18 Mayıs 2011 Çarşamba

ABDULLAH BİN MENÂZİL

ABDULLAH BİN MENÂZİL

Evliyânın meşhurlarından. İsmi Abdullah bin Muhammed bin Menâzil, künyesi Ebû Muhammed'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 940 (H. 329) senesinde Nişâbur'da vefât etti. Kabri Enbâr şehidliğindedir. Hocası evliyânın büyüklerinden olan Hamdun Kassâr hazretleridir. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip zâhir, bâtın, açık ve gizli ilimlerde âlim oldu. Tasavvufta yüksek haller, fazîletler sâhibi ve hadîs ilminde âlim idi. Pek çok hadîs-i şerîf dinlemiş ve yazmıştır.

Abdullah bin Menâzil, Hamdun bin Ahmed'den nasîhat istemişti. O da; "Gücün yettiği ve elinden geldiği kadar dünyalık bir şey sebebiyle kızmamaya gayret et." buyurdu.

Abdullah bin Menâzil hazretleri buyurdu ki:

"İnsanlar edebe, ilimden çok daha fazla muhtaçtır."

"Devamlı utanmaktan ve sıkılmaktan bahseden, fakat Allahü teâlâdan sıkılmayan kimseye ne kadar şaşılır."

"İhtiyâcı olmayan bir şeye muhtâc gözüken, muhtâc olduğu bir şeyi kaybeder."

"Allahü teâlâ çeşitli ibâdetleri bildirdi. Sabrı, sıdkı, namazı, orucu ve seher vakitleri istiğfâr, tövbe etmeği buyurdu. İstiğfârı en sonra söyledi. Böylece kula, bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusûrlu görüp, hepsine af ve mağfiret dilemesi lâzım oldu."

"Çalışıp da tevekkül etmek, bir yere çekilip ibâdet yapmaktan hayırlıdır."

"Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyiz ve bereketinden faydalanamaz."

"Tevekkül sâhibi, her şeyden yüz çevirip Allahü teâlâya dönen kimsedir."

"Farzlardan birini edâ etmeyen, sünneti yapmama belâsına yakalanabilir. Sünneti terk edenin ise bid'ate, hurafeye düşmesi muhakkaktır."

"Sâhib olduğun zamanların en üstünü, nefsinin istek ve arzularından kurtulduğun ve halk için kötü düşünmediğin vakittir."

"Nefsi için bir hizmetçi istemediği müddetçe kul, kuldur. Kendisi için bir hizmetçi istedi mi, yüksek derecesinden düşmüş ve kulluğun edeblerini terkedip sınırlarını aşmış olur. Çünkü başkasının kendisine hizmet etmesini isteyecek kadar nefsini büyük görmüştür."

"Eğer bir kul ömrü boyunca bir an riyâ ve nifaksız kalırsa, o bir ânın bereketini ömrünün sonuna kadar duyar."

"Ârif, gafletten uzak olup, hiçbir zaman kendini beğenmez, ucba kapılıp kibirlenmez."

"Edeb nedir?" diye sorulunca; "Çok çeşitli târifleri yapılmıştır. Biz deriz ki, edeb insanın nefsini bilmesi, tanımasıdır." buyurdu.

"İnsanlar kendi şekâvet ve haksızlıklarına, haddi aşmaya âşık olurlar. Yâni dâimâ kendilerini bedbaht edecek şeyleri yapmak isterler."

Ebû Ali Dekkâk, Abdullah bin Menâzil'in vefâtını şöyle anlatmıştır:

Bir gün Ebû Ali Sekafî ile konuşuyorlardı. Söz arasında Abdullah bin Menâzil, Ebû Ali Sekafî'ye; "Ölüme hazır ol, çünkü ölümden kurtulmanın çâresi yoktur." dedi. Bunun üzerine o zat; "Ey Abdullah sen de hazır ol, şüphesiz öleceksin." deyince Abdullah bin Menâzil hazretleri kolunu yastık gibi uzattı, başını kolunun üzerine koydu ve; "İşte öldüm." diyerek, kelime-i şehâdeti söyledi ve o anda vefât etti.

Bu durum karşısında Ebû Sekafî hazretleri donakaldı. Söyleyecek bir söz bulamadı. Çünkü Abdullah bin Menâzil'e fiilen mukâbele etmek imkânına sâhip değildi. Ebû Ali Sekafî'yi dünyâya bağlayan bir takım sebepler vardı. Abdullah bin Menâzil'in ise Allahü teâlâdan başka meşgûliyeti yoktu. Dünyâ ile alâkasını kesmişti.

SON NEFES BELLİ OLMAZ

Abdullah bin Menâzil, ulemâdan, büyük zat,
Nişâbur'da yetişip, orada etti vefât

O, bir gün vâz ederken, buyurdu ki: (Ey insan!
Hazırlan son nefese, deme daha var zaman.

O "son nefes" dediğin, gelir bu gün, ya yârın,
Şimdi ne hazırlarsan, işte o, senin kârın.

Her nefesi alırken, âgâh ol, etme gaflet,
Her birinin, son nefes olduğunu kabûl et.

Her namazı kılarken, de ki: "Hiç belli olmaz,
Bu, benim kılacağım, belki de en son namaz."

Her yemek yediğinde, de ki: "Bu, son yemeğim,
Öbür öğüne kadar, belki gelir ecelim."

Her gece abdest alıp, girerken yatağına,
De ki: "Belki ölürüm ve çıkamam yarına.")

Nasîhat istemişti, kendisinden bir mü'min.
Buyurdu: (Öfkelenme, dünyalık bir şey için.

İnsan öfkelenince, örtülür aklı o an,
Şeytan onun boynuna "bir yular" takar heman.

O, kendi aklı ile, edemez hiç hareket,
Zîrâ onun aklını, örtmüştür öfke, hiddet.

"Şeytanın oyuncağı", olur artık o kişi,
Onun emrine göre, yapar o, her bir işi.

Peygamber efendimiz, buyurdu ki bu bâbda:
"Hemence oturunuz, kızdıysanız ayakta.

Eğer oturmakla da, sâkin olmaz iseniz,
Bir mikdar yatınız ki, zâil olsun öfkeniz.")

1) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.90
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.330
3) Nefehât-ül-Üns; s.200
4) Nefehât-ül-Üns (Osmanlıca); s.366
5) Tabakâtüs-Sûfiyye; s.366
6) Risâle-i Kuşeyrî; s.161
7) Kevâkib-üd-Düriyye; c.2, s.54
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.107
9) Fâideli Bilgiler; s.167
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.345

ABDULLAH BİN MUHAMMED MÜRTEİŞ

ABDULLAH BİN MUHAMMED MÜRTEİŞ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin MuhammedMürteiş en-Nişâbûrî olup, künyesi, Ebû Muhammed'dir. Mürteiş diye tanınır. Aslen Nişâbur'un Hîre nâmıyla meşhûr mahallesinden olup Bağdâd'a yerleşti.Şunûziyye Mescidinde ikâmet eder. Orada sohbetine devam edenlere Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatır, dünyanın zevk ve eğlencelerinin geçici, âhiretin ise ebedi olduğunu bildirirdi. 939 (H.328) senesinde bu mescidde vefât etti.

Ebû Hafs-ı Haddâd'ın talebelerindendir. Ayrıca Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Osman Mağribî ve diğer büyük zâtlarla görüşüp sohbet etti. Kısa zamanda yetişip Irak'ta zamânının bir tânesi oldu. Dünyâya düşkün olmaması, haram ve şüphelilerden çok sakınması belli başlı vasıflarıydı.

Abdullah Mürteiş hazretleri tasavvuf yoluna girip bu yolda ilerlemesini ve buna sebeb olan ibret verici hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

Babam, bulunduğumuz yerin ileri gelenlerinden idi. Bir gün evimizin önünde otururken yanıma bir genç geldi. Sırtında hırka, başında eski bir külâh vardı. Fasîh, açık bir lisân ile benden bir şey istedi. Ben; "Sapasağlam bir genç olsun da, utanmadan dilencilik yapsın, olacak şey değil!" diye düşündüm ve kendisine hiç cevap vermedim. Bana sertçe; "Kalbine gelen şeyden, Allahü teâlâya sığınırım." dedi. Bunu duyunca çok korktum ve kendimden geçerek yere düştüm. Hizmetçilerimizden biri bu hâlimi görüp yanıma gelmiş. Kendime geldiğimde, başımı dizine koyup, beni ayıltmaya çalışıyordu. Herkes etrafıma toplanmıştı. O gencin gittiğini öğrendim. Çok üzüldüm ve yaptığıma çok pişman oldum. O gün böyle geçti. Gece olunca bu dert ve elem ile uyudum. Rüyâmda hazret-i Ali'yi gördüm. O genç de yanında idi. Bana:

"Keşke öyle düşünmeseydin ve buna bir şeyler verseydin. Allah rızâsı için hiç bir şey vermeyeni Allahü teâlâ sevmez." buyurdu.

Sabah olunca kendime âit ne varsa, hepsini, Allah rızâsı için ihtiyâcı olanlara dağıtıp, sefere çıktım. Bağdâd'a gelip ilim öğrenmeye başladım. On beş sene sonra babamın vefât ettiğini haber alıp, Nişâbur'a geldim. Babamdan bana çok büyük servet kalmıştı. Onu da Allah rızâsı için dağıtıp Bağdâd'a döndüm. O gencin, o bakışı hâlâ gözümün önünde. Devamlı üzülüp, pişman oluyordum.

Vefât edinceye kadar da bu üzüntünün böyle devâm ettiği bildirildi.

Hocası Ebû Hafs-ı Haddâd, Abdullah Mürteiş'e ilim öğrenmesi için seyâhat etmesini söylemişti. Hocasının bu emrine uyarak, ilim öğrenmek için her sene kilometrelerce yol yürür, uğradığı bir şehirde on günden fazla kalmazdı. Bir gün Rakka'ya geldi. İbrâhim-i Kassâr kendisine bir tabakta üzüm ve ekmek gönderdi. Verilen hediyelere karşı, hediye ile cevap verdiği için kaftanını sattı. İbrâhim-i Kassâr'a bâzı hediyeler alıp gönderdi.

Abdullah Mürteiş hazretlerinin menkıbeleri çok olup sâlih bir zat şöyle anlatmıştır: Bağdâd'da bulunuyordum. Hacca gitmeyi arzu ediyordum. Gitmek için hiçbir şeyim yoktu. Kendi kendime; "Abdullah Mürteiş hazretleri bana bir aba, elbise ve masraflarım için de on beş gümüş hediye etse. Elbiseyi giyerim gümüşler ile de kova, ip ve ayakkabı alırım yolda sıkıntı çekmem." diye düşündüm.

Bu sırada kapı çalındı. Açıp bakınca, Abdullah Mürteiş hazretlerini gördüm. Çok şaşırdım bana, bir aba, elbise ve on beş gümüşü uzatıp; "Bunları al." buyurdu.

Almak istemedim, fakat; "Al, beni üzme, bunlar istemiş olduğun şeylerdir." dedi. Mahcûbiyetle aldım...

Bir defâsında ramazân-ı şerîf ayının son on günü câmide îtikâfa başladı. Ancak birkaç gün sonra îtikâfı bırakıp çıktı. Sebebini soranlara:

"Mescidde bâzı kimselerin riyâ ile, gösteriş yaparak ibâdet edip, Kur'ân-ı kerîm okuduklarını gördüm. Bu hâlleri sebebiyle, onlara gelecek olan belâdan korkup dışarı çıktım." dedi.

Abdullah Mürteiş hazretleri nasîhat ve sohbetleriyle uzun müddet insanlara rehberlik yapmıştır. Bir defâsında da nasîhat isteyenlere; "Size nasîhat vermeye benden daha münâsib ve benden daha hayırlı olanlara gidiniz. Böylece beni de, sizlerden çok daha hayırlı olan Rabbimle berâber bırakmış olursunuz ve ben de hep O'nunla meşgûl olurum." buyurdu.

Hastalığı artıp vefâtı yaklaştığı sırada huzûrunda bulunan sevenlerine borcu olduğunu, elbisesini satmalarını ve borcunu ödemelerini söyledi. Sonra buyurdu ki:

"Allahü teâlâya duâ edip bana üç şeyi nasîb etmesini istedim.

Birincisi pekçok dost ve büyük zâtlarla görüşüp sohbet ettiğim Şunûziyye Câmiinde vefât etmek.

İkincisi vefât edip, dünyadan ayrılırken dünyalık bir şeyim olmasın istedim. Şu altımda serili olan hırkamdan başka bir şeyim yok! Ben vefat edince onu da altımdan alıp satın. Parasıyla bir şeyler alın ve fakirlere verin...

Üçüncü isteğim de şu idi: Ben vefât ederken yanımda sevmediğim kimse bulunmasın. Burada bulunanların hepsini seviyorum. Şu anda aranızda sevmediğim kimse yok. Elhamdülillah bu arzumun üçü de oldu."

Buyurdu ki:

"Kul, Allahü teâlânın sevgisini, Allahü teâlânın sevmediklerine düşman olmakla kazanır. Allahü teâlânın sevmedikleri ise, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsidir."

"Tasavvuf güzel ahlâktır. Bu da üç kısımdır: Birincisi, Hakk ile beraber olmak yâni Allahü teâlânın emirleine uymak ve bu hususta gösterişten uzak durmaktır.

İkincisi halk ile beraber olmak. Bu da büyüklere karşı saygı ve edeb, küçüklere karşı şefkat, emsallere ise insaflı ve âdil davranmakla olur.

Üçüncüsü nefse sâhib olmak. Bu ise nefsin boş isteklerine, hevâ, hevese ve şeytana uymamakla olur. Kim bu üç husûsu nefsinde doğru bir şekilde tatbik ederse güzel huylulardan olur."

"Tasavvuf tamâmen ciddiyettir. Şaka nevinden olan herhangi bir şeyi ona karıştırmayınız."

"Kul ne ile muhabbete nâil olur?" diye sorulunca; "Allahü teâlânın evliyâsına dost olmak, düşmanlarına da düşman olmakla" buyurdu.

Yine buyurdu ki:

"Kalbin, Allahü teâlâdan ve O'nun dostlarından başkasına meyletmesi, o kalbin hasta olduğuna işârettir."

"Sebeplere yapışmalı, fakat bu durum, o sebeblerin ve her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya îtimâd ve tevekkül etmeye mâni olmamalıdır."

"Bütün işlerin netîcesinin sıhhatli ve faydalı olabilmesi için iki şart vardır: Sabır ve ihlâs."

"İrâde, nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine yöneltmek ve kendisi için Allahü teâlânın takdir ettiğine râzı olmaktır."

"Kul, muhabbet makâmına, Allahü teâlânın dostlarını sevmek ve Allahü teâlâya düşman olanlara düşmanlık etmekle kavuşur."

"Amellerin en üstünü; doğru amel işlemek, sünnet üzere hizmete devâm etmektir."

"Kalbin Allahü teâlâdan başkasına meyletmesi, Allahü teâlânın azâbını çabuklaştırır."

"Yaptığı amellerin, kendisini Cehennem azâbından kurtarıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacağını zanneden kimse, büyük hatâ etmiştir. Allahü teâlânın fadlı ve ihsânı ile kurtulabileceğini düşünen kimseyi, Allahü teâlâ rızâ makamlarının en sonuna ulaştırır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Yûnus sûresi 58. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: "De ki: Allahü teâlânın ihsânı ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla ferahlansınlar. Bu, onların toplamakta olduklarından (dünya menfaatinden) daha hayırlıdır."

"Allahü teâlâyı Rab olarak tanı. O'nu bir olarak ikrâr et ve O'na hiç bir şeyi ortak koşma. Tevhîdin esâsı bu üç şeydir."

"Allahü teâlânın, senin rızkına kefil olduğuna îtimâd et ve sana emrettiği ibâdetleri yapmaya çalış! Böyle yaparsan, evliyâdan olursun."

ÜSTÜN KİMSE!..

Abdullah bin Mürteiş'in dostlarından bir kısmı bâzı kimselerin hallerinden bahsederek; "Falan kimse su üzerinde yürüyor. Onun bu hâline ne dersiniz?" diye sordular. Buyurdu ki:

"Allahü teâlânın yardımı ile nefsinin arzularına uymayan kimse, havada uçandan ve su üzerinde yürüyenden daha üstündür."


1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.355
2) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.349
3) Nefehât-ül-Üns; s.198
4) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.72
5) Sıfât-us-Safve; c.2, s.261
6) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.317
7) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.105
8) Târih-i Bağdâd; c.7, s.221
9) Risâle-i Kuşeyrî; s.150
10) Fâideli Bilgiler; s.167
11) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.104
12) Tabakât-ül-Evliyâ (İbn-i Mulakkın); s.141
13) Tabakât-üs-Sûfiyye (Ensârî); s.386
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.350
15) Hazinet-ül-Meârif; c.2, s.193
16) Sefînet-ül-Evliyâ; s.147

ABDULLAH BİN HUBEYK

ABDULLAH BİN HUBEYK
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdullah bin Hubeyk bin Sâbık, künyesi Ebû Muhammed, nisbesi el-Kûfî, el-Antâkî'dir. Kûfe'de doğdu. Antakya'da yaşadı. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir.

Abdullah bin Hubeyk büyük âlim Yûsuf Esbât'ın derslerinde yetişti. İlim ve feyz aldı. Tasavvufta evliyânın büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin yolunu tâkib etti. Zühd ve takvâda üstün bir dereceye yükseldi. "Bu ümmet içinde Yahyâ aleyhisselâmın zühdüne sâhib zât" diye meşhûr oldu.

Abdullah bin Hubeyk hazretleri amel ve ibâdete büyük önem verir ibâdetlerdeki ihlâs üzerinde dururdu. Edeb, havf ve recâ, ümidle istek, haramlardan sakınma, nefse düşmanlık, kalp temizliği; üzerinde durduğu diğer önemli hususlardır.

Horasan'dan Feth bin Şehraf isminde bir sevdiği geldi ve kendisinden nasîhat ricâ etti. Buyurdu ki:

"Ey Horasanlı! Dilinle yalan söyleme, gözünle harama bakma. Kalbinle müslüman kardeşine hased etme. Kin tutma ve iyi şeyler arzu et. Eğer böyle yapmazsan, sonunda bedbaht olursun."

Allahü teâlânın sonsuz ihsânına rağmen günah işlemekte ısrar edenleri; "Sana iyilik edene bile kötülük ediyorsun. Kötülük edene nasıl iyilik edebilirsin." diyerek, gafletten uyandırırdı.

Kendisine; "Ne kadar ilim tahsil etmeliyiz?" diye soruldu. Cevap olarak; "İyi ile kötüyü birbirinden ayıracak kadar olsun öğreniniz." buyurdu.

Abdullah bin Hubeyk hazretleri tama', aç gözlülük etmekten, insanları sakındırır ve; "Tamahkâr, aç gözlü insan tama' zincirine bağlanmış ölüye benzer. Kalbteki tama' kalbi mühürler, mühürlü kalb ise ölüdür. Mü'min tamahkâr olmaz. Nefsin şehvet ve arzularına uymaz." buyururdu.

Ümid ve korku hakkında ise şöyle buyurdu: "Korkunun en faydalısı günah işlemene engel olan, elden kaçırdığın fırsatlar için uzun uzun üzülmene sebeb olan ve geriye kalan ömür içinde seni devamlı olarak düşündüren korkudur. Ümidin en faydalısı ise amel etmeni kolaylaştırandır.

Ümid üçe ayrılır: 1) İyi amel yapıp kabul edilmesini umanın ümidi. 2) Kötü iş yapıp ve tövbe ederek affedilmesini umanın ümidi. 3) Devamlı günah işleyip de kendisini Allahü teâlânın affedeceğini umanın ümidi. Bu ümid makbûl değildir."

Amel ihlâs ve sıdk hakkında buyurdu ki:

"Amelde ihlâs amelden daha zordur. Kul kendisiyle Allahü teâlâ arasındaki hususlarda tam olarak sıdk, doğruluk üzere bulununca Allahü teâlâ onu gayb hazînelerine vâkıf kılar."

"Allahü teâlâ kalbleri kendini anmak için yarattığı hâlde, insanlar onları şehvet, istek ve arzû ile doldurmuştur. Kalplerden şehvetin izini silecek şey yalnız Allahü teâlânın korku ve sevgisidir."

Abdullah bin Hubeyk hazretleri işlediği amele güvenenleri; "İşlediğin fazîletli amele güvenerek azâb olunmaktan korkmazsan helâk olursun." diye îkâz edip uyarırdı.

Kur'ân-ı kerîmi ezberlemiş olanların isyân ve günâha düşmesine şaşar ve şöyle derdi:

Ehl-i Kur'ân bir günâh işleyeceği zaman göğsündeki Kur'ân-ı kerîm lisân-ı hâl ile ona şöyle seslenir: "Allahü teâlâya yemîn olsun ki sen beni bu iş için ezberlemedin!" O günahkâr kişi eğer bu sesi duyabilecek olsa Allahü teâlâdan hayâ ederek düşer can verirdi.

Abdullah bin Hubeyk hazretleri en büyük ilâhî cezânın duâ ve ibâdetin lezzetinin kalbten alınması olduğuna inanırdı. Boş şeylerle uğraşmanın, lüzumsuz şeylere kulak vermenin kalpteki ibâdet ve tâattan zevk alma duygusunu söndürdüğüne inanır, kendisini sevenleri gönül uyanıklığına teşvik ederdi.

Buyurdular ki:

"Kim, Allahü teâlânın rızâsı için nefsini ayıplarsa, Allahü teâlâ onu gazâbından korur."

"Kötü ve yanlış sözleri çok dinlemek, tâatın, ibâdetin tadını kalbden siler."

"Yarın sana zarar verecek şeyler için keder ve gam içinde bulun. Âhiret saâdetini harâb eden şeyler için üzül. Yarın sana fayda vermeyecek şey için sevinme!"

"En faydalı korku, insanı, günahlardan ve kötülüklerden alıkoyanıdır. İnsana, boşuna geçen ömrü için üzülmek yaraşır. Kalan ömrünü de iyi kıymetlendirmesi lâzımdır."

"Kalbime uygun gelmeyen, içime rahatlık vermeyen bir şeyi terk ederim."

Biri nasîhat istediğinde rivayet ettiği hadis-i şeriflerle cevab verirdi.

"Kişinin mâlâyânîyi (boş ve faydasız şeyleri) terk etmesi, onun müslümanlığının güzelliğindendir."

Yine buyurdu ki:

Ebû Hüreyre radıyallahü anh rivâyet etti. Birisi Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem gelerek: "Yâ Resûlallah! Dünyâlık elde etmek gâyesi ile gazâya giden kimse için ne buyurursunuz?" diye sordu. Resûlullah efendimiz; "Onun için ecir (sevap) yoktur." buyurdular. Ebû Hüreyre bu durumu Eshâb-ı kirâm arasında anlatınca onlar; "Belki sen bunu Resûlullah efendimizden iyi anlamadın." dediler. Bunun üzerine Ebû Hüreyre hazretleri tekrar Resûlullah efendimizin yanına döndü ve bu husûsu sordu. Resûlullah efendimiz üç kerre; "Onun için ecir yoktur." buyurdular.

Enes bin Mâlik'den rivâyet

ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS

ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Ebû Bekr bin Abdürrahmân es-Sekâfî el-Ayderûs, künyesi Ebû Muhammed'dir. 1408 (H.811) senesinde doğdu.

Babası, Abdullah Ayderûs doğmadan önce Allahü teâlâya kendisine sâlih bir evlat vermesi için yalvarırdı. Evine sohbet için birçok velî gelirdi. Bir defâsında onlardan duâ istedi. Onlar duâ edince, o sırada gâibden bir ses duyuldu. Bu ses; "Duâ kabûl oldu. İsteğiniz olacak." diye yankılanıyordu. Doğmadan önce dedesi; "Doğacak bu çocuk büyük bir velî, doğu ve batının kutbu olacak." buyurdu. Doğduktan sonra velîlerden olan dedesi ismini ve künyesini koyarak, mânevî himâyesine aldı. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdullah Ayderûs, dedesinin yanında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. 8 yaşında iken dedesi vefât etti. Vefât etmeden önce Abdullah'ın şânının yüksek olacağını söyledi. Sonra yetişmesini babası üzerine aldı. Babası ona çok değer verir ve; "Bu oğlum Abdullah'da Peygamber efendimizin kokularından bir koku duyuyorum." derdi. Fakat 10 yaşına basınca babası da vefât etti. Bunun üzerine yetiştirilmesini amcası Şeyh Ömer Muhdâr üzerine aldı ve onu kızı ile evlendirdi.

Amcası Ömer Muhdâr, aynı zamanda onu tasavvuf yolunda yetiştirdi. Amcasından birçok ilim ve ism-i a'zamı öğrendi. Ayrıca Sa'd bin Abdullah Ubeyd, Abdullah Bahrâve, İbrâhim bin Muhammed Hürmüz ve Abdullah Guşeyr'den fıkıh öğrendi, Tenbîh, Hulâsa ve Minhâc kitaplarını okudu. Ayrıca Muhammed bin Hasan ve amcaları Ahmed, Muhammed ve Hasan'dan tasavvuf ilmini öğrendi. Sayılamayacak kadar âlime talebelik etti ve ilim öğrendi.

Abdullah Ayderûs hep nefsine karşı çıktı. Yedi sene orucunu yedi hurma tanesi ile açtı ve başka bir şey yemedi. Çok açlık çekti. Annesi yemek yemesini ister, o da muhâlefet edemezdi. Fakat nefsi pay çıkardığı için bundan vazgeçti. Yirmi sene bir yatakta yatıp uyumadı.

Ayderûsî yirmi beş yaşında iken amcasıÖmer Muhdâr vefât etti. Bunun üzerine halk, Muhammed bin Hasan'a mürâcaat ederek Ömer Muhdâr'ın vazîfesini yapmasını istediler. O da istihâre yaptıktan sonra bu işe Abdullah Ayderûsî'nin daha lâyık olduğunu söyledi. Ayderûsî ise bu vazîfeyi, genç olduğunu ve amcalarının bu işe kendisinden daha lâyık olduğunu söyleyerek kabûl etmek istemedi. Fakat amcalarının ısrarları üzerine, ders vermeye ve talebe okutmaya başladı. Dört bir taraftan gelen talebeler kendisinden fıkıh, tefsîr, hadîs ve tasavvuf yolunu öğrendiler. Sohbetlerinde devlet ileri gelenleri bulunurdu. İmâm-ı Gazâlî'nin İhyâu Ulûmiddîn kitabını çok okurdu. Neredeyse ezberlemişti.Bunu talebelerine de tavsiye ederek; "Bizim için kitap ve sünnetin dışında bir yol, bir usûl yoktur. Bu yolu da musanniflerin efendisi, müctehidlerin sonuncusu, Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn adlı eserinde açıklamşıtır. Bu eser, Kitab (Kur'ân-ı kerîm), Sünnet (hadîs-i şerîfler), tarîkat ve hakîkatin açıklamasından ibârettir." buyurdu.

Abdullah Ayderûsî cömerd, ikrâm sâhibi idi. Bütün malını, mevkıini müslümanlara tahsis ederdi. Herkese durumuna göre muâmele eder ve herkesin seviyesine inerdi. Konuştuğu kimse onun en çok kendisini sevdiğine inanırdı.

Abdullah el-Ayderûs; dünyaya düşkün olmayıp haram ve şüpheli şeylerden çok sakınan bir zât idi. Kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur.

Abdullah el-Ayderûs'un hanımı Âişe binti Ömer Muhdâr çok ağır hasta oldu. Akrabâlarından bir hanım onun odasına girdi. Âişe hanımın sanki nefes alması durmuştu. Kadın iyice anlamak için, Âişe hanımı sağa sola çevirdi. Hiç ses alamadı. Abdullah el-Ayderûs'a haber verince, hanımının yanına girdi. Dedikleri gibi nefes almadan yatıyordu. Hanımına duâ edip üç defâ ismi ile seslendi, üçüncü seslenişte, Allahü teâlânın izni ile hanımı cevap verdi ve hastalıktan kurtulmuş olarak kalktı.

Allahü teâlâ, daha birçok hastaya, Abdullah el-Ayderûs hazretlerinin duâsı ile şifâ ihsân etmiştir.

Şöyle anlatılır:

Ali bin Ömer Meşûs isimli sâlih bir zât vardı. Bu zât, bir gün hanımına bedduâ etti. Hanımı bir hastalığa yakalanıp bîtâb düştü. Bunun üzerine pişman olan ve üzülen o zât, hemen Ebû Muhammed el-Ayderûs'un yanına gidip durumu anlattı. Ebû Muhammed el-Ayderûs, o zâtı bir daha bedduâ etmekten men etti ve; "Sen şimdi hanımının yanına git." dedi. O zât hanımının yanına gittiğinde, onun, sapasağlam olduğunu gördü; "Sen nasıl oldu da böyle iyileştin?" diye sordu. Hanımı; "Sen gittikten bir süre sonra uyumuşum. Rüyâmda Şeyh Abdullah yanıma geldi ve benim üzerime Mâşâallah okudu. Sonra da bana; "Kalk." dedi. Uyanıp kalktım ve Allahü teâlânın izniyle yürüdüm." cevabını verdi.

Abdürrahmân Hatîb isimli bir zâtın, sağ elinde bir yara çıktı ve kısa zamanda yayıldı. Eli şişti. Bu durum karşısında çok korktu ve ne yaptı ise çâre bulamadı. Kime gitti ise, yarası daha da azdı. Sonunda o zât Ebû Muhammed el-Ayderûs hazretlerinin yanına gelip durumunu arz etti. Şeyh Ebû Muhammed, yarasına baktı. Sonra eliyle şişkin olan yaranın üzerini meshetti. Bâzı ilâçlar sürdü. "Şifâ Allahü teâlâdan." buyurdu. Orası iyileşti ve yaradan eser kalmadı.

Ebû Muhammed el-Ayderûs zamânında, bulunduğu beldenin ileri gelenlerinden bir kişinin, bir kız çocuğu vardı. O kişi kız çocuğunu çok severdi. Bir gün kızın gözü ağrımaya başladı. Sonunda kızın gözü kapandı. O zât, kızını alarak, Şeyh Ebû Muhammed'in yanına getirdi. Kızının sıhhate kavuşması için duâ istedi. Şeyh Ebû Muhammed, şifâsı için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra eli ile gözün üzerine meshetti. Allahü teâlânın izni ile o kızın gözleri iyileşti.

Süleymân bin Ahmed-i Bahnâk şöyle anlatır:

Bir zaman küffâr beldesinde idim. O sırada çok hastalandım. Yanımda Şeyh Abdullah el-Ayderûs'un bir elbisesi vardı. Onu giydim ve Abdullah Ayderûs'u vesîle ederek Allahü teâlâdan şifâ dileğinde bulundum. Sonra yatıp uyudum. Rüyâmda; kendimi katıra binmiş gördüm, peşimde de bir grup çocuk vardı. Çocuklar; "Yâ Hannân, yâ Mennân âfi Süleymân (Yâ Hannân, yâ Mennân Süleymân'a şifâ ver)!" diye yalvarıyorlardı. Sabah kalktığım zaman, hastalığımdan hiç eser yoktu.

Abdullah el-Ayderûs'un zamânındaki sultanın bir kız kardeşi vardı. Bu hanımın pekçok mücevheri vardı. Bir gün mücevherler çalındı. Bu hâle sultan çok kızdı ve; "Mücevherleri kim aldı ise, onu öldüreceğim." dedi. Abdullah el-Ayderûs bunu haber alınca, hemen sultanın yanına gitti ve bir süre nasîhat etti:

"Yâ Sultan! Sen hiç bir kimseye zarar verme. Mücevherler bulunur." dedi.

Bu söz üzerine sultan ferahladı. Gece olunca, Abdullah el-Ayderûs yanına bir talebesini alarak, sarayda çalışan bir görevlinin evine gitti ve mücevherlerin hepsini istedi. O kişi, Abdullah el-Ayderûs'un heybetinden korkarak mücevherleri verdi. Abdullah el-Ayderûs oradan ayrılıp, Şeyh Ömer mescidinin yanına geldi. Yanındaki talebesini saraya gönderip, sultanın kız kardeşini çağırttı. O gelince, ona mücevherlerinin nasıl olduğunu sordu. O da, hepsini bir bir târif etti. O kişiden aldığı mücevherler arasında bulunan ve târif edilen vasıflara uyan mücevherleri sultanın kız kardeşine verdi. Geri kalan mücevherleri de, sâhibine götürüp teslim etti.

Bir gün kadının biri küçük çocuğuyla birlikte bir bahçenin önünden geçiyordu. Kadın bahçedeki meyvelerden çalmak istedi ve çocuğu bir kenara bırakıp ağaca çıktı. Bir mikdâr meyve topladı. Aşağı indiğinde oğlunu hareketsiz bir hâlde buldu. Bunun üzerine ağlayıp feryâd etmeye başladı. Oradan geçenler bu bahçenin Seyyid Abdullah hazretlerine âid olduğunu söylediler. O zaman kadın tövbe etti. Topladığı meyveleri geri verdi. Çocuğunu alıp giderken çocuğunun tekrar eski hâline geldiğini gördü.

Abdullah el-Eyderûs hazretleri bir gün bir yerde uyudu. Bu arada namaz vakti girdi. Bir zât onu namaz kılması için uyandırdı. Namaz vaktinin girdiğini bildirdi. Bunun üzerine Abdullah-ı Ayderûsî ona; "Ben namazımı cemâatle kıldım." dedi. O zât kendi kendine; "Hâlbuki ben buradan hiç ayrılmadım. O ise cemâatle kıldığını söylüyor." diye düşündü. Dışarı çıkıp gördüklerine; "Size namazı kim kıldırdı?" diye sorunca onlar da; "Şeyh Abdullah-ı Ayderûsî" cevâbını verdiler. O zât bu durumun Abdullah-ı Ayderûsî'nin kerâmeti olduğunu anladı.

Duâsı makbuldü. Abdullah bin Ali Kesîri, vefât edince, oğulları Muhammed ile Bedr arasında ihtilaf çıktı. Bedr, Şuyun denen yeri işgâl etti ve burada yaşayan Ebû Bekr bin Herise isminde velî bir zâtı hapsedip çeşitli eziyet ve işkenceler yaptı. Bunun üzerine o zâtın talebeleri Abdullah-ı Ayderûsî'nin huzûruna gelip hocalarına yapılan işkencenin hafifletilmesi ve hapisten kurtulması için duâ etmesini istediler. Ona duâ edip, korkmaması için haber gönderdi. Ebû Bekr bin Herise bundan sonra yapılan işkencelerden acı duymadı. Bir müddet sonra onu hapishâneden çıkardılar.

Vefâtı yaklaştığında talebelerine, sevdiklerine tavsiye ve nasîhatta bulundu. Oğlu Ebû Bekr'i yerine şeyh tâyin etti. Diğer çocuklarına; "Artık bu diyâra dönemeyiz." dedi. Hazırlık yaparak yolculuğa çıktı. Uğradığı her köyde halka nasîhat etmek için bir müddet kalırdı. Şuhr denen şehre vardığında bütün halk onu karşılamak üzere yola çıktı. Burada bir ay kadar kaldı. Pazartesi ve perşembe günleri vâz ve nasîhatlerde bulunurdu. Sonra ayrıldı. Yolda rahatsızlandı. Yanındakilere, dostlardan, vatandan ayrı kalmak ile ilgili kasîde okumalarını emretti. Terim şehrine vardığında 54 yaşında iken 1460 (H.865) yılında vefât etti. Zembîl kabristanına defnedildi.

Abdullah el-Ayderûs'un diğer kerâmetleri, Fethullah el-Kuddûs fî Menâkibi Abdullah el-Ayderûs adlı eserde anlatılmaktadır.

Abdullah el-Ayderûs'un yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) El-Kibrît-ül-Ahmer, 2) Şerhü Kasîdet-is-Sa'îd, 3) Menâkıb-i Sa'd bin Ali.

YÜZ VERMEDİN!

Fakîh Îsâ bin Muhammed şöyle anlatır:

Uzak bir diyârda idim. Abdullah el-Ayderûs'u açıkça bulunduğum yerde görmeyi temenni etmiştim. Mescide gittim. Oraya bir dilenci ve yanında birisi gelip benden bir şey istedi. Bir şey vermedim. Oradan ayrılıp başka yere gittim. O dilenci ve yanındaki kişi benim arkamdan geldi. Sonra yine yanıma yaklaşarak benden bir şeyler istedi. Yine yüz vermedim. Bunun üzerine o dilenci ve yanındaki ayrılıp gitti. Bir müddet sonra ben, Abdullah el-Ayderûs'un bulunduğu yere döndüm. Şeyh Abdullah'ın yanına giderek; "Ben sizi gittiğim yerde alenen görmeyi temenni ettim. Lâkin bu isteğim hâsıl olmadı." dedim. Bunun üzerine Ebû Muhammed el-Ayderûs ; "Sana alenî görünmem hâsıl oldu. Falan gün duhâ vaktinde sen falan mescidde idin. Senin yanına bir dilenci geldi. Yanında birisi de vardı. Senden bir şeyler istediler. Onlara bir şey vermedin. Sonra kalkıp bir yere gittin. Onlar da seni tâkib etti ve yine bir şeyler istediler. Yine yüz vermedin. İşte o dilencinin yanındaki ben idim. Ben, senin yanına o kılıkla gelmiştim." dedi. Ben; "Efendim! Sizin dedikleriniz doğrudur. Fakat o size fazla benzemiyordu." deyince, Şeyh Abdullah da; "Eğer ben bu hâlimle senin yanına gelse idim, sen beni tanır ve insanlara haber verirdin." buyurdu.

ABDULLAH BİN HÂZIR

ABDULLAH BİN HÂZIR
Evliyânın büyüklerinden ve hadîs âlimi. İsmi, Abdullah bin Hâzır bin Sabbah'dır. Evliyâullahdan Yûsuf bin Hüseyin'in dayısı ve Zünnûn-i Mısrî'nin arkadaşıdır. İran'ın Rey şehrinde doğmuş ve orada vefât etmiştir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hicrî dördüncü asırda vefât etmiştir. Tasavvufta büyük derecelere kavuşmuş, pek çok velî yetiştirmiştir.

Abdullah bin Hâzır hadîs ilminde büyük âlim olup, Muhammed bin Abdullah el-Ensârî, Şâz bin Feyyâz, Kabisa bin Utbe el-Kûfî, İbrâhim bin Mûsâ, El-Ferrâ', Er-Râzî başta olmak üzere pek çok âlimden hadîs öğrenmiştir.

Abdullah bin Muhammed bin Nâciye, Muhammed bin Yûsuf bin Bişr el-Hirevî, Ebû Bekr eş-Şâfiî ve başka âlimler de Abdullah bin Hâzır'dan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.

Yûsuf bin Hüseyin şöyle anlatır: "Mısır'a Zünnûn-i Mısrî'nin yanına gittikten sonra, Rey şehrine dönüyordum. Bağdâd'a vardım. Dayım Abdullah bin Hâzır orada idi. Hacca gidecekmiş, yanına gittim:

-Nereden geldin? diye sordu:

-Mısır'dan gelip, Rey'e gidiyorum. Bir nasîhat etmenizi isterim, dedim.

Buyurdu ki:

-Kabûl etmezsin!

-Ederim. dedim.

O yine,

-Kabûl etmezsin! buyurdu. Ben tekrar;

-Belki kabûl ederim, dedim.

Yine;

-Biliyorum kabûl etmezsin! buyurdu.

-İhtimâl ki kabûl ederim, dedim.

Buyurdu ki:

-Gece olduğunda git Zünnûn-i Mısrî'den ne yazmış isen, hepsini Dicleye bırak.

-Bir düşüneyim, dedim.

O gece düşünce bastı ve hiç uyuyamadım. Gönlüm bir türlü râzı olmadı. Ertesi gün gidip;

-Gönlüm bu işe râzı olmadı, dedim.

-Zâten ben sana kabûl etmiyeceğini söylemiştim, buyurdu.

-Bir şey daha söyler misiniz? dediğimde;

-Onu da kabûl etmezsin, buyurdular.

-Kabûl ederim, diye ısrar ettim. Bu sefer;

-Rey şehrine gittiğinde, ben Zünnûn-i Mısrî'yi gördüm deme, buyurdular.

Bu sözü uzun müddet düşündüm. Evvelki sözlerinden daha zor geldi. Tekrar ona gittim. Dedim ki:

-Bu dediğiniz iş zordur.

Buyurdu ki:

-Sana, senin için gâyet lüzumlu olan bir şey söyleyeceğim.

-Buyurun söyleyin, dedim.

-Şimdi evine gittiğin zaman, insanları kendine dâvet etme. Allahü teâlâya dâvet ederken öyle yaşa ki, Allahü teâlâdan bir an gâfil olup, O'nu unutmayasın, buyurdu. (Abdullah bin Hâzır'ın bu sözleri yanlış anlaşılıp, Zünnûn-i Mısrî'yi beğenmiyor sanmamalıdır. Onun maksadı: Zünnûn-i Mısrî tevhîd deryâsına dalmış, garîb hâlleri ve halkın anlayamıyacağı tasavvufî sözleri olan bir velî olduğundan, halkın, bu Allah dostuna düşman olmamaları içindir.)

Abdullah bin Hâzır'ın bu sözünü, Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî şu sözle izâh etti:

Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma; "Ey Mûsâ! Dilin her zaman beni zikretsin. Bulunduğun her yerde benimle ol." buyurdu.

Bu iki büyük velî bu söz ve îzâhlarıyla, her an Allahü teâlâyı hatırlayıp, O'nu bir an unutmamağı tavsiye buyurmuşlardır. Bu da dostluğa ve kulluğa yakışan şeydir.

Kendisine insanın îmânının nasıl kâmil olacağı sorulduğunda Ahmed bin Hanbel tarîkıyla rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfle, cevab verdi: "Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiğini mümin kardeşi için de sevmedikçe, îmânı kâmil olmaz".

Kadınların kocalarına karşı nasıl davranmaları sorulduğunda; erkeğin kadını üzerinde olan haklarını uzun uzun anlattıktan sonra Şâz bin Feyyâz, Amr bin İbrâhim, Katâde, Sa'îd bin Müseyyib, Abdullah bin Amr'dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudular. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ, kocasına teşekkür etmeyen (ona nankörlük eden) ve onunla yetinmeyen, iktifâ etmeyen kadına nazar etmez."

ABDULLAH BİN AVN

ABDULLAH BİN AVN

Peygamber efendimizin arkadaşlarını gören büyük velîlerden. İsmi Abdullah bin Avn bin Ertabân el-Müzenî'dir. İbn-i Avn diye de bilinir. Basra'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Hadîs-i şerîf mütehassısı olarak Basra'da şöhret buldu. 768 (H.151) senesinde vefât etti.

Abdullah bin Avn, devrinin büyük âlimlerinden okudu. Hadîs-i şerîf ilminde zamânın önde gelen âlimleri arasına girdi. Semâme bin Abdullah bin Enes, Muhammed ibni Sîrîn, İbrâhim en-Nehaî, Ziyâd bin Cübeyr bin Hayve, Kâsım bin Muhammed, Hasan-ı Basrî, Şa'bî, Mücâhid ve başkalarından hadîs-i şerîf rivâyet etti.

Hadîs-i şerîf öğrenmek için Mekke, Medîne, Kûfe, Basra ve daha pek çok yere seyahat etti. İmâm-ı A'meş, Dâvûd bin Ebî Hind, Süfyân-ı Sevrî, Şû'be, Ebû Yahyâ el-Kattân, Abdullah ibniMübârek, Vekî bin Cerrâh, Muâz ibni Muâz, Muhammed bin Abdullah el-Ensârî ve başkaları kendisinden hadîs rivayet ettiler.

Büyük âlim Kurre (rahmetullahi aleyh) der ki:

"Biz İbn-i Sîrîn'in verâsına, haram ve şüphelilerden sakınmasına hayrân idik. Fakat Abdullah ibni Avn, onu bize unutturdu. O bu hususta çok ileri mertebelerde idi."

Bikâr bin Abdullah es-Sîrînî anlatır:

"İbn-i Avn'ın kimseyle alay ettiğini görmedim. Çünkü o, kendi hâlinde ve nefsiyle meşguldü. Günden güne olgunlaşıyor, tasavvufta git-gide yükseliyor ve derecelere kavuşuyordu.

Abdullah bin Avn hazretleri her gün sabah namazını talebeleri ile kılar, kimseyle konuşmadan, kıbleye karşı oturur, Allahü teâlâyı zikrederdi. Bu hal güneşin doğmasına kadar sürerdi. Talebeleri de aynı şekilde yapardı. Güneş doğduktan sonra onlara dönüp, derse başlar ve nasîhat ederdi.

Bir defâsında; "Akıllı bir kimse bir hatâ işlediğinde ne yapalım?" diye kendisine soruldu. Buyurdu ki:

"Akıllı bir kimseyi, işlediği hatâ için azarlamak yakışmaz. Şu zamânımızda da durum budur. Kim birini incitirse, daha şiddetli azarı bir başkasından kendisi duyar."

Abdullah bin Avn, boş ve faydasız şeyler konuşmaz, insanların hayrına olan şeyleri anlatırdı. Bulunduğu yerde kendisinden çok güzel koku yayılırdı. Temiz ve güzel giyinirdi.Belli zamanlarda evine kapanır, sükût ve tefekkürle vakit geçirirdi. İyi işlerini gizler, belli etmezdi. Ana ve babasına iyiliği çoktu. Onların yediği kaptan hiç yemek yemezdi. Bu sebeple kendisine sordular: "Ey Allahın sevgili kulu niçin böyle yapıyorsun?" Cevâben buyurdu ki:

"Korkarım, yediğim kaptaki bir lokmada, onların gözü olur da farkına varmadan alıp yiyebilirim."

Bir gün annesi çağırdı. Biraz sert bir şekilde cevap vermişti. Sonra bu hâline çok üzüldü. Hemen gitti ve bu hareketine keffâret olsun diye, iki köle âzâd etti.

Evlerinin hepsinde müslümanlar parasız otururdu. İsteyeceği ücret onlara çok gelebilir düşüncesiyle hiç kira almazdı. Diline sâhib olup, hiçbir zaman kötü söz söylemezdi. Yaptıklarından pişman olmayan akl-ı selîm sâhibiydi. Kur'ân-ı kerîmi çok okur, cemâate devâm ederdi.

İbn-i Mus'ab'a; "Abdullah bin Avn hakkında ne dersin?" denilince;

"Avn oğlu ile yirmi dört sene berâber kaldım. Her şeyine dikkat ettim. Her hâliyle dînimize uygun yaşayışının netîcesinde meleklerin ona bir hatâ yazmadığı kanâatine vardım." cevabını verdi.

Yahyâ el-Kattân da;

"Avn oğlu Abdullah'ın üstünlüğü, insanlar arasında dünyâyı en fazla terketmiş olması bakımından değil, diline sâhib olması bakımındandır. O, insanlar arasında diline en fazla sâhib olanlardandır."

İbn-i Mübârek onun için; "Onun gibi namaz kılan görmedim." dedi. Âlimlerden Ravh ismindeki bir zât da; "Ondan daha ibâdet edici birisini görmedim." buyurdu.

Abdullah ibni Avn hiç kızmazdı. Bir gün birisi kendisini kızdırmak istedi, ona dönüp; "Allahü teâlâ sana iyilikler versin." cevabını verdi ve duâ etti.

Muhammed bin Fudale anlatır:

Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. "İbn-i Avn'ı ziyaret ediniz. Çünkü Allahü teâlâ ve Resûlü onu çok seviyor." buyurdu.

Bikâr binAbdullah es-Sîrînî, onun bir gün oruç tutup bir gün tutmadığını söyler.

İbn-i Mübârek'e; "İbn-i Avn ne ile bu dereceye yükseldi?" diye sorulunca; "Doğrulukla." cevabını verdi.

Abdullah ibni Avn vasiyetlerinde;

"Ey kardeşlerim! Sizin için üç şeyi seviyorum. Kur'ân-ı kerîmi gece-gündüz okumanızı, cemâate devâmınızı ve kötü işlere mâni olmanızı." buyurdu.

Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri – İmam Suyuti

 

PEYGAMBERİMİZİN MUCİZELERİ
PEYGAMBERİMİZİN MUCİZELERİ

Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri – İmam Suyuti

Peygamberimizin, yazı yazmasının ve şiir söylemesinin kendisine haram olması

Peygamberimizin bir özelliği de, yazı yazmasının ve şiir söyleme­sinin kendisine haram olmasıdır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyur­maktadır:

Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de buldukları o elçi’ye o ümmî peygamber’e uyarlar.” [45]

Ey Muhammed, sen bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Öyle olsaydı, bâtılcılar o zaman kuşkulanırlardı.” [46]

Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik, şiir ona yakışmaz da...” [47]

tbn Ebû Hatim, Mücâhid’în şöyle dediği haberini nakletmiştir: “Kitâb ehli olanlar, kendi kitaplarında Peygamberimiz’in okur-yazar ol­madığını görürler ve bunu söylerlerdi, işte bununla ilgili olarak: “Sen, bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun!” mealindeki âyet inmiştir.”

îmâm-ı Râfîî ise bu konuda şöyle der:

Peygamberimiz’in bir Özelliği olarak, yazı yazmasının kendisine haram olabilmesi için, O’nun yazı yazar olduğunu söylememiz gerekir. Halbuki O, yazı bilmezdi.

îmâm-ı Nevevî ise, bunu tenkid eder ve şöyle der: ‘Yazı yazmasını bilmediği halde, yazmanın kendisine haram kılınmış olması mümteni’ (imkansız) değildir. Bundan maksad, okur-yazar olmanın sebeblerine tevessül etmemesidir ve doğrusu da, O okur-yazar değildi...” [48]

Bâzıları ise bunun aksini söylemişler ve: “Hudeybiye andlaşması-nın yazıldığı sırada Kureyş temsilcisinin itirazı üzerine, Peygamberimiz (s.a.v.): “Bu, Muhammed bin Abdullah’ın andlaşmasıdır” diyerek yaz­mıştı. Zira Ali, böyle yazmaktan çekinmişti” demişlerdir. Onlara verile­cek cevab ise şudur: “Bu andlaşma ile ilgili olarak “…Yazdı” denilmesinden maksad, emir verip yazdırdı demektir [49]

Ebû Mes’ûd Dımeşkî de, Hudeybiye Musâlehasıyla ilgili olarak: ‘Yâni Peygamberimiz kalemi eline aldı, fakat güzelce yazmasını bilmi­yordu. Buna rağmen “Resûlüllah” yerine “Muhammed” kelimesini yazdı” der.

Ömer bin Şeybe’nin bu husustaki sözü ise şöyledir: “Peygamber (s.a.v.), Hudeybiye’de, kendi eliyle yazdı. Halbuki O, daha önce yazmayı hiç bilmiyordu. Tam yazmak istediği sırada, bir mucize olarak yazması­nı bildi ve yazdı.” Onun bu sözünü kabul edenler de olmuştur: Hadîs âlimlerinden Ebû Zerr el-Herevî, Ebu’l-Feth el-Nisâbûrî, Kâdî Ebu’l-Velîd el-Luhamî, Kâdi Ebu Cafer el-Simnanî el-Usûlî; bunu kabul eden­lerdendir. Hattâ Ebû’l-Velîd el-Luhamî şöyle demiştir: “Peygamberi-miz’in hiç yazı bilmediği ve öğrenmediği halde anîden orada yazmış olması, O’nun en kuvvetli mucizelerinden biridir.” Bazıları da şöyle de­miştir: “Peygamberimiz, o gün kendi eliyle; yazı bilmediği, yazıyı teşkîl eden harfleri hiç tanımadığı halde yazdı. Kalemi eline aldı ve hareket ettirdi. O’nun yazmak istediği şekilde bir yazı meydana geldi. Yâni yazı kendiliğinden ve mucizevî bir şekilde oluştu… Evet Peygamberimiz ka­lemi hareket ettirdi, fakat bilerek bir şey yazmadı. Yazı yazıldığı zaman bile, yazıyı ve onun harflerini tanımıyordu” [50]

Şiirin Peygamberimiz’ e haram olmasına gelince: “Ebû Davud’un buna delâlet eden hadîsi; îbni Ömer’den sevketmiş olduğunu görüyo­ruz… O, şöyle diyor: “Ben, Peygamber’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu i-şittim: “Ben eğer tiryak içersem nazarlık takınırsam, kendiliğimden şiir söylersem, hâlim ve âkibetim ne olur bilmem.

îbni Sa’d'ın Zühri’den rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.), Medi­ne’ye göçten sonra Mescid yapılırken, ashabın bu husustaki candan ça­lışmalarına bakarak duygulanmış ve: “Bu göç, Hayber göçü değildir! Rabbimiz, bu daha iyi, daha temizdir” anlamında bir söz söyleyivermiş-tir. Yine Zührî şöyle dermiş: “Peygamberimiz, şiir olarak ne söylemişse, bir başkasına âit misâl vermek üzere söylemiştir. Kendisinin, Mescid yapılırken söyleyiverdiği bu şiirden başka hiç şiir söylediği olmamış­tır. (Bunu da, şiir söylemek maksadıyla söylemiş değildir.) [51]

Yine îbni Sa’d, Abdurrahmân bin Ebûz-Zennâd’dan şöyle nakle­der: “Peygamber (s.a.v.) birgün, Abbas bin Mirdâs’a hitaben: “Hatırlıyor musun? Senin: “Benim ve kölelerimin elde ettiğimiz mallar, Akra’ ve U-yeyne arasında kaldı” gibi bir şiirin vardı?” demiş… Orada bulunan Ebû Bekir de: “Ey Allah’ın Resulü, anam babam sana kurbân olsun! Sen, bir şâir olmadığın gibi, şiiri de değiştirerek naklediyorsun. Zaten şiir de sana yakışır birşey değildir. Bunun söylediği o şiirin aslı, öyle değil;”…Uyeyne ile Akra’ arasında kaldı” şeklinde idi” der. (Yâni Peygambe­rimiz, bu misâlde de görüldüğü gibi, şiiri, bazen değiştirerek söylerdi. Bazân da misâl vermek için.)

Alimlerimiz demişlerdir ki: “Peygamberimiz’in şiir şeklinde söyle­miş olduğu sözler; şiir maksadıyla söylenmiş şeyler değildir ve kafiyen bunlara, şiir söylemek de denilmez… Kur’ân’da dahi bazân vezinli sözler vardır. Bunlar da kafiyen şiir değildir.”

İmâm-ı Mâverdî der ki: “Peygamber Efendimiz’e yazı yazmak ha­ram olduğu gibi, başkaları tarafından yazılmış bir yazıyı okumak da haramdı, ilgili âyet de bunu bildirir. O’na şiir söylemek yasak olduğu gibi, bir başkasına âit olan şiiri, şiir olarak nakletmesi de yasak idi.”

El-Harbî de şöyle demektedir: “Peygamber (s.a.v.), iki mısraı bir araya getirerek, tam bir beyit halinde şiir okumamıştır. Mutlaka tek mısra halinde misâl vermiştir. Bir beytin, yâ birinci mısraını okuyup i-kinci mısraını bırakmıştır, yâhud da ikinci mısraını okuyup birinci mısraını terketmiştir. Eğer her iki mısraı okuyarak misâl vermek iste-mişlerse, bu seferde mutlaka kelimelerin yerini değiştirmek suretiyle misâl vermiştir. Az yukarıdaki Abbas bin Mirdâs’m şiirinde olduğu gibi…”[52]

Peygamberimizin bir özelliği de, harbe karar verip zırhını giydikten sonra, çıkarmasının haram olmasıdır.

Ahmed ve îbni Sa’d Câbir bin Abdullah’tan rivayet eder. O şöyle der: “Peygamber (s.a.v.), Uhud Günü şöyle demiştir: “Ben, rüyamda kendimi çok sağlam bir zırh içinde gördüm… Bazı boğazlanmış sığırlar da gördüm… Sağlam zırhı, Medine olarak; boğazlanmış sığırları da as­kerlerden bâzıları olarak te’vîl edip yorumladım… Eğer isterseniz Me­dine’de kalalım. Düşman Medine içine kadar girecek olursa, kendimizi burada müdâfâ edelim.” Ashâb şu cevâbı verdiler: “Allah’a yemîn ederiz ki, onlar câhiliye zamanında bile şehrimiz Medine’ye girmiş değillerdir. islâm devrinde girmeleri nasıl olur?” Peygamberimiz de onların bu cevâbını ve tutumunu görünce: “O halde siz bilirsiniz” buyurdu. Sonra Peygamberimiz evine gitti”ve harp hazırlığını yapıp zırhını giyin­di. Ashâb bunu görünce, daha ciddî düşünüp: “Biz ne yaptık?” dediler. Resûlüllah’a karşı O’nun düşüncesini red ettiklerine çok pişman oldular. Resûlüllah’a mürâcât edip: “Ey Allah’ın Resulü, karar sizindir, siz nasıl bilirseniz öyle olsun!” dediler. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine şöyle buyurdular:

“Bunu şimdi mi düşünebildiniz? Biliniz ki, bir peygamber; harbe karar verip zırhını giydikten sonra, karar verdiği savaşı yapmadıkça zırhını çıkaramaz! Bu ona helâl değildir.” [53]

Peygamberimizin bir özelliği de, bir iyilik ve ihsanda bulunduğu zaman, daha İyisi veya daha çoğunu elde etmek niyetiyle vermesinin kendine haram olmasıdır.

Yüce Allah, bir âyetinde şöyle buyurmaktadır; “Habîbim, verdiğini çok bularak (veya daha çoğunu umarak) başa kakma…”[54]

îbni Cerîr, âyetin tefsîriyle ilgili olarak, Ümmetin Alimi ve Ter-cümânü’l'Kur’ân olan îbni Abbas’tan nakleder. O şöyle demiştir: “Bir i-yilik ve ihsanda bulunduğun zaman, onu ondan daha iyisine kavuşmak niyetiyle verme! Bu sana lâyık değildir.” [55]

Bütün müfessirler, bu hususun Peygamber’in (s.a.v.) bir özelliği olduğunda ittifak ve icmâ etmişlerdir.

Îbni Ebû Hatim de Dakhâk’tan Kur’an-ı Kerîm’deki: “insanların malları içinde, artması için verdiğimiz faiz, malı Allah katında artırıp bereketlendirmez…” [56] anlamına gelen âyetle ilgili olarak şöyle nakleder. Yâni Dahhâk demiştir ki: “Bu âyetteki ribâdan (faizden) maksat, helal olan ribâdır ki, bu şudur: Kişi insanlardan birine bir şey hediye eder. Onu, sırf bir hediye olarak verir. Fakat bunu vermekten maksadı, ondan daha iyisine kavuşmaktır, işte buna, ribâ’l-helal denilir. Fakat bu, Peygamber’e (s.a.v.) helal değildir. Peygamberimiz, böyle yapmaktan yasaklanmıştır. Çünkü bu, O’nun yüksek makam ve mansı­bına lâyık değildir…”[57]

Peygamberimizin, insanlara verilmiş bulunan dünyalığa gözlerini dikmesi haramdır

Yüce Allah, bu husustaki bir âyet-i celilesinde şöyle buyurmaktadır: “Onlardan bâzı sınıflara verdiğimiz dünyalığa gözlerini dikme! Ve onlar sana inanmıyorlar diye de üzülme! Sen, müminlere kanatlarını indir, onlara karşı mütevazı ve şefkatli ol.” [58]

Yukarıda mealini gördüğümüz âyetten de anlaşıldığı gibi, Pey­gamber Efendimiz’in bir özelliği de, başkalarına verilen dünyalığa göz­lerini çevirmesinin kendisine haram olması idi. Bu hükmü, bu şekilde imâm el-Râfiî, el-Izâh adlı kitabın sahibinden naklederek bildirmiştir. Nevevî ile ibnü’l-Kâdî de buna kesinlikle hükmetmişlerdir.[59]

Peygamberimizin özelliklerinden biri de, eşlerini iki seçim arasında bıraktığı zaman kendisini seçmeyen eşini tutmasının haram olması idi…

Bu hususu, daha önce geçen ilgili bölümde ifâde etmiştik… Nitekim Buhâri’nin Aişe’den sevkettiği rivayet de bunu ifâde etmektedir. Bu rivayete göre Aişe şöyle demiştir; “Cüveyne’li adamın kızı (Cüveyne ka­bilesine mensûb Nûmân bin Şerahbil’in kızı Ümeyme) Peygamber’e (s.a.v.) yaklaştığı zaman; “Ben, senden Allah’a sığınırım” demişti… Peygamberimiz de: “Gerçekten sığınılacak olana sığındın!” buyurdu ve ona hitaben: “Derhal ailene dön!” dedi. Yâni onu terk etti…”

Konu ite ilgili olarak îbni Mülakkın, El-Hasâis adlı kitabında der ki: “Bundan anlaşıldığına göre, Peygamberimizle birlikte kalmayı hoş görmeyen bir kadını Peygamberimiz’in tutması haram idi. Kendisini is­temeyen bir kadını nikâhına alması da haram idi. Bunun böyle olduğu­na, Peygamber Efendimiz’in, hanımlarını iki seçim arasında muhayyer kılmış olması da delâlet eder…”

îbni Sa’d, Mücâhid’den şöyle nakleder: “Peygamber Efendimiz, bir kadını nikahlamak istediği zaman, bu isteğini o kadına açıklar, eğer o kadın bunu kabul etmezse, Peygamberimiz bu istediğini bir daha tekrarlamazdı. Nitekim bir defasında, bu husustaki isteğini bir kadına bil­dirmiş, o kadın da “ailemle istişarede bulunayım” karşılığını vermişdi. Sonra bu kadın, âlilesiyle istişare edip onların muvafakatini aldığını bildirdiği zaman; Peygamber Efendimiz de, bunun vaktinin geçmiş ol­duğunu bildirmekle yetinmiştir…”[60]

Peygamberimizin bir özelliği de, ehli kitâbtan bir kadını nikahlamasının kendisine haram olması idi…

Ebâ Dâvâd Nâsih’inde Mücâhid’den şu haberi rivayet etmiştir: ‘Yüce Allah’ın Peygamberimiz’e hitabla: “Bundan böyle artık sana, ka­dınlarla evlenmek haramdır” [61]buyurması; Peygamber Efendi-miz’e, ehl-i kitâbtan olan kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır.” [62]

Yine Mücâhid’den Sâid bin Mansûr’un bir rivayeti bulunmakta. Bu rivayete göre de Mücâhid, aynı âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: “Yüce Allah’ın bu yasağı, yahûdî ve nasrânî kadınlarıyla ilgilidir. Onla­rın, Peygamber’e zevce, mü’minlere anne olmaya lâyık olmadıklarını bildiriyordu.”

Bizim Mezhebin (Şâfi Mezhebinin) âlimleri derler ki: “Peygam-berimiz’in hanımları, hem mü’minlerin anneleri, hem de cennette ebe­diyen Peygamberimiz’in eşleri oldukları için, bunların, yâni gayr-i müslim kadınlarının O’na eş olmaları haram kılınmıştır. Zira O’nun eş­lerinin, O’nunla ebediyen cennette beraber olmaları münâsebetiyle, aynı zamanda O’nun derecesinde bulunmaları gerekmektedir. Buna göre, çok yüksek şeref de kazanmış olmaktadırlar. Hem, Sevgili Peygamberimiz, gayr-i müslim kadınlarıyla arkadaşlık etmekten de hoşlanmazdı. Ayrıca Peygamberimiz’e nikahlanacak bir kadın, müslümanlardan biri bile olsa, Allah yolunda hicret etmiş olması da şart idi. Müslüman bir kadı­nın, Peygamberimiz’e nikahlanabilmesi için, hicret etmiş olması şart o-lursa; müslüman dahî olmamış bir kadının Peygamberimiz’e helâl olmayacağı-, kolaylıkla anlaşılır.”

Şafiî Mezhebi âlimlerinden Ebû îshâk şöyle demektedir: “Eğer Pey­gamberimiz, gayr-i müslim bir kadını nikahlamış olsaydı, Peygamberi-miz’în keremi ve şerefi için o kadına islâm hidâyeti nasîb olurdu.” [63]

Mezhebimiz âlimlerinden bâzıları, Peygamber Efendimizin ehl-i kitaptan olan bir câriye edinmesinin de kendisine haram olduğunu söy­lemişlerdir. Fakat, en sahîh kavle göre, bu kendisine haram değildir. Nitekim el-Hâvî adlı kitabında el-Mâverdî şöyle demektedir: “Peygam­ber (s.a.v.), cariyesi Reyhâne’yi, henüz o müslümanlığı kabul etmemiş­ken câriye edinmişti.” Mâverdî’nin bu sözüne göre, “Peygamber Efendimiz’e bu durumda; böyle bir cariyesine müslüman olmasını şart koşması, müslümanlığı kabul ettiği takdirde onu tutması, kabul et-diği takdirde ise, onu terk etmesi üzerine vâcib mi idi, değil mi idi?” diye ihtilâf edilmiştir ve iki vecih üzerinde durulmuştur: Birincisine göre: “Peygamberimiz’in onu iki seçim arasında muhayyer bırakması vâcib idi. Eğer müslüman olmayı kabul ederse, ne güzel! Bu takdirde o da; âhirette ebediyen Peygamberimiz’in eşi olur.” ikinci kavle göreyse; Pey-gamberimiz’in onu iki seçim arasında muhayyer kılması vâcib değildir. O, kendi isteği ile dilerse müslümanhğı kabul eder. Eğer etmezse, Pey-gamberimiz’in böyle bir kitabî (ehli kitap) cariyesinden ayrılması ge­rekmez. Nitekim Reyhâne misâli, buna delâlet eder.”[64]

Peygamberimizin bir özelliği de, hicret etmemiş bir kadını nikahlamasının kendine haram olmasıdır

Evet, bu da Peygamberimiz’in özelliklerinden birini teşkil etmekte idi. Tirmîzî’nin hasendir kaydiyle, ibni Ebû Hâtim’in îbni Abbas’tan rivayet ettikleri şu haber buna delâlet eder: “Peygamber (s.a.v.), bütün kadınlardan nehyolundu. Ancak, Meküne’ye hicret eden müslüman kadınlar için izin verildi. Yüce Allah, bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Habîbim, bundan sonra artık sana, başka kadınlarla evlenmek, şimdiki eşlerini başka eşlerle değiştirmek helal değildir! İsterse onların güzellikleri senin hoşuna gitmiş olsun. Artık başka kadınlarla evlenemezsin. Yalnız elinin altında bulunan cariyeler hariç. Allah, her şeyi gözetleyicidir.” [65]

Yine bundan önceki âyetleri gereği, (Ahzâb, 50,51) Yüce Allah, Pey-gamberimiz’e müminlerin kızlarının, kendisini Resûlüllah’a hibe eden mü’mine bir kadını helal kılmış; bunlardan maadasını ise haram, kılmış­tır. Dîni, islâm’dan başka olan kadınları da O’na haram kılmıştır.” [66]

Keza Peygambere (s.a.v.), O’nun bir özelliği alarak, müslümanhğı kabul etmiş bulunan bir cariyeyi nikahlaması da haram idi. Bu husus­taki iki tevcihin, en sahîh olanı budur.”[67]

Peygamberimizin özelliklerinden biri de, onun herhangi bir kimsenin aleyhine gözüyle işarette bulunmasının haram olması idi…

Ebû Dâvûd, Nesaî, sahihtir kaydiyle Hâkim ve Beyhakı Sa’d bin Ebu Vakkâs’tan şöyle rivayet ederler: “Peygamber (s.a.v.) Mekke’nin fet­hi gününde, umûmî af ilan etti.,. Ancak bu umûmî aftan dört kişiyi is­tisna eyledi. Abdullah bin Ebû Şerh, bu dört kişiden biriydi. Abdullah, kendisinin yakını bulunan Osman bin Affân’ın yanında saklandı. Sonra Peygamberimiz insanları biat etmeye çağırdı. Bu sırada Osman, Abdul­lah’ı yanına alarak geldi ve: “Ey Allah’ın Resulü, Abdullah biat etti” dedi. Peygamberimiz ise, üç defa başını yukarı kaldırıp baktı ve her defasında Abdullah’ın biatini kabul etmek istemedi. Üçüncüsünden sonra, onun biatini kabul etti… Sonra yanındaki ashabına dönerek şöyle dedi: “içi­nizde derin anlayışlı biri yok muydu? Ben bu adamın biatini kabul et­mek istemediğim zaman, bunu görüp de ayağa kalkmalı ve bu adamı öldürmeli idi.” Ashâb bunun üzerine: “Ey Allah’ın Resulü, sizin içiniz-dekini biz ne bilelim? Bize bir işarette bulunsaydınız!” dediler. Peygam­berimiz de: “Bir peygamber için, böyle haince bir iş, hiç yakışık almaz!” buyurdu.

tbn Sa’d, Saîd bin Milseyyeb’ten şöyle nakleder: “Peygamberimiz bu sırada ashabına cevaben: “imâ, işaret etmek; hıyanettir! Bir pey­gamber için imâ etmek yoktur!” buyurdu.

îmâm-ı Râfîi şu açıklamayı yapar: “Hâine-i âyün, yani gözle işaret etmek; öldürülmesi veya dövülmesi mübâh ve caiz olan birisi hakkında, bu işlemin yapılması için işarette bulunmaktır. Böyle bir hareket, Peygamberimiz’den başkası için haram değildir. Çünkü aslında, mübâh ve caiz olan bir şey yapılacaktır. Ancak yapılması hak ve mübâh olmayan bir iş olursa, o hususta gözle işaret etmek de caiz olmaz… Peygamberi­miz için caiz olmayan ve O’nun bir özelliği bulunan husus ise; îdamı is­tenmiş ve îlân edilmiş bir adam için bile, gözle işarette bulunmasının haram oluşudur. Kendilerinin buyurdukları gibi: “Bir peygamber için işaret etmek yoktur.”

El-Telhîs adındaki kitabın sahibi, buna bakarak, Peygamber E-fendimiz için, harbte hile yapmasının da caiz olmadığı kanâatine var­mıştır.   Fakat  büyük   ekseriyet   kendisine   muhalefet   etmiştir.   Bu

muhalefetin sebebini de el-Râfiî şöyle açıklamıştır: “Zira Peygamber Efendimiz; bir sefere çıkacağı zaman, başka tarafa gidecekmiş gibi göste­rip hedefini gizlerdi. Bu, pek meşhurdur ve Buhârî ile Müslim’in sahihlerinde Ka’b bin Malik Hadisi olarak mevcudtur. Bu tevriye ile îmânın arasındaki farka gelince büyük işlerde tevriye yapılır. bunun, yapanı aşağılatıcı bir niteliği yoktur, imâ ise, yapan için kınanan bir şeydir…”

Ben de bu münâsebetle şu inceliği hatırlatmak isterim: Bey-hakî’nin ed-Delâil adlı kitabında Ebû Hüreyre’den rivayetle, Peygam-ber’in (s.a.v.), Ebû Bekir’le birlikte Medine’ye girecekleri sırada (hicretleri esnasında), Ebû Bekir’e hitaben şöyle buyurduğu yazılıdır: “Ey Ebu Bekir, insanları gereği gibi oyala, benim konuşmama mahal bırakma! Zira bir peygamberin yalan söylemesi lâyık değildir.” Bunun üzerine, kendilerine soru soranları Ebu Bekir oyaladı. Onlar: “Sen kim­sin?” diye soruyorlar, Ebû Bekir de: “Yola çıkmış birisi!” diyordu. Onlar: “Bu yanındaki adam kim?” diyor. Ebu Bekir de: “Bana yolu gösteren bi­risi” diye karşılık veriyordu.”

Beyhakî’nin bu rivayeti gösterir ki, tevriyede bulunmak da, eğer büyük işlerle ilgili olmaz, sâdece özel bir mâhiyette bulunursa, yine bir peygamber için layık düşmemektedir. Zira yukarıdaki olayda Ebu Be­kir’in söyledikleri de bir tevriyedir, fakat bunda bir yalan bulunmamak­tadır. Fakat o, hem Peygamberimiz’in tanınmasını önlemiş, hem de doğruyu söylemiştir. Tevriyesini yaparken de: “Bu, beni hak ve hayır yo­luna hidâyette kılan kişidir!” demek istemiştir. Böyle bir tevriyeye, olsa olsa, sâdece şekil ve suret bakımından yalan denilebilir. Yoksa hakikatte bir yalan olmadığı meydandadır, işte, önceki geçen konuların birinde, Peygamberimizin şefaat hadîsini de görmüş, orada ibrahim (a.s.)’m kendisine izafetle: “Siz en iyisi, bir başkasına gidip şefaatçi olmasını is­teyiniz! Zira ben, üç defa yalan söylemiştim” dediğine vakıf olmuştuk.-işte onun bu sözündeki; “yalan söylemiştim” dediği şeyler de, hiç şüphesiz hakikatte yalan olmayıp, şekil ve suret bakımından yalana benzeyen sözlerdi. Bunun bu şekilde anlaşılması da, bu vesile ile, bizim için çok açık ve kolay olmuştur. Demek ki, peygamberlerin, kendi şahsî işleri için tev­riyede bulunmaları, kendi yüksek makamlarına lâyık görülmediği içindir ki, yukarıdaki misâlimizde Peygamber Efendimiz, tevriyede bulunmak­tan sakınmış, bunu Ebû Bekir’e havale etmiştir. Keza İbrahim (a.s.) da, kendisine âit üç adet tevriyeyi, bu sebeble kendisinin aleyhine saymış o-lacak ki, bunları zikrederek şefaatten çekinmiştir. [68]

Peygamberimizin Bîr Özelliği De, Tekbîr Ve Ezan Sesî Duyulan Bîr Yere Baskın Yapmasının Haram Olmasıdır.

Peygamberimiz’in özelliklerinden biri de, tekbîr veya ezan sesinin duyulduğu bir yere, baskın yapmasının kendisine haram olmasıdır. Buna dair Buhârî ve Müslim’in Enes’ten rivayet olunan haberi, yeterli delîl kabul edilmiştir. Bu rivayete göre Enes şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v.), Allah yolunda gazaya çıktığı zaman, bir yere uğradığında, eğer oradan tekbîr veya ezan sesi duyulursa, oraya baskın yapmazdı. Bunun tesbîti için de, bütün gece boyunca bekler, sabah olduğunda o yerden ezan sesinin gelip gelmediğine bakardı. Eğer ezan sesi duyulursa, oraya baskın yapılmasına izin vermez, eğer ezan sesi gelmezse baskınını ya­pardı.” îşte bunu da Ibni Seb’, Peygamberimiz’in bir Özelliği saymıştır.[69]

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Müşriklerden Yardım İstemesinin Kendisine Haram Olmasıdır

Evet, el-Kudâî’nin anlattığına göre Peygamber Efendimiz’in özel­liklerinden biri de, O’nun müşriklerden yardım istemesinin kendisine haram olmasıdır. Buhârî’nin Târih’inde Hubeyb bin Yessâf tan şöyle bir rivayeti vardır. O demiştir ki: “Peygamber (s.a.v.), bir gün bir tarafa gitmek üzere karar vermişti. Biz de kendisine gidip: “Ey Allah’ın resulü, kavmimizin katılacağı bir sefere, biz de katılmak istiyoruz!” diyerek kendisine mürâcâtta bulunduk… Peygamberimiz bize sordu: “Siz her i-kinız de, müslüman oldunuz mu?” Biz de tabiî henüz müslümanlığı kabul etmemiş olduğumuzdan: “Hayır” cevabını vermiştik… Bunun ü-zerine O şöyle buyurdu: “Biz, düşmanlarımız bulunan müşriklere karşı, müşriklerden yardım istemeyiz.” [70]

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Zulüm Üzerine Şahit Olmayı Kabul Etmemesidir

El-Kudâî’nin değerlendirmesine göre, Peygamberin (s.a.v.) özel­liklerinden biri de, zulüm olan bir iş yapılmak istenildiği zaman orada hazır bulunmayı kabul etmemesidir. Bu hususta Buharı ve Müslim, Nûmân bir Beşir’den rivayet ederler,

(Müellif, burada böyle bir başlık attıktan sonra, gerisini getirmeyip boş bırakmıştır.) [71]

Kaynak : Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri – İmam Suyuti

Dipnot lar:

[45] A’raf suresi, 157

[46] Ankebut suresi, 48

[47] Yasin suresi, 69

[48] Sahih olan da budur. Yani ukuyup-yazmasınm Peygamber Efendimiz üzerine haram olmasından maksad, okuyup-yazmayı öğrenmenin sebeblerine tevessül etmemesidir. Yoksa yasak olmaması hâlinde, Peygamberimizin buna güç getireceğinde, kimsenin bir şüphesi yoktur

[49] Peygamberimiz’in Hudeybiye Musâlehası sırasında, kalemi Ali’den alıp kendi eliyle: “Bu, Muhammed bin Abdullah’ın andlaşmasıdır” diye yazmışttr, iddiası sahîh olmayan bir iddiadır. Zira bunu bizzat yazan Ali olmuştur. Fakat Peygamberimiz Ali’ye böyle yazmasını emrettiği için, Ali’ye değil de Peygamberimiz’e nisbet edilmiştir

[50] Müellifimiz’in, “bazı hadîs âlimleri…” diye naklettiği bu zâtlar ve onların bu tevilleri, kesinlikte makbul değildir. Onlar, sabit olan mucizeyi tersine çevirmişlerdir. Eğer Peygamberimiz, lüzumunda ve anında yazmayı öğrenmiş veya bilmeksizin yazmış İse; Kur’ân’ın kesinlikle haber verdiği “O’nun Ümmîliği” nerede kalır? Şaşılacak şey! Sanki a-damlar, Peygamberimiz kalemi eiiyle tutarken başındaymış gibi tasvir ediyorlar. Bilmiyorlar ki, bununla Peygamberimiz’i ve O’nun mucizesini hafife almış oluyorlar. Biz, bu gibi tevilleri asla kabul edemeyiz…

[51] Çünkü şiir: “Şiir söylemek maksadıyla ve mevzun olarak söylenen söz”dür. E-fendimiz ise, verilen misallerde olduğu gibi, vezinli ve kafiyeli şiir söylemek kasdında bulun­mamış, sâdece ve rasîgele söyleyiverm iştir, o kadar

[52] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/458-461.

[53] Peygamberimiz bunu, Cuma Namazını kıldırdıktan sonra söylemişti. Uhud’a çıkıp savaşmaları ise Cumartesi günü olmuştu… Bu savaş,. Bedir’den bir sen© sonra, hic­retin üçüncü yılında vukua gelmiştir

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/461-462.

[54] Müddessir suresi, 6

[55] Müfessir Ibni Kesir, âyetin tefsiri üzerinde dört vecih olduğunu anlatır. Fakat kendisi de, birinci vechi tercîh eder. Bu ise, yukarıdaki Îbni Abbas’tan nakledilen husustur.

[56] Rûm suresi, 39

[57] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/462.

[58] Hicr suresi, 88

[59] Ayetteki yasak, umûmi olduğundan, her mü’mînin dahi, bir başkasına verilmiş bulunan dünyalığa gözlerini çevirmemesi gerekir. Tabîî bu, Peygamberimiz için, daha büyük bir gerekliliktir

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/463.

[60] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/463-464.

[61] Ahzab suresi, 52

[62] Bu, bir delîle dayanmayan bir tahsîstir. Zira ilgili âyette: “Kadınlarla…” buyurul-muştur ve bütün kadınlara şâmildir. Bunu, yalnız ehl-i kitâbtan olan kadınlar olarak anlamak ve böyle bir tahsisde bulunmak, doğru değildir.

[63] Bu, delile dayanmayan bir faraziyedir. Peygamberimiz, eğer ehl-İ kitâbtan birini nikahlamış olsaydı, müslüman olması için onu zorlayamazdı. Eğer o, kendi irâde ve isteği ile müslaman olursa, mü’minlerin annesi ve Peygamberimizin ebedî eşi olmayı kazanmış olur du. Eğer kendi dîni üzerinde isrâr ederse, bunlardan bir şey kazanamazdı. Fakat sahîh olanı, Peygamberimiz ehl-i kitabdan biriyle nikah akdi yapmaz, ona cariyesi (mülk-i yemini) olarak mâlik olurdu.-

[64] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/464-465.

[65] Ahzab suresi, 52

[66] .  Konuyla ilgili ve: “Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmek sana helâl değildir” mealindeki ayet üzerinde ihtilâf edilmiş, bâzıları bu âyetin mensüh olduğunu söyle­miştir. Fakat Ebû Hanîfe, mensuh olmadığını aç  lamıştır. Biz de, daha önce geçen ilgili bölümde, Ebû Hanîfe’nin kavlinin kavî olduğunu, mâkûl ve makbul olanın bu olduğunu bildi-rerek tercihimizi belirtmiştik

[67] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/465-466.

[68] Evet, Peygamber Efendimizin büyük İşlerde tevriyede bulunduğu olmuştur. Ni­tekim Hendek Gününde yeni müslüman olan Nâim bin Mes’ûd’a hitaben Efendimiz: “Ey Naîm, git gücün yettiğinde birşeyler söyle ve onları harpten uzaklaştırmaya çalış! Bil ki harb, hud’adır!” buyuruyordu. Peygamberimiz, kendileriyle andlaşma yaptığı düşmanlarına dahî, onların hiyânet ettiklerini, bu yüzden andlaşmalarının geçersiz olduğunu haber verip ilân et­meden, onlara karşı harb yapmaz, onları aldatmazdı. Nitekim ilgili âyette de buna işaret ve delâlet edilmiştir. (Enfâl, 58.)

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/466-467.

[69] İbni Seb’ın bu sözünden anlaşıldığına göre o; her şeyi Peygamberimizin bir özelliği saymak taraftarıdır. Fakat bu doğru değildir. Daha önce de birkaç defa işaret ettiğimiz gibi, kesin delîl olmadan bir şeyi tahsîs etmek, isabetli olmaz… Burada da bunun, Peygam­berimiz’in bir özelliği olduğuna delâlet eden yeterli bir delîl yoktur. Mâruf ve sabit olan odur ki, Peygamber Efendimiz, bu şekilde hareket etmeleri için askerînin komutanı durumunda o-lanlara da emrederdi. O halde bu, O’na hâs değildir.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/468.

[70] Bu dahi, Peygamberimiz’in kendisine hâs olan şeylerden değildir. Zaruret ol­madıkça, müslümanların da, müslüman olmayanlardan yardım istemeleri doğru değildir. Gerek Peygamber Efendimiz’in yukarıdaki sözlerinden gerekse ilgili âyetten anladığımız budur. (At-i İmrân, 118.)

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/468.

[71] Evet, Peygamberimiz {s.a.v.), Nûmân bin Beşîr’in babasına hitaben: “Sen, yapmak istediğin bu iş üzerine, benden başkasını şahit tut! Zira ben, zulüm olan bir iş üzerine şahit olamam!” buyurmuştur. Fakat Peygamber Efendimiz böyle buyurmakla; bir başkasının zulüm üzerine şahit tutulmasının caiz olacağını İfâde etmek istememiş, Nûmân bin Beşîr’in babasına, yapmak istediği İşin bir zulümden ibaret olduğunu söylemek istemiştir. Yoksa zu­lüm üzerine şahit olmanın bütün müslürnanlara haram olduğunda hiç şüphe yoktur. Binâen aleyh bunu, peygamh»rimiz’in hir belliği olarak anlamak doğru değildir.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/469.

SECDE AYETLERİ VE TİLAVET SECDESİ

Kuran-ı Kerim ayetlerinde 14 tane secde ayeti vardır. Bunlardan birini okuyan veya işiten her mükellefe secde vacib olur. Bu secdeye tilavet secdesi denir.

YAPILIŞI: “Niyet ettim ALLAH rızası için tilavet secdesi yapmaya” diye niyet edilerek eller kaldırılmaksızın “Allâhü Ekber” denilerek secdeye gidilir. Secdede üç kere “Sübhâne rabbiyel âlâ” denilir. Daha sonra “Allâhü Ekber” denilerek secdeden kalkılır. Kalktıktan sonra “Semi’nâ ve eta’nâ gufrâneke Rabbena ve ileykel masir” denir.

Kur’an-i Kerim’deki secde Ayet-i Kerimelerini okuyan ve dinleyen mü’minler, üzerlerine vacib olan secde hususunda titizlik göstermelidirler Çünkü bu amel; şeytani ve tağuti güçleri hüsrana uğratan bir olaydır

Sûre No Ayet No:1 - 7 Araf 206
2  – 13 Rad 15
3  – 16 Nahl 49
4 – 17 İsra 107
5 – 19 Meryem 58
6 –  22 Hacc 8
7 –  25 Furkan 60
8 –  27 Neml 25
9  – 32 Secde 15
10 –  38 Sad 24
11 –  41 Fussilet 37
12 –  53 Necm 62
13 –  84 İnşikak 21
14  – 96 Alak 19

KURBANIN VE KURBAN BAYRAMININ FAZİLETİ



KURBANIN VE KURBAN BAYRAMININ FAZİLETİ
KURBANIN VE KURBAN BAYRAMININ FAZİLETİ


KURBANIN VE KURBAN BAYRAMININ FAZİLETİ 
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) büyük, boynuzlu çok güzel iki koç istedi, birsini yere yatırıp besmele çekip, tekbir getirerek “Allah’ım! Bu Muhammed ve Ehl-i Beytimdendir” deyip kesti, sonra ikincisini isteyip ayni şekilde keserken “Allah’ım! Bu da Muhammed ve

ümmetindendir” dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:

• Allah katında günlerin en muazzamı kurban bayram günüdür.

• Kurban kesiniz ve bizzat ona iyi muamele ediniz. Çünkü bir kimse kurbanını alır, onunla kıbleye dönerse, kıyamet gününde o kurbanın kanı ve tüyü onu koruyan iki kale olur. Muhakkak surette kurbanın kanıl Hz. Allah’ın muhafazasında toprağa düşer. Azıcık bir infakta bulununuz, çok mükâfata nail olursunuz.
• Kim kurban bayramı gününde kesmek için kurbanına yaklaşırsa Allahü Teâlâ da cennette ona yaklaşır, kurbanını kestiği zaman kanından akan ilk damla ile birlikte onu mağfiret eder, Allahü Teâlâ o kurbanı kıyamet gününde mahşere kadar onun için binek kılar, derisi ve her kılı adedince ona sevap ihsan eder.
Hz Aişe (r.anha) rivayet etti ki, “Resulüllah Efendimiz (s.a.v.) güzel boynuzlu, ayakları, göz çevresi ve karnı siyah bir koç (getirilmesini) emretti. Getirilince yatırıp Bismillah; Allahümme tekabbel min Muhammedin ve Al-i Muhammedin ve min ümmet-i Muhammedin’ diyerek kesti.

• Gücü yeten kimsenin, şefaate nail olmak niyetiyle Allah rızası için Fahr-i Âlem (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’ne bir kurban kesmesi menduptur.
• Aliyyü’l-Murteza (k.v.) Hazretleri biri kendisi için, biri Resulü Ekrem Efendimiz için olmak üzere iki koç kurban ederler ve ‘Resulüllah (s.a.v.) zat-ı şerifleri için kurban kesmeyi bana vasiyet buyurdular’ derdi

Teşrik tekbirleri, arefe ve bayram geceleri



Arafat
Arafat
Teşrik tekbirleri, arefe ve bayram geceleri



Teşrık tekbiri, teşrık günlerinde alınan tekbir demektir. Mükellef olan her Müslüman’a vâciptir. Teşrık tekbirleri hakkında Kur’an-ı Kerim’de, Belli günlerde Allâh’ı zikrediniz (el-Bakara, 184) buyrulmuştur.
Zilhiccenin 9’uncu günü arefedir. Arefe günü sabah namazından başlayarak beşinci günün –ki, zilhiccenin 13’üncü, bayramın dördüncü günü– ikindi namazına kadar her farzın arkasından Allâhü ekber, Allâhü ekber. Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber. Allâhü ekber ve lillâhi’l-hamd” denilerek tekbir alınır. Toplam 23 vakit eder.
Tekbir getirirken ara verilmemelidir. Sol tarafa selâm verildikten sonra, daha yerinden kalkmadan, mescidden çıkmadan ve dünya kelâmı konuşmadan tekbir getirmek lâzımdır.
Teşrık tekbirini almakta; münferid (namazını yalnız kılan), imam, cemaat, mukim, müsâfir, kadın, erkek, herkes aynıdır. Namazın başından imama yetişemeyen kimse de, lâhık gibi yetişemediği rek’atleri kazâ edip selâm verdikten sonra bu tekbiri alır. Şayet tekbiri imamla birlikte alıp, sonra namazdan yetişemediği kısmı kazâya kalksa, namazı bozulmaz.
***
Arefe ve bayram geceleri mümkünse Hatm-i Enbiyâ, Hatm-i istiğfar yapmalı ve Tesbih Namazı kılmalıdır.
Açıklama: Hatm-i istiğfar, 1001 defa “Estağfirullâhe’l-azıym ve etûbu ileyk” diyerek istiğfar okumaktır.
 (Duâ ve ibâdetler, Fazilet Neşriyat, İstanbul, 1983, 51)