19 Mayıs 2011 Perşembe
ŞEYH MUHAMMET HAZNEVİ
| Kurban Bayramı Vaazı (Divan / Tel-Maruf) |
| Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla sözlerime başlıyorum Alemlerin Rabbi olan Allah´a hamd u senalar, efendimiz Hazreti Muhammed´in âlinin ve ashabının üzerine salât u selâmlar olsun. Burada hazır olan kardeşlerime söylüyorum; cümleten hoş geldiniz. Allah hayrınızı kabul eylesin. Cenâb-ı Allah buraya gelinceye kadar çektiğiniz meşakkatleri size rahatlık olarak versin ve Cenâb-ı Allah´tan istirhamım bizim de sizin de amellerimizi rızasına makuf eylesin. Allah niyetlerimizi tash |
| İstanbul-Fikirtepe Sohbeti |
| Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla sözlerime başlıyorum. Cenâb-ı Allah´a hamd olsun, Hz. Muhammed aleyhisselâtu vesselâma salât ve selâmlar olsun. Daha sonra yüzünüzde iman eserini görüyorum. Yüzünüzde Şeyh hazretlerinin muhabbetinin eserini görüyorum. Bunun için de Cenâb-ı Allah´a çok hamd ve şükür ediyorum. İkinci olarak yine Cenâb-ı Allah´a şükrediyorum ki, her ne kadar Şeyh ks tevazu göstererek söylüyor, her ne kadar Cenâb-ı Allah´a şükür etmekten aciz isem de Cenâb-ı Alla |
| Divan Sohbeti (Tel-Maruf) |
| Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla Allah´a hamd u senalar, efendimiz Hz. Muhammed´in âlinin ve ashabının üzerine salât ve selâm olsun. Bu dünyada insanoğlunun rahatı pek azdır. Genel hayatı meşakkat, yorgunluk, sıkıntı ve kederle dopdoludur. Bu dünya hayatı sebebiyledir ki insanlar ebedi olan, bâki olan ve dâimi olan ahiret hayatını kaçırıyorlar, buna da sebep bu dünya hayatıdır.Değerli kardeşlerim, eğer insanoğlu akıllı insan aklını kullansa ve bir miktar sabretse ebedi rahat, e |
| Almanya Sohbeti 2004 |
| Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla Alemlerin Rabbi olan Allah´a (C.C.) Hamdü senâlar, en fazîletli salavatlar ve en mükemmel teslimler Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa´nın (S.A.V.), âlinin ve âshabının üzerinde olsun. Daha sonra Cenabı Allah (C.C.), şeyhimiz, mürşidimiz, terbiyecimiz, O´na mensub olmakla iftihar ettiğimiz ve bize imdat eden Baz´ul Eşheb Eşşeyh İzzedin Haznevi (K.S.) Hazretlerinden de razı olsun. Ve ben hepinizi hanif olan İslam dininin selamıyla selamlıyorum v |
| Almanya Sohbeti 2001 |
| Rahman ve Rahim Olan Allah´in Ismi Ile Alemlerin Rabbi olan Allah´a hamd-ü senalar, Efendimiz Hz.Muhammed´e alinin ve ashabinin üzerine salat-u selamlar olsun. Degerli kardeslerim, kiymetli misafirler sözlerime baslamadan önce hanif olan, dosdogru olan Islam dininin selamiyla sizleri selamliyorum. Allah´in selami, rahmeti, bereketi hepinizin üzerine olsun. Hepinizi candan, çok samimi bir sekilde kucakliyor ve beni buraya davet eden, bu organizasyonu düzenleyen, bu hayirli ise vesile olan |
| Şeyh İzzeddin´i(k.s) Anma Merasimi Konuşması |
| Rahman ve Rahim Olan Allah´in adiyla konusmama basliyorum; Alemlerin Rabbi olan Allah´a hamd-u senalar, efendimiz Hazreti Muhammed´e aline ve ashabina en faziletli salât ve en mükemmel selâmlar olsun. Degerli kardeslerim, Allah´in fakir ve aciz kulu olan ben; Mevlâ´sinin rahmetine hem hayatta hem mematta muhtaç olan, yarin basina ne gelecek olan olaylardan habersiz, bugünün isiyle mesgul olan, karsinizda bir kardesiniz olarak konusuyorum. Fakat büyük bir izzet ve ikram ile, büyük b |
| Kurban Bayramı Vaazı |
| Rahman ve Rahim Olan Allah´in Adiyla Ey müslümanlar, mübarek kurban bayraminizi tebrik ediyorum. Cenab- Hak hem bize hem size hem Islam Ümmetine bu bayrami, bu yüce firsati, bu münasebeti tekrar tekrar nasip eylesin.Cenab-i Hak bu mübarek bayrami bütün müslümanlarin kelimesini birlestirmeye, daginikligini bir araya toplamaya, düsmanlarinin karsinda bir set olup engel teskil etmeye ye isgal edilmis arazilerini siyonistlerin ve gasp edenlerin elinden kurtar |
HAZNEVİ ADAPLARI
Hacegan Hatmesi
Hatmey-i Hacegan bu tarikat-ı aliyenin en önemli rükunlarından biridir.İçinde çok büyük sırları ve bereketleri barındıran hatmey-i şerif büyük hatme ve küçük hatme olmak üzere ikiye ayrılır.Yüce Allah'a(c.c.) karşı yapılan toplu bir dua,bir yakarış,acziyeti ifade ediş,bir zikir ve tefekkür halidir.Yüce Rasulullah(s.a.v.) Efendimiz kendi meclislerinde sahabeleri ile birlikte bir halka şeklinde otururlardı.Böylece herkes birbirini ve Efendimizi (s.a.v.) rahatça görebilirdi.İşte bu oturuş şekli hatmeninde oturuş şeklidir.
Yüce Allah'ı zikretmek bilindiği gibi,kalbi dünyadan uzaklaştırıp,sadece O'na yönlendirmek ve dünyanın dağdağasından,sıkıntılarından, çirkefli ortamından kurtulup, huzura,saadete,takvaya ve ihlasa bir yol bulmak içindir.Allah'ı (c.c.) anacak kişinin, kendisini etrafının uyarıcı ve oyalayıcı etkisinden kurtarması,kalbi huzuru sağlayabilmesi için büyük önem arzetmektedir.İşte bu sebepten dolayıdır ki hatmey-i şerife başlarken gözlerin kapanması ve bitene kadar kapalı tutulması istenmektedir.Hacegan hatmesine girecek mürid edepli bir şekilde oturur, gözlerini kapar ve 25 defa estağfirullah getirerek tüm günahlarından af diler.Kendi eksikliklerini,hatalarını hatırlar.Yaptığı kulluğun eksikliğini görür.Yüce Allah'ın kapısından başka bir kapı bulunmadığından ve bu kapı umutsuzluk kapısı olmadığından Yüce Rabbisine döner, günahlarından af dileyip,O'nun sonsuz rahmetine dalmak için hazırlanır.
Peygamber Efendimize(s.a.v) velinimetimize,o yüce Habibullah'a salavat-ı şerifeler getirilir.Böylece onun yüce önderliğine,eşsiz yol göstericiliğine ve risaletine bağlılık yenilenmiş,ona olan sevgi ve muhabbet tekrar dillendirilmiş olur.Bu yol onun sünnetine tabi olma,ona uyma,onun ahlakı ile ahlaklanma yoludur.Onun yolunu en güzel bir şekilde,aşkla,şevkle ve ilim-amel bütünlüğü içerisinde yaşayanların yoludur.Onların rehberliğinde,kendi nefsini ıslah etme ve o yüce ahlak hocalarının eli altında kendini eğitme yoludur.Rasulullah'a (s.a.v.) olan beyatı tazeleyen salavat-ı şerifelerden sonra Fatiha-yı şerif suresi okunur.Kur'an-ı Kerim'in ilk suresi olan ve Hamd sureside denilen bu sure ile Yüce Allah'a(c.c.) hamd edilir.O'nun sonsuz rahmetine,müminlere karşı olan özel lütuflarına,herkesi huzurunda toplayıp,hesap soracağına,tüm övgülerin O'na ait olduğuna iman tazelendikten sonra,niyaz makamına geçilip,hidayet talebinde bulunulur.Herkes kendi eksikliklerini aklına getirip,onlardan kurtuluş vesilelerini ve necatını Allah'tan(c.c.) ister.
1 - Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
2- Hamd o âlemlerin Rabbi,
3- O Rahmân ve Rahim,
4- O, din gününün maliki Allah'ın dır .
5- Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!).
6- Hidayet eyle bizi doğru yola,
7- O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil. (Amin.)
2- Hamd o âlemlerin Rabbi,
3- O Rahmân ve Rahim,
4- O, din gününün maliki Allah'ın dır .
5- Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!).
6- Hidayet eyle bizi doğru yola,
7- O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil. (Amin.)
Daha sonra İnşirah suresi okunur.Sekiz ayet olan bu sure pek çok sırları içinde barınıdrmaktadır ve Peygamber Efendimize (s.a.v.) Yüce Allah'ın(c.c.) göstermiş olduğu rahmetin büyüklüğünü bizlere anımsatmaktadır.Bu yüce halkada oturan kişi de Rabbisine yönelir ve O'ndan göğsünü iman,ihlas,takva ve muhabbetle genişletip, nefsin, dünyanın ve meşakketlerinin yükünü almasını,kendisini ezen bu yükten kurtarmasını bu sure vesilesi ile diler.Bilir ve anlar ki alimlerin ve sünneti yaşayanların tarikatı olan bu tarikat onun şanının yüceleceği ve Allah'ın rızasının kazanılacağı yoldur.Elbetteki zorlukları vardır.Fakat samimiyet,ihlas,teslim ve muhabbet sayesinde ona bu yol kolaylaşacaktır.Öyleyse ibadete,sünnete ve adapları yaşamaya canla başla koyulmalıdır ki başarıyı elde edebilsin.
(Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adı İle)
1- Biz senin için (mutluluğun) göğsünü açmadık mı?
2- Senden yükünü indirmedik mi?
3- O senin sırtını ezen yükü.
4- Senin şanını yüceltmedik mi?
5- Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
6- Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
7- O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.
8-Ancak Rabbine yönel.
İnşirah suresinin sonunda 'Ancak Rabbine yönel' ayetinden sonra Yüce RABBİMİZİ en güzel ve en özlü şekilde anlatan, Tevhid sureside denilen İhlas suresi okunarak O'na yönelme pekiştirilmeye çalışılır.Rivayetlerde Kur'an-ı Kerim'in üçte biri olarak nitelenen bu önemli sure ile tevhid inancı kalplerde pekiştirilir.O'nun zatının sevgisi ile dolmak için,O'na yönelinir.
(Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adı İle)
1-De ki; O Allah bir tektir.
2-Allah eksiksiz, sameddir. (Bütün varlıklar O'na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir.)
3-Doğurmadı ve doğurulmadı.
4-O 'na bir denk de olmadı.
Hacegan hatmesinin en sonunda dua ve silsiley-i şerifin okunması vardır.Silsile bilindiği gibi tarikatlarda çok önemli bir yere sahiptir. Peygamber Efendimize(s.a.v.) kadar uzanan bir icazetliler halkasıdır.Onun kitaplarda aktarılamayan,onunla yaşayanlara sirayet eden yüce halinin,nesilden nesile, elden ele,yaşanarak aktarılmış halidir.Yaşayan sünnet ve Halet-i Rasulullahtır(s.a.v). Asr-ı saadetin yansıması ve nurlu kokusunun yayılma alanıdır.Bu yüce insanlar O'nu görmüş,O'ndan ilim almış,sonra diğerine o hali ve ilmi aktarmış,o da diğerine aynısını devretmiş ve bu zamana kadar gelmiş olanların yolunu temsil etmektedirler.Onların isimlerini anmak en yüce bir kadirşinaslık ve büyük bir vefa örneğidir.Onlar velinimettirler.Ümmetin alimlerinin şehadeti ile en seçkin insanlardırlar.Allah(c.c.) onları sevmiştir.Onları sevenleri de sevmektedir.Onların anılması kalplerde bir sevgi doğurmaktadır.Bu yol sevgi olmadan yürünemeyecek bir yoldur.
Dua tamamlandıktan sonra 25 sefer estağfirullah denilerek,günahlardan tekrar tevbe edilir ve daha güzel bir hayat sürmek için gözler açılır.
Küçük hatmede Fatiha ve salavat-ı şeriflerden sonra 'Ya Baki! Entel Baki'' denilerek Yüce Allah zikredilir.tefekkür alemine dalınır.Baki olan Sensin!Sen Baki isen ve bunu bize bildirmişsen ki Yüce Kuran'ın da bu hakikatı bildirdin,biz de buna iman ettik!Ey baki Olan Allah'ım! Sen madem ki varsın ve Baki'sin.Öyle ise bana korku yoktur.Çünkü sana bağlanana beka yolunu açmak ve sınırsız nimetlerinle donatmak Senin şanındandır.Öyle ise ne mutlu bana ve senin yoluna bağlananlara!
Eski bir devirlerde büyük kıtlıklar,bela ve musibetler olduğunda Nakşibendi büyükleri toplanırlar ve sevenlerini de toplayıp,bela ve musibetlerin kalkması için hacegan hatmesini yaparlardı.Bu yüce dua vesilesi ile kurtuluş ararlardı.Artık ahirzamanda olduğumuzdan ve belalar,fitneler her yeri sardığından mümkünse hergün yapılması salık verilmektedir.
Kalb-i Zikir
Bu yüce yolda kalp ile yapılan zikre çok önem verilmiştir.Kalp öyle bir et parçasıdır ki onun ıslahı tüm bedenin ıslahı ve onun fesadı tüm bedenin fesadıdır.İmanın,teslimin, muhabbetin ve marifetin pekişmesi ve kemale doğru gidebilmesi için Allah'ı(c.c.) zikretmenin çok büyük önemi vardır.Namaz ile günde beş defa Rabbinin huzuruna çıkan kul, O'na olan bağlılığını ve sevgisini göstermektedir.Tarikat namazda hasıl olan bu huzur halinin,namaz dışındaki vakitlerde de devam ettirilmesini ve insanın tüm anlarını Yüce Allah'ın(c.c.) hizmetinde ve O'nun huzurunda olduğunun bilincinde geçirmesini arzulamaktadır.Bu makamda Hz.Ali (k.v.) bir dualarında şöyle niyazda bulunmaktadırlar:
' Ey Rabbim, ey Rabbim, ey Rabbim!
Hakkın, kudsiyetin, en yüce sıfatın ve ismin hürmetine senden dileğim şudur: Gece ve gündüzden oluşan vakitlerimi zikrinle canlandır, ve beni kendi hizmetinde tut ve amellerimi kendi indinde kabul buyur; öylesine ki, artık bütün amellerim ve zikirlerim tek zikir şekline dönüşsün ve bütün hallerim senin hizmetinde geçsin. '
Bu yüce makamı elde etmek,gayret göstermeyi ve eğitimi gerektirmektedir.Burada devreye Nakşibendi Sadatları(r.anhüm) girmektedirler.Kalbin eğitilmesinde uzman olan bu zatlar kalbi zikiri önermekte ve tarikatlarında bir usül olarak belirlemektedirler.Kalbe güç veren,insanın Allah(c.c.) ile olan huzurunu artıran,onu gayrete getirip,ihlas sahibi olmasını hızlandıran şey kalbin 'Allah,Allah,Allah' diye zikretmeye başlamasıdır.Bu zikir hali dakika dakika artıp,saatlere yayıldıkça,insan Allah'a(c.c.) daha yakınlaşacak ve makamı daha da artacaktır.Bu talep edilmesi gereken bir durumdur.Kalbin güç kazanması,ciddiyet elde etmesi ve yakine ermesi buna bağlıdır.Hz.Ali(k.v.) yukarıdaki duasına şöyle devam etmektedir:
' Ey Rabbim, ey Rabbim, ey Rabbim!
Uzuvlarımı hizmetin için güçlendir; sana yönelmemde kalbime güç ve sebat ver; senden korkmada ve hizmetini sürdürmede bana öylesine bir ciddiyet ver ki, sana kulluktaki yarış meydanlarında sana doğru koşayım, ve bu yolda mücadele verenler arasında yer alıp hızla sana doğru geleyim, ve sana gönül verenler arasında senin yakınlığına meyil edeyim, ve ihlaslılar gibi sana yakınlaşayım, ve senden yakiyn ehlinin korktuğu gibi korkayım ve indinde müminlerle bir araya geleyim. ... Allah'ım! Ben sana zikrinle yaklaşmak istiyorum, ve seninle senden şefaat diliyorum; ve cömertliğin hakkına beni kendine yaklaştırmanı ve şükrünü eda etmeyi bana nasip kılmanı ve zikrini bana ilham etmeni istiyorum. '
Yüce Allah'ın(c.c.) her isminin ayrı bir manası ve ayrı tecellileri vardır.Her isim kendi mucibince tecelli etmek istemektedir.Rezzak ismi rızık vermeyi Şafi ismi şifa dağıtmayı,Aziz ismi izzetli kılmayı dilemektedir.Rızık isteyen O'nun Rezzak ve Rahman ismine,Şifa isteyen ise Şafi ismine sığınmalı ve bu isimleri çokça anarak,derdine çare bulmaya çalışmalı,Yüce Yaradanına onlarla sığınmalıdır.Kalbi hastalıkların tedavisinde bu isimlerin çok önemi vardır.Dünyada rızık telaşesi içinde olduğundan dolayı ibadet edemeyen ve güç sahiplerinden sanki gerçek rızık vericiler onlarmış gibi korkan bir kişinin kalbi hastadır.Onun kalbine Rezzak-ı Hakikiknin Allah olduğu hakikatı girerse bu hastalıktan kurtulmuş olur.Kalbe bir hakikatın girmesi ve onun kabul edilmesi zaman alan bir durumdur. İnsanın kalbinin bir hakikata inanması, ufak bir çoçuğun bir şeyi öğrenmesi durumuna benzemektedir.Nasıl ki bir çoçuğun herhangi birşeyi öğrenebilmesi için ona defalarca söylemek ve tekrar etmek gerekiyorsa,kalp için de durum aynıdır.Onun için bilmek ayrı bir şeydir,şuur etmek ve inanmak ise ayrı birşey,denilmiştir.Mesela çoğumuz bir ölünün bize zarar veremeyeceğini bildiğimiz halde,onunla aynı odada bir gece yatamayız.Oysa o canlı değildir ve hiçbirşeye gücü de yetmemektedir.Fakat kalp bu hakikatı bildiği halde onun şuurunda olmadığından insan korkmaktadır.Bu korkudan kurtulmak için kalbe bunun zarar vermeyeceğinin öğretilmesi ve inandırılması gerekmektedir.Bunun için tekrar ve tekrar bunun söylenmesi ve amel edilmesi gerekmektedir. Allah-u Teala'nın isimlerinin teceli etmesi ve kalbe yerleşmesi de uğraşmayı,amel etmeyi ve tekrar tekrar isimleri ihtiva ettikleri manaları da düşünerek söylemeyi ve kalpte pekiştirmeyi gerkmektedir.Nakşibendi-haznevi Sadatları burada da üstün anlayışlarını sergilemiş ve İsm-i cami olan Allah ismini müridlerine ders olarak vermişlerdir.Allah ismi tüm esma-ül hüsnayı içinde barındırmaktadır.Dolayısı ile onu vird olarak çeken kişi hangi kalbi hastalığa müptala ise,o isim tecelli etmekte ve ona şifa vermektedir.İnsan Yüce Allah'a sığınmalı ve kendisini de zikir ehlinden kılması için dua etmelidir.Ariflerin yolunda gitmek ve onlara benzemeye çalışmak en büyük saadetlerden birisidir.Hz.Ali(k.v.) duasının bir bölümünde bu hakikatı şöyle belirtmektedir:
' Ey ariflerin en yüce arzusu! Ey dileyenlerin imdadına yetişen! Ey sadık kalplerin dostu! Ve ey alemlerin ilahı !
Ey ismi deva, zikri şifa ve itaati zenginlik olan! Sermayesi ümit ve silahı ağlamak olan bana merhamet eyle. ... '
Rabıtay-ı Şerif
Şeyh İzzeddin Hazretleri (k.s.) bizim yolumuz sahabenin (r.anhüm) çoğunun üzerinde olduğu haldir,diyerek önemli bir hususa dikkat çekmiştir.Sahabeler Peygember Efendimize (s.a.v.) aşık olmuşlardı.Öyle bir halde idilerdi ki O'ndan ayrı kalmaya dayanamıyorlardı.O hiç akıllarından çıkmıyordu.O'nun hayali hep gözlerinin önündeydi.Bu hayal ediş O'na olan bağlılıklarını daha da pekiştiriyordu.O'nunla olmadıkları zamanlarda da sanki O'nunla beraberdiler.Hayal alemlerini hep O süslüyordu.O'nunla yaşadıkları hatıralar,O'nun anlattıkları,tavsiyeleri hep gözlerinin önündeydi.Bu halet-i ruhiye içinde olduklarından dolayı tüm dünyaya İslam'ın yayılmasında vesile oldular.Gökyüzünde yol gösteren yıldızlar gibi yeryüzünde yaşayanlara ilham kaynağı oldular.
Yüce Nakşibendi sadatları sahabelerdeki(r.anhüm) bu hali çok iyi anlamış ve bu halin insanın kemallere kavuşmasındaki önemi gördüklerinden tarikatlarında bir usül olarak,bunu yerleştirmişlerdir.İnsanın ruhunda olan bu hayal yeteneği iyi bir şekilde işlenebilirse,onu motive edici bir güce dönüşür.Bu öyle bir güçtür ki sahabeler bu sayede yücelmişlerdir.Eğer insan bir Allah dostu alim zatı bu şekilde sever,onun halini,onunla yaşadıklarını,onun sohbetlerini sürekli düşünürse,bu onda azim melekesinin gelişmesini sağlar.Onu harekete geçirir.Kendisini nurlanmış olarak hissetmesini sağlar.Saygın bir şahsiyeti hayal etmek,nefiste saygın olma azimini,ona benzeme aşkını doğurur.Örnek almak,numune insanlara bağlanmak ve onlardan istifade etmek, ancak onları sevmek ile olabilir.Sevgi ise paylaşımdır.Kendi dünyasını karşısındakine açmaktır.Rabıta ile insan kendi iç alemini,düşüncelerini,sevgisini ve hayallerini Allah için sevenlere açmaktadır.O'nun dinin yücelteni,kendi içinde yüceltmek, onu düşünmek,nurlu yüzünü anımsamak,yaşayan sünneti görmek ve nuru kendi üzerine çekmek demektir.Bu fiili bir duadır.Bu hal, Allah'tan bu yüce zatların yolunu gerçekten yaşamayı ve onlara benzemeyi dilemektir.Onlarla farklı bedenlerde olmamıza rağmen tek bir ruh olmak demektir.Bu sahabenin sünnetidir.Onların yaşadığı haldir.Bu tarikat vesilesi ile bu sünnet ve bu aşk yolu yaşamaktadır.Şeyh Ahmed Haznevi(k.s.) bizim yolumuz iki esas üzerindedir buyurmuştur.Birincisi Kur'an ve sünnete tabi olmaktır. İkincisi ise bu yola ve bu yolu temsil eden mürşide ihlas,muhabbet ve teslim ile bağlanmaktır.
Kur'an- Kerim Okumak ve Teheccüd Namazı Kılmak
Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimi ve velî İbn-i Âbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kur'ân-ı K erîm, Kadir gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmi üç sene sürmüştür. Tevrât, İncil ve bütün kitaplar ve sahifeler ise, hepsi birden, bir defâda inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mûcize değildi. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildiler.Kur'ân-ı K erîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir."
İlahi Kitabımız ilk indiği zamandan günümüze kadar güzelliğini,yüceliğini ve tüm üstünlüklarini korumakta ve hidayet dağıtmaya devam etmektedir.İslam ümmeti ondaki hakikatın değerini bilip,ona bağlandıkça yükselmiş,ondan uzaklaştıkça da gerilemişlerdir.Selef alimlerinin ve onların izinden giden sadatların(r.anhüm) ona bağlılıkta gösterdikleri çaba her zaman takdire şayan olmuştur. Mısır'da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Kur'ân-ı K erîm âlimlerinin durumunu sorduklarında; "Onlar bu yolda dizlerini çürüttü. Ömürlerini ve bedenlerini bu yolda harcadılar. Böylece Kur'ân-ı K erîm ilmine sâhib oldular. Bu ilme vâkıf olabilmek için, bu kadarla kalmadılar. Dudaklarında kan kalmadı. Göz yaşları sel olup aktı. Kur'ân-ı K erîm ilmini onlar böyle buldu. Hidâyete eren bunlar oldu. Îmânlarını emniyet altına bunlar aldı." cevâbını ver miştir.
Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kur'ân-ı K erîm okumak, Allahü T eâlâ ile tekellüm (konuşmak) olur." O'nun huzuruna,O'nun kelamını vesile kılarak çıkmak,rahmeti celbetmekte ve insanın kalbi feyiz ve bereketle dolmaktadır.Kur'an-ı Kerim şifadır.Şifa dağıtmakta ve hasta kalplere deva olmaktadır.Bundan dolayı Nakşibendi Sadatları kendi bağlılarından her gün bir cüz Kur'an okumalarını istemişlerdir. Mekke-i M ükerremenin büyük âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Anlayarak ve düşünerek Kur'- ân-ı K erîm okumaktan daha fazla kalbleri incelten, rikkate getirip hüzne sevkeden bir şey yoktur." Hz. Ebû Ümâme radıyallahu anh, ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i:"Kur'an okuyunuz. Çünkü Kur'an, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçı olarak gelecektir" buyururken işittim, demiştir
Resûlullâh (sav)'in şöyle buyurduğu Ebû Hüreyre (ra)'den rivâyet olunuyor:
Allahu Teâla buyurdu ki:
Her kim benim velilerimden bir veliye düşmanlık ederse, şüphesiz ben ona i'lân-ı harb ederim. Benim kulum, üzerine farz ettiğim şeyden daha sevgili hiç bir şey ile bana tekarrüb edemez. Bir de kulum nevâfil ile bana peyderpey tekarrüb ede ede nihâyet öyle bir hâle gelir ki, ben onu severim. Onu sevdiğim vakitte de onun işitmesine vâsıta olan kulağı, görmesine vâsıta olan gözü, tutup yakalamasına vâsıta olan eli, yürümesine vâsıta olan ayağı, (anlamasına vâsıta olan kalbi, söylemesine vâsıta olan dili) olurum. Öylesi benden (bir şey) isterse muhakkak veririm. Bana sığınırsa, onu hıfz ve siyânet ederim.
Ebû Hüreyre (r.a.)'dan rivayetle, o dedi ki: "Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:"Rabbimiz Azze ve Celle her gece dünya semasına iner. Gecenin son üçte birlik vakti kalınca şöyle buyurur: "Her kim bana dua ederse, ona icabette bulunurum. Kim de bir şey isterse, ona (istediğini) veririm. Her kim de bağışlanmak isterse, onu bağışlarım . Yüce Allah' ı n: "Her kim bana dua ederse, ona icabette bulunurum" sözü hakkında bir açıklama yapan İmam Kurtubî (rah.a): "el-Mufhem" adlı kitabında şöyle diyor: "Allah Azze ve Celle'nin bu sözü, hak olan bir vaadi olup, doğruluğu şüphesizdir. "Allah'tan ahdini (sözünü) kim daha çok yerine getirebilir ki .'
Hz. Ömer İbnü'l–Hattâb' ı n torunu Sâlim'in, babası Abdullah İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:"Abdullah ne iyi adam! Keşke bir de gece namazı kılsa!" buyurdu. Sâlim diyor ki:O günden sonra Abdullah geceleri pek az uyurd u.'
Hz. Abdullah İbni Selâm radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:"Ey insanlar! Birbirinize selâm veriniz, yemek yediriniz, insanlar uyurken geceleyin namaz kılınız. Böyle yaparsanız selâmetle cennete girersiniz."
Hz. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:"Ramazandan sonra en faziletli oruç, Allah' ı n ayı olan muharremde tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz da gece namazıdır."
Hz. Câbir radıyallahu anh şöyle dedi: ' Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i:"Geceleyin öyle bir zaman vardır ki, müslüman bir kimse o zamana rastlayıp Allah'dan dünya ve âhirete daair hayırlı bir şey dilerse, Allah ona dilediğini verir. Bu her gece böyledir" buyururken dinled im.'
HAZNEVİ AİLESİ
Haznevi ailesi İslam âlemi içersinde mümtaz ve son derece farklı bir konuma sahip, büyük alimlerden, fazilet sahibi ariflerden, insanları irşad eden hikmet sahiplerinden, takva kutbu irşad edici büyük salih zatlardan oluşmuş bir ailedir. Onlar bu özellikleri ile hem öncü ve örnek olup hem de aziz olan İslam dininin yükselmesine vesile olmuşlardır. Bu Yüce Allah'ın onların şahıslarında İslam âlemine sunduğu bir lütuf ve hamdi gerektiren bir ikramdır.
Bilindiği gibi 'sünnetullah' Allah-u Teala'nın âlemde geçerli olan yasalarını ve tasarruf şeklini bize gösteren ilahi nizamın uygulanış şeklidir. O'nun sünnetinde herhangi bir değişiklik yoktur. Zamanın geçmesi, mekânların değişmesi ilahi düzeni ve onun yasalarını değiştirmez. Aziz olan Kur'an-ı Kerim'in surelerinden birisinin ismi bilindiği gibi 'Al-i İmran' suresidir. Bu surede İmran ailesinin alemlere üstün kılındığı tüm insanlara duyurulmaktadır.
Bilindiği gibi Hz.İmran son derece dindar, insanları hak dine davet eden, önder ve büyük bir şahsiyetti. Yıllarca İsrailoğulları arasında ilahi dini yaydı, iyiliği emir ve kötülüğü nehiy eyledi. Onun Yüce Allah'a olan bu bağlılığı, bu yakınlığı ve bu takvası feyz ve bereketleri kendi üzerine çekti. Bu öyle bir bereket idi ki nesline de yansıdı. Onun ihlası ve samimiyeti kendi neslinden dünyanın en hayırlı dört kadınından biri olacak olan Hz.Meryem'in dünyaya gelmesi şeklinde tecelli etti. Bu tecelli öylesine kuvvetli idi ki bununla da kalmadı. Ulul-azm peygamberlerden biri olan Hz.İsa (a.s) da bu yüce anneden dünyaya teşrif ettiler. Bu yüce Rabbimizin tecelli eden sünnetullahı idi. O dilediğini hesapsızca rızıklandırandır. O yaptığından hesaba çekilmeyendir. O alemlerin Rabbidir. Bu bereket sadece İmran ailesi ile sınırlı değildir. Kur'an'ı Kerim'e ve hadisi nebeviye (a.s.) baktığımızda Al-i İbrahim'in de aynı nimet ile bereketlendiğini görmekteyiz.
Tüm namazlarında müminlerden, namaz sonunda bir vefa numunesi olarak aynı bereketin Al-i Muhammed (a.s.)'in üzerine de indirilmesini istemelerini okunan salli / barik dualarından, salavat-ı şerifelerden anlamaktayız. Bu kabul olmuş bir dua ve tecelli etmiş bir sünnetullahtır. Evliyaların ekserisinin, tarikat pirlerinin çoğunun, dini tecdid eden mehdi misal alimlerin büyük bir kısmının ehl-i beyten oldukları tarihin şahit olduğu bir durumdur. Bu ilahi tedbir halen yürürlüktedir. Kim böylesi bir ihlasa yaklaşır, tam bir samimiyet ile Kuran ve sünnete yapışırsa onun da neslinden böylesi büyük şahsiyetlerin çıkması kaçınılmazdır. Bu Allah'ın (c.c.) fazlı ve Rasullullah (a.s.)'ın bereketidir.
Haznevi mürşidleri hem tertemiz nesillerinin bereketi ve hem de gerek Şeyh Ahmed (k.s.) ve gerekse diğer mürşidler olan Şeyh Masum (k.s.), Şeyh Alaaddin (k.s.), Şeyh İzzeddin (k.s.) ve Şeyh Muhammed (k.s.)'nun ihlasları ve kâmil imanlarının bereketi ile bu davayı seksen yıldır omuzlamış ve bugünlere kadar getirmişlerdir. Onlardan bahsetmek ve onların makamlarını anlayabilmek bizim gibilerin harcı değildir. Fakat tamamına ulaşılamayan bir şeyin tamamını terk etmek de uygun görülmemiştir.
Tasavvufi anlayışları Kur'an ve sünneti en güzel bir şekilde anlayarak yaşamak ve yaşatmak, yüce Rasul'ün (a.s.) sünnetini toplumlarda ihya etmek, bidatlardan kaçınmayı sağlamak, gerçek muhabbete ve muhabbetle ibadet etmeye muvaffak olmak, yakin bir imanı elde etmek olan bu büyük zatlar, sayılan bu amaçlara ulaşmak için dünyevi siyaset ile uğraşmamışlar, yöneticilerle düşüp kalkmamışlar, alimin ve ilmin izzetini korumuş ve insanların mallarını toplama peşinde koşmamışlardır. Onlar insanların imanlarını kurtarmaya çalışmışlardır. Hakikatin parlak yüzüne herhangi bir lekenin bulaşmaması, sadece hakkın gözükmesi ve alabildiğince güzelliğiyle zuhur etmesi için mum misal hayatlarını yakmış, gösterdikleri azami ve akıllara durgunluk veren çaba ile insanları aydınlatmış ve durmaksızın hizmet etmişlerdir.
Her tabakadan, sınıftan, ırk ve milletten insanla ilgilenmiş, onları herhangi bir şekilde dışlamamış ve takvayı asıl üstünlük vesilesi olarak tutmuşlardır. Müslümanlara karşı son derece şefkatli, anlayışlı, azami derecede onlarla ilgili, küfür ehline karşı ise izzetli bir tebliğ edici ve hakkı duyurucu bir önder konumunda olmuşlardır. Onların eli ile pek çok gayr-ı müslim hidayet bulmuş, iman nuru ile şereflenmiştir. Pek çok hıristiyan cemaatı müslüman olmadıkları halde onların büyük zatlar olduklarını kabul ettiklerini ve onlardan bereket umduklarını dile getirmişlerdir. Onlar İslam'ın sapasağlam ve yıkılmaz birer kalesi olmuşlardır.
Büyük o kimsedir ki kendi düşmanlarına dahi kendisini kabul ettirir. Haznevi mürşidleri öylesi zatlardırlar ki İslam dünyasının pek çok yerinde etkin ve tesirli olan, tasavvufa soğuk bakışlarıyla tanınan selefi alimleri tarafından dahi, yüce ve üstün zatlar, Kur'an ve hadis ehli mürşid ve alim kişiler olarak kendilerini kabul ettirmişlerdir. Onların vesilesi ile pek çok selefi alim tasavvufa karşı olan katı tutumlarından vazgeçmiş ve İslam'ı en güzel yaşama biçimi olan bu yola karşı eski tavırlarından vazgeçmişlerdir.
Şeyh Ahmed (k.s.) hayatta iken; 'Üç oğlum var. Üçü de kâmil-i mükemmel zatlardır. Benden sonra sırayla yerime geçsinler.' diye buyurarak; Şeyh Masum (ks) Şeyh Alaaddin (ks) ve Şeyh İzzeddin (ks) hazretlerine işaret etmiş ve dediği gibi kendisinden sonra sırayla bu zatlar irşat makamına oturmuşlardır. Şeyh Muhammed (ks) hazretleri için de 'O bizim şanımızı yüceltecektir.' buyurmuş ve yapacakları irşadın muazzamlığını ve makamlarının yüceliğini onaylamışlardır.
Bu zatlar tüm insanlık içindirler. Onların bereketi herkese şamildir. Arif olan için bir işaret dahi yeterlidir buyurulmuştur. Yüce Rabbimiz bizleri kendisini ve dostlarını sevenlerden eylesin ve bu büyük zatlardan ve bereket ve sırlarla dolu Haznevi mürşitlerinden ayırmasın. Allah (c.c.) muttakilerle beraberdir.
Arabayı Kurtarıdılar
Seyda Hazretlerini ziyaretten dönüyorduk vakit geceydi. Bir ara uyuklamaya başladim. Aniden gözlerimi açtim, baktim ki araba uçuruma dogru gidiyor, şoförümüz uyuyor. Birden arabanin bir tarafinda Şeyda Hazretlerini diger tarafinda Gavs Hz.lerini gördüm. Arabayi tutup yola düzgünce birakip kayboldular. Sarsintiyla uyanan arkadaşlar ne oldugunu anlayamadilar. Büyük zatlarin yardimiyla mutlak bir kazadan kurtulmuştuk.
Felçli Çocuk
* Seyda Hazretlerinin kucagina 5-6 yaşlarinda bir çocuk verdiler. Solgun, halsiz, dili dişari sarkmiş olan çocuk muhtemelen felçliydi. Mübarek çocuga bir şeyler söyledi, tebessüm etti. Bir müddet sonra çocugu yanindakilere uzatti. Herkes sararmişti. Çocuk canlanmişti, kollarini ellerini oynatiyordu. Yakinlari çocugu birbirine veriyor sonsuz bir şekilde seviniyorlardi.
Caminin üzerinde nurdan bir halka
* Hanım arkadaşlarla Şeyda Hazretlerini (k.s.) ziyarete gitmiştim. Bayanlar gece otururken arkadaşım beni pencereye çağırdı. Gördüğüm manzara olağanüstüydü: Caminin üzerinde gövde kalınlığında camiyi kuşatmış şekilde nurdan bir halka ve halkanın tam ortasında gökyüzünde dolunay. Herkesin gördüğü bu manzara bir saat sürdü ve mübareğin camiyi terketmesiyle aniden kayboldu
O şirkete geçme perişan olursun.
* Şeyda hazretleri (k.s,) Gökçeada'da iken zor şartlar altinda bizi kabul etti. Ortami uygun olmayan bir şirkette çalişiyordum. Muhafazakar bir şirketten teklif geldi. Mübarege anlattim, nasil çalişma olacagini izah ettim. Sordular: Hesaplari kim tutacak, teminat istenecek mi? Ben güven esasina göre çalişacagimizi söyleyince "Zamanimizda dogru tüccar yok ki, hepsi zarar ettik der" buyurdu. Ben de biliyorum dedim. Mübarek: "O şirkete geçme perişan olursun." dedi. Bu sözleri 1984 yilinda söyledi. Ben de girmedim. Daha sonra 1989-1990 yilinda başka bir Islami usulle çalişan şirket kuruldu, izin almak için Mübarege gittim, mesaisinin agir oldugunu, ticaret yapildigini söyledim. "Sen bayan olmayan yerde çaliş, ticaret kolaydir." buyurdular. O şirkete geçtim, iş hususunda hiç zorluk çekmedim, tek başina yüzlerce kişinin yapacagi işin altindan kalkabildim. Bu arada kar-zarar ortakligi yapilan müteşebbislerin hepsi zarar beyan ettiler. Bunlarin içinde islami yönü çok kuvvetli olarak bilinenler de vardi. Ben mübaregin dedigini 10 sene sonra anlamiştim. Bu birinci kerameti idi. Ikincisi ise en karmaşik işlerde dahi duasinin bereketiyle başarili olmamdi. * Şeyda hazretlerinin (k.s.) Ankara'ya teşrif ettikleri zamandi. Binlerce kişi bulundugu yerde toplanmiş tevbe ediyorlardi. Ben de siram geldiginde elini tuttum, tevbeye başladim, sonra başimi kaldirip bakinca hayretler içinde kaldim. Orada o zatin yerinde sadece ve sadece bembeyaz bir görüntü vardi. Tövbe bittiginde tekrar bakinca eski haliyle gördüm.
Diyar Bakıra Git
* Ayağımda rahatsızlık vardı. Şeyda hazretlerine (k.s.) söyledim, Diyarbakır'a gitmemi söyledi. Ben de bulunduğum yerde halletmeye çalıştım. İlaç aldım, tabii ilaç yapanlara gittim, ne yaptıysam iyileşmedi. En sonunda Diyarbakır'a gittim ve hastalığım iyileşti.
Dİli Açılan Çocuk
* Bir gün dili tutulmuş bir fakih getirdiler. 7-8 gün devamli gezdi. Bir ara bir otobüs gelmişti. Bu fakih şoförü gözlemeye başladi, aniden şoförün yanina geldi. "Dur gitme" dedi. Daha başka kelimeler de söy-ledi. Babasi duyunca çok sevindi. "Bize son çare olarak buraya gelmemizi söylemişlerdi. Çok şükür oglumun dili açildi." dedi. Gadir köyünden Diyarbakır'a alış-veriş için Seyda hazretleriyle (k.s.) getmiştik. Günlerden cuma idi. Cuma namazımızı camide kıldık. Bir ara Şeyda hazretlerini (k.s.) tamemen kaybetmiştim. Namaz bitince baktım iki saf Önümde duruyor. Sen burada yoktun deyince buradaydım dedi, ben de seni burada göremedim dedim. Ertesi gün köye doğru kamyonla yola çıktık. Yolda araba arızalandı. Şoför yedek parça için Kozluğa gitti. Biz de bir köprü altında beklemeye başladık. Bir ara bir pikap geldi, köprüye 1-2 metre kala lastiği patladı. Ben Şeyda hazretlerine (k.s.) söyleyince köprünün altından çıktı. Pikaptakilerle tanıştık. Onlar Şeyh Seyda-i Ceziri'nin (k.s).evlatlarıydılar. Birisi de Şeyh Nurullah Ceziri (k.s.) idi. Şeyda hazretleriyle birlikte oturdular, sohbet ettiler. Birbirlerine sen benim arabamı bozdun, hayır sen benim arabamın lastiğini patlattın diye latife yaptılar. Arabalar tamir edildikten sonra biz Gadir köyüne döndük, onlarda Hz. Veysel Karani'ye gittiler
Müslüman olan Turist
* Seyda hazretleri (k.s.) birgün Hatme-i Hace-gan'dan çıkmış, caminin Önünde sofiler ziyaret ediyordu. O sırada sırt çantasıyla birlikte yabancı olduğu anlaşılan bir kişi yaklaştı, ziyaret etti, mübarek tebessüm ederek: "Hoşgeldin" dedi. Yabancının ne dediğini anlamadık, birisi tercüme edince Nemrut'u ziyaret için geldiğim, yarın oraya gideceğini söyleyince Şeyda hazretleri (k.s.) dönüşte yine buraya gel dedi, o da söz verdi. Üç gün sonra geri döndü. Şeyda hazretlerini görünce yanına gitti "ben sana söz" dedi. Mübarek tebessüm ederek "hoşgeldin, biz gidip namaz kılacağız, sana namaz yok sen camiye gelme burada kal" dedi. Biz ikindi namazım kıldık, hatmemizi yaptık dışarı çıktık. Yabancı kişi "İslam başka" diyerek kapıya koştu, camiye girdi. Şeyda hazretlerinin (k.s.) önünde ağ-lıyarak tercüman aracılığıyla kelime-i şehadet getirdi ve müslüman oldu. Bir hafta kaldı, islamiyeti öğrendi, temsil yetkisi alarak İngiltere'ye döndü.
SEYDA HAZRETLERİNİN HAYATI1 -Seyyid Muhammed Raşid d-Hüseyni 2 -Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni 3 -Seyyid Muhammed 4 - Seyyid Ma ruf 5 -Seyyid Tahir 6 -Şeyh Seyyid Kal 7 -Seyyid Hace Ebu Tâhir 8 -Seyyid Said Ebu l-Hayr 9 -Seyyid Ali 10-Seyyid Halil 11-Seyyid Hasan 12-Seyyid Mahmud 13-Seyyid Ali 14-Seyyid Taceddin 15-Seyyid Kasım 16-Seyyid İdris 17-Seyyid Ca‘fer 18-Seyyid Kasım 19-Seyyid Kemaleddin 20-Seyyid Ebu Firas 21-Seyyid Fellâh 22-Seyyid Muhammed 23-Seyyid Taceddin 24-Seyyid Ebu Firas 25-Seyyid Maceddin 26-Seyyid Muhammed el-Mağfur Ebu Firas 27-Seyyid Şerafeddin 28-Seyyid imam Ali 29-Seyyid İmam Hüseyni (r.a.) Dedesi Seyyid Muhammed (k.s.) medreselerde yetişmiş çok büyük bir alimdi. Hüsn-ü hat sanatinda çok mahirdi. Hazret‘e intisab etmiş, Nakşibendi halifesi olarak icazet ve hilafet almişti. Fakat kendisi şeyhine "Sizin sagliginizda kendi halifeligimi açikliyamam, sizden sonraya kalirsam, açiklanmasini birisine vasiyyet edersiniz. Aksi takdirde sizin yaşadiginiz devirde ben mürşidim ben şeyhim diyemem, lütfen beni gizleyiniz" diye rica etmişti. Şeyhinden önce vefat ettigi içinde halifeligi açiktan ilan edilmeyip gizli kalmiştir. Babası olan Gavs hazretlerini Seyyid Muhammed‘in vefatı üzerine Seyyid Maruf (k.s.) (Seyda hazretlerinin dedesinin babası) büyütmüştür. Gavs hazretleri Siyanüs seyyidlerinden olan Fatime Validemizle evlenmişler, bu izdivaçtan Seyyid Muhammed (k.s.), Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) ve Seyyid Zeynel Abidin isimlerinde üç oğlu ile Halime ve Hatice isminde iki kızı olmuştur. Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir. İlk zevcesinin teşvikiyle evlendiği Taruni köyünden Seyyide olan ikinci hanımı Sıdıka Va-lidemizdende Şeyda hazretlerinin diğer kardeşleri, Seyyid Abdülbaki (k.s.), Seyyid Ahmed, Seyyid Abdülhalim, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver ile Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye adlı kızkardeşleri olmuştur. Seyda hazretleri 2 yaşlarında iken Seyyid Maruf vefat edince Gavs hazretleri evini Siyanüs köyünden Taruni köyüne taşıdı. Burada 13 sene kaldılar. Daha sonra mürşidi Ahmedi Haznevi‘nin (k.s.) izniyle Bilvanis köyüne hicret ettiler. Şah-ı Hazne Şeyda Hazretlerini 9 yaşındayken görür. Yüzü aydınlanır. İleride çok sofileri olacağını belirtir ve Allah‘a şükrederek "Biz onun cemaatında bulunamazsak da, o çok kalabalık cemaatın çobanını görmek te büyük bir nimettir" derler. Şeyda hazretleri (k.s.) bu köyde yine Seyyide olan Sekine Validemizle evlenmişlerdir. Bu evlilikten Seyyid Fevzeddin, Seyyid Abdülgani, Seyyid Taceddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdurrakib isimli oğulları ile Haşine, Muhsine, Hasibe, Rukiye, Münevver, Mukaddes, Mümine ve Hediye isimli kızları dünyaya gelmiştir. Gavs hazretleri Bilvanis köyünde 6 sene kaldıktan sonra Seyda hazretleriyle birlikte Bitlis‘in Kasrik köyüne taşındılar. Burada 11 sene kaldıktan sonra Siirt‘in Kozluk kazasının Gadir köyüne hicret ettiler. 9 sene (Burada iken vatan görevini önce acemi birliği olan Manisa‘da, sonra Diyarbakır‘da tamamladı) kaldıkları Gadir‘den hayatının sonuna kadar ikamet edecekleri Adıyaman ilinin Kâhta kazasının Menzil köyüne yerleştiler. Babası Gavs hazretleri l Haziran 1972 yılında vefat edince başhyan irşad görevi 21 sene 4 ay 19 gün devam etmişti. Şeyda Hazretleri babasının vefatında buyurdular: "Allah (cc) Resulüne "Biz seni alemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey için göndermedik. Allah Rasûlünün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü. Benim babam da Allah Rasûlünün varislerindendir. Ben onun Allah yolunda insanları irşad ve ilimle uğraştığına şahidim. Biz onu Allah yolunda olduğu için seviyorduk. Babam vefat etti. Nakl-i mekan etti. Allah Hayy‘dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah‘a... herşey fanidir." 1968 yılında halifelik icazetini alan 1972 yılında irşad görevine başlayan Şeyda hazretlerinin (k.s.) yurtiçinden ve yurdışmdan aşırı ziyaretçisinin gelmesi 18.7.1983 tarihinde Çanakkale‘nin Gökçeada ilçesinde mecburi ikametine yolaçmıştır. Önce Adıyaman‘a, sonra Adana‘ya oradanda Gökçeada‘ya götürülen Şeyda hazretleri çektiği sıkıntı ve adanın havasının, sıhhatini etkilemesi sonucu 30.1.1985 tarihinde Ankara‘ya nakledilmiştir. Burada da 16 ay gözetim altında tutulduktan sonra Merkezi idarenin müsadesiyle tekrar Menzil‘e dönmüştür. Tekrar tebliğ ve irşad hizmetinedevam ederken 1991 yılının Ramazan Bayramı bayramlaşması sırasında içersine zehirli böcek ilacı çekilmiş şırıngayla suikast yapılmış, eline isabet eden zehir etkisini göstermiş, acil müdahaleyle hastaneye yatırılan Seyda hazretleri (k.s.) hayati tehlikeyi atlatmış, fakat elinin üstündeki ve içindeki yaralar sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir. Şeker, damar sertligi, tansiyon ve romatizma hastaliklari nedeniyle uzun yillar tedavi gören Seyda hazretlerinin ölümünden bir yil önce ayagi kirilmiş çektigi izdiraplarina bir yenisi eklenmiş, fakat irşad faaliyetleri kesintisiz devam etmiştir. Romatizma sebebiyle her yaz gittiği Afyondaki kaplıcalardan Ankara‘ya dönüşünden bir kaç gün sonra 22.10,1993 Cuma günü cuma namazından önce 63 yaşında Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur. Vefat haberini alan onbinlerce bağlısının katılımıyla ertesi gün Menzilde babasının yanı başında toprağa verilmiştir.
SEYDA HAZRETLERİNİN HAYATI1 -Seyyid Muhammed Raşid d-Hüseyni
2 -Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni
3 -Seyyid Muhammed
4 - Seyyid Ma ruf
5 -Seyyid Tahir
6 -Şeyh Seyyid Kal
7 -Seyyid Hace Ebu Tâhir
8 -Seyyid Said Ebu l-Hayr
9 -Seyyid Ali
10-Seyyid Halil
11-Seyyid Hasan
12-Seyyid Mahmud
13-Seyyid Ali
14-Seyyid Taceddin
15-Seyyid Kasım
16-Seyyid İdris
17-Seyyid Ca‘fer
18-Seyyid Kasım
19-Seyyid Kemaleddin
20-Seyyid Ebu Firas
21-Seyyid Fellâh
22-Seyyid Muhammed
23-Seyyid Taceddin
24-Seyyid Ebu Firas
25-Seyyid Maceddin
26-Seyyid Muhammed el-Mağfur Ebu Firas
27-Seyyid Şerafeddin
28-Seyyid imam Ali
29-Seyyid İmam Hüseyni (r.a.)
Dedesi Seyyid Muhammed (k.s.) medreselerde yetişmiş çok büyük bir alimdi. Hüsn-ü hat sanatinda çok mahirdi. Hazret‘e intisab etmiş, Nakşibendi halifesi olarak icazet ve hilafet almişti. Fakat kendisi şeyhine "Sizin sagliginizda kendi halifeligimi açikliyamam, sizden sonraya kalirsam, açiklanmasini birisine vasiyyet edersiniz. Aksi takdirde sizin yaşadiginiz devirde ben mürşidim ben şeyhim diyemem, lütfen beni gizleyiniz" diye rica etmişti. Şeyhinden önce vefat ettigi içinde halifeligi açiktan ilan edilmeyip gizli kalmiştir.
Babası olan Gavs hazretlerini Seyyid Muhammed‘in vefatı üzerine Seyyid Maruf (k.s.) (Seyda hazretlerinin dedesinin babası) büyütmüştür. Gavs hazretleri Siyanüs seyyidlerinden olan Fatime Validemizle evlenmişler, bu izdivaçtan Seyyid Muhammed (k.s.), Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) ve Seyyid Zeynel Abidin isimlerinde üç oğlu ile Halime ve Hatice isminde iki kızı olmuştur. Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir. İlk zevcesinin teşvikiyle evlendiği Taruni köyünden Seyyide olan ikinci hanımı Sıdıka Va-lidemizdende Şeyda hazretlerinin diğer kardeşleri, Seyyid Abdülbaki (k.s.), Seyyid Ahmed, Seyyid Abdülhalim, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver ile Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye adlı kızkardeşleri olmuştur.
Seyda hazretleri 2 yaşlarında iken Seyyid Maruf vefat edince Gavs hazretleri evini Siyanüs köyünden Taruni köyüne taşıdı. Burada 13 sene kaldılar. Daha sonra mürşidi Ahmedi Haznevi‘nin (k.s.) izniyle Bilvanis köyüne hicret ettiler. Şah-ı Hazne Şeyda Hazretlerini 9 yaşındayken görür. Yüzü aydınlanır. İleride çok sofileri olacağını belirtir ve Allah‘a şükrederek "Biz onun cemaatında bulunamazsak da, o çok kalabalık cemaatın çobanını görmek te büyük bir nimettir" derler. Şeyda hazretleri (k.s.) bu köyde yine Seyyide olan Sekine Validemizle evlenmişlerdir. Bu evlilikten Seyyid Fevzeddin, Seyyid Abdülgani, Seyyid Taceddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdurrakib isimli oğulları ile Haşine, Muhsine, Hasibe, Rukiye, Münevver, Mukaddes, Mümine ve Hediye isimli kızları dünyaya gelmiştir. Gavs hazretleri Bilvanis köyünde 6 sene kaldıktan sonra Seyda hazretleriyle birlikte Bitlis‘in Kasrik köyüne taşındılar. Burada 11 sene kaldıktan sonra Siirt‘in Kozluk kazasının Gadir köyüne hicret ettiler. 9 sene (Burada iken vatan görevini önce acemi birliği olan Manisa‘da, sonra Diyarbakır‘da tamamladı) kaldıkları Gadir‘den hayatının sonuna kadar ikamet edecekleri Adıyaman ilinin Kâhta kazasının Menzil köyüne yerleştiler. Babası Gavs hazretleri l Haziran 1972 yılında vefat edince başhyan irşad görevi 21 sene 4 ay 19 gün devam etmişti. Şeyda Hazretleri babasının vefatında buyurdular: "Allah (cc) Resulüne "Biz seni alemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey için göndermedik. Allah Rasûlünün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü. Benim babam da Allah Rasûlünün varislerindendir. Ben onun Allah yolunda insanları irşad ve ilimle uğraştığına şahidim. Biz onu Allah yolunda olduğu için seviyorduk. Babam vefat etti. Nakl-i mekan etti. Allah Hayy‘dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah‘a... herşey fanidir."
1968 yılında halifelik icazetini alan 1972 yılında irşad görevine başlayan Şeyda hazretlerinin (k.s.) yurtiçinden ve yurdışmdan aşırı ziyaretçisinin gelmesi 18.7.1983 tarihinde Çanakkale‘nin Gökçeada ilçesinde mecburi ikametine yolaçmıştır. Önce Adıyaman‘a, sonra Adana‘ya oradanda Gökçeada‘ya götürülen Şeyda hazretleri çektiği sıkıntı ve adanın havasının, sıhhatini etkilemesi sonucu 30.1.1985 tarihinde Ankara‘ya nakledilmiştir. Burada da 16 ay gözetim altında tutulduktan sonra Merkezi idarenin müsadesiyle tekrar Menzil‘e dönmüştür. Tekrar tebliğ ve irşad hizmetinedevam ederken 1991 yılının Ramazan Bayramı bayramlaşması sırasında içersine zehirli böcek ilacı çekilmiş şırıngayla suikast yapılmış, eline isabet eden zehir etkisini göstermiş, acil müdahaleyle hastaneye yatırılan Seyda hazretleri (k.s.) hayati tehlikeyi atlatmış, fakat elinin üstündeki ve içindeki yaralar sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir.
Şeker, damar sertligi, tansiyon ve romatizma hastaliklari nedeniyle uzun yillar tedavi gören Seyda hazretlerinin ölümünden bir yil önce ayagi kirilmiş çektigi izdiraplarina bir yenisi eklenmiş, fakat irşad faaliyetleri kesintisiz devam etmiştir.
Romatizma sebebiyle her yaz gittiği Afyondaki kaplıcalardan Ankara‘ya dönüşünden bir kaç gün sonra 22.10,1993 Cuma günü cuma namazından önce 63 yaşında Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur.
Vefat haberini alan onbinlerce bağlısının katılımıyla ertesi gün Menzilde babasının yanı başında toprağa verilmiştir.
2 -Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni
3 -Seyyid Muhammed
4 - Seyyid Ma ruf
5 -Seyyid Tahir
6 -Şeyh Seyyid Kal
7 -Seyyid Hace Ebu Tâhir
8 -Seyyid Said Ebu l-Hayr
9 -Seyyid Ali
10-Seyyid Halil
11-Seyyid Hasan
12-Seyyid Mahmud
13-Seyyid Ali
14-Seyyid Taceddin
15-Seyyid Kasım
16-Seyyid İdris
17-Seyyid Ca‘fer
18-Seyyid Kasım
19-Seyyid Kemaleddin
20-Seyyid Ebu Firas
21-Seyyid Fellâh
22-Seyyid Muhammed
23-Seyyid Taceddin
24-Seyyid Ebu Firas
25-Seyyid Maceddin
26-Seyyid Muhammed el-Mağfur Ebu Firas
27-Seyyid Şerafeddin
28-Seyyid imam Ali
29-Seyyid İmam Hüseyni (r.a.)
Dedesi Seyyid Muhammed (k.s.) medreselerde yetişmiş çok büyük bir alimdi. Hüsn-ü hat sanatinda çok mahirdi. Hazret‘e intisab etmiş, Nakşibendi halifesi olarak icazet ve hilafet almişti. Fakat kendisi şeyhine "Sizin sagliginizda kendi halifeligimi açikliyamam, sizden sonraya kalirsam, açiklanmasini birisine vasiyyet edersiniz. Aksi takdirde sizin yaşadiginiz devirde ben mürşidim ben şeyhim diyemem, lütfen beni gizleyiniz" diye rica etmişti. Şeyhinden önce vefat ettigi içinde halifeligi açiktan ilan edilmeyip gizli kalmiştir.
Babası olan Gavs hazretlerini Seyyid Muhammed‘in vefatı üzerine Seyyid Maruf (k.s.) (Seyda hazretlerinin dedesinin babası) büyütmüştür. Gavs hazretleri Siyanüs seyyidlerinden olan Fatime Validemizle evlenmişler, bu izdivaçtan Seyyid Muhammed (k.s.), Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) ve Seyyid Zeynel Abidin isimlerinde üç oğlu ile Halime ve Hatice isminde iki kızı olmuştur. Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir. İlk zevcesinin teşvikiyle evlendiği Taruni köyünden Seyyide olan ikinci hanımı Sıdıka Va-lidemizdende Şeyda hazretlerinin diğer kardeşleri, Seyyid Abdülbaki (k.s.), Seyyid Ahmed, Seyyid Abdülhalim, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver ile Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye adlı kızkardeşleri olmuştur.
Seyda hazretleri 2 yaşlarında iken Seyyid Maruf vefat edince Gavs hazretleri evini Siyanüs köyünden Taruni köyüne taşıdı. Burada 13 sene kaldılar. Daha sonra mürşidi Ahmedi Haznevi‘nin (k.s.) izniyle Bilvanis köyüne hicret ettiler. Şah-ı Hazne Şeyda Hazretlerini 9 yaşındayken görür. Yüzü aydınlanır. İleride çok sofileri olacağını belirtir ve Allah‘a şükrederek "Biz onun cemaatında bulunamazsak da, o çok kalabalık cemaatın çobanını görmek te büyük bir nimettir" derler. Şeyda hazretleri (k.s.) bu köyde yine Seyyide olan Sekine Validemizle evlenmişlerdir. Bu evlilikten Seyyid Fevzeddin, Seyyid Abdülgani, Seyyid Taceddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdurrakib isimli oğulları ile Haşine, Muhsine, Hasibe, Rukiye, Münevver, Mukaddes, Mümine ve Hediye isimli kızları dünyaya gelmiştir. Gavs hazretleri Bilvanis köyünde 6 sene kaldıktan sonra Seyda hazretleriyle birlikte Bitlis‘in Kasrik köyüne taşındılar. Burada 11 sene kaldıktan sonra Siirt‘in Kozluk kazasının Gadir köyüne hicret ettiler. 9 sene (Burada iken vatan görevini önce acemi birliği olan Manisa‘da, sonra Diyarbakır‘da tamamladı) kaldıkları Gadir‘den hayatının sonuna kadar ikamet edecekleri Adıyaman ilinin Kâhta kazasının Menzil köyüne yerleştiler. Babası Gavs hazretleri l Haziran 1972 yılında vefat edince başhyan irşad görevi 21 sene 4 ay 19 gün devam etmişti. Şeyda Hazretleri babasının vefatında buyurdular: "Allah (cc) Resulüne "Biz seni alemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey için göndermedik. Allah Rasûlünün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü. Benim babam da Allah Rasûlünün varislerindendir. Ben onun Allah yolunda insanları irşad ve ilimle uğraştığına şahidim. Biz onu Allah yolunda olduğu için seviyorduk. Babam vefat etti. Nakl-i mekan etti. Allah Hayy‘dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah‘a... herşey fanidir."
1968 yılında halifelik icazetini alan 1972 yılında irşad görevine başlayan Şeyda hazretlerinin (k.s.) yurtiçinden ve yurdışmdan aşırı ziyaretçisinin gelmesi 18.7.1983 tarihinde Çanakkale‘nin Gökçeada ilçesinde mecburi ikametine yolaçmıştır. Önce Adıyaman‘a, sonra Adana‘ya oradanda Gökçeada‘ya götürülen Şeyda hazretleri çektiği sıkıntı ve adanın havasının, sıhhatini etkilemesi sonucu 30.1.1985 tarihinde Ankara‘ya nakledilmiştir. Burada da 16 ay gözetim altında tutulduktan sonra Merkezi idarenin müsadesiyle tekrar Menzil‘e dönmüştür. Tekrar tebliğ ve irşad hizmetinedevam ederken 1991 yılının Ramazan Bayramı bayramlaşması sırasında içersine zehirli böcek ilacı çekilmiş şırıngayla suikast yapılmış, eline isabet eden zehir etkisini göstermiş, acil müdahaleyle hastaneye yatırılan Seyda hazretleri (k.s.) hayati tehlikeyi atlatmış, fakat elinin üstündeki ve içindeki yaralar sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir.
Şeker, damar sertligi, tansiyon ve romatizma hastaliklari nedeniyle uzun yillar tedavi gören Seyda hazretlerinin ölümünden bir yil önce ayagi kirilmiş çektigi izdiraplarina bir yenisi eklenmiş, fakat irşad faaliyetleri kesintisiz devam etmiştir.
Romatizma sebebiyle her yaz gittiği Afyondaki kaplıcalardan Ankara‘ya dönüşünden bir kaç gün sonra 22.10,1993 Cuma günü cuma namazından önce 63 yaşında Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur.
Vefat haberini alan onbinlerce bağlısının katılımıyla ertesi gün Menzilde babasının yanı başında toprağa verilmiştir.
.GAVS, GAVSU'L-ÂZAM
Tasavvufta kâinatın yönetiminden sorumlu olduğuna inanılan velîler örgütünün başı. Kutub ve kutbu'l-aktâb (kutublar kutbu) da denir. Manevî makamı esas alındığında daha çok kutup ya da kutbu'l-aktâb denildiği halde, özellikle kendisinden yardım istenilmesi durumunda "yardım eden" anlamında gavs ya da gavsu'l-âzam (en büyük gavs) olarak anılır. Ancak gavs ve kutub kelimeleri mücerret olarak kullanıldığında gavsu'l-âzam ve kutbu'l-aktâb anlaşılır. Gavslık makamına ibâdet ve riyâzetin çokluğu ile ulaşılmaz; doğrudan doğruya Allah'ın bağışı neticesinde elde edilir.
Mutasavvıflara göre gavs ya da gavsu'l-âzam (eşanlamda kutub ve kutbu'l-aktâb) hakikat-i Muhammediye (Muhammedî hakikat)'ın mazharıdır. Bütün kâinatın kalbi mesabesindedir. Değirmen taşının milin (kutb) çevresinde dönmesi gibi kâinat da gavsın çevresinde döner. Kâinat içindeki bütün varlıklar hayat ruhlarını gavstan alırlar. Cebrâil onun nefs-i nâtıkası (ruhu, konuşması); Mikâil kuvvei câzibesi (çekme gücü) ve Azrâil kuvve-i dâfiası (itme gücü) hükmündedir. Kâinatta dilediği gibi tasarruf eder. Tasarrufu ilmine; ilmi, Allah'ın ilmine tabidir. Zâhiriyle âlemin zâhirini, bâtınıyla âlemin bâtınını idare eder.
Bazı mutasavvıflar gavslık (gavsiyet, kutbiyet) makamını ikiye ayırırlar. Birinci makam: İrşâd, ikinci makam: Vücud makamını oluşturur. İrşâd makamı, nübüvvetin bâtınını; vücud makamı da son nebi Hz. Muhammed'in bâtınını temsil eder. İrşâd makamı birden çok gavs tarafından temsil edilebilir, dolayısıyla aynı anda birçok gavs bulunabilir. Fakat vücud makamı ancak tek gavs tarafından işgal edilebilir; bu nedenle her yüzyılda ancak bir vücud gavsi vardır. Bu tarifte vücud gavsı, gavsu'l-âzam demektir. Gavsu'l-âzam'a ayrıca Abdullah, Abdu'l-Câmi adları da verilir.
Gavs'ın ya da gavsu'l-âzam'ın başkanlık ettiği veliler örgütüne ricâlu'l-gayb (gayb adamları, gayb erenleri) denir. Bunlar, Kur'an'ın, "Yeri döşedik ve oraya sabit dağlar (revâsi) yerleştirdik" (Kaf, 50/7) ayetinde andığı "dağlar" mesâbesindedir. Ricâlullah, merdân-ı huda, merdân-ı gayb, hükûmet-i sûfiye gibi adlarla da anılan ricâlu'l-gayb örgütünde gavs'ın altında İmaman (iki İmam) bulunur. Sağdaki imama, İmam-ı yemîn, soldaki imama; İmam-ı yesâr denir. İmam-ı yemîn, gavs'ın hükümlerinin, imamı yesâr gavs'ın hakîkatinin mazharıdır. Gavs öldüğü zaman yerine İmam-ı yesâr geçer. Üçler de denilen gavs ile imaman'ın altında yeryüzünün dört yönünü yöneten evtâd-ı erbaa (dört direk) bulunur. Daha aşağıda ise nüceba (necibler, sekiz ya da kırk veli) ve nükebâ (nakibler, denetçiler, on ya da üçyüz veli) yeralır.
Başka bir tasnife göre, ricâlu'l-gayb toplam dörtbin velîden oluşur. Bunlar halktan gizlidirler (mektûm). Bunlar içinde ahyâr (hayırlılar) adı verilen üçyüz velî, ilk üst grubu oluşturur. Ahyâr, işlerin yapılmasına ya da yapılmamasına karar veren ehl-i hal ve'l-akd velîler, komutan velîlerdir. Bunların üstünde kırk velîden oluşan ve abdâl, büdelâ denilen velîler; bunların üstünde de ebrâr (iyiler) denilen yedi velî yer alır. Örgütün en üst mertebelerini de dört velîden oluşan evtâd (direkler); üç velîden oluşan nükebâ (denetçiler) ve gavs (ya da gavsu'l-âzam) işgal ederler. Ricâlu'l-gayb, yardımlaşarak kâinatı idare ederler.
Mutasavvıfların gavs ve ricâlu'l gayb hakkındaki inançlarının Kur'an ve sünnet ile temellendirilmesi mümkün değildir. Bu nedenle İslâm bilginleri, özellikle hukukçular gavs ve ricâl inancını reddetmişlerdir. İbn Haldun Mukaddime'sinde bu inancın tasavvufa, imamlara ulûhiyet atfeden aşırı Şiî fırkalardan İsmailiye'den geçtiğini belirtir. Aynı inanç Osmanlılar döneminde de tartışılmış, aleyhte fetvalara konu olmuştur. Sözgelimi Şeyhülislam Sa'dî, gavs ve ricâl inancının küfür olduğu yolunda fetva vermiştir.
18 Mayıs 2011 Çarşamba
Mürşid-i kâmil nedir? Kimler mürşid-i kamil olabilirler? Mürşid-i kamilde olması gereken vasıflar nelerdir?
Mürşid-i kâmil nedir? Kimler mürşid-i kamil olabilirler? Mürşid-i kamilde olması gereken vasıflar nelerdir?
Yazar: Sorularla İslamiyet 2010-04-08
Mürşid-i kamil, Sırat-ı Müstakimi (dosdoğru yol, yani İslam’ı) gösteren, dalaletten hidayete sevkeden kişidir. Mürşid-i kamil, tasavvufta seyr-i sülûkunu tamamlayıp, irşada ehliyetli ya da icazetli olan kişiler için kullanılan bir tabirdir. Şeyh ile aynı manaya gelir.
Mutasavvıflara göre üç türlü şeyh vardır: Bunlara şeyh-i ta'lim, şeyh-i sohbet ve şeyh-i tarikat denir. Şeyh-i ta'lim, ilim sahibi bir öğretici, tasavvufi konularda bilgi verip, insanları aydınlatmakla yetinen mutasavvıftır. Şeyh-i sohbet, her isteyenin sohbetine katıldığı, sözlerini dinlediği, hâl ve hareketlerini örnek aldığı mutasavvıfa denir. Şeyh-i terbiye, şeyh-i irşad, şeyh-i taslik de denilen şeyh-i tarikat ise mürid ve müntesiblerini tasavvuf yolunda eğitip yetiştirerek Allah'a ulaştıran önderdir.
Şeyhin uyması gereken kimi kurallar da vardır. Her şeyden önce diğer şeyhler arasında sivrilmek, öne çıkmak için çalışmamalı, müridlerinin çoğalması için gösteriş yapmamalıdır. Nefsini bütünüyle altettiği, nefsinin tehlikelerini tamamen yok ettiği düşüncesine kapılmamalı; halkın arasına karıştığında tüm varlıklarla ilişkisini kesebileceği özel bir halvet yeri ve zamanı olmalıdır. Kendisine bağlanan müridlere iyi davranmalı, diğer şeyhlere saygı göstermelidir. Müridlerini sevmeli, onları sağlık ve hastalıklarında yalnız bırakmamalı, haklarını yerine getirmelidir. Nefislerine karşı verdikleri savaşta zaaf gösteren müridlere hoşgörülü davranmalı; müridlerinden gelecek herhangi bir fayda ve hizmete tenezzül etmemelidir. Müridlerin kusurlarını yüzlerine vurmamalı, onları dolaylı biçimde uyarmalıdır. Müridlerinde gördüğü değişiklikleri başkalarına açıklamamalıdır.
Tasavvuf kaynaklarında, tasavvufî hayata girmek, bir mürşide bağlanmak isteyenler için gerçek bir şeyhte aranması gereken niteliklerin dökümü yapılır. Bunların başlıcaları şöyle özetlenebilir: Şeyh ilim, irfan ve eserleriyle temayüz etmiş olmalıdır. Veli olması yeterli değildir, aynı zamanda mürşid olmalıdır. Günlük hayatı müstakim olmalıdır. Belli bir tarikatın kuralları doğrultusunda tasavvufi eğitimini (seyr ü süluk) tamamlamış olmalıdır. Müridlerini yetiştirmekteki yeteneği kabul edilmiş olmalıdır. Dini görevleri yerine getirmede ciddiyet sahibi olmalıdır. Tekelci olmamalı; kendi dışındaki şeyhleri kötülememeli, küçük görmemelidir. İnsanları eğitmek bir yetenek işidir. Öğretmek ve eğitmek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bu nedenle şeyh, Allah vergisi bir kabiliyete sahip olmalıdır.
Mutasavvıflara göre üç türlü şeyh vardır: Bunlara şeyh-i ta'lim, şeyh-i sohbet ve şeyh-i tarikat denir. Şeyh-i ta'lim, ilim sahibi bir öğretici, tasavvufi konularda bilgi verip, insanları aydınlatmakla yetinen mutasavvıftır. Şeyh-i sohbet, her isteyenin sohbetine katıldığı, sözlerini dinlediği, hâl ve hareketlerini örnek aldığı mutasavvıfa denir. Şeyh-i terbiye, şeyh-i irşad, şeyh-i taslik de denilen şeyh-i tarikat ise mürid ve müntesiblerini tasavvuf yolunda eğitip yetiştirerek Allah'a ulaştıran önderdir.
Şeyhin uyması gereken kimi kurallar da vardır. Her şeyden önce diğer şeyhler arasında sivrilmek, öne çıkmak için çalışmamalı, müridlerinin çoğalması için gösteriş yapmamalıdır. Nefsini bütünüyle altettiği, nefsinin tehlikelerini tamamen yok ettiği düşüncesine kapılmamalı; halkın arasına karıştığında tüm varlıklarla ilişkisini kesebileceği özel bir halvet yeri ve zamanı olmalıdır. Kendisine bağlanan müridlere iyi davranmalı, diğer şeyhlere saygı göstermelidir. Müridlerini sevmeli, onları sağlık ve hastalıklarında yalnız bırakmamalı, haklarını yerine getirmelidir. Nefislerine karşı verdikleri savaşta zaaf gösteren müridlere hoşgörülü davranmalı; müridlerinden gelecek herhangi bir fayda ve hizmete tenezzül etmemelidir. Müridlerin kusurlarını yüzlerine vurmamalı, onları dolaylı biçimde uyarmalıdır. Müridlerinde gördüğü değişiklikleri başkalarına açıklamamalıdır.
Tasavvuf kaynaklarında, tasavvufî hayata girmek, bir mürşide bağlanmak isteyenler için gerçek bir şeyhte aranması gereken niteliklerin dökümü yapılır. Bunların başlıcaları şöyle özetlenebilir: Şeyh ilim, irfan ve eserleriyle temayüz etmiş olmalıdır. Veli olması yeterli değildir, aynı zamanda mürşid olmalıdır. Günlük hayatı müstakim olmalıdır. Belli bir tarikatın kuralları doğrultusunda tasavvufi eğitimini (seyr ü süluk) tamamlamış olmalıdır. Müridlerini yetiştirmekteki yeteneği kabul edilmiş olmalıdır. Dini görevleri yerine getirmede ciddiyet sahibi olmalıdır. Tekelci olmamalı; kendi dışındaki şeyhleri kötülememeli, küçük görmemelidir. İnsanları eğitmek bir yetenek işidir. Öğretmek ve eğitmek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bu nedenle şeyh, Allah vergisi bir kabiliyete sahip olmalıdır.
ABDÜLKÂHİR SÜHREVERDÎ
ABDÜLKÂHİR SÜHREVERDÎ
Irak'ta yetişen büyük velîlerden. Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Abdülkâhir bin Abdullah bin Sa'd bin Hüseyin bin Kâsım bin Alkame bin Nadr bin Muâz bin Abdurrahmân bin Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anhüm), künyesi Ebü'n-Necîb'dir. Yaklaşık 1097 (H.490) senesinde İran'ın Sühreverd kasabasında doğdu.
Küçük yaşta tahsile başlayan Abdülkâhir Sühreverdî ilim öğrenmek için gençliğinde Bağdad'a gitti. Fıkıh ilmini Nizâmiye Medresesinde hocalık yapan Es'ad Mühenî'den, tasavvuf ilmini İmâm-ı Gazâlî'nin kardeşi Ahmed Gazâlî'den, hadîs ilmini Ali bin Neyhan'dan tahsil etti. Talebeliğinde bir gün hocasının huzûruna giren Abdülkâhir
Abdülkâhir Sühreverdî'de bir gevşeklik ve isteksizlik hâli vardı. Hocası buyurdu ki: "Sende bir karartı, bir zulmet seziyorum." Bunun üzerine Abdülkâhir hazretleri hemen oradan ayrıldı. İki-üç gün hiçbir şey yemedi. Yanında da yiyecek bir şeyi yoktu. Dicle kıyısına giderek suya girip, açlığının böyle gitmesini istedi. Fakat yine açtı. Bir süre sonra bir sokaktan geçerken, ellerindeki tokmaklarla pirinci döverek un hâline getiren insanlar gördü. Onlara; "Beni de ücretle çalıştırır mısınız?" diye sordu. "Ellerini görelim." dediler. Gösterince; "Bu eller ancak kalem tutar." diyerek ona içine altın konulmuş bir kâğıt verdiler. O da; "Bunu alamam, zîrâ bir iş yapmadım. Eğer yazılacak bir şey varsa onu yapabilirim." dedi. İçlerinde uyanık birisi hizmetçisinden bir tokmak isteyerek, Abdülkâhir Sühreverdî'ye verdi. Onlarla berâber pirinç dövmeye başladı. Fakat bu işe alışık olmadığından bir saat kadar çalışabildi. İş sâhibi, ona bir altın verdi ve; "İşte senin ücretin." dedi. Parayı alarak oradan ayrıldı. Allahü teâlâ ilim öğrenmek arzû ve isteği verdi. Din bilgilerini en ince noktalarına kadar öğrendi.
Tasavvuf yoluna girince; uzlete çekildi ve uzun zaman insanlardan uzak yaşadı. Sonra insanlar arasına döndü ve onları vâz u nasîhatlarıyla Allahü teâlâya çağırdı. Onun gayreti sebebiyle çok kimse kötü huylarını terkedip Allahü teâlânın sevdiği iyi insan, iyi müslüman olma saâdetine kavuştu. Kendisinden Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî, İbn-i Asâkir, Sem'anî, Abdullah bin Mes'ûd bin Abdullah er-Rûmî gibi seçilmiş zâtlar ilim ve edeb öğrendiler.
Sühreverdî hazretleri, tarîkat hırkasını Kâdı Vecihüddîn'den giydi. O da Şeyh Ferec ez-Zencânî'den, o, Şeyh Ebü'l-Abbâs en-Nehâvendî'den, o, Muhammed bin Hafif eş-Şîrâzî'den, o, Kâdı Ruveym Ebû Muhammed el-Bağdadî'den, o da, Cüneyd-i Bağdâdî'den ilim ve feyz almıştır.
Sühreverdî hazretleri, meşhûr Nizâmiye Medresesinde ders vermesi için dâvet edilince, 1150 (H.545) senesi Muharrem ayının yirmi yedinci günü bu dâveti kabul ederek, bir müddet hadîs dersi verdi. Bir ara Şam'a gitti ve Câmi-i Atik'de vaz u nasîhatte bulundu. Sonra Bağdad'a döndü. Bu vazlarından birinde buyurdu ki:
"Dinde inanılması lâzım gelen şeyleri dil ile söyleyip, kalb ile inanarak kabul ettikten sonra, şartlarına uygun amel yapınca kalbdeki îmân parlar. Kişi îmânı dil ile söylemelidir. Hiç bir zarûret olmadan dil ile îmânı söylememek küfre sebeb olur. Dili ile îmânı olduğunu söylediği hâlde, kalbinden inanmayan müslüman değil münâfıktır. Ameli terk eden fâsık olur. Sünnet-i seniyyeye uymayan, bid'at sâhibidir. İnsanlar îmân bakımından birbirlerinden farklı derecelere sâhiptirler.
Allahü teâlâ kullarının küfründen, îmânsız olmasından ve günahlarından râzı değildir. Ehl-i kıble olan bir kimse için, yaptığı bir hayır işten ve iyilikten dolayı, bu cennetliktir, diye şehâdette bulunulamaz. Yine hiç bir kimsenin işlediği büyük günahtan dolayı, Cehennem'e gideceğine şehâdet edilemez."
Abdülkâhir Sühreverdî, nefsine hakim, zâhir ve bâtın, görünen ve görünmeyen her hâliyle İslâmiyetin edep dâiresinde hareket ederdi. Kendisi ve talebeleri için Bağdad'ın batı yakasında büyük bir dergâh yaptırıldı. Onun sohbetleriyle pek çok kimse İslâmiyetin nûrlu yolunu öğrenip, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştu.
Bir gün dergâhına üç hıristiyan ile üç yahûdî gelmişti. Onlara îmânı ve İslâmı anlattı. Kabûl etmediler. Bunun üzerine Abdülkâhir Sühreverdî, herbirinin ağzına bir yudum süt verdi. Sonra herbiri kelime-i şehadet getirerek müslüman oldular ve; "O sütü içince kalbimizdeki (hıristiyanlık ve yahûdîliğin) bütün küfür pisliklerinin dışarı çıktığını hissettik." dediler. Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri ise; "Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin önce müslüman olmayışınızın sebebi, şeytanlarınızın mâni olması idi. Burada önce onlar yenildi. Size Allahü teâlânın hidâyet vermesi için biz de duâ ettik." dedi. Sonra Sühreverdî hazretleri mübârek ellerini onların gözlerine sürdü. Kerâmet olarak onlar uzak yerlerdeki tanıdıklarını gördüler ve onlara müslüman olduklarını bildirip İslâm dînine dâvet ettiler.
Sühreverdî hazretleri bir talebesi ile Bağdad'ın Sultan çarşısından geçiyordu. Oradaki bir kasap dükkanında soyulup asılmış bir koyuna bakmaya başladı. Daha sonra; "Bu koyun bana leş olduğunu söylüyor." dedi. Bu sözleri işiten kasap düşüp bayıldı. Ayılınca suçunu söyleyerek bir daha böyle yapmayacağına söz verip, tövbe etti.
Abdülkâhir Sühreverdî hac farîzasını yerine getirmek için kardeşinin oğlu ile Mekke'ye gitmişti. Birgün Kâbe-i muazzamada murâkabe, Allahü teâlâyı tefekkür, düşünme hâlinde iken, Hızır aleyhisselâm teşrif buyurdu. Fakat Abdülkâhir Sühreverdî hiç hâlini bozmayarak, murâkabeye devâm etti. Hızır aleyhisselâm bir süre durduktan sonra, gitti. Bir müddet sonra Şeyh hazretleri başını kaldırınca yeğeni; "Efendim! Bugün Hızır aleyhisselâm teşrif buyurdular. Siz ise kendilerine hiç bakmadınız sebebi neydi?" diye sorunca, Abdülkâhir Sühreverdî; "Sen bilmiyor musun ki, eğer Hızır aleyhisselâm gelmiş gitmiş ise yine teşrifleri mümkündür. Fakat o zaman kavuşmuş olduğum ilâhî tecellîyi elimden kaçırmış olsaydım bir daha nerede bulabilirdim. Belki onun pişmanlığı kıyâmete kadar devâm ederdi." dedi. Bu sırada Hızır aleyhisselâm tekrar teşrif buyurdu. Bu defâ Abdülkâhir hazretleri hemen yerinden kalkıp, edeple lâzım gelen hürmeti gösterdi.
Bir gün Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri, yeğeni ile yolda sohbet ederek yürürken, köprü üzerinde meyve götüren birisini gördü. Ona; "Bunları bana sat." buyurdu. "Niçin?" dediğinde; "Meyveler içki için satın alındıklarından, kendilerinin benim tarafımdan satın alınmalarını istiyorlar." dedi. Adam düşüp bayıldı. Sonra tövbe ederek; "Benim bu hâlimi Allahü teâlâdan başka kimse bilmiyordu. Fakat Sühreverdî hazretlerine hâlim mâlum olmuş." dedi.
Abdülkâhir hazretleri yeğeni ile birlikte Kerh'e gelmişti. Bir evden sarhoş kimselerin seslerini işitince, evin altına bir yere girerek namaz kılıp duâ etti. Sonra o adamların yanına gitti. Odaya girdiğinde adamlar içtikleri şarabın su olduğunu gördüler. Hepsi tövbe ederek Abdülkâhir hazretlerinin talebesi olmakla şereflendiler.
Abdülkâhir Sühreverdî dergâhında talebeleri ile meşgûl olduğu günlerden birinde yanına bir köylü geldi. Berâberinde bir buzağı getirmişti. "Efendim bu buzağıyı size vermeyi nezretmiştim. Buyurun." dedi. Köylü gittikten sonra Abdülkâhir hazretleri; "Bu buzağı, size verilmek üzere nezr edilen ben değilim. Ben başka bir kişi için nezredildim. Sizin için nezr edilen bir başkasıdır, diyor." dedi. Bir süre sonra köylü nefes nefese elinde bir başka buzağı ile gelerek; "Efendim, size verilmek için nezr edilen, adanan budur. Elinizdeki başkasına âittir." dedi. Öncekini alarak gitti.
Buyurdu ki:
Tasavvuf büyüklerinden birisine, Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde "İnşâallah" buyurması hakkında sorulunca; "Allahü teâlâ "İnşâallah" buyurmakla, kullarına böyle söylemeyi, öğretmeyi murâd etmiştir." buyurdu. Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ kâmil ilmi ile "İnşâallah" derse, ilmi noksan olan kulların konuşmalarında, "İnşâallah" demeleri gerektiği hakkında işâret vardır. Bu yüzden Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem kabristânda; "İnşâallah biz size yakında katılacağız." buyurmuştur. Halbuki, Peygamber efendimizin ölüm hakkında ve onlara kavuşma husûsunda hiç bir şüphesi yoktu.
Tasavvuf hakkında bir suâl sorulduğunda şöyle cevap verdi:
"Tasavvufun başı ilim, ortası amel, sonu mevhibe yâni Allahü teâlânın lutf ve ihsânı olan mânevî ilimdir. İlim, murâdı, maksadı açar. Amel, istemeye yardımcı olur. Mevhibe, amelin meyvesine ulaştırır. Ahlâk ilmi ehli üç kısımdır. Mürîd, talebe durumunda olan tâlibdir. Orta derecede olan, daha yoldadır. Sona varmış olan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş olandır. Talebe, murâdına ermek için çalışır. Orta derecede olan, makamların âdâbını gözetmekle meşgûldür. Bir hâlden diğer bir hâle yükselir. O, devamlı ilerleme hâlindedir. Sona varan ise, bütün makamları aşmış ve artık istikrâra kavuşmuş hâldedir. Çeşitli hâller, onda bir değişiklik meydana getiremezler. Talebe, nefsiyle, şehvetiyle ve şeytanla mücâdele etme, hazlarından uzak kalma mertebesindedir. Orta mertebede olan, murâda kavuşabilir miyim, yoksa kavuşamaz mıyım korkusu ile, içinde bulunduğu hâllerde doğruluğa riâyet etme, makamlarda edebi gözetme mertebesindedir. Sona ulaşan ise, bütün makamları elde etmiştir.
Irak'ta yetişen büyük velîlerden. Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Abdülkâhir bin Abdullah bin Sa'd bin Hüseyin bin Kâsım bin Alkame bin Nadr bin Muâz bin Abdurrahmân bin Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anhüm), künyesi Ebü'n-Necîb'dir. Yaklaşık 1097 (H.490) senesinde İran'ın Sühreverd kasabasında doğdu.
Küçük yaşta tahsile başlayan Abdülkâhir Sühreverdî ilim öğrenmek için gençliğinde Bağdad'a gitti. Fıkıh ilmini Nizâmiye Medresesinde hocalık yapan Es'ad Mühenî'den, tasavvuf ilmini İmâm-ı Gazâlî'nin kardeşi Ahmed Gazâlî'den, hadîs ilmini Ali bin Neyhan'dan tahsil etti. Talebeliğinde bir gün hocasının huzûruna giren Abdülkâhir
Abdülkâhir Sühreverdî'de bir gevşeklik ve isteksizlik hâli vardı. Hocası buyurdu ki: "Sende bir karartı, bir zulmet seziyorum." Bunun üzerine Abdülkâhir hazretleri hemen oradan ayrıldı. İki-üç gün hiçbir şey yemedi. Yanında da yiyecek bir şeyi yoktu. Dicle kıyısına giderek suya girip, açlığının böyle gitmesini istedi. Fakat yine açtı. Bir süre sonra bir sokaktan geçerken, ellerindeki tokmaklarla pirinci döverek un hâline getiren insanlar gördü. Onlara; "Beni de ücretle çalıştırır mısınız?" diye sordu. "Ellerini görelim." dediler. Gösterince; "Bu eller ancak kalem tutar." diyerek ona içine altın konulmuş bir kâğıt verdiler. O da; "Bunu alamam, zîrâ bir iş yapmadım. Eğer yazılacak bir şey varsa onu yapabilirim." dedi. İçlerinde uyanık birisi hizmetçisinden bir tokmak isteyerek, Abdülkâhir Sühreverdî'ye verdi. Onlarla berâber pirinç dövmeye başladı. Fakat bu işe alışık olmadığından bir saat kadar çalışabildi. İş sâhibi, ona bir altın verdi ve; "İşte senin ücretin." dedi. Parayı alarak oradan ayrıldı. Allahü teâlâ ilim öğrenmek arzû ve isteği verdi. Din bilgilerini en ince noktalarına kadar öğrendi.
Tasavvuf yoluna girince; uzlete çekildi ve uzun zaman insanlardan uzak yaşadı. Sonra insanlar arasına döndü ve onları vâz u nasîhatlarıyla Allahü teâlâya çağırdı. Onun gayreti sebebiyle çok kimse kötü huylarını terkedip Allahü teâlânın sevdiği iyi insan, iyi müslüman olma saâdetine kavuştu. Kendisinden Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî, İbn-i Asâkir, Sem'anî, Abdullah bin Mes'ûd bin Abdullah er-Rûmî gibi seçilmiş zâtlar ilim ve edeb öğrendiler.
Sühreverdî hazretleri, tarîkat hırkasını Kâdı Vecihüddîn'den giydi. O da Şeyh Ferec ez-Zencânî'den, o, Şeyh Ebü'l-Abbâs en-Nehâvendî'den, o, Muhammed bin Hafif eş-Şîrâzî'den, o, Kâdı Ruveym Ebû Muhammed el-Bağdadî'den, o da, Cüneyd-i Bağdâdî'den ilim ve feyz almıştır.
Sühreverdî hazretleri, meşhûr Nizâmiye Medresesinde ders vermesi için dâvet edilince, 1150 (H.545) senesi Muharrem ayının yirmi yedinci günü bu dâveti kabul ederek, bir müddet hadîs dersi verdi. Bir ara Şam'a gitti ve Câmi-i Atik'de vaz u nasîhatte bulundu. Sonra Bağdad'a döndü. Bu vazlarından birinde buyurdu ki:
"Dinde inanılması lâzım gelen şeyleri dil ile söyleyip, kalb ile inanarak kabul ettikten sonra, şartlarına uygun amel yapınca kalbdeki îmân parlar. Kişi îmânı dil ile söylemelidir. Hiç bir zarûret olmadan dil ile îmânı söylememek küfre sebeb olur. Dili ile îmânı olduğunu söylediği hâlde, kalbinden inanmayan müslüman değil münâfıktır. Ameli terk eden fâsık olur. Sünnet-i seniyyeye uymayan, bid'at sâhibidir. İnsanlar îmân bakımından birbirlerinden farklı derecelere sâhiptirler.
Allahü teâlâ kullarının küfründen, îmânsız olmasından ve günahlarından râzı değildir. Ehl-i kıble olan bir kimse için, yaptığı bir hayır işten ve iyilikten dolayı, bu cennetliktir, diye şehâdette bulunulamaz. Yine hiç bir kimsenin işlediği büyük günahtan dolayı, Cehennem'e gideceğine şehâdet edilemez."
Abdülkâhir Sühreverdî, nefsine hakim, zâhir ve bâtın, görünen ve görünmeyen her hâliyle İslâmiyetin edep dâiresinde hareket ederdi. Kendisi ve talebeleri için Bağdad'ın batı yakasında büyük bir dergâh yaptırıldı. Onun sohbetleriyle pek çok kimse İslâmiyetin nûrlu yolunu öğrenip, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştu.
Bir gün dergâhına üç hıristiyan ile üç yahûdî gelmişti. Onlara îmânı ve İslâmı anlattı. Kabûl etmediler. Bunun üzerine Abdülkâhir Sühreverdî, herbirinin ağzına bir yudum süt verdi. Sonra herbiri kelime-i şehadet getirerek müslüman oldular ve; "O sütü içince kalbimizdeki (hıristiyanlık ve yahûdîliğin) bütün küfür pisliklerinin dışarı çıktığını hissettik." dediler. Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri ise; "Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin önce müslüman olmayışınızın sebebi, şeytanlarınızın mâni olması idi. Burada önce onlar yenildi. Size Allahü teâlânın hidâyet vermesi için biz de duâ ettik." dedi. Sonra Sühreverdî hazretleri mübârek ellerini onların gözlerine sürdü. Kerâmet olarak onlar uzak yerlerdeki tanıdıklarını gördüler ve onlara müslüman olduklarını bildirip İslâm dînine dâvet ettiler.
Sühreverdî hazretleri bir talebesi ile Bağdad'ın Sultan çarşısından geçiyordu. Oradaki bir kasap dükkanında soyulup asılmış bir koyuna bakmaya başladı. Daha sonra; "Bu koyun bana leş olduğunu söylüyor." dedi. Bu sözleri işiten kasap düşüp bayıldı. Ayılınca suçunu söyleyerek bir daha böyle yapmayacağına söz verip, tövbe etti.
Abdülkâhir Sühreverdî hac farîzasını yerine getirmek için kardeşinin oğlu ile Mekke'ye gitmişti. Birgün Kâbe-i muazzamada murâkabe, Allahü teâlâyı tefekkür, düşünme hâlinde iken, Hızır aleyhisselâm teşrif buyurdu. Fakat Abdülkâhir Sühreverdî hiç hâlini bozmayarak, murâkabeye devâm etti. Hızır aleyhisselâm bir süre durduktan sonra, gitti. Bir müddet sonra Şeyh hazretleri başını kaldırınca yeğeni; "Efendim! Bugün Hızır aleyhisselâm teşrif buyurdular. Siz ise kendilerine hiç bakmadınız sebebi neydi?" diye sorunca, Abdülkâhir Sühreverdî; "Sen bilmiyor musun ki, eğer Hızır aleyhisselâm gelmiş gitmiş ise yine teşrifleri mümkündür. Fakat o zaman kavuşmuş olduğum ilâhî tecellîyi elimden kaçırmış olsaydım bir daha nerede bulabilirdim. Belki onun pişmanlığı kıyâmete kadar devâm ederdi." dedi. Bu sırada Hızır aleyhisselâm tekrar teşrif buyurdu. Bu defâ Abdülkâhir hazretleri hemen yerinden kalkıp, edeple lâzım gelen hürmeti gösterdi.
Bir gün Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri, yeğeni ile yolda sohbet ederek yürürken, köprü üzerinde meyve götüren birisini gördü. Ona; "Bunları bana sat." buyurdu. "Niçin?" dediğinde; "Meyveler içki için satın alındıklarından, kendilerinin benim tarafımdan satın alınmalarını istiyorlar." dedi. Adam düşüp bayıldı. Sonra tövbe ederek; "Benim bu hâlimi Allahü teâlâdan başka kimse bilmiyordu. Fakat Sühreverdî hazretlerine hâlim mâlum olmuş." dedi.
Abdülkâhir hazretleri yeğeni ile birlikte Kerh'e gelmişti. Bir evden sarhoş kimselerin seslerini işitince, evin altına bir yere girerek namaz kılıp duâ etti. Sonra o adamların yanına gitti. Odaya girdiğinde adamlar içtikleri şarabın su olduğunu gördüler. Hepsi tövbe ederek Abdülkâhir hazretlerinin talebesi olmakla şereflendiler.
Abdülkâhir Sühreverdî dergâhında talebeleri ile meşgûl olduğu günlerden birinde yanına bir köylü geldi. Berâberinde bir buzağı getirmişti. "Efendim bu buzağıyı size vermeyi nezretmiştim. Buyurun." dedi. Köylü gittikten sonra Abdülkâhir hazretleri; "Bu buzağı, size verilmek üzere nezr edilen ben değilim. Ben başka bir kişi için nezredildim. Sizin için nezr edilen bir başkasıdır, diyor." dedi. Bir süre sonra köylü nefes nefese elinde bir başka buzağı ile gelerek; "Efendim, size verilmek için nezr edilen, adanan budur. Elinizdeki başkasına âittir." dedi. Öncekini alarak gitti.
Buyurdu ki:
Tasavvuf büyüklerinden birisine, Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde "İnşâallah" buyurması hakkında sorulunca; "Allahü teâlâ "İnşâallah" buyurmakla, kullarına böyle söylemeyi, öğretmeyi murâd etmiştir." buyurdu. Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ kâmil ilmi ile "İnşâallah" derse, ilmi noksan olan kulların konuşmalarında, "İnşâallah" demeleri gerektiği hakkında işâret vardır. Bu yüzden Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem kabristânda; "İnşâallah biz size yakında katılacağız." buyurmuştur. Halbuki, Peygamber efendimizin ölüm hakkında ve onlara kavuşma husûsunda hiç bir şüphesi yoktu.
Tasavvuf hakkında bir suâl sorulduğunda şöyle cevap verdi:
"Tasavvufun başı ilim, ortası amel, sonu mevhibe yâni Allahü teâlânın lutf ve ihsânı olan mânevî ilimdir. İlim, murâdı, maksadı açar. Amel, istemeye yardımcı olur. Mevhibe, amelin meyvesine ulaştırır. Ahlâk ilmi ehli üç kısımdır. Mürîd, talebe durumunda olan tâlibdir. Orta derecede olan, daha yoldadır. Sona varmış olan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş olandır. Talebe, murâdına ermek için çalışır. Orta derecede olan, makamların âdâbını gözetmekle meşgûldür. Bir hâlden diğer bir hâle yükselir. O, devamlı ilerleme hâlindedir. Sona varan ise, bütün makamları aşmış ve artık istikrâra kavuşmuş hâldedir. Çeşitli hâller, onda bir değişiklik meydana getiremezler. Talebe, nefsiyle, şehvetiyle ve şeytanla mücâdele etme, hazlarından uzak kalma mertebesindedir. Orta mertebede olan, murâda kavuşabilir miyim, yoksa kavuşamaz mıyım korkusu ile, içinde bulunduğu hâllerde doğruluğa riâyet etme, makamlarda edebi gözetme mertebesindedir. Sona ulaşan ise, bütün makamları elde etmiştir.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)