15 Mayıs 2011 Pazar

Ehl-İ Beyt-İ Rasulullah ALİ BİN EBÛ TÂLİB

ALİ  BİN  EBÛ TÂLİB
[ Kerremallahu   Vechehu ]

Künyesi

  • Ebu Hasan (Hasan'ın Babası)
  • Ebu Turab (Toprağın babası)

Lâkabları

  • Kur'an-ı Natık (konuşan Kuran)
  • Haydar
  • Murtaza
  • Şah-ı Velayet
  • Esedullah (Allah'ın Arslanı)
  • Şah-ı Merdan
  • Şir-i Yezdan
  • Seyfullah
Hayatı
  • Doğumu: 599 - Ölümü: 661
[ Hz. Ali (K.V.)'nin temsili resmidir. ]

Rasulullah'ın amcasının oğlu, damadı, dördüncü İslam  halifesi ve aşere-i mübeşşeredendir. İsna
-aşeriyye kabulüne göre Oniki İmam'ın ilkidir. Kureyş Kabilesi'nin Haşimoğulları (Haşimiler) oymağına mensuptur. Babası Ebû Talib, annesi Kureyş'ten Fâtıma binti Esed, dedesi Abdulmuttalib'tir. M.S. 599 yılında Mekke'de Fil Yılı'nın 30. yılının onüçüncü günü, bazı rivayetlere göre Zilhicce ayının yedinci günü doğdu. Kabe’de dünyaya geldiği ve kendisine "Ali" isminin Rasulullah tarafından verildiği rivayet edilir.
Künyesi Ebu'l Hasan ve Ebû Tûrab [toprağın babası], lâkabı Haydar ve Murteza; ünvanı Emîru'l-Mü'minin'dir. Ayrıca 'Allah'ın Arslanı' [Esedullah] ünvanıyla da anılmıştır. Hz. Ali, İslâm'ın günümüze kadar gelmesinde  pay sahibi  olan önde gelen sahabelerdendir.

Hz. Ali küçük yaşından itibaren  Rasulullah'ın yanında büyüdü. On yaşında İslâm'ı kabul ettiği bilinmektedir. Hz. Hatice'den sonra müslümanlığı ilk kabul eden O'dur. Hz. Peygamber ile Hz. Hatice'yi bir gün ibadet ederken gören Hz. Ali'ye Peygamberimiz şirkin kötülüğünü, tevhidin manasını anlattığında Hz. Ali hemen müslüman olmuştu. Mekke döneminde her zaman Rasulullah'ın yanındaydı. Kâbe'deki putları kırmasını şöyle anlatır: "Bir gün Resul-u Ekrem ile Kâbe'ye gittik. Resul-u Ekrem omuzuma çıkmak istedi. Kalkmak istediğim zaman kalkamıyacağımı anladı, omuzumdan indi, beni omuzuna çıkardı ve ayağa kalktı. Kendimi istesem ufukları tutacak sanıyordum. Kâbe'nin üzerinde bir put vardı, onu sağdan soldan ittim. Put düştü, parça parça oldu. Rasulullah'ın omuzlarından indim. İkimiz geri döndük." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 384).

Resul-u Ekrem, en yakın akrabasını uyarmak ve hakkı tebliğ etmek hususunda Allah'u Teâlâ'dan emir alınca onları Safa tepesinde toplayıp ilâhî emirleri tebliğ edince, Kureyş müşrikleri onunla alay etmişti. İkinci toplantıyı yapmasını Hz. Ali (r.a.)'ye bıraktı, Hz.
Ali de bir ziyafet hazırlayarak Hasimoğullarını davet etti. Rasulullah yemekten sonra: "Ey Abdülmuttaliboğulları, ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş bulunuyorum.

İçinizden hanginiz benim kardeşim ve dostum olarak bana bey'at edecek" dedi. Yalnız Hz. Ali (r.a.) kalktı ve orada Rasulullah'a onun istediği sözlerle bey'at etti. Bunun üzerine Resul-u Ekrem, "Kardeşimsin ve vezirimsin
" diyerek Hz. Ali'yi taltif etti. Rasulullah Medine-i Münevvere'de Müslümanlar arasında kardeşlik akdi tesis ettiğinde de, Hz. Ali'yi kendi  kardeşliğine layık görecekti.


Hz. Peygamber hicret etmeden önce elinde bulunan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Hz.Ali'ye bıraktı ve o gece Hz. Ali, Rasulullah'ın yatağını da yatarak müşrikleri şaşırttı. İslâm Peygamberi'nin emniyete kavuşmasından sonra da emri üzerine, Rasulullah'a emanet edilen bazı emanetleri sahiplerine iade ederek annesi, Resul-ü Ekrem'in kızı Fatıma ve başka iki kadını yanına alarak Medine'ye doğru hareket etmiştir. Böylece Hz. Ali, Hz. Peygamber'i öldürmeye gelen müşrikleri oyalayarak O'nun yerine hayatını tehlikeye atmış, bu suretle Peygamber'e hicreti sırasında zaman kazandırmıştı. Bazı müfessirlerinin görüşüne göre Mekke'li müşriklerin İslâm peygamberini katletme kararı aldıkları hicret gecesinde Hz. Ali'nin, canı pahasına, Peygamber'in yatağında yatmasını  Allah bu fedakarlığı takdir ederek şu ayeti nazil etti:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla canını satar.” (Bakara/207)
 Hz. Ali, Peygamberimiz'in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine'ye hicret etti. Medine'de de Hz. Peygamber'in devamlı yanında bulundu, bütün cihat harekâtlarına katıldı, Uhud'da gâzî oldu. Bedir'de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı; hakim noktaları tesbit ederek Hz. Peygamber'e bildirdi. Bu mevkiler işgal edilerek, Bedir'de önemli bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı. Bedir gazasının başlamasından önce, Kureyşliler'le teke tek dövüşen üç kişiden biriydi. Bu döğüşte, hasmı Velid b. Muğire'yi kılıcı ile öldürdüğü gibi, Hz. Ebû Ubeyde zor durumdayken yardımına koştu ve onun hasmını da öldürdü. Kendisine "Allah'ın Arslanı" lâkabı ve Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan ve bir de deve verildi.

Hz. Ali, Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber'in kızı Hz. Fâtıma ile evlendi. Nikâhını Hz. Peygamber kıydı. O zamana kadar Rasulullah'la oturan Hz. Ali nikâhtan sonra ayrı bir eve taşındı. Bir yıl sonra da ilk çocuğu olan Hz Hasan dünyaya geldi. Hz. Ali'nin, evlilikleri süresince Hz. Fâtıma'dan Hasan, Hüseyin, Muhsin adlı üç oğlu ve Zeyneb ile Ümmü Gülsüm adlı iki kızı oldu.

Hicret'in üçüncü yılında Uhud savaşında, müslüman okçuların hatası yüzünden müşrikler müslümanların üzerine saldırmışlar ve Hz. Peygamber de yaralanarak bir hendeğe düşmüş ve düşman onun öldüğünü yaymıştı. Halbuki o sırada döğüşe döğüşe gerileyen Hz. Ali, Hz. Peygamber'in içine düştüğü hendeğe ulaşarak, onu korumaya almıştı. İki tarafın da kazanamadığı bu savaşta Hz. Ali birçok yerinden yaralanarak gazi oldu.

Uhud savaşından sonra Hz. Ali "Benu Nadr" Yahudilerinin hainlikleri üzerine bu kabile ile yapılan savaşı bizzat idare etti. Bütün çarpışmalarda Hz. Ali kahramanca döğüşmüş ve müşriklerin en meşhur savaşçılarını öldürmüştür. Hudeybiye barışında sulh şartlarının yazılmasında o memur edildi. Hz. Ali, barış sözleşmesini yazmaya şöyle başladı: "Bismillâhirrahmânirrahîm . Muhammed Rasulullah...." Ancak müşrikler bu ifadeye itiraz ettiler. Hz. Peygamber, "Rasulullah" yerine "Muhammed b. Abdullah" yazmasını Hz. Ali'ye söylemiş fakat Hz. Ali "Rasulullah" ifadesinin yazımında ısrar etmiştir.

Hz. Ali Mekke'nin fethi sırasında yine sancaktardı. "Keda" mevkiinden Mekke'ye girdi. Mekke kan dökülmeden fethedildi. Hz. Peygamber ile birlikte Kâbe'deki bütün putları kırdılar.

Mekke'nin fethinden sonra Resulu Ekrem, Hâlid b. Velid'i Benu Huzeyme kabilesine gönderdi. Bu kabile ya cehaleti, ya da bedevî olmalarından, "müslüman olduk" anlamındaki "eslemna" kelimesi yerine "sabbena" dediği için Hâlid b. Velid hiddetlendi ve onlarla harp etti. Hz. Peygamber olayı duyunca çok üzüldü. Hz. Ali'yi bu hatayı telâfi ile görevlendirdi. Hz. Ali Benu Huzeyme'ye giderek öldürülenlerin diyetini ödeyip mağdur olanların zararlarını telâfi etmişti.

Huneyn gazasında müslümanlar bir ara bozulup dağıldılar. Sayıları binleri bulduğu halde içlerinden ancak birkaç kişi sabredip dayanabildi. Hz. Ali bu savaşta yalnız sabırla tahammül etmekle kalmayarak gösterdiği yiğitlik ve kumandanlıkla İslâm ordusunun kendi safında toparlanmasını sağladı.

Resulu Ekrem hicretin 9. yılında Tebük seferine çıkarken Hz. Ali'yi ehl-i beytin muhafazası için Medine'de bıraktı, ancak bu sefere katılamadığı için müteessir oldu. Bunun üzerine Rasulullah: "Musa'ya göre Harun ne ise, sen bana karşı o olmak istemez misin?" dedi. Ali, bu iltifattan çok memnun oldu.


Berae suresinin ayetleri nazil olunca, Rasulullah Hz. Ali'yi Mekke'ye gönderdi. Bu suretle hiçbir müşrikin artık Kâbe-i Şerîfi bundan sonra haccedemeyeceğini bildirdi.

Yemen bölgesinin İslâm'a girmesi zordu. Görev yine Hz. Ali b. Ebi Talib'e verildi. Hz. Ali "Bu çok güç bir iş" dedi. Rasulullah da "Ya Rabb, Hz. Ali'nin dili tercümanı, kalbi hidayet nurunun memba olsun" diye dua edince, Hz. Ali, siyah bir bayrak alarak Yemen'e gitti, kısa süren irşadları sayesinde Yemen'in bütün Hemedan kabilesi müslüman oldu.

Hz. Peygamber'in vefatı sırasında, hücresinde bulunanların başında  İslâm peygamberinin vefatında 33 yaşında olan Hz. Ali (K.V.) geliyordu. Hz. Ebu Bekir halife seçildiği sırada Hz. Ali Rasulullah'ın hücresinde tekfin ile meşgul idi.

Rasulullah'ın vefatından sonra dul kalan eşlerinin yanısıra Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın da,  hoşnutsuz olmalarının bir  nedeni de miras sorunudur. Hz. Muhammed vefat ettiğinde geride önemli miktarda aralarında tartışmaların da odağında olan Fedek hurmalığının da bulunduğu arazileri miras olarak bırakmıştı. Önde gelen yöneticilere göre bu araziler Hz. Peygamber tarafından halkın yararına idare ediliyordu ve dolayısıyla devlete aitti. Hz. Ali ise "Hz. Muhammed'e gelen veraset ile ilgili Kur'an hükümlerinin Hz. Peygamber'in mirasını da kapsadığını" iddia ederek bu değerlendirmeye karşı çıkmıştı. Eşi Hz. Fatıma'nın ölümünden sonra Hz. Ali,  Hz. Peygamber'in mirasından payını almak için tekrar başvurdu ancak başvurusu aynı nedenlerle bir kez daha reddedildi. Bununla birlikte Hz. Ömer Medine'deki arazileri Hz. Muhammed'in kabilesi Haşimoğulları adına Hz. Ali ve Hz. İbn Abbas'a verdi; Hayber ve Fedek Arazisi'ni ise devlet malı saydı.

Hz. Ömer devrinde devletin bütün hukuk işleriyle ilgilenip adeta İslâm devletinin baş kadısı olarak görev yaptı. Hz. Ömer'in şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle görevlendirilen altı kişilik şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu.

Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde idarî tutumdan pek memnun olmamakla birlikte İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikayetleri hep Hz. Osman'a bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman'ı muhasara edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarfetti.

Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra İslâm'ın ileri gelen şahsiyetleri ona bey'at ettiler. Ancak onun bu dönemi Allah'ın bir takdiri olarak son derece karışık bir dönem oldu. Hz. Osman taraftarlarının bir kısmı O'nun katilini bulana kadar Hz. Ali'yi halife olarak kabul etmeyeceklerini söylediler ve İslam toplumu Hz. Ali ve Hz. Muaviye önderliğinde ikiye bölünerek ilk kez iç savaşa sürüklendi.

Bu karışıklıklar Cemel ve Sıffın gibi iç çatışmaları doğurdu. İslâm devleti bünyesindeki bu ihtilâfları giderme konusunda büyük fedakârlık ve gayretler gösterdi. Hz. Ali bin Ebu Talib çıkan karışıklıkları yatıştırmak için Basra yakınlarında Hz.Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr gibi İslamiyetin tanınmış simaları ile karşılaştı; bu mücadele  Hz. Aişe'nin devesinin etrafında gerçekleştiği için Cemel Vakası adıyla bilinmektedir. Irak ve Şam sınırlarında Hz. Muaviye ile savaştı. Sıffin Savaşı olarak bilinen bu savaş bir buçuk yıl devam etti.
Hilâfete geçtiğinde hâlledilmesi gereken bir çok sorun ile karşı karşıya kalan. Hz. Ali, 4 yıl 9 ay süren kısa süreli hilafet döneminde Peygamber'in sünetini takip ederek,  İslam toplumunda çeşitli ıslahat çalışmaları yaptı.
Hz. Ali (K.V.)'in Şehadeti:
Müslümanların kazandığı ve Hariciler ile yapılan Nehrevan savaşı'ndan sonra, Hariciler'den üç kişi Mekke’de Müslümanların siyasi durumu hakkında müzakere yaptıktan sonra Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Hz.Amr bin As'ı öldürmeğe karar verdiler. Harici inançlı bu üç kişiden   Hz. Ali'yi öldürmeyi üstlendi ve Kufe’ye hareket etti. Katili Abdurrahman bin Mulcem, Kûfe'de Ramazan ayının 19. gününün şafak vakti sabah namazına giderken Hz.Ali'yi kapısının önünde zehirli bir kılıç darbesi ile ağır şekilde  yaraladı. Bu yaranın etkisiyle iki gün evinde yattıktan sonra, hicretin 40. yılında Ramazan ayının 21. günü  vefat ederek 661 yılında şehid olmuştur.
Abdurrahman bin Mulcem'in kılıç darbesinden sonra Hz. Ali'nin “Fuztu ve Rabb’il Ka’be!” (Kabe’nin Rabbine andolsun ki, kurtuluşa erdim!..) dediği rivayet edilir. Hz. Ali'nin kabrinin yeri konusunda net bir bilgi yoktur; genel kabule göre türbesi Irak'ın Necef şehrindedir. Afganistan'ın Mezar-ı Şerif kentinde Hz. Ali'ye ait olduğu iddia edilen bir türbe de vardır.
Hz. Ali (K.V.) nin Faziletlerine Dair:
Hz. Ali devamlı olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yanında bulunduğu için Tefsir, Hadîs ve Fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendir. Hatta Rasulullah'ın tabiri ile "ilim beldesinin kapısı" olarak ümmetin en bilgini idi. Hz. Peygamber yolunda insanları hakka iletmek için büyük gayretler sarfetmiş ve hilâfet dönemi iç karışıklıklarla dolu olmasına rağmen İslâm'ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük katkıları olmuştu.

Medine'de duruma hakim olup yönetimi tam olarak eline aldıktan sonra öğretim için merkezde bir okul kurdu. Arapça gramerin öğretilmesini Ebu Esved ed-Düeli'ye, Kur'an okutma ve öğretme işini Abdurrahman es-Sülemi'ye, Tabiî ilimler konusunda öğretmenlik görevini Kümeyl b. Ziyâd'a verdi. Arap edebiyatı konusunda çalışma yapmak üzere de Ubade b. es-Samit, ve Ömer b. Seleme'yi görevlendirdi. Devlet yönetimi ve hizmetlerini; maliye, ordu, teşrî ve kaza gibi bölümlere ayırarak yürütüyordu. Malî işleri, dağıtma ve toplama diye iki kısma ayırmazdı.

Ümmetin malını ümmete dağıtırken de son derece titiz davranırdı. Kendisine bir pay ayırma noktasında gayet dikkatli olup, kimsenin hakkına tecavüz etmemekte de büyük bir örnek idi. Kendisini Kûfe'de görenler, kışın soğuğunda ince bir elbisenin altında tir tir titreyerek camiye gittiğini aktarırlar.

Hz. Ali bütün bu emirleri kendi nefsinde eksiksiz uygulayan bir halifeydi. Beş yıllık halifeliği çok önemli olaylarla, savaş ve sıkıntılarla geçmişti. Fitnelere karşı sonuna kadar doğru yoldan sabırla mücadele etmek istedi sonunda şehid oldu.
Hz. Ali İslâm'ın bütün güzelliklerine vakıftı. Çünkü o, Rasulullah'ın daima yanında bulunmuştu. Vahiy kâtibiydi, hâfız, müfessir ve muhaddisti. Hz. Peygamber'den beş yüzden fazla hadis rivayet etti. Ahkâmın nazariyatından çok amelî keyfiyetine bakardı: "Halka anladıkları hadisleri söyleyiniz. Allah ile Peygamber'in tekzip edilmesini ister misiniz?" (Buhârî, İlim) demiştir.

Hz. Ali âbid, kahraman, cesur, iyilikte yarışan, takva sahibi ve son derece cömertti. Medine'de müslümanların durumu düzeldikten sonra, Hz. Ali de bir hizmetçi almaya karar verip, Rasulullah'a gitti. Rasulullah kızıyla damadının arasına girerek: "Ben size hizmetçiden daha hayırlısını haber vereyim. Yatarken otuzüç kere Allahü ekber, otuzüç kere Elhamdülillah, otuzüç kere de Subhanallah deyin" buyurdu. Yine bir gün yiyecek çok az yemekleri olan Hz. Ali ile ailesi sofraya oturdukları sırada kapılarına bir dilenci geldi, onlar da yemeği dilenciye verdiler. Ertesi gün gelen bir yetime, üçüncü gün gelen bir esire yemeklerini verdiler. Bu olay üç gün sürdükten sonra şu ayet-i kerime indi: "Şüphesiz en iyiler mizacı kâfur olan bir tastan içerler. Allah'ın kullarının taşıra taşıra içeceği bir kaynak. Adağı yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar. İçleri çektiği hâlde yiyeceği, miskine, yetime ve esire yedirirler. 'Biz sizi ancak Allah'ın rızası için doyuruyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz oldukça asık suratlı zorlu bir günden dolayı Rabbımızdan korkuyoruz' derler. Allah da bu günün şerrinden onları korur. Onlara parlaklık ve sevinç verir." (İnsan, 5/11)

Hz. Ali'nin "Zülfikâr" adı verilen meşhur bir kılıcı vardı. Kılıcın ağzı iki çatallı idi ve Hz. Ali'ye Rasulullah tarafından hediye edilmişti.
Hz. Ali hakkında nazil olduğu rivayet edilen bir ayet : el-Bakara, 2/274

Hz. Ali'nin cömertliği, insanîliği, Rasulullah'a olan yakınlığıyla edindiği büyük manevî miras onu yüzyıllardır halk inançlarında destani bir kişiliğe büründürmüştür. Bir gün onun dört dirhemi vardı. Birini açıktan, birini gizliden birini gündüz, birini de gece infak etti ve hakkında şu ayet indi: "Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak infak edenler. Onlar için Rabbleri katında karşılıkları vardır ve üzülecek de değillerdir." (el-Bakara, 2/274).
Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği bazı hadis-i şerifler:

"Günah işleyen biri pişman olur, abdest alır namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse Allah'u Tealâ Nisâ suresinde 'Biri günah işler veya kendine zulmeder sonra pişman olup Allah'u Teâlâ'ya istiğfar ederse Allah'u Teâlâ'yı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur' buyurmaktadır."

"Üzerinde farz namaz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe Allah'u Teâlâ onun nafile namazlarını kabul etmez. "

"Malınızın zekâtını veriniz. Biliniz ki, zekâtını vermeyenlerin bunu vazife kabul etmeyenlerin namazı, orucu, haccı ve cihadı ve imanı yoktur. "


Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Ali'ye buyurdu: " Ya Ali, altıyüzbin koyun mu istersin, yahut altıyüzbin altın mı veya altıyüzbin nasihat mı istersin ? "
Hz. Ali dedi: "Altıyüzbin nasihat isterim."
Peygamberimiz buyurdu: "
Şu altı nasihate uyarsan altıyüzbin nasihata uymuş olursun:

1. Herkes nafilelerle meşgul olurken sen farzları ifa et. Yani farzlardaki rükünleri, vacipleri sünnetleri, müstehapları ifa et.
2. Herkes dünya ile meşgul olurken sen Allah'u Teâlâ'yı hatırla. İslâm'a uygun yaşa; İslâm'a uygun kazan; İslâm'a uygun harca.
3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul ol.
4. Herkes dünyayı imar ederken sen dinini imar et, zinetlendir.
5. Herkes halka yaklaşmak için vasıta ararken, halkın rızasını gözetirken sen Hakk'ın rızasını gözet; hakka yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara.
6. Herkes çok amel işlerken sen amelinin çok olmasına değil, ihlaslı olmasına dikkat et."


Kütüb-ü Sitte'den Hz. Ali ile İlgili Hadisler: 372 - Hz. Enes İbnu Malik radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm pazartesi günü gönderildi. Hz. Ali radıyallahu anh da salı günü namaz kıldı."

Tirmizi, Menakıb. (3730).

4373 - İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Ashabının arasını kardeşlemişti. Hz. Ali radıyallahu anh yanına geldi ve:

"Ashabınızın arasını birbirleriyle kardeşlediniz, ama beni kimseyle kardeşlemediniz!" dedi. Bunun üzerine Aleyhissalatu vesselam:

"Sen dünyada da ahirette de benim kardeşimsin!" buyurdular."

Tirmizi, Menakıb, (3722).

4374 - Zeyd İbnu Erkam radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurdular: "Ben kimin dostu (mevlası) isem, Ali de onun dostudur."

Tirmizi, Menakıb, (3714).

4375 - Sa'd İbnu Ebi Vakkas radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Tebük seferine çıkınca Hz. Ali'yi geride (Medine'de) bırakmıştı.

"Ey Allah'ın Resûlü, siz beni çocukların ve kadınların arasında mı bırakıyorsunuz?" dedi (kalmak istemedi). Bunun üzerine Aleyhissalatu vesselam:

"Sen, Hz. Harun'un, Hz. Musa yanında aldığı yeri, benim yanımda almaktan razı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber yok!" buyurdular."

Buhari, Megazi 78, Fezailu'l-Ashab 9; Müslim, Fezailu'l-Ashab, 31, (2404); Tirmizi, Menakıb, (3731).

4376 - Müslim ve Tirmizi'nin bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Hayber günü buyurdular ki:

"Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, O, Allah'ı ve Resûlünü sever, Allah ve Resûlü de onu sever."

Ravi devamla der ki: "Bu söz üzerine (beni mi seçer ümidiyle, Aleyhissalatu vesselam'a görünmek için) boyunlarını uzattılar. Ama o:

"Bana Ali radıyallahu anh'ı çağırın!" buyurdular. Ali getirildi ama gözlerinden rahatsız idi. Hemen gözlerine tükürdü ve sancağı ona verdi. Allah Teâla Hazretleri onun eliyle fethi müyesser kıldı."

Ravi devamla der ki: "Şu ayet indiği zaman "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım..." (Al-i İmran 61) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm hemen Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyin'i (radıyallahu anhüm ecmain) çağırdı ve:

"Allahım, bunlar benim ailemdir!" buyurdu."

Müslim, Fezailu'l-Ashab 32, (2404); Tirmizi, Menakıb, (3726).

4377 - Zirr İbnu Hubeyş rahimehullah anlatıyor: "Hz. Ali radıyallahu anh'ın şöyle söylediğini işittim: "Daneyi açan, canlıları yaratan Zât-ı Zülcelal'e yeminle söylüyorum: Ümmi peygamberim aleyhissalatu vesselam, bana şu hususu garantiledi: Beni mü'min olan sevecek, münafık olan da bana buğzedecektir."

Müslim, İman 131, (78); Tirmizi, Menakıb, (3737); Nesai, İman 20, (8, 117).

4378 - Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Tâif günü Hz. Ali radıyallahu anh'ı çağırdı ve onunla hususi konuşma yaptı. (Bu görüşme o kadar uzadı ki) halk: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm amcasının oğluyla görüşmesini uzattı" dedi. (Resûlullah bunu işitince):

"Onunla hususi görüşmeyi ben (kendi arzumla) yapmadım. Allah'ın arzusu ve emri ile Resûlü) yaptı" açıklamasında bulundu."

Tirmizi, Menakıb, (3728).

4379 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Berâet (Tevbe) sûresini, (Arafat'ta hacılara tebliğ edilmek üzere) Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh'la göndermişti. Sonra onu çağırarak:

"Bunun, ehlimden olmayan bir kimse ile tebliğ edilmesi muvafık değil!" buyurdu. Hz. Ali radıyallahu anh'ı çağırarak sureyi, (Arafat'ta okuması için) ona verdi."

Tirmizi, Tefsir, Tevbe, (3089)

***

Hz. Ali(K.V.)'nin Cesaret ve Yiğitliği

Hz. Ali, Hz. Muhammed'in katıldığı tüm savaşlarda sancaktar olarak bulundu; sadece Tebük seferi'ne Hz. Muhammed'in emri ile Medine'de kaldığı için katılmamıştır.
Hz. Ali, Bedir savaşında düşman ordusundan yirmibir kişiyi öldürdü. Öldürdüğü kişiler arasında Hz. Muaviye'nin dedesi Utbe, dayısı Velid ve kardeşi Hanzala da vardı. Uhud savaşında ise Kureyş savaşçılarından dokuz kişiyle çarpıştı ve bedeninden yetmiş yara almasına rağmen galib gelmeyi başardı.  Bu savaşta  son ana kadar Hz. Peygamber ile beraber savaştı. Hz. Cebrail'in, Hz. Ali'nin bu fedakarlığını görünce birkaç defa:  'La feta illa Ali, la seyfe illa Zülfikar'  (Ali'den başka da yiğit; Zülfikar'dan başka kılıç yoktur) dediği rivayet edilir.
Hendek savaşında, Araplar'ın ünlü kahramanı Amr bin Abduved'in hendeği atıyla aşması üzerine çarpıştılar. Amr'a göre daha zayıf görünümlü olmasına ve Amr'ın küçümsemesine rağmen Hz. Ali galip geldi. Amr'ın, Hz. Ali tarafından yenilmesi Medine'yi kuşatan ve bu kuşatmayı destekleyenler arasında üzüntü ve ümitsizlik meydana getirdi. Hendek Savaşı'nın müslümanlar lehine sonuçlanmasında Hz. Ali'nin bu başarısının önemli bir yeri vardır.
Hayber savaşı'nda, ilk iki taaruzu yönetenler bir başarı sağlayamayınca Peygamberin sancağı Ali'ye verdiği, Ali bin Ebu Talib'in de o gün düşman savunmasını kırarak düşmana karşı galip gelinmesinde büyük rol oynadığı söylenir.
***
Hz. Ali'nin Devlet Yöneticilerine Öğütleri:
Hz. Ali'nin  İslam devleti başkanı olan görevlendirdiği valilere buyrukları günümüze kadar  devlet görevlilerinin halka  nasıl davranmaları gerektiği hususunda ışık tutmuştur ve tutmağa devam etmelidir:
1. Halka karşı daima içinizde sevgi ve nezaket besleyin. Onlara bir canavar gibi davranmayın ve onları azarlamayın .
2. Müslüman olsun olmasın herkese aynı davranın. Müslümanlar kardeşleriniz, müslüman olmayanlar ise sizin gibi bir insandır.
3. Affetmekten utanmayın. Cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanların hataları karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyin .
4. Taraf tutmayın, bazı insanları kayırmayın. Bu tür davranışlar sizi zulme ve despotluğa çeker.
5. Memurlarınızı seçerken zalim yöneticilere hizmet etmemiş ve devletin suçlarından ve zulümlerinden sorumlu olmamış bulunmalarına dikkat edin.
6. Doğru, dürüst ve nazik kişileri seçin ve çıkar ummadan ve korkmadan acı gerçekleri söyleyebilenleri tercih edin.
7. Atamalarda araştırma yapmayı ihmal etmeyin.
8. Haksız kazanç ve ahlâksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyin.
9. Memurlarınızın hareketlerini kontrol edin ve bunun için güvendiğiniz samimi kişileri kullanın.
10. Mektuplar ve müracaatlara bizzat kendiniz cevap verin.
11. Halkın güvenini kazanın ve onların iyiliğini istediğinize kendilerini inandırın .
12. Hiç bir zaman vaadinizden ve sözünüzden dönmeyin.
13. Esnaf ve tüccara dikkat edin; onlara gereken önemi gösterin, fakat ihtikâr, karaborsa ve mal yığmalarına izin vermeyin.
14. El işlerine yardım edin; çünkü bu yoksulluğu azaltır, hayat standardını artırır.
15. Tarımla uğraşanlar devletin servet kaynağıdır ve bir servet gibi korunmalıdır.
16. Kutsal görevinizin yoksul, sakat ve yetimlere bakmak olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın. Memurlarınız onları incitmesin, onlara kötü davranmasın. Onlara yardım edin, koruyun ve yardımınıza ihtiyaç duydukları her zaman huzurunuza çıkmalarına engel olmayın .
17. Kan dökmekten kaçının, İslâm'ın hükümlerine göre öldürülmesi gerekmeyen kimseleri öldürmeyin.
***
Hz. Ali (K.V.)'ye İsnad Edilen Sözlerden Birkaçı:

"Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz, kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız."
"İnsanın yaslanıp Rabbini bildikten sonra ölmesi, küçükken ölüp hesapsız Cennet'e girmesinden daha hayırlıdır. "
"Kul ümidini yalnız Rabbi'ne bağlamalı ve yalnız günahları kendini korkutmalıdır. "
"Cahil, bilmediğini sormaktan utanmasın. Âlim, içinden çıkamayacağı bir meselede en iyisini Allah'u Teâlâ bilir' demekten sakınmasın."
"Sizin için korktuğum şeylerin en başında, nefsinin isteğine uymak ve uzun emelli olmak gelir. Birincisi hak yoldan alıkoyar; ikincisi ise ahireti unutturur. "
"Amellerin en zoru üçtür. Bunlar; nefsin hakkını verebilmek, her halde Allah'u Teâlâ'yı hatırlayabilmek, kardeşine bol bol ikramda bulunabilmektir. "
"Takva, hataya devamı bırakmak; aldanmamaktır . "
"Kalpler, kaplara benzer. Hayırlı olanı, hayırla dolu olanıdır."
"Bana bir harf öğretenin kölesi olurum. "

Hz. Fatımatü'z-Zehra


Hz. Fatımatü'z-Zehra
[ R.A. ]
Fatımeh Ez-Zehra veya Fatıma'tüz-Zehra  olarak bilinir. Fatıma'tüz-Zehra İslam Peygamberi Hz. Muhammed ve Hz. Muhammed'in ilk eşi Hz. Hatıce'nin kızı ve seyyidlerin anasıdır. Arabistan'ın kuzeybatısında Mekke'de 614 veya 606 yılında doğmuş ve Medine'de Rasulullah (s.a.v.)in vefatından 6 ay sonra 632 yılında ölmüştür. 624 yılında babasının amcası Ebu Talib'in oğlu Ali ile evlenmiştir. Eşi Hz. Ali, Hz. Muhammed'in sağlığında yardımcısı, daha sonra da 4. halife olarak müslümanların lideri olmuştur.
Hz. Fatıma'nın Hz. Ali'den 3 oğlu (Hz. Hasan ibn Ali ve Hz. Hüseyin ibn Ali, Muhsin) ve 2 kızı (Ümmü Gülsüm binti Ali ve Zeyneb binti Ali) olmuştur.
Hazreti Fâtıma radıyallahu anhâ Rasûlullah'ın kızlarının en küçüğü ve  son çocuğudur. Hz. Ali Kerremallahu veche (K.V.)'in  eşi ve Hz. Hasan ve Hüseyin'in anneleri olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in dünyada neslini devam ettiren evladıdır.  Hz. Ali Kerremallahu veche (K.V.)  ve çocuklarıyla ehl-i beyt'i teşkil eden ümmetin hanımlarının seyyidesidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in nübüvvetinden yaklaşık bir yıl önce Mekke'de doğdu. Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz ona Fâtıma adını verdi. Deylemî'nin Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte: "Onu sevenleri, Allah'ın Cehennem'den uzaklaştıracağı için kızıma Fâtıma adını verdim." buyurdu. Fâtıma, "sütten kesilmiş" anlamına gelmektedir.
Lakabları , Zehra ve Betül'dür. Zehra; "Ak yüzlü, parlak, ve aydınlık yüzlü, nurâni kadın", Betül ise; "Dünyevi heveslerden uzak, ibadet için kendisini Allah'a yönelten, iffetli ve namuslu kadın" anlamına gelmektedir.
Hz. Fâtıma (r.anhâ),  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  sevgi ve şefkati altında büyüdü. Babasındaki merhameti ve güzel ahlâkı, annesindeki asâleti, cömertliği, eşine karşı hizmeti, hürmet ve muhabbeti gördü. İslâm uğruna çektiği sıkıntılara nasıl katlandığını ve o yolda fedakârlığın en güzel örneklerini bizzat görerek yaşadı  ve  öğrendi. Peygamber babası ve Hz. Hatice'nin gözetiminde eğitimini tamamladı. Tam bir iffet ve şeref örneği olarak bütün nebevi güzellikleri hayatına nakşederek büyüdü.
Fatıma'tüz-Zehra, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'den  18 hadis-i şerif rivayet etmiştir.
Fatıma'tüz-Zehra bilhassa annesi Hz. Hatice (r.anhâ)'nın vefatından sonra babasının yanından hiç ayrılmadı. Müşriklerin işkencelerine maruz kalan babasına yardımcı olmağa çalıştı. Fatıma'tüz-Zehra bir gün babasıyla Kâbe'ye gitmişlerdi. Kureyş Müşrikleri onları görünce toplandılar ve fısıltı halinde birbiriyle konuşmaya başladılar. Babası Kâbe'nin yanında namaza durdu. Secdeye vardığında Ukbe İbni Ebî Muayt adındaki azgın bir müşrik, bir deve işkembesi getirerek babasının sırtına koydu. Geriye çekilip uzaktan birbirleriyle gülüşmeye ve dalga geçmeye başladılar. Buna çok öfkelenen küçük Fâtıma babasının sırtından o ağırlığı kaldırıp elbisesini temizleyemedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) secdeden başını kaldırdı ve  ellerini açarak: "Allah'ım bu azgınları sana havale ediyorum Ya Rabbî! Kureyşi sana bırakıyorum" o azgın kişileri rabbine havale etti. Abdullah İbni Mesûd (r.a.) Kâbe hareminde Resûlullah (s.a.v.) Efendimize eziyet edenlerin tamamının sonlarının çok fecî olduğunu şöyle anlatır: "Allah Hakkı için o azgın müşrikleri Bedir günü gördüm. Hepsi katledildi. Bir kısmını sürüyerek Bedir kuyusuna attılar".
Fatıma'tüz-Zehra yine bir gün  babası ile Kâbe'ye gtmişlerdi. Müşrikler babasıının etrafını sararak: "Şunu şunu söyleyen sen değil misin?" diye hakaret ettiler. Hatta azgın bir müşrik Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in yakasından tutup sıkıştırdı. Fâtıma çok korktu ve titreyerek yere yıkıldı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) ise hiçbir telâşa gerek duymadan hak olarak söylediği sözleri tekrar ederek: "Evet bunları söyleyen benim" buyurdu. Bu esnada Hz. Ebû Bekir (r.a.) yetişti ve: "Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürecek misiniz?" diyerek müdahale etti ve azgın müşrikleri oradan uzaklaştırdı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) bir gün yolda giderken azgın bir müşrik, üzerine toz-toprak ve pislik attı. Üstü başı toz-toprak olan ve elbiseleri kirlenen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) eve döndü. Fâtıma, kapıyı açınca babasıını tanıyamadı ve ağlamağa başladı. Ablaları da ağlıyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) ise kendilerine gülümseyerek "Zararı yok, su ile temizlenir" diyordu. Böylece çocukları sakinleştirmeğe çalıştı. Fakat hıçkırıklarını tutamayan  Fâtıma'yı susturabilmek için: "Ağlama kızım. Allah, babanı koruyacaktır." buyurdu ve O'na Allah'ın koruması altında olduğunu anlatmak zorunda kaldı.
Fatıma'tüz-Zehra bu şekilde hayatının ilk yıllarında çok çilelere tanık oldu. Bütün çocukluğu Kureyş'in zulum, baskı ve ambargoları altında geçti. Daha henüz ömrünün baharını yaşarken annesini yitidi. Mekke'de Müslümanlara ezâ ve cefalar, işkenceler dayanılmaz hal alınca   Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'e hicret izni verildiğinde Fatıma'tüz-Zehra da  ailesi ile birlikte Medine-i Münevvere'ye hicret etti. Hz. Fâtıma (r.anhâ) bu göç ile çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Mekke-i Mükerreme'ye vedâ etti.
Fatıma'tüz-Zehra'nın Hz. Ali (K.V.) ile Evliliği
Fatıma'tüz-Zehra ve ailesi Medine-i Münevvere'de nisbeten daha  huzurlu bir ortamda yaşamağa başladılar. Babası Hz. Âişe (r.anhâ) ile,  ablaları da Hz. Osman (r.a.) ile evlendiler. Kendisi de evlilik çağına ulaşmış 16-17 yaşlarına girmişti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'e  akraba olabilmek  için Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) de dahil ashâb-ı kiramdan bir çok izdivac talebi ile karşılaştı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) bu dostlarını: "Fâtıma hakkında Allah'ın işaretini bekleyelim." diyerek geri çevirdi. Bu haberler Medine'de yayılınca Ebû Tâlib ailesi ve dostları Hz. Ali'yi Fatıma'tüz-Zehra ile evlilik hususunda acele etmesi için uyardılar.  Fakat Hz. Ali : "Ebû Bekir ve Ömer'den sonra bana verirler mi?" diyerek çekindiğini söylese de  yakınları ikna ederek Fatıma'ya talib olmağa yönlendirdiler.
Hz.  Ali (K.V.) Fatıma'tüz-Zehra ile evliliği konusunu şöyle anlatır:
"Halk arasında konuşulanları duyan kölem bir gün bana: "Ey Ali! Fâtıma'nın Rasûlullah (s.a.)'den istendiğini biliyor musun?" dedi. Ben de: "Bilmiyorum." dedim. Tekrar bana: "Ey Ali! Rasûlullah'a gidip Fâtıma'yı sana nikâhlamasını istemekten seni alıkoyan nedir?" dedi. Ben de: "Yanımda birikimim yok." dedim. O da: "Rasûlullah'a gidersen, muhakkak sana Fâtıma'yı nikâhlar!." diyerek bana gitmemi ısrar etti. Ben ise bu konu için Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna çıkmaktan çekiniyordum. Fakat akrabalarımın hepsi bana: "Fâtıma'yı Rasûlullah'tan bir de sen iste." diye teşvik ediyordu. Sa'd ibni Mu'az (r.a.), bu hususta beni ikna eyledi. Nihayet çekinerek, sıkılarak da olsa Rasûlullah (s.a.)'e bu teklifi götürmek üzere evden çıktım.
Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz'i, Ümmü Seleme (r.anhâ) annemizin evinde buldum. Kapıyı çaldım ve selâm verdim. İçeri buyur ettiler. Efendimiz bana yanında yer gösterdi. Ben de edebli, mahcub ve heyecanlı bir vaziyette başımı öne eğip oturdum. Halimi anlayan Efendimiz "Ya Ali! Öyle zannederim ki bir murâdın var." buyurdu. Ben de: "Ya Rasûlallah! Anam-babam sana fedâ olsun. Senin bereketinle sırat-ı müstakimi bulduk. Nice zamandır  cüret edip söyleyemedim." diye söze başlayınca bana tebessüm etti ve: "Herhalde Fâtıma'yı istemeye geldin." buyurdu Ben de: "Evet" dedim. Bunun üzerine: "Fâtıma'ya mehir olarak verebileceğin neyin var?" diye sordu. Ben de: "Bir kılıcım, bir devem bir de küçük zırhım var." dedim. Efendimiz: "Kılıcın sana lazımdır. Deven bineğindir. Zırhını sat Ya Ali!"  buyurdu ve sözüne devamla: "Hak Teâlâ kendi katında Fâtıma'yı sana nikâhladı. Senden önce melek gelip, bana bu hâli haber verdi." dedi.
Hz. Ali (r.a.), Rasûlullah (s.a.)'in huzurundan gayet neşeli bir şekilde çıkıp mescide vardı. Peşinden Efendimiz teşrif etti ve Bilâl'e yönelerek; Muhâcir ve Ensar'ı toplamasını söyledi. Ashâb-ı kiram mescidde toplanınca Fahr-i Kâinat (s.a.) minbere çıktı ve:
"Hamd olsun Allah'a ki, verdiği nimetlerle övülen O'dur! Kuvvet ve kudretinden dolayı kendisine ibadet edilen O'dur! Mülk ve saltanatından dolayı kendisine boyun eğilen O'dur! Azabından korkulan, yanındaki nimetleri umulan O'dur! Yerde ve göklerde hükmünü yürüten O'dur! Kudretiyle halkı yaratan, hikmetiyle mümtaz kılan ve izzetiyle sağlamlaştıran O'dur! Gönderdiği dini ve Peygamberi Muhammed'le halkı şereflendiren O'dur!
Yüce Allah, karşılıklı hısımlıklarla nesebleri birbirine katmayı emir buyurmuş ve bununla günahları ortadan kaldırmıştır.
Ey müslümanlar! Yüce Allah Fâtıma'yı Ali'ye nikâhlamamı bana emir buyurdu. Sizler şâhit olunuz; Fatıma'yı 400 miskal gümüş mehirle Ali'ye nikâhladım." buyurarak kısa ve öz bir hitabede bulundu. Sonra Hz. Ali (r.a.) kalktı ve: "Söze Hak Teâlâ'ya hamd ederek başladı. Peşinden Rasûlullah kızı Fâtıma'yı bana nikahladı. Onun mehri benim küçük zırh gömleğimdir. Ben buna râzı oldum. Sizler de bu akde şahid olun" dedi. Ashâb-ı Kiram bu hayırlı işe çok sevindi. Cümlesi ayrı ayrı Hz. Ali'yi tebrik etti. Sonra Resûl-i Ekrem (s.a), Ali'nin evine geldi ve: "Ya Ali! Var git küçük zırh gömleğini sat, parasını bana getir."  buyurdu.
Hz. Ali (r.a.) zırhını alıp çarşıya çıktı. Yolda Hz. Osman (r.a.) ile karşılaştı. Zırhını satacağını söyleyince Hz. Osman istediği bedeli 480 dirhemi verdi ve satın aldı. Sonra ona: "Ya Ali! Bu zırha sen benden daha lâyıksın. Lütfen hediyem olarak kabul eyle." diyerek geri verdi. Hz. Ali (r.a.), bu muhabbet ve hediyeye çok sevindi. Zırh gömleğini ve parayı alarak İki Cihan Güneşi Efendimize getirdi. İki seçkin ashâbının karşılıklı muhabbetinden ve yardımlaşmasından pek memnun kalan Efendimiz. Hz. Osman'a dua etti. Onun nazik davranışını takdir etti.
Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz, o paradan bir miktarını alıp Bilâl'e verdi. Bununla çarşıdan koku almasını tenbih etti. Düğün için gerekli zarûrî ihtiyaçları çeyizleri almak üzere bir miktar daha aldı ve Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e uzattı. Paranın kalan kısmını da müminlerin annesi Ümmü Seleme (r.anhâ)'ya emanet olarak gönderdi. Hz. Ebu Bekir (r.a.), Selman ve Bilâl yardımcıları birlikte çarşıya çıkıp çeyizlik eşyaları ve diğer ihtiyaçları temin ettiler.
Hz. Fatıma'ya çeyiz olarak alınan eşyalar şunlardı: 1 adet kadife yorgan, 1 adet yüzü deri içi lif dolu yastık, 3 adet minder. 2 döşek, 1 koç postu, 1 adet topraktan yapılmış su testisi, 1 su tulumu, 1 elek, 1 kilim,  2 adet Yemen işi gümüşle işlenmiş elbise, 2 adet el değirmeni, 1 meşin su bardağı, 2 adet çanak çömlek, 1 adet hurma yaprağından örülmüş sedir.
"O Benden Bir Parçadır"
Hz. Fâtıma (r.anhâ)'nın çeyizleri alınmıştı. Düğün hazırlıkları tamamlanmış fakat günü belirlenmemişti. Hz. Ali ile kardeşi Akil düğün mevzuunda görüşmek üzere birlikte Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizin hanesine geldiler. Kapıda Ümmü Eymen'e rastladılar ve durumu ona açtılar. O da: "Bu iş için bana biraz müsaade edin. Ben size yardımcı olayım. Meseleyi önce Resûlullah'ın zevcelerine açar ve bir cevap almaya çalışırım." diyerek onları geri döndürdü.
Rasûlullah (s.a.)'in hizmetinde bulunan dadısı Ümmü Eymen bu meseleyi Ümmü Seleme'ye söyledi. O da Hz. Âişe (r.anha)'nın evinde toplandıkları bir sıra da Efendimize durumu arzetti ve: "Yâ Rasûlallah! Haticetü'l-Kübrâ hayatta olsaydı bize söz düşmezdi. O bu işi tamamlardı." diyerek söze başladı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.), Hz. Hatice annemizin ismini duyunca; "Onun gibi hatun nerede bulunur? Herkes beni yalanlarken o tasdik etti. Bütün malını İslâm yoluna sarfetti." buyurdu.
Ümmü Seleme annemiz söze devamla: "Ya Rasûlallah! Hakîkaten Hatice dediğiniz gibiydi. Cenâb-ı Hak onu ve bizleri Cennette cemeylesin. Şimdi onun kızı Fâtıma'yı düşünsek. Amca oğlun Ali düğünlerinin yapılmasını istiyor. Siz ne buyurursunuz?" dedi. Efendimiz: Ali bana böyle bir şey söylemedi." buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de: "Ya Rasûlallah! Ali mahcûbiyetinden, edebinden size söyleyemez." dedi. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz: "Öyleyse Ali'yi çağırın." buyurdular. Ümmü Eymen koşup Hz. Ali'yi çağırdı. Mahcubiyetinden sıkılarak huzura giren Ali (r.a.) bir kenara oturdu. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz: "Yâ Ali düğününüzün olmasını arzu ediyor musun?" buyurdu Ali de: "Evet" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz: "Fâtıma'nın çeyizi tamamdır. İnşallah bu vazifede yerine gelecektir." buyurdu. Ümmü Seleme annemize haber gönderip 10 dirhem istedi. Gelen parayı Hz. Ali'ye uzattı ve: "Ya Ali! Bir miktar hurma, biraz tereyağı biraz da yoğurt al gel" buyurdu.
Hz. Ali siparişleri alıp huzura getirdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) hurmaları bir kaba boşaltıp mübarek elbisesiyle ezdi. Biraz un, yoğurt ve tereyağı ile karıştırarak tatlı bir düğün yemeği yaptı. Arapların meşhur "Hays" adını verdikleri bu yemeği tabaklara koydu. Bu velîme hazırlığından haberdâr olan Sa'd İbn Ubâde (r.a.) katkı olmak üzere derhal bir koyun kesti getirdi. Bir başka sahâbî yağ, un v.s. getirdi. Hazırlıklar tamam olunca Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz: "Yâ Ali! Ashab-ı Kiramı davet et! Dostlarını davet et!" buyurdu. O da dışarı çıkıp ashâbı davet etti. Gelenler onar onar içeri alınıp sıra ile sofraya oturtuldu. Bu şekilde sofralar dolup taştı. Gönülleri bereket, rahmet kuşattı. Hz. Ali (r.a.) o gün velîme yemeğinden yediyüz kişinin yediğini nakletmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) Ümmü Seleme annemizle Ümmü Eymen'den Fâtıma'yı giydirip kuşatmalarını istedi. Bir deve getirilip süslendi. Hz. Fâtıma bindirildi. Yuları Selman-ı Fârisî (r.a.)'ın eline verildi. Huzur ve neşe içerisinde Hz. Ali'nin evine getirildi. Böylece insanlık kadınlarının tacı Hz. Fâtıma (r.anhâ) şânına yakışan bir sadelik içinde hicretin 2. yılının Zilhicce ayında gelin oldu.
Ümmü Eymen'in anlattığına göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)kendisi gelinceye kadar Hz. Ali'nin Fâtıma'nın yanına gerdeğe girmemesini emir buyurmuştu. Efendimiz gelip kapıyı çaldı. Dadısı Ümmü Eymen karşıladı. Selam verdi. İçeri girmek için izin istedi. İzin verilince girdi ve: "Kardeşim burada mı?" diye sordu. Ümmü Eymen: "Ya Rasûlallah! Kardeşin kim?" dedi. Efendimiz de: "Ali ibni Ebî Tâlib" buyurdu. Dadısı: "Sen kızını onunla nikâhladığına göre o nasıl kardeşin olur?" dedi. Efendimiz: "Evet! o öyledir." buyurdu. Yani o benim dinde kardeşim olur. Fâtıma ile evlenmesinde bir sakınca yoktur dedi. Sonra bir kapla su getirtti. Abdest aldı ve Hz. Ali'yi çağırdı. Abdest suyundan göğsüne iki omuzunun arasına serpti. Sonra Hz. Fâtıma'ya da aynı şekilde davrandı ve: "Allahümme bârik fîmâ ve bârik lehüma fi neslihimâ= Allah'ım bu evliliği mübarek kıl! Onlara ve nesillerine mübarek kıl." buyurdu ve: "Ey Allah'ım ! Fâtıma ve zürriyeti hakkında kovulmuş şeytandan sana sığınırım." diye duâ etti. Hz. Ali için de aynı duâyı tekrar ederek: "Allah'ın ismi ve bereketiyle gir zevcenin yanına." buyurdu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) evlenecek bir kimseyi tebrik edeceği zaman "Allah bunu senin için mübarek kılsın! Allah'ın bereketi senin üzerine Olsun! Allah ikinizi hayırda birleştirsin!" diye duâ ederdi.
Yeni gelin ve damata bu duâları yaptıktan sonra onların arasındaki muhabbeti kuvvetlendirmek için kızına: "Vallahi Ey Fâtıma! Ben seni, ailemin en hayırlısına nikâhladım! Allah hakkı için erin iyi erdir. Sahâbenin evvelidir. İslâm'da büyüğüdür. İlim de en derinidir. İmamların kadısı, İslâm'ın kahramanıdır. Zinhar ona isyan eyleme ve emrine muhalefet etme!" diye nasihatta bulundu. Damadına da: "Ey Ali, Fâtıma'nın hakkına riâyet eyle! O'nu hoş tut. O benden bir parçadır. Eğer onu üzersen, beni üzmüş olursun." buyurdu. Her ikisini de Allah'a emanet ederek oradan ayrıldı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in neslini devam ettirecek bu evlilikten "seyyid"  ve "şerif" ünvanlarıyla anılan ve Seyyidler neslinin kaynağı olan insanlar dünyaya gelecektir.
Fatıma'tüz-Zehra'nın evinde sevgi, saygı, şefkat, merhamet, hizmet, firaset, nezâket ve nezâhet gibi üstün ahlâkî meziyyetler yeşerdi ve  dünyanın güzellikleri paylaştıkları gibi gibi sıkıntılarını da birlikte sabır ve rıza ile göğüslediler.
Hz. Fâtıma (r. anhâ) maddi olarak yoksul bir evde ve fakirlik içerisinde bir hayat sürdü; el değirmeninde un öğütürken taş çevirmekten avuçlarının içi kabarsa da arpa öğütüp ekmek yaptı. Ama yokluktan, yoksulluktan hiç şikâyet etmedi. Zâhidece ve sufiyâne  bir hayat yaşarken  kimseye dert yanmadı.
O, hassas ruhlu, zayıf yapılı idi. Yaşından beklenmeyecek derecede yüce bir ahlâka sahibti. Üstün bir zekâsı, halîm ve selîm bir yapısı vardı. Son derece mütevaziydi. Söz ve davranışlarında vakurdu. Çok az konuşurdu. Ağzından çıkan sözler inci danesi gibi hikmetler saçardı. Cömertti, zâhidâne yaşamayı severdi. Ev işlerinde maharetli ve becerikliydi. İki Cihan Güneşi Efendimizin bir parçası ve kalbinin meyvesiydi.
Hz. Âişe (r.anhâ) annemizin bildirdiğine göre insanlardan Rasûlullah (s.a.)'e en sevgili olan Hz. Fâtıma idi. İçeri girdiğinde Efendimiz ayağa kalkar ve yerine oturturdu. Bir sefere çıkarken veya seferden döndüklerinde önce mescide girer, iki rekat namaz kılar ve sonra sevgili kızına uğrardı. Onunla bir müddet sohbet ederdi. Hz. Fâtıma (r.anhâ) da babacığını çok seviyordu. Onu gölge gibi takib etmek istiyordu. Uhud savaşında babacığının yaralandığını duyunca bütün tehlikeleri göze alarak yanına vardı. Yanağına doğru akan kanı temizledi ve kül bastırarak durdurdu. Yarasını tedavi etmeye çalıştı.
Hazret-i Fâtıma radıyallahu anhâ'nın hayatı, kıyamete kadar gelecek İslâm kadınlarının örnek alacağı ibretlerle, ahlâkî meziyyetlerle doludur. O'nun evliliği, çeyizi, ev işlerindeki becerisi, mahareti, beyine karşı samimi, sevgi dolu hizmetleri, komşuluk münasebetleri, ilmi, irfanı ve infakı günümüze ışık tutmaktadır. O, eşyanın kölesi, hizmetçisi olmadı. Allah ve Rasûlünün sevdiği yolda samîmî kul olabilmek için gayret etti. Hayatını bu hedef ve gaye içerisinde geçirdi.
Hz. Fâtıma (r.anhâ) vefat ettiğinde geride gözü yaşlı sevgili kocası Hz. Ali ve beş çocuk bıraktı. Hasan 8; Hüseyin 7; Ümmü Gülsüm 5; Zeyneb 3; Rukiye 2 yaşlarındaydı. Üç ablasının ismini, üç kızında yaşatmak istemişti. Kendisi de 28 yaşlarındaydı. Bir çocuğu da küçükken vefat etmişti.
Hz. Fâtıma (r.anhâ)vefatına yakın günlerde Hz. Esmâ'ya: "Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum." demişti. O zaman kadınların cenâzesi kefene sarılıp perdesiz götürülürdü. Hz. Esma, Habeşistan'da hanım cenazelere hurma dalından çadır gibi örgü yaptıklarını görmüştü. Hz. Fâtıma (r.anhâ)'ya bunu anlatmıştı da hoşuna gitmişti. O zaman böyle bir tabut yapılmasını söylemişti. İslâm'da tabuta konarak kabre götürülen ilk kadın cenazesi Onun mübarek nâşı olmuştur. Cenaze-sini Hz. Abbas veya Hz. Ali kıldırmıştır. Vasıyyeti üzerine geceleyin Hz. Ali, Hz. Abbas ile oğlu Fazl tarafından Cennetü'l-Baki'aya defnedildi.
Fatıma'tüz-Zehra'nın Örnek Hayatından Kesitler:
Allah'ın Övgüsü
Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Fâtıma (r.anhâ)'nın yuvası hizmet, iltifat, saygı, edeb, iffet ve kıymet bilme gibi üstün ahlâkî meziyyetlerle donatılmıştı. Birbirlerinin fikir ve düşüncesine çok değer verirler; görüş ayrılığı olsa dahi ortak bir noktada birleşirlerdi. Dâvâ şuûruna sahib, samimi bir muhabbet ocağı, sıcak bir aile kurmuşlardı. Ebedî hayatı kazanmak ve Allah'ın rızasına erebilmek onlar için her şeyden önce gelirdi. Kendileri yemez, ihtiyaç sahiplerine yedirirlerdi. Kapısına gelen fakiri reddetmezlerdi. Kendileri muhtaç oldukları halde başkalarına verirlerdi. Onların bu güzelliklerini, cömertliklerini ve îsâr halindeki davranışlarını Allah, Kitâb-ı Kerîm'inde övülmüştür.
"Hz. Ali ile Hz. Fâtıma'nın nâfile oruç tuttukları bir akşam vakti kapılarına bir fakir gelir. "Allah için" diyerek birşeyler ister. Onlar da kendileri için hazırladıkları iftarlıkları olduğu gibi fakire verirler. Peşpeşe üç gün aynı vakitte akşam ezanı okunacağı zaman değişik kılık ve kıyafette yoksul, garib birileri kapılarına gelir; "Allah için" diyerek dilekte bulunur. Hz. Ali ile Hz. Fâtıma (r.anhûm) birlike hazırladıkları iftarlıkları olduğu gibi bu yabancı garib kimseye verirler. Kendileri üç gün birşey yemeden peşpeşe su ile oruç tutarlar. Onların bu güzel hali, gönüllerindeki engin infak şuuru Allah Teâlâ'nın hoşuna gider ve şu âyet-i celîle ile taltif edilirler.
"İyiler şüphesiz (güzel kokulu ve serin) kâfur katılmış bir kadehten içerler. Bu Allah'ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır. O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne bir teşekkür bekliyoruz. Biz çetin ve belalı bir günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan) korkarız." (derler)" (İnsan Sûresi; 5 - 10)
Vahiy tamamlandığında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) bu müjdeyi kızına ve damadına bildirdi. Her ikisi de sevinçlerinden üç günlük açlığın verdiği sıkıntıyı bir anda unuttular.
***
Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Fâtıma (r.anhâ) arasında kurulan evlilik ümmete ibretler dolu, karı-koca arasındaki sevgi, saygı, samimiyet ve güzel geçime örnek bir yuva olmuştu. Bu yuvanın fertlerinden birisi üzgün olsa diğeri onun üzüntüsünü gidermek için gayret eder ve evdeki eksikleri görmezden gelerek musâmaha ile karşılar;  birbirlerini dinler ve dertleşirlerdi. Fakat beşer olarak bu mutlu yuvada da küçük kırgınlıklar da olmaz değildi.
Birgün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) kızını ziyarete gitmişti. Damadını evde göremeyince kızına: "Amcanın oğlu nerede?" diye sordu Hz. Fatıma da: "Aramızda ufak bir şey geçti. O sebeple çıkıp gitti." cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) dışarı çıktı ve Sehl İbni Sa'd (r.a.)'a: "Ya Sehl, git Ali'ye bak. Nerede ise bana haber ver." buyurdu. Sehl doğru mescide koştu. Hz. Ali'nin orada uyumakta olduğunu gördü. Dönüp geldi ve mescidde yattığı haberini verince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) kalktı mescide gitti. Hz. Ali toprak üzerine uzanmış, uyuyakalmıştı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) damadını bu vaziyette görünce mübarek elleriyle yüzündeki tozları sildi. Üstü-başı toprak olduğu için "Ey Ebû Tûrâb kalk!" diye seslendi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in sesini duyan Hz. Ali derhal ayağa kalktı. Üstü başı toz toprak içinde olmuştu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) elbisesini temizlemeğe yardım etti ve elinden tutarak evine götürdü.
***
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  damadını ve kızını evliliklerinin ilk altı ayında sabah namazına çıkarken kapılarının önünde durup: "Ey Muhammed'in ev halkı! Haydi Namaza!" diye devamlı  çağırmış ve peşinden; "Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden günah kirini gidermek, sizi tertemiz yapmak ister." meâlindeki Ahzâb sûresi 33. âyetini okumuştur. Bir defasında da sabah namazı dönüşünde damadının evine uğramış ve kızını uykuda bulunca, namazını kılmadı zannederek şöyle seslenmişti: "Kızım Fâtıma! Muhammed Mustafa'nın kızıyım diye sakın namazı terk edeyim deme. Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a andolsun ki, beş vakit namazı vakti içinde kılmadıkça cennete giremezsin" buyurdu.
***
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) bir gün kızının hastalandığını duydu ve ziyaretine gitti. İmran İbni Husayn (r.a.) da yanında idi. Kapıya varınca tıklattı ve selâm verdi. Hz. Fâtıma (r.anhâ) derhal kapıyı açtı ve : "Buyurun babacığım" diyerek içeriye aldı. Sevincinden hastalığını unutmuş gibiydi Efendimiz: "Kızım yanımda İmrân İbni Husayn var başını ört!" buyurdu. Hz. Fâtıma (r.anhâ): "Babacığım bundan başka örtüm yok. Onunla başımı örtsem vücudum açıkta kalıyor." dedi. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz: "Örtüyü düz olarak değil, köşeli olarak ört ki her tarafını kapasın" buyurdu. Sonra İmran İbni Husayn da içeri alındı. O da "geçmiş olsun" dileğinde bulundu; dua ederek izin istedi.
***
Namaz Tesbihatı
Hz. Fâtıma (r.anhâ) birgün arpa öğütmek için el değirmenini çevirmekten avuçlarının içi kabardı. Bunu Hz. Ali'ye göstererek bir çare aramasını istedi. Hz. Ali (r.a.) da "dilersen babana durumu açabilirsin" dedi. Medine'ye esirlerin getirildiğini duyan Hz. Fâtıma (s.a.) babasından kendisine bir hizmetçi verilmesini istedi. Rahmet Peygamberi (s.a.) Efendimiz kızına: "İstediğinden daha hayırlısını size haber vereyim mi?" Cebrâil'in bana öğrettiği şu kelimeleri her namazın sonunda okursan, hizmetçiden daha iyidir. Bunlar: Otuz üç defa: "Subhânallah" otuz üç defa: "Elhamdülillâh" otuz üç defa da: "Allahü Ekber" demenizdir.
***
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) çok sevdiği kızını ve torunlarını görmek için sık sık damadının evine giderdi. Bir defasında kapıya vardı ve içeri girmeden geri döndü. Hz. Fâtıma buna çok üzüldü. Hz. Ali eve geldiğinde hanımını üzüntülü gördü. Sebebini sordu. O da: "Ya Ali: Rasûlullah geldi kapıdan içeri girmeden geri döndü, gitti" dedi. Buna Hz. Ali (r.a.) da çok üzüldü. Derhal sebebini öğrenmek üzere Rasûlullah'a koştu, Fâtıma'nın üzüntüsünü arzetti. Eve niçin girmediğini sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) birazcık sitemle: "Benim dünya ile ne işim var? Benim işlemeli perde ile ne işim var?" buyurdu. Hz. Ali (r.a.) meseleyi anladı ve hemen ailesine döndü ve Efendimizin hoşnutsuzluğunu haber verdi. Bunun üzerine Hz. Fâtıma (r.anha): "O perdeyi ne yapmamı emrediyor" dedi. Yine Rasûlullah'ın huzuruna varan Hz. Ali'ye: "Fâtıma'ya söyle; O perdeyi filan oğullarına göndersin" buyurdu. Rasûlullah'ın istemediği bir şeyi onlar hiç istemezlerdi. Allah Rasûlü babasını memnun etmek onların en büyük arzusu olduğundan O'na karşı kusur etmemeğe son derece dikkat ederlerdi. Bu emir  üzerine o perde yerinden indirilip ihtiyaç sahiplerine gönderildi.
***
Bir defasında Hz. Ali ile Hz. Fâtıma karşılıklı sohbet ediyorlardı. Birbirlerine iltifatlarda bulunuyor ve: "Hangimiz Allah'ın Rasûlü'ne daha sevgilidir? Kızı mı? Damadı mı?" diye konuşuyorlar ve tatlı tatlı gülüyorlardı. Tam bu sırada Resûl-i Ekrem (s.a.) yanlarına çıkageldi. Onları neşeli görünce pek sevindi. Babasına çok düşkün olan Hz. Fâtıma (r.anhâ) gülümseyerek: "Babacığım. Ali ile sizin yanınızda hangimizin daha sevimli olduğumuz üzerinde konuşuyorduk." dedi. Bunun üzerine Rahmet Peygamberi Efendimiz hem kızına hem de damadına beslediği derin sevgiyi şöyle ifade etti: "Kızım sen, babanın evlâdına olan tabii sevgisinden dolayı bana Ali'den daha sevgilisin. Fakat Ali de benim gözümde senden daha kıymetli ve daha çok izzet sahibidir." buyurdu. Her ikisini de değişik yönlerden sevdiğini duyurdu. Her fırsatta Onların aralarındaki muhabbetin artmasına gayret etti.
***
Hz. Fâtıma (r.anhâ) vahyin muhatabı olan babası Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in sohbetlerinden çok yararlanmıştı. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz Hz. Ali'ye: "-Ya Ali, Allah Teâlâ'yı sever misin?" diye sordu. O da: "Evet! Ya Rasûlallah severim." dedi. Efendimiz: "O'nun Rasûlünü de sever misin?" dedi.Hz. Ali heyecanlanarak: "Evet yâ Rasûlallah!" dedi. Efendimiz tekrar: "Kızım Fâtıma'yı da sever misin?" diye sordu. Hz. Ali hiç tereddüt etmeden. "Evet"dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  "Hasan ve Hüseyin'i sever misin?" dedi. O da: "Evet ya Resûlallah severim." diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.): "Ya Ali, gönül bir tane, sevgi ise dört. Bir kalbe bu kadar sevgi nasıl sığıyor? buyurdu. Hz Ali bu soruya bir türlü cevap bulamadı. Düşünceli bir vaziyette evine döndü. Onu düşünceli ve durgun görünce Hz. Fâtıma (r.anha)  ne olduğunu ve  zihninden geçirdiklerini öğrenebilmek için: "Ya Ali seni durgun görüyorum. Üzücü bir şey mi oldu?" diye söze girdi ve; "Eğer bu dünya ile ilgili ise kederlenmeğe değmez. Ahiret ile ilgili bir husus ise nedir seni üzen şey?" dedi. Nazlı eşinin sorusunu cevapsız bırakmak istemeyen Hz. Ali (r.a.) başından geçen olayı anlattı ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in sorduğu soruya cevap veremediğini söyledi. Hz. Fatıma (r.anhâ) soruyu öğrenince gülümsedi ve "Ya Ali! Babamın yanına git ve şöyle cevaplandır." diyerek açıklamalarda bulundu. Hz. Ali bu izâhatten memnun oldu. Gönlüne hoş geldi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in  huzuruna koştu: "Ya Rasûlallah! Sağ, sol, ön, arka diye insanın yönleri vardır. Kalbin de böyle. Ben Allah'ı aklım ve imanımla, sizi ruhum ve imanımla, Fâtıma'yı, insânî nefsim ile, Hasan ve Hüseyini de babalığın tabii icabı ile seviyorum." dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  bu cevaba tebessüm etti ve: "Ya Ali! Bu sözler ancak Peygamber ağacının dalından alınmış meyvelerdir." buyurdu.
***
Hz. Fâtıma (r.anhâ) çok hassas ve yufka yürekliydi. Kimsenin üzülmesini istemez, acı çekmesine dayanamazdı. Allah Rasûlü babası rahatsızlandığı zaman hemen yanına koşardı. "Vah babacığım!..." diyerek üzülürdü. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  de: "Sabret kızım! Sabır güzeldir!" buyurarak onu teselli ederdi. Birgün şiddetli ateşler içinde iken etrafındakilere:
"Ey insanlar! Siz bana karşı hiçbir şeyle delil bulamazsın! Zira, Ben ancak Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim'in helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım.
"Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye! Allah katında makbul olan ameller işleyiniz. Bana güvenip tembellik etmeyiniz. Çünkü ben, sizi, Allah'ın azabından kurtamam!..." buyurdu. İnsan için ancak çalıştığının karşılığının verileceğini duyurdu. Kişiyi ancak iman ve amelinin kurtaracağına dikkat çekti.
Hastalığı ağırlaştıkça ümmetini daha çok düşünüyor ve onları cehennemin korkunç alevlerinden kurtarmak istiyordu. Yine etrafında bulunanlara: "Namaza... Namaza dikkat... Namaza... Namaza... devam ediniz!..." buyurarak İslâm'ın ana direği namazı  muhafaza etmek gerektiğini vurguluyordu.
Bana İlk Kavuşacak Sensin !..
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in hastalığı  iyice ağırlaştığı birgün kızı Hz. Fâtıma'yı yanı başına çağırdı. Babasının ateşler içinde yandığını gören Hz. Fâtıma: "Vah babam, vah Allah'ın Rasulü babam" dedi. İçinin yanıklığını bu ifadelerle dile getirdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  biricik kızının başını kendine doğru çekip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fâtıma hıçkırıklara boğularak ağlamağa başladı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) kızının ellerinden tutarak tekrar kendisine doğru çekti ve kulağına yine bir şeyler söyledi. Bu sefer Hz. Fâtıma'nın yüzünde tebessüm belirdi. Üzüntü ile sevinç bir arada yaşanınca Hz. Aişe annemiz merak edip bu hali Hz. Fatıma'ya sordu. O da şimdi söyleyemiyeceğini belirteyerek özür diledi. Daha sonra açıkladığına göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) sevgili kızına ilk defasında "Cebrâil aleyhisselâm her sene bana bir kere Kur'an-ı Kerim'i arz ederdi. Bu sene iki kere okudu. Anladığım ecelim yaklaşmıştır..." buyurmuştu.  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) onu teselli etmek ve sabrını artırabilmek için Fatıma'tüz-Zehra ile fazla ayrı kalmayacaklarını duyurarak sabır dilemek için ikinci defasında kulağına tekrar fısıldayıp: "Ehl-i beytimden bana ilk kavuşacak olan sensin." buyurunca ağlamasına son veren Fatıma gülümsemişti. 
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in Vefatı ve Sonrası
Hz. Fâtıma (r.anhâ) babasının ateşinin yükseldiğini gördükçe adeta kendi kendine eriyordu. İçinin yanıklığını, ıstırabını: "Vah babama!.. Vay babamın çektiği ıstıraba..." diyerek dışa vuruyordu. Efendimiz de sevgili kızını teselli edebilmek için: "Kızım! Bugünden sonra baban hiç ıstırab çekmeyecektir. Kızım! Sakın ağlama! Ben vefat ettiğim zaman 'İnnâ Lillâhi ve innâ ileyhi râciûn' de!.." buyurdu.
O, babası Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in ruhu dâr-ı bekâ'ya uçtuğu zaman elem ve kederini: "Ey Allah'ın davetine koşan babam!.. Ey mekanı Firdevs olan babam! Ey ölüm haberini Cebrâil'den alan babam!... Ey Rabbine kendisinden daha yakını bulunmayan babam!..." ifadeleriyle dile getirdi.
Hz. Fâtıma (r.anhâ)'nın acıları bitmeyecek ve yüreğinin ateşi sönmeyecekti. Sevgili babasından ayrıldığı günden sonra güldüğü hiç görülmemiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in kabr-i şerîfini ilk ziyaret eden Hz. Fâtıma oldu. Gözyaşları içerisinde kabre bakarak bir süre öylece kalakaldı. Sonra eşi Hz. Ali'ye dönerek: "Allah'ın Rasûlü'nün üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl râzı oldu?" dedi. Yüreğinin yanıklığını isyana varmayan ağıtlarıyla şöyle dile getirdi: "Üzerime öyle musîbetler döküldü ki, şayet onlar gündüzlerin üzerine dökülseydi, kararır da gece olurdu."
Hz. Fatıma (r.anhâ) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in  kendisine sır olarak söylediği sözlerle teselli bulmağa çalışıyordu. Beş çocuğu, üçü kız, ikisi erkek etrafında pervane gibi dönüyorlardı. Ama o ilahî kaderin kazâ safhasına çıkacağı zamanı bekliyordu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in vefatından altı ay geçmişti. Hz. Fâtıma da hastalanıp yatağa düştü. Hicretin on birinci yılı, Ramazan ayına girilmişti. Rahatsızlığı şiddetlenince çocuklarının dışarı çıkarılmasını Hz. Ali'den istedi. İçeriye "anneciğim" dediği Ümmü Râfi' ile Hz. Esma binti Umeys girdi. Kendisine abdest aldırıp yalnız bırakılmasını istedi. "Rabbime duâ ve niyazda bulunmak istiyorum" dedi. Derin bir niyaz halindeyken nazenin bedenini odanın içinde bırakarak ruhunu Rabbine teslim etti. Rahmetullahi aleyh.

ALİ HAYDAR AHISKAVÎ


ALİ    HAYDAR   AHISKAVÎ
[ Kaddesallahu  Sırrahulaziz ]
    Batum'un Ahıska beldesinde 1870 senesinde dünyaya geldi. Babası Şerif Efendi'dir. İki yaşında annesini, dört yaşında da babasını kaybeden Ali Haydar Efendi  ilk ilim tahsilini memleketinde yapmıştır. Daha sonra Erzurum'da medrese tahsiline devam etmiştir. Erzurum'dan sonra İstanbul'a gelen Ali Haydar Efendi , Fatih Camii Şerifi'nde derslere devam ederek, Beyazıd dersiâmlarından Çarşambalı Hoca Ahmed Hamdi Efendi'den 1901 yılında icazet almıştır.

     Ali Haydar Efendi (K.S.), Ahmed Hamdi Hoca'nın derslerine devam ederken, o devirde kadı yetiştiren Medresetü'l-Kuzat'a ( o zamanın Hukuk Fakültesi ) giderek, oradan da diploma almıştır. (1906) İlk adli vazifesi Burdur kadılığıdır. Sonra Uşak kadılığı ve sonra Denizli kadılığı olmuştur. Daha sonra İstanbul İstinaf Mahkemesi ( dava mahkemeleri ile temyiz mahkemeleri arasında bir derece yüksek mahkeme) üyeliğine getirildi.. Bu vazifede iken hukuk mektebinde Mecelle ve Usul-i Muhakematı Hukukiye derslerini okutmaya başladı. Ardından sırasıyla İstanbul Bidayet Mahkemesi, İkinci Hukuk Dairesi Başkanlığı, Bidayet Mahkemesi Başkanlığı, İstinaf Mahkemesi İkinci Hukuk Dairesi Başkanlığı, Temyiz Mahkemesi üyeliği, aynı mahkemenin hukuk dairesi üyeliği, sonra başkanlığı ve temyiz mahkemesi başkanlığı görevlerinde bulundu.

     Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, Hukuk-u İslâmiye ve Islahatı Fıkhiye Kamusu eserinde Ali Haydar Efendi'den bahsederken, "Yüksek, çalışkan fukahamızdan sayılır" der ve devamla, "Mahkeme-i Temyiz riyasetinde, mülga fetvahane-i ali emanetinde ve adliye nezaretinde bulunmuştur. Mecelle-i ahkamı Adliye'ye yazmış olduğu 4 ciltlik mufassal şerhi, kıymetli bir eserdir. Birçok çalışmanın faideli bir semeresidir. Arazi, evkaf, mefkud, ahkâmına dair eserleri, intikal kanununa şerhi de vardır. Medresetül Kuzat'ta ve Darül Fünun'da mecelle vesaire müderrisliğinde bulunmuştu" diye övmüştür.

     Sene 1914 Fatih Camii'nde talebe okutmaya başlamıştır. Fetvahanede fetva vermiş, gösterdiği büyük iktidarla, 1914 yılında Sahn Medresesi Fıkıh Müderrisliği'ne tayin edilmiştir.

     Birinci Dünya Savaşı ardından, 14 Kasım 1914'te ilan edilen Cihad-ı Ekber fetvasını, Fetva Emini sıfatıyla Fatih Camii'nde okudu. Aynı zamanda 23 Kasım 1914'te Cihad Beyannamesinde bulunan 29 imzadan birisi de Ali Haydar Efendi'dir. 1915 yılında Şeyhü'l-İslamlık'ta yeni kurulan "Telif i Mesail Heyeti Reisliği"ne tayin edilmiştir. 1916 yılında Huzur Dersleri baş muhatablığına tayin edilmiştir. Rumeli Kazasker payeliğini elde etti. Aynı yıl emekliye ayrıldı. Tevfik Paşa'nın ikinci sadaretinde (Baş vezirlik) kısa bir süre Adliye Nazırlığı (Adalet Bakanlığı) yaptı. Bu görevde iken Medine'yi teslim etmeye yanaşmayan Fahrettin Paşa'ya Padişah'ın teslim konusundaki iradesini götürdü.

    Ahıskalı Ali Haydar Efendi (K.S.) zahiri ilimlerin hepsini ikmal etti. Varılacak noktanın en üst kademesine ulaştı. Üstelik kendisi de, şanlı şöhretli, celadetli idi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi , sert mizaçlı biri idi. Taviz vermeksizin şeriatın hükümlerinin yerine getirilmesini isterdi. Maide suresindeki  "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin, fasıkların, kafirlerin ta kendileridir." şeklindeki 44-45. ayetleri sanki düstur edinmişti.  Hitabeti, tesir ve ikna gücü yerinde; fakihliği dört mezhebten fetva verecek kadar güçlü idi.

     Ahıskalı Ali Haydar Efendi , kaynaklar, tarih olarak kesin belirtmemekle beraber, 1913 ve 1914 yıllarında, Bandırma'ya gider. Bir Ramazan günü talebelere yardım maksadı vardır. Tabii ki vaaz edecektir. İstanbul ulemasından olduğu için her yerde rağbet çok olur. Vaazları genelde tasavvuf ve tarikatlar aleyhinde olur. Hatta bir gün sabah namazında açıkça isimlendirerek, "Burada Bezzaz Ali Rıza Efendi var, esnaftır, tarik ehlidir, şöyle yapar, böyle yapar" diye aleyhinde konuşur. Cemaatin içinde Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin talebelerinden Börekçi Hasan Efendi de vardır. Vaazı dinler ve namazdan sonra olup biteni Bezzaz Ali Rıza Efendi'ye anlatır. Meşayih sevinir. Efendi de "Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecektir" der. Gönülden gönüle yol olduğundan Ali Haydâr Efendi'nin gönlüne bir ateş düşer. Tasavvuf ve tarikat ehline karşı bir sevgi ve alaka başlar. Kalbi vecd, istiğrak ve cezbe ile dolar. Dev cüssesiyle, cübbeyi ve sarığı atarak camiden çıkar. Pazar yerinde bez satan Bezzaz Ali Rıza  Efendi'nin yanına varır. Söylediklerinden pişmanlık duyduklarını ve affetmesini ve mürid olarak kabul edilmesini istirham eder ve seyr ü süluku başlar.

     Bezzaz Ali Rıza Efendi (K.S.), Ali Haydar Efendi'nin kolundan tutar, sırtını okşar ve "İstanbul'da Hacı Ahmed Efendi var,  sohbet için O'na git" der. Bandırma'dan İstanbul'a dönen Ahıskalı Ali Haydar Efendi, İstanbul'a gelip Hacı Ahmed Efendi'yi bulur. O da "Topkapı'da Ali Efendi var ona git" dedi. İmtihanlar, sabır, teslimiyet: O O'na, O da başkasına gönderiyor... Topkapı'ya giden Ali Haydar Efendi (K.S.), kendisine bildirilen köhne, dökük bir evin kapısını çaldı. Epeyce  kapıda bekletildi. O an nefsi ile başbaşa kaldı ve nefsi içerden konuştu: "Ey Ali Haydar, sen ki padişahın huzur dersleri başmuharrir ve başmuhatabısın, böyle bir adamın böyle köhne evin ününde kapısını bekliyorsun, bu sana yakışır mı?" diye iç geçirdi. Daha sonra kapı açılıp bir kız çocuğu çıktı. "Buyurun içeri" dedi. İçeri giren Ali Haydar Efendi, bir saat daha bekledi. Bu sırada saçı-başı birbirine karışmış, kambur bir adam içeri girdi. Bu kimsenin Ali Efendi olduğunu anlayan, Ahıskalı Ali Haydar Efendi, hemen elini öpmek istedi. Fakat o kimse, "Çek, çek elini, ben samimiyetsizlere el veremem" dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kendi sıfatlarını ve makamlarını saymaya başlayınca, o Zat "Sus, sus" diye szöünü keserek adeta azarladı. Ahıskalı Ali Haydar üzülerek ağlamaya başlayınca da : "Ya! Amma da cümbüşcü hocaymışsın, şaka yaptım" der. O anda imtihan edildiğini ve kendisinde bazı değişiklikler olduğunu hisseden Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Ali Efendi'nin sohbetine devam ederek tasavvuf yolunda ilerler.
     Bandırma'daki Nakşi Şeyhi Ali Rıza Bezzazi'nin vefatı üzerine postnişinliğe getirildi. Dergâhta vakıf şartı gereğince Ali Rıza Bezzazi'nin talebeleri arasından seçildi ( 1914). Bu dergâh, Fatih ilçesi Çarşamba mevkii, Cebecibaşı mahallesinde İsmail Ağa Camiinden Fener Kilisesi'ne doğru giden sokağın sonundadır. Burası, Şeyh Mustafa İsmet Garibullah Hazretleri'nin dergâhıdır. Nakşi silsilesinden 32.'dir. Yanında 33. Şeyh Halil Nurullah Zağravi Hazretleri vardır. Yan yana kabri şerifleri oradadır. 34. silsile zinciri az önce bahsettiğiıniz Ali Rıza Bezzazi'dir ve Bandırma'da medfundur. 35. Ali Haydar Ahıskavi olmuştur. Allah onlardan razı olsun. İttihat ve Terakki hükümeti, Ahıskalı Ali Haydar Efendi'nin bu seçimini reddetti. Postnişinliğine el koydu. Fakat Ali Haydar Efendi Hazretleri silsileyi devam ettirdi. Birinci Dünya Savaşı boyunca aynı zamanda da padişahın huzur dersleri başmuhatablığını da yürüttü. Beş yıl sonra müridlerden Hafız Halil Sami Efendi tarafından yazılan dilekçe ile postnişinliğin gaspedilme konusu Topkapı sarayına intikal ettirildi. Nihayet  1919'da Ali Haydar Efendi'nin postnişinliği bizzat Sultan tarafından tasdik edilmiş oldu. Huzur dersleri de 1923'e, padişahlığın kaldırılmasına kadar devam etti. .

     Cumhuriyet sonrasında Ali Haydar Efendi için de bir çile devri başladı. Sorgular, mahkemeler, hapisler, beraatler birbirini izledi. Tahirül Mevlevi, basın aleminde "Hayatım ve İstiklal Mahkemeleri" adlı hatıralarında, polis nezaretine gittiklerini uzun uzadıya anlattıktan sonra, koğuşta kimlerle kaldıklarını tarif ederek şunları yazıyor: "Kapıdan girince sağdan birinci karyolada Dağıstanlı Seyyid Tahir Efendi, ikinci karyolada Kâtip Aziz Mehmet Efendi, üçüncü karyolada kitapçı Aziz Efendi, dördüncü karyolada Ömer Rıza Bey, beşinci karyolada abd-i aciz (kendileri), altıncı karyolada Suud Bey, yedinci karyolada her akşam orada yatan bir memur. Soldan birinci ve ikinci minderde Yağlıkçı Hasan ve Mustafa efendiler, soldan birinci karyolada Dersiam ve Çarşamba'daki İsmet Efendi Tekkesi şeyhi Ahıskalı Ali Haydar Efendi, bir de onlara mücavir ( komşu) Seydişehirli Hasan Efendi, ikinci karyolada vaiz Sofi Süleyman Efendi, Kitapçı Mihran Efendi de tam orta yerdeki karyolayı seçmişti. Ali Haydar Efendi ve Süleyman Efendi'nin birer zembili ve bir de pöstekisi vardı. Tahirül Mevlevi koğuştakilerin hususi hallerini bir bir süzdükten sonra Ali Haydar Efendi için şunları da ekleyivermiş: "Şeyh Ali Haydar Efendi, kulakları az işittiği için mütalaayı ve tilaveti muhasebeye (sohbete) tercih ediyor, kendisine tane tane ve yavaş söylenilmek şartıyla bir şey sorulacak olursa müfid ve mukni (faydalı ve ikna edici) cevaplar veriyor, mangalda kendi eliyle kaynattığı çayı sessizce içip hususi aleminde bulunuyordu."

     Tahirül Mevlevi bir gece rüya görür, namazdan sonra Ali Haydar Efendi'ye gelir anlatır. "Şeyh Ali Haydar Efendi ile ikimizin müşterek bir maaş cüzdanı varmış. Bu cüzdanla vezneye müracaat etmiştim. Maaş alacakmışım. Veznedar, bir iki kâğıt para verdikten sonra; -İstersen bir de altın vereyim teklifinde bulundu. -Aman lutuf etmiş olursunuz, çoktandır ruyetinden mahrumum. Gurbette hemşehri görmüş gibi olurum, dedim. Vezneci kenarı kırık bir altın verdi. Bunu görünce; -Aman bir lütuftur ettiniz, bari tamam olsun, şunu değiştiriverin ricasında bulundum. Onu aldı. Mevlevi külahı şeklinde altından mamul tam bir sikke verdi. Aldım ve uyandım." O mübarek de iyiye yorar: -Altının değişmesi hakkında hükmün değişeceğine, maaş cüzdanının müşterek olması da ikimizin beraatine işarettir, der, Gerçekten birkaç saat sonra da tabiri gibi olur. Bir zaman sonra telgrafhanede Şeyh Ali Haydar Efendi'yi görür ve: -Efendi rüya tabiriniz gibi çıktı, deyip elini öper, hatta telgraf kâğıdını yazıverir.

     Türkiye'de yeni kurulan idareye karşı olduğu öne sürülerek Ankara'ya götürülür. Ankara'da İskilipli Atıf Hoca ile beraber aynı koğuşta kalır. Hapishanede kaldığı sırada rüyasında şeyhini görür ve şeyhi ona bir rivayetle 33, başka bir kaynakta 41 defa Fetih suresini okursan kurtulursun der. Ali Haydar Efendi okumaya başlar. Bir yandan da okuduğu sayıyı ranzaya işaretler. Onun böyle yaptığını gören İskilipli Atıf Hoca, (Allah rahmet eylesin); -Hoca ne.yapıyorsun, der. Ali Haydar Efendi de: -Rüyamda şeyhim böyle söyledi, sen de oku kurtulursun inşaallah der. İskilipli Atıf Hoca da: -Bu gece ben de rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm (sav). "Atıf ben seni çağırıyorum, sen savunmanı hazırlıyorsun" buyurdu. Ben de savunmamı (müdafaaname) yırttım" der. Bilindiği üzere Atıf Efendi şehadet, Ali Haydar Efendi hizmet şerefiyle Allahu Teala'nın nimetine vasıl oldular.

     Ahıskalı Ali Haydar Efendi (KS), yıllarca ilim öğrenmek, ilmi öğretmek ve insanlara İslâmı anlatmak için meşgul oldu. Edebin birinin dahi terkine rıza göstermezdi. Pek çok ilim erbabı yetiştirdi, kıymetli müridleri oldu. Vaktinin büyük bir bölümünü Kur'an-ı Kerim okumakla geçirirdi. "Sülbümden değil, yolumdan gelen benim evlâdımdır" derdi. Uzaktan yakından ziyaretine gelenler arasında Erzurum'dan Alvarlı Muhammed Lutfi  Efendi, Ramazanoğlu Sami Efendi, Hasip Efendi, Mehnet Zahid Kotku, Mustafa Karadağ  ve daha nice alim, fazıl kişiler sayılabilir.

     Ali Haydar Efendi , derin bir bilgiye sahipti. Dînî ilimleri bihakkın kavrayan bir zekâya sahipti. Hitab ettigi cemaati hemen te'siri altına alırdı. .

     Uğrunda hayatı boyunca mücadele ettiği en büyük gayesi; Allah'ın indirdiği ile hükmetmekti. Maruz kaldığı çile ve meşakkatlara gögüs germiştir. Emr'i bi'l-ma'rufa büyük önem verirdi. "Din-i Mübin-i İslâm'ın devam ve bekası, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerin devamına; dîn-i mübin-i İslâm'ın inkırazı (yıkılması) ise emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerin ( iyiliği emredip kötülükten alıkoyma) terkine bağlıdır." derdi.

      Siyasetten uzak durur, ihvanın da uzak durmalarını tavsiye ederdi.

     Ali Haydar Efendi (K.S.), tasavvuf ehli olarak Nakşbendiyye'nin Halidî koluna mensuptu. Selefi Bandırma'da medfun bulunan Mevlana Ali Rıza el-Bezzaz (K.S) idi. Ali Haydar Efendi,  Nakşbendi tarikatının şeyhlerinden olan ve  Mustafa İsmet Garibullah (K.S) Efendi'nin Fatih Çarşamba'da Cebecibaşı mahallesindeki konağını tekke edinerek, "Şeyh İsmet Efendi Dergahı" adı verilen bu tekkede  irşad makamında oturmuştur.

     Dergahının bulunduğu mahalde bulunan evinde, 1 Ağustos 1960 tarihinde vefat etti. Vefatında, âyetler okuyarak, etrafındakilere nasihatler ederek, tebessümler saçarak, dar-ı bekaya göç etti. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

      Silsile-i Şerifi  halen İstanbul Fatih ilçesi Çarşamba semtindeki İsmailağa Camii merkezli olarak Mahmud Ustaosmanoğlu [K.S.] ile devam ettirilmektedir.

Mezhep nedir?

Mezhep nedir?
  • Herhangi  bir İslam müçtehidinin şer'i  delillerden çıkardığı hükümlerin bütünüdür.
        Mezhepler kaça ayrılır, nelerdir?
  • İkidir. İtikatta mezhep, amelde mezhep.
        İtikatta mezhepden bahseder misiniz?
  • İtikadda hak mezhep : "Ehl-i sünnet ve cemaat" mezhebidir. Bu mezhep Peygamber Efendinmizin ve ashab-ı Kiramın itikad ve ameli üzerine olan mezheptir. Buna "Fırka-i naciye" kurtulan fırka denir. Bunun dışında bazı fırkalr vardır, onlara da "Fırak-ı dalle" denir ki, başlıca yedidir: 1.Mutezile, 2.Şia, 3.Havariç, 4.Mürcie, 5.Neccariye, 6.Cebriye, 7.Müşebbihadır. Bunlar bütün kollarıyla beraber yetmişili  fırkaya çıkar.
    İtikattaki mezhep imamları ikidir. İmam Ebu Mansur Muhammed Matüridi ve İmam Ebü'l Hasani'l Eşari Hazretleridir. Bizim itikattaki mezhebimizin imamı Ebu Mansur Muhammed Matüridi Hazretleridir. Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhebine mensup olanların itikatta imamları Ebü'l Hasani'l Eşari Hazretleridir.
        Amelde mezhepten bahseder misiniz?
  • Amelde mezhep dörttür. Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli mezhepleridir. Bir kimse, canı istediği zaman Hanefi  mezhebine, canı istediği zaman diğer mezhebin  hükümlerine göre hareket edemez.
        İslamiyet bir olduğuna göre mezhep  ne için dört olmuştur?
  • El bir tane olduğu halde, parmakların beş tane oluşu nasıl bizim iş görmemizi kolaylaştırmakta ise, mezheplerin durumu da aynen böyledir. Hepsi İslam esaslarına bağlı olup, halkın kolaylığı içindir.
        Mezhepler niçin, nasıl ve ne zaman çıkmıştır?
  • Ashab-ı kiram devrinden sonra, Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden hüküm çıkarma kudretine sahip müçtehidler azalmıştı. Bunun üzerine müslümanlar, içtihad kudretinde bulunan fakihlere tabi olma yolunu tuttular. Onların derslerinde bahs ettikleri mevzular, sorulara verdikleri cevaplar ve fetvalar halkın takip ettiği bir yol ve fıkhi bir mezhep olarak doğmuş oldu. Mezheb sahibi olan bu büyük alim ve imamlar hiç bir zaman, biz bir mezheb kuruyoruz, bize uyunuz, diye halkı görüşlerine uymaya çalışmazlardı.
  • Peygamberimiz, müçtehidlerin içtihadında isabet edrse, iki sevab, iyi niyetle Allah rızası için yaptığı içtihadında hata ederse, bir sevab alacağını söylemiştir.
        Müçtehidde bulunması gereken özellikler nelerdir?
  • Arapça bilmelidir. Çünkü Kur'an bu dille inmiş, Peygamberimiz sünneti de aynı dille ifade etmiştir.
  • Kur'an ilmine sahip olmalıdır.
  • Sünneti bilmelidir.
  • Üzerinde icma ve ihtilaf edilen konuları bilmelidir.
  • Kıyas bilmelidir. İçtihad, bütün şekil ve metoduyla kıyası bilmeyi  gerektirir.
  • Doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmalıdır

Nakşilik Nedir?

Nakşilik Nedir?

Nakşibendi terbiye okulu, hicri: 791, miladi: 1389 taihinde vefat eden Hace Muhammed Bahauddin Nakşibend Hz.lerinin temel usullerini belirlediği bir manevi terbiye sistemidir.


NAKŞİBENDİLİK NEDİR?
Nakşibendi terbiye okulu, hicri: 791, miladi: 1389 taihinde vefat eden Hace Muhammed Bahauddin Nakşibend Hz.lerinin temel usullerini belirlediği bir manevi terbiye sistemidir. Onun adına nispet edilerek Nakşibendilik diye anılmaktadır.

Bu terbiye yolu ve usûlü, Şahı Nakşibend Hz.leri ile başlamış değildir. Kendisi bu yolun usul, adap ve feyzini önceki büyüklerden almıştır. Bu terbiye yolunun usul ve adabı, silsile yolu ile Hz. Ebu Bekir Sıddıka (r.a) ve ondan Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimize ulaşmaktadır. Terbiyenin başında ve merkezinde alemlere rahmet olan Hz. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bulunmaktadır. Bu terbiye yolunun temel özelliği gizli zikir ve ilahi muhabbetir. Bu zikir ve terbiye yolu, tarih içinde gelen mürşidlerin ismiyle farklı adlarla anılmıştır.

Hz. Ebu Bekir Sıddıktan (r.a.) sonra bu yola Sıddıkiyye ismi verildi. Hz. Beyazidi Bistamîye (k.s) kadar bu isimle anıldı. Ondan sonra Tayfûriyye ismi verildi. Tayfir, Beyazidi Bistami'nin bir diğer adıdır. Hace Abdulhalik Gücdevani Hz.lerine kadar bu isimle anıldı. Ondan sonra, Hâcegâniyye ismi verildi. Bu yol bu isimle İslam alemine yayıldı, meşhur oldu. Diğer kollardaki isimler zamanla unutuldu. Bu yol, Mevlana Halid Bağdâdiden sonra Nakşibendî Hâlidiyye ismiyle de anılıp yayıldı. Bu gün Anadolumuzda yagın olan kol Halidiyye koludur. Bu yol, günümüzde ŞahI Nakşibend Hz.lerine nispet edilen meşhur ismiyle Nakşibendîlik şeklinde anılmaktadır.
? ? ? ? : Tevbe ~ Tevbe Edenler'in Sitesi! ! http://www.tevbe.org/forum//showthread.php? t=130326

Nakşibend, nakş ile bend kelimelerinden oluşmuş bir terkiptir. Bir isim değil sıfattır ancak isim gibi meşhur olmuştur.

Nakş, bir şeyi bir yere nakşetmek, nakış gibi işlemek, hiç çıkmayacak hale getirmek, mühür gibi kazımaktır.

Bend, Farsça bir isim olup, dilimizde hem isim, hem sıfat olarak kullanılmaktadır. isim olarak, bağ, kelepçe, baraj, bent, kemer gibi manalara gelmektedir. Sıfat olarak, sıkıca bağlı, iyice bağlayan, kuvvetlice bağlanmış manalarına gelir.
Kalbe zikrini hiç çıkmayacak şekilde nakış gibi işledikleri ve ondan hiç kopmadıkları için, gizli zikir sahiplerine Nakşibendi denmiştir.

Tarikat yol ve usul manasındadır. Tarikat bir din ve mezhep değil, dini anlama ve yaşama şeklidir. İnsanı terbiye için kurulmuştur. Tarikatlar terbiye için tercih ettikleri usullere ve zikirlere göre farklı adlarla anılmışlardır. Tasavvufun kaynağı, doğunun felsefesi, batının batıl dinleri değil, Kur'an ve sünnettir.

Bütün manevi terbiye yollarına kısaca tasavvuf denir.

Nakşibendi terbiyesi, gizli zikir usulü üzerine kurulmuştur. Bu usulü benimseyen büyük veliler tarafından geliştirilerek günümüze kadar gelmiştir. Bu usul ve adaplar bizzat Kur'an ayetlerinden, rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin sünnetinden ve O'nun şerefli ashabının (r.anhüm) hallerinden alınmıştır. Her şeyi ile Kur'an ve sünnete bağlıdır. Bu yolun usul ve adapları, Kur'an ve sünnette ya açıkca belirtilmiş, ya da işaret, delalet ve sükût yoluyla kabul edilmiştir. Yani, İslamın ruhuna uymayan hiçbir şey yoktur.

Fakihler nasıl fıkıh alananda içtihat yapma yetkisine sahiplerse kâmil mürşidler de, ahlak ve terbiye alanında içtihat etme, yeni usuller belirleme yetkisine sahiptirler.

Bu terbiye sistemi yeni bir din değildir; dinin ahlak derslerini talim ve tatbik eden bir okuldur. Hedefi, insanı güzel ahlaka ve rızasına ulaştırmaktır. Metodu, muhabbetle kalpleri Yüce a bağlamaktır Temel usulü gizli, zikir, toplu zikir, muhabbet, sohbet, rabıta, teveccüh, tasarruf, hizmet ve edeple nefsin çirkin sıfatlarını ıslah etmektir.Dinimizin bize öğrettiği amel ve edepler iki kısımda özetlenebilir:

1) Zahiri Hâller: Vücudumuzun dış azaları ile yaptığı bütün ibadetleri içine alır. Yeme içme, temizlik, alış-veriş, aile hukuku gibi vazifeler de bu kısma girer. Bu vazife ve edepler fıkıh kitaplarında anlatılmaktadır. Hangi vazifeyi yapıyorsakonunla ilgili ilahi emri ve edebi öğrenmemiz gerekir.2) Batıni Hâller: Kalbin gafletten uyanması ve zikirle ihya edilmesi, nefsin manevi hastalıklardan arındırılması, ruhun ilahi huzura yükselmesi, böylece insanın ilahi nur, ilim, aşk, edep ve güzel ahlaka ulaşmasıdır. Zahiren ve batınen terbiye olan insanın elde edeceği en büyük inmet güzel kulluktur. Bu hale kısaca ihsan mertebesi denir. İhsanı yukarıda tarif ettik. Bu yol herkese açıktır. Bütün insanlar bu edeplere ve nimetlere davet edilmiştir.

Zâhirî ve bâtınî edepleri koruyan kimse ihsan mertebesini elde eder. Bu mertebeyi elde eden kimse Yüce tarafından sevilir, O'nun huzurunda kabul görür. Kalbi ilahi sevgi, huşu, haya ve haşyet ile dolar.

Tarikat nedir?

Tarikat nedir?

Yazar: Şadi Eren (Doç.Dr.) 2006-05-15
Tarikat, tasavvufun sistemleşmiş şeklidir. Tarîkatlar, hakikatlerin yollarıdır. (1)
Tarîkatlar, şeriatın birer delili, ab-ı hayat dağıtan bir kevser kaynağıdırlar. (2) Asırlardır nice ehl-i iman, bu menba’dan içmiş, bu muazzam hazineden istifade etmiştir.

Tarîkat, Resulullah’ın miracının gölgesinde kalb ayağıyla ruhanî bir seyr ü sülûktur. (3)

Tarîkat, hakîkate giden bir yol olmakla beraber, tek yol değildir. Bütün hak tarikatlar, esaslarını Kur’ândan almışlardır.
Tarîkatı kabul etmek istemeyen bazı kimselerin, “Hz. Peygamber devrinde tarikat mı vardı?” şeklindeki soruları, bir cerbezeden ibarettir.

Zira, tarîkatın bütün esasları, zaten Resulullah’ın tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir. Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması , hicri 3. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar.

Kaynaklar:
1. Nursi, Sözler, s 464
2. Bkz. Nursi, Mektubat, s. 444-445
3. Bkz. Nursî, Mektubat, s. 443

TASAVVUF EDEBİYATI

TASAVVUF EDEBİYATI
Halk edebiyatının “tasavvufi halk edebiyatı” ya da “tekke edebiyatı” denilen türü 12’nci yüzyılda Ahmed Yesevi ile başladı. Ama Anadolu’nun bu alandaki ilk ve en büyük şairi Yunus Emre’dir. Anadolu’da 19′uncu yüzyıla değin çeşitli tarikatlarla gelişen bu edebiyat geleneğinin sürmesinde en önemli rolü Alevi-Bektaşi ve Melami-Hamzavi şairler oynadı.
Tekke edebiyatı şairleri, yalın bir dille, hece ölçüsüyle ya da aruzun heceye yakın yalın kalıplarıyla şiirler yazdılar. Tekke şiirinin genel adı, özel bestelerle okunan ve tarikatlara göre değişik isimlerle anılan ilahilerdi. Nazım birimi dörtlüktü. Ama gazel biçimde yazılmış ilahiler de vardır. Bu edebiyatın düzyazı biçimini ise evliya menkıbeleri, efsaneler, masallar, fıkralar ve tarikat büyüklerinin yaşamlarını konu alan yapıtlar oluşturur.
Tekke Şiiri :
Tekke şiiri, dini ve tasavvufi halk şiiri adı ile de anılmakta olup XI. ve XII.yy’larda tanrı aşkı ve ahiret duygularını dile getiren aşıkların yarattığı bir edebiyat türünün ürünüdür. Dini ve tasavvufi halk şiirinin en önemli ustaları Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli vb.’dir.
Tekke Şiirinde Türler :
1- İlahi : İlahiler, tasavvuf görüş ve anlayışını anlatan bunun inceliklerini, ilahi hikmetleri ve sırları dile getiren manzumeler olup herhangi bir tarikatın izini taşımaksızın Tanrı’yı öven, Tanrı’nın büyüklüğü ve gücünü telkin eden şiirlerdir. Dini törenlerde ve dergahlarda kendine özgü bir makamla söylenir. İlahiler dörtlükler ya da beyitlerle yazılırlar. Dörtlüklerle yazılanlar genellikle 7′li, 8′li bazen de 11′li hece ölçüsü ile koşma uyak düzeninde yazılır. Beyit ile yazılanlar ise genellikle 11,14 ve 16′lı hece ölçüsü ile bazıları ise aruz ölçüsüyle yazılır.
2- Nefes : Dini temellere bağlı aşık edebiyatı nazım şekillerinden ilahilerin Alevi-Bekteşi aşıklarınca yazılanlarına denir. Konusu genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücud, Alevi-Bektaşi ilkeleri tarikat kurallarıyla ilgilidir. Dili sade bir Türkçe olan nefesler biçim olarak koşma gibidir. Dörtlükler halinde hece ölçüsünün 7,8,11′li kalıpları ile ya da az da olsa aruzla yazılanlara rastlanmaktadır.
3- Ayin : Mutasavvuflara has bazı hal ve hareketleri ifade etmek için ilk defa İranlılar tarafından kullanılan ayin terimi daha sonra Türk Tasavvuf Edebiyatına da geçmiş Mevlevilerin sema meclislerinde söyledikleri ilahilere verilen ad olmuştur.
4- Tapuğ : Gülşeni tarikatında ayinler sırasında okunan şiirlere tapuğ denir.
5- Durak : Mevlevi dışındaki tarikatların hemen hepsinde bulunan fakat genellikle Halveti Tarikatına mensup kişilerce zikrin birinci bölümünü teşkil eden Kelime-i Tevhidden sonra İsm-i Celal zikrine geçmeden önce verilen orada bir yada iki zakir tarafından her makamdan okunan, serbest olarak bestelenmiş Türkçe manzumelerdir.
6- Cumhur : Mevlevi ve Bektaşi dergahları dışında topluca okunan ilahilere verilen addır.
7- Hikmet:Dini ve tasavvufi halk şiirinde şairin anlayış ve sezgilerine göre din konularını işleyen şiirlere denir.
8- Devriye : Dini ve tasavvufi halk edebiyatında devir nazariyesini işleyen şiirlerdir.
Devriye; evrenin ve insanın Tanrı’dan çıkıp, tekrar Tanrı’ya dönmesi felsefesine göre yazılan tasavvufi şiirlerdir.
9- Şathiye : Dini ve tasavvufi halk şiirinde genel olarak mizahi manzumelere şathiye adı verilir. Şathiyeler, mutasavvuf şairlerce söylenmiş ya da yazılmış, tasavvufi inançları dile getiren, anlaşılması yorumlanmasına bağlı şiirlerdir.
10- Tevhid : Allah’ı, yaratılış ve kainatın aslı gibi unsurları bir arada yorumlayan manzumelere “tevhid” denir. Divan edebiyatı nazım türlerinden gazel, kaside ve mesnevi biçimlerinde kaleme alınmışlardır.
11- Nutuk : Tekkelerde tarikat ulularının özellikle eğitici mahiyette olmak üzere söyledikleri şiirlere verilen addır.
12- Deme : Alevi tarikatından olan tasavvuf şiirlerinin tarikatlarını ve hareketleriyle ilgili temaları işleyen, sorunlarını konu edinen şiirlerine “deme” adı verilir. Genellikle 8′li hece ölçüsüyle yazılan demeler saz eşliğinde kendine özgü bir makamla söylenir.
13- Duvaz : Düvaz imam, düvaze, imam da denilen duvazlar On İki İmam’ı öven nefeslerdir.

TEKKE VE TASAVVUF EDEBİYATI SANATÇILARI
YUNUS EMRE (1249–1322)
*Eskişehir’de doğup öldüğü söylenir.
*Hayatı efsanelerle örülmüştür.
*Dili sadedir.
*Allah inancını ve insan sevgisini işler.
*Şiirlerinde coşkun bir lirizm vardır. Lirik bir şairdir.
*Şiirlerinde hem aruz hem de hece vezni kullanılmıştır.
*İşlediği konular yönüyle evrenseldir.
Eserleri: Divan, Risaletün Nushiye
PİR SULTAN ABDAL (?-1560)
*16.yy! da yaşamış bir Bektaşi şairidir. Sivas’ın Banaz köyünde doğmuştur. Hızır Paşa tarafından Sivas’ta öldürülmüştür.
*Tasavvuf, tabiat, aşk ve halkın gerçek yaşayışıyla ilgili konular işler.
*Divan edebiyatında etkilenmemiştir. Dili sadedir.
HACI BEKTAŞ-I VELİ (1209-1270)
13.yy’da yaşamıştır, Türkistan’ın Nişabur şehrinde doğmuştur. A.Yesevi’nin isteğiyle Anadolu’ya gelmiştir.
Bilinen en önemli eseri ‘’Makalat’’tır. Sohbetler sözler anlamına gelir. Hz Adem’in yaratılışı, Şeytan ve Şeytani işler, Allah’ın birliği gibi konuları ele almıştır.
Dini Tasavvufi Halk Edebiyatı
Tasavvuf, Türklerin İslamiyet’i kabulunden sonra Anadolu’da kendini göstermiştir. Tasavvuf düşünürlerine “mutasavvıf” denir. Mutasavvıflara göre, Allah’a bilmeden O’na ulaşılamaz. Dini tasavvufi halk edebiyatı, Allah aşkı, doğruluk, nefse hakim olma, ahlak, toplum gibi konuları işler.
Manzum Eserler
Şiirsel özelliğe sahip, dini tasavvufi halk edebiyatı ürünleridir.
İlahi
Türk Halk Edebiyatı’nda din ve tasavvuf konularında, ezgiyle söylenen şiir türüdür. İlahinin özel bir biçimi yoktur. Koşma, semai biçimlerde olur. 7-8 heceli olanları genellikle dörtlüklerden, 11 ve daha çok heceli olanları ise beyitlerden oluşur.
Nefes
Alevi ve Bektaşi şairlerin, ayinlerde, meclislerde ezgiyle okunan, koşma biçimindeki şiirleridir.
Nutuk
Tarikata yeni giren dervişlere, tarikat derecelerini, tarikat adâbını öğretmek için söylenmiş şiirlerdir.
Deme
Tükmen Alevi Bektaşilerinin, aşık tarzı halk edebiyatı nazım türü olan nefese verdiği isimdir.
Devriye
Özellikle Alevi-Bektaşi Edebiyatı’nda, tasavvuf düşüncesinin devir kuramını konu edinen şiirlerdir. Destan, koşma, nefes, ilahi gibi biçimlerde yazılırdı.
Şathiye
Tekke şairlerini,n tasavvuf konularını örtülü bir biçimde işledikleri, Tanrı’ya senli benli bir söyleyişle seslendikleri şiir türüdür. Şathiyelerde, dinsel inançlar konu edilinirken yer yer alaycı bir dil kullanılır. İlk bakışta saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği görülür. Şeriata aykırı ya da anlamsız gibi söylenmiş şathiyeler, varlık birliği inancına bağlı türlü görüşleri yansıtır.
Mensur Eserler
Düz yazı (nesir) olarak yazılmış yapıtlardır.
Fütüvvetname
Fütüvvetle ilgili değerlendirmelerin, geleneklerin yer verildiği, fütüvvetin ilkelerini, tarihini, niteliklerini, törelerini konu edinen yapıtlara verilen addır. Bu yapıtlarda, fütüvvetlerin özellikleri açıklanır, fütüvvet yoluna girerken uyulması gereken kurallar belirtilir. Günümüze ulaşan en eski fütüvvetname, 10. yüzyılda mutasavvıf Sülemi tarafından yazılan Arapça Kitab ül-fütüvve’dir.
Silemi, yapıtlarında, füttüvetin kurallarından, yol ve yordamından söz eder; fütüvveti uygunsuz davranışlardan kaçınmak, Tanrı’ya itaat etmek, ahlak üstünlüklerini, güzelliklerini korumak şeklinde tanımlar.
Gazavetname
Türk Edebiyatı’nda, savaşları konu edinen yapıtlara verilen isimdir. Gazavetname ile daha çok din düşmanları üzerine, gazilerin düzenledikleri akın ve savaşları, bu sırada gösterilen kahramanlıkları anlatan yapıtlar kastedilir. Bu kentin ya da bir kalenin alınmasını konu edinen yapıtlara “fetihname”, düşmanın yenilgisiyle biten savaşları konu edinenlere ise “zafername” denirse de, bu gibi farklılıklar daha sonra birbirine karıştırılmış ve bunların tümüne birden “gazavetname” denilmiştir.
Menakıbname
Menakıbnamelerde, kahramanların, din ulularının, tarikat büyüklerinin yaşamları, gösterdikleri kerametler yer alır. Kahramanlar, olağanüstü nitelikler taşır, olağanüstü işler yaparlar.
Battalname
Battal Gazi’nin menkıbeleşmiş hayatı üzerine kurulmuş destansal halk hikayesidir. Yapıtta, Battal Gazi’nin tarihsel kişiliği çerçevesinde oluşan menkıbelerin yanısıra, başkalarına ait kahramanlıkların Battal’a mal edilmesi ve hikâyecinin düşsel katkısı ile oluşan; böylece gerçek tarihten iyice uzaklaşan serüvenler anlatılır. Battal’ın adı çerçevesinde oluşmuş iki halk hikayesi vardır: Arapça “Z’at ül-himme” (halk ağızında Zelhimme) ile Türkçe “Battalname”.

Tasavvuf nedir?

NAMAZ kılmayan