18 Mayıs 2011 Çarşamba

ABDÜLEHAD SERHENDÎ

ABDÜLEHAD SERHENDÎ

Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Saîd Fârûkî'nin beşinci oğludur. "Hazret-i Vahdet" lakabıyla, kardeşleri arasında da "Hazret-i Meyân Gül" ismiyle meşhûr olmuştur. 1635 (H.1045) senesinde Serhend'de doğdu, 1710 (H.1122) senesinde vefât etti.

Âlim ve evliyâ bir âileden gelen Abdülehad Serhendî önce babasından ilim öğrendi. Onun terbiyesinde ve sohbetinde bulunup mânevî feyzlerine kavuştu. Sonra amcası Muhammed Ma'sûm Fârûkî'nin ilim meclisinde ve sohbetinde bulunarak zâhirî ilimlerde ve tasavvufta pek yüksek derecelere kavuştu. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimlerde ve fen ilimlerinde büyük âlim oldu.

Amcası Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri Abdülehad Serhendî'nin tasavvuf yolunda daha yüksek derecelere kavuşması için ona kırk defâ teveccühde yâni mânevî olarak çok yardımda bulunacağına söz verdi. Muhammed Ma'sûm hazretleri otuz dört defâ teveccüh ettikten sonra vefât etti. Yeğeni Abdülehad ise, her gün amcasının kabrine gitti. Amcası, Abdülehad'ın her gelişinde Allahü teâlânın izni ile kabirden kalkarak yeğenine teveccühde bulundu ve onun yüksek mânevî derecelere kavuşması için yardımcı oldu. Yaptıklarını da bir kâğıda yazıp, onun eline verdi. Bu şekilde teveccüh adedini kırka tamamlayarak sözünü yerine getirdi. Abdülehad Serhendî hâdiseyi Muhammed Ma'sûm hazretlerinin oğullarına anlattı ve elindeki altı adet yazıyı gösterdi. Onlar babalarının bizzât kendi el yazısını görünce; "Bu büyük kerâmet ancak ona yakışır, elhak doğrudur." dediler.

Zâhirî ilimlerde ve tasavvufta yüksek derece sâhibi olan Abdülehad Serhendî hazretleri iki defâ hacca gitti. Birinci gidişinde babası Muhammed Saîd Fârûkî ve amcası Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî ile berâber bulundu. Bu gidişinde on sekiz yaşında idi. Sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerîflerini de ziyâret eden Abdülehad Serhendî hazretleri Peygamber efendimizin husûsî iltifâtlarına kavuştu. Kabr-i seâdeti ziyâret ederken mazhar olduğu iltifâtlardan birisini şöyle nakletti:

Peygamber efendimizin kabr-i seâdetlerini edeple ziyâret ediyordum. Üzerime güzel bir hil'at yâni elbise giydirildi ve; "Seni kardeşin ile kuvvetlendireceğiz." buyruldu.

Hac ibâdetini yapıp döndükten sonra babasının ve amcasının hizmetine devâm etti. Önce amcasının ve sonra da babasının vefâtı üzerine babasının yerine geçip talebelerine ders verdi. Bereketli sohbetleriyle onların tasavvuf yolunda ilerlemelerine vesîle oldu.

İlim, fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi olan Abdülehad Serhendî hazretleri sohbetleri sırasında talebelerine buyurdu ki:

Bize ve size lâzım olan; İslâmiyete uymak ve büyüklerin yolu üzere istikâmette olmaktır. Bu istikâmete, kerâmetten üstün demişlerdir. Büyüklerden biri talebelerinden birine, vazîfe verip gönderirken buyurdu ki: "Allahlık ve peygamberlik dâvâsında bulunma!" Talebe; "Bundan Allah'a sığınırım." deyince, o büyük buyurdu ki: "Ben ne istersem, o olsun demek Allahlık, beni inkâr eden, kabûl etmeyen kâfirdir demek, peygamberlik iddiâ etmektir."

Kardeşine yaptığı nasîhatte de buyurdu ki:

"Ey can kardeşim! Bu dünyâ amel yeridir. Karşılık yeri âhirettir. Ameli, işi bitirmeden ücret, karşılık istemek yersizdir. İş yapma ve amel etme bittiği gün, yapılan işin karşılığı ihsân olunacaktır."

Kötü ve zararlı kimselerle berâber bulunmanın mahzurları ile şüphelilerden sakınmak hususunda da:

"Zararlı kimselerin sohbetinden, arkadaşlığından, şüpheli yiyeceklerden ve çeşitli şeyleri istemek arzularından sakınınız. Bu üç kelimenin bildirdiği mânâları iyi düşününüz." buyurdu.

Talebelerinden birisi kendisi için nasîhat isteyince ona hitâben buyurdu ki:

"Azîzim, nasîhatimi can kulağı ile dinle! Allahü teâlâ hâzır ve nâzırdır. Her işini görmekte, her yaptığını bilmektedir. O hâlde bilerek, anlayarak söyle. Bilerek anlayarak dinle. Bilerek anlayarak iş yap. Bunu bilerek dur. Bunu bilerek yürü. Kısaca bugün öyle ol ki, yarın mahcûb olmayasın. Birkaç gece rahatsız ol da, sonsuz râhata kavuş."

"İyi ameli sonraya bırakıp tehir edenler helâk oldular. Sen dersin ki, yarın yaparım. Ya yarına kavuşamazsan! Yâhut kavuşur da, bu imkân, sıhhat, kuvvet ve rahatlığı bulamazsan. O zaman çok pişmân olursun."

Beyt:

Çalış, ibâdet et, bırak emeli,
Son nefese kadar bırakma ameli.

İnsan kendi başına değildir ki, istediğini yapsın, her bulduğunu alsın. Allahü teâlâ mahşer yerinde, herkese amelini gösterecektir. Hareketlerinden, hareketsizliklerinden, yaptıklarından ve söylediklerinden herkes hesap verecektir. İşin esâsını düşünmelidir. Şefkatli bir ana gibi daha ne kadar kendi üzerine titreyeceksin. Ne zamâna kadar, kıymetli cevherleri bırakıp, çocuklar gibi ceviz, kozalak peşine koşacaksın."

Ömrünü İslâmiyet'i öğrenmek, öğretmek ve kıymetli eserler yazmakla geçiren Abdülehad Serhendî hazretleri 1710 (H.1122) senesinde Serhend'de vefât etti. Orada defn edildi.

Sohbetlerinde birçok âlim ve evliyâ yetiştiren Abdülehad Serhendî hazretleri birçok kitap yazdı. Babasının güzel ahlâkını ve yüksek hâllerini Letâif-i Medîne adlı bir kitapta topladı. Öteki eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Beydâvî Tefsî
'rinin bâzı kısımlarına yazdığı hâşiyeler. 2) Mevedde. 3) Menşûr-üd-Dürer fî Fedâil-is-Suver. 4) Sehâif-i Tis'a, 5) Bürhân-ı Celî, 6) Bedâyi-üş-Şerâî, 7) Cennât-ı Semâniyye, 8) Sebîl-ür-Reşâd, 9) Esrâr-ül-Cumâ, 10) Risâle-i Men'i Sebâbe, 11) Şevâhid-üt-Tecdîd, 12) Hayr-ül-Kelâm, 13) Münâcât-ı Kebîr, 14) Münâcât-ı Sagîr, 15) Kısâs ber-Hak, 16) Neşr-ül-Itr, 17) Şerh-i Kelime-i Tesbîh, 18) Şerh-i Kelime-i Tehlîl, 19) Şerh-i Mektûbât-ı Müceddîdî, 20) Ensâr-ül-Fakr.


GENÇLİK BÜYÜK NÎMETTİR

Abdülehad Serhendî kendisinden nasîhat isteyen birine şu mektubu yazdı:

"Azîzim! Evvelkiler çok amel etselerdi, az kabûl ederlerdi. Şimdikiler az bir şey yapsalar, çok kabûl ediyorlar. Bir gümüş verseler, bir altın verdik diyorlar. Çünkü şimdi bid'atler çoğaldı, nefsin arzuları her yerde mevcut, zulmet dalgaları ise, birbiri ardınca gelmektedir. Heybetinden öncekilerin ve sonrakilerin titrediği, cinlerin, insanların ve hayvanların dehşetinden şaşırdığı büyük korku geldi. Haşir ve neşir günü çok yaklaştı. Bir bölük Cennet'e, bir bölük Cehennem'e gitsin denecek gün geldi çattı. İşte bunları düşünüp uyanmalı, hakîkatleri gören gözleri açmalıdır. Akıllı gençlere, düşünen yaşlılara yazıklar olsun ki, gaflet pamuğunu kulaklarından çıkarmıyorlar ve gurur perdesini basîret gözlerinden uzaklaştırmıyorlar.

Azîzim! Gençlik en büyük nîmettir. Elden geldiği kadar en iyi vakitleri, en iyi işlere sarf etmelidir. Kıymetli cevherleri, çocuklar gibi oyuncaklarla değişmemelidir. İstîdâd toprağınız temiz ve yüksektir. Sakın onu boş koymayın. Yâhut bozuk tohum ekmeyin."

Abdülehad Serhendî hazretlerinin hepsi âlim, fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi dört oğlu vardı. Bunlardan birincisi Şeyh Ebû Hanîfe'dir. Abdülehad Serhendî'nin vefâtından sonra beş veya altı sene onun dergâhında kalıp talebelerine ders verdi. Daha sonra ishal hastalığından vefât etti. Ebû Hanîfe'nin iki oğlundan biri olan Muhammed Zeki babasının hac için gittiği iki seferde hizmetinde bulundu. Abdülehad Serhendî hazretlerinin ikinci oğlu Şeyh Muhammed Takî olup, zâhirî ve mânevî fazîletlerle süslenmişti. Uzun müddet babasının dergâhının hizmetini görmüştür. Pekçok kimse onun vâsıtasıyla hidâyete kavuşmuştu. Babası Abdülehad Serhendî hazretleri gibi güzel şiirler söylerdi. Abdülehad Serhendî hazretlerinin üçüncü oğlu Şeyh Muhammed Murâd idi. Babasının Haremeyn'e, Mekke ve Medîne'ye yaptığı yolculuk sırasında onun hizmetini görmüştü. Onun da Şeyh Enverullah isimli bir oğlu vardı. Abdülehad Serhendî hazretlerinin dördüncü oğlu Nûr-ul-Hak idi. Zâhirî ilimlerle ve bâtınî feyzlerle süslenmişti.

Abdülehad Serhendî hazretlerinin talebelerine ve sevdiklerine yazdığı mektupları, halîfelerinden Muhammed Murâd Keşmîrî toplamıştır. Mevlânâ Abdullah Cân Fârûkî tertib etmiştir. Ekserisi Farsça olup, içerisinde yüz on dokuz mektup vardır.

1) Gülşen-i Vahdet Mukaddimesi
2) Umdet-ül-Makâmât; s.243
3) Persian Literature; c.2, s.1257
4) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.662
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.258
6) İslâm MeşhûrlarıAnsiklopedisi; c.1, s.26
7) Muhammed Ma'sûm Fârûkî; s.249

ABDÜLEHAD NÛRÎ

ABDÜLEHAD NÛRÎ

İstanbul'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Abdülehad Nûrî bin Muslîhuddîn Mustafa Safâî bin İsmâil bin Ebü'l-Berekât, künyesi Ebü'l-Mekârim'dir. 1594 (H.1003) veya 1604 (H.1013) senesinde Sivas'ta doğdu. Annesi Şemseddîn-i Sivâsî'nin büyük kardeşi Muharrem Efendinin kızı Safâ Hâtundur. Abdülehad Nûrî Efendi ilim tahsîline Sivas'ta başladı. İstanbul'da tamamlayıp zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. 1651 (H.1061) senesi Safer ayının ilk Cumâ günü ikindi vaktine yakın vefât etti. Cenâze namazı Azîzzâde Şeyh Abdülbâkî Efendi tarafından kıldırılıp Eyüp Nişancası'nda, mürşidi Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin türbeleri karşısına defnedildi. Sevenlerinden Yûsuf Ağazâde Mustafa Efendi, kabrinin üzerine bir türbe yaptırdı.

Abdülehad Nûrî Efendi, daha üç yaşında iken annesinin amcası büyük âlim Şemseddîn Sivâsî'nin nazar ve feyzine kavuştu. Şemseddîn Sivâsî hazretleri vefâtına yakın; "Abdülehad'ı bana getirin!" buyurdu. Abdülehad'ı getirip Şemseddîn Sivâsî'nin kucağına verdiler. Şemseddîn hazretleri Abdülehad'ı ilâhî sırlarla dolu göğsüne bastırdı ve tam bir teveccüh ile teveccühte bulundu. Sonra Anne Hâtuna teslim etti. Emirleri üzerine, mahremleri olan hanımlar dışarı çıktılar. Onlardan sonra içeriye, dışarda bekleyen halîfeleri ve talebeleri girdiler. Şemseddîn Sivâsî onlarla birlikte, bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl oldular. Daha sonra bir duâ okumaya başladılar ve duânın bitiminde rûhunu teslim ettiler. Oradakilerden bâzısı, vefât etti, bâzısı da vefât etmedi diye tereddüd ettiler. En sonunda içlerinden birisi, Şemseddîn Sivâsî'nin yanına varıp, vefatını gördü, mahzûn ve kederli bir şekilde diğerlerine bildirdi.

Abdülehad Nûrî Efendi henüz küçük yaşta babasız kaldı. Dayısı Abdülmecîd Sivâsî yeğenini himâyesine alarak tahsîl ve terbiyesiyle meşgûl oldu.

Halvetiyye yolunun büyüklerinden Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî'nin halîfesi olan Abdülmecîd Efendi, devrin pâdişâhı Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edilince yeğeni Abdülehad Nûrî'yi de berâberinde İstanbul'a getirdi. Abdülehad Nûrî bir yandan medrese tahsîline devâm ederken bir yandan da dayısından tasavvuf terbiyesi gördü. Kırk erbaîn yâni bin altı yüz gün devamlı yalnız olarak bir yerde îtikâf edip ibâdetle meşgûl oldu. Mânevî derecelere kavuştu. Mürşidi hocası Abdülmecîd Sivâsî'den icâzet, diploma alarak halîfesi oldu.Hocası tarafından insanları doğru yola ulaştırmaya memur edildi. Yirmi yaşlarında kitap yazmaya başladı.

Abdülehad Efendi, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek işâretleri ile Midilli'ye gönderildi. Giderken en kısa zamanda tekrar İstanbul'a döneceğini bildirdi. Abdülehad Efendi Midilli'yi teşrif ettiklerinde, yetmiş gayri müslim, onun vâsıtasıyla İslâmiyeti kabûl etti. Midilli halkı Abdülehad Efendiyi çok sevdi ve hemen hepsi ona talebe oldu. Dayısı ve hocası olan Abdülmecîd Sivâsî bu durumu duyunca; "Âferin Abdülehad'a! Umduğumuzdan fazla tasarruf kuvvetine sâhipmiş." buyurdu. O sırada, donanma komutanlarından hayır sâhibi bir zât olan Bâlî-zâde Hasan Bey, Midilli'ye gelişinde; câmi, dergâh ve pekçok odalar ve yemekhâneden meydana gelen bir külliye yaptırdı. Burayı Abdülehad Efendi ve ondan sonra gelecek talebelerine tahsîs etti.

Zamânın şeyhülislâmı Yahyâ Efendi, Midilli'de Abdülehad Efendinin verdiği vâzları, dersleri ve hizmetleri çok beğenerek, kalbten bir sevgi beslemeye başladı. Bir gün Abdülmecîd Sivâsî'nin ziyâretine giden Yahyâ Efendi ona; "Abdülehad Çelebi'yi dâvet edin de, mehmed Ağa dergâhını ona verelim. İnşâallah o, İstanbul'da vâzları ve halkı doğru yola götürmesi ile, zamânının bir tânesi olacaktır." dedi. Abdülmecîd Sivâsî bu teklifi kabûl etti. Bir mektup yazıp, Abdülehad Efendiyi çağırınca, derhal İstanbul'a geldi. Doğruca dayısı ve hocası Abdülmecîd Sivâsî'nin huzûruna girdi. Dayısı; "Oğul, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi seni ister. Varın ziyâret edin. Murâd-ı şerîfleri nedir? Bir görün." buyurdu. Yahyâ Efendinin huzûruna varınca, Şeyhülislâm; "Abdülehad Çelebi! Sana merhûm Mehmed Ağa dergâhını verdik. Burası şerefli bir dergâhtır." dedi. Abdülehad Efendi, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi'nin bu teklifini kabûl etti ve duâ buyurdu. Oradan ayrılıp, hocası Abdülmecîd Sivâsî'nin yanına gitti ve durumu arz etti. Dayısı da; "Allah mübârek eylesin. Midilli'yi, feth ile gönülleri ihyâ ettin. İnşâallah İstanbul'da da çok kimsenin ebedî saâdetine vesîle olursun. Hiç durma, yerine bir talebeni tâyin edip, vâlideni ve talebelerinden gelmek isteyenleri alıp gel! Dergâhında talebelerini terbiye ile meşgûl ol." dedi. Abdülehad dayısı ve hocası Sivâsî'nin emrine uyup, talebelerinden fıkıh ve tasavvuf yolunu iyi bilen, Alîmî Efendiyi yerine bıraktı. Vâlidesini ve talebelerinden birkaçını alıp, İstanbul'daki Mehmed Ağa dergâhına yerleşti. Burada yirmisekiz sene vâz ve nasîhatla meşgûl oldu. 1635 senesi Rabî'ul-âhir ayından îtibâren; Ayasofya, Fâtih ve Sultan Ahmed câmilerinde vâz vermeye başladı.

Abdülehad Efendi, cumâ günü hangi mevzûda vâz verecekse, onunla alâkalı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin meâllerini güzelce beyân eder, ayrıca mevzû ile alâkalı bir hikâye anlatır, söylenmesi lâzım olan hususları söyleyerek, faydalı nasîhatler yapardı. Müşkilleri ve suâlleri olanlar, vâzdan sonra, anlayamadıkları yerleri sorarlar, o da cevap verirdi. Bir gün Sultanahmed Câmiinde vâz verirken şu şiiri söyledi:

Semâdan sırr-ı tevhîdi duyan, gelsin bu meydâna.
Derûn içre bugün, Allah diyen gelsin bu meydâna

Duyanlar sırr-ı Settârı, görenler nûr-i Gaffârı
Cihânda şîşe-i ârı, kıran gelsin bu meydâna

Sezâdır ehl-i irfâna getirsin cânı meydâna
Fedâ kılmaya ol cânı duyan gelsin bu meydâna

Gönül maksûdunu buldu, cihan envâr ile doldu.
Bugün iklim-i oldu, duyan gelsin bu meydâna

Süleymâniye Câmiinde vâz ettiği bir gün, kürsüye bir kâğıt kondu. Vâzdan sonra, bu şekilde konan kâğıtları okurlardı. Kâğıdı okuyunca; "Sizin gavs olduğunuz söyleniyor. Gavs olan, Allahü teâlânın izni ile istediğini yaparmış. Eğer gavs iseniz, beni bu mecliste öldürün bakalım." yazıyordu.

Abdülehad Efendi bu yazıyı okuyunca; "Taassub insanı nelere götürürmüş. Sübhânallah, biz âciz ve fakîr bir kuluz. Halk bizi gavs ve kutb bilir. Hak teâlâ onları tasdik eyleye. Kutb olanlar nefis ehli olanlar gibi, ben bunu yapamaz mıyım diye elinden geleni yapmaya kalkışmaz. Onlara sıkıntı ve cefâ verilse bile onlar affederler. Onun için yüksek mertebelere eriştiler. Fakat evliyâ, kınından çekilmiş bir kılıçtır. Bir kimse kendini kılıca vursa, kabahat kılıcın mıdır, yoksa kendini kılıca vuranın mı?" buyurduklarında, câminin içinde; "Aman, eyvah, eyvah." diye bir çığlık koptu. O kâğıdı yazan kişi o anda vefât etti.

Kudüs ve Kâhire'de kâdılık yapmış olan İsmâilzâde Efendi, Abdülehad Efendinin dergâhına yakın bir yerde oturuyordu. Abdülehad Efendiye gider gelirdi. Yine bir gün dergâha acele ile gelerek; "Efendim! Mâlumunuz, bir oğlumuz kaldı. O da tâûn hastalığına yakalandı. Ölmek üzeredir. Duâ ve himmetlerinizi istemeye geldim." dedi. Abdülehad Efendinin, yapacak bir şeyi olmadığını bildirmesi üzerine, Kâdı İsmâilzâde Efendi; "Sizden murâdım nâil olmadıkça, buradan ayrılmam mümkün değildir." diye ısrar etti. Duâ ve himmet etmeleri için çok yalvardı. Bunun üzerine Abdülehad Efendi; "Bakalım Hak teâlâdan ne işâret buyurulur?" deyip dışarı çıktı. İki rekat namaz kılıp murâkabeye vardı. Bir müddet o hâlde kaldı. Sonra bulunduğu yerden çıkıp; "İsmâil Efendi, oğlun tâûndan kurtuldu. Sıhhate kavuştu. Elbisesini giymiş bir hâlde odasında dolaşmaktadır." diye müjde verdi. Buna çok sevinen İsmâil Efendi, Allahü teâlâya hamd ve senâda bulunup, Abdülehad Nûrî'ye çok teşekkür etti. Evine vardığında oğlunu, Abdülehad Nûrî Efendinin haber verdiği şekilde, odada elbisesini giymiş ve dolaşır buldu.

Abdülehad Nûrî Efendi'ye; "Sultânım, böyle bir hastanın şifâya kavuşmasına vesîle olmak büyük bir iş, güç ve kuvvettir." denildiğinde şöyle cevap verdi:

Evet öyledir. Fakat Allahü teâlânın dilediği şey elbette olur. Allahü teâlâya, bu hastalığı o çocuktan defetmesi için teveccüh edip yalvardığım zaman, tâûn askerinden ellerinde bir defter ile dört kimse göründü. "Siz Kutbu âzam, gavs-ı âlem ve Allahü teâlânın sevdiği bir kul olduğunuz hâlde, niçin Allahü teâlânın kazâ ve kaderine karşı gelirsiniz. Bizim defterimizde ismi ve resmi ile vefâtı yazılı olan kimsenin yaşamasını niçin istersiniz?" dediklerinde, onlara; "Benim Allahü teâlâya teveccüh etmem, yalvarıp yakarmam da, Allahü teâlânın rızâsı, kazâ ve kaderi ile değil midir?" dedim. O dört şahıs susarak kaybolup gitti.

Vezirlerden birisi, Abdülehad Efendiye bir kese altın hediye gönderdi. Sonradan o vezir, Abdülehad Efendinin sohbetinde bulunduğu bir gün; "Bu derece hediyede bulunmak herkesin kârı değildir." mânâsında sözler sarf ederek övündü ve yaptığı iyiliği başa kakar bir duruma düştü. Bunun üzerine Ebdülehad Efendi; "Behey Paşa! Fakîrlerin ve halkın gözü, ciğeri ve kanı ile bana minnet mi edersin?" dedi. Ellerini yanlarında bulundurdukları keseye soktuğunda kesedeki altınlar herkesin gözü önünde kan olup ortaya doğru akmaya başladı. Bu durumu gören paşa hemen tövbe ederek, Abdülehad Efendiden af diledi.

Abdülehad Efendinin, doğruluğu, sadâkat ve bağlılığı ile bilinen ve kâdılık yapan bir talebesi vardı. Çoluk-çocuğunu bir gemiye bindirerek, kâdı tâyin olduğu yere gidiyordu. Bir ara büyük bir fırtına çıktı. Geminin yelkenleri ve direkleri parçalandı. Gemide bulunanların hayattan ümitlerini kestikleri, ağlayarak Kelime-i şehâdet getirdikleri ve Allahü teâlânın rahmetini diledikleri bir sırada, Allahü teâlânın izni ile Abdülehad Nûrî Efendi onlara göründü. "Niçin feryâd edersiniz? Deniz de bir mahlûk, emredileni yapan bir memurdur." buyurup, denize; "Ey deniz! Allahü teâlânın izni ile sâkin ol!" dediğinde deniz sâkinleşerek durulup gitti. Bunu görenler Allahü teâlâya hamd ü senâda bulundular.

Körükçüzâde Efendi isminde bir âlim, bir gün SüleymâniyeCâmiinde vâz eder, altı gün de umûmi ders verirdi. Abdülehad Nûrî Efendiye ve talebelerine gerek vâzında, gerekse derslerinde dil uzatır, aleyhinde konuşurdu. Abdülehad Efendinin halîfeleri ve talebeleri, o zâtın bu sözlerini duyunca çok üzüldüler, onu hocalarına şikâyet edip, vâzına ve derslerine mâni olmasını istediler. Abdülehad Efendi de onlara; "Birkaç gün tahammül edin. Onun bizi inkârı ve düşmanlığı, bize bağlılığa dönüşecek. Bizim talebelerimiz arasına girecek. Vefâtımızdan sonra otuz sene tasavvuf yolunun doğruluğunu müdâfaa edecek." dedi.

Çok geçmeden bir gün, Abdülehad Efendi talebeleri ile berâber sohbet ederken; "İşte dostunuz Körükçüzâde Efendi geliyor." dedi. Herkes hayretle onun gelişini bekledi. Ansızın huzûra girdi. Abdülehad Efendinin ellerine kapandı. Hıçkırarak ağladı. Abdülehad Efendi; "Gördüğünüz rüyâdan haberimiz var. Murâdınız ne ise onu söyleyin." dedi. Körükçüzâde Efendi; "Saâdetli Sultânım! Bu köleniz kırk seneden beri, medresede müderrislik yapmaktayım. Bütün vakitlerim ders okutmak, vâz vermek, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesi ile amel etmekle geçtiği hâlde, niçin rüyâmda Resûlullah efendimizin mübârek cemâlini göremediğimi, yüksek ve bereketli sohbetleri ile şereflenemediğimi, niçin mahrûm olduğumu düşünerek uykuya daldım. Gördüğüm rüyâ ile bu derdime derman ve merhemin sizin olduğunuzu anladım. Aman ne olur, benim bu derdime derman olun." diye ağlayıp inledi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi, onun kulağına bir şeyler söyledi. Körükçüzâde Efendi kalkıp gitti. O gün öğleden sonra tekrar gelip ağlayarak; "Bu ne büyüklüktür ki, kırk yıldır ilim ve amel ile, nefsi ıslâh ve takvâ ile müşerref olamadım. Fakat sizin bir himmet ve işâretiniz ile, o Sultân-ı enbiyânın mübârek cemâlini görmekle şereflendim." deyip Abdülehad Efendi'ye talebe oldu. Şiir:

Mürşid-i kâmil, mürîdi, evvel ehl-i hâl ider,
Sonra, Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider,

Nice yıllar sa'y ile eremediği menzillere,
Bir nefesle mürşid-i kâmil onu îsâl ider.

Abdülehad Efendinin halîfelerinden birisi şöyle anlatır:

Pâdişâh beni Dâvûdpaşa Câmiinde vâz etmem için dâvet etmişlerdi. Câmiye girdiğimde bende biraz pişmanlık hâli meydana geldi. Kürsîye çıktığımda, hatırıma hiçbir kelime gelmedi. Yakın olduğu hâlde önümdeki yazıyı okuyacak hâlim kalmamıştı. Bu durumdan kurtulmak için Abdülehad Efendinin rûhâniyetine teveccüh etmek hatırıma geldi. Abdülehad Efendinin rûhâniyetine kalpten teveccüh ettiğimde o anda görünüp, sanki bana; "Nedir bu perişanlık, yapacağın vâz, uzun zamandan beri yaptığın vâzlar değil midir?" buyuruyordu. O sırada bende, tam bir rahatlık ve zindelik meydana geldi. Öyle bir vâz ettim ki, beni tanıyanlar; "Hayâtımızda böyle bir vâz dinlemedik." dediler.

Talebelerinden Karabaş Mahmûd Efendi şöyle anlatır:

Abdülehad Efendi, bu fakîri Ankara'ya gönderdikten bir müddet sonra, İstanbul'a dâvet etti. Bunun üzerine İstanbul'a gittim, bir müddet hizmetlerinde bulundum. Sonra çoluk-çocuğumu İstanbul'a getirmemi emrettiler. Bir kese akçe harçlık verip; "Sakın sayma, bu size ömrünüzün sonuna kadar yeter." buyurdular. Üç akçe ile çoluk-çocuğumu İstanbul'a naklettim. Yedi sene o akçeler ile geçimimi sağladım, hiç eksilmediler. İçimden dâimâ, akçeleri saymak geçerdi. Fakat sabredip saymazdım. Akçeleri sayma arzusu bir gün bana gâlip geldi ve saydım. Beşyüz akçe vardı. Bir kaç gün geçmeden eksilmeye başladı ve sonunda bitti.

Kastamonulu Şâbân Efendinin talebelerinden Üsküdarlı Karabaş Ali Efendi şöyle anlatır:

1647 senesinde İstanbul'a gittim. Abdülehad Efendi o zaman Bâyezîd Câmiinde ders veriyordu. Bir vâzında bulundum. Vâzdan sonra herkes elini öptü. Ben, kimse kalmayınca elini öptüm. Geceleyin gördüğüm bir rüyânın tâbirini soracağım sırada; "Ali Efendi! dergâha gelin." buyurdular. Üç ay geçtikten sonra, bir gece dergâhlarındaki sohbette hazır bulundum. Mübârek ellerini öpeyim diye yanlarına vardım. Âdet-i şerîfleri olarak gözlerini açmazlarmış. Fakat ben huzûrlarına varınca, gözlerini açtılar; "Ali Efendi! Ne garip, geç geldiniz!" buyurduktan sonra rüyâmı anlatmadan tâbir ettiler ve; "Yirmi sene sonra İstanbul'a gelirsiniz, Üsküdar'da ikâmet ediniz. Dergâhınız Üsküdar'dadır." buyurdular. Aynen Abdülehad Efendinin dediği gibi oldu.

Abdülehad Efendi 1650 senesinde, talebeleri ile Rumelihisârı'na gitmişti. Orada birkaç gün kalmışlardı. Bir ara sohbet ederken orada bulunanlardan biri; "Efendim! Evliyâullah, Allahü teâlânın izni ile toprağı altın yapar. Sizden böyle şey isterim." dedi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi besmele çekip yerden bir avuç toprak aldı ve dervişin avucuna döktü. Dervişin avucunda birkaç adet hâlis altın meydana geldi. Bir tânesi yere düştü. Ali dede isminde bir talebe o altını alıp, koynuna koydu. Teberrüken o altını muhâfaza etti. Vefâtına yakın, o altını ne yaptığı sorulunca; "Onu canım gibi muhâfaza ediyorum. Efendimin yâdigârıdır. Bu kadar zengin olmama bu altın vesîle oldu." dedi.

Abdülehad Efendi, Kandilli taraflarında bir yere talebeleri ile berâber gitmişti. Orada talebeler denize girmek için izin istediler. Abdülehad Efendi de izin verdi. Herkes denize girdi. Fakat talebelerden birisi denize girmemişti. Abdülehad Efendi o talebeye niçin denize girmediğini sorunca; "Efendim! Vücûdum zayıftır. Soğuk suya tahammülü yoktur." diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi; "Deniz suyu hamam suyu gibi sıcak olabilir. Hem sıhhat ve kuvvete vesîle olur." buyurdular. Emre uyarak denize girdi. Deniz suyunun, hamam suyu gibi sıcak olduğunu gördü.

Abdülehad Efendiye bağlı en samîmi talebelerinden olan Hassa-ı Hümâyûndan Gürcübaşı Mûsâ Ağa şöyle anlattı:

Abdülehad Efendi hiç sebep yokken ve bir münâsebet de geçmeden bana; "Mûsâ Ağa! Mısır'dan dönüşte, kalyona binmeyip, sayıkaya veya firkateyne bininiz." buyurdu. Buna çok taaccüb ettim. Çünkü, Mısır'a gitmek hiç hatırımdan geçmemişti. Fakat Abdülehad Efendinin bunu söylemekten bir murâdları olmalı deyip, merakla bekliyordum. Bu sözün mânâsını bir türlü anlayamıyordum.

Abdülehad Efendinin vefâtlarından birkaç sene sonra Mısır'a gitmem icâb etti. Mısır'a gittim. Dönüşte yol arkadaşım Hacı Hasan ile, eşyâlarımı İskenderiye'ye gönderdim. Hacı Hasan İskenderiye'ye vardığında eşyâlarımı hazır bir kalyona yüklemiş. Oraya varıp, eşyâlarımın kalyona yüklenmiş olduğunu görünce, Abdülehad Efendinin bana yaptığı tenbihler hatırıma geldi. Bu yüzden eşyâlarımı o kalyonla götürmemek için çok gayret ettim. Fakat bütün gayretlerim boşa çıktı. Bunun üzerine kazâya rızâ gösterip, Allahü teâlâya tevekkül ederek kalyonla yola çıktık. Yelkenler açıldı, uygun bir rüzgâr ile bir gün bir gece yol aldık. Sonra büyük bir fırtına çıktı. Çok tehlikeli durumlarda karşı karşıya kaldık. Bir sâhile yanaşmak imkânı yoktu. Kalyon su almaya başladı. Suyu tulumbalarla dışarıya atmak mümkün olmadı. Yetmiş kadar kişi, kurtulmak için sandallarla denize indiler. Fakat alabora oldular. Kayıktakiler yardım çığlıkları ile bağırıyorlardı. Kalyon da batmak üzereydi ki, Abdülehad Efendi denizin üzerinde görünüp; "Korkma, kurtulacaksın." dedi. Benden başka üç kişiye de böyle göründü. İki gün iki gece deniz üzerinde hocamın rûhâniyeti bizimle berâber bulundu ve bizi teselli etti. Bu şekilde Suriye'nin Trablus'una ulaştık. Bu sırada Abdülehad Efendi; "Mûsâ Ağa, bundan sonrası selâmettir." deyip kayboldu. Fakat yanımızda hiç harçlığımız yoktu. Bu sırada tanıdıklarımızdan birisi hâlimizi öğrenip, İstanbul'a gittiğimizde ödemek üzere, bize harçlık ve elbise verdi. Hattâ bir müddet evinde misâfir etti. Böylece Abdülehad Efendinin kerâmetleri ile memleketimize ulaştık.

Muhammed Nâzır Efendi şöyle anlatır:

Rüyamda büyük bir sahradaydım. Büyük bir ağacın etrâfında yedi kişi oturmuştu. Önlerinde birer tane buğday döğecek tokmak vardı. İçlerinden birisi, beni öldürmek kastıyla; "Azîz'in mezrâsında ne gezersin?" diyerek üzerime hücum etti. Ben de ondan kendimi kurtarmak için; "Ben, Azîz'in talebelerindenim." dedim. O sırada uyandım. Hemen rüyâmı tâbir etsin diye, Abdülehad Efendinin yanına gittim. Huzûruna varınca; "Hoş geldin Efendi. Rüyândakiler bizim hizmetçilerimizdir. Kılıçları ve diğer silâhları mükemmeldir. Size tokmak ile görünmeleri merhametlerindendir." buyurdu. Bu kerâmetini görünce, bütün varlığım ile ona bağlandım.

Meşhûr talebelerinden Karabâşî Hacı Sâdık Efendi şöyle anlattı:

Hacca giderken, korkulu ve kimsesiz yerlerde, Abdülehad Efendiyi bizzat bu gözlerim ile görürdüm. Kendi kendime, ona olan fazla sevgimden dolayı onu gördüğümü, bir hayal olduğunu düşündüm. Fakat Mekke-i mükerremeye vardığımda, tavâf ederken hocamı yanımda gördüm. Hattâ bana selâm verdi. Ben de elini öptüm. Sonra kayboldu. Ben tavâfımı bitirdiğimde, hocam Makâm-ı İbrâhim denilen yerden ayrılıyordu. Bana; "Ey Sâdık Dede! Arafat'ta görüşürüz." deyip tekrar kayboldu. Arafat'ta, hocam Abdülehad Efendi ile birlikte vakfeye durduk. Sonra bana vedâ ederek ayrıldı.

Abdülehad Nûrî Efendi, bir vâz esnâsında, vefâtının yaklaştığına işâret etti. 1650 senesinde bütün derslerine son vererek vâz verme işini de talebelerine bıraktı. Kendisini tamâmen ibâdet ve tâata verdi. Aynı senenin Muharrem ayının sonunda biraz rahatsız oldu. Hastalıkları artınca, Sultan Dördüncü Mehmed Han, Vâlide Sultan, vezîr-i âzam, şeyhülislâm ve diğer sevenleri tarafından gönderilen tabibler bir olup, ilaç vermek istediler, fakat kabûl etmedi. Zamânın LokmanHekîmi diye meşhûr olan Fergânîzâde Süleymân Ağa; "Sultânım, ilâcı bıraktık. Bâri mübârek, başınıza sarığınızı giyin. İnşâallah ilâca muhtaç olmazsınız." deyince,Abdülehad Efendi; "Süleymân Ağa! Siz bizim ahvâlimize vâkıfsınız. Biz dâvet olunduk. Bizi bekliyorlar. Biz âlemlerin Rabbinin huzûrunu tercih ettik." dedi. Hastalığının yedinci günü ikindi vakti vefât etti. Gaslini, dergâhının câmi imâmı TatarAli Efendi yaptı. AliEfendi ne tarafa çevirmek istediyse Abdülehad Efendinin bedeni kendiliğinden o tarafa döndü.

Abdülehad Nûrî Efendinin dünyâya hiç rağbet etmediğine dâir bir kasidesindeki beytler şöyledir:

Fakr ile fahra (övünmeye) vâris olduk
Zenginliğin son derecesine mâlikiz biz

Fâniyi (gelip geçeni) bekâya verdik elhak
Bâkî'de bekâya mâlikiz biz.

Abdülehad Efendi buyurdu ki:

"Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her talebenin buna tahammülü olmadığından, nasîbsiz kalmasınlar diye lütf ve cemâl ile terbiye ederiz. Çoğunlukla talebe, istidat ve kâbiliyetine göre terbiye olunur."

"Kelime-i tevhîdle Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah diyerek kudret miktarınca meşgûl olmak lâzımdır."

"İki kalbin yok ki, biri ile Allahü teâlâya, diğeri ile Allahü teâlâdan başkalarına yönelesin."

"İlimde mâhir, dînî meselelere gereği gibi vâkıf olmayan, fakat âlim sıfatını taşıyan câhil; Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdı ile diğer dalâlet ve bozuk îtikâdları birbirinden ayırmaya gücü yetmeyen, ihtilaflı meselelerin sâdece bir tarafını bilip, diğer tarafından haberi olmayan ve yanlış düşüncesinde direten, ilmi ile amel etmiyen münâfık sıfatlı kimseler, âhireti taleb edenleri bid'at ve dalâlete düşürerek dinden ederler. Onun için; Allahü teâlânın emirlerine uyan, yaratıklarına şefkat eden, sırf Allah için doğru yolu gösteren mürşid-i kâmillere uyup, nâkıs olanlardan çok sakınmalıdır."

Abdülehad Nûrî Efendinin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:

1) Şerhu Erbeîniyyât, 2) Riyâz-ül-Ezkâr, 3) Te'dib-ül Mütemerridîn, 4) Risâlet-ün fî Hayât-il Hızır ve İlyas, 5) Risâlet-ün fî Tevfîkı Tearrüd-ül Âyât, 6) Risâletü'n Meret-ül-Vücûdî fil Merâtib-il-Külliyeti vel Hazırât, 7) Risâlet-ün fî Nef'i Mesâi'l-Ahyâi lil-Emvât.

SENİN İSMİN DEFTERDEN SİLİNMİŞTİR

Hacı Hızıroğlu Mehmed Ağa, Üsküdar'ın ileri gelenlerinden ve sipâhilerindendi. Büyük zâtların sohbetlerinde çok bulunurdu. Tarîkat âdâbından nasîbini almış, edeb sâhibi bir zât idi. Bir gün kötülük ve zulüm yapmak isteyen kimselerin kendisini aradıkları haberini aldı ve dostlarından birisinin evinde saklandı. Gece Allahü teâlâya, kendisini bu belâ ve musîbetten muhâfaza buyurması için yalvarırken, çevresinde bulunan velî zâtlardan yardım ve duâ istemek hatırına geldi. Evinin çevresinde oturan velîleri bir bir hatırına getirdi. O anda hatırına, bu belâdan, Abdülehad Nûrî Efendinin vâsıtasıyla kurtulabileceği düşüncesi geldi. Bunun üzerine bütün kalbiyle Abdülehad Nûrî Efendiye yönelip; "Abdülehad Efendi hürmetine beni bu belâdan kurtar." diye Allahü teâlâya yalvardı. O arada uyuya kaldı. Rüyâsında Abdülehad Nûrî Efendiyi gördü. Ona; "Mehmed Ağa, korkma! Zorbaların defterinden senin ismin kaybolmuştur. Gönlün hoş olsun. Rahat bir hâlde evinde dostların ile sohbet eyle." dedi. Uyanır uyanmaz Mehmed Ağa, Abdülehad Nûrî Efendinin dergâhındaki talebelere yedirmek üzere, Allah için yedi kurban adadı. Bir iki hafta evinde dostları ile sohbette bulundu. Çarşı, pazarda dolaştığı hâlde, kötü bir haber almadı.

SELÂMETLE GİDİP GEL

Abdülehad Efendi bir gün, talebelerinden birisinin bir iş için Üsküdar'a gidip gelmesini istedi. Fakat o gün çok fırtınalı idi. Kayık hiç işlemiyordu. Bu yüzden talebelerden kimse, ben gidip gelirim, diyemedi. Nihâyet içlerinden biri, Abdülehad Efendinin emrini yerine getirmek için kendisinin Üsküdar'a gidip geleceğini söyledi. O zaman Abdülehad Efendi o talebesine; "Selâmetle gidip gel." diye duâ etti. O talebe Eminönü'ne geldiğinde, yüz kadar kayıkçıdan ancak birini Üsküdar'a gidip gelmeye iknâ edebildi. Kayıklarından birisini denize indirdiler. Bir ok atımı gitmeden, fırtına dindi, deniz sâkinleşti, rüzgâr uygun bir yöne doğru esmeye başladı. Yelken açıp, Üsküdar'a kısa zamanda gidip geldiler. Dönüşte talebe durumu Abdülehad Efendiye bütün tafsîlâtıyla anlattı. Abdülehad Efendi talebesine çok duâ etti.

1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.357
2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.51
3) Hediyyet-ül-İhvân; vr.73
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.66
5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.93
6) Hülâsât-ül Eser; c.2, s.269
7) Vekâyi-ül-Füdelâ; c.1, s.547
8) Sicilli Osmânî; c.3 s.204

 

ABDÜLBÂKİ EFENDİ

ABDÜLBÂKİ EFENDİ

Büyük velîlerden. Kastamonulu olup, doğum târihi bilinmemektedir. İskilib'den Acem Ali'si demekle mâruf akıllı, güçlü-kuvvetli, dindar ve şerefli bir kimsenin oğlu idi. Babasına Acem Ali'si denmesinin sebebini şöyle naklederler:

Acem diyarından Anadolu'ya namlı bir pehlivan geldi. Çorum sancağında yenmedik pehlivan bırakmadı. Büyük gurura kapıldı. İstanbul'a gitmek üzere hazırlık yaparken, Abdülbâki Efendinin babası Ali Pehlivanla güreştirdiler. Ali Pehlivan, Acem'i yendi ve ondan sonra Acem Ali'si diye anıldı. Oğlu Abdülbâki de kendisi gibi güçlü, kuvvetli olup pehlivanlık meziyetlerine sâhip bir gençti. Fakat bunu güreşçilikte kullanmadı. Kendi nefsiyle güreşip dünyâ zevklerinden gönlünü ayırdı. İstanbul'a giderek tanınmış ilim adamlarından din ve fen ilimlerini tahsîl etti. Bu sırada gözlerine bir hastalık gelerek bir gözü kör oldu.

Abdülbâki Efendi zâhirî ve bâtınî ilimlerde âlim derecesine varmasına rağmen kendisinde bir boşluk ve eksiklik hissediyordu. Kalbi aşk-ı ilâhî ile yanıyor ve bir mürşidin eteğine tutunmak için can atıyordu. Bu sebeple kendisini tasavvuf yolunda ilerletebilecek bir mürşid-i kâmil aramaya başladı. O ilâhî aşkla yanıp kavrulduğu bu günlerinde Yûnus Emre'nin şu sözlerini dilinden düşürmezdi:

Gel ey kardeş Hakk'ı bulayım dersen
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz
Resûlün cemâlin göreyim dersen
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.

Niceler gittiler mürşid arayı
Arayanlar buldu derde devâyı
Bir kez okur isen akdan karayı
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.

Rumeli'de Bâlî Efendi ve Anadolu'da Şeyh Şâbân-ı Velî gibi herkesin sevdiği örnek insanların bulunduğunu öğrendi. Fakat hangisinin hizmetine varacağını bilemedi. Tereddüd hâlinde iken birkaç defâ Şâbân Efendi'ye gitmek için içinde ilâhî bir his uyandı ve Şâbân-ı Velî'ye gitmeye karar verdi. İstanbul'dan kalkarak Kastamonu yoluna düştü. Günler süren yorgunluk ve sıkıntı sonunda yürüyerek şehre geldi. Doğruca Hisarardı'ndaki Şâbân-ı Velî'nin ikâmetgâhlarına varıp ellerini öptü. O can tabîbine hâlini arz etti. Şâbân-ı Velî hazretleri isimlerini sorduklarında; "Abdülbâki" cevâbını verdi. Bunun üzerine Şeyh hazretleri:

"İsmin sâhibinin hâline tesiri vardır. İnşâallah sülûk edip, evliyâlık makamlarında ilerleyip, hakîkaten Abdülbâki (Bâki olan Allah'ın kulu) olursun." dedi.

Abdülbâki Efendi yıllarca Şâbân-ı Velî hazretlerinin dergâhında hizmet etti. Şeyhine karşı pek saygılı ve hürmetkâr olup, tasavvuf yolunda ileri derecelere kavuştu. Şâbân-ı Velî hazretleri onun için:

"Eğer bizim Abdülbâki'nin bir gözü daha olsaydı, ince mânâları mütâlaa ederken, kitâbı delip öte yana geçerdi." demiştir.

Yine;

"Sen zâhir ve bâtın gibi iki ilim ile âlim ve ârif olacaksın. Yüksek makamlara çıkacaksın, balı yağa katacaksın!" diyerek Abdülbâki Efendinin kemâl ehli olmasına işâret ettiler. Çok geçmeden de kendilerine şeyhlik pâyesini vererek Çorum halkına doğru yolu göstermek üzere gönderdiler.

Abdülbâkî Efendi yıllarca burada insanlara vâz ve nasîhat vermekle ve ders okutmakla meşgûl oldu. Kıymetli halîfeler yetiştirerek memleketin her tarafına gönderdi.

O insanlara doğru yolu göstermek için bütün gayretiyle çalışırken Kastamonu'da Şâbân-ı Velî hazretlerinin vefâtından sonra tekkeye şeyh olan Osman Efendi ile Hayrüddîn Efendi de vefât etmişlerdi. Hayrüddîn Efendi vefât edince dervişler bir araya geldiler. Abdülbâki Efendinin şeyhlik makamı için uygun olduğuna karar verdiler. Kendisine geldikleri zaman Abdülbâki Efendi onlara dedi ki:

Bir gün hocam Şâbân-ı Velî hazretlerine sizden sonra seccadeye kim gelir diye sormuşlardı. O da; "Osman gelir, sonra Hayrüddîn gelir, sonra seccade sahibini bulur." demişti. Elhamdülillah bu hizmete lâyık görüldük, diyerek Kastamonu'ya geldi.

Şâbân-ı Velî hazretlerinin tekkesinde İslâmiyeti yaymağa, halkı irşâda başladığı zaman herkes cân u gönülden ona dost ve talebe olmağa başladı. Cumâ günleri, mûteber tefsîr kitaplarından alarak Kur'ân-ı kerîm âyetlerini tefsîr eder, hadîs-i şerîfler naklederdi. Böylece halkın büyük kısmını da tarîkatin içerisine cezbetti. O kürsüde konuşurken herkes hayran hayran dinlerdi. Kastamonu ulemâsının pekçoğu Abdülbâki Efendiye talebe oldu. Bu şevk içinde pekçok kâmil insan yetişti ve etrâfa hilâfetle gönderildi.

Abdülbâki Efendi memleketini ve talebelerini görmek için gittiği İskilip'te hastalanarak vefât etti. Kabri İskilip'tedir. Şâbân-ı Velî tekkesinde on bir yıl şeyhlik yaptı. Vefât târihi 1589 (H.997)' dur.

Şeyh Abdülbâki Efendinin pekçok kerâmeti görülmüştür. Ancak o kerâmetlerinin anlatılmasından hiç hoşlanmazdı. Sık sık etrafına bunu hatırlatır, ölümünden sonra bile söylenmesini istemezdi. Bu yüzden kendisine çok bağlı olan talebelerinden Ömerü'l-Fuâdî Efendi yazdığı Menâkıbnâme'de Abdülbâki Efendinin kerâmetlerinden bahsetmemiştir.

1) Kastamonu Evliyâları; s.21
2) Menâkıb-ı Şâbân-ı Velî; s.40, 229, 235

ABDÜLEHAD

ABDÜLEHAD

Hindistan evliyâsından. İsmi, Abdülehad bin Zeynelâbidîn'dir. Hazret-i Ömer'in neslindendir. 1520 (H.927) senesinde doğdu. 1598 (H.1007) senesinde Serhend'de vefât etti. Kabri şehrin dışında kuzey tarafındadır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Abdülehad'ın yedi oğlundan dördüncüsüdür.

Abdülehad genç yaşta Hindistan'ın büyük âlimi Abdulkuddûs'un ilim meclisinde ve sohbetlerinde bulunup, tasavvufta mânevî dereceler kazandı. Devamlı hizmet ve sohbetinde kalmayı arzu ettiğini bildirince Abdülkuddûs hazretleri ona; "Önce lâzım olan din bilgilerini öğren. İlim deryâsında balık gibi yüz, bir sâhilden diğer sâhile geç, sonra yine bize gel. Bu yola bel bağla ki, ilimsiz vilâyet, velîlik; tuzu az yemeğe benzer." buyurdu.

Abdülehad bu sözleri dinledikten sonra, hocası Abdülkuddûs'ün yaşlı olduğunu, dönüşünde vefât etmiş olabileceğini ve bir daha da ona kavuşamayacağını düşünerek; "Korkarım ki, sonra, bu azîz ve yüksek sohbeti bulamam." dedi. Bunun üzerine; "Eğer beni bulamazsan, oğlum Rükneddîn'in sohbetine devâm et ve arayacağını onda ara." buyurdu. "Sabredeyim, bakalım yüksek keremleri ne gösterir." sözü gereğice, zâhirî ilimleri tahsîl için oradan ayrıldı. Daha tahsîli bitmeden, hocası Abdülkuddûs hazretleri vefât etti. Tahsîlini tamamladıktan sonra, hocası Abdülkuddûs'ün işâreti üzerine, Şeyh Rükneddîn'in yanına gitti. O da babasının işâretine uyarak, Abdülehad'a büyük bir alâka gösterip tasavvufta yetiştirdi. Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlarından icâzet, diploma verdi.

Abdülehad hazretleri, hocası Abdülkuddûs'ün en başta gelen talebelerinden Şeyh Celâl Tehânîserî'nin sohbetlerine de devâm etti. Onun meclisinde iken, Kâdirî tarîkatının o zaman en büyük âlimi olan Şâh Kemâl ile görüşüp sohbette bulundu. Bu görüşmeleri senelerce devâm etti ve bu sohbetlerden çok faydalar elde etti. Şâh Kemâl ile görüşmesi ve tanışması Şeyh Celâl Tehânîserî'nin bir sohbeti sırasında olmuştu. Birgün Şâh Kemâl Şeyh Celâl Tehânîserî'nin sohbetine gelmişti.Abdülehad, Şâh Kemâl'in üstün hâllerini görünce, onunla tanışıp dost olmak istedi. Sohbetten sonra dışarı çıkınca görüşüp tanıştı. Abdülehad'a; "Benim ismim Kemâl'dir. Pâil'de otururum, evim oradadır. Eğer sohbetimizin sırrını anlamak isterseniz, oraya buyurun da sohbet edelim." dedi. Pâil, Serhend şehrine bağlı, yirmi-yirmi beş kilometre mesâfede bir kasaba idi.

Şâh Kemâl, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin tarîkatı silsilesinden olan Şeyh Fudayl'a talebe olmuş, tasavvufda yüksek hâller sâhibi bir zât idi. Tasavvuf hâlleriyle kendinden geçmiş bir vaziyette, tenhâ yerlerde ve sahrâlarda dolaşırdı. Suya, yemeğe, yatmaya ve konuşmaya ihtiyâcı olunca, bulunduğu ıssız ve kurak sahrâlardan ansızın bir şehir görünür, orada bulunanlar Şâh Kemâl'e hürmet ve ikrâm göstererek, arzu ettiği şeyleri istemeden getirir, ziyâfetler verirlerdi. Şâh Kemâl getirilen yemeklerden yer, sularından içer, gece de yanlarında kalırdı. Sabahleyin ortalık aydınlanmaya başlayınca, o görünen şehir ve insanlar gözden kaybolur, yine sahrâda yalnız kalırdı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, babası Abdülehad'ın, hocası Şâh Kemâl'den şöyle bahsettiğini nakletmiştir:

"Şeyh tasavvufun ince meselelerini anlatmak istediğinde, dinleyenlerin ilimdeki seviyelerine göre konuşur, sırları çözebilecekleri derecede anlatırdı."

İmâm-ı Rabbânî de Şeyh Kemâl hakkında; "Keşf, gözüm açıldığı zaman, Gavs-ı Sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî'den sonra, Kâdirî tarîkatı büyükleri arasında Şeyh Kemâl gibisini az gördüm." buyurmuştur.

Abdülehad Serhend'e gelince, oradan Şâh Kemâl'in bulunduğu Pâil kasabasına gitti. Orada Şâh Kemâl ile sohbetler yapıp aralarında muhabbet ve dostluk meydana geldi. Şâh Kemâl de çoluk-çocuğuyla Pâil'den Serhend'e gelir, günlerce kalıp Abdülehad ile sohbet ederlerdi. Abdülehad Şâh Kemâl'in sohbetlerinde sayısız faydalar elde edip, şaşılacak hallere ve kerâmetlere şâhid oldu. Şâh Kemâl 1573 (H.981) senesinde, seksen yaşında vefât edince Serhend'in Kihtel kasabasında defn edildi.

Abdülehad, ilim ve mârifette yükselmek için yaptığı seyahatler sırasında, pekçok ilim ve mârifet sâhibinin sohbetinde bulundu. Sonra memleketine dönüp, vefâtına kadar Serhend'de kaldı. Ömrü insanlara faydalı olmakla geçti. Geceleri tâat ve ibâdetle geçirir, Allah için ağlar, gözyaşı dökerdi. Çok talebesi ve sevenleri vardı. Tevâzûsundan dolayı kendini hiç kimseden farklı görmez ve hiç birinin kendisine hizmet etmesini kabûl etmezdi. Ekseriyâ, evinin ihtiyaçlarını pazardan kendisi taşır, kimsenin taşımasına müsâade etmezdi. Ömrünü Resûl-i ekreme öyle bir bağlılık ile geçirdi ki, bir sünneti bile terk etmezdi. Sünnet olan tâatları ve duâları yapar, tasavvuf ehlinin, azîmetle, en iyi olduğu bildirilenle amel etmesi husûsuna da dikkat ederdi.

Gündüzleri, kendisinden ilim öğrenmek isteyen talebelere ders verirdi. Bu hususta yazılmış olan uzun ve zor kitapları, en ince noktalarına kadar gâyet güzel açıklayıp îzâh ederdi. Her ilimde, bilhassa fıkıh ve usûl ilminde eşsiz bir âlimdi. Zamânın âlimleri ve büyükleri onu kendilerine hoca ve üstâd kabûl ederek çok istifâde ederlerdi. Şöyle nakledilmiştir ki; Abdülehad hazretleri usûl ilminde meşhûr bir eser olan Usûl-i Pezdevî'nin derin mânâlarındaki incelikleri açık bir şekilde anlatırdı.

Okuyarak, çalışarak elde edilen bilgilerle, mânevî bilgileri birleştirmişti.

Te'arrûf, Avârif-ül-Me'ârif ve Füsûs-ül-Hıkem ve bunlar gibi evliyânın büyükleri tarafından yazılmış olan kitapları okur ve çok güzel îzâh ederdi. Pekçok şevk ve zevk sâhibi, onun yanında bu kitapların okunmasından ve dinlemekten haz alırdı. Uzaktan yakından sohbetine gelerek, okunan kitapları ve Abdülehad'ın yaptığı îzâhları dinlerlerdi. Onun anlatışının ve sohbetinin bereketiyle maksatlarına kavuşurlardı. Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Arabî'nin bildirdiği ince mânâları anlamakta eşsiz idi. Allahü teâlânın ihsânı ile, yaratılışının yüksekliğinden ve çok yüksek maksatlı olmasından, dînin emirlerine tam uyar, İslâmiyete uymayan hâllere ve sözlere değer vermezdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Pederim ve üstâdım, sebeb-i hayâtım ve saâdetim; abdestte, tahârette ve namazda, pek ziyâde dikkat gösterir, edeplere riâyet ederdi. Ben bunları babamdan görerek öğrendim. Herbir edebe, bütün incelikleri ile riâyeti kitablardan öğrenmek kolay değildir." buyurmuştur.

Bir gün, sâdık dostlarından birisi Abdülehad'ın odasına girmişti. İçeri girer girmez, Abdülehad hazretlerini, uzuvları kopmuş ve kesilmiş, yere uzanmış bir hâlde gördü. İçeri giren kimse, bu işi yapan, ya hırsız yâhut da düşmandır diye düşündü. Sonra korkarak ve bağırarak, büyük bir üzüntü ile dışarı çıktı. Bir başkasına bu durumu bildirdi. Hemen ikisi birden odaya girdiler. Bir de baktılar ki, Abdülehad hazretleri, rahat ve sağlam bir şekilde murâkabe eder bir hâlde oturuyor. Ağlayarak ayaklarına kapandılar. Onlara; "Ben hayatta kaldığım müddetçe bu sırrı kimseye söylemeyin!" buyurdu. Bu hâlin sebebini sorduklarında da; "Öyle bir şey idi ki, onu anlatacak söz bulamam." buyurdular. Fakat hâli ile sanki Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin şu beytlerini terennüm ediyordu.

Düşmanız kendimize, o yâr bizi çekiyor
Gark olmuşuz denize, bizi dalga çekiyor.
Onun âşıklarına, Azrâil'in yolu yok,
Dostun âşıklarını, sevdâ aşkı çekiyor.
Susamışlar fîgân eder,
Gizlice yüz can verir, dildâr-i peydâ çekiyor.
Yeter, âşıkların katlinin sırrını söylersem,
Münkirleri kızdırıp, inkârını çekiyor.

Abdülehad, evliyânın meşhûrlarından olan ve oğlu İmâm-ı Rabbânî'nin hocası Bâki-billah hazretleri ile görüşmeyi çok arzu ettiği hâlde, görüşemeden vefât etmişti. Bunu, İmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle anlatmıştır:

Babamın bu büyük arzûsunu vefâtından sonra, Muhammed Bâki-billah hazretlerine arzettim. "Biz de onları görmeyi çok isterdik. Serhend'e gitseydik onlardan bir şey öğrenirdik." buyurdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri yine şöyle anlatmıştır:

Babamın bana; "Ehl-i beytin sevgisinin, îmân ve hüsn-i hâtimeye yâni son nefeste îmân ile gitmeye büyük tesiri olur." dediğini hatırlayınca, can verme anlarında bunu kendisine sordum. "Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun, o muhabbetle ve sevgiyle doluyum, nîmet deryâsında yüzüyorum." buyurdu. Beyt:

İlâhi! Fâtıma evlâdı hürmetine,
Son sözüm kelime-i tevhîd eyle.

Abdülehad hazretleri buyurdu ki:

"Kalbime, Allahü teâlânın yardımı ile öyle geliyor ki, namazın sonunda teşehhüdde, Ettehiyyâtü'nün okunmasının emredilmesi namazın müminlerin mîrâcı olduğunu hatırlatmaktır. O hâlde lâyıkdır ki, müminlerin mîrâcında da, Peygamber efendimize mîrâcında hâsıl olan yüksek hâllerden ve eşsiz şereflerden bir şeyler bulunsun. Allahü teâlâ lütfederek, bize de Resûlünün kâsesinden bir yudum ihsân etti. Ettehiyyâtü'den sonra, Peygamber efendimize salevât okunmasının emredilmesi, müminlerin mîrâcının Resûlullah'a uyup, tâbi olmakla hâsıl olacağını gösteriyor. Yine bu salevâtlar, Peygamber efendimize uymakla şereflenmenin ve bereketli hidâyetlerine kavuşan müminlere verilen nîmetin hakkının edâsı, şükrüdür. Ayrıca, Peygamber efendimizin ümmetine, mîrâc ile şereflenmeyi bahşettiğini bildiren bir tenbih ve uyarmadır.

Yine şunu işâret etmektedir ki, ümmetin en yükseklerinden birkaçı, o en yüksek mertebeye çıkarlarken, Resûlullah efendimize tâbi olmak, uymak dâiresinden dışarı çıkamazlar. Onların sonu Resûlullah'ın başlangıcına yetişemez ve hepsinin başı, Resûlullah'ın ayaklarının altındadır.

Tasavvufa dâir bir kitap gördüm. Onda şöyle yazılı idi:

"Yemeklerde îtidâle, orta hale dikkat etmek, normali muhâfaza etmek, matlûba, sevgiliye kavuşmaya kâfidir. Bu husûsa riâyet edince, zikre ve fikre ihtiyaç yoktur"

Abdülehad'ın yedi oğlu vardı. İmâm-ı Rabbânî dördüncü oğludur. En büyük oğlu Şeyh Şâh Muhammed'i kendisi yetiştirip tasavvufta yükseltmiştir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu kardeşi için babasının şöyle dediğini nakleder:

Babam birçok defâ buyurdu ki: "Şâh Muhammed, sözde ve hâlde olgun bir talebedir." Bu oğlu kendisi hayatta iken vefât etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle anlatmıştır:

Bu kardeşim vefât ederken baş ucunda idim. Âniden tebessüm etti. Sebebini sordum; "Hakîkât-ı Muhammedî bana zâhir oldu, göründü, onu seyrediyorum!" dedi.

Abdülehad hazretleri, din bilgilerinde kıymetli kitaplar yazmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1) Künûz-ül-Hakâyık, 2) Mi'râc-ı Nebî, 3) Risâle-iEsrâr-üt-Teşehhüd.


İFFET VE İSMET CEVHERİ

Abdülehad hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimleri elde etmek için birçok beldeleri gezdi. Bir memlekette fazla kalmaz, başka yere giderdi. Böylece pekçok şehir ve beldelerde bulunmuştu. Hindistan'ın meşhûr kasabalarından Skendere'de de ilim yaymak için bir müddet kaldı. Yüzünde nûr, alnında mârifet eserleri parlıyordu.

Bir gün, Skendere'nin asil âilelerinden sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad'ın mübârek, kıymetli bir kimse olduğunu anlayıp, ona haber göndererek; "Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm bir kız kardeşim vardır. İffet ve ismet cevheridir. İsterim ki size nikâh eyleyeyim. Ümit ederim ki bu teklifimi kabûl edersiniz." ricâsında bulundu. Abdülehad önce, evet diyemedi, özür diledi. Sonra Allahü teâlâya duâ edip, bu hususta hayırlı olan şeyi nasîb etmesini istedi. Sonra o kızla evlenmeyi kabûl etti ve onunla nikâhlandı. Bundan sonra bir müddet Skendere'de kaldı. Hâlis niyetle, Allah rızâsı için yapılan bu evlilikten İmâm-ı Rabbânî gibi büyük bir zât dünyâya geldi.

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.971
2) Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî); c.1, 226. mektûb, c.2, 44. mektûb
3) Zübdet-ül-Makâmât; s.91,104
4) Umdet-ül-Makâmât; s.116
5) Hadarât-ül-Kuds; s.28

ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ

ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ
Mısır evliyâsından. İsmi Abdülazîz, babasının adı Ahmed'dir. Künyesi Ebû Muhammed, lakabı İzzeddîn'dir. 1216 (H.613) yılında doğdu. 1295 (H.694) senesinde Kahire'de vefât etti. Kabri Kahire'dedir.

Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abdülazîz Dîrînî, zamânındaki âlimlerden ilim öğrendi. Ebü'l-Feth bin Ebi'l-Ganîm Rasânî'nin sohbetinde bulundu ve Şeyh İzzeddîn'den tasavvuf ilmini öğrendi. Tasavvuf yolunda yüksek mertebelere kavuştu. Abdülazîz Dîrînî dünyâya düşkün olmayan ve birçok kerâmeti görülen, edebiyât, kelâm ve Şâfiî mezhebi fıkhı âlimiydi.

Mısır'da er-Rîf denilen yerde otururdu. Bâzı günler buradan ayrılıp, civar bölgeleri dolaşırdı. Oralardaki insanlar, ondan, müşkillerinin çözülmesi için duâ etmesini isterlerdi. Kendisini görme imkânı bulamayanlar, meselelerini mektupla sorup cevap alırlardı. Kuvvetli îmân ve güzel ahlâk sâhibi idi. Herkese güler yüz, tatlı dil gösterirdi. Kimseyi kırmazdı. Bir gün bir yere giderken, onu tanımayan kimseler yanına gelip, "Kelime-i şehâdeti söyle bakalım." dediler. O da peki deyip, okudu. Sonra onlar; "Şimdi kadıya gidelim. Onun huzûrunda yeni müslüman olanların yaptığı gibi, sen de oku." dediler. Orada bulunan büyük küçük herkes berâberce kadıya gittiler. Kadı hemen Abdülazîz ed-Dîrînî'yi tanıdı ve; "Efendim, bu ne hâl? Bunlar kim?" dedi. O da; "Bilmiyorum. Bunlar beni ne zannetti iseler, Kelime-i şehâdeti okumamı istediler ve buraya getirdiler. Ben de onları kırmayıp geldim." dedi.

Abdülazîz ed-Dîrînî; Ali Müleyhî ismindeki zâtı çok sever ve sık sık ziyâretine giderdi. Ziyâretlerinden birinde, Ali Müleyhî ikrâm olarak bir piliç pişirip getirdi.Sofraya koydu. Berâberce yediler. Yemekten sonra ed-Dîrînî hazretleri; "Bunun karşılığını inşâallahü teâlâ görürsünüz." buyurdu. Bir süre sonraAbdülazîz ed Dîrînî, Ali Müleyhî'yi tekrar ziyârete gitti. Ali Müleyhî tekrar bir piliç pişirdi ve ikrâm etti. Hanımı, pilicin ikrâm edilmesini pek hoş karşılamadı. Piliç sofraya gelince, Abdülazîz Dîrînî kızarmış pilice bakıp, hişt demesiyle piliç canlandı ve yürüyüp gitti. Sonra da; "Çorba bize yeter. Hanımınız üzülmesin." buyurdu.

Bir gün talebeleri, hocalarının kerâmet göstermesini akıllarından geçirdiklerinde; "Yavrularım, bizler, yerin dibine batmaya müstehak kimseler olduğumuz hâlde batmamamız, bir de Allahü teâlânın bizi, yeryüzünde bu hâlde bulundurması en büyük kerâmet değil midir?" buyurdu.

Talebelerine, sohbet ederken talebenin hocasına karşı göstermesi gereken edepleri şöyle anlattı:

Talebe, doğru yolu öğrenmek isteyince, hocasına karşı tam olarak boyun eğmesi ve itâat etmesi gerekir. Hattâ talebenin, hocasına karşı meyyit gibi olması lâzımdır. Nasıl meyyit yıkayıcıya hiçbir şey şart koşmadan, îtirâz etmeden teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de hocasına, bu şekilde teslimiyet göstermesi gerekir. Yoksa, teslimiyet ve itâat etme mertebesinden düşüp takvâ ve doğru yol üzere bulunma derecesinden uzaklaşır.

Talebe, özellikle hocasının huzûrunda, nefsinin arzu ettiği bir şeyin iddiâsında bulunmamalıdır. Çünkü böyle bir iddiâda bulunmak, talebenin en büyük hatâlarından olup, hocasının gözünden düşmesine yol açar. Fakat talebenin, hocasının huzûrunda sâdece dinlemesi, söze karışmaması, nefsine âit herhangi bir iddiâda bulunmasına mâni olur. Onun en güzel şekilde hocasına tâbi olmasına yardımcı olur. Bu ise, zâten talebenin, hocasının huzûrunda iken dikkat etmesi lâzım gelen hususlardandır.

Talebe, kendi derecesinin, hocasının derecesinden yüksek olduğunu düşünmemelidir. Bilakis, her yüksek mertebeyi hocası için istemeli, Allahü teâlânın yüksek ihsanlarını ve bol lütuflarını hocası için temenni etmelidir. Hakîkî talebe böyle olur. Bu sebeple, en yüksek mertebelere çıkar.

Abdülazîz Dîrînî, duâlarında Allahü teâlâya şöyle münâcâtta bulunurdu:

"İlâhî! İhsân ve ikrâm ederek bize kendini tanıttın. Nîmetlerin deryâsına bizleri daldırıp garkettin. Her an nîmetlerin deryâsında yüzmekte, onlardan istifâde etmekteyiz. Bizleri râzı olduğun, beğendiğin yer olan Cennetine dâvet ettin. Seni hatırlamak, emirlerini yapmak sebebiyle, bizlere sonsuz nîmetler hazırladın, ihsân ettin. Ne büyüksün yâ Rabbî!

Yâ İlâhî! Biz kendimize zulmettik. Nefsimizin kötülüğü her yanımızı kapladı. Gaflet denizi kalblerimizi doldurdu. Her hâlimizle perişanlığımız apaçık. Bizim bu hâlimizi en iyi bilensin.

Yâ İlâhi! İsyânımız ve günahımız, senin azâbını bilmemek, duymamak sebebiyle değildir. Lâkin âsî nefsimiz bize, azâba düşürecek işleri yaptırdı ve günahları işletti. Senin günahları örtüp, yüzümüze vurmaman sebebiyle şımardık. Bu yüzden çok günah işledik. Senin af ve magfiretine güvenip, günahlara daldık. Şimdi yaptıklarımızın cezâsı olarak, bize hazırladığın azâb ile karşı karşıyayız. Cehennem azâbından bizi şimdi kim kurtarabilir. Senden başka kim bize bir kurtuluş ipi uzatabilir. Âhiret günü, senin huzûrunda mahcûb bir duruma düşecek bu hâlimize yazıklar olsun. Yarın çirkin amellerimiz karşımıza çıkarıldığında ayıblanmamıza esefler olsun.

Yâ Rabbî! Bizim günahlarımızı affet. Kusûrlarımızı bağışla. İbâdetlerimizdeki kusurlarımızı af ve magfiret eyle. Yâ İlâhî! Bilmeyerek yaptıklarımızı affet ve bizi aklıselîm sâhibi kıl. Sen, Rabbimizsin, sana inandık. Sen günahları affedersin, affedicisin."

Talebelerine bir sohbetinde şöyle nasîhat etti:

"Bütün işlerinizde ve hareketlerinizde, orta hâl üzere olun. Cimrilikten ve isrâftan son derece sakının. İsrâf ve haddinden fazla dağıtmakla, elde bir şey kalmaz. Bir gün insan muhtaç kalır. Cimrilik yapmak, hâl ve harekette ölçülü olmamakla da, kişi îtibâr bulamaz.

Sakın dünyânın parlaklığına, câzibesine ve onun dışı tatlı, içi zehir olan hîlelerine aldanma. Onun inci gibi görünen ön dişlerinin arkasında, parçalayıcı dişler saklıdır. Çünkü dünyânın sağı solu belli olmaz. Bakarsın bâzan suda ateş parçası olsun ister. Bâzan insana yapamayacağı şeyleri teklif eder. Böylece insan, boyundan büyük işlere girer de helâk olur gider.

Eğer kadere, Allahü teâlânın hükmüne rızâ gösterirseniz şerefli bir hayat yaşarsınız. Yok, imkânsız bir şeyin olmasını ümit ederseniz, ümidinizi, tehlikeli bir şey üzerine binâ etmiş, kurmuş olursunuz.

Zaman akıp gidiyor. Hâdiseler birbiri peşinden geliyor. Yumuşaklık; vekar ve sükûnettir. Dünyâ hırsı bir anlıktır. Sabır, yumuşak olmaya, meseleler üzerinde temkinli ve dikkatli hareket etmeye vesîle olur. Kızmak, kabalığa yol açar. Dünyâ hayâtı, bir uyku hâlidir. Ölüm, bu uykudan uyanmaktır.

İnsanın ömrü, hep sonra yapacağım, edeceğim ile geçer. İnsanların temenniden başka sermâyeleri yoktur. Sonra yaparım diyenin düşüncesi, sonraya asılıp sallanmak gibi olmayacak düşüncelerdir. İnsanların günleri çok çabuk geçer. İnsan, gençliğinin kıymetini bilmelidir. Hiç vakit kaybetmeden, gençliğin her ânını değerlendirmelidir. Sonra, âh gençliğim, tekrar elime geçse de iyi işler yapsaydım, diye pişmanlık duyulur. Onun için, gençliğin, insana emânet olduğunun farkında, idrâkinde ve bunun şuurunda olmak ne kadar mühimdir! Ömürler, yolculuktan başka bir şey değildir.

Âhiret yolculuğunun çok yakın oludğunu, hatırınızdan aslâ çıkarmayınız. Âhiret hazırlığını elden kaçırmaktan çok sakınınız. Çünkü, her girişin bir çıkışı vardır. (Bu dünyâya geldiğimiz gibi, birgün bu dünyâdan ayrılacağız.)

Yaptığınız uygunsuz işler için bir sebep ve özür göstermeyi bırakınız. Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmakta gevşeklik göstermeyiniz. Âhirete hazırlanmakta sabırlı olunuz ve sebât gösteriniz.

Abdülazîz ed-Dîrînî; tefsîr, fıkıh, lügat, tasavvuf ve edebiyâta dâir birçok eserler yazdı. Bu eserlerden bâzıları şunlardır: 1) El-Misbâh-ül-Münîr: Tefsîr olup 2 cilttir. 2) Et-Teysîr-ü fî İlm-it-Tefsîr: Tefsîr ilmine dâir, 3200 beyitten müteşekkil bir şiir kitabıdır. 3) Tahârat-ül-Kulûb fî Zikri Allâm-il-Guyûb: Tasavvuf hakkında bir eser, 4) Envâr-ül-Meârif ve Esrâr-üt-Tavârif: Tasavvufa dâir bir eser, 5) Tefsîru Esmâ-il-Hüsnâ: Tevhîd hakkında bir eserdir, 6) El-Vesâilü ver-Resâilü: Tevhîde dâir bir eser, 7) Nazm-üs-Sîretin Nebeviyyeti, 8) El-Vecîz: 5000 beyitten müteşekkil bir şiir kitabı, 9) Et-Tenbîh, 10) Nazm-ül-Vesît, 11) El-Envâr-ül- Vâdıha fî Mesân-il-Fâtiha, 12) Ed-Dürer-ül-Mültekita fî Mesâil-il-Muhtelita, 13) Erkân-ül-İslâm fit-Tevhîdi vel-Ahkâm, 14) Er-Ravdat-ül-Enika fî Beyân-iş-Şerîat-il-Hakîkati, 15) Kılâdet-üd-Dürr-il-Mensûr fî Zikri Yevm-il- Ba's ven-Nüşûr, 16) Mîzân-ül-Vefâ.

ÇOK MÜTEVÂZİ İDİ

Evliyânın büyüğü, "Abdülazîz Dîrînî",
Yayıp kuvvetlendirdi, Allah'ın dînini.

Bin iki yüz on altı, yılında doğan bu zât
Yetmiş dokuz yaşında, Mısır'da etti vefât.

Güler yüz, tatlı dille, mümtaz idi bilhassa,
Hiç kimsenin kalbini, incitmezdi o aslâ.

O, hâlini herkese, etmezdi fazla izhâr,
Bir gün onu dışarda, gördü bâzı insanlar.

Gayr-i müslim bir kimse, zannedip kendisini,
İstediler onun da îmâna gelmesini.

Dediler ki: "Ey kişi, kelime-i şehâdet,
Söyle ki, senin olsun, ebedî bir saâdet."

O dahi "Peki" deyip, şehâdet söyleyince,
Büründü oradakiler, bir sürûr ve sevince.

"Müslüman yaptık." diye gayr-i müslim birini,
Kâdıya götürdüler, bu İslâm âlimini.

Dediler: "Şehâdeti, oku ki burada da,
Müslüman olduğunu, öğrensin bu kâdı da."

Kâdı ise bu zâtı, tanırdı gâyet iyi,
Ayakta karşıladı, gelince bu velîyi.

Büyük hürmet gösterip, dedi: "Safâ geldiniz,
Hemen îfâ edelim, var ise bir emriniz."

Sonra o insanları, sorup bu evliyâya,
Dedi ki: "Bu insanlar, niçin geldi buraya?"

Buyurdu: "Bilmiyorum, bunlar beni görünce,
Kelime-i şehâdet, okuttular ilk önce.

Sonra da beni alıp, buraya getirdiler,
Bilmem ki onlar beni, acep ne zannettiler?"

Onlar da hakîkati, anlayınca nihâyet,
Onun tevâzusuna, eylediler çok hayret.

Bu velînin sevdiği, bir kimse vardı yine,
Sık sık onu görmeye, gidiyordu evine.

O dahi yedirmeden, göndermezdi onu hiç,
Bir gün de gittiğinde, ikrâm etti bir piliç.

Abdülazîz Dîrînî, onun bu ikrâmına,
Gâyetle memnûn olup, çok duâ etti ona.

Bir daha geldiğinde, ona bu zât-ı kirâm,
O yine, piliç kesip, eyledi ona ikrâm.

Ve lâkin zevcesinin, burkuldu biraz içi,
Ona fazla bulmuştu, kesilen o pilici.

Onun büyüklüğünü, iyi bilmediğinden,
O gün ister istemez, öyle geçti kalbinden.

Dedi ki: "Bu nasıl iş, anlamadım bunu hiç,
O kim ki, her gelişte, kesiyor ona piliç.

Hâlbuki bana kalsa, kâfi gelir bir çorba,
Niçin ona çok rağbet, gösteriyor acaba?"

Ve lâkin o esnâda, Abdülazîz Dîrînî,
Bildi onun kalbinden, böyle geçirdiğini.

O pilici yemeyip, duâ etti kalbinden,
O an piliç canlanıp, odadan çıktı hemen.

Buyurdu ki: "Hanımın, dert etmesin bunu hiç,
Bize çorba kâfidir, onun olsun bu piliç.

Hanım dahi görünce, pilicin geldiğini,
Anladı o velînin, büyük kerâmetini.

Öyle düşündüğüne, pişman oldu pek fazla,
Bu Allah adamına, tâbi oldu ihlâsla.

Anladı ki Allah'ın, dostudur bu velîler,
Kalpten geçenleri de, gâyet iyi bilirler.

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.241
2) El-A'lâm; c.4, s.18
3) Tabakât-üş-Şâfiîyye; c.8, s.199
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.450
5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.580
6) Tabakât-ül-Müfessirîn (Dâvûdî); c.1, s.304
7) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.421
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.202
9) Tabakât-ül-Evliyâ; s.447
10) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.72
11) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.190,447,492,749,924; c.2 s.1012,1034,1118,1389
12) Brockelmann; Gal-1, s.451; Sup-1, s.810
13) Âdâb Risâlesi, Süleymâniye Kütüphânesi, Kılıç Ali Paşa kısmı, No: 622
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.50

ABDÜLAZÎZ DEBBAĞ

ABDÜLAZÎZ DEBBAĞ

Fas'ta yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülazîz bin Mes'ûd Debbağ'dır. Soyu hazret-i Ali efendimize dayanmakta olup hem şerîf, hem de seyyiddir. 1679 (H.1090) senesinde Fas'ta doğdu. 1720 (H.1132) senesinde doğduğu yerde vefat etti.

Babası Mes'ûd ed-Debbağ, âlim bir zat olup, büyük velî Seyyid el-Arabî el-Feştalî hazretlerinin yanında yetişti. Hocasının Farîha isimli yeğeni ile evlendi. Abdülazîz Debbağ doğduktan kısa bir süre sonra Seyyid el-Arabî hazretleri vefâtından önce annesi ve babasını yanına çağırarak, bir fes ve bir çift postalını Abdülazîz Debbağ'a verilmek üzere emanet etti. Abdülazîz hazretleri büyüyüp, oruç tutacak yaşa gelince, annesi ona; "Oğlum! Seyyid el-Arabî el-Feştalî hazretleri bu emanetleri sana vermemi vasiyet etti." dedi. Annesinden emânetleri alan Abdülazîz Debbağ'ın kalbinde Allahü teâlânın aşkı ve sevgisi arttı. Nerede bir evliyâ olduğunu duysa yanına gidip, sohbetlerinde bulunmaya başladı. Fakat istediğine tam mânâsıyla kavuşamıyordu. Bir süre sonra Seyyid Ahmed bin Abdullah'ın sohbetlerine devam etti ve aradığını bu zâtın huzurunda buldu. Kısa sürede tasavvuf yolunda kemâle erdi. Hocasının vefâtı üzerine, halîfesi olarak yerine geçti ve talebe yetiştirip insanlara doğru yolu göstermeye başladı.

Bir gün talebelerinden Ahmed bin Mübârek, Sultan Nasrullah'ın, derhal Meknâse'ye gidip Riyad Câmiinde imâm olmasını bildiren mektubunu aldı. Talebe bu göreve lâyık olmadığını ve hocasından ayrılmanın ağır geleceğini düşünerek çok üzüldü. Abdülazîz Debbağ durumdan haberdâr olunca; "Korkma! Zîrâ sen Meknâse'ye gidecek olursan, biz de seninle beraber geliriz. Fakat sen hiç üzülme sana bir zarar gelmeyecek ve sen o câmiye imâm olmayacaksın." dedi. Talebe yola çıktı. Meknâse'ye vardığında imâmlık vazîfesinin başkasına verildiğini öğrendi. Hemen evine döndü. Durumu öğrenen kayınpederi Muhammed bin Ömer şöyle bir mektup yazdı:

"Meknâse'ye geldiğin halde sultanla görüşmeden ayrıldın. Senin dönmenden sonra başımıza gelecekleri bilmezsin. Bana soracak olursan hemen Meknâse'ye gelip sultanla görüş ve verilen vazîfeye başla!"

Ahmed bin Mübârek hemen mektubu hocasına götürüp okudu. Abdülazîz Debbağ; "Sen evine git otur, hiç bir fenalık gelmez. Sana sultanın bir zararı dokunmaz." buyurdu ve bir süre sonra mesele kapandı.

Abdülazîz Debbağ bâzı talebeleri ile sohbet ederken Ahmed bin Mübarek'e dönerek evini anlattıktan sonra; "Neden atını falan yere bağlıyorsun? Oraya sâlih bir zât defnedilmiştir. Kabri tam atının ayağının altında bulunuyor." dedi. Halbuki oralarda bir kabir izi yoktu ve oraya yakın bir kabristânlık da yoktu. Abdülazîz Debbağ tekrar; "Senin avlunda yedi kabir bulunuyor. Fakat sen sadece atının ayakları hizasında bulunan zâtın kabrine dikkat et. Atını oradan uzaklaştır, ona saygılı ol! Mümkünse kabirle at arasına bir duvar çek." buyurdu. O sırada meclisteki talebelerinden biri; "Efendim o zât kimdir?" diye sorunca; "Arabdır. Tilmsan'a yakın bir yerde bulunan el-Lesbağat kabîlesindendir. Bu kabîle onu sâdece bir talebe bilir. Bir velî olduğunu bilip tanımazlar. Vefat edince bahsettiğim o yere defnettiler." dedikten sonra Ahmed bin Mübârek'e dönerek; "İstersen bahsettiğim o yeri kaz. Onun bedenine rastlarsın." dedi. O da gidip hocasının dediği yeri kazarak, o zatın mübârek bedenini buldu. Oraya hemen bir kabir yaptırdı. Tekrar hocasının yanına gittiğinde şöyle sordu:

"Efendim! Bizim avluda bulunan diğer kabirleri değil de, neden sâdece atın ayaklarının hizasındaki kabir üzerinde durdunuz ve onun ortaya çıkmasını istediniz?" Abdülazîz Debbağ bu suale şöyle cevap verdi:

"Çünkü bu zât, Allahü teâlânın velî kullarındandır. Rûhu serbest ve hareket hâlindedir. Diğerleri ise berzah âleminde bekliyorlar. Oradaki ölülerin vefâtından bu yana üç yüz yıla yakın zaman geçmiş bulunuyor."

Abdülazîz Debbağ sık sık talebeleri ile açık havada dolaşır, bu sırada onlarla sohbet ederdi. Yine bir gün böyle temiz havalı bir yerde talebeleri ile sohbet ederken birisi yanlarına geldi ve; "Efendim! Kardeşim, sultanın oğlu Abdülmelik ile beraber ortadan kayboldu. Ondan bir haber bekliyoruz. Kendisini sevdiğim bir zât, kardeşimin sağ olduğunu söyledi. Siz bu hususta ne dersiniz?" diye sorunca Abdülazîz Debbağ hazretleri hiç bir şey söylemedi. Gelen kişi ısrâr edince; "Sen muhakkak benden haber almak istiyorsan, sıhhatli haber al. Allahü teâlâ Hacı Abdülkerîm'e rahmet eylesin. O hem garib, hem de gâibdir. Onun cenâze namazını kılan sana haber verecektir. Sultanın oğlu onu öldürmüştür." dedi. Birkaç gün sonra Abdülazîz Debbağ'ın verdiği haberin aynı geldi.

Devlet ileri gelenleri sık sık Abdülazîz Debbağ'dan vazîfelerinin devâmı için yardım ve duâlarını isterlerdi. Sultan Nasrullah vâli ve hâkimlerin bir kısmını görevden aldı. Onlardan birisi görevine tekrar dönmek istiyordu. Her zamanki gibi Abdülazîz Debbağ hazretlerinden yardım isteyince, yardım etti. Sultan o kişiyi tekrar vâli yaptı. Bir süre sonra Abdülazîz Debbağ, vâliye haber göndererek iyilik etmesini ve vergileri ödemede kolaylık göstermesini ricâ etti. Fakat makâmın verdiği gurûra kapılan vâli bu ricâyı kabul etmedi ve cezâ olarak görevden alındı.

Talebelerinden biri Abdülazîz Debbağ'ı ziyâret için bir gün yola çıktı. Yolculuğunu katır ile yapıyordu. Tehlikeli bir yere gelince, bineğinden inip o yeri yaya olarak geçti. Tekrar bineceği sırada hayvan kaçtı ve yakalaması mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırdı. O anda hocası hatırına geldi ve ondan yardım umarak; "Ey hocam Abdülazîz Debbağ!" dedi. Bu sırada Allahü teâlâ bâzı insanları ona yardımcı olarak gönderdi. Onlarla beraber hayvanı yakalayıp, hocasının huzûruna geldi. Abdülazîz Debbağ onu görünce gülerek; "Falan yerde Şeyh Abdülazîz'i ne yapacaktın? Senin yanında olsaydı herhalde sana yardımda bulunurdu." dedi. Talebe büyük bir edeple; "Ey Efendim! Şahsen bulunmanızla rûhen bulunmanız arasında, sizin için hiçbir fark yoktur ve ikisi de mümkündür." dedi.

Sohbetlerinde talebelerine şöyle buyururdu:

"Kulun düşüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru yönelince Allahü teâlâdan uzaklaşmış olur."

"İnsanlar, varlık âleminin efendisi Muhammed aleyhisselâmı tanımadıkça, ilâhî mârifete kavuşamaz. Hocasını bilmedikçe, varlık âleminin efendisini tanımaz. Kendi nazarında insanları ölü gibi kabûl etmedikçe, hocasını bilemez."

"Firdevs Cennetinde, bu dünyâda işitilen veya işitilmeyen bütün nîmetler mevcuttur. Cennetin ırmakları, Firdevs Cennetinden kaynayıp çıkar. Bir ırmaktan su, bal, süt ve şarab olmak üzere dört türlü meşrûbât akar. Nasıl gökkuşağındaki renkler birbirine karışmadan durursa bu dört meşrûbât da birbirine karışmadan akar. Bu ırmaklar müminin isteğine göre akar. Hangisini isterse o akar ve onu içer. Bütün bunlar, Allahü teâlânın irâdesiyle olmaktadır."

ARSLANIN DA ŞEREFİ VAR

Bir grup talebesi bir yere gitmek için yola çıktılar. Yanlarında eşkıyâ saldırısına karşı koyacak hiç bir şey yoktu. Geceyi tenha ve korkunç bir yerde geçirdiklerinden, içlerinden iki kişi uyumadı. Bunlar yakınlarında bir arslanın dolaştığını fark ettiler. Biri diğerine; "Kimseyi uyandırma sonra paniğe kapılabilirler." dedi. Sabah olunca yakınlarında ölü bir tavşana rastladılar ve yollarına devam ettiler. İşlerini görüp geri dönerken konakladıkları yerde, bir kişi uyumayıp arkadaşlarını bekledi. Hocaları Abdülazîz Debbağ'ın huzuruna geldiklerinde uyumayan talebe; "Efendim! Müsâde ederseniz biraz uyumak istiyorum. Çünkü dün gece hiç uyumadım." dedi. Abdülazîz Debbağ; "Niçin uyumadın?" diye sorunca; "Arkadaşlarımı korumak için." diye cevap verdi. Bunun üzerine; "Senin gece uyumayıp arkadaşlarını beklemen bir fayda sağlamaz. Siz giderken falan gece yol kesiciler sizin yanınıza geldiğinde arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyor musun?" dedi. Talebe; "O gece ne oldu?" diye sual edince:

O gece falan yere vardığınızda üç kişi gelip size katıldı. Daha sonra sizden ayrılınca oradan gelip geçeni gözleyen dört kişi ile buluştular. Ve sizin konakladığınız yeri onlara haber verdiler. Siz uyuduktan sonra sizi soymak için yaklaştıkları sırada etrafınızda bir arslanın dolaştığını görünce çok şaşırdılar. Kendi kendilerine; "Arslanı öldürürsek bunlar uyanır, soygun yapmaya kalkışırsak arslan engel olur." dedikten sonra bir çıkar yol bulamayarak başka bir kervanı soymaya gittiler.

Orada da bir şey bulamayınca tekrar sizin yanınıza geldiler. Arslan önlerine tekrar çıkınca, aralarında şöyle konuştular: "Bunlar nasıl insanlardır ki hangi yönden yaklaşmaya çalıştıysak orada bir arslan çıktı." Bunun iç yüzünü öğrenmek istedilerse de Allahü teâlâ onların kalblerini mühürledi, dedi.

Talebe; "Yolda rastladığım ölü tavşan neydi?" diye sorunca, Abdülazîz Debbağ; "Arslanın bir onuru vardır. Bir insanın yüzüne sinek konsa nasıl eliyle kovalarsa, arslan da sizi korurken, bir tavşan gelip önünde durdu. Sen ise onu görmedin. Arslan bir pençe vurarak öldürdü." buyurdu.

1) Kitâb-ül-İbrîz (Ahmed bin Mübârek, Kâhire, 1278)
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliya; c.2, s.173
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.256
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.262

 

ABDÜLAZÎZ BEKKİNE

ABDÜLAZÎZ BEKKİNE

Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Efendinin halîfelerinden Mustafa Feyzî Efendinin talebesi. Adı, Abdülazîz, soyadı Bekkine'dir. Babası Kazanlı tüccar Hâlis Efendidir. 1895 (H. 1313) senesinde İstanbul'da doğdu. 1952 (H.1372) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

Babası zengin bir tüccar olan Abdülazîz Bekkine İstanbul Mercan'daki evlerinde doğdu. Henüz okula gitmeden Kaptan Paşa Câmii İmâmı Halil Efendiden Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi, Arapça ve din dersleri aldı. Daha sonra Dârüttedrîs'e devam ederek bu mektebi bitirdi. Bir müddet babasının yanında çalıştıktan sonra, 1910'da âilesi ile birlikte Kazan'a gitti. Aslen Kazanlı olduklarından orada binâ ve arâzileri vardı. Otuz odalı olan evlerinin, çoğu odalarında ilim tahsîl eden talebeler barınırdı. Abdülazîz Efendi bir müddet Kazan'da kaldı. Sonra Buhârâ'ya geçerek orada beş yıl müddetle ilim tahsîl etti. Babasının vefâtı üzerine memleketine dönüp, kardeşlerini de alarak 1921'de İstanbul'a geldi. İki anneden, on ikisi kız olmak üzere on altı kardeştiler. Erkek kardeşleriyle birlikte Asmaaltında bir dükkan açıp kısa bir müddet çalıştırdı. Sonra dükkanı kapatıp Çarşıkapı'daki Bâyezîd Medresesine devâm etti. Bu medreseden mezûn olduktan sonra ilk olarak Beykoz'da, daha sonra da Aksaray'da bir câmide imâm olarak vazîfe aldı. Sonra sırasıyla, Yazıcı Baba,Kefeli ve Zeyrek Çivicizâde, Ümmü Gülsüm câmilerinde İmâm-Hatip olarak vazîfe yaptı. Zeyrek'teki bu vazîfesi on üç sene kadar sürdü.

Abdülazîz Bekkine Kazan'dan döndükten sonra medrese arkadaşı Mehmed Zâhid Efendi vâsıtasıyla Tekirdağlı MustafaFeyzî Efendi ile tanıştı ve sohbetlerine devâm etti. Yirmi yedi yaşındayken 1922'de mânevî ilimlerde irşâd selâhiyeti mertebesine ulaştı. Râmûz el-Ehâdis kitabını okutma icâzeti aldı. Bütün hayatı boyuncaİslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle meşgûl oldu. pek çok talebe yetiştirdi. Sohbetleri tatlı bir hava içinde geçerdi. Konuşmaları kısa, mânâlı ve özlü idi. Bir gece, sohbetinde talebelerine dedi ki:

"Bir gün gelir danışacak hocalarınız da bulunmaz. Öyle bir günde seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf nedir?"

Orada bulunanlar değişik şeyler söylediler. Fakat bu cevapları yeterli bulmayan Abdülazîz Bekkine şöyle söyledi:

"O kimsenin sabrını kontrol edersiniz. İnsanlarda riyânın karışamıyacağı, anlaşılabilir tek vasıf sabırdır. Sabır musîbet geldiği an (ilk anda) hiç şikâyet edilmeden sîneye çekebilme hâlidir. Şâyet o kimse ilk anda feverân eder de sonra sîneye çekerse, ona sabırlı değil tahammüllü insan denir."

Bir sohbetinde de şöyle dedi:

"Müminin dünyâya bakışı öyledir ki, dünyâdaki zevk ve sefâya bakar, arkasında Cehennem'i görür. Meşakkate, hizmete bakar, arkasında Cennet'i görür. Yâni müminin nazarı dünyâya takılmaz."

Abdülazîz Bekkine iki defâ hacca gitti. İkinci gidişinde hacdan döndükten sonra rahatsızlandı. Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamıyarak 57 yaşında 2 Kasım 1952 (H.1372) senesinde İstanbul'da vefât etti. Edirnekapı Sakızağacı kabristanında defnedildi.

Abdülazîz Bekkine zekî bir kimse idi. Hangi meslekten, tahsîl ve kademeden olursa olsun sohbetinde bulunan herkes, zekâ ve ilmine hayran kalırdı. Hoş sohbet olup, meclisinde bulunanlar ondan ayrılmak istemezlerdi. Sohbetleri umûmiyetle sualli-cevaplı geçerdi. Sohbetlerinde zaman da mevzubahs değildi. Umûmiyetle yatsı namazından sonra oturulur, bâzan sabaha kadar devâm edilirdi.

Buyurdular ki:

"Bu işin (âhiret yolculuğunun) mihveri Allah'ın muhabbetidir."

"Seni Mevlâdan alıkoydu ise, dünyâ bir çöp de olsa dünyâdır."

"Peki, demesini öğrenmek lâzımdır."

"İslâmiyet baştanbaşa mes'ûliyet ve mükellefiyettir. Ondan kaçamayız."

"Tâlib başkasının yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kimsedir."

1) Râmûz-ül-Ehâdîs Mukaddimesi