı olmadan görür. Görmesi göz gibi bir vasıta ile değildir. Kendisini de ahirette bütün yönlerden uzak, zaman ve mekândan arınmış bir şekilde, bildiğimiz şartlara bağlı olmadan gösterecektir. Bu haktır, gerçektir. Buna inanmak ve hazırlanmak gerekir. Allahu Tealâ’nın ahirette görülmesi Kur’an, Sünnet ve alimlerimizin görüş birliği ile sabittir. İnkâr eden, cahil veya gafildir. Cezası da bu nimetten mahrum olmaktır.
Rasulullah A.S. Efendimiz’in belirttiği gibi, Yüce Rabbimiz’i görmek için ölmek gerekir (Müslim, Tirmizî).
Kim Allahu Tealâ’ya kavuşmayı sever ve isterse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allahu Tealâ’ya kavuşmayı sevmezse, Allah da ona kavuşmayı sevmez. (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Onun için aşık müminler, bir an önce O’na kavuşmak için can atarlar.
“O gün nice yüzler rablerine bakarlar”
Şimdi, bizlere Allah’ın cemalini görme nimetini müjdeleyen ayet ve hadisleri görelim. Böylece hem konuya daha çok vakıf olacak, hem de şevkimiz artmış olacaktır.
Yüce Rabbimiz buyurur ki: “O gün nice yüzler nur içinde parlamaktadır. Rablerine bakmaktadır.” (Kıyame/22-23)
“Allah için güzel amel işleyenlere en güzel karşılık (Cennet) ve bir de fazlası (Allah’ın cemalini seyretme) vardır.” (Yunus/26)
Rasulullah A.S. Efendimiz bu ayeti okuduktan sonra şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra, Allah tarafından görevlendirilmiş bir melek şöyle seslenir:
- Ey Cennet ehli! Allahu Tealâ’nın size verdiği bir sözü var, şimdi onu yerine getirmek istiyor. Bunu duyan Cennet ehli:
- Allah bizim yüzümüzü parlattı, terazimizi sevaptan yana ağır getirdi, bizi cennetine koydu, cehennemden kurtardı ya! derler.
O anda Alleh cemalinden perdeyi kaldırır. O’nu seyrederler. Vallahi Allah onlara, cemaline bakmaktan daha güzel ve gözü aydınlık edecek bir nimet vermemiştir.” (Müslim, Tirmizî, Nesaî)
Ashabtan bazıları, “Ya Rasulallah! Ahirette Rabbimiz’i görecek miyiz?” diye sordular. Rasulullah A.S. Efendimiz de,
“Siz bulutsuz bir gecede dolunayı görmek için bir zorluk çekiyor musunuz? diye sordu. Ashab,
“Hayır ya Rasulallah” dediler. Efendimiz tekrar:
“Bulutsuz bir günde güneşi görmekte bir zorluğunuz olur mu?” diye sordu. Ashab,
“Hayır!” dediler. Rasulullah A.S. Efendimiz de,
“İşte Rabbiniz’i de bu rahatlık ve netlikte göreceksiniz” buyurdu. (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî, İbnu Mace)
Cerir b. Abdullah R.A. anlatıyor: “Gece vakti Rasulullah A.S. Efendimiz ile birlikte oturuyorduk. Efendimiz bir ara ondördündeki dolunaya baktı, peşinden şöyle buyurdu: ‘Hiç şüphesiz şu dolunayı rahat ve açıkça gördüğünüz gibi Rabbiniz’i de göreceksiniz. Siz, gücünüz yettiğince güneş doğmadan ve batmadan önceki namazları muhafaza etmeye çalışın.’
Allah Rasulü A.S. peşinden şu ayeti okudu: Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbin’i hamd ile tesbih et ki, O’nun hoşnutluğuna ulaşasın.” (Taha/130) (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî)
Bu hadiste, cenneti ve Cemalullah’ı isteyenlerin namaza sarılması gerektiğine işaret vardır.
Cennette Allahu Tealâ’nın cemalini seyretme cuma günleri olacaktır. O gün cennet ehlinin bayramıdır. (Ebu Ya’la, Heysemî)
Allahu Tealâ cennette müminlerle konuşacak, onlara selam verecektir. (Yâsin/55-58) Bu ne büyük mutluluktur!
Talep eden, isteğine kavuşur.
Bütün bunlar doğru ve sağlam bir imanın ve Allah rızası için yapılan salih amellerin neticesidir. Rabbini seyretmekle şereflenecek gönlünü ve gözünü temiz tutanlara ne mutlu!
Rasulullah A.S. Efendimiz Allahu Tealâ’yı miraçta görmüştür. Sahih olan ve kalplerin huzur bulduğu görüş budur. Bu saadet, dünyada Efendimiz’den başkasına nasip olmamıştır.
Dünyada arifler, Allahu Tealâ’nın zatını değil, azamet ve kudretinin tecellilerini görürler. Buna müşahede denir. Yüce Rabbimiz’le dünyada konuşmak mümkündür.
Allahu Tealâ’yı rüyada görmek mümkündür. Bu caizdir ve gerçekleşmiştir. Efendimiz A.S. Rabbimiz’i çok defa rüyasında görmüştür. Mezhep imamlarından ve salihlerden çoğu Allahu Tealâ’yı rüyada gördüklerini anlatırlar.
Efendimiz A.S.’ın diliyle dua edelim:
“Allahım! Senden ölümden sonraki hayatın rahatlığını, cemalini seyretmenin lezzetini ve sana kavuşmanın şevkini isteriz.”
Nurullah Toprak
Menzil.net'ten alınmıştır.
Cennet'te duygular tatmin olunca,
Herkes rahat, herkes huzur bulunca,
Gözler, gönüller, nefisler doyunca,
Eşler karşılıklı mutlu olunca,
Ve tüm zevkler en doruğa çıkınca,
Cennet nimetleri tamam olacak.
Ama ruhlar, yine garip kalacak!
Ancak Cemâl ile tatmin olacak.
Allah yiyiniz, içiniz diyecek,
Ne dilerseniz vereyim diyecek.
Nefisler, bedenler yeter diyecek,
Bütün nimetlerin tamam diyecek.
Ruhlar bu hitaba aşık olacak,
Hem bedeni, hem Cennet'i aşacak.
Seni isteriz, seni diyecekler,
Göster bize cemâlin diyecekler.
Madde ötesi varlık olan ruhlar,
Madde ile nasıl tatmin olsunlar?
Cennet ruhlara yetersiz kalacak,
Onlar Allah aşkı ile yanacak.
Allah, mü'minlere hitap edecek,
Kullarım sizden razıyım diyecek.
Ruhlar ve gönüller daha coşacak,
Allah'ın aşkı onları yakacak.
Ya Rab! seni isteriz diyecekler,
Göster bize cemâlin diyecekler.
O an Cennet'i bir nûr kaplayacak,
Ama o nûr, başka bir nûr olacak.
Cennetlerde ruhsal feyiz olacak,
Tüm mü'minler Allah diye yanacak.
Ruhlar, Cemalullah ile yanarken,
Mevlam! seni isteriz, seni derken,
Rabbü'r-Rahîm'den selamlar gelecek,
Allah kullarına selam verecek.
Bu selamı tüm duygular duyacak,
Hücreler tek, tek selamı alacak.
Bu selamla Cennet ehli coşacak,
Güzel Cennet, daha güzel olacak.
Ruhsal zevkler maddeleri aşacak,
Cennet ehli gerçek aşkı tadacak.
Aşkla yanan gönüller yalvaracak,
''Len terânî'' ye razı olmayacak.
Gönüller Tûr-i Sîna'yı aşacak,
Ve makamı mi'rac'a ulaşacak.
Ruhlar, yana, yana kemal bulunca,
Velayet makamları aşılınca,
Gönüller cennetlerden arınınca,
Ruhlar yalnız Allah diye yanınca,
Ruhsal seyr-u sulûk tamamlanınca,
Manevi perdeler tek tek kalkacak!
Aşıklar, maşûkuna kavuşacak.
ALLAHU EKBER
Allahu Tealâ’nın müminler tarafından görüleceği konusunda şüphesi olanlar şu soruları soruyorlar: Gözümüz bunca mesafeden güneşe bile bakamıyor. Güneşi ve bütün alemleri yaratan Yüce Allah’ın zatına bu göz nasıl bakacak, buna nasıl dayanacak? Ayrıca bir şeyi görmek için onun bir yönde bulunması gerekir. Allah hangi yönde gözükecek? Oysa Rabbül Alemin için o şu yönde bulunur demek mümkün değil.
Bu tür sorular her zaman sorulabilir. Bunlar bir müminin aklına da takılabilir. Bu durumlarda hemen şüpheye düşüp inkâra gitmek yerine, problemi çözmenin peşine düşüp, meseleyi incelemek gerekir.
Ahiret şartları dünya ile aynı değil
Önce, konumuzu aydınlatacak temel esasları hatırlayalım:
İmanın esası, gayba iman etmektir. Gayb, yok olan değil, var olduğu halde görülemeyendir. Çok şey var ki, onları görmediğimiz halde kabul ediyoruz. Var olduklarını çeşitli kanıt, işaret ve belirtilerden anlıyoruz. İşte Yüce Yaratıcımız, melekler, akıl, ruh görmeden kabul ettiğimiz varlıklardır.
İdrak ve algılama bakımından, içinde yaşadığımız dünyanın şartları ile ahiret aleminin ve cennetin şartları aynı değildir. Yüce Yaratıcımız zatını ahirette gösterecektir; ve elbette kullarına da o duruma uygun özellikler verecektir.
Bir şeyi görmek onun her şeyini görmeyi gerektirmez. Mesela biz, bir insana bakarken onun sahip olduğu her şeyi, her özelliğini görmüş olmayız. Gök yüzünü görürüz, fakat tamamını görmüş ve anlamış olmayız. Rasulullah A.S. Efendimiz de, Allahu Tealâ’nın, zatını, Adn Cenneti’nde Kibriye örtüsüyle perdeleyerek göstereceğini haber veriyor (Buharî, Müslim, Tirmizî).
Yani Cenab-ı Hak, mümin kullarına zatını gösterecektir. Fakat bu görme O’nun zatının tamamen anlaşılması, hiç noksansız görülmesi manasında değildir.
O’nu görmenin zevki kişiye göredir
Allahu Tealâ’yı görmek, O’nu bilmek, tanımak ve sevmek gibidir. Hiç kimse Cenab-ı Hakk’ı tam olarak bilmiş, tanımış ve sevmiş değildir. Ancak, her kul irfan derecesine göre O’nu sever. O’nu tam olarak görmek de mümkün değildir. Fakat farklı derecelerde de olsa görmek mümkündür. Bu da gören gözleri aydınlatmaya, seven gönülleri vuslat neşesiyle mest etmeye yetecektir.
Rasulullah A.S. Efendimiz’in belirttiği gibi, Allahu Tealâ yüce zatını nurla perdelemiştir. Eğer o perdeyi açacak olsaydı bütün alem yanardı. (Müslim, İbnu Mace) Bu durum, dünya şartlarında böyledir. Gözlerimiz dünyada O’nu görmeye güç yetiremez. Allahu Tealâ’nın cemalini görme saadeti cennette gerçekleşecektir. Allahu Tealâ cennette müminlere ayrı bir güç ve özel bir kabiliyet verecek, cemalini öyle gösterecektir. Ancak her kulun Yüce Mevlâ’ya yakınlığı ve Cemalullah’ı seyirdeki zevki bir olmayacaktır. Herkes, dünyadaki iman, irfan ve edebine göre farklı tatlar alacaktır.
O, yönlerle sınırlı değildir. O’nu görmek de...
Allahu Tealâ’yı görmek için bir mekâna ve yöne de ihtiyaç yoktur. O şu anda bizi ve bütün varlıkları görmektedir. Bu görmesi bir yön, mekân ve zaman ile sınırlı değildir. O herşeyi yöne, zamana ve mekâna bağlı olmadan görür. Görmesi göz gibi bir vasıta ile değildir. Kendisini de ahirette bütün yönlerden uzak, zaman ve mekândan arınmış bir şekilde, bildiğimiz şartlara bağlı olmadan gösterecektir. Bu haktır, gerçektir. Buna inanmak ve hazırlanmak gerekir. Allahu Tealâ’nın ahirette görülmesi Kur’an, Sünnet ve alimlerimizin görüş birliği ile sabittir. İnkâr eden, cahil veya gafildir. Cezası da bu nimetten mahrum olmaktır.
Rasulullah A.S. Efendimiz’in belirttiği gibi, Yüce Rabbimiz’i görmek için ölmek gerekir (Müslim, Tirmizî).
Kim Allahu Tealâ’ya kavuşmayı sever ve isterse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allahu Tealâ’ya kavuşmayı sevmezse, Allah da ona kavuşmayı sevmez. (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Onun için aşık müminler, bir an önce O’na kavuşmak için can atarlar.
“O gün nice yüzler rablerine bakarlar”
Şimdi, bizlere Allah’ın cemalini görme nimetini müjdeleyen ayet ve hadisleri görelim. Böylece hem konuya daha çok vakıf olacak, hem de şevkimiz artmış olacaktır.
Yüce Rabbimiz buyurur ki: “O gün nice yüzler nur içinde parlamaktadır. Rablerine bakmaktadır.” (Kıyame/22-23)
“Allah için güzel amel işleyenlere en güzel karşılık (Cennet) ve bir de fazlası (Allah’ın cemalini seyretme) vardır.” (Yunus/26)
Rasulullah A.S. Efendimiz bu ayeti okuduktan sonra şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra, Allah tarafından görevlendirilmiş bir melek şöyle seslenir:
- Ey Cennet ehli! Allahu Tealâ’nın size verdiği bir sözü var, şimdi onu yerine getirmek istiyor. Bunu duyan Cennet ehli:
- Allah bizim yüzümüzü parlattı, terazimizi sevaptan yana ağır getirdi, bizi cennetine koydu, cehennemden kurtardı ya! derler.
O anda Alleh cemalinden perdeyi kaldırır. O’nu seyrederler. Vallahi Allah onlara, cemaline bakmaktan daha güzel ve gözü aydınlık edecek bir nimet vermemiştir.” (Müslim, Tirmizî, Nesaî)
Ashabtan bazıları, “Ya Rasulallah! Ahirette Rabbimiz’i görecek miyiz?” diye sordular. Rasulullah A.S. Efendimiz de,
“Siz bulutsuz bir gecede dolunayı görmek için bir zorluk çekiyor musunuz? diye sordu. Ashab,
“Hayır ya Rasulallah” dediler. Efendimiz tekrar:
“Bulutsuz bir günde güneşi görmekte bir zorluğunuz olur mu?” diye sordu. Ashab,
“Hayır!” dediler. Rasulullah A.S. Efendimiz de,
“İşte Rabbiniz’i de bu rahatlık ve netlikte göreceksiniz” buyurdu. (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî, İbnu Mace)
Cerir b. Abdullah R.A. anlatıyor: “Gece vakti Rasulullah A.S. Efendimiz ile birlikte oturuyorduk. Efendimiz bir ara ondördündeki dolunaya baktı, peşinden şöyle buyurdu: ‘Hiç şüphesiz şu dolunayı rahat ve açıkça gördüğünüz gibi Rabbiniz’i de göreceksiniz. Siz, gücünüz yettiğince güneş doğmadan ve batmadan önceki namazları muhafaza etmeye çalışın.’
Allah Rasulü A.S. peşinden şu ayeti okudu: Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbin’i hamd ile tesbih et ki, O’nun hoşnutluğuna ulaşasın.” (Taha/130) (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî)
Bu hadiste, cenneti ve Cemalullah’ı isteyenlerin namaza sarılması gerektiğine işaret vardır.
Cennette Allahu Tealâ’nın cemalini seyretme cuma günleri olacaktır. O gün cennet ehlinin bayramıdır. (Ebu Ya’la, Heysemî)
Allahu Tealâ cennette müminlerle konuşacak, onlara selam verecektir. (Yâsin/55-58) Bu ne büyük mutluluktur!
Talep eden, isteğine kavuşur.
Bütün bunlar doğru ve sağlam bir imanın ve Allah rızası için yapılan salih amellerin neticesidir. Rabbini seyretmekle şereflenecek gönlünü ve gözünü temiz tutanlara ne mutlu!
Rasulullah A.S. Efendimiz Allahu Tealâ’yı miraçta görmüştür. Sahih olan ve kalplerin huzur bulduğu görüş budur. Bu saadet, dünyada Efendimiz’den başkasına nasip olmamıştır.
Dünyada arifler, Allahu Tealâ’nın zatını değil, azamet ve kudretinin tecellilerini görürler. Buna müşahede denir. Yüce Rabbimiz’le dünyada konuşmak mümkündür.
Allahu Tealâ’yı rüyada görmek mümkündür. Bu caizdir ve gerçekleşmiştir. Efendimiz A.S. Rabbimiz’i çok defa rüyasında görmüştür. Mezhep imamlarından ve salihlerden çoğu Allahu Tealâ’yı rüyada gördüklerini anlatırlar.
Efendimiz A.S.’ın diliyle dua edelim:
“Allahım! Senden ölümden sonraki hayatın rahatlığını, cemalini seyretmenin lezzetini ve sana kavuşmanın şevkini isteriz.”
Nurullah Toprak
Menzil.net'ten alınmıştır.
Cennet'te duygular tatmin olunca,
Herkes rahat, herkes huzur bulunca,
Gözler, gönüller, nefisler doyunca,
Eşler karşılıklı mutlu olunca,
Ve tüm zevkler en doruğa çıkınca,
Cennet nimetleri tamam olacak.
Ama ruhlar, yine garip kalacak!
Ancak Cemâl ile tatmin olacak.
Allah yiyiniz, içiniz diyecek,
Ne dilerseniz vereyim diyecek.
Nefisler, bedenler yeter diyecek,
Bütün nimetlerin tamam diyecek.
Ruhlar bu hitaba aşık olacak,
Hem bedeni, hem Cennet'i aşacak.
Seni isteriz, seni diyecekler,
Göster bize cemâlin diyecekler.
Madde ötesi varlık olan ruhlar,
Madde ile nasıl tatmin olsunlar?
Cennet ruhlara yetersiz kalacak,
Onlar Allah aşkı ile yanacak.
Allah, mü'minlere hitap edecek,
Kullarım sizden razıyım diyecek.
Ruhlar ve gönüller daha coşacak,
Allah'ın aşkı onları yakacak.
Ya Rab! seni isteriz diyecekler,
Göster bize cemâlin diyecekler.
O an Cennet'i bir nûr kaplayacak,
Ama o nûr, başka bir nûr olacak.
Cennetlerde ruhsal feyiz olacak,
Tüm mü'minler Allah diye yanacak.
Ruhlar, Cemalullah ile yanarken,
Mevlam! seni isteriz, seni derken,
Rabbü'r-Rahîm'den selamlar gelecek,
Allah kullarına selam verecek.
Bu selamı tüm duygular duyacak,
Hücreler tek, tek selamı alacak.
Bu selamla Cennet ehli coşacak,
Güzel Cennet, daha güzel olacak.
Ruhsal zevkler maddeleri aşacak,
Cennet ehli gerçek aşkı tadacak.
Aşkla yanan gönüller yalvaracak,
''Len terânî'' ye razı olmayacak.
Gönüller Tûr-i Sîna'yı aşacak,
Ve makamı mi'rac'a ulaşacak.
Ruhlar, yana, yana kemal bulunca,
Velayet makamları aşılınca,
Gönüller cennetlerden arınınca,
Ruhlar yalnız Allah diye yanınca,
Ruhsal seyr-u sulûk tamamlanınca,
Manevi perdeler tek tek kalkacak!
Aşıklar, maşûkuna kavuşacak.
ALLAHU EKBER
Allah'ın gücü
Allah'ın gücü
Bilindiği gibi Allah(cc), içerisinde bulunduğumuz kâinatın ve bilemediğimiz olan herşeyin yaratıcısı, yöneticisi ve gerçek sahibidir. İster dünya olsun, ister ahiret olsun, isterse başka gezegenler veya hayatlar olsun hepsinin ilmi, gözetçisi olan bir tek kişi vardır. O da Allah(cc)'tır.
Yine kendi yaşadığımız yerden örnekler ve dersler çıkartacak olursak, gezegenler gökler, bulutlar, dağlar taşlar, ağaçlar ve çiçekler, canlılar, insanlar, hayvanlar ve tüm varlıklar şüphesiz muhtaçtırlar. Canlılar muhakkak nefese, rızka ve yaşama ortamına muhtaçtırlar.
İnsandaki en büyük özellklerden biri olan AKIL ile gerçek manada düşünüldüğünde, ACABA NEDEN YARATILDIK sorusunu kendi kendine sorması bir nevi ilahi kapıya yönelmedir. Eğer yaratılma gayesini bilir ve ona göre hayatını sürdürürse işte bu ilahi kapıya doğru yol alır. Aksi taktirde pişman olacağı bir seyre çıkmış olur.
Şükür ettiğimizde veya Fatiha suresini okuduğumuzda içerisinde geçen ifade "ELHAMDÜLİLLAHİ RABBİL ALEMİN" (Alemlerin Rabbi Olan Allah'a hamdolsun, ki Hamd Alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur) bazı derin düşüncelere vesile olabilir. Nitekim Alemler deyince insan alemi, cin alemi, melekût alemi, hayvanlar alemi, sudaki alem, gökteki alem gibi binlerce âlemin var olduğuna inanmak da, elbetteki imanın alametlerindendir. İşte bu alemlere Rab olan, eğiten, yöneten bir varlığın olması gerekir. Herşey başı boş bırakılsaydı muhakkak düzen bozulurdu. Eğer birden fazla yönetici olsaydı yine düzen bozulurdu.
İşte bunca varlığın, alemin, ihtiyaç sahiplerinin canlı cansız olan herşeyin gerçek sahibi olan birisinin gücünü tahmin etmek gerçekten AKIL işi değildir. Onun yüceliğini ve kuvvetinin büyüklüğünü idrak edemesekde, ona KUL olduğumuzu bilmemiz ve ona göre hareket etmemiz en yerinde davranış olacaktır. Onu övmek ve yüceltmek, onu sevindirecektir.
Yaşadığımız dünya gezegeni direksiz ve desteksiz olarak boşlukta duruyor. Aynı zamanda durmadan dönüyor. Bunun gibi sayısını bilemediğimiz kadar gezegen, ayrı ayrı özelliklere çeşitliklere sahip olduğu halde, onları bir nizam ve ölçü içerisinde yöneten, haberi olan, büyük bir varlığın yokluğuna inanmak gerçekten ahmaklıktır.
O, herşeye gücü yetendir. Hiçbirşey ona ağır gelmez. Allah (cc) için, Bir sivrisineği yaratmak ile, bir Âlemi yaratmak arasında hiçbir zorluk yoktur..
Yaratan O'dur, Yöneten O'dur, Hüküm veren O'dur. Bütün güçlerin kaynağı yine O'dur. O, Allah'tır. (Celle celâluhû)
Biz O Allah'ı hamd eder, tesbih eder ve zikrederiz. Biz O'na aitiz, O'ndan geldik, O'na döneceğiz.
Hamdolsun Alemlerin Rabbi Olan Allah'a...
Bilindiği gibi Allah(cc), içerisinde bulunduğumuz kâinatın ve bilemediğimiz olan herşeyin yaratıcısı, yöneticisi ve gerçek sahibidir. İster dünya olsun, ister ahiret olsun, isterse başka gezegenler veya hayatlar olsun hepsinin ilmi, gözetçisi olan bir tek kişi vardır. O da Allah(cc)'tır.
Yine kendi yaşadığımız yerden örnekler ve dersler çıkartacak olursak, gezegenler gökler, bulutlar, dağlar taşlar, ağaçlar ve çiçekler, canlılar, insanlar, hayvanlar ve tüm varlıklar şüphesiz muhtaçtırlar. Canlılar muhakkak nefese, rızka ve yaşama ortamına muhtaçtırlar.
İnsandaki en büyük özellklerden biri olan AKIL ile gerçek manada düşünüldüğünde, ACABA NEDEN YARATILDIK sorusunu kendi kendine sorması bir nevi ilahi kapıya yönelmedir. Eğer yaratılma gayesini bilir ve ona göre hayatını sürdürürse işte bu ilahi kapıya doğru yol alır. Aksi taktirde pişman olacağı bir seyre çıkmış olur.
Şükür ettiğimizde veya Fatiha suresini okuduğumuzda içerisinde geçen ifade "ELHAMDÜLİLLAHİ RABBİL ALEMİN" (Alemlerin Rabbi Olan Allah'a hamdolsun, ki Hamd Alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur) bazı derin düşüncelere vesile olabilir. Nitekim Alemler deyince insan alemi, cin alemi, melekût alemi, hayvanlar alemi, sudaki alem, gökteki alem gibi binlerce âlemin var olduğuna inanmak da, elbetteki imanın alametlerindendir. İşte bu alemlere Rab olan, eğiten, yöneten bir varlığın olması gerekir. Herşey başı boş bırakılsaydı muhakkak düzen bozulurdu. Eğer birden fazla yönetici olsaydı yine düzen bozulurdu.
İşte bunca varlığın, alemin, ihtiyaç sahiplerinin canlı cansız olan herşeyin gerçek sahibi olan birisinin gücünü tahmin etmek gerçekten AKIL işi değildir. Onun yüceliğini ve kuvvetinin büyüklüğünü idrak edemesekde, ona KUL olduğumuzu bilmemiz ve ona göre hareket etmemiz en yerinde davranış olacaktır. Onu övmek ve yüceltmek, onu sevindirecektir.
Yaşadığımız dünya gezegeni direksiz ve desteksiz olarak boşlukta duruyor. Aynı zamanda durmadan dönüyor. Bunun gibi sayısını bilemediğimiz kadar gezegen, ayrı ayrı özelliklere çeşitliklere sahip olduğu halde, onları bir nizam ve ölçü içerisinde yöneten, haberi olan, büyük bir varlığın yokluğuna inanmak gerçekten ahmaklıktır.
O, herşeye gücü yetendir. Hiçbirşey ona ağır gelmez. Allah (cc) için, Bir sivrisineği yaratmak ile, bir Âlemi yaratmak arasında hiçbir zorluk yoktur..
Yaratan O'dur, Yöneten O'dur, Hüküm veren O'dur. Bütün güçlerin kaynağı yine O'dur. O, Allah'tır. (Celle celâluhû)
Biz O Allah'ı hamd eder, tesbih eder ve zikrederiz. Biz O'na aitiz, O'ndan geldik, O'na döneceğiz.
Hamdolsun Alemlerin Rabbi Olan Allah'a...
25 Kasım 2011 Cuma
RABITA (MUHABBET)
Peygamber efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyurmuştur.
Rabteden, bağlayan, yakınlık, sevgi ve muhabbet gibi manalara gelir. Tasavvufta râbıta sâlikin daima huzur-ı ilâhî de bulunduğunu yakinen bilmesi ve Allah’ı görür gibi ibadet etmesidir. Hidâyet-i hakîkîye nail olmak; ancak bu duygu ve şuur ile mümkündür.
Mürid, bu irtibat sayesinde her tavır ve hareketinde kendisini şeyhine benzetmeye çalışır ve yukarıda işaret ettiğimiz “Muhabbet râbıtası” sonucunda seven, giderek sevilenin sıfatlarına bürünür.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî’nin beyanı vechile; manevî yolda ilerlemek, kendisine uyulan şeyhe, yapılan muhabbet râbıtasına bağlıdır.
Bir mürid, şeyhine karşı olan muhabbeti vasıtasıyla an be an onun boyasıyla boyanır ve in’ikas yoluyla nurlanır. Bu muhabbet ve nurlanma kâmil mânâda olursa bu hâle fenâ fişşeyh denir. Şeyhin, müridi yetiştirdiğini, müridin de kendi istifadesini bilmesi şart değildir. Nitekim güneşin harâretiyle yavaş yavaş yetişen ve günlerin geçmesiyle olgunlaşan nebâtat yetiştiğini bilmediği gibi, onların kemale ermesine sebep olan güneşinde bunu idrak etmesi gerekli değildir.
Evliyâullah hazerâtı aşk ve muhabbeti şöyle teşbîh etmişlerdir: “El hubbu belâ ve’l aşkı semmül katl”
Allah ve Rasûlüne muhabbet belâ kadar zordur. Onlara âşık olmak ise öldürücü zehirdir.
Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor:
يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ
Bu âyet-i kerîmede müminlere hitap edildiği açıktır. Bu göstermektedir ki “sıdk” sıfatı, imandan daha husûsî bir manaya sahiptir. Yani sıdk mertebesinde bulunan herkes mümindir, ancak her mümin sıdk mertebesinde değildir.
Bu âyette emir buyurulan “beraberlik” iki şekilde olur:
Cismânî beraberlik: Sâdıkların meclisine bizzat devam ederek, onlardan ilim, fazilet ve feyz almakla olur.
Ashâb-ı kirâm Rasûlullah’ın etrafında pervane olup, sürekli onunla birlikte bulunmaya âzamî gayret ederlerdi.
Uzak beldelerde bulunanlar da fırsat buldukça, yol emniyetini temin ettikçe, her taraftan alemlerin efendisini ziyarete gelirlerdi.
Hz. Ömer (r.a) efendimiz, Medine dışında otururken komşusu ile birer gün nöbetleşerek Allah Rasûlünun yanına gelir, huzûr-ı Rasûlullahta sohbete müdavim olur ve o günkü sohbeti, ahvâli ve hâdiseleri arkadaşına aktarırdı.
Rasûlullahla cismen beraber olmak ashâb-ı kirâmı manen suratli bir şekilde kemâle erdirmiş; cismanî birliktelik yanında Risâlet-penahın halaka-ı tedrîsatında, kalpten kalbe aynel-yakîn ilham olarak ve in’ikas tarikıyla hâl ve nûr mün’akis olmuştur. Bu halde zâhiren ve bâtınen kemâlâta ermişlerdir. Bunun içindir ki, diğer insanlar ashâb-ı kirâmın derecesine ulaşamazlar.
Ruhanî beraberlik: Eğer kişi, sâdıklardan cismânî olarak ayrı bulunuyorsa ne yapacaktır? İşte bu durumda da onların gidişatlarına uyacak, yaptıklarını yapıp, yapmadıklarını terk edecek; onların hâl, tavır ve sözlerini onların gıyabında hayalinde canlandıracak ve onların hâli ile hâllenecektir.
Ehlullahın meclisinde bizzat bulunmak, kişiye fayda sağladığı gibi, gıyaben şahıslarını ve hallerini düşünmek de fayda verir. Çünkü bir kişi hayalinde, dimağında ve kalbinde neyi tasavvur ederse, fiillerinde de o tezâhür eder (açığa çıkar) ki, râbıta (muhabbet) de bundan ibarettir.
Nakşibendî meşâyihinden Hâce Muhammed Masum hazretleri köklü bir muhabbete vesile olan râbıtayı özellikle tavsiye etmişlerdir. Zira hakiki sevgi olunca müminin kalbinde bilâ icbar velâ ihtiyar zikrullah vücuda gelir, kalp selâmet bulur, huzur-ı daimîye mazhar olur.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
رِجَالٌ لَاتُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَاِقَامِ الصَّلٰوةِ وَا۪يتَاءِ الزَّكٰوةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ ف۪يهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُ
“Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zeât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşete düştüğü bir günden korkarlar.”
Rabbimiz cümlemizi kendisini çok zikreden kulları zümresine dahil etsin ve kalbimizi iman hakîkatlariyle ve yakîn nurlarıyla tenvîr etsin. Âmin
Râbıtanın delili Kitap, Sünnet ve imamlarımızın kavilleriyle sabittir.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur:
يَااَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ى سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesile arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”
Burada âyetin mefhumu umûmî ise de emredilen şey vesile aramak olunca, muhabbet kulu Allah (c.c)’na vâsıl edecek şeylerin en efdali haline gelir.
Çünkü Cenâb-ı Hakk Peygamberimiz sallallâhu aleyhi vesellem ve diğer nebîler hakkında:
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْذُنُوبَكُمْ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” buyurmuştur.
Burada râbıtanın zaruretine işaret vardır. Çünkü tâbi olmak için tâbi olunanı gözle veya hayalen görmek lazımdır. Tâbi olanla olunan ruhen beraber olmayınca ittibâ (tâbi olmak) nasıl gerçekleşecektir. Bizim râbıtadan maksadımız muhabbettir. Bu olmazsa ittibâ sayılmaz.
Şeyh Abdulganî Nablusî Risâle-i Tâciyye’ye yazdığı şerhinde der ki: “Eğer râbıta, âdâbına riâyet edilerek yapılırsa maksat tamamen hâsıl olur. Çünkü şeyh-i kâmil müridin Allah (c.c)’na açılan kapısı ve onun vuslat sebebidir.
Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı Kerîm’de:
يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” buyurmaktadır.
Bahru’l-Hakâik tefsirine göre sâdıklardan murad mürşidlerdir. Çünkü ezelde verilen söze en fazla onlar sadakat göstermişlerdir. Onlarla her zaman beraber olmanın yolu râbıtadır, yani muhabbettir.
Fenâfillâhın başlangıcı bulunan fenâfişşeyh mertebesine vasıl olmanın en yakın yolu muhabbettir. Sâdâtımızın büyüklerinden olan Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s) buyurmuşlardır ki: “Sâdıklarla beraber olmak âyet-i kerîmede emredilendir. Allahu Teâlâ bu kelâmında zâhiren ve bâtınen sâdıklarla beraber olmayı emir buyurmuştur. Mânen beraber olmanın yolu muhabbettir, bu da ehlince malumdur. Reşâhât kitabında bu husus açıkca anlatılmıştır. Bu konularla uğraşan bilsin ki evliyaullahın sözlerinde râbıtanın ne olduğu ve onun bütün güzellikleri vuzûha kavuşmuştur. Onların kıymetli kelamlarını takip edenlere bu gerçekler gizli değildir. Kokularını bir kere alanın onları bırakması mümkün değildir. Bu mevzuda mutasavvufların delillerine itimad etmeyen bir kimse bu ümmetin fakihlerinin sözlerine itimad etmelidir. Bu bir kimse bilmeli ki hangisini tercih ederse etsin dört mezhebin de imamlarının aralarında yer aldığı müctehidler râbıta ve muhabbetin asıl ve esasının Kitab ve Sünnetle sabit olduğunu söylemişlerdir. Kalbinde bir hastalık bulunmayanların kaynaklara müracat edebilmeleri için bu imamların kavillerinin yerlerini göstererek naklediyoruz. Gerçekleri anlamaya muvafık kılan ancak Allah’tır. En doğru yolu gösteren de O’dur.
Yine Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu:
وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمٰنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرٖ۪ينٌ` وَاِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبٖ۪يلِ وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ
“Kim Rahmân’ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.”
Cumhur-ı müfessirîn beyânına göre Yusuf sûresinde ki: “Eğer Rabbinin bürhanını görmeseydi” âyetinin tefsirinde rûhâniyeti cismaniyetine galip olan peygamberler ve veliler gibi zatların tasarruf ve imdât edebilecekleri hakîkatini açıkça beyan etmişlerdir. Onlardan Keşşaf tefsiri sahibi âyetteki bûrhan kelimesini şöyle tefsir etmiştir: “Yusuf (a.s) Züleyhâ ile imtihan olunduğu zaman “o kadından sakın” sözünü işitmişti. Bir anda kendini toparladı, bir de baktı ki karşısında Yakub (a.s)’ı gördü parmaklarını ısırıyordu. Bir rivâyete göre Yakub (a.s) eliyle Yusuf (a.s)’ın göğsüne vurdu.”
Hanefî imamlarından İmâm Ekmelüddin “Şerhu’l Meşârık” adlı eserinde Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettikleri “Beni rüyada gören kimse uyanıkken de görecektir. (veya beni uyanık halde görmüş gibidir) zira şeytan benim sûretime giremez”[10] hadisinin şerhi de şöyle: “Rasûlullah’ı gören uyku ve uyanıklık halinde O’nunla beraber olduğu için görür. Görenle O’nun arasında bir beraberlik hâsıl olmuştur.
Beş asıl vardır ki umumiyetle iştirak mahalli olur. Zat, sıfat, fiil, makam, hâl. Hangi iki şey veya iki kimse arasında ne tür bir münasebet olursa olsun muhakkak bu, sözü edilen beş asıldan birine girer. Münasebetin kuvvetine ve zayıflığına göre bu mertebelerden birinde tecelli eder. Münasebet az da olur, çok da olur; muhabbetin kuvvet derecesine göre kuvvet bulur. Bir noktada o dereceye gelir ki iki şahıs sanki bir varlığın ayrılmaz iki parçası olur. Bir müridde muhabbet-i mâneviye galip olursa o daha evvelki evliyâullahın ruhlarıyla mânen irtibat kurabilir. El-Eşbâh kitabına hâşiye yazan El Hamevî hazretleri “Nefehâtü’l-Kurb ve’l-ittisal” kitabında özet olarak şöyle der: “Allah’ın velilerinin ruhaniyetleri cismaniyetlerine galip olduğu için değişik sûretlerde görülebilirler.” Şu sahih hadis-i şerifin mefhumu bu manaya alınmıştır.
Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Müslüman olan bir kul, sahip olduğu her maldan Allah yolunda bir çiftini infak ederse, cennetin kapıcıları onu mutlaka karşılar ve her biri kendi beklediği kapıdan girmesi için dâvet eder.”
Hz. Ebû Bekir (r.a) sordu: “Ya Rasûlullah, bu kapıların hepsinden de girecek olan var mıdır? Rasûlullah buyurdu ki: “Senin onlardan olacağını ümit ediyorum ey Ebû Bekir”.
Râbıta, ancak velâyet kuvvetiyle tasarruf sahibi olan bir şeyh-i kâmile yapılırsa fayda verir. Çünkü şeyh-i kâmil Hakk Teâlâ’nın aynası olan insan-ı kâmildir. Hakk’a onun irşâd-ıyla vâsıl olunur. Kim onun rûhâniyetine basîret gözüyle bakarsa onun irşâd-ıyla hakîkata mazhar olur. Çünkü râbıta, feyz almak isteyeni feyze sebep olacak zâtın ruhanî velâyetinin tasarrufu altına sokar. Burada tasarruf eden rûhâniyetdir. Feyz almak için râbıta eden, ilâhî kemâlattan rabbânî tecelli ile feyz alır, tefeyyüz edib kemâle erer.
Bu ilâhî düstûr, sevgi ve muhabbetle zuhur eder, mânevî terakkî ve teslimiyet ile husûle gelen merâtib-i ilâhîdir. Bu merâtibin evveli fenâ filihvan hâlidir. Hâliyle, kâliyle, özüyle ve sözüyle ihvan kardeşinde fanî olmalıdır. Sâniyen fenafişşeyh, yani şeyhde fânî olmaktır. Sâlisen fenafirrasûl Rasûlullah’da fanî olmaktır. Râbian fenafillah, Allah’ta fanî olmaktır. Ve sonra bekâ billah, yani Allah’ta bâki olmalıdır ki o sâlikin kendinde matlup ve vuslat arzusu zuhur etsin.
Nebî sallallâhu aleyhi vesellem: “Her asırda ümmetimden sâbikûn bulunacaktır.”buyurmuştur. Ve illâ teklifine mâ lâ yutak (takat getirilemez) olacağı tabiîdir.
Cenâb-ı Hakk kâdir-i mutlak buyuruyor:
قَالَ مَا مَكَّنّى ف۪يهِ رَبّ۪ى خَيْرٌ فَاَع۪ينُون۪ى بِقُوَّةٍ اَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًا
“Dedi ki: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım.”
Zülkarneyn hazretlerinin “Bana kuvvetle yardım ediniz.” âyet-i kerîmesiyle müsbet bulunan istiânesi makul görülüyor. Hâlik-ı Azîm’e secde niyetiyle Beytullahın duvarlarına karşı yere kapanmaya itiraz olunmuyor; esbâba tevessül kabul olunuyor. Erzâk-ı cismâniyelerini ağniyadan teseül eden fukaraya şirk etti denilmiyor.
Bunlardan daha ziyâde mühim olan erzâk-ı rûhâniye ve füyûzâtı ilâhiyeyi tevessül için enbiyâ ve evliyânın vasıta ittihaz olunması neden caiz görülmesin?
Enbiyâ, evliyâ ve ulemâyı tevessül (vesile ittihaz etmek) nâss-ı ilâhî ile sabittir.
Cenâb-ı Hakk kâdir-i mutlak Mâide sûresinde:
يَااَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ى سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” buyuruyor.
İsmail Hakkı Bursevî “Sâdıklarla beraber olunuz!” âyetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: “Bu âyet-i kerîmede bahsi geçen sâdıklardan murad, kâmil mürşidlerdir”.
Bir sâlik onların himayelerinde ciddiyetle hizmet eder ve muhabbetiyle nazarlarına kabul olunursa, onların feyz ve bereketiyle masivayı terk etmeye, Allah yolunda istikamet üzere bulunmaya rahatlıkla muvaffak olur ve huzur-ı Hakk’a kavuşur.
Hz. İbrahim (a.s)’ın muhabbet hakkında verdiği cevap ne kadar ibret-âmizdir :
“Muhabbetten sual oldu Halîl’e
Mine’l kalbi ilel kalbi sebîle” buyurdu.
Müfessir Âlûsî ise, yukarıdaki âyetin tefsirinde; “Sâdık ve salihlere karışınız (onlarla içiçe olunuz) ki; onlar gibi olasınız, feyz-i felâh bulup feyz-yâb olasınız. Çünkü herkes yakın olduğu kimseye tâbi olur buyurmuştur.
Bu âyet-i kerîmeyi râbıtaya delil olarak ilk defa Pîrimiz Ubeydullah Ahrâr zikretmiştir.
Diğer bir âyet-i celîlede de Mevlâ Teâlâ:
فَادْخُل۪ى ف۪ى عِبَاد۪ى ` وَادْخُل۪ى جَنَّت۪ى
“(Seçkin) kullarım arasına katıl, ve cennetime gir!” buyuruyor.
Bu âyet-i celîlenin açık beyanından da anlaşılacağı üzere dünyada, Allahu Teâlâ’ya hakiki kul olmaya çalışan ihlâslı kulların arasına girmek, ahirette cennetlere girmeye sebep ve vesîledir.
Tabiî ki, dünyada devamlı o dostlar arasında bedenen bulunmak mümkün olmasa da, râbıtadan ibaret olan manevî beraberlik, ehli için müyesserdir.
Cenâb-ı Hakk âyet-i celîlede şöyle buyuruyor:
وَاَدْخِلْن۪ى بِرَحْمَتِكَ ف۪ى عِبَادِكَ الصَّالِح۪ينَ
Salih kullar zümresine girmek her iki cihanda da ruh maa’l-ceset saadettir, saadet-i rûhâniyedir, yani ruhun mutluluğudur. Onlarla beraber cennet ve onun derecelerine kavuşmaktır. Saadet-i cismâniye de bedenin mutluluğudur.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi vesellem efendimiz buyurur ki:
“Bir kimse aşırı sevgiden dolayı Cenâb-ı Hakka kavuşmayı severse Cenâb-ı Hakk da onun likasını sever. Kim de Allah (c.c)’na kavuşmayı kerih görürse Allah da o kula kavuşmayı kerih görür.
Amel-i salihin en güzeli ise, Allah dostlarıyla bedenen ve ruhen beraber olabilmektir ki, ruhânî beraberliğin tek yolu muhabbettir.
Bir mürid-i sâdık, sıdk ve ihlâs ile sohbet-i şeyhe müdâvim olursa biiznillâh-i teâlâ kalpten kalbe in’ikas tarikiyle hâl mun’akis olur.
Meşâyih indinde mürid üzerine taalluk eden âdâblardan bazıları şunlardır; Müridin şeyhine teslimiyeti, gassal elinde meyyit gibi olmalı. “Ben ancak intisab ettiğim şeyhim vasıtasıyla matlubum olan Allah (c.c)’na vasıl olurum” diyerek aksâl gayesi olan arzusunun müntehâsına ulaşır.
İslâm öyle nurlu bir yoldur ki müridi gassal elindeki meyyit teslimiyetiyle mürşide, mürşidi Kur’an ve Sünnete kâmil manada ittibâsıyla Rasûlullah’a, Rasûlullah’ı da zîr-i himâyesinde olan ümmetiyle Allah (c.c)’na râm eder.
Kulların nefsânî arzu ve cehâlet felâketinden kurtulmaları ve ilim ve marifetle kendilerini yetiştirebilmeleri için sadece kitap okumak kâfi değildir. Her halde bir âlim-i âmilin, bir mürebbî-i kâmilin halaka-i tedrîs ve terbiyesinde bulunmaları zarûreti açık bir hakîkattır.
Bir insan nefsini mezmum sıfatlardan ve şerre sürükleyici duygu ve temayüllerden temizleyip, mânevî nurlarla süslenme ve ilâhî tecellîlerle hem-hâl olma şerefini sadece Allah’ı zikrederek elde edemiyeceğinden bu mevzuda da o kimsenin bir delil-i râha ve bir mürşid-i dil-âgâha rabt-ı kalp eylemesi gerekir.
Tarikatta ve mânevî terakkîde feyz almak isteyen bir sâlikin mürşidinin râbıta ve teslimiyetine olan itimadı, ilim öğrenmek isteyen bir öğrencinin hocasının şifâhî (sözlü) ifadelerine olan bağlılığından üstün olmalıdır. Râbıta ve teslimiyet bu derecede olunca sâlikin kalbinde zikrullah-ı teâlâ bilâ-icbâr velâ ihtiyar husûle gelir. Hâlık ile mahluk arasında ülfet ve muhabbet zuhur eder.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
صِبْغَةَ اللّٰهِ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ
“Allah’ın boyasıyla boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz (deyin).”
Peygamber efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem hazretlerinden feyz almak Cenâb-ı Hakk’tan feyz almaktır. “Allah’ın boyası ile boyanın” âyeti kerîmesine uyarak ahlâk-ı zemîmeden kurtulup Allah ve Rasûlü tarafından istenen ahlâka yani ahlâk-ı hamîdeye sahip olan fenâ-i tam ile fenâfirrasûl ve fenâ-i tam ile fenâ fillah ve bekâ-i tam ile bekâ-billah şerefine vasıl olan mürşid-i kâmile râbıta edilmesi aşağıdaki âyeti kerîmeyle müminlere emir ve ferman buyurulmuştur:
يَااَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ى سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”
Kendisine râbıta olunacak mürşidin tavır ve ahlâkı Rasûlullahın ahlâkına tâbi olmadıkça râbıtadan beklenen feyzin zuhuru imkânsızdır. Râbıta eden sâlikin ise, şeyhinin peygamber ahlâkı ile ahlâklan-dığını, şeriat, sünnet ve tarîkat ölçüleriyle tahkîk eylemesi de mürid üzerine vâcibtir. Yoksa râbıta eden de ettiren de perişan olurlar.
Râbıta edilecek şeyh-i kâmilde bulunması gereken vasıflar vardır, bu vasıflar şunlardır:
1-Ehl-i mücâz
2-Ehl-i selâsil
3-Ehl-i ilim
4-Ehl-i hâl
5-Ehl-i istikâmet
6-Ehl-i infâk
7-Ehl-i safâ olmalıdır.
Bu vasıfları taşımayan kişi eğer şeyhlik iddiasında bulunuyorsa şeriat ıstılahına göre hem dâl hem de mudîldir. Tasavvuf ıstılâhında ise, böylelerine lakıyt denir.
İmâm-ı Rabbânî (k.s) buyurmuştur ki: “Tarîkatımız sahâbe-i kirâm rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmâin hazerâtının tarîkidir. Bu tarîkde, şeyh-i kâmilde marifet nuru tahakkuk ederse ifâzada hayyen ve meyyiten musâvîdir. Muhabbet tarîkiyle muhakkak ondan istifâde edilir.
Rasûlullah efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem : “İşleriniz çıkmaza girdiğinde ehl-i kubûrdan manen yardım isteyin.” buyuruyor.
Himmete nail olmak için mutlaka kabirin yanına gitmek şart değildir, zaten bu herkes için her zaman mümkün de değildir. Bu sebepten dolayı bulunduğu yerden Rasûlullah sallallâhu aleyhi vesellem’in Medine-i Münevvere’de bulunan ravza-i mutahharasına veya herhangi bir evliyaullahın kabrine, ruhaniyyetine teveccüh ve râbıta yapan kişi muhakkak onlardan istifade ederler. Râbıtadan maksat muhabbet ve sevgidir.
Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem bir hadiste: “Kişi ahirette sevdiği ile beraber haşr olunur.” buyurur.
MARİFET
Tasavvuf, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi ile ruhu pâk ederek lâhût âlemine yükselmek yoludur. Ruh o âlemde Hakk’ın vuslatına kavuşur. Yakîn nurunu örten perdelerin açıldığını görür, böylece ruh nefsin kötü arzularından kurtulur ve hakîkat âlemine yükselir. İşte bu âlemde ruhun tattığı lezzet başka hiçbir lezzete benzemez. Bu makam riyazete, mücâhedeye ve zühde kendini vermekle elde edilir. Aslında nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi de insanı aksâ’l-gayeye ulaştırmak için bir vesiledir. Mutasavvıflar maddî basiretlerini bağlayan sebepler dediğimiz emrâz-ı bâtıniyyeden kurtulmak için beden riyazetine ve bu yolda mücahedeye devam ederler. Gölgenin belirmeden önceki aslına dönmesi demek olan fenâ fillah makamına yükselmek ve Allah (c.c)’ya vuslat için benliklerinden kurtulmak isterler.
Evliyaullah hazerâtı buyurmuşlardır ki: “Marifet iki kısımdır”:
Âlem-i kebîrin mârifeti
Âlem-i sağîrin mârifeti
Bu babların her biri üçer asla ve asıllar da muhtelif fasıllara ayrılarak mütalaa edilir. Yaratılış hakîkatlerini mümkün mertebe anlatmaya gayret edeceğiz. Fakat her şeyden evvel şunu arz edelim ki; tasavvuf hâl ilmidir, kâl ilmi değildir. Tasavvuf özdür, söz değildir. Tasavvuf sîrettir, sûret değildir.
Bu sözleri mârifete bir yakîn hâsıl olsun diye sarf ediyoruz. Zira tekemmül ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn ile gerçekleşir.
Âlem-i kebîrin mârifeti: Âlem-i kebîr, cevâhir ve arazdan ibârettir. Yani araz ve cevâhirin mecmûuna “âlem” denir. Âlem de iki kısma ayrılır: Âlem-i gayb, âlem-i şuhûd. Ey Hak talibi insan, ey irfanu istidadı, meal-i idrakine kabiliyetli ve insanlık sıfatına tam müdrik mahluk! Bil ki sen âlem-i kebîrin bir nüsha ve nümunesisin yani sen bir âlem-i sagîrsin, bu âlem-i kebîrde (kainatta) her ne var ise, âlem-i sagîrde (insanda) mukâbili vardır. Ey insanoğlu, sen kendinin evvelini, ahirini, zahir ve batınını bilmiş ve anlamış olasın. Zira dünyaya gelmekten murad kesb-i kemal seyr-i cemâl içindir. Nefsi tezkiye edip sonra marifetullaha nâil olmaktır. Hadis-i kutsîde: “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyurulur.
Onun içindir ki Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerîm’de:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” [1] buyuruyor.
Başka bir hadis-i kutsîde: “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murad ettim, mahlukatı yarattım”[2] buyurulmuştur.
Hülâsâ her kim kemâl tahsil etmek, kainatı ve içindeki mevcudatı hakkıyla bilip anlamak isterse kendi nefsini bilip anlamaya gayret eylesin. Zira Hakk’ı bilmeye yol buradan gider ve insan için yaratılışında ki maksad ve aksâ’l gaye marifetullahdır.
Âlem-i kebîrin evveli bir cevherdir, kezâ âlem-i sagîrin evveli de bir cevherdir. Âlem-i kebîrin evveli olan cevher, âlem-i kebîrin tohumudur ve âlem-i sagîrin evveli olan cevher de âlem-i sagîrin tohumudur. Yakînen bilmiş olalım ki her iki âlemde ne oldu ve ne olacaksa ancak bunlar onların tohumlarında mevcuttur. Yani tohumlarda ne varsa âlemde o zâhir oluyor. Misâl: Bir zerdali çekirdeği zümrüt bir toprağa atılsa zirâî terbiyesine dikkat ve ihtimam edilse ancak ondan zerdali ağacı zuhura gelir de başka ağac meydana gelmez, yani zerdali tohumundan ceviz ağacı hâsıl olmaz. Zira zerdali tohumunda yalnız zerdali ağacının bütün teferruatı gizlidir. Bu tohumda kendi ağacının bütün fürûu mevcut olmasa idi ağaç meydana gelebilir miydi? Gelemezdi. Şu kadar ki tohumda icmâl idi, ağaçta tafsil oldu. Tohumda bir kuvve idi ağaçta bir fiil oldu. Aslı ne ise seyri o oldu ve başka olmadı.
Âlem-i sagîrin ise cevher-i evveli nutfedir ve her ne ki âlem-i sagîr olan insanda vücuda geldi, zâhir oldu. O nutfede aynen mevcut idi mevcud olmasa vücuda gelir miydi?
Ehl-i Şeriat âlem-i kebîrin cevher-i evveline, yâni tohumuna ruh-ı evvel der. Ehl-i hikmet ise Akl-ı evvel der. Ehl-i vahdet ise, âlem-i kebîrin cevheri evveline sırr-ı evvel der.
Şeriat ehlince âlem-i kebîrin beyânı şöyledir: Mevcûd-i kadîmin evveli ve âhiri yoktur. Mevcûd-i hadis için evvel ve âhir vardır. Bu söz bedîhidir. Zira mevcût, var olan iki halden hâli olamaz. Onun ya evveli olur yahut olmaz. Eğer evveli olmazsa kadîm olur. Evveli olursa hadis olur. İşte bu iki mevcûttan mevcûd-i kadîm Allah’tır. İlk mevcût O’dur. Bütün mevcûtların vücuduna sebep olan Hâlık-ı Teâlâdır.
Mevcûd-i hâdise âlem denir. Sonradan zuhura gelmiştir ki mahlukdur. Allah (c.c) yarattığı hiçbir şeye benzemez. Allah âlemden gayridir ve âlem de Allah’tan gayridir. Allah sânidir, âlem masnûdur. Allah hâlıktır, âlem mahluktur. Allah fâildir, âlem mef’uldur. Allah râzıktır, âlem merzukdur. Allah kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehdir. Allah muhtardır, istediği vakitte dilediği âlemi vücuda getirir, var eyler ve eğer dilerse yine yok eyler. Bu işi işleyip işlememesinde irade sahibi ancak Allah’tır. Hâlık Teâlâ bu âlemi vücuda getirmeyi murad eyledi. Evvelâ kudret eliyle tabii kanunları buyurdu sonra âlem-i kebîrin cevher-i evveli olan rûh-i evveli halk eyledi. Bu rûh-i evvel tohumdur. Bu tohumda vasat olarak zaman ve mekanı yarattı. Tohum eriyip cûşa geldi, zübdesinden âlem-i ervah halk olundu. Kışrından âlem-i ecsam vücut buldu. Âlem-i ervaha âlem-i melekût, âlem-i emir, âlem-i nurânî, âlem-i latif, âlem-i gayb denildiği gibi mütekabilen âlem-i ecsâma; âlem-i halk, âlem-i zulmânî, âlem-i kesif, âlem-i şuhûd denilir.
Âlem-i ervah mertebeleri tohumla beraber ondörtdür. Âlem-i ecsâmın mertebeleri de tohumla beraber ondörtdür.
Ruh, âlem-i ervah ve bunların mertebelerinin beyanı şöyledir: Ruh, latif cevherdir, cismin muharrikidir, taksim ve tecezzi kabul etmez, âlem-i emirdendir. Belki kendisi bizzat âlem-i emirdir.
Cisim kesif cevherdir; taksim, tecezzi kabul eder; âlem-i halktandır. Belki kendisi âlem-i halkdır.
Allahu Teâlâ âlem-i ervahı mertebeler üzere halk etmeyi murad eyledi. Cevhere nazar buyurdu ol zübde-i nûr eriyip cûşa geldi. Sâfîsinden ilk olarak Fahr-i Kâinat Hz. Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi vesellem Efendimizin ruhunu yarattı. Sonra ulülazim peygamberlerin ruhları, sonra rasûllerin, sonra nebîlerin ruhları, sonra velilerin ruhları, sonra ariflerin, sonra zâhidlerin, sonra âbidlerin, sonra müminlerin ruhları, sonra bâtıl dinde olanların, sonra kâfirlerin, sonra hayvanların, sonra nebatların ruhları halk olundu.
Böylece onüç mertebe üzerine âlem-i ervah tamam oldu. Her bir ruh ile nice bin melâike de halk olunarak âlem-i melekût yaratılmış oldu.
Âlem-i ecsâmın mertebeleri: Rabbü’l-âlemin âlem-i ecsâmı halketmeyi diledi; cevhere nazar buyurdu. Bundan iki âlem zuhura geldi. Nuranî, latîf, öz kısmından âlem-i ervah, zulmânî kesif kısmından âlem-i ecsam meydana geldi. Bu cisimler âlemi de onüç mertebe üzre yaratıldı ve cevherle beraber ondört oldu ki ruhlar âlemindeki mertebelere tekabül etmektedir. Hak Celle ve âlâ cevherin kışrına tecelli buyurarak evvela zübde hülasasından Arş-ı Alâ’yı yarattı. Sonra Kürsî’yi yarattı. Sonra yedinci semâyı yarattı, sonra altıncı semâyı, sonra beşinci, sonra dördüncü semâyı, sonra üçüncü, sonra ikinci, sonrada birinci semâyı yarattı. Sonra ateş unsurunu, sonra hava unsurunu, sonra su unsurunu, sonrada toprak unsurunu yarattı. Böylelikle âlem-i ervâhın ve âlem-i ecsâmın müfredâtı toplamı yirmisekiz oldu.
Kur’an Allah’ın kitabıdır, bu kainat da Allah’ın kitabıdır. Kur’an harfleri yirmisekiz hece harfdir, kainât mertebeleri de yirmisekiz mertebedir.
Kur’an-ı Kerîm’in harflerinin ondördü noktasızdır. Ondördü noktalıdır. Kainat mertebelerininde ondördü âlem-i ervâha ait, ondördü âlemi ecsama aittir.
Âlem-i sagîrin mârifeti: Ârifler bilirler ki Kur’an’daki İsm-i Âzam kainatta insana tekabül eder, onun için insan mazhar-ı kül, âlem-i sagîr ve nüsha-i kübrâdır. Mücahede, mükaşefe ve müşahede erbâbı olan arifler kitap yapraklarındaki sahifelerle birlikte kâinatın mertebelerini, mürekkeblerini ve onların hikmet ve tekâbüllerini okurlar. Sahifedeki satırları herkes okuyabilir, fakat kainattaki mertebelere tekabül ettirerek tam mânâsını anlamak, ancak âriflerin kârıdır. Kainat harflerinin herbirinde nice bin esrâr münderic ve her kelimesinde sayısız mânâ mündemicdir. Kur’an harfleri kainat harflerinin bir delilidir, remzidir. Biri lafız, diğeri mânâdır.Biri şekil,biri ruhtur. Biri ilm-i zâhirle biri ilm-i ledün ile bilinir. Fahri Kainat Efendimiz büyük kainat kitabını okurdu. Onunla meşguldü. Ancak zahir harflerin ümmîsi idi.
Âlem-i ervâhın mertebelerine tekabül eden âlem-i ecsâmın mertebeleri: Âlem-i ervâhın her bir mertebesine, âlem-i ecsâmın mertebelerinden biri tahsis kılındı. Şöyle ki:
Arş-ı Âlâ: Menbâ-i feyz-i Hudâ, Hâtemü’l-Enbiyâ aleyhi ekmelüttehâyâ Efendimizin ibâdetgâhı ve halvethânesi oldu.
Kürsî: Ulül-azm peygamberlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Yedinci kat semâ: Rasûllerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Altıncı kat semâ: Nebîlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Beşinci kat semâ: Velîlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Dördüncü kat semâ: Ariflerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Üçüncü kat semâ: Zâhidlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
İkinci kat semâ: Âbidlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Birinci kat semâ: Müminlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Ateş ve hava unsuru; zındıkların ruhlarına,
Su ve toprak unsuru da; kafirlerin ruhlarına mekân oldu.
Keza hayvanların ve nebâtların cisimleri de, bunlar için makam oldu.
Hülâsâ; kafirler ve zındıklar unsurda ve tabiatta kalmış kimselerdir. Unsurlar makamı ise, esfel-i safilîndir. (En aşağı makam) Aynı zamanda bunlar Vâcibü’l-vücûd hazretlerinin ahsen-i takvim sırrına mazharvemüsemma olarak yarattığı selim tabiatlı insanları Makam-ı Ulyâ’dan, Makam-ı Süflâ’ya indirmeye ve düşürmeye çalışırlar.
İnsan Allahu Zülcelâl Hazretleri tarafından teklifât-ı ilâhiyyeye tâbi tutulmuştur. Hiç bir mevcut başı boş olmadığı ve teklifâttan münezzeh bulunmadığı gibi sorumsuzca da kalacak değildir. Makam-ı esfele düşmüş bir kimse bu makamda tevfikât-ı samedâniyye cümlesinden olarak nefsini ve Rabbini bilirse tekrar makam-ı ulyâya çıkabilir. Ve bu gibi zevât bu urucda (yükselmede) şeriat ehlince insanlar için en yüksek makam diye tarif olunan (Makam-ı Evvellerine) kadar yükselebilirler. Gayretlerinin azlığı, himmetlerinin kısırlığı ve bahanelerinin çokluğu ile nice kimseler makam-ı evvellerine kadar çıkamayıp yolda kalmışlardır. Esasen bu yolda kalma keyfiyyeti olmasa idi, Hâlık Teâlâ tarafından kitapların inzâli, Rasûllerin irsâlı ve muallimlerin talimleriyle, mürşidlerin irşâd-ı hep abes gibi görünürdü. İşte bu minval üzere âlem-i ervâhın ve âlem-i ecsâmın halk olunmasından sonra da sıra ile mâdeniyat, nebâtât ve hayvânât âlemi yaratıldı. Bütün bunlardan sonra Hâlık-ı Zülcelâl Adem (a.s) ile Havva validemizi yaratarak nev’i beşeri, sahâ-yı âleme göndermiş oldu. Her insan için yegâne gâye ve vâzife teklifât-ı ilâhiyyeyi kemâl-i itina ile bi-hakkın yerine getirmeye sayü gayret ve cehd ederek ve bu yolda kalmamaya azmü cezmü kasd eyliyerek makam-ı evveline dahil ve vasıl olmaktır. Acaba yolda kalmamanın çaresi nedir? İnsan, Hâlik Teâlâ’nın vahdâniyyetini Hâtemü’l-Enbiyâ’nın nübüvvetini tasdik edip kendini ve başkalarını aldatmayacak şekilde yasaklardan ictinap ve emirlere intisap ile güzel sıfatlarla muttasıf bulunmalıdır.
Varlık Hakk'ın varlığıdır. Bizim varlığımız Hakk’a nisbetledir, izâfîdir. Biz varlığımızı Hakk’dan alırız. Yıldızların ve ayın ziyâyı güneşten almaları gibi. Bizi tenvir eden yalnız Hakk’dır, Hakk’ın nurudur. Ziyâ-ı ruhumuzu Hüdâ bahşeder, yoksa bizâtihî var değiliz. Hakk’ın varlığı kendinden, halkın varlığı Hâlık’dandır. Bütün kâinatta tek bir vücut zâhirdir. O da Allah’ın vücududur (varlığıdır). Allah’ın vücûdundan (varlığından) başka hiçbir şeyin hakikî vücûdu yoktur. Eşyanın çokluğunda görünen her şey varlığını tek Hakk’tan alır. Allah bu kâinatın bütün zerrelerine kendi varlığını ve birliğini nakşetmiştir. Bu eşyanın hiçbiri yok iken O “bir” olan zat vardı. Var olan işte hep O zâttır. Ve O‘ndan başka da mevcut yoktur. Şânı mutlak O’dur. Senin benim varlığım bir hayal ve gölgeden ibarettir. Var sandığın herşeyin aslı yoktur. Aynaya akseden sûretin aslı olmadığı gibi. Biri vardır ki ezelî ve ebedî olan O’dur. O’ndan başka “var” yoktur. O’da alemlerin Rabbi olan Allah ‘tır.
Bu dünya ve cihan bir varmış bir yokmuş meali arzeder. Yani ezellerin ezelinde bir zat vardı. Ondan başka bir şey yoktu. O Zât’ın bilgisinde, ilminde bu alemin böyle olacağı vardı. Kendi vücudunun nuru ziyâsı ile O zât bu âlemi var eyledi ve bütün mevcutları yoktan var etti meydana çıkardı. O zat yine her anda bütün mevcutları varlıkla yokluk arasında gezdirerek sanatını kudretini gösterir. Şânı mutlak O’dur. Ezellerin ezelinde yok olan bir şey yine yoktur. İsterse var gibi görünsün. Ezelde var olan zat herşeyi kuşatıcı ve kendisinde helak edici manası ile var olandır. İşte yukarıdan beri andığımız varlık ALLAH’tır. Başka vücut başka mevcut yoktur. İşte bu mevcuda bu varlığa iman et. Varlık yalnız O’nundur. Bu varlık mahluka hayy ismi ile tecelli etmiştir, mahlukta hayy ismi ile hayat bulmuştur. Ey Mümin! Varlığını kendinden biliyor isen itikadını tashih et. Perdeler açılmadıkça maksud zâhir olup görülmediği gibi, Hakk’ın varlık vücudu sana nur bahşetmedikçe sen kendini bulamaz bilemezsin. Nurunu güneşten alan ay gibi sen de hayatını Allah’dan aldığını unutma! Ey insanoğlu varlığını kendinden bilip mağrur olma! Varlık senin değildir, sen bir hiçsin. Varlık Allah’ındır. Kendine bir göz gezdir. Sana ait dünyalık ne bulacaksın.
Hayat: İn’âm-ı Hakk’tır
Vücut: Vücud-ı Bâri’dir
Beden: Binâ-i Sübhanî’dir
Ruh: Emr-i İlâhî’dir
Kuvvet: Kudret-i Sübhânî’dir
Bilgi: İlm-i Alîm’dir
Mâl: Mülk-i Mâlik’tir
Güzellik: Bahş-i Yezdân’dır
Servet: Atây-ı Rahim’dir
Ahlâk: Kerem-i Kerîm’dir
Görüyorsun ki elinde bir şey kalmamıştır. Buna senin ilave edeceğin yalnız bir sözün var: “Ya Rabbi ben de seninim. İstersen ihya edersin; dilersen imha edersin.”
Allah cihana hayy ismi ile tecelli etti. Cihan feyzyâb oldu neşv-i hayat buldu. İnsan bu hayat benimdir, dedi. Zavallı insan, “kün” emri ile yok olacağını varlık namına bir şeyi kalmayacağını düşünmedi ki. Ne hilkat ve kanunları ne tabiat ve düsturları. Nâle ve hâlede, aşk ve meşkte, çiçek ve böcekte, gül ve bülbülde, hey ve neyde, dil ve gönülde aradığın hep O, hep O’nun varlığı, hep O’nun zuhurudur, hep Hakk’tır. Tabiat samûttur. Fakat onu dinleyebilirsen dinle. Hilkat sâkittir. Fakat onu okuyabilirsin. Her güzel şeyde O’nun sırrı vardır. Seni cezbeden O’nun sırrı ve O’nun hakîkatidir. Yoksa güzelin kaşı gözü değil. Hak bin yerden tecelli eyler. Kara balçığa et kemik giydirip sonra ona kıymet verip yürüten ve söyleten Allah’ım ete kemiğe gönül adlı ayna verip âşıklarına görünen Allah’ım. Maşukları ile dilsiz, sessiz, sözsüz kelimesiz, gönül lisanıyla konuşan Allah’ım sen ne güzelsin.
Hakk tarif edilemez, tarife sığmaz. Vasıflar kelamlar O’nu tasvir edemez. Kitablar, lügatlar O’nu anlatamaz. Onu daima düşünmek, gönülde O’nu taşımak sûreti ile nisbetini sağla. O’na nisbeti artır. Arif olanlar Allah’ı şöyle bilir Allah zât ile herşeyden âri fakat sıfatlarıyla her şeye sâridir. Allah vücud ile mevcûd, sıfat ile muhît, esmâsı ile mâlum, ef’âl ile zâhir, A’sâr ile meşhuddur. Allah (c.c)’ya böyle iman etmek ne güzeldir. Hülasa: Varlık senin değildir. Hakk’ındır. Feyyaz-ı mutlak O’dur. Varlığa iman et, başını yere koy, aczini bil, ALLAH de! Vesselam.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)