| Abdülkadir Geylani |
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ul-evliyâ, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır. İran'ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir. Hazret-i Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir. AbdülkâdirGeylânî hazretleri 1166 (H.561)'da Bağdad'da vefât etti. TürbesiBağdad'dadır. Ziyâret edilmekde, feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur. Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilm için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler, işâretler görülmüştü. Babası rüyâsında Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmı radıyallahü anhüm ve evliyâyı gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Ey Ebû Sâlih! Allahü teâlâ bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlâd ihsân etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliyâ arasında derecesi yüksek olacak." buyurdu. Yine oğlu hakkında;"On iki imâm dışında bütün velîler doğacak olan oğluna itâat edecekler, onun ayaklarını boyunlarına koyacaklar. O yüksek derecelere kavuşacak, ona itâat etmeyenler Allahü teâlâya yakınlık devletinden mahrûm kalacaklar." diye müjdelendi. Doğduktan sonra yüksek hâlleri ile dikkatleri çekti. Ramazân-ı şerîfte gün boyunca süt emmez, iftâr olunca emerdi. Bu hâlini şu beyti ile anlatır: Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi. Doğduğu senenin ramazân-ı şerîf ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüd edildi. Halk annesine çocuğun süt emip emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince, ramazân-ı şerîfin henüz çıkmadığını anlayıp oruca devâm ettiler. On yaşında mektebe giderken etrâfında meleklerin kendisi ile berâber yürüdüklerini görür, onlardan; "Yer açın evliyâdan bir zat geliyor." dediklerini duyardı. Meleklerin söylediklerini duyan birisi; "Bu çocuk kimdir?" diye sordu. Meleklerden birisi; "Bu asîl bir âilenin çocuğudur. İlerde büyük bir zât olacak. Arzu edenlere hep verecek ve hiç kimseyi kapısından boş çevirmeyecek. Her gün Allahü teâlâya yakınlığı artacak ve çok yüksek derecelere ulaşacak." dedi. Çocuklarla berâber oynamak istediğinde; "Bana gel ey mübârek, bana gel." diyen bir ses işitir, korku ve heyecanla annesine koşardı. Abdülkâdir Geylânî on sekiz yaşında Bağdad'a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden ders almak sûretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Fıkıh ilmini; Ebû Hattâb Mahfûz, Ebü'l-Vefâ Ali bin Ukayl, Ebû Hüseyin bin Kâdı Ebû Ya'lâ ve diğer fıkıh âlimlerinden öğrendi. Hadîs ilmini; Hasan-i Bâkıllânî, Ebû Saîd Muhammed bin Abdülkerîm, Ebû Gânim Muhammed bin Muhammed, Ebû Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebû Câfer, Ebû Kasım bin Ali, Ebû Tâlib Abdülkâdir, Ebû Bekr Hibetullah ibni Mübârek, Ebü'l-İzz Muhammed bin Muhtar, Ebû Nasr Muhammed, Ebû Gâlib Ahmed, Ebû Abdullah Yahyâ ve diğer hadîs âlimlerinden öğrendi. Tasavvuf ilmini ise; Şeyh Ebû Saîd Mahzûmî ile Hammâd-i Debbâs'tan almıştır. İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vâz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Saîd Muhzûmî'nin medresesinde verdiği ders ve vâzlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek sûretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Hatta bir kadın, mehir bedelini, kocasının orada çalışmasına saydı. Derslerine devâm edenler arasında pekçok âlim yetişti. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşâd ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vâz vermeyi bıraktı. İnzivâya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahrâlara çıktı. Bağdad'ın Kerh harâbelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibâdet, riyâzet ve mücâhede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki: Irak'ın sahrâ ve harâbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bâzan uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryâdını duyardım. Bâzan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla berâber kolaylık vardır." meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi." Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyâfetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; "Ey Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip geleceksin." derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; "Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım." diye beni tehdit ederdi. Cân u gönülden, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" okuyunca, onun tamâmen yandığını görürdüm. Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: "Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım." Bir rivâyete göre; "Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl kıldım." diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî Eûzü çekti. "Kovulmuş şeytandan Allahü teâlâya sığınırım. Sus ey mel'ûn!" diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; "Ey Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım." dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; "Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü teâlâ böyle şeyleri emretmez." buyurdu. Başka bir kere gâyet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. "Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun." dedi. "Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş." dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defâ elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnâda elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlûb ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gâyet üzgün olarak; "Senden ümîdimi kestim. Gâliba seni yoldan çıkaramayacağım." dedi. "Sus ey mel'ûn!" dedim ve kovdum. Allahü teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı. Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. "Bunlar nedir?" dedim; "Dünyâ zevkleri ve zînetleridir." denildi. Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın rızâsına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Senin içinde bulunan mânîlerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım. Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir." denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim. Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allahü teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadâsız yerlerde kalmaya mebcur ettim. Soğuk bir gece kırk defâ ihtilam oldum, havanın soğukluğuna bakmadan her seferinde, hemen yıkandım. Kerh harâbelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları... Dünyâ sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her çâreye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütâlaa ediyordum. Nefsim; "Biraz uyu, sonra kalkarsın." dedi. Ona muhâlefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur'ân-ı kerîmi hatmedinceye kadar uyumadım. Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım". Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; "Sen ki Abdülkâdir'sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi. Sahralarda dolaşırken "Ol" sözü ile ihsân olundum. Allahü teâlânın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan hayâ ettim. Allahü teâlâya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim. Abdülkâdir Geylânî hazretleri bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu. Hazret-i Hızır önüne çıkıp, şehre girmesine mâni oldu. "Emir var. Yedi sene Bağdad'a girmeyeceksin." dedi. Bu sebeple, Bağdad'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince; "Ey Abdülkâdir! Bağdad'a gir, serbestsin." diye bir ses duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi. Doğru Şeyh Hammâd bin Müslim Debbâs'ın zâviyesine (dergâhına) geldi ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammâd Debbâs onu görünce ağlayarak; "Oğlum Abdülkâdir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır." dedi. Bir müddetten beri Bağdad'da bulunan Abdülkâdir Geylânî hazretleri fitne ve karışıklıklar olunca tekrar sahrâlara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; "Nereye gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak." diyen bir ses işitti. "Ben dînimi kurtarmak istiyorum." dediğinde; "Korkma, dînine bir zarar gelmeyecek." denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin hakîkatını bildirmesi için Allahü teâlâya yalvardı. Bu esnâda Muzafferiyye denilen yerden geçerken birisi kapıyı açıp; "Ey Abdülkâdir! Buyurun." dedi. Yanına varınca; "Söyle, dün Allahü teâlâdan ne istemiştin?" dedi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri şaşırıp cevap veremedi. Bunun üzerine o zât kapıyı şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allahü teâlâdan ne istediğini düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o zâtın Şeyh Hammâd Debbâs olduğunu hatırladı. Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan sorardı. O da ona bir bir açıklardı. Bâzan ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden onunla görüşemezdi. Dönünce hocası ona; "Allah aşkına nerelere gidiyorsun? Bu civarda senden daha âlim birisi var mı?" derdi. Şeyh Hammâd'ın müridleri ona bâzan; "Sen âlim birisin. Burada ne işin var, buradan gitsene." derler; Şeyh Hammâd da onlara; "Utanmıyor musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim ona eziyet ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, mânen kemâle ermesi, olgunlaşması için böyle yapıyorum, mânâ âleminde onu koca bir dağ gibi görüyorum." derdi. Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkâdir Geylânî hazretleri dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammâd; "Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her velî ona itâat edecek." dedi. Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp; "Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allahü teâlâyı tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim." dedi. Zamânındaki diğer evliyâ da kerâmet olarak ilerde onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler. Abdülkâdir Geylânî hazretleri zaman zaman Şeyh Tacül ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanına giderdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri o gelince ayağa kalkar, yanındakilere; "Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor." derdi. Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden talebelerine; "Henüz zamânı var. Vakti gelince, okumuş, câhil herkes bu gence muhtâc olacak, onun feyzinden, mânevî ilminden faydalanacaktır. Sanki şu anda onun Bağdad'da cemâatlere vâz ve nasîhat ettiğini, "Ayağım bütün velîlerin boynundadır." dediğini ve bütün velîlerin boyunlarını ona uzattıklarını, görüyorum." derdi. Bir defasında da; "Ey Bağdadlılar! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır." dedi ve Abdülkâdir Geylânî hazretlerine dönüp; "Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın." diye hitâb etti. Nihayet Abdülkâdir Geylânî hazretleri Bağdad'da insanları irşâda, Allahü teâlânın beğendiği yolda bulunmaya dâvete ve nasîhat etmeye başladı. Bir gün kendini nûrların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah efendimiz Allahü teâlânın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; "Bu, kutubluk denilen velîlere âit evliyâlık elbisesidir." buyurdular. Resûlullah efendimizden hazret-i Ali vâsıtasıyla gelen feyzler, mânevî ilimler ondan sonra hazret-i Hasan ile Hüseyin ve on iki imâmdan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler hep on iki imâm vasıtasıyla geldi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri dünyâya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki imâmdan gelen feyzler, ilimler, bereketler onun vâsıtasıyla geldi. Başka hiç bir velî bu makâma ulaşamadı. Bunun için; "Önceki velîlerin güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır." buyurdular. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine "Gavs-ül-A'zam; En büyük Gavs" denildi. Yalnız İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususda onun vekîlidir. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin evliyâlıktaki derecesinin yüksekliğini zamânındaki bütün evliyâ kabûl etmişti. Bir gün Bağdad'da sohbet ediyordu. Meclisinde pekçok âlim ve velî vardı. Bir ara; "İşte şu ayağım her velînin boynu üzerindedir." buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu sözü tasdîk ettiler. Şeyh Halîfet-ül-Ekber anlatır: Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. "Yâ Resûlallah! Şeyh Abdülkâdir, ayağım bütün velîlerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?" diye sordum. "Doğru söylemiştir. O benim himâyemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?" buyurdu." Adiyy bin Müsâfir; "Bu sözü yalnız o söyledi, başkasından duymadım. O bununla kendi zamânındaki ferdiyet denilen makâmını açıklar. Onun gibi hiç kimse böyle söylemeğe mezun, izinli değildir." der. Ahmed Rufaî hazretleri; "O bu sözü mânevî emirle söyledi." dedi. İbn-i Hacer-i Askalânî hazretleri de; "Bunun mânâsı, ilerde o kadar kerâmet gösterecektir ki, inâd eden ve doğru yoldan sapanlardan başkası onu inkâr etmeyecektir." dedi. Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Şüphesiz o, evliyânın sultanı idi." demişti. Hayat bin Kays hazretleri buyurur ki: "Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince, bütün velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı. İlimlerinde bereket, hâllerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar istisnâsız, başlarını onun ayağına doğru uzatmışlardı." Abdülkâdir Geylânî bu sözü söylediğinde, yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru uzattı. O anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed Rufâî hazretleridir. Ona niçin böyle yaptığını sorduklarında şöyle dedi: "Şu anda Abdülkâdir Bağdad'da "Ayağım, her velînin boynundadır" diyor. Ebû Medyen Mağribî de; "Evet ben Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim." buyurdu. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin tasavvuftaki yoluna Kâdiriyye tarîkatı denir. Tarîkatının husûsiyeti, dînin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allahü teâlâyı anmak, gönlü Allahü teâlâdan başkasından kurtarmaktır. Abdülkâdir Geylânî hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi. Kendileri şöyle anlatır: Hicrî beş yüz yirmi bir senesi Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. "Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?" buyurdu. "Babacığım ben yabancıyım. Bağdad fasîhlerinin yanında nasıl konuşurum?" dedim. "Ağzını aç!" buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi defâ mübarek ağzının suyundan ağzıma saçtı ve; "İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve vâzlar ile Rabbinin yoluna çağır." buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yanımda kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Tâlib'i gördüm. Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve bana; "Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?" diyordu. "Babacığım! Nutkum, konuşmam tutuldu, konuşamıyorum." dedim. "Ağzını aç." buyurdu. Açtım. Ağzının suyundan ağzıma altı defâ saçtı. "Niçin yediye tamamlamadınız?" dedim. "Resûlullah'a karşı olan edebimden." buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasîh bir dille konuşmağa başladım. Birgün, minberde oturmuş vâz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevâzi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vâzına devâm etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye suâl edince; "Ceddim Resûlullah'ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Hayâ edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vâz etmemi emr etti, dedi. Sohbetlerinde bâzan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cumâ, salı ve pazartesi gecesi halka vâz ederdi. Vâzında, âlim ve evliyâdan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzûr içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devâm etti. Ders ve fetvâ vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hâl altmış yaşına kadar devâm etti. Huzûrunda Kur'ân-ı kerîm tegannîsiz gâyet sâde, tecvide riâyetle okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suâllere gâyet açık ve doyurucu cevaplar verirdi. Derin ilim sâhibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi. Bir gün birisi huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okudu. Âbdülkâdir-i Geylânî hazretleri okunan âyet-i kerîmeleri tefsîr etmeye başladı. Kırk şekilde tefsîr yaptı ve hepsinin delilini gösterdi. Orada bulunanlar yalnız on bir tefsîri anlayabildi ve dinleyenleri hayrette bıraktı. Sonra; "Sözü burada bırakıyorum. Şimdi kelime-i tevhide geldik"Lâ ilâhe illallah" dedi. Bunları söyler söylemez cemâatı bir hâl kapladı, hepsi kendilerinden geçti. Önce lâzım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbâî ismindeki bir zât anlatır: Evliyânın hayâtından ve sözlerinden bahseden arabî Hilyet-ül-Evliyâ kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibâdetle meşgûl olmak istedim. Gidip Abdülkâdir Geylânî'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzûrunda oturdum. Bana bakıp; "Eğer inzivâya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber zâtların, yâni mürşid-i kâmillerin huzûrunda edeb öğren. Daha sonra inzivâya, yalnız ibâdete başla. Yoksa, ibâdet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek îcâbeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın." buyurdu. Sabah ve ikindiden sonra tefsîr, hadîs ve fıkıh; öğleden sonraları Kur'ân-ı kerîm ve kırâat dersleri okuturdu. Akşam ve sabah ise, usûl-i fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi. Onun bereketiyle talebeler çabuk ilerlerdi. Ebû Muhammed Haşşâb der ki: Gençken nahiv okuyordum. Bana bir gün Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin vâzlarında çok tesirli konuştuğunu söylediler. Vakit bulamadığım için gidemezdim. Nihâyet bir gün vâz verdiği yere gittim. Beni görünce; "Bizim sohbetimizde bulun, seni Sîbeveyh yapalım." dedi. O günden sonra yanından ayrılmadım. Din bilgilerinde ve aklî ilimler denilen diğer yardımcı ilimlerde çok istifâde ettim. O kadar kavâid (kâideler) öğrendim ki, başkalarından öğrendiklerimi unuttum." Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdad'ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnâda Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nûr çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hâl kaplayıp, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suâllerinizi sorun buyurdu. Her biri suâllerini sorup, hemen cevâbını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzûrunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık." dediler. Ebû Sa'îd Kilevî şöyle anlatmıştır: Ben, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin meclisinde iken, Resûlullah efendimizi ve enbiyâyı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir defâsında da Hızır aleyhisselâmı görmüştüm. "Her kim dünyâda kurtuluşa ermek ve saâdete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkâdir'in meclisine devâm etsin!" buyurmuştu. İbn-i Kudâme şöyle söylemiştir: "1166 (H.561) yılında Bağdad'a girdiğimizde, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sâhipti. Onun gibi bir zâta daha hiç rastlamadık." Abdülkâdir Geylânî hazretleri felsefe ile meşgûl olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünyâ rûh, âlem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yâhut tamâmen değişir. Bu îtibârla sonra gelenler önce gelenleri dâimâ tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dînin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri îtikâdın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbn-i Sînâ ve Fârâbî gibi zâtlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgûl olduklarından sapıtmışlardır. Şeyh Muzaffer Mansur der ki: Birkaç kişi ile Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yanına gitmiştik. Elimde, felsefe ile ilgili kitaplar vardı. Bizi süzdükten sonra kitabı görmeden bana; "O elindeki kitap ne kötü bir arkadaştır." buyurdu. Bu esnâda oradan ayrılıp kitabı bir yere koymak ve bir daha taşımamak hatırıma geldi. Kitabı çok seviyordum. İçerisindeki çok şeyi de ezberlemiştim. Tam kalkacaktım, bana dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Şaşırıp kalkamadım. "Şu kitabı bana versene."buyurdu. Vermek için kitabı açtım. Bir de ne göreyim kitabın sahifeleri bembeyaz olup, hiçbir şey yazılı değildi. Kitabı kendisine verdim. Tek tek sahifelerine baktıktan sonra bana geri verdi. "İşte İbn-i Dâris'in Fedâil-ul-Kur'ân (Kur'ân-ı kerîmin fazîletleri) kitabı." buyurdu. Baktım gerçekten onun güzel bir hatla yazılmış bir nüshası idi. Bana; "Kalb ile tövbe etmek ister misin?" buyurdu. "Evet." dedim. "Öyleyse kalk!" dedi. Kalktım. Zihnimde felsefe ile ilgili bütün öğrendiklerimi unuttum. Daha önce onları hiç okumamış gibi oldum. Dîne uygun olmayan bir şeye müsâade etmezdi. Bir gün yanında; "Falanca çok ibâdeti ve kerâmetleri ile meşhûrdur." diye konuşuldu ve bu arada;"Ben derece bakımından Yûnus aleyhisselâmı geçtim." dediği nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke eserleri görüldü. Yaslandığı yastığı yere doğru attı. Gidip baktıklarında adamın öldüğünü gördüler. Vefâtından sonra o şahıs rüyâda neşeli olarak görüldü. "Nasılsın?" diye sorulduğunda; "Şeyh Abdülkâdir hem Allahü teâlânın, hem Yûnus aleyhisselâmın yanında bana şefâatçı olduğu için, Allahü teâlâ beni affetti. Yûnus aleyhisselâm hakkında söylediğim o söz sebebiyle hesaba çekmedi." dedi. Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zât gelmişti. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkâdir Geylânî hazretleri; "Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefât edeceğim." buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefât etti. Abdülkâdir Geylânî hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükût eder, konuştuğunda gâyet câzib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din husûsunda aslâ tâviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha kerîm ve lütufkâr kimse olamaz." kanâati hâkim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alâkasını muhâfaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıyâ onun vâsıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, âzâd ederdi. Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında helâlden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi: "Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!" Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi. Fakîrlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazîfeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yâhut hastalansalar, kendisiçarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzûmlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyârete gelenlere saygı gösterir, tevâzu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti. Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesîle ederek, araya koyarak Allahü teâlâya duâ ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki: "Sıkıntıda olan bir kimse beni vesîle edip Allahü teâlâya yalvarsa derhâl sıkıntısı gider. Şiddet ânında her kim benim ismimi ansa derhâl rahata kavuşur. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allahü teâlâdan dilekte bulunursa, derhâl işi görülür." Bir kere de; "Her kim her rekatında Fâtiha'dan sonra on bir İhlâs okuyarak, iki rekat namaz kılarsa, selâmdan sonra da on bir defâ Allah'ın Resûlüne salât ve selâm getirip benim ismimi anarak yalvarırsa, Allahü teâlânın izni ve yardımıyla derhâl işi görülür." buyurdu. Temiz bir hanım, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine talebe olmuştu. Bu kadın dağda iken, ihtiyaç için mağaraya girdiğinde daha önce ona âşık olan bir ahlâksız da ardından girdi. Kadına yanaşıp, onun nâmusunu kirletmek istedi. Kadın kaçıp saklanacak bir yer bulamadı. Gavs-ül-a'zamın ismini söyleyip; "Yardım et (yetiş, imdâd) ey Gavs-ül-a'zam, ey insanların ve cinlerin gavsı, yardımcısı, yetiş! Yetiş ey Şeyh Muhyiddîn (dînin ihyâ edicisi), yetiş ey Seyyid Abdülkâdir!" deyip feryâd etti. O anda Gavs-ül-a'zam medresede abdest alıyordu. Ayaklarında tahtadan nalınlar vardı. Onları çıkarıp mağara tarafına savurdu. Ahlâksız, arzusuna kavuşamadan, nalınlar kafasına ulaştı ve ölünceye kadar başına vurdular. Kadın, o mübârek nalınları alıp hazret-i Gavs'a getirdi ve başından geçeni anlattı. Müridlerinin, talebelerinin tövbesiz vefât etmemeleri için duâ etti: "Allah'ım! Ceddim, Habîbin Muhammed aleyhisselâm ve kullarından takvâya erenlerin hâtırı için, hiç bir mürîdimin, talebemin rûhunu tövbesiz alma." diye yalvardı. Bir defâsında; "İyi müridlerin hâli mâlum, ya kötülerinki ne olacak?" diye sorduklarında; "İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık." buyurdular. Bir kere de; "Bana gözün alabileceği kadar bir kitap verildi. Onda kıyâmete kadar talebelerimin isimlerini gördüm." buyurmuştur. Cinler de kendisinden çekinir, itâat edip sözünü dinlerlerdi. Ebû Saîd Abdullah bin Ahmed isminde birinin kızına cinler musallat olmuştu. Hâlini, Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerine arz etti. O da; "Falanca yere git. Oraya cinlerin reisi uğrayacak. Ona benim gönderdiğimi söylersin, hâlini anlatırsın. O sana yardımcı olur." buyurdu. O şahıs denilen yere gitti. Kendisini Abdülkâdir Geylânî'nin gönderdiğini ve kızının durumunu anlattı. Cinlerin reisi kızına musallat olan cini cezâlandırdı. Ebû Saîd cinlerin reisine;"Bugüne kadar senin kadar Abdülkâdir'in emrine cân u gönülden itâat eden görmedim." deyince; "Abdülkâdir Geylânî hazretleri her gece evinden bakar, cinleri seyreder. Cinler onu görünce korkularından sağa sola kaçışırlar. Allahü teâlâ sevdiği kulun emrine birçok insan ve cin verir." dedi. Duâsı makbûl idi. Bağdad halkından biri ona gelerek; "Babamı rüyâda azâb içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkâdir'e git, bana duâ etsin. Belki Allahü teâlâ beni azapdan kurtarır." dedi. Bunun için sana geldim. Babama duâ ediverin de azaptan kurtulsun." dedi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri sükût buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüyâsında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli görünce hayret edip; "Baba, dün azâb içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?" diye sordu. Babası; "Şeyh Abdülkâdir bana duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsı hürmetine beni azaptan kurtardı." dedi. Tabiblerin tedâvî edemediği hastalar ona gelirler, duâsı bereketiyle şifâ bulup giderlerdi. Bir defâsında Halîfe Mustencid'in akrabâsından karnı şiş bir hastayı getirdiler. Elini sürüp, duâ ettiğinde Allahü teâlânın izni ile iyileşti. Halk sıkıntıları olunca ona gelirdi. Bir seferinde Dicle Nehri taşmış, sular Bağdad sokaklarına kadar gelmişti. Herkes korku ile Abdülkâdir Geylanî hazretlerine baş vurdu. Abdülkâdir Geylâni hazretleri oraya geldi. Bastonunu nehrin kenarına dikti. "Daha ileri gitme!" dedi. Allahü teâlânın izni ile nehrin suyu o andan îtibâren azalmaya başladı. Muhammed Ezher şöyle anlatır: Bir sene Allahü teâlâdan devamlı bana evliyâsından birini göstermesini istedim. Bir gece rüyâmda İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyâret ettim, orada birisi vardı. İçimden onun evliyâdan biri olduğunu geçirdim. Uyanınca Ahmed bin Hanbel'in kabrine koştum. Rüyâda gördüğüm zât orada duruyordu. Önümden geçip Dicle'ye doğru gitti. Ziyâretimi acele yapıp onu tâkib ettim. Dicle Nehrinin iki tarafı, bir adımlık mesâfe oluncaya kadar yaklaştı ve adımını atarak geçiverdi. Sonra o zât medresesine gittiğinde rüyâda ve uyanık iken gördüğü zatın Abdülkâdir Geylânî hazretleri olduğunu anladı. Onu gören tesiri altında kalır, mübârek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı. Cumâ günleri câmiye giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu. Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi. Gavs-ül-âzam, Medîne-i münevvereden Bağdad-ı Dârüsselâma gelirken, yolda hırsızlardan birine rastladı. Hırsız soyacak adam arıyordu. Gavs-ül-âzam ona; "Sen kimsin?" buyurdu. Hırsız; "Ben çölde yaşıyanlardanım." dedi. Gavs-ül-âzam ona, isminin mâsiyet, günah mürekkebi ile yazılmış olduğunu açıkladı. Hırsızın kalbinden, bu heybet ve azamet sâhibi kişinin Gavs-ül-âzam olması muhtemeldir düşüncesi geçti. Hırsızın kalbinden geçeni kendisine söyledi ve; "Evet, ben Abdülkâdir'im." buyurdu. Hırsız, derhal mübârek ayaklarına kapandı ve dilinden; "Ey Seyyid Abdülkâdir! Allah için bana bir ihsânda bulun!" sözleri çıktı. Gavs-ül-âzam, hâline acıdı ve kabinin düzeltilmesi için, Allahü teâlâya duâ etti. Hitab geldi; "Ey Gavs-ül-âzam, hırsızı doğru yola ulaştır. Onu sevgililer hidâyetine irşâd eyle, onu kutublardan biri eyle!" Hırsız, eşsiz teveccühleri ile kutublardan oldu. Meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan bir râhip şöyle anlatır: Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen'deki İslâm âlimlerinden birine mürâcaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım. Rüyâmda Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Bana; "Irak'a git, orada Abdülkâdir isminde biri var, onun huzûrunda müslüman ol. Çünkü o zamânındaki âlimlerin en büyüğüdür." buyurdu. Yine on üç kişilik bir hıristiyan cemâati müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında müslüman olacaklarını düşünürlerken sâhibini görmedikleri bir ses; "Bağdad'a gidin. Abdülkâdir Geylânî ismindeki zâtın huzûrunda müslüman olun. Onun bereketiyle kalbinizde öyle bir îmân nûru parlar ki, başkasının yanında böyle olmaz." diyordu. Bu hâdiseler, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini göstermektedir. Yoksa, İslâmiyette, müslüman olmak için, müftüye, imâma gitmek ve formaliteye ihtiyâç yoktur. Bir kimse kelime-i şehâdeti söyleyip mânâsına inanınca müslüman olur. Allahü teâlânın izni ile bir anda birçok yerde bulunurdu. Ramazân-ı şerîfte bir gün, ayrı ayrı yetmiş kişi, birbirinden habersiz, Gavs-ül-a'zamı iftâra dâvet etti. Herbiri kendi evini şereflendirmek, bereketlendirmek istiyordu. Her birinin dâvetini kabûl etti, aynı anda dâvet edenlerin evlerinde iftarda bulundu, onlarla birlikte yemek yedi. Bu haber, bu büyük ve havsalaya sığmaz kerâmet, bir anda Bağdad'a yayıldı. Huzûrunda hizmet eden hizmetçilerden biri, Gavs-ül-âzam o akşam tekkesinden çıkmadığı, iftarı burada yaptığı hâlde, o kimselerin evlerine girip, onlarla yemek yemesi ve bu yemeğin aynı anda olması nasıl olur? diye düşündüğü zaman, Gavs-ül-âzam, o hizmetçisine dönerek; "Onlar doğru söylüyorlar, herbirinin dâvetinde bulundum, ayrı ayrı, fakat aynı zamanda herbirinin evlerinde yemek yedim" buyurdu. Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamıyacağını söylerdi. Bir kadın, çocuğunu Abdülkâdir-i Geylânî'ye getirip; "Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu âzâd edip, size getirdim." dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarîkatta sülûke başlattı. Bu şekilde devâm ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. "Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer." dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; "Kum bi-iznillâh!" yâni Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitâben; "Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!" buyurdu. Bâzan sevdiklerine mânâ âleminde çeşitli şeyleri gösterirdi. Ali bin Yâkub anlatır: Bir kere daha yanına gitmiştik. Başını eğip, murakabeye dalınca, ondan bir nûrun yükseldiğini gördüm. Gözümden perde kalktı, melekleri, onların tesbihlerini ve kabirdekileri, onların hâllerini, derecelerini, tesbih ettiklerini gördüm. Her insanın alnındaki yazıları okumaya başladım. Hulâsa bana gaybî, gizli pekçok şey malûm oldu. Beni oraya götüren Hocam Ali bin Hîtî, aklıma bir şey olmasından korkuyorum deyince, göğsüme vurdu ve ondan sonra gördüklerimden dolayı hiç korkmadım. Ebü'l-Hacer Hâmid Hirânî anlatıyor: Bir gün Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin medresesine gittim ve huzûrunda oturdum. Bana; "Ey Hâmid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın." buyurdu. Aradan epeyce zaman geçip, Hiran'a dönünce, Sultan Nûreddîn beni çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin o sözünü hatırlarım. Bir gün bir cemâatle terasta durup, Buhârâ tarafına dönerek, güzel bir koku aldı ve; "Benim vefâtımdan yüz elli yedi sene sonra, dünyâya Muhammedî meşreb birisi gelir, ismi Behâeddîn Muhammed Nakşibendî'dir. Bana mahsus nîmetlere kavuşur." buyurdu ve dediği gibi oldu. Evliyânın büyüklerinden ve mürşid-i kâmillerin en meşhûrlarından olan bu zât, Muhammed Behâeddîn-i Buhârî Nakşibend hazretleri idi. Allahü teâlâ ona eşyânın aslını, neden meydana geldiğini gösterirdi. Bir gün devlet ileri gelenlerinden birisi huzûruna gelmişti. Tesirli nasîhatlarını dinledikten sonra memnuniyetinden on kese altını ortaya koyup, bunlar senindir." dedi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri almak istemedi. Çok ısrar edince, içinden ikisini aldı ve sıktı. Elinin altından kan akmaya başladı. O şahsa; "Bunları bana getirmekten hiç mi hayâ etmedin?" dedi. Onları helalden kazanmadığını göstermiş oldu. Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkâdir Geylânî hazretleri buyurur ki: "Kerâmetler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerâmetini gizlemeyen dünyâya düşkündür. Bana talebe olan yâhut evlâdımdan ve halîfelerime bağlı olup, kerâmet derecesine ulaşıp, maksatsız kerâmet izhar edenin yüzü iki dünyâda kara olur." Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesîle olan pekçok sözü vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır: "İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması." "Şükrün esası, nîmetin sâhibini bilmek, bunu kalb ile îtirâf etmek ve dille söylemektir." "Büyük âlimlere tâbi olunuz; bid'at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan şeylere sapmayınız. İtâat ediniz, muhâlefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sâbit kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız." "Kalb dünyâ arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkânı yok, âhireti sevmiş olamaz." "Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzûndur. Peygamber efendimiz; "Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzûndur." buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşgûldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir." "İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı." İlk önce yapılması lâzım olan şeyler husûsunda: "Mü'minin, en önce farzları yapması lâzımdır. Farzları bitirdikten sonra, vâcib ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nâfilelerle meşgûl olur. Farz borcu varken sünnet ile meşgûl olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabûl olmaz. Ali bin Ebî Tâlib'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: "Üzerinde farz borcu olan kimse, kazâsını kılmadan nâfile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazâsını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nâfile namazlarını kabûl etmez." Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar onun sermâyesi, nâfileler de kazancıdır. Sermâye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz." buyurdu. Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu: "Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, sâlihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla berâber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak. Ey oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür. Allahü teâlânın kitabının ve Resûlünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felâh, bulur kurtuluşa erersin." Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünyâ lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır. Senin düşüncen, Rabbin ve O'nun katında bulunan nîmetler olmalıdır. Dünyâdan (haram ve şüphelilerden) ne terkedersen, mutlaka bunun karşılığında âhirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sâdece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de âhiret için hazırlık yap." Faydasız şeyleri bırakmak husûsunda: "Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünyâ ve âhirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyâdan alınacak, âhirete götürüleceksin. Dünyâda rahat ve hoş bir hayat arama. Resûl-i ekrem; "Hayat, âhiret hayâtıdır" buyurdu." İyi zan sâhibi olmak hakkında: "Müslümanlar hakkında iyi zan sâhibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda âhireti düşünen âlimlere sor." Duâ hakkında: "Allahü teâlâdan dünyâ ve âhiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duâya devâm et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rızâ gösterme nîmetini ihsân eder. Eğer Allahü teâla senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana râzı ve memnûn olacağın bir hâl verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için duâ edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muâmele etme hâlinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama hâline çevirir. Eğer dünyâda borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir. Âhiret işlerini önce yapmak husûsunda: "Âhireti sermâyen, dünyâyı bu sermâyenin kazancı yap. Zamânını, önce âhireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyânı sermâye, âhiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyâdan artan zamânını, âhiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riâyet etmezsin. Sonra dünyâ işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kazâ namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, hevâ ve isteğine hattâ şeytâna tâbi olursun. Âhiretini dünyâya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Hâlbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzib etmek ve selâmet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar âhiret yolu, Rabbine tâat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabûl etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevâsında ona uydun. Sonunda dünyâ ve âhiretin hayırlısını kaçırdın. Dünyâ ve âhiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünyâ bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyâdan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini âhiret yoluna çekseydin, âhiretini esas ve sermâye kabûl etseydin, dünyâ ve âhiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyâya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itâat edersen, Allahü teâlânın has kullarından olursun." Yapılan nasîhatı kabul etmek hakkında: "Kardeşinin sana yaptığı nasîhatı kabul et. Ona muhâlefet etme. Çünkü o, senin kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resûl-i ekrem; "Mümin, müminin aynasıdır." buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasîhatlerde samîmîdir. Onun göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır." Acele etmemek husûsunda: "Acele etme. Acele eden, ya hatâ yapar veya hatâlı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isâbet kaydeder veya isâbet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek. Allahü teâlâdandır. Umûmiyetle aceleye sebep, dünyâlık toplama hırsıdır. Kanâat sâhibi ol. Kanâat bitmeyen bir hazînedir." Gaflet hakkında: "Allahü teâlâdan hakkıyla hayâ ediniz. Gaflette olmayınız. Zamânınız, zâyi olup gidiyor. Hâlbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binâları kurmakla meşgûl oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzûrunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Hâlbuki Allahü teâlâyı anmak, âriflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan her şeyi unutturur." Allah için yapılmayan işler hakkında: "Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hâli nasıl? Cemâat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın rızâsını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, âdî ve bayağı niyetlerin için tövbe et. İnsanlara gösteriş için, onların rızâlarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünyâ hapishânesindesin. Resûl-i ekrem dâimâ tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sâdece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı." Allahü teâlânın sevgisinde samîmiyetin nasıl belli olduğu hususunda: "Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samîmi olup olmadığı, başına belâ ve musîbet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn hâlini muhâfaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik zamânında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alâmet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize;"Ben seni seviyorum." deyince; "Fakirlik için bir elbise hazırla." buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum." deyince; "Belâ için elbise hazırla." buyurdu." Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dâir: "Halinizden şikâyette bulunmayın. Sabredin, feryad etmeyin. Doğruluk üzere devâm edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hâllerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Dâimâ ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin. Allahü teâlâya, rızâsı için yapılan sabırlar ve tahammüller, aslâ karşılıksız kalmaz. Onun için bir ân olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükâfâtını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhûr olan, bu lakabı, bir ânlık cesâreti netîcesinde kazanmıştır. Allahü tealâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle berâberdir." buyuruyor (Bekara sûresi: 153) Hayâtı fırsat bilmeye dâir: "Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyâdan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Duâ etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih kimselerle berâber olmayı fırsat biliniz." Kabir ziyâretine dâir: "Kabirleri ziyâret ediniz. Sâlih kimseleri de ziyâret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir." Günahlardan sakınmak husûsunda: "Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günâhını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür." buyurdu." Vefâtı: Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: "Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında sizden başkasıyla yâni Allahü teâla ile berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!" Yine; "Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahü teâlâ beni ve sizi magfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular. Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır: Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu. Vefât ederken iki defâ; "Allahümme refîk al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum." buyurdu. Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim." buyurdu. Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; "Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince; "Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir." buyurdu. Oğlu Şeyh Abdülazîz; "Hastalığınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur." buyurdu. Daha sonra; "Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah..." deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi. Vefâtı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenâze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar hâlinde ziyâretine geldiler. Bu ziyâretler günlerce devâm etti. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin kız ve erkek pek çok çocuğu vardı. Nesli onlar vâsıtasıyla dünyânın çeşitli yerlerine Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Irak, Suriye ve Anadolu'da yayılmıştır. Oğullarından Ebû Abdurrahmân Şerefeddîn Îsâ Mısır'a hicret etmiş olup şimdi Mısır'daki Kâdirî şeriflerin dedesi odur. Torunları, Kuzey Afrika'da daha çok Şerif ve Şurefa gibi isimlerle, Irak, Suriye ve Anadolu'da ise Seyyid ve Geylânî diye anılmaktadır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) El-Gunye li-Tâlibî Tarîk-ıl Hak: Îmân, ibâdet ve ahlâkî konuları ihtivâ eder. 2) El-Fethurrabbânî vel-Feyz-ur-Rahmânî: Vâzlarından meydana gelir. 3) Fütûh-ul-Gayb: Bu eser vâzlarından ve oğlu Abdurrezzak'a vasiyetinden meydana gelir. 4) El-Fuyûzâtu'r-Rabbâniyye fî Evrâd-il-Kâdiriyye: Duâ ve virdlerden meydana gelir. 5) Mektûbat: On beş mektuptan meydana gelir. ALTININ VAR MI? Bir gün Abdülkâdir Geylânî'ye; "Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye sordular. Buyurdu ki: "Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Aslâ yalan söylemedim. Yalanı kâğıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın." dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; "BeniAllahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad'a gidip ilim öğreneyim. Sâlih zâtları ve evliyâyı bulup ziyâret edeyim." dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan mîrâs kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. "Haydi Allah selâmet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyâmete kadar bir daha yüzünü göremem." dedi. Küçük bir kâfile ile Bağdad'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıyâ çıka geldi. Kâfilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu. "Kırk altınım var." dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili." dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kâfileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var." dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım." dedim. Eşkıyâ reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum." dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kâfileden aldıkları malları sâhiplerine geri verdiler. İlk defâ benim vesîlemle tövbe edenler, bu altmış kişidir." ATEŞİN ODUNU YİYİP BİTİRDİĞİ GİBİ Abdülkâdir Geylânî'nin sohbetleri ile hasta gönüller şifa bulur, katı kalpler yumuşardı. İnsanların mânevî hastalıklarını tek tek bildirir, onları tedâvî ederdi. Hasedin, kıskançlığın Allahü teâlânın gazâbına sebeb olacağını şöyle anlatır: Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin îmânını zayıflatır. Mevlânın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına uğratır. Peygamber efendimiz; "Allahü teâlâ, hasetçi kimse nîmetimin düşmanıdır," buyurdu." diye bildirmiştir. Resûl-i ekrem bir hadîs-i şerîfte; "Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer." buyurdu. Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin husûsunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahü teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği nîmetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsânından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok câhil olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ senin için takdir ettiğini, sana nasîb olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez. BU İHTİYARI HİMÂYE ETSİN!.. Gavs-ül-a'zam bir gün, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyâret etti. Yanında evliyâdan bir cemâat da vardı. Kabrin başında okudular. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel kabirden çıktı, elinde gömlek vardı. Gömleği verdi ve birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra İmâm-ı Ahmed; "Ey Seyyid Abdülkâdir! Fıkıh, tasavvuf ile helâlin, haramın ilmi sana muhtaçtır." buyurdu. Bir gece Resûlullah efendimizi rüyâda gördü. Bu arada İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'i de gördü. Bir eliyle sakalını tutmuş, Resûlullah efendimizden ricâ ediyor ve; "Ey Allah Resûlü! Oğlun Muhyiddîn Seyyid Abdülkâdir'e buyur da, bu zayıf ihtiyârı himâye etsin." diyordu. Resûlullah efendimiz tebessüm buyurarak: "Ey Seyyid Abdülkâdir! Bu şeyhin ricâsını kabûl et." buyurdu. Resûlullah'ın emri ile, onun ricâsını kabûl etti ve sabah namazını Hanbelîlerin namazgâhında kıldı. Hâlbuki Hanbelî namazgâhında imâmdan başka kimse olmazdı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri oraya gelince, pek çok kimse de ardından gelip, mescidi doldurdu ve boş yer kalmadı. "Eğer Gavs-ül-a'zam hazretleri o gün, Hanbelî namazgâhında hazır olmasaydı, Hanbelî mezhebi unutulacaktı." denilmiştir. Bundan sonra Hanbelî mezhebine göre ibâdet etti. BİZİM YOLUMUZ Oğlu Abdurrezzâk'a şöyle vasiyet eyledi: Ey oğlum! Allahü tealâ bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfîk, başarı ve muvaffakiyet ihsân eylesin! Sana Allah'tan korkmanı ve O'na tâat üzere olmanı, dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmeni ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim. Ey oğlum! Allahü teâlâ bize, sana ve müslümanlara tevfîk versin! Bizim bu yolumuz, Kitap ve Sünnet üzere bina edilmiştir. Kalbin selâmeti, el açıklığı, cömertlik, cefâ ve ezâya katlanmak ve din kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur. Ey oğlum! Sana vasiyet ederim! Derviş yâni Allah adamlarıyla berâber ol. Meşâyıha, tasavvuf büyüklerine hürmeti gözet! Din kardeşlerinle iyi geçin! Küçük ve büyüklere nasîhat üzere ol. Dinden başka şey için kimseye düşmanlık etme! Ey oğlum! Allahü teâlâ bize ve sana tevfîk versin! Fakirliğin hakîkati, senin gibi olana muhtaç olmaman, zenginliğin hakîkati ise, senin gibi olandan bir şey istememendir. Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile de ele geçmez. Dervişlerden, Allah'tan başkasına ihtiyaç duymayan birisini görürsen, ona ilim ile değil, rıfk, yumuşaklık, güler yüz ve tatlı söz ile muâmele eyle! Zîrâ ilim onu ürkütür, rıfk, yumuşaklık ise çeker ve yaklaştırır. Ey oğlum! Zenginlerle sohbetin, görüşmen izzet ile, onlara değer vermeyerek, fakirlerle görüşmen ise, kendine değer vermiyerek olsun. İhlâs üzere ol! İhlâs, insanların görmesini hâtıra getirmeyip, yaradanın dâimâ gördüğünü unutmamaktır. Sebeplerde Allahü teâlâya dil uzatma. Her hâlde Allahü teâlâdan gelene râzı ve sükûn üzere ol. Allah adamlarının huzûrunda şu üç sıfat üzere bulun: Alcak gönüllülük, iyi geçinmek ve kötülüklerden arınmış bir kalb. Hakîkî yaşamak, nefsini öldürmenle, nefsinin arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemenle olur. 1) Menâkıb-i Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (Mûsâ bin Yünûnî) 2) Behcet-ül-Esrâr (Ali bin Yûsuf) 3) Kalâid-ül-Cevâhir fî Menâkıb-i Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî 4) Tefric-ül-Hâtır fî Menâkıb-i Şeyh Abdülkâdir 5) Tenşîtül-Hâtır fî Menâkıb-i Gavs-ül-âzam 6) Câmiu Kerâmât il-Evliyâ; c.2, s.89 7) Tabakât-ül-Kübrâ (Şa'rânî); c.1, s.126 8) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile; c.1, s.290 9) Nefehât-ül-Üns; s.587 10) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.198 11) Hadîkat-ül-Evliyâ; 2'nci kısım, s.32 12) El-A'lâm; c.1, s.17 13) Mir'ât-ül-Haremeyn; c.3, s.139 14) Nûr-ül-Ebsâr; s.224 15) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.52 16) Fevât-ül-Vefeyât; c.2, s.2 17) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; c.3, 123. Mektup 18) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.974 19) Redd-i Vehhâbî; s.40 20) Tabakât-ül-Evliyâ; s.246 21) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.59 22) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.307 23) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.36 24) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.15 25) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.58 26) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.7, s.196 |
18 Mayıs 2011 Çarşamba
Abdülkadir Geylani
ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ
ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ
Mücâhid velîlerden. 1807 (H.1222) senesinde Recep ayının yirmi üçüncü günü Cezâyir'in Maasker vilâyetinin Kaytana köyünde doğdu. Şeriflerden olup soyu hazret-i Ali'nin oğlu hazret-i Hasan efendimize dayanmaktadır. Baba ve dedeleri Cezâyir'in Vehran tarafında, şerefli, âlim, fâzıl, zâhid ve takvâ sâhibi kimseler olup, herkes tarafından sevilir, sayılırlardı. Cedlerinden biri olan Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barbaros Hayreddîn Paşanın Cezayir'i fethinde bir nefer gibi çalışmış ve Cezayir'de Osmanlı hâkimiyetinin kurulmasında, ziyâdesiyle gayret sarfetmişti. Bu sebeple Osmanlı sultanları bunun oğulları ve torunlarına büyük izzet ve îtibâr gösterirlerdi. Abdülkâdir'in babası Muhyiddîn de Kâdirî şeyhlerinden olup âlim bir zât idi.
Şeyh Muhyiddîn, parlak bir zekâya sâhip olduğunu gördüğü Abdülkâdir'i küçük yaşta ilim öğrenmeye sevketti. İlk tahsilini Kaytana'da yapan Abdülkâdir, sonra Cezayir ve Oran şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Daha küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi hıfzetti. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Geniş mâlumâtıyla, fazîlet ve takvâsıyla şöhreti her tarafa yayıldı. Ülkesini pek yakın bir gelecekte bekleyen tehlikenin farkında olan Abdülkâdir kendisini ilm-i siyaset, devlet idâresi sâhalarında da yetiştirdi. Ata binmek ve silâh kullanmak gibi her çeşit harp sanatında pek ustaydı.
1826'da babasıyla birlikte Mısır'a giden Abdülkâdir Cezâyirî burada İslâm âleminin meşhûr ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini ziyâret etti. Âlimlerle görüşüp bilgi alışverişinde bulundu. Oradan Hicaz'a geçerek hac vazîfesini îfâ etti. 1829 yılında Şam'a geldi. Burada evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ile görüşüp duâsına kavuştu. Buradan Bağdad'a geldi. Şerefli âilesinin tabi olduğu evliyânın büyüklerinden nûr ve feyz menbaı Peygamber efendimizin soyundan Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin mübârek kabrini ziyâret etti. Mânevî yardım istedi.
Abdülkâdir'in yurda dönüşünden kısa bir müddet sonra 1830 Temmuzunda Fransızlar Cezayir'i işgâl ederek ülkedeki üç yüz yıllık Türk idâresine son verdiler. Vehrân ve Müstefânem bölgelerindeki halk düşmana karşı ayaklanarak Şeyh Muhyiddîn'i kendilerine emir seçtiler. Ancak o oğlu Abdülkâdir'i bu işe daha lâyık gördü ve emirliği ona devretti. Kendisi Oran'daki Fransız kuvvetleri ile harb eden askerin kumandasını ele aldı.
Abdülkâdir-i Cezayirî kendisine yapılan bîat merasimi sırasında yaptığı konuşma ile cesâret, uzak görüşlülük, müsâmaha, tevâzu ve fedâkârlık gibi vasıflarını ortaya koydu. Konuşmasında şöyle demişti:
"Eğer liderliği kabul ediyorsam bu cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olma hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bulacağınız, îmânımızı savunmada hiç bir fedâkarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya hazırım."
Emir Abdülkâdir kısa sürede gösterdiği hârikulâde şecâat, kahramanlık, binicilikteki mahâret ve soğukkanlılığı ile herkesi hayran bıraktı.Askerî bir lider olarak kendini kabûl ettirdi. Bu sebeple Fransızların Cezâyir'i işgâl etmesinden iki sene sonra babasının muvafakati ve bütün Cezâyir müslümanlarının arzusu üzerine ülkenin emirliğini üzerine aldı (22 Kasım 1832).
Abdülkâdir-i Cezayirî bundan sonra Fransızlara karşı plânlı ve sistemli bir harekat başlattı. Kuvvetli bir ordu kurarak Fransızları üst üste bozguna uğrattı. Bu zaferlerini siyâsî sâhada da sürdürerek birçok bölgeleri de bu yolla ele geçirdi. Fas Sultanı Abdurrahmân'ı kendi tarafına veFransızlara karşı mücâdele sâhasına çekmeyi başardı. Kahramanlığı ve zekâsı sâyesinde yerli kabîleleri etrafına topladı. Büyük bir güçle başta Maasker olmak üzere Merakeş sınırına kadar bütün batı Cezâyir'e sâhib oldu. Fransızlar 26 Şubat 1834 antlaşmasıyla Abdülkâdir'in Batı Cezayir üzerindeki otoritesini tanıdılar. Ancak ertesi yıl bölgedeki Fransız komutanı General Trezel, emirin kendisine bağlı saydığı aşîretleri himâyesi altına aldığını bildirdi. Amacı, mücâhidleri bölmek ve parçalamaktı. Onun bu kararı üzerine Abdülkâdir-i Cezâyirî tekrar harekete geçti. Makta'da yapılan çarpışmada Trezel alayını müthiş bir bozguna uğrattı (1835).
Bu yenilgi üzerine Fransa bölgeye yardım kuvvetleri gönderdi. Bu birliklerin başında gelen General Bugeaud kısa bir sürede Cezayir'i ele geçireceğine, müslümanları mahv edip Abdülkâdir'i yakalayacağına söz vererek harekete geçti. Fransızlar Maasker'i kısa sürede ele geçirdiler. Bu zaferle kendisine fevkalade güvenen Bugeaud, Konstantine önüne geldiğinde Abdülkâdir'in asıl gücü ile karşılaştı. Abdülkâdir'in ne zaman ve ne şekilde vuracağı belli olmuyordu. Ordusu son derece disiplinli idi. En küçük bir bozulma ve ümitsizliğe düşmüyor ve insanüstü bir gayretle çarpışıyordu. Bu durum Fransız birliklerinin tekrar bozgun hâlinde geri çekilmesine yol açtı. Bugeaud Fransa hükümetine gönderdiği raporlarda:
"Abdülkâdir hızlı, zekî ve ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır. Dehâsı ve temsil ettiği inanç sâyesinde kazandığı îtibârla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir." diyordu.
Nitekim Bugeaud çok geçmeden Abdülkâdir'le Tafna Antlaşmasını yapmaya mecbur kaldı(1837). Bu antlaşma ile Emir Abdülkâdir limanlar ve kıyı şehirleri dışında ülkenin tamâmında hâkimiyeti elde ediyordu.
Abdülkâdir-i Cezayirî bu sulh devresinden faydalanarak güçlü bir devlet mekanizması kurmaya çalıştı. Devlet merkezini Maasker'den Tagdempt'e nakletti. Kanun ve kaideleri düzelterek İslâmiyete uygun hâle getirdi. Osmanlılar zamânında birtakım mükellefiyetler karşılığında vergiden muaf tutulan Mehazin kabîlelerinin imtiyazlarını kaldırdı ve herkesten zekat topladı. Fas yoluyla İngiltere'den sağladığı top ve tüfeklerle ordusunu teknik açıdan kuvvetlendirdi.
Bu arada Fransızlar antlaşmaya aykırı olarak faaliyetlerine devam ediyorlardı. 1837 Ekiminde Osmanlı tâbiiyetini sürdüren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey'i yenerek Konstantine şehrini zaptettiler. 1839'da ise Abdülkâdir'le Kabiliye bölgesinin nüfuz meselesi yüzünden görüşmek istediler. Red cevâbı üzerine harekete geçen Fransız birlikleri Cezâyir'i Konstantine'ye bağlayan Bîbân geçidini ele geçirdiler. Buna karşı Abdülkâdir de 19 Kasımda küçük fakat hareket kâbiliyeti yüksek birliklerini Fransızlar üzerine sevketti. Aynı zamanda "cihâd-ı mukaddes" ilân ederek dînini seven herkesi bayrağı altınaçağırdı. Kumandan ve yardımcılarına gönderdiği mektuplarla onların şevkini ve gayretini arttırmaya çalıştı.
Abdülkâdir-i Cezâyirî böylece Fransızlara karşı ölüm kalım harbini başlatmış bulunuyordu. Bu harbin sonunda ya Cezayir'de İslâmı muzaffer kılacak veya bu uğurda çok istediği şehadete kavuşacaktı.
Emir Abdülkâdir, Sumala adını verdiği merkezini seyyar bir vaziyete getirdi. Düşmanın vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor ve savaşın cereyan tarzını hep kendi istediği şekilde yönlendiriyordu. Bu hareketli tesislerinde barut, mermi ve silah da imal edebiliyor ve malzeme sıkıntısı çekmiyordu.
Ancak Abdülkâdir'in az fakat disiplinli ordusu karşısında üst üste mağlubiyetin ezikliği içerisindeki düşman çareyi; kadın, çocuk ve ihtiyarları zalimce katletmek, ekili araziyi yakıp yıkmak ve hayvanları telef etmek gibi yollarda buldu. Böylece yüz bini aşan Fransız ordusu yirmi bin kişilik ve dağınık vaziyetteki mücahidleri açlık ve sefalete düşürerek mağlub etmek gibi bayağı yollara başvuruyordu. Onların bu şekildeki davranışları ve sinsi faaliyetleri, Abdülkâdir'in ordusunda tefrika ve anlaşmazlıkların doğmasına sebeb oldu. Bunun üzerine Abdülkâdir Merakeş'e çekildi. Akrabası olan Merakeş hâkimi Abdurrahmân ve Merakeş'in müslüman halkının yardımıyla Fransızlarla savaşmaya devam etti. Ancak bu defâ da Fas kralı Abdurrahmân'ın ihaneti ile karşılaştı. Fas kralı, Fransızların şartlarını kabul ederek cihad meydanından çekilirken Abdülkâdir'e yapılan yardımların da kesilmesini emretti. Bu durum mücâhidleri büyük bir sıkıntıya soktu. 1842 Kasımında Abdülkâdir'in harekât merkezi olan Sumala düşman eline geçti. Emir'in paha biçilmeyen şahsî kütüphânesi içindeki belgelerle birlikte Fransızlar tarafından tahrib edildi. Büyük Sahra'ya çekilen Emir Abdülkâdir orada da tarafdârlarının telef olması üzerine 1847 senesinde İskenderiyye veya Akka'da kalması şartıyla General Lamoriciere'ye teslim olmak zorunda kaldı. Teslim olurken ağzından çıkan tek kelime mücâdelesinin sonunu ne güzel özetlemektedir. "Kader."
Ancak Fransızlar bir kez daha sözlerine sadık kalmadılar. Emir Abdülkâdir, Cezayir vâlisi Duc d'Aumele tarafından Fransa'ya gönderildi. Emir ve yanındakiler önce Toulon'da, sonra da Loira Vadisindeki Anboise kalesinde beş yıl hapis kaldılar.
Toulon'a geldiğinde Fransız kralı eğer başka bir ülkeye gitme arzusundan vazgeçerse kendisine büyük bir armağan verileceğini bildirdiği zaman Emir Abdülkâdir:
"Kral namına bana bütün Fransa'nın zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu cüppemin üzerine yerleştirseniz sizin tebaanız olmayı hâtırımdan geçirmem. Ben burada sizin misâfirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak utanç ve şerefsizlik bana değil, size ulaşacaktır." dedi.
Napolyon, Fransa'da imparatorluğunu îlân ettiği zaman, Abdülkâdir-i Cezâyirî'ye Osmanlı ülkesinde kalması için müsâade verdi. 1852'de İstanbul'a gelen Abdülkâdir-i Cezâyirî Sultan Abdülmecîd Han'la görüştü ve pâdişâhın fevkalâde izzet ve ikrâmını gördü. Daha sonra Bursa'ya geçerek kendisine tahsis edilen konakta oturdu. 1855'de Bursa'da büyük bir zelzele olması üzerine Şam'a geçti.
Abdülkâdir-i Cezâyirî, Şam'a gidince, zamânını ilmî çalışma, ibâdet ve çocuklarının terbiyesi ile geçirdi. Kimseyle görüşmedi. Bu sırada İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı Devletini kuvvet zoruyla yıkamayacaklarını anlamışlar, işi fitne ve fesatla hâlletme yoluna gitmişlerdi. Osmanlı Devleti içerisindeki çeşitli fırka ve milletleri birbirleriyle çarpıştırmaya başlamışlardı. Lübnan ve Suriye'de Dürzîleri İngilizler silâhlandırmış, Mârunîlere de Fransızlar arka çıkmışlardı. Her iki devlet, yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı tebeasını Osmanlı topraklarında birbirine kırdırıp, kendi emellerine âlet etmeye kalkışmışlardı. Bu oyunların bir sahnesi olarak 1860 senesinde Dürzî âsileri, hıristiyan ahâliyi öldürmeye teşebbüs ettikleri vakit, Abdülkâdir, Cezâyirli muhâcirlerin yardımı ile Fransa konsolosunu ve bin beş yüz kadar insanı kurtardı. Bu hareketi Osmanlı hükümeti tarafından taltif edildi. Fransa hükümeti, bu hareketin mükâfâtı olarak Emir'e Legion d'honneur nişanının grandcruix'sını verdi. Abdülkâdir-i Cezâyirî 1862 senesinde hacca gidip iki sene Hicaz'da kaldıktan sonra İstanbul'a gelerek, Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişânıyla taltif edildi.
Daha sonra Şam'da ömrünü ilim ve ibâdetle geçiren Abdülkâdir Cezâyirî 26 Mayıs 1883 (H.1300)'te vefat etti. Nâşı Sâlihiyye'de Muhyiddîn Arabî türbesine defnedildi. Devrin târihçileri "Gabe bedrün kâmilün= Mükemmel dolunay battı (H. 1300) diyerek ölümüne târih düşürdüler.
Abdülkâdir Cezâyirî, her şeyden evvel sağlam ve doğru îmân sâhibi, vakarlı bir zât idi. Bu hali, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsatını bulan Avrupalıların da takdirini celbetmişti. Çok adâletli idi. Âlicenâb ve çok merhametli idi. Ancak, düşmanlarını yıldırmak için zarûrî gördüğü anlarda şiddetli çarpışmalardan hiç çekinmezdi.
Abdülkâdir Cezâyirî, ilim ve irfâna çok ehemmiyet verirdi. Âriflerin büyüklerindendi. Dünyâ ve âhiretin kemâlâtını kendisinde toplamıştı. Kahraman bir mücâhitti. Şan ve şöhreti doğudan batıya her yere yayıldı. Zamânının âlimleri arasındaki ihtilâfları hâllederdi. Aynı zamanda kerâmet ehli idi. Çok kerâmetleri görüldü.
Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ve inceliklerine dâir yazdığı Mevâkıf adlı kitabının her bir bölümü mârifetlerle doludur. Kitabının seksen üçüncü bölümünde şöyle yazmaktadır:
Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: "Allahü tealâ bir kimseye bir nîmet verdiğinde o nîmetin onun üzerinde görülmesini ister." Hülâsa budur ki, eğer nîmetin görülmesi yalnız fiil, iş ile olursa onu fiil ile göstermek ve eğer nîmetin görülmesi, söz ile olursa onu da söz ile göstermek, açıklamak lazımdır.
Haccederken yaşadığı hâdiseleri anlatırken şöyle demektedir:
Medîne-i münevvereye vardığımda Resûlullah'ın Ravda-i mutahherasına gittim. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'e selâm verdikten sonra, Resûlullah'ın huzûrunda edeble durdum ve; "Yâ Resûlallah! Köleniz kapınızda durmaktadır. Yâ Resûlallah! Sizin bir nazarınız bana her şeyden daha sevgilidir ve beni zengin eder. Yâ Resûlallah! Sizin himâyeniz benim için kâfidir." dedim. O zaman Eşref-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Sen benim evlâdımsın ve yanımda makbûlsün." Bana evladım buyurmaları, sulbî evladlığı mı, yoksa kalbî evlâdlığı mı idi. Benim maksadım her ikisinde idi. Allahü teâlâya hamd ve şükredip; "Yâ Rabbî! Bunu bana Peygamber efendimizin zât-ı şerîfini göstermekle tahakkuk ettir. Zîrâ Habîbin; "Beni gören hakîkî görür. Zîrâ şeytan benim şeklimde kendini hiç kimseye gösteremez." buyurmaktadır, diye duâ ettim. Sonra da Kademeyn-i şerîfeyne, mübârek iki ayağı tarafına geçtim ve şark taraftaki bir duvara yaslanıp tefekkürle meşgûl oldum. O hâlde iken kendimden geçtim. Her şeyden habersiz kaldım. Mescid-i Nebevî'de kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur'ân-ı kerîm okur, kimi duâ ederdi. Hiç bir şey duymadım ve her şeyden habersiz oldum, o esnâda; "Bu seyyidimizdir." sesini işittim. Gaybet hâlimde gözlerimi açtım. Resûlullah efendimiz beni ayak tarafından şebeke arasına çektiler. Heybetli ve sâkin idiler. Mübarek sakalının aklığı fazla idi. Yanakları kırmızı idi. Lakin mübârek şemâili vasfedenlerin yazdıklarından çok daha kırmızı idi. Bana yaklaştıkları vakit kendime geldim. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar ettim.
Abdülkâdir-i Cezâyirî hazretlerinin yaşayışında İslâm ahlâkını bütünüyle müşâhede edip, görmek mümkündü. Onu gören kendisine hayran kalırdı. Gerek Fransızlarla sulh olduğu zamanlarda ve gerekse tutsaklığı devresinde Abdülkâdir Cezâyirî'yi gören generaller; kendisiyle dost olmaya çalışırlar ve ona İslâmiyetle ilgili, sualler sorarlardı. Abdülkâdir Cezayirî'nin Fransız generali Dumas'a İslâmiyetin kadına verdiği değer hakkındaki cevabı şu şekildedir:
...Bu meselenin gerçek yüzü ve hakîkati sizin işittiğinizin tam aksinedir. Müslümanların nezdinde kadınlar büyük bir hürmeti ve değeri haizdirler. Mesela onlar zevcelerini pek severler ve onlara karşı çok merhametlidirler. Muhabbetin, sevgi duymanın zarûrî gereği ise hürmet etmektir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Zevcelerine ancak kerîm olanlar ikrâm ve iyilik eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihânet edip kötülük yaparlar." Diğer bir hadîs-i şerîfte de Eshâb-ı kirâmına hitâben buyurdular ki: "Sizin en hayırlınız, zevcesine hayırlı olanınızdır. Ben, içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim." Resûlullah efendimiz, mübârek zevcelerini kendi mübârek elleri ile deveye bindirirlerdi. İslâm büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezaket ve edebleri sayılamayacak kadar çoktur. Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşâvere ederler. Birçok işleri zevcelerine danışır, onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev işlerinde reisdirler. Dış işleri kadınlara bırakılmaz. Bu, erkeklerin işidir. Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.
Abdülkâdir Cezâyirî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Zikr-il-Âkıl ve Tenbîh-ul-Gâfil: Bursa'da ikâmati sırasında yazdığı tasavvufa dair bir eserdir. 2) De la Fidelité des Musulmans a observer Leurs Traites d'alliance et autres: Müslümanların ittifak ve sair ahidlerine sadâkatleri adında Fransızca bir eserdir. 3) Dîvân.
MÜSLÜMANLAR TEK BİR VÜCÛDDUR
Abdülkadir Cezâyirî, komutanlarından Muhammed Hasnâvî'ye yazdığı bir mektupta şöyle demektedir:
"...Şecâat, kahramanlık ve cömertlik sıfatlarıyla mevsûf (vasıflandırılmış) ve Hak teâlâya tevekkül eden mücâhid kardeşimiz Seyyid Muhammed Hasnâvî! Allahü tealâ sizin ve bizim halimizi yüceltsin. Dünya ve âhiretteki emellerimize kavuştursun! Kıymetli, sabırlı mücâhid kardeşim! Allahü tealâ anlayışını arttırsın! Hayırlar ihsân eylesin! Lütf ile hayırlar üzerinde muhâfaza eylesin. Muhakkak ki cihâd, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şiârı, müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır. Seni bu himmete kavuşturan Allahü teâlâya hamdederim.
Gayret ve çalışmalarına sevaplar ihsân buyurup, bu yolda sana yardım eylesin! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, sevgili Peygamberine hitâben cihâdın fazîletini, kendi yolunda şehîd olmanın yüksek derecesini beyân ve ifade buyurmuştur. Bunlar üzerinde iyice düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece, Allah yolunda şehîd olmanın ne demek olduğu iyi anlaşılır. Cihâdın ve şehîd olmanın fazîleti ve yüksek derecesi Tevrat ve İncil'de de bildirilmiştir. Karşılığında Allahü teâlâ Cennet'i vâd buyurmuştur. Şerefini buradan anlamalıdır. Kendi yolunda cihâd edenlerin, cihâda katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ecre kavuşacaklarını da müjdelemiştir.
Kıymetli kardeşim! Sözün kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyânın hayrını dilemedikçe ona cihâd nasîb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse, onu cihâda kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nîmetin kadrini iyi bilmelisin. Daimâ sizin işlerinizi ve hâllerinizi tâkib etmekteyiz ve sizinle görüşüp kucaklaşmayı çok arzu ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz ki, en hayırlı, bereketli bir zamanda bizi buluşturup görüştürsün. Amin..."
Muhammed bin Hasan Bay'a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selâmdan sonra şöyle demektedir:
"...Sizi tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tâzelemek düşüncesiyle vekîlimizi gönderiyoruz. Muhakkak ki, müminler tek bir beden gibidir. Biri incinirse hepsi incinmiş olur. Hepsi aynı ızdırâbı duyar. Hakîkî mümin, din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır. Dâimâ birbirlerini destekler ve kuvvetlendirirler. Yardımlaşma ise, ancak Allahü teâlânın râzı olduğu şeylerde ve takvâ husûsunda olmalıdır. Bu, Allahü teâlânın size emridir..."
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.274
2) Hadâik-ul Verdiyye Tercümesi; s.281
3) Ta'rîf-ül-Halef; c.2, s.316
4) Câmi-u Kerâmat-il Evliyâ; c.2, s.99
5) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.52
Mücâhid velîlerden. 1807 (H.1222) senesinde Recep ayının yirmi üçüncü günü Cezâyir'in Maasker vilâyetinin Kaytana köyünde doğdu. Şeriflerden olup soyu hazret-i Ali'nin oğlu hazret-i Hasan efendimize dayanmaktadır. Baba ve dedeleri Cezâyir'in Vehran tarafında, şerefli, âlim, fâzıl, zâhid ve takvâ sâhibi kimseler olup, herkes tarafından sevilir, sayılırlardı. Cedlerinden biri olan Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barbaros Hayreddîn Paşanın Cezayir'i fethinde bir nefer gibi çalışmış ve Cezayir'de Osmanlı hâkimiyetinin kurulmasında, ziyâdesiyle gayret sarfetmişti. Bu sebeple Osmanlı sultanları bunun oğulları ve torunlarına büyük izzet ve îtibâr gösterirlerdi. Abdülkâdir'in babası Muhyiddîn de Kâdirî şeyhlerinden olup âlim bir zât idi.
Şeyh Muhyiddîn, parlak bir zekâya sâhip olduğunu gördüğü Abdülkâdir'i küçük yaşta ilim öğrenmeye sevketti. İlk tahsilini Kaytana'da yapan Abdülkâdir, sonra Cezayir ve Oran şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Daha küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi hıfzetti. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Geniş mâlumâtıyla, fazîlet ve takvâsıyla şöhreti her tarafa yayıldı. Ülkesini pek yakın bir gelecekte bekleyen tehlikenin farkında olan Abdülkâdir kendisini ilm-i siyaset, devlet idâresi sâhalarında da yetiştirdi. Ata binmek ve silâh kullanmak gibi her çeşit harp sanatında pek ustaydı.
1826'da babasıyla birlikte Mısır'a giden Abdülkâdir Cezâyirî burada İslâm âleminin meşhûr ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini ziyâret etti. Âlimlerle görüşüp bilgi alışverişinde bulundu. Oradan Hicaz'a geçerek hac vazîfesini îfâ etti. 1829 yılında Şam'a geldi. Burada evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ile görüşüp duâsına kavuştu. Buradan Bağdad'a geldi. Şerefli âilesinin tabi olduğu evliyânın büyüklerinden nûr ve feyz menbaı Peygamber efendimizin soyundan Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin mübârek kabrini ziyâret etti. Mânevî yardım istedi.
Abdülkâdir'in yurda dönüşünden kısa bir müddet sonra 1830 Temmuzunda Fransızlar Cezayir'i işgâl ederek ülkedeki üç yüz yıllık Türk idâresine son verdiler. Vehrân ve Müstefânem bölgelerindeki halk düşmana karşı ayaklanarak Şeyh Muhyiddîn'i kendilerine emir seçtiler. Ancak o oğlu Abdülkâdir'i bu işe daha lâyık gördü ve emirliği ona devretti. Kendisi Oran'daki Fransız kuvvetleri ile harb eden askerin kumandasını ele aldı.
Abdülkâdir-i Cezayirî kendisine yapılan bîat merasimi sırasında yaptığı konuşma ile cesâret, uzak görüşlülük, müsâmaha, tevâzu ve fedâkârlık gibi vasıflarını ortaya koydu. Konuşmasında şöyle demişti:
"Eğer liderliği kabul ediyorsam bu cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olma hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bulacağınız, îmânımızı savunmada hiç bir fedâkarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya hazırım."
Emir Abdülkâdir kısa sürede gösterdiği hârikulâde şecâat, kahramanlık, binicilikteki mahâret ve soğukkanlılığı ile herkesi hayran bıraktı.Askerî bir lider olarak kendini kabûl ettirdi. Bu sebeple Fransızların Cezâyir'i işgâl etmesinden iki sene sonra babasının muvafakati ve bütün Cezâyir müslümanlarının arzusu üzerine ülkenin emirliğini üzerine aldı (22 Kasım 1832).
Abdülkâdir-i Cezayirî bundan sonra Fransızlara karşı plânlı ve sistemli bir harekat başlattı. Kuvvetli bir ordu kurarak Fransızları üst üste bozguna uğrattı. Bu zaferlerini siyâsî sâhada da sürdürerek birçok bölgeleri de bu yolla ele geçirdi. Fas Sultanı Abdurrahmân'ı kendi tarafına veFransızlara karşı mücâdele sâhasına çekmeyi başardı. Kahramanlığı ve zekâsı sâyesinde yerli kabîleleri etrafına topladı. Büyük bir güçle başta Maasker olmak üzere Merakeş sınırına kadar bütün batı Cezâyir'e sâhib oldu. Fransızlar 26 Şubat 1834 antlaşmasıyla Abdülkâdir'in Batı Cezayir üzerindeki otoritesini tanıdılar. Ancak ertesi yıl bölgedeki Fransız komutanı General Trezel, emirin kendisine bağlı saydığı aşîretleri himâyesi altına aldığını bildirdi. Amacı, mücâhidleri bölmek ve parçalamaktı. Onun bu kararı üzerine Abdülkâdir-i Cezâyirî tekrar harekete geçti. Makta'da yapılan çarpışmada Trezel alayını müthiş bir bozguna uğrattı (1835).
Bu yenilgi üzerine Fransa bölgeye yardım kuvvetleri gönderdi. Bu birliklerin başında gelen General Bugeaud kısa bir sürede Cezayir'i ele geçireceğine, müslümanları mahv edip Abdülkâdir'i yakalayacağına söz vererek harekete geçti. Fransızlar Maasker'i kısa sürede ele geçirdiler. Bu zaferle kendisine fevkalade güvenen Bugeaud, Konstantine önüne geldiğinde Abdülkâdir'in asıl gücü ile karşılaştı. Abdülkâdir'in ne zaman ve ne şekilde vuracağı belli olmuyordu. Ordusu son derece disiplinli idi. En küçük bir bozulma ve ümitsizliğe düşmüyor ve insanüstü bir gayretle çarpışıyordu. Bu durum Fransız birliklerinin tekrar bozgun hâlinde geri çekilmesine yol açtı. Bugeaud Fransa hükümetine gönderdiği raporlarda:
"Abdülkâdir hızlı, zekî ve ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır. Dehâsı ve temsil ettiği inanç sâyesinde kazandığı îtibârla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir." diyordu.
Nitekim Bugeaud çok geçmeden Abdülkâdir'le Tafna Antlaşmasını yapmaya mecbur kaldı(1837). Bu antlaşma ile Emir Abdülkâdir limanlar ve kıyı şehirleri dışında ülkenin tamâmında hâkimiyeti elde ediyordu.
Abdülkâdir-i Cezayirî bu sulh devresinden faydalanarak güçlü bir devlet mekanizması kurmaya çalıştı. Devlet merkezini Maasker'den Tagdempt'e nakletti. Kanun ve kaideleri düzelterek İslâmiyete uygun hâle getirdi. Osmanlılar zamânında birtakım mükellefiyetler karşılığında vergiden muaf tutulan Mehazin kabîlelerinin imtiyazlarını kaldırdı ve herkesten zekat topladı. Fas yoluyla İngiltere'den sağladığı top ve tüfeklerle ordusunu teknik açıdan kuvvetlendirdi.
Bu arada Fransızlar antlaşmaya aykırı olarak faaliyetlerine devam ediyorlardı. 1837 Ekiminde Osmanlı tâbiiyetini sürdüren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey'i yenerek Konstantine şehrini zaptettiler. 1839'da ise Abdülkâdir'le Kabiliye bölgesinin nüfuz meselesi yüzünden görüşmek istediler. Red cevâbı üzerine harekete geçen Fransız birlikleri Cezâyir'i Konstantine'ye bağlayan Bîbân geçidini ele geçirdiler. Buna karşı Abdülkâdir de 19 Kasımda küçük fakat hareket kâbiliyeti yüksek birliklerini Fransızlar üzerine sevketti. Aynı zamanda "cihâd-ı mukaddes" ilân ederek dînini seven herkesi bayrağı altınaçağırdı. Kumandan ve yardımcılarına gönderdiği mektuplarla onların şevkini ve gayretini arttırmaya çalıştı.
Abdülkâdir-i Cezâyirî böylece Fransızlara karşı ölüm kalım harbini başlatmış bulunuyordu. Bu harbin sonunda ya Cezayir'de İslâmı muzaffer kılacak veya bu uğurda çok istediği şehadete kavuşacaktı.
Emir Abdülkâdir, Sumala adını verdiği merkezini seyyar bir vaziyete getirdi. Düşmanın vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor ve savaşın cereyan tarzını hep kendi istediği şekilde yönlendiriyordu. Bu hareketli tesislerinde barut, mermi ve silah da imal edebiliyor ve malzeme sıkıntısı çekmiyordu.
Ancak Abdülkâdir'in az fakat disiplinli ordusu karşısında üst üste mağlubiyetin ezikliği içerisindeki düşman çareyi; kadın, çocuk ve ihtiyarları zalimce katletmek, ekili araziyi yakıp yıkmak ve hayvanları telef etmek gibi yollarda buldu. Böylece yüz bini aşan Fransız ordusu yirmi bin kişilik ve dağınık vaziyetteki mücahidleri açlık ve sefalete düşürerek mağlub etmek gibi bayağı yollara başvuruyordu. Onların bu şekildeki davranışları ve sinsi faaliyetleri, Abdülkâdir'in ordusunda tefrika ve anlaşmazlıkların doğmasına sebeb oldu. Bunun üzerine Abdülkâdir Merakeş'e çekildi. Akrabası olan Merakeş hâkimi Abdurrahmân ve Merakeş'in müslüman halkının yardımıyla Fransızlarla savaşmaya devam etti. Ancak bu defâ da Fas kralı Abdurrahmân'ın ihaneti ile karşılaştı. Fas kralı, Fransızların şartlarını kabul ederek cihad meydanından çekilirken Abdülkâdir'e yapılan yardımların da kesilmesini emretti. Bu durum mücâhidleri büyük bir sıkıntıya soktu. 1842 Kasımında Abdülkâdir'in harekât merkezi olan Sumala düşman eline geçti. Emir'in paha biçilmeyen şahsî kütüphânesi içindeki belgelerle birlikte Fransızlar tarafından tahrib edildi. Büyük Sahra'ya çekilen Emir Abdülkâdir orada da tarafdârlarının telef olması üzerine 1847 senesinde İskenderiyye veya Akka'da kalması şartıyla General Lamoriciere'ye teslim olmak zorunda kaldı. Teslim olurken ağzından çıkan tek kelime mücâdelesinin sonunu ne güzel özetlemektedir. "Kader."
Ancak Fransızlar bir kez daha sözlerine sadık kalmadılar. Emir Abdülkâdir, Cezayir vâlisi Duc d'Aumele tarafından Fransa'ya gönderildi. Emir ve yanındakiler önce Toulon'da, sonra da Loira Vadisindeki Anboise kalesinde beş yıl hapis kaldılar.
Toulon'a geldiğinde Fransız kralı eğer başka bir ülkeye gitme arzusundan vazgeçerse kendisine büyük bir armağan verileceğini bildirdiği zaman Emir Abdülkâdir:
"Kral namına bana bütün Fransa'nın zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu cüppemin üzerine yerleştirseniz sizin tebaanız olmayı hâtırımdan geçirmem. Ben burada sizin misâfirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak utanç ve şerefsizlik bana değil, size ulaşacaktır." dedi.
Napolyon, Fransa'da imparatorluğunu îlân ettiği zaman, Abdülkâdir-i Cezâyirî'ye Osmanlı ülkesinde kalması için müsâade verdi. 1852'de İstanbul'a gelen Abdülkâdir-i Cezâyirî Sultan Abdülmecîd Han'la görüştü ve pâdişâhın fevkalâde izzet ve ikrâmını gördü. Daha sonra Bursa'ya geçerek kendisine tahsis edilen konakta oturdu. 1855'de Bursa'da büyük bir zelzele olması üzerine Şam'a geçti.
Abdülkâdir-i Cezâyirî, Şam'a gidince, zamânını ilmî çalışma, ibâdet ve çocuklarının terbiyesi ile geçirdi. Kimseyle görüşmedi. Bu sırada İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı Devletini kuvvet zoruyla yıkamayacaklarını anlamışlar, işi fitne ve fesatla hâlletme yoluna gitmişlerdi. Osmanlı Devleti içerisindeki çeşitli fırka ve milletleri birbirleriyle çarpıştırmaya başlamışlardı. Lübnan ve Suriye'de Dürzîleri İngilizler silâhlandırmış, Mârunîlere de Fransızlar arka çıkmışlardı. Her iki devlet, yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı tebeasını Osmanlı topraklarında birbirine kırdırıp, kendi emellerine âlet etmeye kalkışmışlardı. Bu oyunların bir sahnesi olarak 1860 senesinde Dürzî âsileri, hıristiyan ahâliyi öldürmeye teşebbüs ettikleri vakit, Abdülkâdir, Cezâyirli muhâcirlerin yardımı ile Fransa konsolosunu ve bin beş yüz kadar insanı kurtardı. Bu hareketi Osmanlı hükümeti tarafından taltif edildi. Fransa hükümeti, bu hareketin mükâfâtı olarak Emir'e Legion d'honneur nişanının grandcruix'sını verdi. Abdülkâdir-i Cezâyirî 1862 senesinde hacca gidip iki sene Hicaz'da kaldıktan sonra İstanbul'a gelerek, Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişânıyla taltif edildi.
Daha sonra Şam'da ömrünü ilim ve ibâdetle geçiren Abdülkâdir Cezâyirî 26 Mayıs 1883 (H.1300)'te vefat etti. Nâşı Sâlihiyye'de Muhyiddîn Arabî türbesine defnedildi. Devrin târihçileri "Gabe bedrün kâmilün= Mükemmel dolunay battı (H. 1300) diyerek ölümüne târih düşürdüler.
Abdülkâdir Cezâyirî, her şeyden evvel sağlam ve doğru îmân sâhibi, vakarlı bir zât idi. Bu hali, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsatını bulan Avrupalıların da takdirini celbetmişti. Çok adâletli idi. Âlicenâb ve çok merhametli idi. Ancak, düşmanlarını yıldırmak için zarûrî gördüğü anlarda şiddetli çarpışmalardan hiç çekinmezdi.
Abdülkâdir Cezâyirî, ilim ve irfâna çok ehemmiyet verirdi. Âriflerin büyüklerindendi. Dünyâ ve âhiretin kemâlâtını kendisinde toplamıştı. Kahraman bir mücâhitti. Şan ve şöhreti doğudan batıya her yere yayıldı. Zamânının âlimleri arasındaki ihtilâfları hâllederdi. Aynı zamanda kerâmet ehli idi. Çok kerâmetleri görüldü.
Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ve inceliklerine dâir yazdığı Mevâkıf adlı kitabının her bir bölümü mârifetlerle doludur. Kitabının seksen üçüncü bölümünde şöyle yazmaktadır:
Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: "Allahü tealâ bir kimseye bir nîmet verdiğinde o nîmetin onun üzerinde görülmesini ister." Hülâsa budur ki, eğer nîmetin görülmesi yalnız fiil, iş ile olursa onu fiil ile göstermek ve eğer nîmetin görülmesi, söz ile olursa onu da söz ile göstermek, açıklamak lazımdır.
Haccederken yaşadığı hâdiseleri anlatırken şöyle demektedir:
Medîne-i münevvereye vardığımda Resûlullah'ın Ravda-i mutahherasına gittim. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'e selâm verdikten sonra, Resûlullah'ın huzûrunda edeble durdum ve; "Yâ Resûlallah! Köleniz kapınızda durmaktadır. Yâ Resûlallah! Sizin bir nazarınız bana her şeyden daha sevgilidir ve beni zengin eder. Yâ Resûlallah! Sizin himâyeniz benim için kâfidir." dedim. O zaman Eşref-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Sen benim evlâdımsın ve yanımda makbûlsün." Bana evladım buyurmaları, sulbî evladlığı mı, yoksa kalbî evlâdlığı mı idi. Benim maksadım her ikisinde idi. Allahü teâlâya hamd ve şükredip; "Yâ Rabbî! Bunu bana Peygamber efendimizin zât-ı şerîfini göstermekle tahakkuk ettir. Zîrâ Habîbin; "Beni gören hakîkî görür. Zîrâ şeytan benim şeklimde kendini hiç kimseye gösteremez." buyurmaktadır, diye duâ ettim. Sonra da Kademeyn-i şerîfeyne, mübârek iki ayağı tarafına geçtim ve şark taraftaki bir duvara yaslanıp tefekkürle meşgûl oldum. O hâlde iken kendimden geçtim. Her şeyden habersiz kaldım. Mescid-i Nebevî'de kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur'ân-ı kerîm okur, kimi duâ ederdi. Hiç bir şey duymadım ve her şeyden habersiz oldum, o esnâda; "Bu seyyidimizdir." sesini işittim. Gaybet hâlimde gözlerimi açtım. Resûlullah efendimiz beni ayak tarafından şebeke arasına çektiler. Heybetli ve sâkin idiler. Mübarek sakalının aklığı fazla idi. Yanakları kırmızı idi. Lakin mübârek şemâili vasfedenlerin yazdıklarından çok daha kırmızı idi. Bana yaklaştıkları vakit kendime geldim. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar ettim.
Abdülkâdir-i Cezâyirî hazretlerinin yaşayışında İslâm ahlâkını bütünüyle müşâhede edip, görmek mümkündü. Onu gören kendisine hayran kalırdı. Gerek Fransızlarla sulh olduğu zamanlarda ve gerekse tutsaklığı devresinde Abdülkâdir Cezâyirî'yi gören generaller; kendisiyle dost olmaya çalışırlar ve ona İslâmiyetle ilgili, sualler sorarlardı. Abdülkâdir Cezayirî'nin Fransız generali Dumas'a İslâmiyetin kadına verdiği değer hakkındaki cevabı şu şekildedir:
...Bu meselenin gerçek yüzü ve hakîkati sizin işittiğinizin tam aksinedir. Müslümanların nezdinde kadınlar büyük bir hürmeti ve değeri haizdirler. Mesela onlar zevcelerini pek severler ve onlara karşı çok merhametlidirler. Muhabbetin, sevgi duymanın zarûrî gereği ise hürmet etmektir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Zevcelerine ancak kerîm olanlar ikrâm ve iyilik eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihânet edip kötülük yaparlar." Diğer bir hadîs-i şerîfte de Eshâb-ı kirâmına hitâben buyurdular ki: "Sizin en hayırlınız, zevcesine hayırlı olanınızdır. Ben, içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim." Resûlullah efendimiz, mübârek zevcelerini kendi mübârek elleri ile deveye bindirirlerdi. İslâm büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezaket ve edebleri sayılamayacak kadar çoktur. Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşâvere ederler. Birçok işleri zevcelerine danışır, onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev işlerinde reisdirler. Dış işleri kadınlara bırakılmaz. Bu, erkeklerin işidir. Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.
Abdülkâdir Cezâyirî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Zikr-il-Âkıl ve Tenbîh-ul-Gâfil: Bursa'da ikâmati sırasında yazdığı tasavvufa dair bir eserdir. 2) De la Fidelité des Musulmans a observer Leurs Traites d'alliance et autres: Müslümanların ittifak ve sair ahidlerine sadâkatleri adında Fransızca bir eserdir. 3) Dîvân.
MÜSLÜMANLAR TEK BİR VÜCÛDDUR
Abdülkadir Cezâyirî, komutanlarından Muhammed Hasnâvî'ye yazdığı bir mektupta şöyle demektedir:
"...Şecâat, kahramanlık ve cömertlik sıfatlarıyla mevsûf (vasıflandırılmış) ve Hak teâlâya tevekkül eden mücâhid kardeşimiz Seyyid Muhammed Hasnâvî! Allahü tealâ sizin ve bizim halimizi yüceltsin. Dünya ve âhiretteki emellerimize kavuştursun! Kıymetli, sabırlı mücâhid kardeşim! Allahü tealâ anlayışını arttırsın! Hayırlar ihsân eylesin! Lütf ile hayırlar üzerinde muhâfaza eylesin. Muhakkak ki cihâd, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şiârı, müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır. Seni bu himmete kavuşturan Allahü teâlâya hamdederim.
Gayret ve çalışmalarına sevaplar ihsân buyurup, bu yolda sana yardım eylesin! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, sevgili Peygamberine hitâben cihâdın fazîletini, kendi yolunda şehîd olmanın yüksek derecesini beyân ve ifade buyurmuştur. Bunlar üzerinde iyice düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece, Allah yolunda şehîd olmanın ne demek olduğu iyi anlaşılır. Cihâdın ve şehîd olmanın fazîleti ve yüksek derecesi Tevrat ve İncil'de de bildirilmiştir. Karşılığında Allahü teâlâ Cennet'i vâd buyurmuştur. Şerefini buradan anlamalıdır. Kendi yolunda cihâd edenlerin, cihâda katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ecre kavuşacaklarını da müjdelemiştir.
Kıymetli kardeşim! Sözün kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyânın hayrını dilemedikçe ona cihâd nasîb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse, onu cihâda kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nîmetin kadrini iyi bilmelisin. Daimâ sizin işlerinizi ve hâllerinizi tâkib etmekteyiz ve sizinle görüşüp kucaklaşmayı çok arzu ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz ki, en hayırlı, bereketli bir zamanda bizi buluşturup görüştürsün. Amin..."
Muhammed bin Hasan Bay'a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selâmdan sonra şöyle demektedir:
"...Sizi tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tâzelemek düşüncesiyle vekîlimizi gönderiyoruz. Muhakkak ki, müminler tek bir beden gibidir. Biri incinirse hepsi incinmiş olur. Hepsi aynı ızdırâbı duyar. Hakîkî mümin, din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır. Dâimâ birbirlerini destekler ve kuvvetlendirirler. Yardımlaşma ise, ancak Allahü teâlânın râzı olduğu şeylerde ve takvâ husûsunda olmalıdır. Bu, Allahü teâlânın size emridir..."
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.274
2) Hadâik-ul Verdiyye Tercümesi; s.281
3) Ta'rîf-ül-Halef; c.2, s.316
4) Câmi-u Kerâmat-il Evliyâ; c.2, s.99
5) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.52
ABDÜLKÂDİR DEŞTÛTÎ
ABDÜLKÂDİR DEŞTÛTÎ
Mısır evliyâsından. İsmi Abdülkâdir, lakabı Zeynüddîn'dir. Babası Hicâzî diye tanınan Bedrüddîn Muhammed'dir. Mısır'ın Nil Nehri kenarında bulunan Cezîre bölgesinde doğdu. Doğum târihi belli değildir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Abdülkâdir Deştûtî, zamânının büyük âlimlerinin huzûrunda yetişti ve kemâle geldi. Birçok fazîletin kendisinde toplandığı, evliyâlık yolunda derecesi yüksek bir zât idi. Güzel hâlleri ve kerâmetleri çoktu.
"Bir kimsenin hidâyete kavuşması başka insanların elinde değildir. Bize düşen, doğruyu anlatmaktır, Allahü teâlâ o kimsenin hidâyete kavuşmasını murâd etmiş ve bunda da bizi vesîle kılmış ise, çok büyük nîmettir. Her kim; saâdet, Allahü teâlâdan başka bir kimsenin elindedir dese, yalan söylemiş olur" buyururdu. Bununla berâber, evliyâlık yolunda ilerlemiş olan büyükler, açık olan kalb gözleri ve firâset nûrları ile, bâzı kimselere hidayet nasîb olacağını anlayıp, onlarla ilgilenir, alâkadâr olurlar. Dışarıdan gören ve bu inceliği anlıyamıyanlar da, bu hâle hayret ederler.
Abdülkâdir Deştûtî, insanlar arasında olduğu gibi, devlet adamları ve sultanlar arasında da îtibâr sâhibi idi. Evliyâ arasında Sâhib-i Mısır yâni Mısır'ın sâhibi ve mânevî sultânı diye isimlendirilirdi.
Memlûk sultanlarından Sultan Kayıtbay, Abdülkâdir Deştûtî hazretlerini çok sever, hürmet ve edebde kusûr etmezdi. Atına binip giderken, yolda Deştûtî'yi görse, hemen iner ve onu bindirirdi. Onun nasîhatlarına uyar, bu sebeple huzûrlu ve rahat olurdu.
Sultan Kayıtbay, bâzan gazâlarında zor durumda kaldıkça Deştûtî'den imdâd ister, o da, Allahü teâlânın izni ile askerin arasında görülür, düşmana hücûm ederdi. Böylece, diğer askerlerin şevki artar, coşarak hamle yaparlar, nihayet zafer elde edilirdi. Araştırdıklarında, Deştûtî'nin memleketinde bulunduğunu öğrenirler, harp meydanında aralarında bulunmasının, onun bir kerâmeti olduğunu anlarlardı.
Abdülkâdir Deştûtî, bir gün Sultan Kayıtbay ile birlikte otururken, elbisesine sinekler kondu. Latîfe yoluyla sultâna dedi ki: "Şu sineklere söyle de, benim üzerimden gitsinler." Kayıtbay; "Efendim! Sinekler benim sözümden ne anlarlar. Ben onlara nasıl anlatabilirim?" dedi. Bunun üzerine Abdülkâdir Deştûtî hazretleri buyurdu ki: "Sen nasıl sultansın ki, sineklere dahi sözün geçmiyor?" Yânî, bunu söylerken nükte yolu ile; "Dünya sultanlığına güvenme. Bu her ne kadar yüksek görünüyor ise de, sineklerin bile kendisine itâat etmediği bu sultanlığa sultanlık denir mi? Buna aldanıp gururlanmamak lâzımdır." demek istedi. Bundan sonra; "Ey sinekler, üzerimden ayrılınız." buyurdu. Bu söz üzerine sinekler üzerinden çekilip gittiler. Bu hâdiseden çok ibret alan Sultan Kayıtbay, hakîkî sultanların bu büyükler olduğunu, onlara tâbi olmakla şereflenen bir çöpçünün, o büyükleri tanımak nasîb olmayan sultanlardan kat kat kıymetli olduğunu daha iyi anladı.
Sultan Kayıtbay, Fırat Nehrine doğru bir sefer yapmak istemişti. Gelip, Abdülkadir Deştûtî'den izin istedi. O da bu seferin münâsib olduğunu bildirip, sultâna izin verdi. Sultan ordusu ile yola çıktı. Mesafe çok uzak idi. Biraz gittikten sonra, mola verirlerdi. Bu şekilde Haleb'e varıldı.
Sultan Haleb'e ulaştığında, Abdülkâdir Deştûtî'nin orada bir zâviyede talebelere ders okuttuğunu öğrendi. Bu duruma hayret edip, ne kadar çabuk geldi diye hayretini bildirince, oradakiler; "Siz neler söylüyorsunuz? O zât beş aydan beri burada talebelere ders okutuyor." dediler. Sultan bu hâlin, o büyük zâta âit bir kerâmet olduğunu anladı.
Abdülkâdir Deştûtî bir gün talebelerinden İmâm-ı Şa'rânî'ye; "Allahü teâlâya tevekkül ederek evlen! Muhammed bin Anân'ın kızını al. O, sâlihâ bir kızdır. Sana münâsiptir." dedi. O da; "Efendim! Benim dünyâlık bir şeyim yok, nasıl düğün yapıp evleneyim?" deyince; "Sana ait olan şu kadar para var ya, o, inşâallah sana yeter." buyurdu. İmâm-ı Şa'rânî'nin yeğeninde bir mikdâr parası vardı ve konuşurken o parayı unutmuştu.
Bu sırada öğle ezânı okunuyordu. Bir ara ortalıktan kaybolan Abdülkâdir Deştûtî, bir zaman sonra geri geldi. Orada bulunanlar, onu namaz kılarken görmedikleri için merâk ediyorlardı. Onların bu tereddüt ve endişelerini kalb gözüyle anlayıp, İmâm-ı Şa'rânî'ye; "Benim, namazı kılıp kılmadığımı merâk ediyorlar değil mi? Hiçbir namazımı terkettiğimi hatırlamıyorum. Lâkin biz, namazımızı çeşitli yerlerde kılıyoruz. Bugünkü öğleyi nerede kıldığımızı Muhammed bin Anân biliyor. Ona sor." buyurdu. Daha sonra Muhammed bin Anân ile görüşen İmâm-ı Şa'rânî, o günkü târihi söyleyerek, öğle namazını nerede kıldıklarını sordu ve Abdülkâdir Deştûtî'nin sözünü hatırlattı. Bunun üzerine; "Abdülkâdir Deştûtî doğru söylemiş. O namazı çeşitli yerlerde kılar. Kerâmet sâhibi olduğu için, Allahü tealanın izni ile bir anda çeşitli yerlere gidebilir. O gün öğle namazını, İskenderiyye yakınlarındaki Remle beldesinde bulunan Beyaz Câmide kıldı." dedi.
Abdülkâdir Deştûtî, hıristiyan bir kimsenin yanına sık sık gider ve yanında bir müddet kalırdı.
Mısır evliyâsından. İsmi Abdülkâdir, lakabı Zeynüddîn'dir. Babası Hicâzî diye tanınan Bedrüddîn Muhammed'dir. Mısır'ın Nil Nehri kenarında bulunan Cezîre bölgesinde doğdu. Doğum târihi belli değildir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Abdülkâdir Deştûtî, zamânının büyük âlimlerinin huzûrunda yetişti ve kemâle geldi. Birçok fazîletin kendisinde toplandığı, evliyâlık yolunda derecesi yüksek bir zât idi. Güzel hâlleri ve kerâmetleri çoktu.
"Bir kimsenin hidâyete kavuşması başka insanların elinde değildir. Bize düşen, doğruyu anlatmaktır, Allahü teâlâ o kimsenin hidâyete kavuşmasını murâd etmiş ve bunda da bizi vesîle kılmış ise, çok büyük nîmettir. Her kim; saâdet, Allahü teâlâdan başka bir kimsenin elindedir dese, yalan söylemiş olur" buyururdu. Bununla berâber, evliyâlık yolunda ilerlemiş olan büyükler, açık olan kalb gözleri ve firâset nûrları ile, bâzı kimselere hidayet nasîb olacağını anlayıp, onlarla ilgilenir, alâkadâr olurlar. Dışarıdan gören ve bu inceliği anlıyamıyanlar da, bu hâle hayret ederler.
Abdülkâdir Deştûtî, insanlar arasında olduğu gibi, devlet adamları ve sultanlar arasında da îtibâr sâhibi idi. Evliyâ arasında Sâhib-i Mısır yâni Mısır'ın sâhibi ve mânevî sultânı diye isimlendirilirdi.
Memlûk sultanlarından Sultan Kayıtbay, Abdülkâdir Deştûtî hazretlerini çok sever, hürmet ve edebde kusûr etmezdi. Atına binip giderken, yolda Deştûtî'yi görse, hemen iner ve onu bindirirdi. Onun nasîhatlarına uyar, bu sebeple huzûrlu ve rahat olurdu.
Sultan Kayıtbay, bâzan gazâlarında zor durumda kaldıkça Deştûtî'den imdâd ister, o da, Allahü teâlânın izni ile askerin arasında görülür, düşmana hücûm ederdi. Böylece, diğer askerlerin şevki artar, coşarak hamle yaparlar, nihayet zafer elde edilirdi. Araştırdıklarında, Deştûtî'nin memleketinde bulunduğunu öğrenirler, harp meydanında aralarında bulunmasının, onun bir kerâmeti olduğunu anlarlardı.
Abdülkâdir Deştûtî, bir gün Sultan Kayıtbay ile birlikte otururken, elbisesine sinekler kondu. Latîfe yoluyla sultâna dedi ki: "Şu sineklere söyle de, benim üzerimden gitsinler." Kayıtbay; "Efendim! Sinekler benim sözümden ne anlarlar. Ben onlara nasıl anlatabilirim?" dedi. Bunun üzerine Abdülkâdir Deştûtî hazretleri buyurdu ki: "Sen nasıl sultansın ki, sineklere dahi sözün geçmiyor?" Yânî, bunu söylerken nükte yolu ile; "Dünya sultanlığına güvenme. Bu her ne kadar yüksek görünüyor ise de, sineklerin bile kendisine itâat etmediği bu sultanlığa sultanlık denir mi? Buna aldanıp gururlanmamak lâzımdır." demek istedi. Bundan sonra; "Ey sinekler, üzerimden ayrılınız." buyurdu. Bu söz üzerine sinekler üzerinden çekilip gittiler. Bu hâdiseden çok ibret alan Sultan Kayıtbay, hakîkî sultanların bu büyükler olduğunu, onlara tâbi olmakla şereflenen bir çöpçünün, o büyükleri tanımak nasîb olmayan sultanlardan kat kat kıymetli olduğunu daha iyi anladı.
Sultan Kayıtbay, Fırat Nehrine doğru bir sefer yapmak istemişti. Gelip, Abdülkadir Deştûtî'den izin istedi. O da bu seferin münâsib olduğunu bildirip, sultâna izin verdi. Sultan ordusu ile yola çıktı. Mesafe çok uzak idi. Biraz gittikten sonra, mola verirlerdi. Bu şekilde Haleb'e varıldı.
Sultan Haleb'e ulaştığında, Abdülkâdir Deştûtî'nin orada bir zâviyede talebelere ders okuttuğunu öğrendi. Bu duruma hayret edip, ne kadar çabuk geldi diye hayretini bildirince, oradakiler; "Siz neler söylüyorsunuz? O zât beş aydan beri burada talebelere ders okutuyor." dediler. Sultan bu hâlin, o büyük zâta âit bir kerâmet olduğunu anladı.
Abdülkâdir Deştûtî bir gün talebelerinden İmâm-ı Şa'rânî'ye; "Allahü teâlâya tevekkül ederek evlen! Muhammed bin Anân'ın kızını al. O, sâlihâ bir kızdır. Sana münâsiptir." dedi. O da; "Efendim! Benim dünyâlık bir şeyim yok, nasıl düğün yapıp evleneyim?" deyince; "Sana ait olan şu kadar para var ya, o, inşâallah sana yeter." buyurdu. İmâm-ı Şa'rânî'nin yeğeninde bir mikdâr parası vardı ve konuşurken o parayı unutmuştu.
Bu sırada öğle ezânı okunuyordu. Bir ara ortalıktan kaybolan Abdülkâdir Deştûtî, bir zaman sonra geri geldi. Orada bulunanlar, onu namaz kılarken görmedikleri için merâk ediyorlardı. Onların bu tereddüt ve endişelerini kalb gözüyle anlayıp, İmâm-ı Şa'rânî'ye; "Benim, namazı kılıp kılmadığımı merâk ediyorlar değil mi? Hiçbir namazımı terkettiğimi hatırlamıyorum. Lâkin biz, namazımızı çeşitli yerlerde kılıyoruz. Bugünkü öğleyi nerede kıldığımızı Muhammed bin Anân biliyor. Ona sor." buyurdu. Daha sonra Muhammed bin Anân ile görüşen İmâm-ı Şa'rânî, o günkü târihi söyleyerek, öğle namazını nerede kıldıklarını sordu ve Abdülkâdir Deştûtî'nin sözünü hatırlattı. Bunun üzerine; "Abdülkâdir Deştûtî doğru söylemiş. O namazı çeşitli yerlerde kılar. Kerâmet sâhibi olduğu için, Allahü tealanın izni ile bir anda çeşitli yerlere gidebilir. O gün öğle namazını, İskenderiyye yakınlarındaki Remle beldesinde bulunan Beyaz Câmide kıldı." dedi.
Abdülkâdir Deştûtî, hıristiyan bir kimsenin yanına sık sık gider ve yanında bir müddet kalırdı.
ABDÜLHAY EFENDİ (Öztoprak)
ABDÜLHAY EFENDİ (Öztoprak)
İstanbul'da Beşiktaş'tan Ortaköy'e giderken Çırağan sırtlarında bulunan Yahyâ Efendi dergâhının son şeyhi. İsmi Abdülhay olup, babası Fikri Efendi, dedesi Şerif Ali Efendidir. 1884 (H.1302) senesinde İstanbul'da doğdu. 1961 (H.1381) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Yahyâ Efendi Dergâhı mezarlığındadır.
Abdülhay Efendinin dedesi Şerîf Ali Efendi Mekke'den kalkarak İstanbul'a geldi. Bir müddetAksaray'daki Oğlanlar Tekkesinin şeyhliğini yaptı. Sonradan Tosya'ya giderek Kâdirî tekkesi şeyhi İsmâil Rûmî hazretlerinin torunlarından biriyle evlendi. Tekrar Mekke'ye giderek orada yerleşti. Mekke'de Fikri adında bir oğlu oldu. Fikri Efendi Mekke'den Mısır'a giderek oraya yerleşti. Askerlik mesleğine girip albaylığa kadar yükseldi. Gördüğü bir rüyâ üzerine Mısır'dan İstanbul'a gelip Kaygusuz Baba dergâhına intisâb etti. Sultanahmed'deki bu dergâha uzun müddet kırba ile su taşıdığı için kendisine "Kırbacı Baba" ismi takıldı. Bütün bu hizmetlerine rağmen dergâhın şeyhi, kendisini talebeliğe kabûl etmedi. Fakat bir gün şeyhin, bir köpeğe attığı artıklarını, köpekle birlikte yemeye teşebbüs etti. Bunun üzerine şeyh kendisini talebeliğe kabûl etti. Fikri adını da Sürûrî Fikri şeklinde değiştirdi. Sürûrî Fikri Efendi bir müddet bu tekkede kaldıktan sonra Zeyrek yokuşu başındaki yanmış olan Ümmü Gülsüm Câmiini tâmir ettirdi. Mısır kuyumcularından birinin Zeynep Hanım adındaki kızıyla evlendi. Bu evliliktenAbdülhay Efendi dünyâya geldi. Üç aylıkken babası vefât eden Abdülhay Efendi, yetim kaldı. Annesi oğlunu alıp Ümmü Gülsüm Câmiinin meşrûtasına yerleşti.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başlayan Abdülhay Efendi, annesinin gayretiyle hıfzını (Kur'ân-ı kerîmi ezberlemeyi) tamamladı. Zamânın usûlüne göre ciddî bir medrese tahsili gördü. On sekiz yaşındayken babasının tâmir ettirdiği Ümmü Gülsüm Câmiine imâm oldu. Kendisi aslen Kâdirî, meşreben Nakşibendî idi. Son Nakşî şeyhlerinden Gümüşhânevî Şeyhi İsmâil Necâtî Efendiden icâzet aldı. Bir ara Çiçekçi Câmi İmâm-Hatipliğini yaptı. Yahyâ Efendi dergâhının şeyhliğini yürüttü. Bir taraftan da Baytar mektebinde ayniyat muhâsipliği yaptı. Daha sonra buradan emekli oldu. Soyadı Kânunundan sonra Öztoprak soyadını aldı. Zaman zaman sevenleriyle sohbet edip onları irşâda çalıştı. 1961 (H.1381) senesinde İstanbul'da vefât etti. Yahyâ Efendi dergâhı mezarlığına defnedildi.
Arapça ve Farsça bilen Abdülhay Efendi, fıkhî ve tasavvufî mevzûlarda geniş bilgiye sâhipti. Son derece mütevâzî, yumuşak huylu ve aşırı derece müttakî (haramlardan sakınan) birisi idi. Cömert ve misâfirperver olup, sofrasına bir fakiri almadan oturmazdı. Onun muhtelif vesîlelerle sevdiklerine ve yakınlarına yazdığı mektupları, Abdülhay Efendinin Mektupları adlı bir risalede toplanmıştır.
Sevdiklerinden birine yazdığı mektupta da buyurdu ki:
Kemâl derecesine ulaşan insanların, yükseldikçe tevâzûu ve sûreten kendinden aşağı olanlara karşı davranışlarındaki güzellik artar. Zannolunmasın ki, onun bu tevâzûu kadrini ve kıymetini azaltır. Hayır belki daha fazla yükseltir. "Allah için tevâzû edeni Allahü teâlâ yükseltir." hadîs-i şerîfi bunu ifâde etmektedir. Dünyevî ve uhrevî, maddî ve mânevî mertebelere yükselen kimseler aslâ kendi kulluklarını unutmaz, Allah için, alçak gönüllü olur, Allahü teâlânın yarattıklarına sertlikten ve şiddetten kaçınırsa, her iki cihanda Allahü teâlâ onun derecesini yüceltir. Kibirli olmayı âdet edinenler ve asıl meyvesini unutanların ise, cenâb-ı Hak tarafından gönderilen hâdiselerle burnu kırılır. Bunlar terbiye ve imtihan kamçılarıyla zelîl olurlar. Hülâsa, benlik, kibir ve büyüklük taslamak insana yaraşmaz. Şeytan bu kadar ibâdeti ile kibir ve benliği yüzünden kovuldu ve lânetlendi. Âdem aleyhisselâm ise zelîl olan topraktan yaratıldığını unutmayarak; "Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz ve rahmet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz." diyerek, rahmet-i Hakk'a ilticâ etti. Bu sebepten yeryüzünde emânet-i ilâhiyyeyi yüklendi ve bütün yaratılmışlar üzerine mükerrem kılındı, derecesi yükseltildi. Binâenaleyh bütün kibirliler şeytanın oğullarıdır...
Hayır yapmanın önemini de şöyle bildirdi:
Umûma faydası olacak hayır bırakmak ne hoştur. Hayat defteri kapanır fakat amel defteri, ondan menfaat göründüğü müddetçe kapanmaz, hayır yazılır. Üç şey vardır ki, sâhibinin hayırlı amel defterini kapatmaz. Umûma faydası dokunacak ilim, mârifet, sanat öğretmek. Bunun gibi umûma faydası dokunacak kuyu kazdırmak, su getirtmek, hastahâne, köprü, yol ve bu gibi şeyleri yapıp bırakmak ve yine kendisine hayır duâ edecek sâlih evlâd bırakmak. Öğrenenler öğrendikçe ve insanlar faydalandıkça, ilk sebeb olan zât ve hayırlı evlâdın nefsine ve diğer insanlara hayrı dokundukça mensûb olduğu anne ve babası bundan dâimâ faydalanır, namları hayırla anılır. Fakat ne çâre ki herkes buna muvaffak olamıyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi kendi lütfuyla hayra yakın ve muvaffak kılsın...
HELÂL LOKMA...
Abdülhay Efendinin oğluna nasîhatı şöyledir:
Oğlum! Vücûdumuzu elimizden geldiği kadar helâl lokma ile doyuralım ki, helâl lokma ile beslenen o vücûd Allah'a ibâdette pek hafif ve latîf olarak rûha uysun. Haramlarla beslenen vücut, Allah'a ibâdete kalkmakta gevşeklik ve ağırlık gösterir. Bu hâl sonunda, esasen latîf olan rûha da tesir eder ve onu da kendi gibi ağırlaştırıp karanlıklara boğar. İlâhî ufuklara çıkmaya kâbiliyeti kalmaz ve nihayet ölür. Günahların büyükleri, küçüklerine ehemmiyet vermemekten başlar. Küçücükten komşu bahçelerinden birer ikişer meyve koparmaya alışanlar, büyüdükleri zaman yaman hırsız kesilirler.
Evlâdım! Kendini gözet. Senin aslın pek neciptir, pek temizdir. Aslına benzemeyen dallar, asıllarının mazhar oldukları maddî mânevî teveccüh ve olgunluklara kavuşamazlar. İslâm dîninin bütün emirleri insanların ahlâkını düzeltmek, bütün yasakları da, yine onların faydaları içindir.
Dicle nehri kıyısında yediği bir elmanın sâhibini bulup helâlleşmek için çeşitli külfetleri göze alması, İmâm-ı A'zam'ın babası Sabit bin Hürmüz'ün ahlâkının yüksekliğini gösterir. Onun bu temizliği kendisinden dünyânın dörtte birinin, mezhebine, ilmine bağlandığı İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe gibi bir zâtın vücûda gelmesine sebeb olmuştur. Hayırlı evlatların babaları da hayır ve iftiharla anılır. Seni göreyim, haramlardan, hattâ mekrûhlardan kendini sakın. Ecdâdının asâletine, necâbetine (temizliğine) vâris olduğunu şu pehrizkârlığınla isbat et. Bu şeref sana dünyada ve âhirette kâfidir.
1) Abdülhay Efendi'nin Mektupları (Sehâ Neşriyat)
Abdülhay Efendinin dedesi Şerîf Ali Efendi Mekke'den kalkarak İstanbul'a geldi. Bir müddetAksaray'daki Oğlanlar Tekkesinin şeyhliğini yaptı. Sonradan Tosya'ya giderek Kâdirî tekkesi şeyhi İsmâil Rûmî hazretlerinin torunlarından biriyle evlendi. Tekrar Mekke'ye giderek orada yerleşti. Mekke'de Fikri adında bir oğlu oldu. Fikri Efendi Mekke'den Mısır'a giderek oraya yerleşti. Askerlik mesleğine girip albaylığa kadar yükseldi. Gördüğü bir rüyâ üzerine Mısır'dan İstanbul'a gelip Kaygusuz Baba dergâhına intisâb etti. Sultanahmed'deki bu dergâha uzun müddet kırba ile su taşıdığı için kendisine "Kırbacı Baba" ismi takıldı. Bütün bu hizmetlerine rağmen dergâhın şeyhi, kendisini talebeliğe kabûl etmedi. Fakat bir gün şeyhin, bir köpeğe attığı artıklarını, köpekle birlikte yemeye teşebbüs etti. Bunun üzerine şeyh kendisini talebeliğe kabûl etti. Fikri adını da Sürûrî Fikri şeklinde değiştirdi. Sürûrî Fikri Efendi bir müddet bu tekkede kaldıktan sonra Zeyrek yokuşu başındaki yanmış olan Ümmü Gülsüm Câmiini tâmir ettirdi. Mısır kuyumcularından birinin Zeynep Hanım adındaki kızıyla evlendi. Bu evliliktenAbdülhay Efendi dünyâya geldi. Üç aylıkken babası vefât eden Abdülhay Efendi, yetim kaldı. Annesi oğlunu alıp Ümmü Gülsüm Câmiinin meşrûtasına yerleşti.
Küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başlayan Abdülhay Efendi, annesinin gayretiyle hıfzını (Kur'ân-ı kerîmi ezberlemeyi) tamamladı. Zamânın usûlüne göre ciddî bir medrese tahsili gördü. On sekiz yaşındayken babasının tâmir ettirdiği Ümmü Gülsüm Câmiine imâm oldu. Kendisi aslen Kâdirî, meşreben Nakşibendî idi. Son Nakşî şeyhlerinden Gümüşhânevî Şeyhi İsmâil Necâtî Efendiden icâzet aldı. Bir ara Çiçekçi Câmi İmâm-Hatipliğini yaptı. Yahyâ Efendi dergâhının şeyhliğini yürüttü. Bir taraftan da Baytar mektebinde ayniyat muhâsipliği yaptı. Daha sonra buradan emekli oldu. Soyadı Kânunundan sonra Öztoprak soyadını aldı. Zaman zaman sevenleriyle sohbet edip onları irşâda çalıştı. 1961 (H.1381) senesinde İstanbul'da vefât etti. Yahyâ Efendi dergâhı mezarlığına defnedildi.
Arapça ve Farsça bilen Abdülhay Efendi, fıkhî ve tasavvufî mevzûlarda geniş bilgiye sâhipti. Son derece mütevâzî, yumuşak huylu ve aşırı derece müttakî (haramlardan sakınan) birisi idi. Cömert ve misâfirperver olup, sofrasına bir fakiri almadan oturmazdı. Onun muhtelif vesîlelerle sevdiklerine ve yakınlarına yazdığı mektupları, Abdülhay Efendinin Mektupları adlı bir risalede toplanmıştır.
Sevdiklerinden birine yazdığı mektupta da buyurdu ki:
Kemâl derecesine ulaşan insanların, yükseldikçe tevâzûu ve sûreten kendinden aşağı olanlara karşı davranışlarındaki güzellik artar. Zannolunmasın ki, onun bu tevâzûu kadrini ve kıymetini azaltır. Hayır belki daha fazla yükseltir. "Allah için tevâzû edeni Allahü teâlâ yükseltir." hadîs-i şerîfi bunu ifâde etmektedir. Dünyevî ve uhrevî, maddî ve mânevî mertebelere yükselen kimseler aslâ kendi kulluklarını unutmaz, Allah için, alçak gönüllü olur, Allahü teâlânın yarattıklarına sertlikten ve şiddetten kaçınırsa, her iki cihanda Allahü teâlâ onun derecesini yüceltir. Kibirli olmayı âdet edinenler ve asıl meyvesini unutanların ise, cenâb-ı Hak tarafından gönderilen hâdiselerle burnu kırılır. Bunlar terbiye ve imtihan kamçılarıyla zelîl olurlar. Hülâsa, benlik, kibir ve büyüklük taslamak insana yaraşmaz. Şeytan bu kadar ibâdeti ile kibir ve benliği yüzünden kovuldu ve lânetlendi. Âdem aleyhisselâm ise zelîl olan topraktan yaratıldığını unutmayarak; "Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz ve rahmet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz." diyerek, rahmet-i Hakk'a ilticâ etti. Bu sebepten yeryüzünde emânet-i ilâhiyyeyi yüklendi ve bütün yaratılmışlar üzerine mükerrem kılındı, derecesi yükseltildi. Binâenaleyh bütün kibirliler şeytanın oğullarıdır...
Hayır yapmanın önemini de şöyle bildirdi:
Umûma faydası olacak hayır bırakmak ne hoştur. Hayat defteri kapanır fakat amel defteri, ondan menfaat göründüğü müddetçe kapanmaz, hayır yazılır. Üç şey vardır ki, sâhibinin hayırlı amel defterini kapatmaz. Umûma faydası dokunacak ilim, mârifet, sanat öğretmek. Bunun gibi umûma faydası dokunacak kuyu kazdırmak, su getirtmek, hastahâne, köprü, yol ve bu gibi şeyleri yapıp bırakmak ve yine kendisine hayır duâ edecek sâlih evlâd bırakmak. Öğrenenler öğrendikçe ve insanlar faydalandıkça, ilk sebeb olan zât ve hayırlı evlâdın nefsine ve diğer insanlara hayrı dokundukça mensûb olduğu anne ve babası bundan dâimâ faydalanır, namları hayırla anılır. Fakat ne çâre ki herkes buna muvaffak olamıyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi kendi lütfuyla hayra yakın ve muvaffak kılsın...
HELÂL LOKMA...
Abdülhay Efendinin oğluna nasîhatı şöyledir:
Oğlum! Vücûdumuzu elimizden geldiği kadar helâl lokma ile doyuralım ki, helâl lokma ile beslenen o vücûd Allah'a ibâdette pek hafif ve latîf olarak rûha uysun. Haramlarla beslenen vücut, Allah'a ibâdete kalkmakta gevşeklik ve ağırlık gösterir. Bu hâl sonunda, esasen latîf olan rûha da tesir eder ve onu da kendi gibi ağırlaştırıp karanlıklara boğar. İlâhî ufuklara çıkmaya kâbiliyeti kalmaz ve nihayet ölür. Günahların büyükleri, küçüklerine ehemmiyet vermemekten başlar. Küçücükten komşu bahçelerinden birer ikişer meyve koparmaya alışanlar, büyüdükleri zaman yaman hırsız kesilirler.
Evlâdım! Kendini gözet. Senin aslın pek neciptir, pek temizdir. Aslına benzemeyen dallar, asıllarının mazhar oldukları maddî mânevî teveccüh ve olgunluklara kavuşamazlar. İslâm dîninin bütün emirleri insanların ahlâkını düzeltmek, bütün yasakları da, yine onların faydaları içindir.
Dicle nehri kıyısında yediği bir elmanın sâhibini bulup helâlleşmek için çeşitli külfetleri göze alması, İmâm-ı A'zam'ın babası Sabit bin Hürmüz'ün ahlâkının yüksekliğini gösterir. Onun bu temizliği kendisinden dünyânın dörtte birinin, mezhebine, ilmine bağlandığı İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe gibi bir zâtın vücûda gelmesine sebeb olmuştur. Hayırlı evlatların babaları da hayır ve iftiharla anılır. Seni göreyim, haramlardan, hattâ mekrûhlardan kendini sakın. Ecdâdının asâletine, necâbetine (temizliğine) vâris olduğunu şu pehrizkârlığınla isbat et. Bu şeref sana dünyada ve âhirette kâfidir.
1) Abdülhay Efendi'nin Mektupları (Sehâ Neşriyat)
ABDÜLHAY
ABDÜLHAY
Hindistan evliyâsından. Hindistan'ın Safâbeyan şehrinin Hisâr-ı Şâdıman mahallesinde 1582 (H.990) senesinde doğdu. İlim tahsiline başladıktan sonra, büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetlerine katıldı ve talebesi olmakla şereflendi. Yıllarca İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetinde bulunup, sevgisini kazandı. Mânevî birçok ilimlere kavuştu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri icâzet, diploma vererek Abdülhay'ı, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmak, onları terbiye edip yetiştirmek görevi ile Punte şehrine gönderdi ve; "Şeyh Hamîd-i Bingâlî'ye gitmek istiyorum. Fakat fırsatım olmadı. Ona gidip nasîhatte bulununuz." buyurdu. Abdülhay; "Peki efendim." diyerek huzurdan ayrıldı ve oraya doğru yola çıktı. Fakat kendi kendine; "Şeyh Hamîd, âlim, evliyâ ve herkesin mürâcaat ettiği bir kimsedir. Ben kim oluyorum ki, ona nasîhat edeyim ve sözümün faydası olsun." diye düşündü. Sonra da; "Böyle düşünmek doğru değildir. Mâdem ki hocam böyle söyledi, o hâlde doğru söyledi. Böyle vesvese etmek doğru değildir. Hocamın bu emrinde mutlaka bir hikmet vardır." dedi.
Şeyh Hamîd Bingâlî'nin yanına vardığında, ona çok hürmet ve ikrâmda bulundu. Şeyh Hamîd Bingâlî sohbet esnâsında şöyle dedi:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ve diğer büyükler buyuruyor ki: "Bizim yolumuzda olmanın ilk şartı, Resûlullah efendimizi canından çok sevmektir." Ben de, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olan kalbe başka bir sevgi nasıl sığabilir?" diyorum. Onun bu sözüne Abdülhay çok üzüldü ve cevap olarak:
"Resûlullah efendimizin sevgisi, Hak tealânın sevgisinin aynısıdır. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "Kim peygambere itâat ederse muhakkak Allahü teâlâya itâat etmiş olur." (Nisâ sûresi: 80) Bu âyet-i kerîme sözümüzün doğruluğunu göstermektedir." dedi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri icâzet, diploma vererek Abdülhay'ı, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmak, onları terbiye edip yetiştirmek görevi ile Punte şehrine gönderdi ve; "Şeyh Hamîd-i Bingâlî'ye gitmek istiyorum. Fakat fırsatım olmadı. Ona gidip nasîhatte bulununuz." buyurdu. Abdülhay; "Peki efendim." diyerek huzurdan ayrıldı ve oraya doğru yola çıktı. Fakat kendi kendine; "Şeyh Hamîd, âlim, evliyâ ve herkesin mürâcaat ettiği bir kimsedir. Ben kim oluyorum ki, ona nasîhat edeyim ve sözümün faydası olsun." diye düşündü. Sonra da; "Böyle düşünmek doğru değildir. Mâdem ki hocam böyle söyledi, o hâlde doğru söyledi. Böyle vesvese etmek doğru değildir. Hocamın bu emrinde mutlaka bir hikmet vardır." dedi.
Şeyh Hamîd Bingâlî'nin yanına vardığında, ona çok hürmet ve ikrâmda bulundu. Şeyh Hamîd Bingâlî sohbet esnâsında şöyle dedi:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ve diğer büyükler buyuruyor ki: "Bizim yolumuzda olmanın ilk şartı, Resûlullah efendimizi canından çok sevmektir." Ben de, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olan kalbe başka bir sevgi nasıl sığabilir?" diyorum. Onun bu sözüne Abdülhay çok üzüldü ve cevap olarak:
"Resûlullah efendimizin sevgisi, Hak tealânın sevgisinin aynısıdır. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "Kim peygambere itâat ederse muhakkak Allahü teâlâya itâat etmiş olur." (Nisâ sûresi: 80) Bu âyet-i kerîme sözümüzün doğruluğunu göstermektedir." dedi.
ABDÜLHAMÎD ŞİRVÂNÎ
ABDÜLHAMÎD ŞİRVÂNÎ
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdülhamîd bin Hüseyin Şirvânî Dağıstânî'dir. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1882-3 (H.1300) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti. Kalabalık bir cemâatla cenâze namazı kılınıp Cennet-ül-Muallâ kabristanında Ümm-ül mü'minîn Hadîcet-ül Kübrâ'nın radıyallahü anhâ kabri yanına defnolundu.
İlim tahsiline küçük yaşta başlayan Abdülhamîd Şirvânî, bu maksatla, İstanbul ve Mısır gibi, zamânın ilim merkezi olan yerlere giderek büyük âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Budinli Şeyh Mustafa ile pekçok eserlerin yazarı Şeyh İbrâhim Bâcûrî, ilim öğrenip, kendilerinden istifâde ettiği büyük âlimlerdendir.
Abdülhamîd Şirvânî ilim öğrenmek husûsunda yüksek istidâd ve fevkalâde gayret sâhibi idi. İlimde pek yüksek derecelere çıkıp âlim oldu. Arabî, Fârisi ile Türkçeyi gâyet iyi bilirdi. İlim tahsîlini tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerremeye gitti talebe okutmaya başladı.
İlimle uğraşırken bir taraftan da tasavvuf yolunda ilerlemeye, ilâhî feyz ve mârifetlere kavuşup yükselmeye çalışan Abdülhamîd Şirvânî, bu hususta çok gayretli idi. Evliyâlık yolunda ilerlemek arzu ve isteği, onda çocukluğundan beri vardı. Bu sebeple, tasavvuf yolunda olduğu söylenen birçok kimseye gitti ise de, hiçbirinden arzu ettiğini elde edemedi ve aradığını bulamadı. Kalp susuzluğunu gideremedi.
Bu sırada Hindistan evliyâsından, Müceddidiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Mazhar hazretleri, hac için Mekke-i mükerremeye gelmişti. Abdülhamîd Şirvânî ona talebe olmak istedi ise de, Muhammed Mazhar özür beyân edip, bu işe layık olmadığını bildirdi.
1856 (H.1278) senesinde Muhammed Mazhar'ın babası Ahmed Saîd-i Fârûkî hazretleri Hindistan'dan hicret ederek Mekke-i mükerremeye gelmişti. Bu da evliyâlık kemâlâtının, Müceddidiyye yolunun yüksek olgunluklarının sâhibi, çok üstün, bir velî idi. Abdülhamîd Şirvânî, kendisinin yetişmesi için talebelere ders okutmayı terkedip, Ahmed Saîd'in sohbetlerine koştu. İlimdeki derin bilgisine rağmen, gidip o büyük zâta talebe oldu. Hâlis bir niyetle bu yola girip, Ahmed Saîd'in sohbetlerini hiç bırakmadı. Onun pekçok iltifât ve teveccühlerine mazhar oldu. Ahmed Saîd-i Fârûkî, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd Şirvânî'yi oğlu Muhammed Mazhar'a havâle etti. O da, emir babasından geldiği için kabûl edip, Abdülhamîd'in bu yolda ilerlemesi ile meşgûl oldu.
Ahmed Sa'îd-i Fârûkî gittikten sonra, Muhammed Mazhar'ın sohbetlerinden hiç ayrılmayan Abdülhamîd Şirvânî, bütün kalbi ile ona bağlandı. Ondan çok istifâde etti. Bir müddet sonra, Muhammed Mazhar da Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd Efendi de ondan ayrılmayıp onunla berâber gitti. Çünkü onu çok seviyor, muhabbet ve bağlılığı gün geçtikçe artıyordu. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâreti sırasında, Resûlullah efendimizin mânevî lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Bu ziyaretten sonra MuhammedMazhar; "Elhamdülillah Resûlullah efendimiz Abdülhamîd Şirvânî'yi kabûl ettiler." buyurdu. Ona icâzet ve hilâfet verip, çok duâ etti. Sonra; "Mevlanâ Abdülhamîd'e icâzet verdim. Ona verilmesi lâzım gelen her şeyi verdim. İnşâallah semeresi görülecektir. Fakat daha zamânı vardır. Müceddidiyye yolu büyüklerine olan muhabbet ipi sağlam ve kuvvetli olunca, kavuşulması arzulanan şeyler bir müddet sonra da kavuşulsa bunun için gam yoktur. Çünkü o büyükler, kendilerine bağlananları yavaş yavaş çekerler. Bu sebeple yapılması lâzım gelen şey, bu büyükleri çok sevip yollarında bulunmak, her an Allahü teâlâyı unutmayıp, devamlı O'nu anmak ve diğer vazîfelere devâm etmektir." buyurdular.
Abdülhamîd Şirvânî, hocası Muhammed Mazhar'ın bu sözlerini dikkatle dinliyordu. Ayrılacakları zaman hocasına; "Bizi duâ ve teveccühünüzden eksik etmeyiniz efendim." dedi. Bu sebeple, Muhammed Mazhar dâimâ, gıyâbında Abdülhamîd Efendiye duâ ve teveccühde bulunurdu. Bundan sonra da, çeşitli zamanlarda birçok defâ görüşüp sohbet ettiler. İrtibatları hiç kesilmedi. Çünkü devamlı mektuplaşır ve haberleşirlerdi.
Abdülhamîd Şirvânî, ömrünün sonuna kadar Mekke-i mükerremede ders verdi, tasavvuf yoluna girmiş talebeleri terbiye edip, mânevî olarak yetiştirmekle meşgûl oldu.
Abdülhamîd Şirvânî hazretleri, vakar ve heybet sâhibi, ağırbaşlı bir zât idi. Gâyet az konuşur, çoğu zaman sükût ederdi. Bu yolun büyüklerinin âdeti olduğu gibi, sabah akşam talebeleri ile birlikte hatim yapardı. Sabahleyin yapılan hatimden sonra, talebelerine İbn-i Hacer-i Heytemî hazretlerinin Tuhfe kitabından fıkıh dersi okuturdu.
Ders dışındaki zamanlarda, halveti ve uzleti, yalnızlığı ve insanlardan uzak durmayı bir de kendi hâlinde ibâdet ve tâatla meşgûl olmayı severdi. Öğleden sonra Süleymâniye Medresesindeki odasına gider, ikindi vaktine kadar Kur'ân-ı kerîm tilâveti, zikr ve murâkabe ile ve kitap okumakla meşgûl olurdu. Normal günlerde, husûsî odasına çocuklarından başka kimse giremediği hâlde, salı ve cumâ günleri kapı açık tutulur, suâli olanlar veya bir şey arzetmek isteyenler rahatlıkla içeri girebilirlerdi.
Namazlarını, vakit girdikten sonra, evvel vakitlerinde kılmaya husûsen dikkat ederdi. Talebelerini terbiye edip yetiştirirken, bu yolun büyüklerinin âdetleri üzere bir yol tâkib ederdi. Çok kitap okurdu. Bilhassa, Tuhfe kitabına yaptığı sekiz ciltlik hâşiyenin tashîhi ile meşgûl olurdu.
Tasavvufî makam ve hâlleri, gâyet açık ve anlaşılır bir şekilde anlatırdı. Sohbetlerinde, Allah adamlarının, hakîkî evliyânın üstünlüklerini, onlara bağlanmanın ehemmiyetini îzâh eder, buna teşvik ederdi.
Muhammed Mazhar hazretleri, Abdülhamîd Şirvânî'yi kendisine halîfe tâyin etti. O da hocasının yerine geçip, çok hizmette bulundu. Kısa zaman sonra da vefât etti.
Hayrullah Efendi, Emîr Halîfe, Muhammed Sâlih Zevâvî, Abdülhannân Bercânî ve Abdülhâlık Efendi onun diploma, icâzet verip mezun ettiği halîfeleridir.
1) Reşehât Ayn-ül-Hayât Zeyli; s.131
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdülhamîd bin Hüseyin Şirvânî Dağıstânî'dir. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1882-3 (H.1300) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti. Kalabalık bir cemâatla cenâze namazı kılınıp Cennet-ül-Muallâ kabristanında Ümm-ül mü'minîn Hadîcet-ül Kübrâ'nın radıyallahü anhâ kabri yanına defnolundu.
İlim tahsiline küçük yaşta başlayan Abdülhamîd Şirvânî, bu maksatla, İstanbul ve Mısır gibi, zamânın ilim merkezi olan yerlere giderek büyük âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Budinli Şeyh Mustafa ile pekçok eserlerin yazarı Şeyh İbrâhim Bâcûrî, ilim öğrenip, kendilerinden istifâde ettiği büyük âlimlerdendir.
Abdülhamîd Şirvânî ilim öğrenmek husûsunda yüksek istidâd ve fevkalâde gayret sâhibi idi. İlimde pek yüksek derecelere çıkıp âlim oldu. Arabî, Fârisi ile Türkçeyi gâyet iyi bilirdi. İlim tahsîlini tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerremeye gitti talebe okutmaya başladı.
İlimle uğraşırken bir taraftan da tasavvuf yolunda ilerlemeye, ilâhî feyz ve mârifetlere kavuşup yükselmeye çalışan Abdülhamîd Şirvânî, bu hususta çok gayretli idi. Evliyâlık yolunda ilerlemek arzu ve isteği, onda çocukluğundan beri vardı. Bu sebeple, tasavvuf yolunda olduğu söylenen birçok kimseye gitti ise de, hiçbirinden arzu ettiğini elde edemedi ve aradığını bulamadı. Kalp susuzluğunu gideremedi.
Bu sırada Hindistan evliyâsından, Müceddidiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Mazhar hazretleri, hac için Mekke-i mükerremeye gelmişti. Abdülhamîd Şirvânî ona talebe olmak istedi ise de, Muhammed Mazhar özür beyân edip, bu işe layık olmadığını bildirdi.
1856 (H.1278) senesinde Muhammed Mazhar'ın babası Ahmed Saîd-i Fârûkî hazretleri Hindistan'dan hicret ederek Mekke-i mükerremeye gelmişti. Bu da evliyâlık kemâlâtının, Müceddidiyye yolunun yüksek olgunluklarının sâhibi, çok üstün, bir velî idi. Abdülhamîd Şirvânî, kendisinin yetişmesi için talebelere ders okutmayı terkedip, Ahmed Saîd'in sohbetlerine koştu. İlimdeki derin bilgisine rağmen, gidip o büyük zâta talebe oldu. Hâlis bir niyetle bu yola girip, Ahmed Saîd'in sohbetlerini hiç bırakmadı. Onun pekçok iltifât ve teveccühlerine mazhar oldu. Ahmed Saîd-i Fârûkî, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd Şirvânî'yi oğlu Muhammed Mazhar'a havâle etti. O da, emir babasından geldiği için kabûl edip, Abdülhamîd'in bu yolda ilerlemesi ile meşgûl oldu.
Ahmed Sa'îd-i Fârûkî gittikten sonra, Muhammed Mazhar'ın sohbetlerinden hiç ayrılmayan Abdülhamîd Şirvânî, bütün kalbi ile ona bağlandı. Ondan çok istifâde etti. Bir müddet sonra, Muhammed Mazhar da Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd Efendi de ondan ayrılmayıp onunla berâber gitti. Çünkü onu çok seviyor, muhabbet ve bağlılığı gün geçtikçe artıyordu. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâreti sırasında, Resûlullah efendimizin mânevî lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Bu ziyaretten sonra MuhammedMazhar; "Elhamdülillah Resûlullah efendimiz Abdülhamîd Şirvânî'yi kabûl ettiler." buyurdu. Ona icâzet ve hilâfet verip, çok duâ etti. Sonra; "Mevlanâ Abdülhamîd'e icâzet verdim. Ona verilmesi lâzım gelen her şeyi verdim. İnşâallah semeresi görülecektir. Fakat daha zamânı vardır. Müceddidiyye yolu büyüklerine olan muhabbet ipi sağlam ve kuvvetli olunca, kavuşulması arzulanan şeyler bir müddet sonra da kavuşulsa bunun için gam yoktur. Çünkü o büyükler, kendilerine bağlananları yavaş yavaş çekerler. Bu sebeple yapılması lâzım gelen şey, bu büyükleri çok sevip yollarında bulunmak, her an Allahü teâlâyı unutmayıp, devamlı O'nu anmak ve diğer vazîfelere devâm etmektir." buyurdular.
Abdülhamîd Şirvânî, hocası Muhammed Mazhar'ın bu sözlerini dikkatle dinliyordu. Ayrılacakları zaman hocasına; "Bizi duâ ve teveccühünüzden eksik etmeyiniz efendim." dedi. Bu sebeple, Muhammed Mazhar dâimâ, gıyâbında Abdülhamîd Efendiye duâ ve teveccühde bulunurdu. Bundan sonra da, çeşitli zamanlarda birçok defâ görüşüp sohbet ettiler. İrtibatları hiç kesilmedi. Çünkü devamlı mektuplaşır ve haberleşirlerdi.
Abdülhamîd Şirvânî, ömrünün sonuna kadar Mekke-i mükerremede ders verdi, tasavvuf yoluna girmiş talebeleri terbiye edip, mânevî olarak yetiştirmekle meşgûl oldu.
Abdülhamîd Şirvânî hazretleri, vakar ve heybet sâhibi, ağırbaşlı bir zât idi. Gâyet az konuşur, çoğu zaman sükût ederdi. Bu yolun büyüklerinin âdeti olduğu gibi, sabah akşam talebeleri ile birlikte hatim yapardı. Sabahleyin yapılan hatimden sonra, talebelerine İbn-i Hacer-i Heytemî hazretlerinin Tuhfe kitabından fıkıh dersi okuturdu.
Ders dışındaki zamanlarda, halveti ve uzleti, yalnızlığı ve insanlardan uzak durmayı bir de kendi hâlinde ibâdet ve tâatla meşgûl olmayı severdi. Öğleden sonra Süleymâniye Medresesindeki odasına gider, ikindi vaktine kadar Kur'ân-ı kerîm tilâveti, zikr ve murâkabe ile ve kitap okumakla meşgûl olurdu. Normal günlerde, husûsî odasına çocuklarından başka kimse giremediği hâlde, salı ve cumâ günleri kapı açık tutulur, suâli olanlar veya bir şey arzetmek isteyenler rahatlıkla içeri girebilirlerdi.
Namazlarını, vakit girdikten sonra, evvel vakitlerinde kılmaya husûsen dikkat ederdi. Talebelerini terbiye edip yetiştirirken, bu yolun büyüklerinin âdetleri üzere bir yol tâkib ederdi. Çok kitap okurdu. Bilhassa, Tuhfe kitabına yaptığı sekiz ciltlik hâşiyenin tashîhi ile meşgûl olurdu.
Tasavvufî makam ve hâlleri, gâyet açık ve anlaşılır bir şekilde anlatırdı. Sohbetlerinde, Allah adamlarının, hakîkî evliyânın üstünlüklerini, onlara bağlanmanın ehemmiyetini îzâh eder, buna teşvik ederdi.
Muhammed Mazhar hazretleri, Abdülhamîd Şirvânî'yi kendisine halîfe tâyin etti. O da hocasının yerine geçip, çok hizmette bulundu. Kısa zaman sonra da vefât etti.
Hayrullah Efendi, Emîr Halîfe, Muhammed Sâlih Zevâvî, Abdülhannân Bercânî ve Abdülhâlık Efendi onun diploma, icâzet verip mezun ettiği halîfeleridir.
1) Reşehât Ayn-ül-Hayât Zeyli; s.131
ABDÜLHAMÎD BİN NECÎB NÛBÂNÎ
ABDÜLHAMÎD BİN NECÎB NÛBÂNÎ
Kudüs alimlerinden. On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarında yaşamıştır. Kudüs'ün kuzeyinde Mezâri köyünde meşhur bir âiledendir. Yûsuf Nebhânî hazretleri 1887 senesinde Beyrut'ta Cezâ Mahkemesi reisi iken onunla görüştüğünü, kendisi ile bir çok kimsenin onun velîliğine inandığını bildirmektedir. Bizzat onun kerâmetlerine şâhid olmuştur. Aşağıdaki menkıbelerin hepsini Yûsuf Nebhânî anlatmıştır:
Abdülhamîd Nûbânî Beyrut'a gelip ilk görüştüğümüzde (1893) alnıma baktı ve; "Şeyh Ali Ömerî sana alamet koymuş." dedi. Hakikaten Şeyh Ali Ömerî Beyrut'a geldiğinde dişleri ile alnıma iz yapmış ve; "Bu, evliyânın seni tanıması için koyduğum bir alâmettir." demişti. O zaman bunu Şeyh Ali Ömerî'nin bir latîfesi saymıştım. Şeyh Abdülhamîd Nûbânî bana böyle söyleyince, onun latîfe olmadığını ancak evliyâ zatların anlayabildiği bir hakikat olduğunu anladım. Bunu daha önce kimseye söylemediğim hâlde yalnız o anladı.
Bana bir gün; "Zamânın evliyâsı seni seviyor ve işlerine de yardımcı oluyorlar. Bu velîlerden ikisi ile Büyük Câmide görüştüm. HaniLazkiye'de bir iş için yardım istemiştin de sana yardım etmişlerdi." dedi. Bunları söyleyince hayretler içerisinde kaldım. Aradan seneler geçmişti ve kimseye de anlatmamıştım. Hâdise şu idi:
Lazkiye'de Cezâ Mahkemesi reisi iken bir hıristiyan öldürülmüştü. Onun akrabâsı ve diğer hıristiyanlar kâtil olarak, köyün ileri gelen müslümanlarından birini gösteriyorlar, uzun müddet hapsedilmesi veya îdâm edilmesini istiyorlardı. Halbuki o müslüman suçsuzdu. Ona iftirâ ediyorlardı. Vilâyetin vâlisi ile bu hususta telgrafla görüştüler. Birçok yalancı şâhit buldular. Mahkemede müslüman şahsı, öldürülen hıristiyana kurşun sıkarken gördüklerini söyleyeceklerdi. Nihâyet, dâvâ mahkemeye intikâl etti. Müslüman şahıs hapse atıldı ve üzerinden aylar geçti. Bu mevzuda halk arasında bu işin iftirâ olmasından başka birşey konuşulmuyordu. Papazlar da bu hususta beni teşvik için evime geldi. Bu husûsu gören pekçok şâhit de var, diyorlardı. Lazkiye'nin ileri gelen müslümanlarından bâzılarını da bu hususta iknâ etmişlerdi. Ben kendilerine inşâallah hak ortaya çıkıncaya kadar bu meseleyi tetkik edip inceleyeceğim deyip sözü kestim. Ancak hâdisenin ortaya çıkışından îtibâren gelen haberlerden bunun kesin olarak yalan ve iftirâ olduğunu iyi anladım. Fakat hıristiyan yalancı şahitler çok olduğu için o müslümanı kurtarmam çok zordu.
Kânun şahitlik hususunda müslüman ile kâfir arasında fark görmüyordu. Bu sebeple düşüncem karışmıştı, o müslümanı kurtaramam diye korkuyordum. Çünkü benimle beraber hüküm veren dört kişi daha vardı. Üçü onun aleyhine hükmetse ekseriyete göre hüküm verilir. Suçlu olduğu sâbit olunca hakkında verilecek hüküm îdamdır. Benim bulunduğum mahkemede suçsuzluğuna
ğuna inandığım bir müslümanın zarar görmesi hakikaten çok ağır geliyordu. Mahkeme günü zihnim çok karışıktı. Evden çıktım yolda giderken bu işin kolay olması için Ehl-i Nevbet denilen zamânın evliyâsından yardım istedim. Çünkü onlar Allahü teâlânın izni ile gizli tasarruf sâhibi olup yardım ederler. Ben; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulları! Ey Ehl-i Nevbet! Bu zor dâvâya bir nazar buyurun da eziyet meşakkat olmadan bu müslüman Allahü teâlânın izni ile kurtulsun." gibi sözlerle yalvardım.
Yalvarmalarımın netîcesi olarak Mahkemede herkesin yanında hakîkatin, o müslümanın suçsuzluğunun ortaya çıkması için herkesin iknâ olacağı her çâreye baş vurdum. Şâhitlere işlenen suçun ne zaman ve nasıl meydana geldiğini, cinâyetin nasıl bir âletle işlendiğini, orada kimlerin hazır bulunduğunu ve daha başka sualler sordum. Şâhitlerin bunların hepsini bilmesi mümkün değildi. Hepsi de yalnız cinâyetin nasıl işlendiği ile ilgili aynı cevâbı veriyorlardı o kadar. Sonra sualler çoğaldıkça birbirinden çok farklı şeyler söylüyorlardı. Şâhitlerin ifâdeleri tek tek alınıyor ve diğerlerinin de ifadeleri alınıncaya kadar bırakılmıyordu. Nihâyet şâhitlerin yalancı oldukları açıkça ortaya çıkmış, müslüman ve hıristiyanlardan meydana gelen heyetin şüphesi kalmamıştı. Bu sebeple mahkemeye son verdim. Üyelerle görüşüp suçlu görünen müslümanın berâat ve serbest bırakılmasına, mazlûm olduğuna sözbirliği ile karar verdik. Hıristiyanlar çok üzerinde durdukları ve ehemmiyet verdikleri halde, Allahü teâlânın izni ile bu zor mesele kolaylıkla halledildi.
Hapiste olan bu müslümanın durumunu, Şeyh Abdülhamîd bana Beyrut'ta söyleyinceye kadar kimseye anlatmamıştım.
Bir gün Abdülhamîd Nûbânî yanıma geldi. Onu akşam yemeğine dâvet ettim o da kabul etti. O gün eve asma yaprağı, kabak ve bezelye almıştım. Fakat buna rağmen arzusunu öğrenmek için; "Ne isterseniz o yemekleri hazırlarız." dedim. Bunun üzerine; "Asma yaprağı olsun." dedi. "Başka." dedim, "Kabak" dedi. "Başka ne olsun?" dedim. "Bezelye." dedi. Halbuki bunları aldığımı kimseden öğrenmemişti.
Bir kere yine yanıma gelmişti. Biraz oturduktan sonra; "Sen şimdi meşgulsün. Falancaya, falancaya hediye göndereceksin." dedi ve çıkmak üzere kalktı. Fakat onu tekrar oturtup ikramda bulundum. Hakikaten İstanbul'da sevdiğim bâzı kimselere göndermek için hediye hazırlamıştım.
Bir kere onunla berâberdim. Akrabam ve mahkememizin başkâtibi olan Muhammed Ali Efendi yanımıza geldi. Hanımı doğum yapacaktı. Şeyh Abdülhamîd Nûbânî ona; "Senin erkek bir oğlun olacak. İsmini babanın adı olan Hasan koy!" dedi. Bir iki gün sonra Şeyh Ali ile beraber Muhammed Ali Efendi ile karşılaştık. Ona; "Doğum oldu mu?" diye sorduk. "Evet bir erkek çocuğumuz dünyâya geldi." dedi. Şeyh Abdülhamîd; "İsmini ne koydun?" dedi. "Bedrüddîn." dedi. Söylediği isim konulmadığı için yüzünden memnûniyetsizliği anlaşılıyordu. Sonra bana doğru eğilip kulağıma gizlice; "Bu çocuk yaşamayacak!" dedi. Ben bunu Muhammed Efendiden gizledim. Ve çocuk onun dediği gibi, vefât etti.
Bir cemâatle oturuyorduk. Bu sırada akrabâlarından birini bir iş için İstanbul'a gönderdiklerini, o işi mutlaka halledip döneceğini konuşuyorlardı. O cemaatin ileri gelenlerinden birisi; "Ben ona git işini gör gel." dedim, diyor ve bu işi halledip gelecek diye konuşuyordu. O bu sözünü birkaç defâ emin bir şekilde söyleyince yanımda oturan Şeyh Abdülhamîd kulağıma gizlice; "Vallahi o şahıs işini halledemeden gittiği gibi üzüntülü olarak dönecek." dedi. O şahıs İstanbul'a gitti. Bir sene civârında kaldı. İşini yapamadan gizlice üzüntülü olarak döndü.
Birisi ile Kudüs dışında harâbe bir yerden geçiyorduk. Yanımdaki şahıs bana; "Bu ev Bedri Efendinin evidir. Abdülhamîd Nûbânî'ye eziyet etti. Bunun üzerine bu büyük zât onun evine döndü ve; "Ey ev harabe ol!" diye üç kere söyledi. Bir sene geçmeden Bedri Efendi delirip öldü. Sonra evi de harâbeye döndü ve bu hâle geldi. Delilik çocuklarından bâzısına da geçti. Onlar şimdi kendi hallerinde yaşarlar. O bedduâ sebebiyle bu hale geldiklerini bildiklerinden, âile fertleri onun duâsını alıp bu hastalıktan kurtulmak için kendisine çok ikram ederler. Şimdi âile olarak onun en yakın ve has talebelerindendirler." diye anlattı.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c 2, s.52.
Abdülhamîd Nûbânî Beyrut'a gelip ilk görüştüğümüzde (1893) alnıma baktı ve; "Şeyh Ali Ömerî sana alamet koymuş." dedi. Hakikaten Şeyh Ali Ömerî Beyrut'a geldiğinde dişleri ile alnıma iz yapmış ve; "Bu, evliyânın seni tanıması için koyduğum bir alâmettir." demişti. O zaman bunu Şeyh Ali Ömerî'nin bir latîfesi saymıştım. Şeyh Abdülhamîd Nûbânî bana böyle söyleyince, onun latîfe olmadığını ancak evliyâ zatların anlayabildiği bir hakikat olduğunu anladım. Bunu daha önce kimseye söylemediğim hâlde yalnız o anladı.
Bana bir gün; "Zamânın evliyâsı seni seviyor ve işlerine de yardımcı oluyorlar. Bu velîlerden ikisi ile Büyük Câmide görüştüm. HaniLazkiye'de bir iş için yardım istemiştin de sana yardım etmişlerdi." dedi. Bunları söyleyince hayretler içerisinde kaldım. Aradan seneler geçmişti ve kimseye de anlatmamıştım. Hâdise şu idi:
Lazkiye'de Cezâ Mahkemesi reisi iken bir hıristiyan öldürülmüştü. Onun akrabâsı ve diğer hıristiyanlar kâtil olarak, köyün ileri gelen müslümanlarından birini gösteriyorlar, uzun müddet hapsedilmesi veya îdâm edilmesini istiyorlardı. Halbuki o müslüman suçsuzdu. Ona iftirâ ediyorlardı. Vilâyetin vâlisi ile bu hususta telgrafla görüştüler. Birçok yalancı şâhit buldular. Mahkemede müslüman şahsı, öldürülen hıristiyana kurşun sıkarken gördüklerini söyleyeceklerdi. Nihâyet, dâvâ mahkemeye intikâl etti. Müslüman şahıs hapse atıldı ve üzerinden aylar geçti. Bu mevzuda halk arasında bu işin iftirâ olmasından başka birşey konuşulmuyordu. Papazlar da bu hususta beni teşvik için evime geldi. Bu husûsu gören pekçok şâhit de var, diyorlardı. Lazkiye'nin ileri gelen müslümanlarından bâzılarını da bu hususta iknâ etmişlerdi. Ben kendilerine inşâallah hak ortaya çıkıncaya kadar bu meseleyi tetkik edip inceleyeceğim deyip sözü kestim. Ancak hâdisenin ortaya çıkışından îtibâren gelen haberlerden bunun kesin olarak yalan ve iftirâ olduğunu iyi anladım. Fakat hıristiyan yalancı şahitler çok olduğu için o müslümanı kurtarmam çok zordu.
Kânun şahitlik hususunda müslüman ile kâfir arasında fark görmüyordu. Bu sebeple düşüncem karışmıştı, o müslümanı kurtaramam diye korkuyordum. Çünkü benimle beraber hüküm veren dört kişi daha vardı. Üçü onun aleyhine hükmetse ekseriyete göre hüküm verilir. Suçlu olduğu sâbit olunca hakkında verilecek hüküm îdamdır. Benim bulunduğum mahkemede suçsuzluğuna
ğuna inandığım bir müslümanın zarar görmesi hakikaten çok ağır geliyordu. Mahkeme günü zihnim çok karışıktı. Evden çıktım yolda giderken bu işin kolay olması için Ehl-i Nevbet denilen zamânın evliyâsından yardım istedim. Çünkü onlar Allahü teâlânın izni ile gizli tasarruf sâhibi olup yardım ederler. Ben; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulları! Ey Ehl-i Nevbet! Bu zor dâvâya bir nazar buyurun da eziyet meşakkat olmadan bu müslüman Allahü teâlânın izni ile kurtulsun." gibi sözlerle yalvardım.
Yalvarmalarımın netîcesi olarak Mahkemede herkesin yanında hakîkatin, o müslümanın suçsuzluğunun ortaya çıkması için herkesin iknâ olacağı her çâreye baş vurdum. Şâhitlere işlenen suçun ne zaman ve nasıl meydana geldiğini, cinâyetin nasıl bir âletle işlendiğini, orada kimlerin hazır bulunduğunu ve daha başka sualler sordum. Şâhitlerin bunların hepsini bilmesi mümkün değildi. Hepsi de yalnız cinâyetin nasıl işlendiği ile ilgili aynı cevâbı veriyorlardı o kadar. Sonra sualler çoğaldıkça birbirinden çok farklı şeyler söylüyorlardı. Şâhitlerin ifâdeleri tek tek alınıyor ve diğerlerinin de ifadeleri alınıncaya kadar bırakılmıyordu. Nihâyet şâhitlerin yalancı oldukları açıkça ortaya çıkmış, müslüman ve hıristiyanlardan meydana gelen heyetin şüphesi kalmamıştı. Bu sebeple mahkemeye son verdim. Üyelerle görüşüp suçlu görünen müslümanın berâat ve serbest bırakılmasına, mazlûm olduğuna sözbirliği ile karar verdik. Hıristiyanlar çok üzerinde durdukları ve ehemmiyet verdikleri halde, Allahü teâlânın izni ile bu zor mesele kolaylıkla halledildi.
Hapiste olan bu müslümanın durumunu, Şeyh Abdülhamîd bana Beyrut'ta söyleyinceye kadar kimseye anlatmamıştım.
Bir gün Abdülhamîd Nûbânî yanıma geldi. Onu akşam yemeğine dâvet ettim o da kabul etti. O gün eve asma yaprağı, kabak ve bezelye almıştım. Fakat buna rağmen arzusunu öğrenmek için; "Ne isterseniz o yemekleri hazırlarız." dedim. Bunun üzerine; "Asma yaprağı olsun." dedi. "Başka." dedim, "Kabak" dedi. "Başka ne olsun?" dedim. "Bezelye." dedi. Halbuki bunları aldığımı kimseden öğrenmemişti.
Bir kere yine yanıma gelmişti. Biraz oturduktan sonra; "Sen şimdi meşgulsün. Falancaya, falancaya hediye göndereceksin." dedi ve çıkmak üzere kalktı. Fakat onu tekrar oturtup ikramda bulundum. Hakikaten İstanbul'da sevdiğim bâzı kimselere göndermek için hediye hazırlamıştım.
Bir kere onunla berâberdim. Akrabam ve mahkememizin başkâtibi olan Muhammed Ali Efendi yanımıza geldi. Hanımı doğum yapacaktı. Şeyh Abdülhamîd Nûbânî ona; "Senin erkek bir oğlun olacak. İsmini babanın adı olan Hasan koy!" dedi. Bir iki gün sonra Şeyh Ali ile beraber Muhammed Ali Efendi ile karşılaştık. Ona; "Doğum oldu mu?" diye sorduk. "Evet bir erkek çocuğumuz dünyâya geldi." dedi. Şeyh Abdülhamîd; "İsmini ne koydun?" dedi. "Bedrüddîn." dedi. Söylediği isim konulmadığı için yüzünden memnûniyetsizliği anlaşılıyordu. Sonra bana doğru eğilip kulağıma gizlice; "Bu çocuk yaşamayacak!" dedi. Ben bunu Muhammed Efendiden gizledim. Ve çocuk onun dediği gibi, vefât etti.
Bir cemâatle oturuyorduk. Bu sırada akrabâlarından birini bir iş için İstanbul'a gönderdiklerini, o işi mutlaka halledip döneceğini konuşuyorlardı. O cemaatin ileri gelenlerinden birisi; "Ben ona git işini gör gel." dedim, diyor ve bu işi halledip gelecek diye konuşuyordu. O bu sözünü birkaç defâ emin bir şekilde söyleyince yanımda oturan Şeyh Abdülhamîd kulağıma gizlice; "Vallahi o şahıs işini halledemeden gittiği gibi üzüntülü olarak dönecek." dedi. O şahıs İstanbul'a gitti. Bir sene civârında kaldı. İşini yapamadan gizlice üzüntülü olarak döndü.
Birisi ile Kudüs dışında harâbe bir yerden geçiyorduk. Yanımdaki şahıs bana; "Bu ev Bedri Efendinin evidir. Abdülhamîd Nûbânî'ye eziyet etti. Bunun üzerine bu büyük zât onun evine döndü ve; "Ey ev harabe ol!" diye üç kere söyledi. Bir sene geçmeden Bedri Efendi delirip öldü. Sonra evi de harâbeye döndü ve bu hâle geldi. Delilik çocuklarından bâzısına da geçti. Onlar şimdi kendi hallerinde yaşarlar. O bedduâ sebebiyle bu hale geldiklerini bildiklerinden, âile fertleri onun duâsını alıp bu hastalıktan kurtulmak için kendisine çok ikram ederler. Şimdi âile olarak onun en yakın ve has talebelerindendirler." diye anlattı.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c 2, s.52.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)