17 Mayıs 2011 Salı
Uhud dağından ağır gelen amel
Uhud dağından ağır gelen amel
Hz. Aişe validemiz,rüyasinda kiyametin koptuğunu,insanlarin mahşer yerine toplandiklarinigördü.
Bir kadinin ameli uhud dagindan da agir geldi.
Hz. Aise o kadini taniyordu.
Uyaninca onu cagirtti ve amelinin ne oldugunu sordu.
Kadin söylemekten cekindi.Hz. Aise israr edince dediki;
´´Su yedi hususla amel etmeye cok dikkat ederim
Hz. Aise o kadini taniyordu.
Uyaninca onu cagirtti ve amelinin ne oldugunu sordu.
Kadin söylemekten cekindi.Hz. Aise israr edince dediki;
´´Su yedi hususla amel etmeye cok dikkat ederim
1-Kendimi hep korudum.Hic bir zaman beni mahremimden baskasi görmedi.
2-Elimde oldukca benden bir sey isteyeni hic bos cevirmedim.
3-Hic bir zaman yalniz yemek yemedim.
4-Ezan okumadan önce Namaza hazirlandim.
5-Müezzin ezan okuyunca onun söylediklerini bende söyledim.
6-Istisare etmeden, danismadan bir sey yapmadim.
7-Akrabamdan benden alakayi kesmis olani ,ben aradim ziyaret ettim.´´
Bunun üzerine Aise validemiz
Bunun üzerine Aise validemiz
´´Senin mizanin´,iste bununla agir oldu.´´ buyurdu.
16 Nisan 2006 Fazilet takvimi
VAZİFE BAŞINDA ÖLMEK
Hz. Osman b. Affan r.a. Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’in bugünkü tertibe göre derlenip çoğaltılmasını sağlamıştır. Halifeliğinin son yıllarında, yahudi asıllı İbn-i Sebe’nin başını çektiği entrikalar ve halifenin kâtibi Mervan b. Hakem’in halkı soğutan kaba tavırları, bazı bölgelerde hoşnutsuzluğa yol açmıştı. Sonunda Mısır, Kûfe ve Basra’dan çıkıp Medine’ye gelen silahlı gruplar, bir ay kadar süreyle halifenin evini kuşatma altında tutmuş, halifelikten çekilmesini istemişlerdi.
Hazreti Osman r.a. ise, ölse bile taşıdığı halifelik gömleğini çıkartmayacağını bildirmiş, isyancıların istifa isteğini geri çevirmişti. Onlarla savaşmak isteyen sahabi arkadaşlarına da, Medine’de kan dökülmesine izin vermemişti.
Bütün çıkış yollarını kapatan kuşatma, Hz. Osman r.a.’ın susuz kalmasına yol açmıştı. Vefatından bir gece önce rüyasında, iki halifesiyle birlikte Rasulullah s.a.v.’i görmüş ve onun elinden su içmişti. Allah Rasulü s.a.v. ona: ‘Yarın yanımızda iftarını açarsın’ demişti. Ertesi gün, kuşatma altındaki evinde Kur’an-ı Kerim okurken, Hz. Osman r.a. isyancı katiller tarafından şehit edildi.
Bu olaydan sonra Hz. Osman r.a.’ın neden halifeliği bırakmayıp, ölmeyi göze aldığı merak konusu oldu. İnsanların merakına Hz. Aişe r.a. karşılık verdi:
‘Allah Rasulü, bir gün Osman’ı yanına çağırdı. Başbaşa birşeyler konuştu. Sonunda Osman’ın omuzuna dokunarak üç kere şöyle dedi:
- Ey Osman! Umulur ki Allah sana bir gömlek (halifelik gömleği) giydirecek. Eğer kimi münafıklar senden onu çıkartmayı (vazifeyi bırakmayı) isterlerse, bana kavuşuncaya kadar o gömleği çıkarma!’
O gün bu haberi alan Hz. Osman r.a., halifeliğinin en zor günlerini yaşarken bile sabretti. Rasulullah s.a.v.’in emrine uydu ve nihayet vazifesi başında şehit edilerek O’na kavuştu.
Kurban kesemeyen mü’minler ne yapmalı?
Kurban kesemeyen mü’minler ne yapmalı?
Kurban kesmeye mâli vaziyeti müsait olmayanlar, birinci bayram günü öğleden sonra 6 rek’at namaz kılarlar.
Namaza şöyle niyet edilir:
“Yâ Rabbî, âciz kulun kurban kesemedi. Kurban yerine şu vücudumu huzurunda yere sererek kurban ediyorum. Beni de kurban kesenler meyânına kabul eyle.”
1. Rek’atte: 1 Fâtiha, 1 İnnâ enzelnâhü…,
2. Rek’atte: 1 Fâtiha, 1 İnnâ a’taynâ…,
3. Rek’atte: 1 Fâtiha, 1 Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn…,
4. Rek’atte: 1 Fâtiha, 1 İhlâs-ı şerif,
5. Rek’atte: 1 Fâtiha, 1 Felak sûresi,
6. Rek’atte: 1 Fâtiha, 1 Nâs sûresi okunur.
Her iki rek’atte bir selâm verilir.
Her iki rek’atte bir selâm verilir.
Herkes ameline göre haşrolur

Herkes ameline göre haşrolur
Sual:
Kıyamette insanlar haşrolurken herkes iyi kötü karışık mı olacak, yoksa iyiler ayrı mı olacak?CEVAP
Kur’an-ı kerimde mealen, (Hepiniz bölük bölük gelirsiniz) buyurulmaktadır. (Nebe 18)
Peygamber efendimize bu âyet-i kerimenin manası sorulmuş, O da uzun şekilde açıklamıştır. İnsanların yaptığı amellere göre çeşitli şekillerde haşrolunacağı bildirilmiştir. Hadis-i şerifin sonunda buyuruluyor ki:
(Maymun suretinde olanlar koğuculuk edenlerdir. Hınzır şeklinde olanlar haram yiyenlerdir. Başı üstü sürünenler, riba yiyenlerdir. Körler, hüküm verirken haksızlık edenlerdir. Dilsiz ve sağır olanlar, amellerini beğenenlerdir. Dilleri göğüslerine sarkık olanlar, işleri sözlerine uymayan âlimlerdir. El ve ayakları kesik olanlar, komşularını incitenlerdir. Pis kokulu olarak gelenler, içki içen ve zina eden ve zekat vermeyenlerdir. Katrandan elbise giyenler, insanlara karşı büyüklenip kibirlenenlerdir. Allahü teâlâ hepsinden korusun!) [Tibyan]Daha başka şekillerde de hesap yerine gidileceği bildirilmiştir. Burada bildirilenler, günah işleyip de tevbe etmeden ölenler içindir. Tevbe edenler veya sevabı günahından daha fazla olan kimseler o şekilde haşredilmezler.Akıllı kimse, hiçbir günahı küçük görmemeli, hepsinden kaçmalıdır.
Herkes ameline göre haşrolur
Sual:
Kıyamette insanlar haşrolurken herkes iyi kötü karışık mı olacak, yoksa iyiler ayrı mı olacak?
CEVAP
Kur’an-ı kerimde mealen, (Hepiniz bölük bölük gelirsiniz) buyurulmaktadır. (Nebe 18)
Peygamber efendimize bu âyet-i kerimenin manası sorulmuş, O da uzun şekilde açıklamıştır. İnsanların yaptığı amellere göre çeşitli şekillerde haşrolunacağı bildirilmiştir. Hadis-i şerifin sonunda buyuruluyor ki:
(Maymun suretinde olanlar koğuculuk edenlerdir. Hınzır şeklinde olanlar haram yiyenlerdir. Başı üstü sürünenler, riba yiyenlerdir. Körler, hüküm verirken haksızlık edenlerdir. Dilsiz ve sağır olanlar, amellerini beğenenlerdir. Dilleri göğüslerine sarkık olanlar, işleri sözlerine uymayan âlimlerdir. El ve ayakları kesik olanlar, komşularını incitenlerdir. Pis kokulu olarak gelenler, içki içen ve zina eden ve zekat vermeyenlerdir. Katrandan elbise giyenler, insanlara karşı büyüklenip kibirlenenlerdir. Allahü teâlâ hepsinden korusun!) [Tibyan]
Peygamber efendimize bu âyet-i kerimenin manası sorulmuş, O da uzun şekilde açıklamıştır. İnsanların yaptığı amellere göre çeşitli şekillerde haşrolunacağı bildirilmiştir. Hadis-i şerifin sonunda buyuruluyor ki:
(Maymun suretinde olanlar koğuculuk edenlerdir. Hınzır şeklinde olanlar haram yiyenlerdir. Başı üstü sürünenler, riba yiyenlerdir. Körler, hüküm verirken haksızlık edenlerdir. Dilsiz ve sağır olanlar, amellerini beğenenlerdir. Dilleri göğüslerine sarkık olanlar, işleri sözlerine uymayan âlimlerdir. El ve ayakları kesik olanlar, komşularını incitenlerdir. Pis kokulu olarak gelenler, içki içen ve zina eden ve zekat vermeyenlerdir. Katrandan elbise giyenler, insanlara karşı büyüklenip kibirlenenlerdir. Allahü teâlâ hepsinden korusun!) [Tibyan]
Daha başka şekillerde de hesap yerine gidileceği bildirilmiştir. Burada bildirilenler, günah işleyip de tevbe etmeden ölenler içindir. Tevbe edenler veya sevabı günahından daha fazla olan kimseler o şekilde haşredilmezler.
Akıllı kimse, hiçbir günahı küçük görmemeli, hepsinden kaçmalıdır.
Yahudilerin Efendimiz (S.A.V.)’i Zehirlemeleri
Kıssası şudur. Hayber fethedildi. Hayber, Hicaz bölgesinde bir yerdir. Hayber fethedildiği zaman, orada Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine, içinde zehir bulunan bir koyun hediyye ettiler. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
-”Size bir şey soracağım! Bana doğruyu söyleyecek misiniz?” diye sordu. Onlar:
-”Evet! Ey Ebe’l-Kasım (doğru söyleyeceğiz,)” dediler. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri sordular:
-”Siz bu koyuna zehir koydunuz mu?” Onlar:
-”Evet!” dediler. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri yine sordu:
-”Sizi buna iten neydi?” diye sordu. Onlar:
-”Biz bununla şunu murad ettik: Eğer sen peygamber değil isen, o zaman senden kurtulmuş oluruz. Yok eğer sen peygamber isen yemeğe koyduğumuz bu zehir sana zarar vermez,” dediler.[1]
Bilki, Yahudiler, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine tâbi olmaktan kaçındılar. Onlar, hep reislik taslamaktadırlar. Başkaları onlara tâbi oluyorlardı. Kendilerinden başkanlık gitmesinin korkusundan onlar, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine iman etmediler. Zîrâ bir kalb’de reislik sevgisi bulundukça o kalb gerçek ve kâmil bir iman ile iman etmiş olamaz. Nefsin yedi kötü sıfatı vardır. (Onlar:) Ucub, kibir, riya, gadab, hased, mal sevgisi (hırs) ve makam seygisidir. Cehennem’in de yedi kapısı vardır. Kim nefisini bu yedi (kötü huy) ve şeyden korursa, Cehennem’in yedi kapısını kapatmıştır.
İbrahim bin Edhem (k.s.) Hazretleri, bazı talebe ve arkadaşlarına şöyle vasiyyet etti:
Kuyruk ol; baş olma. Zîrâ, baş belâ’ya uğrar, kuyruk belâ ve musibetten kurtulur.
Mesnevtde buyuruldu:
Gün yettikçe kul ol, sultan olma.
Yerinde top gibi zahmet çekici ol, değnek olma.
Halk arasında meşhur olmak, kişiyi mahkemeye bağlar, âhü gibi insanı bağlar.
Nakşibendî tarikatının bazı şeyhlerinden rivayet olundu.
Buyurdu: Şeyh Maruf hazretlerinin yanına girdim. Ömer er-Ravşâniye hasta ziyaretinde bulunmak için hazırlanıyordu. Bu hareketten dolayı. Şeyh Marufun hâlinin değiştiğini gördüm. Riyaset sevgisinin içine girmesinden korktuğu için rengi değişmişti. Çünkü o meşhur bir kişiydi. Tebriz’de büyük ve küçük herkes’in kendisine başvurduğu bir merci’di. (Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin şöyle dua ettiği rivayet edilmektedir:)
“Allahım, Varlıktan sonra yokluk gelmesinden sana sığınırım.“[2] Ziyâdelikten sonra noksanlıktan sana sığınırım. Islah’dan sonra bozulmaktan sana sığınırım. [3]
Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi HazretleriCemaatle Namaz
Muhakkak ki, cemaatle kılınan bir namaz, diğer namazlardan yirmi yedi derece daha üstündür. Cemaatlerde temiz kalbli insanların olmasındandır. Namaz, savaş gibidir. Mihrâb da, harb meydanı gibidir. Savaşta elbette insanların toplanıp saf tutmaları gerekir. Cemaat kuvvettir. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:
“Müslümanlar, bir cemaatte kırk kişi toplanırsa, muhakkak onların içinde, bağışlanan biri vardır.“
Allahü Teâlâ Hazretleri, mağfiret kıldığına ikram eder. diğerleri de, zarara uğramış ve mağfiretten mahrum olmuş bir şekilde dönerler. Cemaat ile kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece fazîletli kılındı. Çünkü cemaat, cemi’den (toplum)dan alınma bir kelimedir. cemi’ ise, en azı üç’dür. Kişinin tek başına kılmış olduğu bir namaza, on hasene verilir. O, on haseneden biri asıldır. Dokuzu ise, Allahü Teâlâ Hazretlerinin ona vermiş olduğu fazlü keremidir. Allah’ın eklemiş olduğu sevablar toplandığında yirmi yediye ulaşmaktadır.
Kurtubî tefsirinde buyurdu:
Özürsüz olarak, cemaatle namazı kaçırıp, tek başına kılan kişi, cezaya çarpılır.
Ebû Süleyman Ed-Dârânî buyurdu: Ben yirmi sene namaz kıldım, hiç ihtilam olmadım. Mekke’ye girdim, orada hiçbir şey yapmadım. Ancak ihtilam oldum. Sonra anladım ki, arız olan bu ihtilâm, yatsı namazını cemaatle kılmayı terketmemden dolayı idi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, hadîs-i şeriflerinde buyurdular:
“Allahü Teâlâ Hazretleri, mahlûkatının üzerine tevhid’den sonra kendisine namazdan daha sevimli bir şey farz kılmadı. Eğer namazdan daha sevimli bir şey olmuş olsaydı, melekler o şey ile Allah’a ibâdet ederlerdi. Meleklerin bir kısmı, rükû, bazısı secde ve bazıları da kıyam ve kaade halindedirler.
Namaz kılana gereken şey, “huzuru kalb” ile namaz kılmaktır. Selef-i sâlihîn eğer, herhangi bir mal kendilerini Allah’ı zikretmekten meşgul ederse, bu durumlarına keffâret olsun diye onu tasadduk ederlerdi. Asıl olan bâtın (kalbin) amelidir.
“Ey o bütün imân edenleri Sarhoş iken namaza yaklaşmayın; söylediğinizi bilinceye kadar… Yani, kim, dünyayı sever, gailesi, dünya ile ilgili düşüncesi çok olursa Allahü Teâlâ Hazretleri, namazında bedeniyle beraber kalbini hazır bulundurmayan kişinin namazına bakmaz. Hatıra gelen şeyleri mutlaka defetmek lâzımdır.
Mesnevî’de buyuruldu:
Gafilin bağlandığı dünya serab gibidir.
Dünyayı terket.
Namaz Ne Zaman Farz Oldu
Mükâtil (r.h.) Hazretleri dedi : “Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri Mekke’de iken, akşam vaktinde iki rek’at, sabah namazı vaktinde de iki rek’at namaz kılardı. Miraca çıktığı zaman, beş vakit namaz kılmakla emrolundu. “Ravzatü’l-Ehyâr’da da böyledir.
Namaz Mi’râc Gecesi farz kılındı. Çünkü Mi’râc, vakitlerin en üstünü, hallerin en şereflisi ve münâcatların en izzetlisidir. Namaz da imandan sonra taatin en fazîletlisidir. Kullukta ise ilahiyatın en güzelidir. Böylece ibâdetlerin en faziletlisi, vakitlerin en faziletlisinde farz oldu. Namaz, kulun Rabbine vasıl olması (ulaşması) ve ona yaklaşmasıdır.
Namazın farz olmasının hikmeti ve sebebi:
Rasûlüllah (s.a.v.) Hazretleri, Mirâca çıktığında, semâvât melekûtunun gizliliklerine şahid oldu, seyretti. Göklerde olan meleklerin ibâdetlerini gördü. Onların ibâdetleri çok hoşuna gitti o ibâdetlerin ümmetine de farz olmasını istedi. Cenâb-ı Allah, bütün meleklerin ibâdetini, beş vakit namazın içinde topladı. Zîrâ meleklerin bir kısmı kıyamda (yani ayakta durup) ibâdet ediyorlardı. Kimi ruku’daydı. Onlardan kimi de secde halindeydi. Kimi hamd ediyordu; kimi de tesbih okuyordu. Ve bunların dışında ibâdetler de yapıyorlardı. Cenâb-ı Allah, beş vakit namaz kıldıklarında gök ehlinin ibâdetlerinin bütün sevâblarını O Yüce Rasûl (s.a.v.) Hazretlerinin ümmetine verdi,.
Namaz’ın Rek’âtlerinin İki, Üç Ve Dörder Olmasının Hikmeti:
Çünkü Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri o gece yani isrâ (Mi’râc) gecesi, melekleri, ikişer, üçer ve dörder kanatlı şekillerde gördü. Ameller üzerine müvekkel olan melekler, ibâdetlerin ruhlarıyla göğe yükselirken. Cenâb-ı Allah, meleklerin bu suretlerini, namazın nurunda topladı. Zîrâ ibâdet nürâni bir suret ve şekil ile edilir. Bu konuda birçok işaretler vardır. Belki Cenâb-ı Allah, melekleri sâlih amellerden yaratır. Bu konuda sahih hadîs-i şerifler vardır. İşte böylece Cenâb-ı Allah, meleklerin kanatlarını üç mertebe üzere yarattı. Senin kendisiyle Allah’a uçacağın (Allah’ın rızasını kazanacağın) kanatlarını (namazlarını) da meleklerin kanatlarına uygun olarak, iki rek’at, üç rek’at ve dört rek’at kıldı ki, melekler sana istiğfar etsinler.
Namazın beş vakit olmasındaki hikmet:
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri namazın ümmetine hafifletilmesini istedi ve bu konuda müracaatta bulundu. Bunun üzerine, Cenâb-ı Allah:
“Ya Muhammed! Onlar (namazlar) her gece ve gündüz beş (vakit) namazdır. Her namaz için on hasene vardır. Bu şekilde öncekilerin namazı ile elli namaz olmuş oldu.”Miraç gecesinde, elli rek’at namazın karşılığı verilmek üzere, beş vakte düşürüldü.
Beş Vakit Namazı İlk Olarak Kılan Peygamberler
Namazın beş vakit olmasının başka bir hikmeti de, geçmiş ümmetlerin her biri değişik vakitte namaz kılıyordu. Cenâb-ı Allah, dünya ve âhiret faziletlerinin hepsini, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinde ve onun ümmetinde topladı. Onun ümmetini de böylece ümmetlerin arasında en faziletli ümmet kıldı.
Sabah namazını ilk önce kılan Âdem Aleyhisselâmdır.
Öğle namazını ilk önce kılan İbrahim Aleyhisselâm’dır.
İkindi namazını ilk önce kılan Yunus Aleyhisselâm’dır
Akşam namazını ilk önce kılan İsa Aleyhisselâm’dır.
Yatsı namazını ilk önce kılan Mûsâ Aleyhisselâm’dır.
Beş vakit namazın bu şekilde Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin ümmetinde (beş vakit olarak) karar kılmasının sırrı budur.
Bir rivayete göre denildi ki: Âdem Aleyhisselâm, beş vakit namazın hepsini kılıyordu. Ondan sonra peygamberlerin arasında bu beş vakit bölüştürüldü.
Vitir namazını ilk önce Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri Mi’râc gecesinde kıldı. Ve onun için, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
Rabbim bana bir namazı ziyâde etti.” Buyurdular. Yani Allah, beş vakit namazdan fazla olarak vitri bana ziyâde kıldı. Veya gece namazını…
İlk Teşbih Okuyanlar
İlk secdeye varan Cebrail Aleyhisselâmdır. Bundan dolayı peygamberlerin arkadaşı ve onların hizmetkârı oldu.
İlk önce “Allah noksan sıfatlardan münezzehtir” deyip teşbih eden Cebrail Aleyhisselâm’dır.
İlk önce, “Hamd Allah’a mahsusdur” diyerek hamd eden Âdem Aleyhisselâm’dır.
İlk önce Allah’dan başka ilah yoktur” diye tevhid kelimesini söyleyen Nuh Aleyhisselâm’dır.
İlk önce Allahü Ekber, diyen İbrahim Aleyhisselâm’dır.
ilk önce Lâ lavle ve lâ kuvvete illâ billahi’l aliyyil-âzîm- Azim (büyük) ve aliyy (yüce) olan Allah’dan başka, hiç bir kuvvet ve hali değiştirecek yoktur”, diyen Efendimiz (s.a.v.) Hazretleridir. Bütün bunlar (bu bilgiler), “Keşfü’l-Künûz ve Hallü’r-Rumûz” isimli kitabdan alınmadır.
“Hikemü’ş-Şazeliyye” ve şerhinde şöyle denilmektedir: “Hakkın bilgisi sendedir. Milletlerin var olması, senin rengindir. Taat bir çeşitten diğer çeşide geçmektir. Arzu ve emele baliğ olmada kesilmiş olan milletleri destekleyen serlerin varlığının bilgisi sende olan ilimdir. Bunu Allah sana vakitlerde kısıtladı. Bir günde beş vakit namazı farz kıldı. Senede bir ay (Ramazan orucunu) yazdı. İki yüzde beş zekâtı vermeyi farz kıldı. Ömürde bir (hac) ziyareti farz kıldı. Bunların herbirinin vakti vardır. O vakitlerin dışında sahih olmaz. Bütün bunlar rahmettir. Sana kulluğu kolaylaştırmak içindir. Allah, ibâdetleri, vakitler ile mukayyed kıldı. (Şimdi kalsın.) “Yakında yaparım” düşüncesinin sana fayda vermemesi içindir. Allah sana geniş vakit verdi ki, sende seçkinlerin sıfatı hep kalsın diye.”
MELEKLERİN UĞRAMADIĞI İFTAR SOFRALARI
Melekler neden bazı iftar sofralarına uğramaz?… Bizim kültür ve geleneğimizde “meleklerin uğramadığı iftar sofraları” tabiri neden kullanılır?
Hâlbuki o sofraları hazırlayanlar, Ramazanın bolluk ve bereketini göstermek istemekte ve iftarda insanların değişik nimetlerle oruçlarını açıp şükretmelerini dilemekte. Gelin bu tezat gibi görünen duruma açıklık getirmek için ilk önce Ramazan orucunun hikmetini irdeleyelim. Belki bu mesele, o zaman hikmetleriyle daha iyi anlaşılır.
Ramazanın hikmeti
Meleklerin, insanların ve hayvanların yaratılışını bize bildiren çokça hadis-i şerif vardır. Bu hadislere göre melekler, saf akıl ve ruhtan yaratılmıştır. Yani topraktan yaratılanlarla aynı özelliklere sahip değiller; maddî, şehevî, asabî boyutları yoktur meleklerin.
Hayvanlar ise meleklerin tam tersine saf topraktan yaratılmışlar. Allah-u Teâlâ’nın Kur’an’da “ilâhî ruh” adıyla zikrettiği ruhtan tamamen mahrumdurlar. Hem meleklerin ve hem de hayvanların sahip olduğu her şeye sahip olan tek mahlûk insandır. Hem ulvî hem süflî bir yaratıktır. Keza Hz. Mevlâna, bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifi şiir tadında beyan etmiş ve her iki kelimeyi de Mesnevî’de şöyle açıklamıştır: “Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: ‘Yüce Allah, mahlûkat âlemini üç türlü yaratmıştır: Bunlardan bir kısmı sırf akıl, bilgi ve cömertlikten yaratılmıştır; bunlar meleklerdir; secdeden, Allah’a itaatten başka bir şey bilmezler. Mayalarında heva ve hevesten, hırs ve tamahtan eser yoktur; Allah aşkıyla yaşayan mutlak nurdurlar.
Diğer kısım ise bilgi denilen şeyden tamamen yoksun olan hayvanlardır. Otlayıp semirirler yalnızca. Süflîliğin ne olduğunu bilmez, ulvîliğin de…
Üçüncü kısmı ise insanoğlu teşkil eder. Yarısı melek, yarısı eşektir onun. Eşek olan yarısı “süfli”liğe (alçaklığa) yatkın, diğer yarısı “ulvî”liğe (yüceliğe) eğilim gösterir.
Çatışma bu ikisinin arasında. Hangisi üstün gelirse insan o olur…”
İnsanlaşma ayı Ramazan
Bu çatışmada hangi tarafı beslerseniz, o taraf güçlü olur. Bir yılın on bir ayında insan, sürekli yer içer ve gündelik hayatını idame eder. Ticaretle uğraşır, çalışır, didinir. Sosyal hayat içinde konuşur, insanlara fikir beyan eder, onlarla tartışır. Vs. vs…
Derken, insan farkına varmadan manen yıpranır, nefsin yani hayvanî tarafın kıskacına girmek üzeredir. Manevî yönünün zayıflaması neticesinde, hâl ve davranışlarına melekî tarafın güzellikleri, artık kalbe yansımamaya başlar. Allah muhafaza, eğer Ramazan imdada yetişmese belki de insanların büyük bir çoğunluğunun, iman ettik dedikleri, İslâm’ın ahlâkî ve nuranî güzellikleri hayatlarına yansımaz olurdu.
Esasında Ramazan, bir insanlaşma ameliyesidir. Yani yukarıda belirttiğimiz çatışma alanında, melekî olan tarafı güçlendirmek ve hayvanî olan tarafı güçsüzleştirip dizginlemek içindir. Hayvanî tarafın güçsüzleştirilmesi, ancak onu besleyen nefsin arzularını ve günahları terk ile mümkündür. Bu günahlar da elbette nefsanî isteklerdir.
On bir ay boyunca işlediğimiz günahlar neticesinde, nefsimiz azgınlaşmış ve nerdeyse bütün hâl ve davranışlarımıza tesir etmek üzeredir. Ramazan boyunca onu, Allah-u Teâlâ’nın farz kıldığı üzere, ilk önce açlıkla dizginleyeceğiz. Geceleri az yatacağız. Kötü fiil ve konuşmalardan uzak, kendimizi tamamen Kur’an’ın edebine teslim edeceğiz. Her Müslümana farz olan emri bil maruf ve nehyi anil münker sorumluluğumuzu yerine getireceğiz.
Melekî yönümüzün güçlendirilmesi
Bize küs olanlarla barışacağız. Bizimle sıla-i rahimi terk edeni, biz ziyaret edeceğiz. Velhâsıl şeytanın hoşuna giden tüm fiillerden uzak duracağız. Böylelikle on bir ay boyunca azgınlaşmış, şımarmış nefsimiz, dizginlenmiş olacak ve nefsanî dürtülerin zayıflamasıyla beraber, hâl ve davranışlarımız onun tesir sahasının dışına çıkmış olacak inşaallah.
Melekî tarafımızın güçlenmesi için yoğun bir çabaya ihtiyaç vardır. Peygamberimiz, Ramazanda çokça Kur’an okurdu. Ondan dolayı Ramazan ayına Kur’an ayı da denmiştir. Zengin Müslümanların Allah yolunda infakta bulunmaları lâzım. Fitre, zekât, sadakanın dışında kendi öz mallarından, sermayelerinden vermeleri lâzım. İslâm’da mal yığmak yoktur. Servete servet katmak yoktur. “Ben zekâtımı veriyorum, arada bir sadaka da veriyorum, geri kalanı benim malım, istediğim gibi harcarım” demek İslâmî bir anlayış değildir. Bu, kapitalist bir zihin bulanıklığıdır.
Oruç açlık değil!
Bir kere, herkesin şunu kesin olarak bilmesi lâzım: Ramazanda oruç tutmak, aç kalmak değildir. İslâm’da oruçlu olmak, Alman orucu “fasten” (açlık orucu) gibi değildir. Peygamberimizin şu hadisi meseleye açıklık getirmektedir: “Kimisine orucundan sadece açlık kalır.” Demek ki aç kalmak yetmiyor, yapmamız gereken başka şeyler var.
Ramazanda her Müslümanın aç kaldığı süre içerisinde kendisini sorgulaması gerekir. Açlık neticesinde bir nebzecik dizginlenmiş nefsimizin tasallutundan kurtulmanın fırsatını değerlendirmemiz lâzım.
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: “Oruç, bütün fenalıklara ve cehenneme karşı bir kalkandır. Sizden biriniz oruçlu olduğu vakit, cahillik edip kötü söz söylemesin. Şayet birisi kendisiyle itişir veya kendisine karşı ta’n eder, çirkin kelimeler kullanırsa (ona) ben oruçluyum, desin.”
Ramazan… Zenginlerin asıl imtihanı
Ramazan ayı her geldiğinde, geleneksel olarak Müslüman zenginler zekâtlarını dağıtırlar. Bayrama az bir süre kala da fitrelerini verirler. Bu, güzel bir davranıştır. Yalnız tasadduk, infak, mal ile mücahedeyi sadece bundan ibaret sanmaları büyük bir yanlıştır. İslâm’a göre zengin çalışır, çabalar, büyük kazanç elde eder ama biriktirmez. Onu Allah yolunda ve Allah’ın mahlûkatının istifadesine harcamalıdır. Hz. Ebubekir’in, Hz. Ebu Zer’in ve İmam Ebu Hanife’nin hayatlarını inceleyen herkes, bunu net bir şekilde görecektir.
Bir insan nasıl olur da hem ben Müslümanım der hem de trilyonluk servete sahip olur. Bu, İslâm’ın ruhuna zıt bir durumdur. Bu anlayış, maalesef tarih boyunca saltanatın, cehaletin ve kapitalizmin tesirinde kalışın gayri İslâmî neticesidir.
Yaklaşık bir yıl önce televizyonlarda konuşan zengin birisi, Müslüman zenginin resmini çiziyordu. Doğrusu ben onu izlerken hayretler içinde kalmıştım. Bu zat şöyle diyordu: “Elbette bir insan zengin ise zengince yaşamalı, yani Allah’ın verdiği o malın bir şükrü olarak onu sosyal hayatına yansıtmalı.” Aman Allahım! Bu nasıl anlayış, yani bir Müslüman zengin, beş yüz milyarlık arabaya binebilir. Hanımı, oğlu, kızı, bütün aile bireyleri ayrı ayrı lüks arabalara binebilirler. Başka Müslümanların ne halde olduğu veya yeryüzünde milyonların açlıktan ölmesi önemli değil, bu anlayışa göre. Bu, çok yanlış bir anlayıştır.
Mimar Şafak ÇAK, daha çok Müslüman zenginlerin evlerini düzenlemekle ünlenmiş. Kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle diyor: “Ev diyemeyeceğim, villâ mı saray yavrusu mu desem daha iyi anlatır, tam bilemiyorum, varaklar, aynalar, pırıltılar… Evde tahtlar var. “Fatih Sultan Mehmed’in tahtından esinlendik” diyor Çak. Tam sekiz taht konmuş eve. Evin içine yerleştirilen plazma ekranlardan 24 saat Boğaz manzarası izleniyor. Mimber hayli şatafatlı. Yani mimber de var evde. Zaten evin her köşesi şatafatlı. Swarovski taşın girmediği nokta yok, tuvaletler bile taşlı.”
Böyle şatafat içinde yaşamak olmaz; İslâm lüksü, israfı men etmiştir. Bu insanların Ramazan adına yaptıkları da dikkat çekici; özellikle düzenledikleri iftar sofraları gerçekten yürek burkan cinsten. Bunun neticesi olarak Ramazanda kilo almak, sadece bizim asrımıza mahsus bir garaiptir.
Meleklerin uğramadığı iftar sofraları
Rivayet edilir ki Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Şeyh Muhammed Sadaka (ks), bir gün komşu bir köye iftara davet edilir. Bu mübarek zat, talebe, müridan ve mollalarını yanına alarak, davete icabet eder.
O köye vardığında, bütün ahali köy odasına toplanmış, iftarı beklemektedir. Şeyh Muhammed Sadaka, köy odasına girdiğinde, bütün kalabalık ayağa kalkar ve adapla onun oturmasını beklerler. Bu ara Şeyh Muhammed Sadaka, durduğu yerde cemaati süzer, bir süre öyle kalır ve sonra: “Nerde falan fakir, nerde falan hasta, nerde falan yoksul?” diyerek uzun uzun bir konuşma yapar.
Daha sonra şöyle devam eder: “Bakıyorum falan ağa burada, falan zengin burada, falan aşiret reisi burada… Vallahi, bu iftar sofrası, meleklerin uğramayacağı bir sofradır ve ben, bu sofrada yemek yemeyeceğim” deyip merdivenlerden aşağı iner ve iftar açmadan atına bindiği gibi oradan uzaklaşır…
Bu menkıbeyi şunun için naklettim: Bugün Ramazanlarda iftar davetiyeleri dediğimiz etkinlikler, maalesef bu minval üzeredir. Zenginlerin iftar sofralarında yine zenginler bulunmakta; kimimiz şirket ortaklarını çağırmakta, kimimiz varlıklı vakıf üyelerini, kimimiz şehir eşraf ve yöneticilerini… Fakirler yine unutulmakta…
Ayrıca sadece zenginlerin değil, çoğumuzun iftar sofrasında çeşit çeşit yemekler vardır. Tıka basa yer, kilo alırız Ramazan’da. Midesini tıka basa, çeşit çeşit yemeklerle dolduranın göğsünden, hiç hikmet sadır olur mu? Bu, çok acı verici bir durumdur. “O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin!” (Haşr, 7) diyor Allah-u Zülcelâl.
Bendeniz âcizane Müslüman zenginlerin şu noktaya dikkatlerini çekmek istiyorum: “O mülkü sizlere bahşeden Allah-u Zülcelal’in rızasına muvafık hareket etmeniz, ancak Resulullahın ve Selefi Salihin’in yaşantılarını örnek almanızla mümkündür. Zenginlerin bir arada yaşamaları doğru değildir. Kendi refah alanlarınızın dışına çıkınız. Mütevazı yaşayınız. Şatafattan ve debdebeden uzak durunuz. O malın, Allah’ın bir emaneti olduğunu unutmayınız. Allah yolunda mallarınızı harcayınız, bunu sadece zekât ve fitre ile değil, bizzat kendi öz servetinizi dağıtarak yapınız. Sizin yaşam standardınız, toplumun genel yapısından farklı olmasın.”
İçimizdeki o “süflî” ve “ulvî” hâl çatışmasında, biz hangisini beslersek, insan o olur demiştik. Netice itibarîyle, bizi ancak Nebevî ölçülere göre ve vahyin terbiyesine göre idame edilecek bir hayat, “ilâhî ruh”u taşıyan ve meleklerden üstün olan insan-ı kâmil mertebesine ulaştıracaktır.
Peygamberimiz, hem rehber idi hem de yoksul gibi yaşardı, bunun bir izahatı ve anlamı olmalı değil mi…?
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: “Oruç, bütün fenalıklara ve cehenneme karşı bir kalkandır. Sizden biriniz oruçlu olduğu vakit, cahillik edip kötü söz söylemesin. Şayet birisi kendisiyle itişir veya kendisine karşı ta’n eder, çirkin kelimeler kullanırsa (ona) ben oruçluyum, desin.”
Ramazan… Zenginlerin asıl imtihanı
Ramazan ayı her geldiğinde, geleneksel olarak Müslüman zenginler zekâtlarını dağıtırlar. Bayrama az bir süre kala da fitrelerini verirler. Bu, güzel bir davranıştır. Yalnız tasadduk, infak, mal ile mücahedeyi sadece bundan ibaret sanmaları büyük bir yanlıştır. İslâm’a göre zengin çalışır, çabalar, büyük kazanç elde eder ama biriktirmez. Onu Allah yolunda ve Allah’ın mahlûkatının istifadesine harcamalıdır. Hz. Ebubekir’in, Hz. Ebu Zer’in ve İmam Ebu Hanife’nin hayatlarını inceleyen herkes, bunu net bir şekilde görecektir.
Bir insan nasıl olur da hem ben Müslümanım der hem de trilyonluk servete sahip olur. Bu, İslâm’ın ruhuna zıt bir durumdur. Bu anlayış, maalesef tarih boyunca saltanatın, cehaletin ve kapitalizmin tesirinde kalışın gayri İslâmî neticesidir.
Yaklaşık bir yıl önce televizyonlarda konuşan zengin birisi, Müslüman zenginin resmini çiziyordu. Doğrusu ben onu izlerken hayretler içinde kalmıştım. Bu zat şöyle diyordu: “Elbette bir insan zengin ise zengince yaşamalı, yani Allah’ın verdiği o malın bir şükrü olarak onu sosyal hayatına yansıtmalı.” Aman Allahım! Bu nasıl anlayış, yani bir Müslüman zengin, beş yüz milyarlık arabaya binebilir. Hanımı, oğlu, kızı, bütün aile bireyleri ayrı ayrı lüks arabalara binebilirler. Başka Müslümanların ne halde olduğu veya yeryüzünde milyonların açlıktan ölmesi önemli değil, bu anlayışa göre. Bu, çok yanlış bir anlayıştır.
Mimar Şafak ÇAK, daha çok Müslüman zenginlerin evlerini düzenlemekle ünlenmiş. Kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle diyor: “Ev diyemeyeceğim, villâ mı saray yavrusu mu desem daha iyi anlatır, tam bilemiyorum, varaklar, aynalar, pırıltılar… Evde tahtlar var. “Fatih Sultan Mehmed’in tahtından esinlendik” diyor Çak. Tam sekiz taht konmuş eve. Evin içine yerleştirilen plazma ekranlardan 24 saat Boğaz manzarası izleniyor. Mimber hayli şatafatlı. Yani mimber de var evde. Zaten evin her köşesi şatafatlı. Swarovski taşın girmediği nokta yok, tuvaletler bile taşlı.”
Böyle şatafat içinde yaşamak olmaz; İslâm lüksü, israfı men etmiştir. Bu insanların Ramazan adına yaptıkları da dikkat çekici; özellikle düzenledikleri iftar sofraları gerçekten yürek burkan cinsten. Bunun neticesi olarak Ramazanda kilo almak, sadece bizim asrımıza mahsus bir garaiptir.
Meleklerin uğramadığı iftar sofraları
Rivayet edilir ki Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Şeyh Muhammed Sadaka (ks), bir gün komşu bir köye iftara davet edilir. Bu mübarek zat, talebe, müridan ve mollalarını yanına alarak, davete icabet eder.
O köye vardığında, bütün ahali köy odasına toplanmış, iftarı beklemektedir. Şeyh Muhammed Sadaka, köy odasına girdiğinde, bütün kalabalık ayağa kalkar ve adapla onun oturmasını beklerler. Bu ara Şeyh Muhammed Sadaka, durduğu yerde cemaati süzer, bir süre öyle kalır ve sonra: “Nerde falan fakir, nerde falan hasta, nerde falan yoksul?” diyerek uzun uzun bir konuşma yapar.
Daha sonra şöyle devam eder: “Bakıyorum falan ağa burada, falan zengin burada, falan aşiret reisi burada… Vallahi, bu iftar sofrası, meleklerin uğramayacağı bir sofradır ve ben, bu sofrada yemek yemeyeceğim” deyip merdivenlerden aşağı iner ve iftar açmadan atına bindiği gibi oradan uzaklaşır…
Bu menkıbeyi şunun için naklettim: Bugün Ramazanlarda iftar davetiyeleri dediğimiz etkinlikler, maalesef bu minval üzeredir. Zenginlerin iftar sofralarında yine zenginler bulunmakta; kimimiz şirket ortaklarını çağırmakta, kimimiz varlıklı vakıf üyelerini, kimimiz şehir eşraf ve yöneticilerini… Fakirler yine unutulmakta…
Ayrıca sadece zenginlerin değil, çoğumuzun iftar sofrasında çeşit çeşit yemekler vardır. Tıka basa yer, kilo alırız Ramazan’da. Midesini tıka basa, çeşit çeşit yemeklerle dolduranın göğsünden, hiç hikmet sadır olur mu? Bu, çok acı verici bir durumdur. “O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin!” (Haşr, 7) diyor Allah-u Zülcelâl.
Bendeniz âcizane Müslüman zenginlerin şu noktaya dikkatlerini çekmek istiyorum: “O mülkü sizlere bahşeden Allah-u Zülcelal’in rızasına muvafık hareket etmeniz, ancak Resulullahın ve Selefi Salihin’in yaşantılarını örnek almanızla mümkündür. Zenginlerin bir arada yaşamaları doğru değildir. Kendi refah alanlarınızın dışına çıkınız. Mütevazı yaşayınız. Şatafattan ve debdebeden uzak durunuz. O malın, Allah’ın bir emaneti olduğunu unutmayınız. Allah yolunda mallarınızı harcayınız, bunu sadece zekât ve fitre ile değil, bizzat kendi öz servetinizi dağıtarak yapınız. Sizin yaşam standardınız, toplumun genel yapısından farklı olmasın.”
İçimizdeki o “süflî” ve “ulvî” hâl çatışmasında, biz hangisini beslersek, insan o olur demiştik. Netice itibarîyle, bizi ancak Nebevî ölçülere göre ve vahyin terbiyesine göre idame edilecek bir hayat, “ilâhî ruh”u taşıyan ve meleklerden üstün olan insan-ı kâmil mertebesine ulaştıracaktır.
Peygamberimiz, hem rehber idi hem de yoksul gibi yaşardı, bunun bir izahatı ve anlamı olmalı değil mi…?
stivelTarihte Tesettür düşmanlıgı.
98 Subatinda Istanbul Üniversitesi Rektörlügünün yayinladigi genelgeyle üniverseteye bagli fakülte, yüksekokul, sosyal tesisler vs.’de basörtünün yasaklanmasi ve bu yasaga karsi ögrencilerin gösterdigi kesintisiz direnis basörtüsü sorununu Türkiye gündeminin üst siralarina tasidi. 98-99 egitim-ögretim döneminde YÖK (Yüksek ögretim kurulu, M.K.) kararlari dogrultusinda yasagin diger üniversitelere de yayginlastirilmasi ve ögrencilerin yasak karsisinda kararli tutumlari nedeniyle basörtülü yasagi, basörtüsü konulu tartismalar bu senye de yayildi…
Bu yazi basörtüsü daha genellersek örtünme olgusu tarihine, bu konuda lehte ve aleyhte olusan taraflar ekseninde kisa bir degini olacaktir.
Tevhid-sirk, hak-batil, zalim-mazlum gibi zitliklar baglaminda, en eski çatisma alani olarak insanligin atasi Adem-Havva (as.) ve onlarin Iblisle mücadelerinde örtünme ve çiplaklik tezatliklarini da görmekteyiz. Bu mücadelenin en önemli unsurlarindan biri olmasi örtünmenin hayatiyetini ortaya koymaktadir.
“Derken seytan, birbirine kapali ayip yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu agaci sirf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladi, dedi. Ve onlara: Ben gerçekten size ögüt verenlerdenim, diye yemin etti. Böylece onlari hile ile aldatti. Agacin meyvesini tattiklarinda ayip yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarindan üzerlerini örtmeye basladilar.
Rableri onlara: Ben size o agaci yasaklamadim mi ve seytan size apaçik bir düsmandir, demedim mi? diye nidâ etti. (Adem ile esi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eger bizi bagislamaz ve bize acimazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz. Allah: Birbirinize düsman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerlesme ve faydalanma vardir, buyurdu. “Orada yasayacaksiniz, orada öleceksiniz ve orada (diriltilip) çikarilacaksiniz” dedi.” (A’raf, 20-25)
Ayet grubunda en can alici noktalar Adem (as)’in sahsinda insanlarin “meleklesme” ve “ölümsüzlük” gibi iki zayif noktasi ve seytanin insani çiplaklastirma girisimi Adem ve Havva’nin panik halinde örtünmeye çalismalari, çiplakligin onlarda uyandirdigi rahatsizlik, utanma duygusu. Böyle fitri konudaki basrisi seytani ve onun takipçilerini ümitlendirmis, insani saptrimada bir baslangiç noktasi, diger kötülükleri için bir cesaret kaynagi olmustur.
Bu mücadele Adem ve esinin dünyaya gönderilmesyile mekansal bir degisme ugrayarak sürmüs, günümüze kadar gelmistir. Allah (cc) bu mücadele konusunda kullarina uyarilarda bulunmustur.
“Ey Âdem ogullari! Seytan, ana-babanizi, ayip yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çikardigi gibi sizi de aldatmasin. Çünkü o ve yandaslari, sizin onlari göremeyeceginiz yerden sizi görürler. Süphesiz biz seytanlari, inanmayanlarin dostlari kildik. Onlar bir kötülük yaptiklari zaman: “Babalarimizi bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: Allah kötülügü emretmez. Allah’a karsi bilmediginiz seyleri mi söylüyorsunuz?” (A’raf, 27-28)
Peygamberimiz döneminde inen ayetlere baktigimizda örtünmenin fonksiyonlarini anlayabiliriz.
“Ey Peygamber! Hanimlarina, kizlarina ve müminlerin kadinlarina (bir ihtiyaç için disari çiktiklari zaman) dis örtülerini üstlerine almalarini söyle. Onlarin taninmasi ve incitilmemesi için en elverisli olan budur. Allah bagislayandir, esirgeyendir.” (Ahzab, 59)
Örtü, kadinin toplumiçinde cazibesiyle, çekiciligiyle yer almasini engeller. Onun bu anlamda sömürülmesini önler. Kadin ve erkegi birbirlerine karsi korur. Kadina toplum içinde hür ve saygin bir kimlik kazandirir.
Bütün bu amaçlara ulasilmasi için sadece örtü yetmez. Kadina oldugu kadar erkege de baska yükümlülükler düser.
“(Resûlüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, irzlarini da korumalarini söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranistir. Süphesiz Allah, onlarin yapmakta olduklarindan haberdardir.” (Nur, 30)
Önce erkeklere daha sonra da kadinlara bu uyari tekrarlanir.
“Mümin kadinlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kisimlari müstesna olmak üzere, zinetlerini teshir etmesinler. Bas örtülerini, yakalarinin üzerine (kadar) örtsünler. Kocalari, babalari, kocalarinin babalari, kendi ogullari, kocalarinin ogullari, erkek kardesleri, erkek kardeslerinin ogullari, kiz kardeslerinin ogullari, kendi kadinlari (mümin kadinlar), ellerinin altinda bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadinina sehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadinlarin gizli kadinlik hususiyetlerinin farkinda olmayan çocuklardan baskasina zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte olduklari zinetleri anlasilsin diye ayaklarini yere vurmasinlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtulusa eresiniz.” (Nur, 31)
Bütün bu uyarilarin korunma yollarinin takvayla bütünlügü, onunla kemale erisecegi, tamamlanacagi unutulmamali.
“Ey Adem ogullari! Size ayip yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattik. Takvâ elbisesi… Iste o daha hayirlidir. Bunlar Allah’in âyetlerindendir. Belki düsünüp ögüt alirlar (diye onlari indirdi).” (A’raf, 30-31)
Tarih boyunca Allah (cc.) peygamberleri vasitasiyla insanliga örtünmeyle ilgili emirlerini göndermistir. Ancak peygamberlerin ardindan hak dinin saptirilmasiyla örtünme anlayisinda da sapmalar olmustur. Örtünme bazen kadini bezen toplumsal hayatten tamemen soyutlayarak, ikinci, üçüncü sinif bir varlik, kötülük ugursuzluk kaynagi olarak nitelendirecek seklinde anlsailarak bir zulüm aracina dönüsmekte. Bazen de kadini tam aksine meta gibialgilayarak, kullanarak, çiplaklastiracak sekilde anlasilmaktadir. Tarih boyunca çesitli toplumlarda veya bir toplumda farkli tarihsel dönemlerde veya ayni dönemde degisik sekilde örtünme anlayislari mevcut olmustur. Dikkat edilmesi gereken nokta bu anlayislarin beslendigi düsünsel, felsefi, ananevi, dinsel temellerdir.
“Basörtüsü yahudiler için ar, namus, iffetin bir simgesi, onlari putperest kadinlardan ayiran bir isaret, Hristiyanlar için kadinlarin erkeklere göre daha asagi konumunun, evli kadinlarda erkege bagliligin, itaatin, hür olmadiginin bir simgesidir. Sonraki dönemlerde ise ait olunan nir sinifin simgesi haline dönüsmüstür. Özellikle Araplar arasinda seçkin aile mensuplarinin kullandigi kentli ve üst sinifa ait olmanin bir simgesiydi. Özellikle Tevrat ve onun etkisinde kalan Hristiyan toplumlarda örtü kadinin erkek karsisindaki konumunu temsil etmis. Adem ve Havva’nin cennetten kovulmasina neden ilk günahin suçlusu olarak görülen kadinin durumu iyice kötülesmis, örtüsü erkek karsisinda ikinci sinif bir varlik olarak, ona kullugu temsil etmistir. Ortaçag’da Avrupa’da giyim toplumsal siniflarin göstergesi olmus, hatta ait olmadigi bir sinifin giysisini giyenleri cezalandirmak için kanunlar koyulmustur.” (Cihan Aktas, Kilik kiyafet ve iktidar, Nehir yay. Istanbul, 1991, cilt 1, s. 32-37)
Örtünme sekillerindeki farkliliklarin ardindaki düsünsel, geleneksel, dinsel unsurlar baglaminda kilik-kiyafet artik bir kimlik bildirimi, disavurumu, aidiyet ifade etmesi açisindan cinsel veya toplumsal bir sembol islevi de görmektedir. Bu nedenle kilik-kiyafete müdahaleler ayni zamanda bunun ardindaki düsüncelere, dine, ya da topluma, kimlige karsi yapilan müdahale haline gelecektir. Kimligin sert, çekirdek unsurlarindan oldugundan müdahalelere tepkiler de sert olmakta, bu konudaki degisimler zor ya da çok uzun zaman zarfinda gerçeklesebilmektedir.
Islam peygamberinin müslüman bir kadinin örtüsüne yahudiler tarafindan yapilan müdaheleye en sert biçimde karsilik vermesi, o kavme savas açmasi peygmber tarafindan bu müdahalenin Islam’a yapilan bir müdahale seklinde algilamasindandir.
Müslüman kadinlara yönelik bu tarz saldirilar tarihte savas dönemlerinde görülmektedir. Endülüs’ün düsüsünde, Asya ve Afrika’da müslüman toplumlarin batili emperyalistlerce sömürgelestirilme dönemlerinde, müslüman kadinlar bu tür saldirilara maruz kalmislardir.
Batili ülkeler sömürgelerinden yerlerine batici elitleri birakarak çekildiler. Artik çikarlarini kendi adlarina bu azinlik koruyacak sekil degistirirek sömürü devam edecektir. Islam’a, müslümanlara, saldirilari bu seçknici grup efendilerinden devralacaktir. Son asirda bu saldirilarin ardinda hep bu zihniyet olacaktir. Bu zihniyeti besleyen psikolojk unsur, Bati karsisinda sürekli gerileyis, yenilgi, maglubiyet. Bunun olusturdugu -özellikle aydinlar arasida- asagilik kompleksi, güvensizlik kendi toplumuna, kültürüne, degerlerine karsi yabancilasma. Sorun kendimiz, toplumumuz, biz besleyen, bizi biz yapan degerler, doguya ait olusumuz. Tek çözümü vardir bu zihniyetin; Batililasmak, herseyiyle, gülüyle dikeniyle batililasmak. Bütün toplumun yüzü kendi yüzleri gibi batiya dönmeliydi. Degisim mutlak, geriye dönüssüz, kesin, ani…
Yönetici elit tepeden inmeci, jakoben uygulamalarla halk için halka ragmen toplumu tepeden tirnaga degistirecek, dönüstürecek, toplum mühendisligi devreye girecek. Halk degisime direnecek, direndikçe seçkinler uygulamalrinda daha da pervasizlasacak, uygulamalar zulüm boyutuna ulasacaktir.
Bu anlayis Kuzey Afrika, Asya’daki sömürge geçmise sahip ülkelerde halk ve yönetici elit, aydin arasindaki çatismayi arttirarak devam ettirmekte, gelir daletsizligi, rüsvet, yolsuzluk gibi kirlilikle daha da derinlestirmektedir.
Iran Sahi Riza Pehlevi’nin ve Afganisatan’da Emanullah Han’in modernizm hareketi, kadinlarin kilik-kiyafetni müdahaleleri halkin tarafindan tepkiyle karsilanmis, sonunda ikisi de tahtlarindan olmustur. Tunus’ta bugün hala basörtüsü halka açik yerlerde yasaktir.
Batili devletlerin fiili anlamda sömürgesi olmamis toplumumuzda da durum aynidir. Osmanlinin gerileyisiyle ortaya çikmistir. Artik Osmanlinin Osmanlinin Avusturya Imparatorunu ancak kendi vezirine denk saydigi, krallik degisimi törenlerine kendisini temsilen bahçivanini gönderdigi dönemler geride kalmistir. Çöküsün sebepleri önce askeriyede aranir sonuç vermez. Çöküs askeri, ekonomik, toplumsal vs. her alanda hizlanarak devam etmektedir. Batililasma çözüm olarak görülür. III. Selim’le baslar, II. Mahmud’un uygulamalarinda halkin tepkisini çekecek boyuta ulasir. Iki sultan da kilik-kiyafette batililastirmaya çalismistir. Askeri alanda baslayan uygulamalar devlet memurlarini da kapsayacak sekilde genisletilir. Sarik sarmak yasaklanir, erkeklerin sakallari kisaltilir, kendisi dahil devlet memurlari Avupai tarzda giyinir.
Avrupa karsisindaki bu psikolojik eziklik Rusya’da Deli Pedro’nun uygulamalarina da yansimis. Rusya’nin geri kalis sebebinin Avrupali -özellikle Hollandalilar- gibi giyinmemeye baglamis. Uzun sakalli erkekkler yakalatarak zorla tras ettirmis, kadinli erkekli salon toplantailari tertip ettirmis, kalpak yerine sapka giyilmesini mecburi tutmus. Halkin tepkilerini kirmak için de Moskova’yi top bataryalari ile kusatmistir. (Cihan Aktas, a.g.e., s. 45)
Batililasmanin nasil olacagi aydinlar arasinda tartisma konusuydu. Batinin ilmini, teknigi alalim, ahlakini, kültürünü almayalim diyenler oldugu gubu batinin kültürüne, yasayis tarzina giptayla bakanlar da vardi. Batinin teknigini almak, egitim görmek üzere Avrupa’ya gönderilen gençler yazar, sair olarak kendi toplumundan, degerlerinden tiksinir bir ruh haliyle geriye dönmekteydiler (Ayni Tevfik Fikret’in önce Hristiyan, sonra papaz, sonra da piskopos olan oglu Haluk Fikret gibi, M.K.). Bu grup aydinlarda her yönüyle batililasmak fikri agir basiyordu, önceligin giyim kusam, balo, salon toplantilarina verildigi gözleniyordu. Belediyelerin alt yapi yerine ise parke taslarini degistirmekle baslamasi gibi.
Osmanlinin yüzünü batiya döndügü 1836 Tanzimat Fermaniyla resmilesti. Bati yanlisi Mustafa Resit pasa’nin çabalariyla (o zaman 16 yasinda olan padisah, M.K.) Abdülmecid’i ikna ederek ilan edilen bu fermanla devletin Islamiligi ciddi yara aldi. Tanzimatçi bir zihniyet olusacak ve giderek etkinlik kazanacakti. Batililasma sokakta kendini hissettiriyordu. Avrupai giyim tarzi gittikçe yayginlasiyor, kadinlar arasinda Avrupa modasini takip etme, bu konuda birbirleriyle yarisma gittikçe hizlaniyordu. Bu dönemde kadin dergilerinde, kadin olusumlarinda bu konu isleniyor kadinlar buna tesvik ediliyordu.
II. Mesrutiyete dogru Jön Türklerin tepeden inmesi “Topyekün Batililasma” (Celaleddin Vatandas, “Umran“, Haziran, s. 19) programi içindeki asker ve sivil bürokratlarin esin kaynagi olmus, bu tarz degisim anlayisi, uygulamalari yakin tarihimize damgasini vurmustur. II. Mesrutiyetle birlikte siyasi düsünce akimlari giderek netlesmistir. Bunlari Baticilar, Islamcilar ve Türkçüler olarak üç grupta toplayabiliriz. Tanzimatçi zihniyete denk düsen Baticilar ve onlara yakin -kadinlarin örtünmesinin çok eskilere dayanan bir adet, tesettürün kadina onun özgürlügüne karsi yapilmis en büyük hakaret (Ziya Gökalp)- düsünen Türkçülerin karsisinda Islamcilarin muhalefeti sözkonusudur.
Islamcilar toplumu tepeden tirnaga körü körüne bati taklitçiligini, kadin konusu etrafinda yapilan tartismalarda, kadinin asriligini tesettürden kurtulmak olarak gören diger iki akimi siddetle elestirmistir. Onlara göre batililasma ülke gerçeklerini görerek teknik düzeyde yapilmaliydi.
Istiklal Harbinde özellikle Istanbul’da kadinlar dernek, yayin ve açik hava mitinglerinde mücadeleye destek vermisler (ki, bunlarin en meshuru Halide Edip Adivar’in Beyazit’ta düzenledigi mitingdir, M.K.), yardim kampalari düzenlemislerdir. Düsman isgali altindaki topraklarda ise kadinlar çok daha güçlükler, çileler yasamistir. Kocasini, çocuklarini cephede yitirmis olan, cephe gerisinde kosusturan, bazen düsmanla yüz yüze savasan -Erzurum’da Nene Hatun gibi- Anadolu kadini örtüsü dinini, haysietini, vatanini koruma ugruna verdigi bu mücadelesinin sembolü olmustur. Bunun en güzel örnegin Maras’ta yasanmistir. Ingilizlerden sonra Maras’i isgal eden Fransizlar’in bir kadinin örtüsüne müdahale etmesi, Sütçü Imam’in askeri öldürmesi üzerine olay sokak çatismalarina dönüsmüstür.
Cumhuriyet Döneminde Basörtüsü düsmanligi
Cumhuriyet döneminin temel poltikasi “batililasmak, asrilesmek, muasir medeniyet seviyesine çikmaktir. Bu mümkn olan en kisa zamanda sivil asker bürokratlar tarafindan “devletin üstün gücü gerçeklestirilecektir. Bu uyguluma yeni olmayip daha öncede belirttigimiz gibi Osmanli son çeyreginden gelen bir sürekliligi ifade eder. Ancak cumhuriyet döneminde çok daha pervasizca uygulanacaktir. Milli mücadeleden hemen sonra sosyal ve hukuk alaninda inkilaplar gerçklestirilir.
1 Kasim 1922′de saltanat ilga edildi. Tepki çekmemek nedeniyle hilafet birakilir ancak sembolik bir anlam ifade edecek sekilde. 29 Ekim 1923′te devletin hükümet sekli olarak cumhuriyet ilan edildi. 3 Mart 1924′te Ser’iye ve Evkaf Vekaleti kaldirilarak yerine Diyanet Isleri Baskanligi kurulur, diger bir kanunla Tevhid-i Tedrisat (Ögrenimin birlestirilmesi) kabul edildi. Ser’iye ve Evkaf Vekaletine bagli ya da özel vakiflarca yönetilen bütün medrese ve okullar, Saglik Bakanliga bagli yetimhaneler, askeri okullar Milli Egitim Bakanligina baglandi. Ayni gün hilafetin kaldirilmasi görüsüldü ve Osmanli soyunun T.C. sinirlari disina çikarilmasina dair kanun kabul edildi. Bunu ölçü, tarti, alfabe, takvim degisiklikleri izledi. Avrupa’dan medeni, ceza, borçlar vs. hukuklari ithal edildi.
Bütün bu degisimler halk arasinda hosnutsuzluklara neden oldu.Anadolu’nun çesitli yerlerinde -Resadiye, Silifke, Adapazari, Buna- yer yer gösteriler yapildi. Batililasmaya karsi en ciddi ve üzerinde en çok konusulan tepki ise Seyh Sait Kiyami olmustur (Subat 1925). Ayaklanma birkaç ay sürmüs ve güneydogu bölgesine hizla yayilmistir. Diyarbakir ve Ankara’da Istiklal mahkemeleri kuruldu. Iki yil süreyle Takrir-i Sükun çikarildi. Terakkiperver cumhuriyet partisi programinda “dini inançlara saygili oldugu” seklindeki bir madde nedeniyle kopartildi. Bu ayaklanma bahanesiyle iktidar bütün muhalefeti sindirmeye çalisti. Seyh Sait Kiyami, 31 Mart ve Menemen olayi vs. ile zincirin bir halkasi olarak müslüman halkin önüne sürülecektir.
25 Kasim 1925′te sapka giyilmesi hakkindaki 671 no’lu kanun çikarildi. “Türkiye büyük millet meclisi üyeleri ile genel, özel ve bölgesel idarelere ve bütün kuruluslara bagli memurlar ve müstahdemler, Türk milletinin giymis oldugu sapkayi giymek zorundadir. Türkiye halkinin da genel basligi sapka olup, buna aykiri bir aliskanligin sürdürülmesini hükümet yasaklar“. Bu kanun halkin büyük tepkisine yol açmis, gerek bu kanun çikmadan önce, gerek çiktiktan sonra sapkaya muhalefet edenler Istiklal mahkemelerinde yargilanarak idam edilmistir. Bunlardan en trajik olanlarindan biri, kanun çikmadan birbuçuk yil evvel yazdigi “Frenk mukallitligi ve Sapka” adli risalesi nedeniyle Iskilipli Atif Efendi, digeri sirf halkin gözünü kirkutmak için Erzurum’da idam edilen Salci Baci adli bohçaci bir kadindir. Dogu illerinde soguk nedeniyle kalpak giyenler de cezalandirilmistir. Sapka kanunu kadinlarin kilik kiyafetiyle ilgili bir düzenleme getirmemis olmasina ragmen genel olarak kiyafet kanunu olarak algilandigindan buna dayanilarak müslüman kadinlarin giyimine yönelik müdahaleler olmustur. Kanunî bir düzenleme olmamasina ragmen bazi illerde (Mersin, Trabzon, Rize, Bodrum, Konya, Maras, Hoton, vs.) belediye kararlariyla basörtüsü yasaklanmistir. (Cihan Aktas, a.g.e., s. 173, dipnot, Dr. Barnard Caparol, Kemalizmde ve Kemalizm sonrasinda Türk kadini, Türkiye Is bankasi kültür yay., Ankara, 1982)
Müslümanlarin kilik kiyafetlerine yönelik saldirilarin tek parti ve ihtilal dönemlerinde daha bir yogunlastigi gözlenmektedir. Osmanli son dönemlerinde daha da yogunlasarak cumhuriyet döneminde Müslümanlar ” gerici, yobaz, sakalli, bitli, örümcek kafali, kara cahil, Türk filmlerinde asina oldugumuz dolandirici, düzenbaz, cimri haci, hoca vs. gibi kelimelerle resmedilmekte. Müslümanlar yönelik bu tür karamalara son zamanlarda eklenen terörist, dis destekli, karanlik mihraklarin yönlendirdigi” seklinde ifadeler disinda pek fazla seye rastlanamaz. 31 Mart, Seyh Sait kiyami, Menemen olayi da eklenerek birer tekerleme gibi basinda, sokakta muhatap oldugunuz CHP zihniyetli insanlarin agzinda tekrarlanuir durur. Abdullah Yildiz, Umran (Ocak 98, s. 28-30) dergisindeki “Irtica’da siyasal Islam’a bir övgü edebiyati” adli yazisinda geçmis bazi yayinlardan alintilar yapmis. Gözümüze çarpan bazi ifadeler: fesatçilar, softa kiyafetli adamlar, casuslar, mecnunlar, ortaçag müessesesi kadrolar, medeniyet düsmanlari, kara tehlike, komunizmde daha tehlikeli (PKK’dan daha tehlikeli ifadesini hatirlatiyor) bir yobazin marifetleri, çember sakalli yobazlar, kafalarinin içi kadar karanlik, örtüler, bedeviler, gözleri ortaçagdan önceki çöl uygarligina dikilmis olanlar, soluyan, hirlayan kuduz köpekler, Anadolu’yu araplastirmak, Hicaz çölüne çevirmek… En son 11 Ekim 98′deki “Basörtüsüne Özgürlük için Elele” eyleminin ardindan kartel medyasina bakarsaniz pek fazla bir seyin degismedigini görürüsünüz.
Tek parti ve daha sonraki bikaç on yillik dönemde tesettür düsmanligi çarsaf üzerinde yogunlasmistir. Türk kadinlar birligi, mustafa kemal dernegi gibi olusumlar çesitli haftalar düzenleyerek çarsaf aleyhinde kampanyalar düzenlemekte, çarsaf açma, peçe yirtma etkinlikleri düzenlemekteydiler. Ilk defa cumhuriyet gazetesi öncülügünde güzellik yarismasi düzenlenmis, müsabaka seçimleri ulusal bir olay olarak nitelendirilmistir. 19 Mayis törenlerinde kizlara kisa sortlar giydirmek rejimin gelecegi açisindan ödün verilemez bir uygulama haline gelmistir.
Önceleri bu tür propaganda faaliyeti seklinde sürdürülen uygulamalar daha sonra çarsafli kadinlara, sakalli Müslümanlar fiili müdahalelere dönüsmüstür.
1960 ihtilalinden sonra bu tür saldirilar yayginlasmistir. Gün geçmiyor ki sokaktaki çarsafli bir kadina, sakalli bir msülümana ilericilik adina saldirilmasin, dövülmesin. Kadinlar sözlü ve fiili saldirilara maruz kaliyor, çarsaflari çekistiriliyor, yirtiliyor, insanlarin sakallari siradan insanlar tarafindan zorla tras ettiriliyordu.
Bu saldirilar karsisinda tesettür konusu Müslüman çevrelerin gündmine yansidi. Konferanslar, paneller düzenledi. Islami referanslara göre örtünme konusu islendi. Kur’an Kurslari ve kiz Imam-Hatip okullarinin da etkisiyle tesettür genç kizlar arasinda yayginlik kazanmaya basladi. Ilk defa 1968′de Ankara Üniversitesi Ilahiyat fakültesi’nde okuyan Hatice Babacan’in örtüsü nedeniyle okuldan atilmasi üzerine basörtüsü üniversite düzlemine taindi. Ilahiyat fakültesi boykotu, açlik grevleri konuyu ölke gündemindin en üst sirasina tasidi. Müftülerin -özellikle Çankaya müftüsünün- “bunlar hangi akla hizmet ediyorlar, Islam’da açlik grevi yoktur” gibi beyanatlari Müslümanlar nezdinde saskinlik yaratti. Boykot ve eylemler nedeniyle fakülte tatil edildi. Bu arada yillardir çarsafla mücadele için kadinlara çarsaf yerine daha Avrupai diye pardesü dagitan çesitli kadin dernekleri artik pardesüye de savas açti. Daha sonra 12 Eylül döneminden itibaren basörtüsü yerine “türban“i destekleyecekler sonra ondan da vazgeçeceklerdir. Hala bu zihniyet için üniversitedeki basörtüsü sorunu “Türban sorunu” olarak nitelendirilir.
12 Mart muhtirasini izleyen yillarda üniversitelerde basörtüsü kizlarin solcularin saldirilarina ugramasi gözden uzak tutulmamalidir. 1979 yilinda Gazi Egitim’den çikan 15 kadar basörtülü ögrenci yüzlerce yolcunun tasli-sopali saldirisina ugramis, çogu yaralanmis, baslari yarilmistir. Son zamanlarda isci partisi ve SIP öncülügünde fiili saldirilar yapilamasa da basörtüsü ve Müslümanlar aleyhindeki propagandalar bunun devamidir.
Bu yillarda Müslümanlar tesettür düsmanliginin altinda Islam düsmanliginin oldugunu farkina varmislardir.Demokrat partinin iktidara gelisiyle görmek zorunda kaldiklari Islami duyarlik sahibi Müslümanlarin varligi, aleyhteki kampanyalara ragmen tesettürün yayginlasmasi egemenleri saldirilarinda daha da pervasizlastirmistir. Bunun karsisinda Müslümanlar da bir özelestiri sürecine girmis kendi kimliklerini netlestirmeye baslamislardir. 1970′li yillarin anarsik, anomik ortamindan, sag-sol çatismalarinin disinda kalmaya çalismis, Seyyid Kutub, Mevdudi, Hasan el-Benna vs. gibi yazarlarin tercüme eserleriyle evrensel Islami degerlerle tanisilmis, kültürel olarak, kimlik olarak bir yetkinlik kazanmislardir. Basörtüsü düsmanligi karsisinda köktenci bir tutum içine girmislerdir.
Basörtüsü düsmanliginda ilginç bur dönüsüm yasanmistir. Yillarca basörtüsü cehaletin simgesi (!) olarak görülmüstür. Ama geçen yillarla birlikte basörtülülerin lise mezunu, hatta üniversite mezunu, hatta memur, yazar-çizer olmasi basörtüsüne baska anlamlar yüklenmeyi gündme getirmistir. Artik basörtüsü cehaletin (!) simgesi degildir. Karanlik mihraklara (!), vatani bölmeye (!), rejimi degistirmeye hizmet etmektedir. Artik “Biz köylünün, sokaktaki kadinin basörtüsüne karisiyor muyuz ?” Hizmetçi, müstahdem olanlar kurtulmustur ama basörtüsü sorunu üniversite, devlet daireleri boyutunda yasaklara konu olmaktadir. Tahsilli insanlarin basörtüsü kullanmalari “karanlikk amaçlar” disinda ne ile izah edilebilirdi…!
1960 darbesinin ardindan oldugu gubu 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da ardarda memurlara yönelik basbakanliktan kilik-kiyafet yönetmelikleri yayinlamaya baslandi. 1980 ekimindeki basbakanlik genelgesinin ardindan 1981 araliginda ögretmen ve ögrencilere yönelik kilik-kiyafet genelgesi yayinlandi. Milli egitim bakanligi da ortaokul ve lise ögretmen ve ögrencilere yönelik ardarda yönetmelikler yayinladi. Bunu 1982 Aralik ayinda YÖK’ün üniversite ögretim üyeleri ve ögrencileri kapsayan genelgesi takip etti. Genelgeler nedeniyle ilk, orta, lise, özellikle kiz Imam-Hatip liselerinde ve üniversitelerde yüzler kiz ögrenci, basörtüsü memurlar magdur oldu. Sakallari nedeniyle erkekler de bunlara eklendi. Her ne kadar genelgelerde kadinlar için asiri makyaj, pantolon, uzun topuklar da yasaklansa da buna aykiri davranislardan dolayi, sürgün edilen, memuriyetten atilan kadinlara rastlanmadi.
Ögrenciler, veliler yetkililere günlerce postahanelerde kuyruk olustururarak yasagi protesto eden telgraflar, mektuplar gönderdi. Yaygin muhalefet nedeniyle YÖK’ün “çagdas bir kiyafet olan türbana izin vermesi olayi daha da karistirdi. Ögrenciler türban giymedikleri için okullardan atildiklari gibi, amaç Islami giyim kaygisi oldugundan türbana da yasak getirildi. Protesto telgraflari, oturma ve açlik grevleri sonunda YÖK 23 Mayis 1987 tarihinde basörtüsü yasaginin kademeli olarak kaldirilacagini ilan etti. Ancak kesin bir karar olmadigindan yasak rektörlerin keyfi uygulamalariyla devam etti. Basörtüsü yasaginin halk nezdinde uyandirdigi rahatsizlik nedeniyle Meclis ANAP’li milletvekillerinin önergesiyle “Anayasa’nin 174. maddesindeki inkilap kanunlarina aykiri olmamak kaydiyla, ögretim elemanlari ve ögrenciler için yüksek ögretim kurumlarinda kilik ve kiyafet serbestisi olacagi ve bu konuda kisi ve kurumlarin kisitlama yapamayacagina iliskin bir karar aliniyor. Cumhurbaskani kenan evren ögrenci affina ilave edilen bu ifadenin bulundugu yasayi önce veto ediyor, sonra kabul ediyor daha sonra da AYM’ne veriyor. AYM yasayi gerekçesini aylar sonra açiklayacagi kararla 8 Mart 1989′da iptal ediyor. Iptal kararinin açiklanmasi için 8 Mart dünya kadinlar gününün seçilmesi anlamli bulunuyor. 10 Mart 1989 yurdun çesitli illerinde Cuma namazi çikisilarinda kadinli erkekli genis katilimli eylemler yapildi. Çok sayida insan gözaltina alindi, bir kismi yargilanarak tutuklandi. Ertesi gün gazete mansetleri 11 Ekim 1998 günü yapilan “Inanca Saygi Düsünceye Özgürlük Için Elele” eylemini takip eden günlerde kartel medyasnin mansetlerinden farkli degildi. AYM 5 Temmuz 1989′da üniversitede basörtüsüne izin veren yasanin iptaliyle ilgili gerekçeli karari açikladi. Danistay da AYM gerekçeli kararina dayandirarak 13 ögretim üyesinin basvurusu üzerine üniversitelerde türbana izinveren yönetmeligi iptal etti. Bu kararlar özellikle yaz ortasinda verilmisti. 1989-1990 ögretim yiliyla yaygin protestolarin baslamsi basörtüsü karsisinda tavizsiz düsmanligiyla taninan kenan evren’in görevinin bitimi ve yerine Turgut Özal’in geçisiyle bu destekten mahrum kalan YÖK 28 Aralik 1989′da ögrenci disiplin yönetmeliginin yasakla ilgili 7/h fikrasini kaldirmasiyla türban yeniden serbest birakildi. Uygulama rektörlerin insafina birakildi. Bazi üniversitelerde uygulanirken bazi üniversitelerde uygulanmadi. 90′li yillar boyunca genel olarak yasak uygulanmadi. Özellikle I.Ü. hemsirelik meslek yüksekokulu, I.Ü. florance nightingale hemsirelik yüksekokulu, hacettepe üniversitesi, gazi üniversitesi gibi lokal olarak basörtüsü yasagi israrla sürdürüldü. Bu arada 29 Ekim 1996′da gazetelere ilginç ayni zamnda trajik bir haber çikti. I.Ü. Cerrahpasa tip fakültesinde Sükran Erdem adli doktor basörtüsü oldugu için dört ay boyunca cerrahi müzeye kilitlenmisti. Sorumlusu cerrahi anabilim dali dekani kemal alemdaroglu’ydu. Daha sonra I.Ü. rektörlügüne seçilerek bu uygulamalarini üniversiteye yayacaktir. (Basörtüsü sorunu, Mazlum-Der, 2. baski, s. 166)
Daha önce de ifade ettigimiz gibi basörtüsü yasaklamalari tek parti dönemerlinde iyice siddetlenmekteydi. 28 Subat 1997 örtülü darbesiyle Müslümanlara yönelik her alanda kusatma politikalari uygulamaya konuldu. Refah partisi iktidardan düsürüldü, sekiz yillik kesintisiz egitimle Imam-Hatip liselerinin (IHL, M.K.) orta kismi kapatildi, lise kisimlari da üniversiteye yönelik kisitlamalarla cazibesini yitirdi, yesil sermaye olarak nitelendirilen sermaye (ör. Kombassan Holding, Yimpas A.S., Endüstri Holding, Sayha Holding vs., M.K.) kesimine savas açildi. Vakiflara, vakif okul ve yurtlarina gece baskinlari düzenlendi… Böyle bir ortami bekleyen, arkasina zinde güçleri alarak ilerici! uygulama yapmaya can atanlara gün dogdu. 1997-1998 ögretim yilinda I.Ü. Rektörü bülent berkarda üniversitede kimlik karti için bas açik fotograf alinacagini duyurdu. Özellikle Cerrahpasa tip fakültesinde basörtüsü kizlar staja alinmiyordu, sinavlara da alinmamaya baslandi. Ögrenciler bir ay süreyle her gün I.Ü. Merkez kampüs kapisi önünde yasagi protesto ettiler. 24 Subat sali günü I.Ü. yeni rektörü sabik basörtüsü yasakçisi kemal alemdaroglu’nun yayinladigi bir genelgeyle basörtülü, skalli, uzun saçli erkekler fakültelere, kampüslere alinmadilar.Amaç yasagin sadece basörtülülere yönelik olamdigi izlenimini yermek. Sali, Çarsamba, Persembe protestocu ögrencileriin sayisi katlanarak çogaldi. Cuma günü otuz bes bin (35.000 !, M.K.) kisiye ulasti. Beyazit Meydanindan Çapa’ya Cerrahpasa’ya yürüyüsler apildi.
Bu kitlesel ögrenci eylemleri sonunda Rektrötlük geri adim atti, genelgenin kimliklerin hazirlamasinda bir gecikme oldugunu söyleyerek ikinci bir emre kadar durdurdugunu açikladi. Cerrahpasa ve Çapa tip ile dis hekimligi fakültelerinde uygulanmaya devam etti. Eylemler ögrenciler gözaltina alindi, disiplin cezalariyla yildirilmaya çalisildi. Disiplin sorusturmalarinda bir çok usulsüzlükler vardi. Cerrahpasa ve Çapa eksenli eylemler devam ederken 24 Subat dönemindeki eylemlere katilma, yönlendirme, okul boykotuna katilma gibi gerekçelerle fen fakülteinden yedi ögrenciin atilmasi,, bazi ögrencilere uzaklastirma verilmesi üzerine eylemlerin tansiyonu yükseldi. Ögrenciler iki gün fen fakültesi önünde bir gün de I.Ü. merkez kampüs kapisi önünde toplanarak okuldan atilmalari protesto ettiler. Oturma eylemi ypan ögrencilere polis cop, gözyasartici gazla müdahale etti. Buna krsilik ögrenciler Fatih yönüne dogru gösterilerini sürdürdü. Edirne trakya üniversitesinde de yasak uygulanmaya baslandi.
11 Ekim 1998 pazar günü yapilan “Basörtüsüne Özgürlük Inanca Saygi Düsünceye Özgürlük Için Elele” eylemi Türk ve dünya basininda genis yanki uyandirdi. Bir gün öncecisinden eylemin yasadisi ilan edilmesine ragmen iki milyona (2.000.000 !, M.K.) yakin kisi Istanbul’dan Anadolu’nun Dogu illerine kdar elele tutustu. Bu katilim halkin basörtüsü yasagina karsi tepkisini göstermesi açisindan ilnginçti. Eylemde vatandaslarin hiçbir taskinlik ya da saldirgan bir tutuma girmemeleri, trafigi engellememelerine ragmen emniyet ve jandarmanin yersiz müdahaleleri olmustu. Elazig’da Jandarma halkin üzerine ates açmis bir kisi ölmüs, üç kisi yarlanmisti. Böyle bir katilim egemenleri korkuttu. Gazetelerin de karalama kampanyalariyla birlikte aralarinda Ahmet Tasgetiren, Abdurrahman Dilipak gibi yazarlarin, gazetecilerin de oldugu çok sayida kisi gece baskinlariyla gözaltina alindi.
1989-1990 ögretim yiliyla ilgili olarak yapilan rektörler toplantilarinda basörtüsünü yasaklayici açiklamalar yapildi. Ögretim yilinin basinda Istanbul Üniversitesinde basörtülü ögrencilerin kayitlari yapilmadi. Yasak Sivas ! cumhuriyet üniversitesi, Trabzon KTÜ, Edirne trakya üniversitesi ve daha birçok üniversiteye yayildi.
Basörtüsü neyi ifsa ediyor ? sorusuna verilecek cevaplar rejimin gerçek yüzünü ifsa etmek Müslümanlarin konumunun netlesmesinde hayatiyet tasiyor. Görülmüstür ki basörtüsü yasaklarin ardinda Islam düsmanligi vardir. Yine görülmüstür ki binlerce ögrenci magdur edilmis, okullarindan, islerinden ayrilmak zorunda kalmis ama toplumumuzda üniversitelerde tesettüre yönelis hizla devam etmistir. Basörtüsü rejimle Müslümanlarin çatisma alani olmus, rejim gerçek yüzüyle halka ifsa edilmistir.
Basörtüsü sorunu günümüze kadar oldugu gibi bundan sonra da çesitli sekillerde devam edecektir. Basörtüsü egemenlerin maskelerini düsürecek, gerçek ve çirkin yüzlerini ifsa edecektir.
Râbıtayı İnkâr ve İtirazlara Verilen Cevaplar
Her devirde olduğu gibi, bu devirde de râbıtayı inkâr edenler bulunmuş; İslâm’da râbıtanın olmadığını, hatta bunun Hind yogasından tarîkatlere girdiğini iddiâ edegelmişlerdir. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinin ifâdesi ile bunlar; kötü âlimlerdir, din hırsızlarıdır! Onların; halk nazarında bir makam-mevki ve itibar sahibi olmaktan başka arzu ve istekleri yoktur… Fitnelerinden Allâh’a sığınırız.
* * *
Evet, âlimlerin en fazîletlisi, mahlûkâtın da en üstünüdür. Hatta, Beyhâkî’nin (rh.) İbn Mes‘ûd’dan (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulur: “Âlimlerin mürekkepleri, kıyâmet günü, Allah yolunda şehit olanların kanları ile tartılır; âlimlerin mürekkepleri daha ağır gelir.”(1)
Kezâ, insanların en kötüsü de, âlimlerin en kötü ve fenâ olanıdır.(2)
Binâenaleyh insanların kurtuluşu, âlimlerin varlığına bağlı olduğu gibi, âlemin hüsrânı da aynı şekilde onlara bağlıdır! Bu sebeple Ehl-i Sünnet âlimleri, dilleri ve kalemleri ile bu kötü âlimlerin hücumlarına mukâbele etmişler, onların inkâr ve itirazlarına cevap vermişlerdir.
Dilerseniz onlara da bir göz atalım…* * *
DÜNYADA RÂBITASIZ İNSAN YOKTUR
Meselâ deniliyor ki;
“Mürîde, şeyhini tasavvur sûretiyle yapması emredilen râbıtanın me’mûrun bih olması gerekir… O zaman da, bu husustaki hükmün, vâcib veya mendub olması îcap eder. Bunlar, her ikisi de şer‘î birer husus olması hasebiyle, kendilerine edille-i şer‘iyeden delil lâzımdır. Binâenaleyh râbıtanın câiz olduğuna delil nedir? Ayrıca, Peygamberimiz (s.a.v.) ashâb-ı kirâmın şeyhidir; bütün zikir ve fikirleri ondan öğrenmişlerdir… Bununla beraber ashâbına, sûretinin tasavvur edilmesini emretmemiştir. Halbuki onun sûreti, insânî sûretlerin en kâmilidir.”
Bu ve benzeri itirazlara değişik tarzlarda cevaplar vermek mümkün…
Şöyle ki:
Her şeyden evvel dünyada râbıtasız insan yoktur…
Hemen herkes hatta her şey mutlaka bir yerlere, bir şeylere bağlıdır…(3)
Bu sebeple aklı başında bir insanın, râbıtayı inkâr etmesi mümkün değildir…
Hatta inkâr eden insan, bir lahza düşünse, inkâr ettiği şeyin kendisinde var olduğunu görecektir…
Meselâ, namaz kılacak olan bir kimse, şayet gâfillerden ise, namaza durduğunda aklı, çeşitli evhâm ve efkâra dalar; Rabb’inden yüz çevirir… Ya çoluk-çocuğu ile, ya malı-mülkü veya bir başka sevdiği şeyle meşgul olur… Onlara bağlanır, onlara râbıta yapar!
Fakat ne gariptir ki, namazdan sonra da râbıtasını inkâr eder!(4)
Ayrıca râbıta-i şerife; gafleti giderme, hâtırâtı def‘etme ve nûr-i İlâhî’yi celbetme vâsıtalarının en başta gelenlerindendir.
İslâm dîninde, vâsıtalar için, maksatların hükmü vardır…
Meselâ, zina haram olduğu gibi, zinaya götüren öpmek, şehvetle bakmak, kendisine nikâhı düşen birisi ile halvet, yani başkalarının izinsiz giremeyeceği hususi bir mekânda başbaşa kalmak da haramdır.
Müslümanlar’ın Mevlâ’ya yönelip, feyz-i İlâhî ile nurlanmaları maksud ve matlub olunca, bunu temin eden râbıta-i şerife ile zikr-i kalbî de matlub ve maksud olur. Allâh’ın sevgili kullarını tasavvur etmenin faydasız olduğunu söylemekse, kesinlikle mümkün değildir.
İnsan; haram ve çirkin olan bir şeyi düşündüğü zaman, kalbini ve rûhunu kirlettiği gibi; güzel olan şeyleri, Allâh’ın Habîbi’ni ve onun vârisi olan Allah dostlarını tasavvur ettiği zaman da, feyz-i İlâhî’ye mazhar olur.
Demek ki râbıta-i şerife, şerîatın dışında bir husus değildir.(
Kaydol:
Yorumlar (Atom)