17 Mayıs 2011 Salı

BENÎ KAYNUKA YAHÛDÎLERİNİN MEDİNE’DEN ÇIKARILMASI

BENÎ KAYNUKA YAHÛDÎLERİNİN MEDİNE’DEN ÇIKARILMASI

Posted by Site - Yönetici Şubat 7, 2008


BENÎ KAYNUKA YAHÛDÎLERİNİN MEDİNE’DEN ÇIKARILMASI (Şevval 2 H./Nisan 624 M.)



Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’de Yahûdîlerle anlaşmalar yapmış, onlarla barış içinde olmak istemişti. Fakat Yahûdiler dâima düşmanca bir davranış içinde oldular. Her fırsatta Evs ve Hazrec Kabîleleri arasındaki eski düşmanlıkları hatırlatıp, Müslümanları birbirine düşürmeğe çalıştılar. Kendileri ehl-i kitâb ve tek Allah inancında oldukları halde, “müşrikler, mü’minlerden daha doğru yolda” (179) dediler. Sabahleyin Müslüman olmuş görünüp, akşam dönerek(180), Müslümanlarla alay ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Müslümanlar aleyhine şiirler yazdılar. Oysa, ellerinde bulunan Tevrat’taki bilgilerden Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hak peygamber olduğunu da biliyorlar(181), buna rağmen düşmanlık ediyorlardı.


Müslümanlarla Medine’deki Yahûdî kabîleleri arasında yapılan vatandaşlık anlaşmasını ilk bozan Kaynukaoğulları oldu. (182)

Müslümanlardan bir kadın, Kaynuka yahûdilerinden bir kuyumcunun dükkanında alış- veriş ederken, bir Yahûdî, kadın duymadan örtüsünün eteğini arkasına bağlamış, kadın kalkıp gitmek isteyince her tarafı açılıvermişti. Kadının feryâdı üzerine yetişen bir Müslüman bu Yahûdîyi öldürmüş, orada bulunan Yahûdîler de bu Müslümanı öldürmüşlerdi. Bu olay yüzünden Kaynukaoğulları ile Müslümanların arası açıldı.(183) Rasûlullah (s.a.s.) Beni Kaynuka’ya muâhedeyi yenilemeyi teklif etti, onlar buna yanaşmadılar.


-”Sen bizi, savaş bilmeyen Mekkeliler mi sanıyorsun? Biz savaşa hazırız….” dediler.(184) Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Lübâbe’yi Medine’de vekil bırakarak Şevval ayı ortalarında ordusu ile Benî Kaynuka’yı muhasara etti. Kuşatma 15 gün sürdü. Kaynukaoğulları diğer Yahûdî kabîleleri ve münâfıklardan bekledikleri yardımı göremeyince, teslim olmağa mecbûr oldular. Muâhedeyi bozdukları, vatana ihânet ettikleri için öldürülmeleri gerekiyordu. Kaynukaoğulları daha önce Hazrec kabîlesinin himâyesindeydi. Hazrec kabîlesi eşrâfından, münâfıkların başı Ubeyy oğlu Abdullah, bunu bahâne ederek bunların öldürülmemeleri için ısrar ettiğinden, Rasûlullah (s.a.s.) Medine’den çıkarılmalarını emretti. Böylece, 700 kişiden ibâret Kaynuka Yahûdîleri, Medine’den Şam tarafına sürüldüler.(185) Ele geçen ganimet mallarının beşte biri Beytü’l-mâle (Devlet hazinesine) ayrıldı.(186) Geri kalanı gazilere paylaştırıldı. Toprakları da, topraksız Müslümanlara verildi. Böylece Müslümanlar, Yahûdîlerin en cesûru sayılan Kaynukaoğullarının kötülüklerinden kurtulmuş oldular.



(179) Bkz. en-Nisâ Sûresi, 51

(180) Bkz. Âl–i İmrân Sûresi, 72

(181) Bkz. el–Bakara Sûresi, 146

(182) İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/137

(183) İbn Hîşâm, 3/51; İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/138

(184) İbn Hîşâm, 3/50; İbnü’l-Esîr a.g.e., 2/137

(185) Zâdü’l-Meâd, 2/230

(186) Bkz. el-Enfâl Sûresi, 41; İbnü’l-Esîr a.g.e., 2/138

Ramazan’a neden “Sultan” denilir?

 

İradi bir mahrumiyet ve meşakkat ayı olmasına rağmen Ramazan ayına “sultan” denmesinin sebebi, Müslümanların hayatında orucun taşıdığı büyük ehemmiyettir. Ramazan’ın bir başka özelliği “bin geceden hayırlı Kadir Gecesi”nin bu ayda olması ve Kur’an’ın yine bu ayda indirilmeye başlanmasıdır.

Sahuru ihmal etmeyin

Sahurda kalkıp yemek müstehaptır. Peygamberimiz: “Sahurda yemek yeyiniz, çünkü sahurda bereket vardır” (Buhârî, Savm, 20) buyurmuştur. Sahur yemeği, oruca dayanma gücü verir. Duaların kabul edildiği vakitlerden biri de sahurdur. Oruçlu sahura kalktığı zaman, dilekleri için dua etmeli ve Allah’tan günahlarının bağışlanmasını istemelidir. Hele tam da zamanı olan sahurda iki rekat teheccüd kılıversek, sahurumuz teheccüdle bereketlenmiş olur.

İftarı yalnız yapmayın

Oruçlulara iftar yemeği vermek hayırlı bir davranış olduğu gibi bu sofralarda misafir ağırlamak unutulmaması gereken geleneklerimizdendir. Herkes imkanları nisbetinde evinde ya da dışarıda iftar verebilir. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Bir oruçluya iftar veren kimseye, o oruçlunun sevabı kadar sevap verilir. Ancak o oruçlunun sevabından da bir şey eksilmez.” (Et-Terğib ve’t-Terhib, c.2, s.144)

Oruçlunun sevinci

Oruç ibadetini tamamlayıp iftar vaktine yetişen kimse, bundan büyük bir mutluluk ve sevinç duyar. O, tuttuğu orucun mükâfatını almak üzere, kıyamet gününde Allah’ın huzuruna vardığı zaman en büyük sevinci tadacaktır. Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Oruçlunun iki sevinci vardır: Biri iftar ettiği vakit, diğeri de Allah’a kavuştuğu zamandır.” (Buhârî, Savm, 20; Müslim, Sıyam, 9)

Dualar kabul edilir

İftar vakti yapılan dualar kabul edilir. Peygamberimiz (sas) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Üç kimsenin duası geri çevrilmez, kabul edilir:

1- Oruçlunun iftar vaktindeki duası,

2- Adaletli hükümdarın duası,

3- Mazlumun duası.

(Tirmizî, Deavât, 128)

Ramazan’ın hikmetlerinden haberimiz var mı?

Oruç, nefsin ve dolayısıyla onun üzerinden bizimle uğraşmaya azmetmiş Şeytan’ın zincire vurulduğu bir aydır. Eğer oruç yanında affedici, fedakar, cömert, sakin olamıyorsak, kin ve düşmanlık gibi hastalıkları içimizden atamıyorsak Ramazan’ın hikmetlerinden habersiz kalmışız demektir.

Ramazan dünyevileşme ara verdiğimiz zaman dilimi

Sanki Allah, dünyevi tarafı ağır basan meşguliyetlerimizin senede bir ay beklemeye alınmasını murat etmektedir. Hele kapitalist üretim ve tüketim süreçlerinin hayatımızın her anını işgal etmeye çalıştığı böyle bir dünyada bu daha da önemli olmaktadır.



Kur’an’ın muhtevasını kimler anlayabilir?


Kurân’ın ledünnî muhtevasını ancak, onda bütün varlığın sesini duyabilenler ve onun derinliklerinde insan ruhuna ait korku ve ümit, tasa ve sevinç, keder ve neş’e mûsikîsini birden dinleyebilenler anlar.

Orucu ve namazı gösteriş oluyor diye terketmek doğru mudur?

Zaman olur kişi namaz, oruç ve benzeri ibadetlerini riya ve yapmacıktan kurtulamıyor endişesiyle terk eder. Hâlbuki, Allahu Teâlâ bunların yapılmasını emretmektedir. Bu yanlıştır. Nefsiyle zor bile olsa mücadele etmelidir. Şayet bu endişesiyle hareket edip ibadetleri terk ederse riya korkusu girmediği hiç­bir ibadet kalmaz. Zaten insanlar bu noktadan sorumlu tutul­mamışlardır. Veya alenî yaptığı ibadeti gizli yapmak üzere terk eder. Hâlbuki, gizli yapılmak istenen birçok ibadetin nefsin aldatmasıyla yapılmadığı tecrübeyle sabittir. Ancak gerçekten söz konusu ibadeti gizli yapmaya Allah tarafından verilen üstün bir güce sahipse, o zaman gizli yapsın. Çünkü, gizlisi daha faziletli ve oturaklıdır.

Oruçlu kişinin etrafına kötü davranması orucunu etkiler mi?

Bu soruya iki açıdan cevap vermek mümkün, bir; ahlakî, iki; hukukî. Hukukî açıdan cevap verecek isek, soruyu şöyle düzeltmemiz gerekir; oruçlunun etrafına kötü davranması orucunu bozar mı? Bozarsa, kaza mı, keffaret mi gerekir? Bunun cevabı basit; hayır, bu davranış şekli orucu bozmaz. Dolayısıyla ne kaza ne keffaret gerekir. Çünkü orucu bozan şeyler, orucun tanımında belirttiğimiz yeme, içme ve cinsel ilişki yasağına aykırı olan davranışlardır.

Ahlakî açıya gelince; bir müslümanın etrafındakilere daima iyi davranması onun müslüman olmasının gereğidir. Oruçlu olunca şöyle, oruçlu olmayınca böyle …vb gibi ikili bir davranış şekli yoktur İslam’da. Hatta oruçlu olmak iyi davranmayı zorunlu hale getiren bir unsurdur. Buna rağmen kişi, etrafına kötü davranıyorsa, o davranışının Allah nezdindeki cezası -tabii varsa, o davranışa göre değişir- neyse, onu görecektir. Belki Allah’a her zamankinden daha çok yakın olması gerektiği bir zaman diliminde böyle davrandığı için, cezası katmerli olarak verilebilir. Bunu sadece Allah bilir.

Oruca niyet nasıl olmalıdır?

Niyet, vakti, şekli ve sıhhati gibi farklı yönleri bulunan bir ibadettir. Okuyucunun niyet nasıl olmalıdır sorusu ise, oruca ait bu yönlerin hepsini içine alabilecek ölçüde genel bir sorudur. Soruda bir alan belirlemesi yapılmadığına göre, biz bu üç yöne ait tesbitleri kısa kısa ifade edelim. Tabii Ramazan orucu ile ilgilidir söyleyeceklerimiz.

Niyetin vakti; vakit bir önceki günün akşam vaktinin girmesi ile başlar, ertesi günün kuşluk vaktinde sona erer. Bazı İslam fakihleri bu vaktin öğle namazı vaktinin az öncesine kadar uzanabileceği kanaatındadır. Vakit noktasında ihtilaflardan kurtulmak için, niyeti sabah vakti girmeden önce mutlaka yapmak gereklidir.

Niyetin şekli; niyet, arapça ifadesiyle “kasdü’l-kalb” yani kalbin kasdetmesidir. Dil ile bunu söyleme ise şart değildir. Fakat dil ile niyet kalben yapılan niyeti destekler, kesinlik kazandırır gibi bir düşünceye de açık olmak lazım. Bunun için İslam fakihleri niyetin dil ile yapılmasına mendup demişlerdir. Ama bu “dil ile söylenmeyen niyet niyet değildir, oruç geçerli değildir” şeklinde anlaşılmamalıdır.

Niyetin sıhhati; Ramazan orucu için her gün ayrıca niyet etmek şarttır. Hem Ramazan hem de sözgelimi nafile oruca niyetin olmaması gerekir. Böyle niyet yapıldığı takdirde, niyet Ramazan orucu için geçerlidir. “Hasta olmazsam, yolculuğa çıkmazsam, misafirliği çağırılmazsam orucum, aksi takdirde değilim” gibi tereddütlü bir niyet sahih değildir.

Oruç hangi durumlarda bozulur?

Beslenme amacı taşımayan, yenip içilmesi normal olmayan ve normal insanın fıtraten yiyip içmek istemeyeceği şeyleri alması durumunda oruç bozulur, fakat keffaret yerine sadece kaza orucu tutması gerekir. Bunların bir kısmı şöyledir.

1- Çiğ pirinç gibi, çiğ olarak yenmesi âdet olmayan şeyleri yemek

2- Katkısız un ve hamur yemek

3- Taş, toprak, altın, demir gibi cisimleri yutmak

4- Kabuğuyla beraber yenmeyen, fındık, ceviz ve badem gibi şeyleri yemek

5- Boğaza kaçan, yağmur, kar ve doluyu istemeyerek yutmak.

6- Abdest alırken genze ve boğaza hatayla su kaçırmak

7- Uyurken kendi kendine veya başkası tarafından bir şey yiyip içmek, mesela, boğazına su dökülmesi de orucu bozar; keffaret gerektirmez.

8- Kendi isteğiyle ağız dolusu kusmak.

9- Sahurdan dişleri arasında kalan nohut tanesi büyüklüğünde olan bir şeyi yutmak.

10- Eşine sarılıp öperken meni gelmesi de orucu bozar. Genel olarak orucun manası Allah rızası için beslenme, tat ve keyif alma isteğinin bir sonucu olarak yapılan yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktan uzak durmak, yani nefsi, istek, iştah ve şehvet duyduğu şeylerden uzak tutmak olunca, nefse bu hazlarını veren şeylerin orucu bozduğu açıktır. Bunların belli başlı olanlarını sıraladıktan sonra herkesin kendi durumunu gözden geçirmesini, yaptığı işlerde bu duyguların yerinin ne olduğunu kendisinin gözden geçirmesini ve orucu manasına uygun olarak tutmaya çalışmasını söylemek gerekiyor.

Orucu bozmayan şeyler

Bazı durumlar vardır ki, insan orucunun bozulduğunu zannedebilir. Ancak bu durumlarda oruç bozulmaz.

1. Unutarak az veya çok bir şey yemek. İnsan unutarak karnını doyursa sonra da çay içerken aklına oruçlu olduğu gelse, çayını hemen bırakır ve orucuna devam eder. Bu kişinin orucu bozulmadığı için ne kaza ne de keffaret gerekir.

2. İstemeyerek kusmak orucu bozmaz.

3. Abdestte ağza su alındıktan sonra kalan az bir yaşlığı tükürük ile yutmak orucu bozmaz.

4. Boğaza bir sineğin kaçması gibi yenilmesi kastedilmeyen ve kaçınmanın da mümkün olmadığı şeyler orucu bozmaz.

5. İnsanın derisinden içeriye sızan şeyler orucu bozmaz. Bunun için vücuda sürülen bir krem, koku veya vücudun soğukluğunu hissettiği su orucu bozmaz.

6. Baştaki veya karındaki bir yaraya konulup yaranın ıslaklığı ile damağa veya boşluğa gitmeyen bir ilaçtan dolayı oruç bozulmaz

Hz. Peygamber’in Vefatı

1
1
Tamamlanan İslâm İnkılâbı ve Hz. Peygamber’in Vefatı:

Zamana ve zemine uygun bir şekilde nerede nasıl hareket edeceğini gayet mükemmel hesap eden ve plânlı bir strateji uygulayan Hz. Muhammed, yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede tarihte eşine rastlanılmayacak büyük bir inkılâbı gerçekleştirmişti. Kırk yaşında peygamberlik görevine başladığı zaman yapayalnızdı,. güçsüzdü, maddi imkânları yoktu. Buna mukâbil, mücâdeleye giriştiği toplum, tasawur edilebilecek en aşağı seviyede bulunuyordu. Müşriklerin inanç ve ibadetleri son derece mantıksıı ve gülünçtür; ahlâk telâkkileri müptezeldi; hak, adâlet anlayışları zulmün göstergesiydi; menfaatler her şeyin üstünde tutuluyordu. Böyle bir ortamda Hz. Peygamber’in yılmadan yorulmadan, büyük bir azim ve iştiyakla yürüttüğü İslâm daveti, yirmiüç senede öyle bir sonuç verdi ki; artık o dönemden “Asr-ı Saâdet” “Saâdet asrı” diye bahsetmek gerekecekti. Hz. Peygamber gerçekleştirdiği bu büyük inkılâbın heyecanı ve görevini lâyıkıyla yapmış olmanın huzur ve mutluluğu içerisinde kendisine iman edenleri hicrî onuncu senenin hac mevsiminde hac yapmak üzere Mekke’de topladığı zaman, genellikle kabul edildiğine göre, etrafında 114.000 sahâbi vardı. Bu hac, Hz. Peygamber’in son haccı olduğu için ve yaptıkları konuşmalarında bir bakıma ashâbına vedâ ettiğinden “veda haccı” diye adlandırılmıştır. Bu haccın yerine getirilişi sırasında Peygamber Efendimiz, muhtelif ibadet yerlerinde yaptığı konuşmalarında başlangıcından o güne kadar tebliğ ettiği hak dinin temel esas ve prensiplerini öz ve veciz ifadelerle, etrafım çevreleyen ashâbının şahsında bütün ümmetine son bir kez daha takdim ediyor ve Rabbinden “dinin artık tamam olduğu” mesajını alıyordu (el-Maide, 5/3).

Hz. Peygamber, Vedâ haccı’ndan Medine’ye döndükten sonra Üsâme b. Zeyd komutasında bir orduyu Bizans üzerine sevketmeye niyetlendi ve genç komutanını çağırarak gerekli tâlimâtı verdi. Ancak ordunun sefer hazırlıkları yapılırken Hz. Peygamber’in başlayan rahatsızlığı gün geçtikçe şiddetlendi ve O’nu bîtâb bir şekilde yatağa düşürdü. Hastalığının ilk günlerinde namaz vakti olduğu zaman mescide çıkıp ashâbına namaz kıldırıyordu. Ama 8 Rebîulevvel perşembe günü akşam üzeri geçirdiği bir baygınlıktan sonra o günün yatsı namazından itibaren imamlık, Hz. Peygamber’in emri ile Hz. Ebûbekir’e havâle edildi. Hicrî onbirinci yılın 12 Rebîulevvel pazartesi günü kuşluk vaktinde de kelime-i tevhid getirerek ve Rabbini kasıtla: “… Yüce dosta!” diyerek Rabbine kavuştu.

Hz. Peygamber’in cenazesinin hazırlanması, yıkanması, kefenlenmesi işlerini Hz. Ali, Hz. Abbâs, Abbâs’ın oğlu Fazl, Üsâme b. Zeyd gibi yakınını yerine getirdi. Peygamberlerin vefat ettikleri yerde defnolunacaklarına dair Hz. Ebûbekir’in rivayet ettiği bir hadis dolayısıyla, Hz. Peygamber’in vefat ettiği Hz. Âişe’nin odasında bir kabir kazıldı. Bu arada Ashâb-ı kirâm grup grup gelerek Rasûl-ü Ekrem için cenâze namazı kıldılar. Oda küçük olduğundan küçük cemaatlar halinde kılınan cenâze namazı bir hayli uzun sürmüştü. Bu sebeple Hz. Peygamber’in nâşı ancak çarşamba günü gece vakti kabre indirilebildi.

Peygamber Efendimiz vefat ettiklerinde 63 yaşında idi.

Hz. Peygamber’in Şahsiyeti ve Ahlâkı:



Peygamber Efendimiz, bedenen olduğu kadar ahlâk ve şahsiyeti itibâriyle de insanların en mükemmelidir. Bu hususta yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Şüphesiz ki sen, büyük bir ahlâk üzeresin ” (el-Kalem, 68/4). Bizzat Hz. Peygamber; “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur (Muvatta’, Husnü’l-Hulk, 8). Biliyoruz ki, Peygamber Efendimiz çocukluğundan beri Cenâb-ı Hakk’ın kontrol ve murâkabesi altında idi. Bu sebeple O; “Beni Rabbim terbiye etti ve güzel terbiye etti” buyurmuş (Süyûti, el-Câmiu’s-Sağîr I/14); hayatı boyunca gayri İslâmî ve gayri insânî hiç bir söz, davranış ve fiil ondan sâdır olmamıştır. Peygamberliğinden önce de doğru sözlülüğü, dürüstlüğü, ahde vefası, yardımseverliği ve her türlü güzel ahlâkı ile takdirler kazanan ve Kureyşliler tarafından “el-Emîn = güvenilir kişi” ünvanına lâyık görülen Hz. Muhammed, peygamberliğinden sonra da Rabbinin Kur’an’la mü’minlere ve bütün insanlara emrettiği tüm ahlâkî değerlere sımsıkı sarılmış ve bunları büyük bir titizlikle harfiyyen yerine getirmiştir. Bu bakımdan mü’minlerin annesi Hz. Âişe’ye Ashâb-ı kirâm’dan birisi Hz. Peygamber’in ahlâkını sorduğu zaman, Hz. Âişe; “O’nun ahlâkı Kur’an idi” diye cevap vermişti (Müslim, Müsâfirîn 136).

Peygamber Efendimiz, Allah’ın Rasûlü ve İslâm devleti’nin başkanı olarak yönetimi elinde bulundurmasına rağmen, son derece mütevâzî ve samimi idi. Daima sâde bir hayatı tercih ederdi. Giyinişi, ev düzeni, yiyecekleri, tüm yaşayışı sâde idi. Zengin-fakir, küçük-büyük herkesle ilgilenir; hakka uygun olmak kaydıyla kendisine yapılan hiç bir mürâcaatı boş çevirmez, meşrû istekleri mutlaka yerine getirirdi. Son derece cömert ve iyilikseverdi. Hiç kimseye kötülük yapmaz, kimsenin kötülüğünü istemez, kimse hakkında kötü söz söylemez, kimsenin gönlünü kırmaz, şahsiyetini rencide etmez, kimseyi hor ve hakir görmezdi. Şayet kızar ve öfkelenirse; bu, şahsı açısından olmayıp Allah içindi. Sevdiği, beğendiği, razı olduğu şeyleri de Allah rızası için severdi. Cesaret ve şecâat, sabır, azim ve ümit, müsâmaha ve iltifat, şefkat ve merhamet, O’nun belirgin ahlâkî özellikleri idi. Peygamberlerin temel vasıflarından birisi olarak parlak bir zekâya, keskin bir kavrama gücüne, eşsiz bir muhâkeme kudretine, süratli bir intikal kabiliyetine sahipti. En tehlikeli ve kritik anlarda dahi çaresizliğe düşmez, yapılabilecek en uygun davranışı uygular ve Cenâb-ı Hakk’a tevekkül edirdi.

İdâreci Olarak Hz. Muhammed

Kur’ân-ı Kerîm’in ihtivâ ettiği âyetler ve İslâmiyet’in mâhiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber, teşekkül ettirdiği İslâm cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine’ye hicretten itibâren varlık kazanan İslâm devleti’nin ilk başkanı olmuştu. Hz. Peygamber’de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibâren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tâbilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen, Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde câhiliye döneminin aksine, tebeası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılap gerçekleştirmiştir. Câhiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idâre eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklı-haksız her hususta ona itâata mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişâreyi kabul etmiş, Cenâb-ı Hak’tan emir almadığı her hususta mutlaka ashâbıyla istişâre ederek durumu onların müzâkeresine açmıştır. Adâlet ve hakkâniyet ölçülerine uyma, O’nun kaçınılmaz prensiplerinden idi. Adâlet önünde soy, mevki, makam, mal, mülk gibi farklılıklar gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret gösterirdi. Kendisine, hırsızlık yapmış eşraftan Fâtıma adlı bir kadın getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve “Hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fâtıma dahi olsa elini keserdim” buyurdu (Buhârî, Hudüd 12; Müslim, Hudûd 8,9). Devlet idaresi için çeşitli kademelerde görevli tâyininde ehliyet ve liyâkat esasına riâyet eder; lâyık olan kişileri yaşları küçük olsa da, soylu ailelerden olmasalar bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itâat edilmesini ister; ancak hakka ve hakikata uymayan konularda tebeanın itâat mükellefiyetinde olmadıklarını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre itâatı gerekli görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilâkis onların içinden, aralarından biri idi.

Hz. Peygamber’in devlet yönetimi,

Hz. Peygamber’in devlet yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi ve tümü idi. Pek çok Kur’an âyetinde ifâde edildiği üzere (el-En’âm, 6/57, 62; Yûsuf 12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 88), İslâm idare sisteminde hâkimiyet, hükümranlık, hüküm ve tam idâre Allah’a ait idi. Kanun koyma yetkisi de, bu bakımdan öncelikle Allah’ın vahiylerini ihtivâ eden Kitâb’a, yâni Kur’ân-ı Kerim’e mahsus bulunuyordu. Bizzat Hz. Peygamber ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hz. Peygamber’in getirdiği hükümler ya Cebrâil vâsıtasıyla Cenâb-ı Hak’tan aldığı, ama Kur’an’da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama bizzat kendisine ait bu kararlarda Hz. Peygamber’in bir yanılgısı söz konusu ise derhal Cenâb-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu.

Devlet başkanı olarak Hz. Muhammed, toplumda müslümanlar arasında veya İslâm devleti’nin tebeası durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları, davâ konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda davâcıyı olduğu kadar davâlıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine başvuruyor, getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan, sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o anda, değilse en kısa zamanda çözüme bağhyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyûk hassâsiyet gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara, getirilen delil ve gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu durumda aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davâların halini bazan ashâbının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler Hz. Peygamber adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden meselelere bakıyorlardı.

NAMAZI GECİKTİRMENİN KİŞİYE KAYBETTİRDİKLERİ…

 

Ehli hizmet bir kardeşimizin birebir yaşadıgı hadiseyi aynen aktarıyorum…

Bu kardeşimiz kurslarımızdan birinde hizmette ve zaman zaman hizmetin yogunlugu talebelerin  telaşesi derken  namazlarını geciktirerek kılar …

Bi gün yine gecikmiş olarak kılınan namazın ardından istirahate geçer uykuya dalar. Ve rüyasında kendisini zebaniler tarafından cehennemin yolunda sürüklenirken görür … o kardeşimiz aynen şöyle anlatıyor o anı.

’’Kolumdan tutup beni sürüklüyorlardı ilerledikce yolun harareti artıyor benimde hikmeti ilahi-ki onca ibadet zikir ve hizmetim varken sadece namazımdan  medet umarak yardım istercesine’’ Ahhh namazlarım  aaaahhh namazlarım, gelin beni kurtarın’’ diye yalvarıyordum … Ama nafile yol uzuyor hararet artıyor ama kurtuluş yoktu.

Cehennemin kapısına az bir zaman kalmıştıkiii arkamdan bir esinti ferahlık hissettim bir  nur geldi ve beni geri götürdü sordum o nura ’’sen neyin şefeatisiin ?’ben senin kıldıgın namazın nuruyum dedi. …

’’Pekiii onca harareti tattım neden daha evvel yetişmedin?’’ Dedigimde, cevabı şöyle olduuu… ’’SEN BENİ NASIL GECİKTİRDİ İSEN BENDE SANA GEÇ GELDİİİM…!!!’’

EVET hadise bu, şimdi bi düşünelim bu kardeşimiz namaz kılmayan birimiydiii ? hayır  !!!  vebahusus ehli zikir ehli hizmetti, peki buna ragmen neden böyle bi sıkıntıya girdi?

Vaktinde kılınacak namazını vakit sonuna bıraktı için… birde hiç kılmayanın halini düşünelim …???

Namazı geciktirmek gafletse kılmayana sözmü yeter ki …

Ayakları şişinceye kadar namaz kılanPeygamberimizin, saatlerce uyumadan dolayi gözleri şişen ümmetiyiz biz….!

Nerde bizim imanımız? Dudagımızla ses tellerimiz arasındamı?.

Bir bakalım kendimize, yoksa taa kalbimize kadarmı ???

Bu gafletin sebebi degilmidir iman zafiyeti ?

Ne buyurmuş İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin göz bebegi Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri:

’’Gafletle küfrün arası gözün akı ile karası kadar, tırnakla eti kadar birbirine yakındır,gaflet insanı küfre götürür.’

Ölüm bizi uyandırmadan gafletten hakikate uyanmak temennisi ile….. Dua ve selametle..

Namazları başlarından bir karış yükselmeyen kimseler kimlerdir ?



Hadis-i Şerif :

‘’  Üç kimse vardır ki, namazları başlarından bir karış yükselmez :

Bir topluluk imamlarından hoşlanmadıkları halde onlara imamlık eden kimse.

Kocası kendisine kızgın oldugu halde geceleyen kadın.

Birbirine küs duran iki kardeş.‘’

İbn-i Mace : İkame:43. Tirmizi:Mevakıt:149

Kurban nasıl kesilir? Grafik anlatım



Kurban nasıl kesilir? Grafik anlatım


Kurban nasıl kesilir? Grafik anlatım

Kurban nasıl kesilir? Grafik anlatım



Bayram yaklaştıkça kurban heyecanı artıyor. Vatandaşlar, kesecekleri kurbanı temin etmek için pazarları dolaşıyor.

Kan akıtmanın dindeki yerinden hayvan kesme yöntemlerine kadar birçok konunun yer aldığı çalışma, pratik bilgiler içeriyor. Din âlimleri, bütün ibadetlerde olduğu gibi kurbanda da Allah rızasının önde tutulması gerektiğini vurguluyor. Hz. Peygamber Efendimiz, kurban etinin üçe taksim edilip, bir bölümünün yoksullara dağıtılmasını, bir bölümünün akraba, tanıdık ve komşularla paylaşılmasını, bir bölümünün de evde bırakılmasını tavsiye ediyor. Ailenin maddi durumuna göre etin tamamı da hane halkına bırakılabilir veya kurbanın tümü ihtiyaç sahiplerine dağıtılabilir.



Kurban, mümini Allah’a yaklaştırır

Kurban Bayramı, Hz. İbrahim ve İsmail’den günümüze kadar, hep bir kahramanlık, fedakarlık, hasbîlik ve teslimiyet sembolü olagelmiştir. Kurban Bayramı, tıpkı orduların savaşa gidişi gibi gürül gürül tekbirlerle gelir ve bir velvele olur, her yanda yankılanır. Onda hem bir mûsiki ve şiir hem de muharebelerin bin tarraka ile gürleyen hakkı ilan sesleri iç içedir.

Kur’an-ı Kerim’de ‘Kesilen kurbanların ne eti, ne de derisi Allah’a (cc) ulaşır. Yaradan’a ulaşan sizin takvanızdır.’ denilmektedir. Bu lütfun gerçekleşebilmesi için kesilen kurban Allah rızası için kesilmeli, etleri ise yine Allah (cc) rızası için fakir fukaraya dağıtılmalıdır. İbadetler hikmetlerinden veya getirdiği faydalardan ziyade Allah emrettiği için yapılır. Ama onların hikmetlerini ve güzelliklerini bilmek bizim kulluğumuzun bir gereği ve Allah’ın nimetlerini yâd etmek için birer vesiledir. Kurban kesmenin de Allah’ın bir emri olması hasebiyle sayısız hikmetlerinin olduğunda şüphe yoktur. Kurban kesmek, öncelikle peygamberlerin babası Hz. İbrahim’in, oğluna bedel olarak Allah’ın gönderdiği koçu kesmesi hadisesini bizlere hatırlatıyor. Hayat nimetine şükrün bir ifadesi olarak kurbanı kesiyoruz. Ayrıca ahirete bir hazırlık olması, günahlarımızın affı ve kabirle başlayan yeni bir hayat yolunda kurbanın bizi manevi bir burak gibi alıp selamete ulaştıracağını da verilen müjdeler ışığında Rabb’imizden umuyoruz. Hac Sûresi’nde (22/34) ifade edildiği gibi kurban kesmekten asıl maksat Allah’ın hatırlanması, zikredilmesidir. Zira bizim varlık gayemiz Allah’ı bilme, tanıma ve O’na yaklaşmadan ibarettir. Burada Allah’a yaklaşma ameliyesi adeta bir bayram olarak ilan edilmiştir. Kurban kesmenin, insan olarak hepimizin mutlaka almak zorunda olduğu gıdalarla da yakından alakası vardır. Din, hayatımızın her safhasını kuşatıyorsa, bizim bu yönümüze de hitap etmeli değil midir? Etin, insan için zaruri gıdalardan olduğunda şüphe yok. Ama bu gıdanın herkes tarafından rahatlıkla temin edildiğini söyleyemeyiz. Nafile olarak başka zamanlarda kesilen kurbanların dışında, Kurban Bayramı’nda da Müslümanlar, kestikleri bu hayvanlarla et yemekten mahrum bulunan önemli büyük bir kitleyi bu nimetten istifade ettirmektedir. Mükremin Albayrak, İstanbul

1

1


KURBANLIK ALIRKEN NELERE DİKKAT EDİLMELİ?

Kurban; koyun, keçi, sığır, manda ve deveden olur. Kurban olabilmesi için, hayvanın süt dişlerini değiştirmiş olması gerekir. Hayvanın, sağlıklı, azaları tam ve besili olması ibadetin sıhhati için şarttır.

- Bir ya da iki gözü kör olan havyanlar kurban edilemez.

- Kulağı ve boynuzunun üçte biri gitmemiş olmalı, burnu kesik olmamalı.

- Kuyruğunun üçte biri gitmemiş ve ağır hasta olmamalı

- Kesim yerine yürüyerek gidemeyecek derecede aksak olmamalı.

- Dişlerinin yarıdan fazlası düşmüş olmamalı, dilinin büyük bölümü

yerinde olmalı.

- Koyun ve keçide bir, sığırda iki memesi kurumuş olan hayvan kurban edilemez.



KURBANLIK SIĞIRIN YATIRILMASI
Yaklaşık 8 metre uzunluğunda kalın bir ip önce boynuzlardan sıkıca bağlanarak boyuna geçirilir.

2

2

Ardından ip hayvanın ön ayakların koltuk altından sırtına doğru dolanarak bağlanır.

3

3

İp sol tarafından arka kısma devam ettirerek karın ve arka ayak arasından sırta doğru dolandırılır.

4

4

Sırt kısmından uzanan iple 2 kişi kurbanı geriye çekerken önde 1 kişi kurbanın başını tutar.

5

5

Kurbanın yüzü kıbleye çevirilip ön ve arka ayaklar birbirine bağlanır. Kesim tamamlandıktan sonra hayvanın içindeki kanın daha güzel boşalması için ayaklardan biri (sol akra tercih edilmeli) serbest bırakılmalı. Küçükbaş hayvanlarda bir ayak bağlanmayabilir.

6

6

Kesim için yapılacak dua:
Kesimden önce “Allahümme hâzâ minke ve leke, inne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi rabbil âlemîn. Allahümme tekabbel minna. Amin.” denerek okunup kesim başladığında Çevreden bulunanlarla birlikte teşrik tekbiri getirilir “Allahu Ekber, Allahu Ekber, Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu Ekber, Allahu Ekber ve lillâhi’l-Hamd”
Kesim: Kesen kişi “Bismillahi Allahü Ekber” dedikten sonra beklemeden kurbanın boyun kısmında 3 damarı birden kesmeli.
Yön: Kurbanlık hayvan başı ve ayakları kıbleye döndürülmeli. Kesen kişinin de kıbleye yönelmesi sünnettir.
Vekalet: Kurbanın sahibi kesmeyi bilmiyor ise kesebilecek başka birini vekil tayin ederek kestirebilir. Bunun için (Allah rızâsı için bayram kurbanımı kesmeye seni vekil ettim) demesi ve kalben de niyet etmesi lâzımdır.
Kanın akması için derinliği ve genişliği yarım metre olan bir kuyu açılmalı. İş bitiminde kapatılmalı.



Hemen buzdolabına kaldırmayın
Kurban etleri, parçalar halinde temiz kaplara konulmalı ve önce güneş görmeyen serin bir yerde (14 C’nin altında) hava alması sağlanarak (5-6 saati geçmemeli) bekletilmeli. Daha sonra buzdolabına kaldırılmalıdır. Kurbanlık etler henüz kesim sıcaklığında iken buzdolabına poşet içinde veya hava alamayacak bir durumda büyük parçalar halinde üst üste konulursa, iç kısımları soğumadığı için çok kısa sürede (2.gün) bozulma ve kokuşma hatta yeşillenme görülür. Böyle kısımlar kesinlikle tüketilmemeli, atılmalıdır.

KESİM İÇİN GEREKLİ BIÇAK SETİ
Büyük bıçak: Kesim için

Orta bıçak: Deri yüzmek için

Satır: Kemik kırmak için

Masat, Bleyi taşı

7

7

NERESİNDEN NE YAPILIR?
ANTREKOT: Biftek, rozbif (Izgara, tava)
BONFİLE: Biftek, turnado, şatobiryan, sulu ve sote yemekler, roti, şiş (Izgara, tava, sote usulü, fırında)
SOKUM: Roti, rozbif, tencere yemekleri, kebap, biftek, (Izgara, breze ve roti usulü, haşlama, tava)
GERDAN: Kıyma, tencere yemekleri, kavurma (Haşlama, sote usulü)

DÖŞ VE BOŞLUK: Kıyma, tencere yemekleri (Haşlama)
KONTRNUA: Rosto, soslu yemek, kebap, tencere yemekleri (Haşlama, breze usulü, fırında)
İNCİK: Osobuko, salçalı ve sulu yemekler, kıyma (Haşlama, breze usulü, fırında)

8

8

Eti paylaştırırken yoksulları unutmayın
Hz. Peygamber, kurban etinin üçe taksim edilip, bir bölümünün kurban kesmeyen yoksullara dağıtılmasını, bir bölümünün akraba, tanıdık ve komşularla paylaşılmasını, birinin de evde bırakılmasını tavsiye etmiştir. Ailenin durumuna göre etin tamamı da evde bırakılabilir. Ancak, toplumda muhtaçların arttığı dönemde kurban etinin çoğu hatta tamamı dağıtılabilir.
Deri temizlenip sonra da çok iyi tuzlanmalı
Kurban derisinin yüzümü ve muhafazası çok önemlidir. Soyum esnasında deriye zarar verilmemelidir. Deride meydana gelecek her bıçak yarası, değerini azaltacak, belki de kullanılamaz hale getirerek ekonomik zararlara yol açacaktır. Deriler 4-6 saat içinde mutlaka tuzlanmalı ve değerlendirileceği zamana kadar serin bir yerde muhafaza edilmelidir. Derinin bekletilmeden verileceği yere ulaştırılması en iyisidir. Et ve yağ kalıntılarının bulunması durumunda bu kalıntılar deriye zarar verilmeden kazınmalı, bunu takiben hemen soğutulmalı ve tuzlanmalıdır.
Deri, Allah rızası için tasadduk edilmeli
Kurban kesen kimse etinden hem kendi yer, hem de başkasına yedirir. Kurbanın derisi ihtiyaç varsa evde kullanılır, yoksa tasadduk edilir. Menfaat karşılığı verilmez. Allah rızası için kesilen kurbanın derisini O’nun razı olacağı şahıs veya müesseselere vermek güzeldir.

Kavurma
Kurbanlık eti 24 saat dolapta dinlendirdikten sonra eti tencereye koyarız. Kısık ateşte pişene kadar kavururuz. İsteğe göre baharat kullanabilirsiniz. Karabiber, pulbiber, kekik, kimyon
Not: Et yağlıysa yağ koymaya gerek yok, yağsızsa sıvı yağ kullanılır.
Malzemeler: Et, tuz, karabiber, pulbiber, kekik, kimyon

Kavurma

Kavurma

Karışık ızgara (Bonfile ve biftek)
Bonfile ve biftek porsiyon halinde dövülüp tuz, karabiber, pulbiber ve sıvıyağla terbiye edilir. 8 saat dinlendikten sonra tavadaızgara yapılır.
Pirzola: Pirzola dövüldükten sonra tuz ve kekikle terbiye edilir, sonra tavada ızgara yapılır
Malzemeler: Et, tuz, karabiber, pulbiber; sıvıyağlar

Karışık ızgara

Karışık ızgara






Dünyayı Hiç Böyle Gördünüz mü ?

Bu İlahiyi Duydunuz Mu? (Deyyamen hu) Dinleyin

16 Mayıs 2011 Pazartesi

BÛ'L-HASAN HARAKÂNÎ [K.S.]



Allah'a ve âhirete âit ilimler yâni mârifetler sâhibi büyük âlim ve velî. Künyesi Ebü'l-Hasan, ismi Ali bin Câfer'dir. Bistâm'ın bir kasabası olan Harkân'da dünyâya geldi. Ebü'l-Hasan-ı Harakânî, uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral idi. Hazret-i Ömer'e benzerdi. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. Büyük İslâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmî'nin rûhâniyetinden istifâde ederek kemâle gelmiş, yükselmişti. Zamânının kutbu idi. 1034 (H.425) senesinde Harkân'da vefât etti. Kabri Harkân'dadır.
Ebü'l-Hasan-ı Harakânî , on iki sene Harkân'dan Bistâm'a, hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu ziyârete giderken, yolda Kur'ân-ı kerîmi hatm ederdi. Her gittiğinde ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra; "Yâ Rabbî! Bâyezîd'e ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebü'l-Hasan kuluna da ihsân eyle!" diye yalvarırdı. Geri dönerken, hiçbir zaman Bâyezîd'in türbesine arkasını dönmezdi. On iki sene sonra, Allah'ın lütfu ile Bâyezîd'in rûhâniyetinden istifâde edip olgunlaştı.
Talebelerinden biri, Ebü'l-Hasan-ı Harakânî'den; "Lübnan Dağına gidip Kutb-i âlemi görmek için bana izin ver." diye ricâda bulundu. Ebü'l-Hasan  izin verince, o talebe Lübnan Dağına vardı. Orada, yüzleri kıbleye dönmüş hâlde oturan bir cemâat gördü. Önlerinde bir cenâze duruyordu. Fakat cenâze namazını kılmıyorlardı. Talebe dayanamıyarak; "Niçin cenâzenin namazını kılmıyorsunuz?" diye sordu. Oradakiler; "Kutb-i âlemin gelmesi lâzımdır. Kutb-i âlem buraya her gün beş kere gelir ve imâmlık yapar." diye cevap verdiler. Talebe bunu duyunca çok sevindi ve beklemeye başladı. Bir süre sonra herkes ayağa kalktı. Kendi hocası Ebü'l-Hasan-ı Harakânî'nin Kutb-i âlem olduğunu gördü. Bu durum onu dehşete düşürdü ve kendinden geçti. Tekrar kendine geldiğinde, namaz kılınmış ve cenâze defnedilmişti. Kutb-i âlem de gitmişti. Talebe orada bulunanlara; "Kutb-i âlem tekrar ne zaman gelir?" diye sorunca; "Önümüzdeki namaz vakti." diye cevap verdiler. Talebe onlara; "Ben onun talebesiyim. Ona karşı şöyle şöyle demiştim. Uzun süreden beri yollardayım. Ona durumumu arzedin de, beni berâberinde Harkân'a geri götürsün." diye yalvardı. Ebü'l-Hasan-ı Harakânî , tekrar namaz kıldırmak için oraya geldiklerinde, talebe elini ona doğru uzattı ve tekrar bayıldı. Ayıldığı vakit, Rey şehrinin çarşısındaydı. Harkân'a hocasının yanına gidince, Ebü'l-Hasan-ı Harakânî  ona; "Gördüklerini kimseye anlatma. Çünkü, Allah'tan bu dünyâda beni halktan gizlemesini ve bir tâne ârif ve büyük zât hariç, hiçbir kimsenin görmemesini istedim. Öyle de oldu. O zât da Bâyezîd-i Bistâmî'dir." buyurdu.
Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân'a Şeyh Ebü'l-Hasan-ı Harakânî nin huzûruna göndermiş ve Şeyh ni yanına çağırmıştı. Şeyh  buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî'ye bildirilince, "Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd'a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı İyâd'ın yanında Ebü'l-Hasan-ı Harakânî'nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü'l-Hasan  selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı Harakânî'ye; "Sultan için neden ayağa kalkmadınız?" diye sorunca, Ebü'l-Hasan, Sultan Mahmûd'a; "Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım." dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.
Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı Harakânî'ye; "Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?" diye sordu. Ebü'l-Hasan-ı Harakânî: "Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allah'ın râzı olduğu kimselerden olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve; "Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?" dedi. O, Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan Allah'ın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd'i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebü'l-Hasan; "Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allah'ın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi." buyurdu.
Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmûd; "Bana nasîhat ediniz." deyince Ebü'l-Hasan-ı Harakânî; "Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl, cömert ol, Allah'ın yarattıklarına şefkat göster." dedi. Sultan Mahmûd; "Bana duâ buyurun." deyince, Ebü'l-Hasan-ı Harakânî; "Ey Mahmûd, âkıbetin makbûl olsun." dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, Ebü'l-Hasan-ı Harakânî'nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebü'l-Hasan, sultânın önüne arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebü'l-Hasan ; "Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız." dedi. Sultan, Ebü'l-Hasan'ın paraları almasını çok istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebü'l-Hasan  ona hırkasını verdi.
Sultan Mahmûd giderken, Ebü'l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd; "Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm nedir?" diye sordu. Ebü'l-Hasan-ı Harakânî ; "Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum." dedi.
Sultan, sonra gazâya gitmek üzere Harkân'dan ayrıldı. Sevmenât'a geldi. İçine mağlûb olma korkusu düştü. Birden atından inip, bir köşede Ebü'l-Hasan nin hırkasını eline alıp; "Yâ İlâhî! Şu hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, şu kafirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere vereceğim." diye duâ eder etmez, düşman tarafında bir toz-duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde birşey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmûd, rüyâsında Ebü'l-Hasan-ı Harakânî ni gördü. Ebü'l-Hasan-ı Harakânî, Sultan Mahmûd'a; "Allah'ın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer kazandın. Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını sağlayabilirdin." buyurdu.
Bir gün İbn-i Sînâ, Harkân'a Ebü'l-Hasan-ı Harakânî ni evinde ziyârete geldi. Hanımı, azarlayarak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebü'l-Hasan nin büyüklüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi. İbn-i Sînâ ormana doğru giderken, Ebü'l-Hasan-ı Harakânî nin, bir arslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördü."Bu ne hâldir?" diye sorunca, "Evimdekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan da bizim yükümüzü taşıyor." buyurdu.
Vaktiyle Bistâm şehrine bir çekirge sürüsü hücûm etti. Bütün ekinleri ve sebzeleri yediler. Halk, çekirgelerden ve bu musîbetten kurtulmaları için feryâd ederek, duâ ediyordu. Fakat bu musîbetten bir türlü kurtulamadılar. Halkın telâşını ve üzüntüsünü gören Ebü'l-Hasan-ı Harakânî ; "Ne oldu, bu halkın feryâdı nedir böyle?" diye sordu. Çekirge istilâsı bütün ekinlerin perişanlığını ve halkın bundan üzüntülü olduğunu söylediler. Bunun üzerine, ayağa kalkarak dama çıktı. Ve etrafa bir nazar etti. Çekirgeler toplanıp şehirden derhal uzaklaştılar. İkindi namazı vaktine kadar bir tek çekirge kalmadığı gibi, bütün ekinlerin yaprakları da eski hâline gelip, hiç ziyân olmadı.
Bir gün, Ebü'l-Hasan-ı Harakânî nin bir talebesi çok hastalandı. Buna hiç bir tabîb çâre bulamadı. Talebe, hastalığın ağrısına dayanamaz hâle gelmişti. Sonunda durumu Ebü'l-Hasan-ı Harakânî'ye bildirdiler. Bunun üzerine Ebü'l-Hasan-ı Harakânî  terliklerini vererek; "Bunları ağrıyan yere sürün." buyurdu. Ebü'l-Hasan-ı Harakânî nin dediği gibi yaptıklarında, Allah'ın yardımıyla talebe iyileşti ve hiçbir rahatsızlığı kalmadı.
İhlâs ve riyâ nedir? diye sorduklarında; Ebü'l-Hasan  buyurdular ki: "Allah için yaptığın her şey ihlâstır. Halk için yaptığın herşey de riyâdır."
Ebü'l-Hasan-ı Harakânî , birgün sohbetinde bulunanlara şöyle sordu: "Dünyâda en iyi şey nedir?" Orada bulunanlar; "Siz, bizden daha iyi bilirsiniz. Siz bildirin." dediler. Bunun üzerine Ebü'l-Hasan , "En iyi şey, Allah'ı unutmayan gönüldür." buyurdu.
Ebü'l-Hasan-ı Harakânî  buyurdular ki: "Nîmetlerin en iyisi, çalışarak kazanılanıdır. Arkadaşların en iyisi, Allah'ı hatırlatandır. Kalblerin en nurlusu, içinde mal sevgisi olmayandır."
"Dünyâda, âlimler ve âbidler (ibâdet eden) çoktur. Ama, akşam ve sabah cenâb-ı Hakkın rızâsı üzere bulunmak mühimdir."
"Kalblerin en nurlusu, içinde Allah'ın sevgisinden başka bir şey bulunmayandır. Amellerin en iyisi, riyâdan uzak olan, yâni ihlâs üzere olanıdır."
"Siz Allah'tan konuşurken, başka şeyden bahsedenle arkadaşlık etmeyiniz."
"Cennet'te Tûbâ ağacının altında, Allah'tan bîhaber olarak bulunmaktansa, dünyâda bir diken ağacının altında, dâimâ O'nu hatırlamayı daha çok arzu ederim."
"Resûlullah efendimizin vârisi; O'nun işlerine uyan ve şerîatine tâbi olandır."
"Ömrüme bakınca, yetmiş üç yıllık ibâdetlerimin hepsini, bir saatlik kadar kısa, günahlara bakınca da, Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar uzun gördüm."
"Dünyâ, peşinden koştuğun sürede senin pâdişâhındır. Ondan yüz çevirince, sen ona sultan olursun."
"Allah, nasıl senden vaktinden evvel namaz kılmanı istemiyorsa, sen de O'ndan, vaktinden önce rızık isteme."
"Ulemâ; "Biz Peygamberin vârisiyiz." diyor. Fakat Peygamberimizin vârisleri arasında biz de varız. Çünkü O'nda olan şeylerin bâzısı bizde de var. Resûlullah efendimiz fakirliği seçmişti. Biz de fakirliği tercih etmiş bulunuyoruz. O cömertti. Güzel bir ahlâkı vardı. Hâinlik bilmezdi. Basîret sâhibiydi. Halkın rehberiydi. Aç gözlü ve hırs sâhibi değildi. Hayır ve şerri Allah'tan bilirdi. Tabiatında yalan ve kandırma diye bir şey yoktu. Zamânın esiri değildi. İnsanların korktuğu şeyden korkmazdı. İnsanların güvendiği şeye güvenmezdi. Hiç gururlanmazdı. İşte bunlar evliyânın sıfatlarıdır. Resûlullah efendimiz, ucu bucağı bulunmayan bir umman idi. Eğer o ummandan bir damla ortaya çıksaydı, bütün âlem ve mahlûkât şaşırır kalırdı. Sûfîlerin kervanı; Allah, Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm sevgisinden ibârettir. Bu kervanda bulunan ve ruhları bunların ruhlarıyla kaynaşan kimseye ne mutlu."
"Yol ikidir: Biri hidâyet, öbürü dalâlet, sapıklık yoludur. Kuldan Allah'a  giden yol dalâlet yoludur. Allah'tan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim hidâyete erdim derse, o, hidâyete ermemiştir. Her kim beni hidâyete erdirdiler derse, o, hidâyete ermiştir."
"Allah'ın karşısında şu üç şeyi muhâfaza etmek zordur: Hak ile iken sırrı, halk ile iken dili, amel (iş, ibâdet) yaparken temizliği."
"Yakınların yakını, bizim maksadımız olanın yanında uzak kalır. Ey kardeşim, suya daha yakın olan daha çok batar; ateşe daha yakın olan, daha çok yanar.
"Ne zaman Allah'ın varlığına nazar etsem, kendi yokluğumu görürüm, ne zaman kendi varlığıma nazar etsem, Allah'ın varlığını görürüm."
"Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünyâ hırsına sâhip âlim ve ilimden yoksun sûfî."
"Şâyet bir mümini ziyâret edersen, hâsıl olan sevâbı, yüz adet kabûl edilmiş hac sevâbı ile değiştirmemen lâzımdır. Çünkü bir mümini ziyâret için verilen sevap, fakirlere verilen yüz bin altın sadakanın sevâbından daha fazladır. Bir mümin kardeşinizi ziyârete gittiğinizde, Allah'ın rahmetine kavuştuk diye îtikâd edin."
"İlimden en fazla nasîb alan, onunla amel edendir. En fazîletli amel ise, üzerine farz olandır."
"Dilini, Allah'tan başkası hakkında konuşmamak için mühürle! Kalbini, Allah'tan başkasını düşünmemek için mühürle! İhlâssız bir iş yapmaman ve helâl olmayan bir şeyi yememen için de, davranışlarına, dudaklarına ve dişlerine aynı şekilde mühür vur!"
"Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber efendimizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini incitirse, Allah onun o günkü ibâdetini kabûl etmez."
"Allah kuluna, îmândan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsân etmemiştir."
"Çok ağlayınız, az gülünüz; çok susunuz, az konuşunuz. Çok veriniz, az yiyiniz; çok uyanık olunuz, az uyuyunuz."
"İnsanoğlu, şu üç şeyle sürekli olarak tâatı yaparsa, sorgusuz suâlsiz Cennet'e gidebilir: Kalb, nefs ve dil."
Ebü'l-Hasan-ı Harakânî  vefâtları yaklaştığında; "Kabrimi derin kazın. Yatacağım yer, hocam Bâyezîd nin mezarından aşağıda bulunsun." diye vasiyet etti. Bu vasiyetini yaptığı gece Harkan'da vefât etti. Toprağa verildiği günün akşamı, çok kar yağdı. Ertesi gün baş ucuna, büyük ve beyaz bir taşın dikildiğini gördüler. Mezarın çevresinde, sâdece bir arslanın ayak izleri vardı.
Kim kabrinin üzerine elini sürerek, cenâb-ı Hak'tan maksadının hâsıl olmasını istese, Allah'ın izniyle duâsının kabûl edildiği ve hâlis kalple yapılan duâların da kabûl olduğu çok görülmüştür.
Bir rivâyete göre Ebü'l-Hasan Harakânî, Kars'ın fethine katılmış ve kale önlerinde şehit düşmüştür. Kars'ta, Hasan Harakânî'nin kabrinin bulunmasıyla ilgili çeşitli rivâyetler vardır.
 Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme'sinde bir rivâyeti şöyle nakletmektedir:
Kars kalesi Osmanlılar tarafından Üçüncü Murâd Han devrinde tekrar geri alınınca, kale tâmirâtı Lala Mustafa Paşaya verilmişti. Tâmirâtın yapıldığı sırada askerlerden Hâfız Osman isimli hal sâhibi biri rüyâsında Hasan-ı Harakânî'yi gördü. Ona; "Oğlum Hâfız Osman! Uzun müddetten beri toprak altında yatmaktayım. Paşana söyle, kabrimi ayan edip açığa çıkarsın, okunacak Fâtihalardan nasîbdâr olayım." dedi. Ertesi gece Hâfız Osman aynı rüyâyı tekrar gördü. Fakat cesâret edip Paşaya söyleyemedi. Üçüncü gece de aynı rüyâyı gördü. Ebü'l-Hasan Harakânî, mütebessim çehresiyle bu defâ şöyle dedi: "Yavrum Hâfız Osman! Gördüğün rüyâlar sâdık rüyâlardır. Yalnız makâmımın nerede olduğunu, evvelki rüyâlarında söylemediğim için, seni tereddütte bıraktım. Bunun için de paşaya söylemeye cesâret edemedin. Şimdi dikkatlice dinle târif ediyorum. Yarın hemen Paşaya çık ve söyle. Kars Kale içi mahallesinde Kağızman Kapısı'na girdiğinde yirmi iki adım gün batı tarafına gidersin, son adımın altında benim tabutum bulunur. Üzerimdeki kül ve toprak yığınlarını temizledikten sonra, hâlis topraktan üç arşın eşin. Sandukam meydana çıkar. Tekrar Kars Kalesine doğru on sekiz adım götürür oradan da üç arşın derinliğinde hâlis topraktan kabrimi eşer oraya defnedersiniz. Baş ucuma bir de câmi inşâ edersiniz." Hâfız Osman gördüğü bu sâdık rüyâyı ertesi gün Paşaya büyük bir heyecanla anlattı. Paşa bu askerini kucakladıktan sonra; "Yâ evlâdım! Sen de mi bu rüyâyı gördün? Evet oğlum, bir pîrî fânî, bana da bu husûsu defâlarca rüyâda buyurdularsa da senin tafsilâtlı rüyân gibi olmadığından büyük tereddüt ve endişe içindeydim. Bihamdillah bu telaşlı endişeden beni kurtardın." dedi.
Ertesi gün Lala Mustafa Paşa bir tamim yayınladı. Bütün halk ve askerî erkân, tekbir sesleriyle rüyâda târif edilen yere geldi. Kazma işi tamamlanıp tabut çıkınca, Mustafa Paşa ulemânın müsâdesiyle açtı. Tabuttan hoş bir koku yayıldı. Arkasındaki yaş hırka bile henüz çürümemişti ve savaş sırasında yaralanan sağ bacağı ile sol pazusuna bağlanan mendillerden, hâlâ kan damlamaktaydı. Durum sultana bildirilince, Üçüncü Murâd hemen bir türbeyle yanına câmi yaptırılmasını emretti.
Ebü'l-Hasan Harakânî'nin asıl türbesi Harkân'dadır.
SÖZ DİNLEYEN KAZANIR
Bir kâfilede bulunan insanlar, Ebü'l-Hasan Harakânî nin huzûruna gelip; "Yollar korkuludur. Bize bir duâ öğretiniz." diye istirhâm edince; buyurdu ki: "O zaman, Ebü'l-Hasan'ı hatırınıza getiriniz!" Bu söz, gelenlerin hoşlarına gitmedi. Yolda eşkıyâ, önlerine çıktı. Hepsinin mal ve metâlarını aldı. Yalnız, Ebü'l-Hasan-ı Harakânî ni hatırlayan bir kimsenin malına zarar gelmedi. Bu hâle arkadaşları şaşıp, sebebini sorduklarında; "Ebü'l-Hasan-ı Harakânî'yi hatırladım ve kurtuldum." cevâbını aldılar. Gelip durumu Ebü'l-Hasan ne anlattılar. Ve; "Biz Allah'tan yardım istedik, eşkıyâlar bizi soydu. Fakat seni hatırlayıp, senden yardım isteyen şu arkadaş kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?" diye sordular. "O arkadaşınızı kurtaran, Allah'tır. Günahkâr ağızdan çıkan duâyı cenâb-ı Hak kabûl etmez. Bunun için siz Allah'a yalvardığınız zaman duânız kabûl olmadı. Bu arkadaşınız beni hatırlayıp imdât isteyince, ben de Rabbime duâ ettim; "Yâ Rabbî! Şu kulunu içinde bulunduğu belâdan kurtar." dedim. Rabbim benim duâmı kabûl ettiği için, o arkadaşınız kurtuldu. Mesele bundan ibârettir." buyurdu.
ANNEYE HİZMET
Ebü'l-Hasan-ı Harakânî  şöyle anlatır: "İki kardeş vardı. Her gece sırayla annelerinin hizmetiyle uğraşır, diğeri Allah'a  ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah'a  ibâdet eden kardeş, yaptığı ibâdet, duyduğu hazdan dolayı çok memnun oldu. Bu sebepten ertesi gün kardeşine; "Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim." dedi. Kardeşi kabûl etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir ses ona; "Kardeşini affettik, seni de onun hâtırı için bağışladık." deyince, genç; "Ben, Allah'a  ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni, onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz." dedi. Ses ona; "Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyâcımız yok. Fakat kardeşinin annene yaptığı hizmetlere, annenin ihtiyâcı vardı." dedi."

BÛ ALİ FÂRMEDÎ [ K.S. ]



1042 -1085 )
Nakşbendiyye tasavvuf yolunda silsile-i aliyye denilen  velîler zincirinin halkalarındandır. İsmi, Fadl bin Muhammed'dir. 1042 (H.433) senesinde doğdu. Horasan'da yaşadı. 1085 (H.478)'de vefât etti. Kabri, Tûs yâni Meşhed şehrindedir.
Zâhirî ilimleri, Ebü'l-Kâsım Kuşeyrî hazretlerinden öğrendi. Ayrıca Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Şîrâzî, Ebû Mensûr Temîmî, Ebû Abdurrahmân Neylî, Ebû Osman Sâbûnî ve daha başka âlimlerden de ilim tahsîl etti. Selçuklu Devletinin  veziri Nizâm-ül-mülk ve zamânın bölgede egemen olan  Selçuklu devleti yöneticileri kendisine çok hürmet ederdi.
Tasavvuf, rûh ilimlerinin uzmanı idi. Ünlü evliyâdan olan Ebû Saîd Ebülhayr'dan da istifâde ederek feyz aldı. Hocası Ebü'l-Kâsım-ı Gürgânî, Ebû Osman-ı Magribî'nin, o da Cüneyd-i Bağdâdî'nin müridi idi.
Tasavvuf yolunda manevi derecelere kavuşması iki vâsıta ile olmuştur. Birisi Ebü'l-Kâsım Gürgânî Tûsî vâsıtasıyla Kübreviyye yolunda, diğeri de Ebü'l-Hasan Harakânî vâsıtasıyla Nakşbendiyye yolunda  olmuştur.
Ebû Ali Fârmedî hazretleri, hem İmâm-ı Gazâlî, hem de Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin hocası idi. Her ikisi de O'ndan istifâde ederek kemâle ermiştir.
Ebû Ali Fârmedî hazretleri tasavvuf yoluna girişini şöyle anlatmıştır: "Gençliğimin ilk yıllarında Nişâbur'da Sirâcân Medresesinde ilim öğreniyordum. Bir gün halk arasında kerâmetleri ile tanınan Şeyh Ebû Saîd Ebülhayr hazretlerinin Mihene'den Nişâbur'a gelmekte olduğu haberini aldık.  Nişâbur halkı, âlimler ve ileri gelenlerin hepsi O'nun büyüklüğünü kabul ediyor ve saygı duyuyordu. Pek çok kimse kendisini karşılamaya çıktı. Aralarında ben de bulunuyordum. Mübârek yüzünü görmek istiyordum. Kendisini görür görmez O'na ve tasavvuf ehli büyüklere karşı kalbimdeki muhabbet ve sevgi çok fazlalaştı. O gün sohbetini dikkatle dinledim. Artık onun huzûrunda bulunup sohbetlerini dinleyenler arasına katıldım. Beni tanımaz, bilmez sanıyordum. Bir gün medresemdeki odamda iken O'nu görmek arzum çok arttı. Fakat o gün sohbet için belirlenen günlerden değildi. Sabredeyim, dedim. Dayanamayıp dışarı çıktım. Dışarı çıkınca etrâfıma bakındım. Ebû Saîd hazretleri yanında kalabalık bir cemâatle bir yere gitmekte olduğunu gördüm. Yalnız başıma onları tâkib ettim. Bir yere dâvete gidiyorlarmış. Dâvet edilen evin kapısına varıp içeri girdiler. Peşlerinden ben de girip bir köşeye oturdum. Beni görmüyordu. Bir müddet kendi hallerinde meşgûl oldular. Ebû Saîd hazretleri öyle bir hâle girdi ki, kendinden geçip üzerindeki abayı parçaladı. Sonra üzerlerinden o hal geçti. Abayı çıkarıp yere bıraktı. Meclisde bulunanlar yırtılmış abayı parçalara ayırıp dağıtması için Şeyh hazretlerinin önüne bıraktılar. Bu parçalardan işlemeli bir kısım olan kolun yen kısmını ayırıp; "Ey Ebû Ali Tûsî neredesin?" dedi. Ben kendi kendime beni tanımaz, bilmez, herhalde talebelerinden, adı Ebû Ali olan birini çağırıyor diyerek cevap vermedim. İkinci defâ çağırınca, yine cevap vermedim. Oradakiler bana; "Şeyh hazretleri seni çağırıyor." dediler. Kalkıp huzûruna yaklaştım. Ayırdığı işlemeli elbise parçasını bana verdi ve; "Sen bize bu elbise parçası gibi yakınsın." dedi. Verdiği elbise parçasını alıp öptüm. Artık devamlı huzûrunda bulundum. Nûrlu feyz ve bereketlere kavuştum. Sonra Ebû Saîd hazretleri Nişâbur'dan ayrıldı. Ben Ebü'l-Kâsım Kuşeyrî'nin yanında kaldım. Bende hâsıl olan halleri O'na anlattığımda, bana; "Evlâdım, ilim öğrenmekle meşgul ol." diyordu. İki-üç sene ilim öğrendim. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasına batırıp çıkardım. Bembeyaz çıktı. Üç defâ böyle batırıp çıkardım. Her defâsında mürekkeb beyaz çıkıyordu. Bu hâli Ebü'l-Kâsım Kuşeyrî'ye anlattım. "Mâdem ki kalem senin elinden kaçıyor, sen de onu bırak." deyince, medreseden ayrılıp, dergâha geçtim. Ebü'l-Kâsım Kuşeyrî'nin hizmetiyle meşgûl oldum."
Kendisi anlatır: Bir gün bana bir hal olmuştu. Kendimden geçtim. Bu hal içinde sanki yok ve fark edilmez oldum. Bu hâlimi hocama anlattım. "Ey Ebû Ali! Benim gönül kuşum, buradan yukarısını bilemez." buyurdu. Ben de kendi kendime, beni bu makamdan ileri götürecek bir mürşide ihtiyâcım var, diye düşündüm. Bunun üzerine bir müddet geçti. Gün geçtikçe bu hal artıyordı. Bu sırada Ebü'l-Kâsım Gürgânî'nin ismini işitmiştim. Tûs şehrine hareket ettim. Evini bilmiyordum. Şehre gelince sordum. Yerini târif ettiler, gittim. Talebelerinden bir cemâatle mescidde oturuyorlardı. Ben de iki rekat namaz kılıp, önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırdı ve; "Gel ey Ebû Ali!" buyurdu. Vardım, selâm verip oturdum. Mânevî hallerimi anlattım. "Evet... Başlangıcın mübârek olsun! Henüz bir dereceye erişmişsin, ama terbiye görürsen, ileri derecelere kavuşacaksın." buyurunca, gönlümden; "Artık rehberim budur." dedim.
Ebü'l-Kâsım Gürgânî hazretleri beni tasavvufta yetiştirmek üzere nefsimin terbiyesi için çeşitli riyâzetler yâni nefsimin isteklerini yapmamamı emretti. Nihâyet arzu edilen derecelere ulaştım. Sonra arkadaşlarımdan Ebû Bekir Abdullah ile beni kardeş yaptı ve bizi berâberce Ebû Saîd hazretlerinin yanına Mihene'ye gönderdi. Ebû Saîd hazretlerinin huzûruna varınca, bana bir parça bez verip duvarların tozunu silmemi söyledi. Arkadaşım Ebû Bekir Abdullah'a da müsâfirlerin ayakkabılarını düzeltme vazîfesini verdi. Üç gün bu hizmeti yaptım. Dördüncü gün beni Ebü'l-Kâsım hazretlerinin yanına geri gönderdi. Sonra iki hocam da vefât etti. Onların yerine sohbetleri ben yapmaya başladım. Talebelerim çoğaldı. İsmim her tarafa yayıldı. Arkadaşım Şeyh Ebû Bekir Abdullah büyük bir zât olduğu halde adı duyulmadı. O şöyle dedi: Şeyh Ebû Saîd onun için; "Ebû Ali bez ile duvarın tozunu sil de, ömür boyunca söz bezi ile Allah'ın kullarının gönül duvarlarındaki mâsiyet, günah kirlerini silersin!" buyurdu. Bana da dervişlerin ayakkabılarını düzeltmemi emretti. Ben de bu vazîfede kaldım. Kimse beni tanımadı, ismimi anmadı."
Ebû Ali Fârmedî hazretleri, bu hocalarından sonra zamânındaki evliyânın en  büyük sufilerinden olan Ebü'l-Hasan Harakânî hazretlerinin sohbetlerinde daha yüksek derecelere kavuşmuş, kemâl mertebelerine ulaşmıştır. Bunu şöyle ifâde etmiştir:
"Kalbimde hâsıl olan aşk ve şevk ziyâdesiyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin sohbetine kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihâyetsiz feyzlere, mânevî zevklere eriştim."
Devrindeki  evliyânın önderi olan Ebû Ali Fârmedî , vezir-i azâm Nizâm-ül-Mülk'ün makâmına gelince, ülkenin veziri derin bir hürmetle ayağa kalkar, O'nu kendi makâmına oturturdu. "Neden böyle yapıyorsun?" diye sorduklarında; "Ebû Ali Fârmedî hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söylüyor, yaptığım yanlış işleri, haksızlıkları açıklayıp beni îkâz ediyor. Diğerleri ise, beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu yüzden nefsim gururlanıyor. Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin yermesi, benim için daha hayırlı olduğundan, ona daha çok hürmet ediyorum." derdi.
Ebû Ali Fârmedî buyurdu ki: "Müridin mürşidine  karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi, söylediğini kalbinden de reddetmemelidir." Bununla ilgili şu rüyâsını anlatır: Mürşidim Ebü'l-Kâsım Gürgânî'ye bir rüyâmı anlattım ve ona; "Sizin bana rüyâmda şöyle şöyle dediğinizi gördüm ve niçin böyle yaptığınızı sordum." dedim. Mürşidim, bunun üzerine bir ay benimle konuşmadı ve; "Eğer içinde benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevâb almak arzusu olmasa, rüyânda bana bu şekilde sormazdın." dedi.
Bir Kova Su
Ebû Ali Fârmedî hazretleri anlatır: Bir gün hocam Ebü'l-Kâsım Kuşeyrî hamamda gusül abdesti alıyordu. Sormadan ve istemedikleri halde, kuyudan bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. O anda hakîkaten bu mikdâr suya olan ihtiyaçlarını bilmiyordum. Sonra öğrendim. Hamamdan çıkınca; "Hamamın havuzuna su boşaltan kimdi?" diye sordu. Niçin yaptın? diyeceğinden korktum. Şaşırdım. Nihâyet; "Ben idim." dedim. "Ey Ebû Ali! Ebü'l-Kâsım'ın yetmiş senede elde ettiği dereceleri, sen bir kova su ile kazandın. Allah senden râzı olsun." buyurdu. Bir müddet daha hocamın huzûrunda bulunarak, nefsimin terbiyesi ile meşgûl oldum. Birçok mârifetlere kavuştum.
Güzel Huy
Ebû Ali Fârmedî hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında bir yolculuğumuz sırasında bir dağa yaklaşmıştık. Bu sırada önümüze çok büyük bir yılan çıktı. Hepimiz korktuk ve kaçıştık. Ebû Saîd hazretleri de orada idi. Atından inip o koca yılana yaklaştı. Ben Şeyh hazretlerinin yanında idim. Yılan onun önünde başını yerlere sürerek saygı gösterir gibi hareketler yaptı. Ebû Saîd hazretleri yılana hitâb ederek; "Zahmet etmişsin" dedi. Sonra yılan dağa doğru uzaklaşıp gitti. Bu hâdise üzerine Ebû Saîd hazretlerine bu ne haldir, diye sorduk. Dedi ki: "Bu dağda bulunduğum sırada birkaç yıl bu yılanla aynı yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte olduğumuzu anlayınca gelip dostluğunu tâzeledi. Ahdin güzelliği îmândandır. Güzel huylu olana karşı her şey güzel huylu olur. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm güzel huylu idi. Ateş de ona güzel huylu oldu. Onu yakmadı."