13 Mayıs 2011 Cuma

İmanın beşinci şartı: Ahiret gününe inanmak

İmanın beşinci şartı: Ahiret gününe inanmak

AHİRET NE DEMEKTİR?

Âhiret, son mânâsına gelen “âhir” kelimesinin müennesidir. Ancak âhiret hayatı insan için son değil, bir menzildir, konak yeridir.

Dinî ilimler ıstılahında/literatüründe âhiret, dünya hayatından sonra başlayıp ebediyyen devam edecek olan ikinci hayatın adıdır. Bu ikinci hayatın varlığına inanmak, altı iman esasından biridir. Âhirete iman, ceza ve mükâfat yerine ve gününe inanmak demektir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ÂHİRET GÜNÜne de kesinkes inanırlar.”(1)

Âhiret iyiler için mükâfat, kötüler için bir ceza yeri olacaktır. Allah Teâlâ cennette lûtfiyle, cehennemde adâletiyle tecelli eder.

***

AHİRET HAYATI VE SAFHALARI

Ölüm ânından itibaren âhiret hayatı başlar. Ölüm, ebedî âleme açılan bir berzahtır, geçittir. Bu geçiş devresiyle birlikte sonu olmayan hayata adım atılmış olur.

Ölümden sonraki âhiret gününün hâdiseleri birbirini tâkip eder:

Kabir hayatı, ba’s (diriliş), mîzan (amellerin tartılması), amel defterleri, hesap, havz, sırat, cennet ve cehennem. Bütün bunlar haktır, inanılması şarttır.

Bu kısa girişten sonra şimdi maddeler hâlinde bunları ele alalım.

1. Kabir hayatı: Kâfirler ve günahkâr olan bazı mü’minler için kabir azabı haktır.

Hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“İdrardan sakınınız! Zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azap o yüzdendir.”(2) Yine Resûlüllah Efendimiz, “Allah mü’minleri, dünya hayatında ve âhirette hak bir söz üzerinde sabit kılar”(3) âyeti, kabir azabı hakkında indirildi buyurmuştur.

Allah Teâlâ’nın affettiği, azap çektirmeyi istemediği bazı günah sahipleri ise azap görmeyecektir.

İbâdet ve tâat ehlinin, sâlih amel sahiplerinin kabirde, Cenâb-ı Hakk’ın bildiği ve dilediği şekilde nimet içinde bulunmaları da haktır.

Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) bir mezarlıktan geçerken iki kabirdeki ölünün bazı ufak şeylerden dolayı azap gördüklerini müşahede etti. Bunlardan birinin koğuculuk ve bozgunculukla çok yakından ilgisi vardı. Diğeri de idrar yaparken ihtiyatlı davranmaz, (sıçrıntılardan) sakınmazdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz bir yaş ağaç dalı istemiş ve ikiye bölmüş, birini bir kabre, diğerini de öbürüne diktikten sonra şöyle buyurmuştur: ‘Umulur ki bu yaş ağaçlar kuruyuncaya kadar azapları hafifler.”(4)

Yine kabirde Münker ve Nekir’in sual sorması da haktır. Bu iki melek kabre girerek ölüye, ‘Rabbin kimdir? Dinin hangi dindir? Peygamberin kimdir?diye sorduğunda, mü’min şu cevabı verir: ‘Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir (s.a.v.).’

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ölü mezara gömülünce, gözleri mavi olan iki siyah melek gelir. Bunların birine Münker, diğerine Nekir adı verilir. Ona derler ki:

– ‘Şu zat (Muhammed s.a.v.) hakkında ne dersin?’

O da şöyle cevap verir:

– ‘O Allâh’ın kulu ve resûlüdür. Ben şehâdette bulunurum ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed de onun kulu ve resûlüdür.’

Bunun üzerine melekler:

– ‘Biz senin böyle söyleyeceğini zaten bilmekte idik’ derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler; sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır, aydınlatılır. Daha sonra ise melekler ölüye:

– ‘Yat ve uyu’ derler. O da:

– ‘Âileme gidin de durumu haber verin’ der.

Melekler:

– ‘Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam et’ derler.

Ölü münâfık olursa, meleklerin sualine:

– ‘Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum, başka bir şey bilmiyorum’ diye cevap verir.

Melekler de:

– ‘Böyle diyeceğini zaten biliyorduk’ derler.

Daha sonra arza, ‘Alabildiğine sıkıştır’ diye hitap edilir. Yer de başlar adamı cendere gibi sıkıştırmaya… O kadar ki, kemikleri hurdahaş olur. Mahşer gününe kadar mezarda böyle işkence görür.”(5)

Yine Peygamberimiz (s.a.v.) buyurur ki, “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur.”(6)

2. Ba’s: Ba’s kelime olarak gönderme, gönderilme, dirilme, diriltme yayma ve dağılma mânâlarındadır. Akâid ilminde ise, öldükten sonra dirilmedir; canlıların aslî parçalarını bir araya getirerek ve ruhlarını da iade ederek, Allah Teâlâ’nın mezardan çıkarmasıdır. Bu da haktır ve mutlaka gerçeklecektir.

Ba’sla ilgili âyetlerden bazıları şöyledir:

“Bir nutfeden insanı yarattı, ona şekil verdi. Sonra ona yolu (hayır ve şer yolunu seçmeyi) kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü ve kabre koydu. Sonra dilediği bir vakitte onu yeniden diriltir.”(7)

“(İnsan), kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve, ‘şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. (Resûlüm) de ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü o, her türlü yaratmayı çok iyi bilir.”(8)

3. Mîzan: Lûgatta mîzan, ölçü, tartı, ölçek, miktar mânâlarına gelir. Bununla birlikte adâlet ve hukuk gibi mânevî olan herhangi bir şeyi mukayese ile tayin etmek için de kullanılır. Bu mîzan’ın mecazî anlamıdır. Mîzân’ın akâid ilmindeki mânâsı ise, amellerin tartılmasıdır ve haktır.

Cenâb-ı Mevlâmız buyuruyor ki:

“O gün vezn (amellerin tartılması) haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de tartıları hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.”(9)

4. Amel defterleri: İnsanların dünyada inanıp kabul ettikleri iman esasları ile işledikleri amellerin kaydedildiği belge ki, bu da haktır. Kur’ân-ı Kerim’de bu kavram, kitap ve suhuf (sayfalar) isimleri ile geçmektedir. Bu defterler mü’minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraftan verilir. Bu hususla ilgili bazı âyet mealleri şöyledir:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”(10)

“Kitabı sağ tarafından verilen, ‘Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum’ der. Artık o, meyveleri sarkmış yüce bir cennette hoşnut kalacağı bir hayat içindedir. (Onlara denir ki:) Geçmiş günlerde işlediklerinize (iyi amellerinize) karşılık, âfiyetle yeyin-için. Kitabı sol tarafından verilene gelince, o, ‘Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı. Saltanatım da benden (koptu), yok olup gitti.’ (Bu esnada cehennem bekçilerine şu İlâhî buyrukla hitap edilir:) ‘Onu yakalayın da, ellerini boynuna) bağlayın; sonra alevli ateşe atın onu! Sanra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde oraya sokun! Çünkü o, azîm olan Allâh’a iman etmezdi.”(11)

“Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek; alevli ateşe girecektir. Zira o, (dünyada) ailesi içinde (mal-mülk, şan-şöhret, makam-mevki ve nüfuzu sebebiyle) şımarmıştı.”(12)

5. Hesap (sual): Kıyâmet gününde insanların, Allah Teâlâ’nın huzurunda, dünyada yaptıklarından dolayı sorgulanmasıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

“Şüphe yok ki Allah Teâlâ (kıyâmet günü) mü’min kuluna yaklaşarak (rahmet) kanatlarını üzerine gerer ve onu örter. Sonra da buyurur ki: ‘Ey kulum, (işlediğin) şu-şu günahları biliyor musun?’ ‘Evet yâ Rabbî.’ Böyle böyle Allah Teâlâ onun bütün günahlarını bir bir sayar. O kadar ki kul, ‘Artık ben mahvoldum, helâk oldum’ kanaatine varır. Bundan sonra Allah Teâlâ, ‘Bu günahları dünyada iken örtmüş, gizli tutmuştum. Bugün de af ve mağfiret ediyorum’ buyurur. Bunun üzerine sorgusu yapılan kişiye, ‘sevaplarını ihtiva eden defteri’ verilir. Allah Teâlâ kâfirlere ve münafıklara ise, bütün halkın ortasında şöyle nida eder: ‘Rablarını yalanlayanlar işte bunlardır! Dikkat! Allâh’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun!”(13)

6. Havz: Bundan maksat, Peygamberimize (s.a.v.) ait olan cennet havuzlarından Kevser Havuzu’dur ve haktır. Allah Teâlâ, “Biz sana Kevser’i verdik(14) buyurmuştur. Bütün peygamberlerin Haşr meydanında havuzları vardır ve ümmetlerinden hak edenler, cennete girmezden önce bundan içeceklerdir. Peygamber Efendimizin havuzu, ancak sünnetine uyan samimi mü’minler içindir ve son derece büyüktür. Nitekim buyurmuşlardır ki, “Benim havzumın bir kenarı bir aylık mesafedir. Dört açısı ve kenarı birbirine eşittir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoş, kadehleri gökteki yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir defa içen, bir daha ebediyyen susamaz.”(15)

Hak yol olan İslâm’ı bırakıp bâtıl inançlara dönenler, kötü ve murdar işlerle meşgul olanlar -melekler tarafından- bu havuzdan ve cennetten menedileceklerdir.

7. Sırat: Kelime olarak sırat, yol demektir. “Sırât-ı müstakîm”, doğru yol, dümdüz cadde mânâsınadır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Allâh’ın gösterdiği hidâyet yolu, İslâm dini” karşılığı olarak geçmektedir. Burada ise bundan maksat, İslâm akâidinde “Sırat köprüsü” olarak bilinen, mahiyetini kavrayamadığımız, ama inanmakla yükümlü bulunduğumuz cehennem üzerinden uzatılmış dehşetli bir geçittir.

Mü’minler sâlih amellerine göre bunun üzerinden geçip cennete giderler. Bazıları bu köprüden yıldırım hızıyla, bazıları fırtına sür’atiyle, diğer bazıları rehvan at üzerinde binmiş gibi, takvâsı az olanlar yürüyen at gibi, günahı arkasına bağlı bulunanlar da yürüyerek geçerler. Münafıklar, müşrikler, mürtedler ve bilumum kâfirler, bu köprünün üzerinden geçerken ayakları sürçer ve cehenneme yuvarlanırlar.

Sırat’tan ilk geçen Peygamberimiz (s.a.v.) olacak… Onun arkasından ümmeti geçecek… Ümmeti geçerken Peygamber Efendimiz Sırat’ın yanında bulunacak, ‘Yâ Rabbî, ümmetime selâmet ver, ümmetimi selâmette kıl’ diye dua edecek. Sahih hadîs kitaplarında, bunlardan bahseden hadîsler vardır. Fakat bu hadîslerde Sırat köprüsünün mahiyeti ve şekli hususunda bir bilgi verilmemiştir.(16)

8. Cennet ve cehennem: Bunlar her ikisi de haktır ve şu anda mevcuttur. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmuştur:

“Biz, ‘Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin. Orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin. Sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz, her ikiniz de kendine kötülük eden zâlimlerden olursunuz’ dedik.”(17)

“Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”(18)

“O ateş (cehennem) kâfirler için hazırlandı.”(19)

Hâsılı, cennet ve cehennemin varlığını açıklayan nasslar, hem kimse için gizli kalmayacak kadar gâyet açık, hem de sayılamayacak kadar çoktur.

Âhiret hayatı bâki olduğu gibi cennet ve cehennem de bakîdir, daimîdir, onlara yokluk ârız olmaz. Cennet ve cehennem halkı da fâni değillerdir, ölümsüzdürler. Allah Teâlâ onlar hakkında, “Hâlidîne fîhâ ebedâ: Onlar orada ebediyyen daimîdirler”(20) buyurdu.

***

CENNET NE MÂNÂYA GELMEKTEDİR?

Cennet, kelime olarak “örtmek ve gizlemek” anlamındaki “cenn” masdarından isimdir. “Bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe” mânâsınadır. Bağ-bahçe, çok güzel ve ferahlık veren yer mânâlarında da kullanılmıştır. Cem’îsi “cinân” ve “cennât” olarak gelir. Burada sözü edilen cennet ise, İslâm’a inanıp bu yolda yürüyerek imanla âhirete göç etmiş, sâlih ameller yapmış olanlar için Allah tarafından va’dedilen ebedî yurdun hususi adıdır.

Mü’minler cennete ancak Allâh’ın rahmeti ve lûtfu ile girerler. İman, bu rahmete sebeptir. Bir nevi cennete giriş vizesidir. İbadet ve tâatler, sâlih ameller ise oradaki rütbe ve derecelere vesiledir. İman sahipleri âhirette, içinde gönül hoşnutluğu ile yaşayacakları bu yerde ebedî kalacaklardır. Günahkâr olup affa da nâil olamamış mü’minler ise, günahlarının cezasını cehennemde çektikten sonra cennete girip, onlar da orada sonsuz olarak yaşayacaklardır. Kur’ân-ı Kerim’de cennete girecekler için ashâbü’l-cenneh” (cennet ehli-cennet halkı) tâbiri kullanılmıştır.

Kur’ân-ı Kerim’de cennet, cennetlikler, çeşitli cennet katları, nimetleri ve benzeri mevzulardan bahsedilmekte; mü’minlere gönül ferahlığı olacak, imanlarını kuvetlendirecek, onları sâlih amellere teşvik edecek bilgiler verilmektedir. Her mü’min; takvâsına, ibâdet, tâat ve sâlih amellerine, güzel ahlâkına göre cennette çeşitli dereceler kazanır, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akılların düşünemediği nimetlere kavuşur, en önemlisi de Allâh’ın Cemâli ile müşerref olur.

ÜÇ MESELE

ÜÇ MESELE
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri rh.a., hac için yola çıkıp Medine’ye ulaştığında karşılaştığı Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleriyle arasında şöyle bir konuşma geçer. Seyyid Muhammed Bâkır:
-Sen kendi aklınca kıyas yaparak, Peygamber dedemin dinini ve hadislerini değiştiriyorsun, der.
-Böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığınırım efendim. Lütfen oturunuz. Rasulullah’a olduğu gibi benim size de hürmetim var, der İmam-ı Azam. Seyyid Muhammed Bâkır’a yer gösterir. Her ikisi de yerini aldıktan sonra Ebu Hanife Hazretleri söze başlar:
-Üç mesele soracağım. Birincisi şu: Erkek mi daha güçsüz kadın mı?
-Kadın erkekten güçsüzdür.
-Mirasta adamın payı kaç, kadının kaçtır?
-Erkeğin mirastaki payı iki, kadının birdir.
-İşte bu ceddin Peygamber s.a.v.’in sözüdür. Eğer onun dinini değiştirmiş olsam, benim akıl ve kıyas yoluyla, kadın daha zayıf olduğu için ona iki pay, erkeğe bir pay düşer derdim.
Ebu Hanife Hazretleri tekrar sorar:
-Namaz mı daha üstün, oruç mu?
-Namaz oruçtan üstündür.
-İşte bu da deden Rasulullah’ın sözüdür. Eğer ceddinin dinini akıl ve kıyasla değiştirmiş olsaydım, âdet halindeki kadının kılamadığı namazları kaza et mesini, orucu kaza etmemesini emrederdim.
Ebu Hanife Hazretleri üçüncü soruyu sorar:
-Sidik mi daha pis, meni mi?
-Sidik meniden pistir.
-Eğer deden Peygamber s.a.v.’in dinini kıyasla değiştirmiş olsaydım, sidikten dolayı gusletmek gerektiğini ve meniden dolayı da sadece abdest almak gerektiğini söylerdim. Fakat akıl ve kıyasla bu dini değiştirmekten Allah’a sığınırım.
Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleri yerinden kalkar ve Ebu Hanife’yi kucaklar. Tebrik edip ona ikramda bulunur

İmam-i Azam’in Vasİyetİ


Halkı, Hak yola getiresin
Yürürken vakarlı olasın.
Her işinde acele etmeyip, teenni edesin.
Arkadan seslenene cevab vermeyesin. Zira hayvanlar ardından çağrılır. Onu kendine layık görmeyesin.
Konuşunca, çok yüksek seslenmeyesin. Muhatabın işiteceği kadar ve ağır söyleyesin.
Kendin için susmayı ve az hareketi âdet edesin. Böylece sabır ve sebatını herkes bilsin.
İnsanlar içerisinde Allah-û Teâlâ`yı çok an ki, O`nu senden öğrensinler.
Beş vakit namazın arkasından kendin için öyle vird kabul et ki, onda Kur`an okuyup, zikr ile şükrünü yapasın.
Her ayda birkaç gün oruç tut.
Nefsini murakabe edip, ilmi muhafazaya alasın. Böylece amelinle iki dünyada menfaatlenesin.
Elinde bulunan dünya devletine ve bedenin sıhhatine itibar ve itimad etmeyesin. Böylece hepsinden sorguya çekildikte ümidsizliğe düşmeyesin.

Sultan seni kendi yakınlarından ederse de, sen bu yakınlığını insanlara duyurmayasın. Zira sultana yakınlığı izhar edince, insanların ihtiyac ve işlerinin yeri olursun. Hepsinin işlerini görmeyi boynuna alırsan, sultanın gözünden düşüp hakaret bulursun. Yapmazsan ayıblanır, insanları darıltmak sıkıntısında kalırsın.
Halkın hâtâsını örtüp, doğruluğuna uyasın.
Kötü bildiğin kimseyi, kötülüğü ile anmayıp bir iyiliğini bulup, onunla söyleyesin.
kötülüğü din hakkında ise, onu insanlara söyleyesin ve ona uymaktan onları koruyasın.
Hak Teâlâ bu din-i mübinin yardımcısıdır. O halde sen, makam sahiblerinin dininde gördüğün sakatlıkları bir kere söylersen Allah-û Teâlâ yardımcın olur. İnsanlar senden elbette çekinir. Ne kimse dinde bir bid`at çıkarabilir, ne de bozukluğu o halde kalır.
Sultanından ilme uymayan amel görürsen, ona saygılı tatlı dille söyleyesin. Çünkü onun eli, senin elinden kuvvetlidir.

Bir sözü bir kere demekle yetinesin. O makam sahibi, o bozukluğu gıyabında söylemekle senden çekinmediyse, yine işleyip terk etmediyse, sarayına gidip, yalnız olarak tatlı dille nasihat edesin. Bid`at sahibi ise, münazara ile Kitab ve sünnetten hatırına geleni söyleyesin. Kabul ederse ne âla, yoksa onu kızdırmaktan çekinesin. Sakın ölümü unutmayıp, Hak Teâlâ`dan üstadların için mağfiret ve rahmet dileyesin.
Kur`an-ı Kerim okumaya devam edip, kabir ziyaretlerine ve meşayıhı görmeye ve kıymetli yerlere çok gidesin.
Avamın sana arzettikleri enbiya ve salihleri, mescid, menzil ve mezarlar hakkında gördükleri rüyaları kabul edesin.
Küfr ve bid`at ehlinden bir kimse ile oturup konuşmayasın. Mümkünse dine davet edesin. Yoksa oyun meclislerine gitmeyesin.
Müezzin ezan okuyunca, hazır olasın. Böylece avamdan önce mescide gelesin.
Hakimin evine yakın evde oturmayasın.
Komşundan gördüğün ayb, emanettir; saklayıp, kimsenin sırrını kimseye söylemeyesin.
Bir iş için seninle meşveret edene doğruyu söyleyesin. Seni Mevlâ`ya yakın eden işleri O`na gösteresin.

Benim bu vasiyyetlerimi can ile kabul kılasın. Bunlarla dünya ve ahiretinde fayda bulasın. Tevfik-i Hakk`ı refik bulasın.
Sakın bahil olma ki, halin kötü olur. Tamah ve yalan ehli olma ki, mürüvvetsiz kalmayasın.
Doğruyu yanlışa katma ki, ihanet görmeyesin.
Her işte mürüvveti gözetesin.
Sıkışık ve rahat zamanlarda beyaz elbise giyip, kalben kimseye muhtac olmadığını gösteresin.
Fakirsen kimseden bir şey istemeyesin.
Dünya ehline hırs ve rağbet etmeyesin. Himmetini yüksek yapıp, alçakta kalmayasın.
Yolda giderken sağına soluna bakmayıp, önüne toprağa bakasın.
Hamama giderken, hamam ücretini pazarlık etmeden insanlardan daha çok veresin. Hamam ehli arasında mürüvvetin zahir olup, onlardan tazim ve hürmet bulursun.
İlim sahibleri yanında alçak olan dünyayı aşağı tutasın. Hak Teâlâ`nın katında dünyadan yüksek olan devlete kavuşasın.

Dünya işleri için sadık bir vekil bulasın. İşlerini o görüp, sen ilim ve amele dönesin.
İlim ehlinden hüccet ve münazara bilmeyenlerle ve makam kazanmak için olan bahis ve konuşmalara katılmayasın. Zira onlar senden kaçınmayıp, seni mahcub etmeye çalışırlar. Senin haklı olduğunu bilseler de, aykırı giderler. Ayan ve ekâbir meclisine vardığında onlar seni yüksekte oturtmayınca, sen yukarda oturmayasın.
Bir cemaat içinde iken, onlar seni tazim ile ileri geçirip imam yapmayınca, önlerine geçmeyesin.

Kadınların, kızların, gençlerin toplandıkları mesire (piknik) yerlerine gitmeyesin.
Fısk, çalgı, şarkı ve haram bulunan meclislere girmeyesin. Onlarla ortak olup, ihanet görmeyesin.
İlim meclisinde sakın kızmayasın.
Halka, inanılmamaya yakın olan hikâyeleri söylemeyesin.
İlim ehlinden biri için bir meclis kurmak istersen, eğer fıkıh meclisi ise, kendin gidersin, orada bildiğin gerçekleri takrir edersin. Böylece halk onu âlim sanıp, ona aldanmasınlar. Senin huzurunla şübhede kalmasınlar. Sözü fetvaya salih ise, onu ondan zikretmeli, yoksa senin huzurunda ders görmüş olmaması için kalkıp gidesin. Belki onun yanında talebenden birini bulundurup, sözünün durumunu, ilminin derecesini öğrenirsin.
Bid`atle karışık zikr meclisine gitmeyesin.
Evlenme işlerini, cenaze, bayram namazlarını ve Cum`a hutbesini üzerine almayasın.
Anneni, babanı, üstadını hayır duadan unutmayasın.
Bu nasihatimizi, bizden can-ü gönülden kabul edesin. Zira bunu senin ve herkesin iyiliği için vasiyyet eyledim. Bu yolda gidesin ve halkı da Hak yola getiresin.

İMAM-I AZAM’IN OGLUNA NASİHATİ !

İMAM-I AZAM’IN OGLUNA NASİHATİ !

İmam-ı Azam Hazretleri oğluna şu nasihatte bulunuyor: Ey oğlum; 500 bin hadis arasından seçtiğim şu 5 hadise uy…

- Amel ancak niyetledir. Ve bir kişiye ancak niyet ettiği vardır.

- Kişinin malayaniyi (manasız boş söz) terk etmesi İslamiyet’inin güzelliğindendir.

- Kendi nefsiniz için istediğiniz ve sevdiğiniz şeyi, din kardeşiniz için de istemedikçe hiçbiriniz tam iman etmiş sayılmazsınız.

- Şüphesiz helâl belli, haram da bellidir. Allah güzeldir, ancak güzel şeyleri kabul eder.

- Müslüman, Müslümanlara eliyle ve diliyle zarar vermeyen kimsedir. Sen, Allah’ın azabından kork ve rahmetini um; havf ile reca (ümit ve korku) arasında ol. Fakat ümidin korkuya (recân havfe) galip gelsin. Sıhhatli olduğun halde, korku ve rahatlık arasında sabit ol. Cenab-ı Allah hakkında hüsn-i zanda bulun.

Oğlum! Bozuk itikatli olanlardan uzak olmanı, kalbiselim sahibi olarak ölmeni isterim. Şüphesiz Allah (cc) Gafûr ve Rahîm’dir.

İmam Azam Ebû Hanîfe Hazretleri

İmam Azam Ebû Hanîfe Hazretleri

İmam Azam Ebû Hanîfe Hazretleri; Tabiînden. İslâm âleminde, Ashab-i kiramdan sonra yetişen evliyanın ve âlimlerin en büyüklerindendir. Ehli sünnetin reîsi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. 699 (H. 80) senesinde Kûfe’de doğdu. Aslen İranlıdır. Dedesi Zûtta müslüman olup, Hazreti Ali’nin sohbetlerine katıldı. İyi bir tahsil gördü. Ashab-ı Kiramdan, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vasile bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü’t-Tufey! Amir bin Vâsile’yi (r.a.) görerek onların sohbetlerinde bulunma şerefine nail oldu.

Yirmi sekiz yıl hocası Hammâd bin Ebî Süleyman’ın derslerine devam etti. Bütün ömrünü okuma ve okutmaya verdi. Tasavvuf İlmini Cafer-i Sâdık hazretlerinden aldı. Takva1 ile amel eden bir velî ve âlimdi. Kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kıldı.

Abdestin bir adabını terkettiği için kırk yıllık namazını kaza etti. İlimde altmış binden fazla mesele çözdü. Elli beş kere hacca gitti. Binlerce talebeye icazet verdi. Bir çok kitap yazdı. Geçimini esnaflık ile sağlıyordu. Devletten bir görev ve maaş almadı. Halife Mansurun kendisine verdiği. Temyiz Mahkemesi Reisliğini kabul etmediği için zindana atıldı. İşkence ettikten sonra, ayaklarının altından kanlar akan ve halsiz düşen İmamı Azam Hazretlerini, zorla sırtı üstü yatırıp ağzına zehirli şerbeti dökerek, 767 (H. 150) senesinde Bağdat zindanlarında şehid ettiler.

iMAM-I RABBANi ( K.S. ) VE ELMALI`LI HAMDi EFENDi`NiN DUASI

 

EY OGUL !

PEYGAMBERLERDEN SONRA BEŞERİN EN FAZİLETLİSİ

PEYGAMBERLERDEN SONRA BEŞERİN EN FAZİLETLİSİ  İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinin söylediklerine kulak verelim(5).Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) sonra beşerin en faziletlisi Hazret-i Ebû Bekir, sonra Hazret-i Ömer’dir.’ (Radıyallâhü anhümâ)Hz. Sıddîk’a inhisar etmiştir, ona mahsustur. O kimse ki, imanda başta olmak ve (Allah yolunda) mal harcamak, nefsi bezletmek hasletlerini (kendisinde) birleştirmiştir; işte o, Hz. Sıddîk’tir (r.a.). Bu devlet, ümmet içinde ondan başkasına müyesser olmamıştır.Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:Ebû Bekir bin Ebî Kuhâfe’den başka kimse yoktur. Eğer insanlardan bir halîl edinecek olsaydım, Ebû Bekir’i kendime halîl edinirdim. Lâkin İslâm kardeşliği daha faziletlidir. Ebû Bekir’in penceresinden başkasının penceresini bana kapatınız. Allah Teâlâ beni size gönderdi, sizler yalanladınız. Halbuki Ebû Bekir tasdik etti. Malını ve canını bana bıraktı. Bu durumda arkadaşımı bana bırakır mısınız?”Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:Eğer benden sonra peygamber (gelecek) olsaydı, elbette Ömer b. Hattâb olurdu.”Hz. Ali (r.a.) şöyle dedi:Ebû Bekir ve Ömer, bu ümmetin en faziletlileridir. Her kim beni onlardan üstün görürse müfterîdir, iftirada bulunmuştur; binaenaleyh müfterîlerin dövüldüğü gibi, onu kamçı ile döverim.’Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) ashâbı (r.anhüm) arasında vâki olan muhârebe ve münâzaalar, iyiye-hayra yorulmalıdır. Onlar, hevâ ve heves zannından, hatta riyâset (başa geçmek, başkan olmak) ve makam sevdasından, rütbe ve mevki talebinden de uzak tutulmalıdır. Zira bütün bu rezillikler nefs-i emmâreden gelir. Halbuki bu büyüklerin nefisleri, Hayru’l-beşer Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) sohbeti ile saf ve tertemiz olmuştur.Hazret-i Ali tarafında idi. Muhalifleri ise, ictihâdî bakımdan hatalı idiler. Böyle bir hatada da, fâsıklıkla itham şöyle dursun, ayıplamaya ve ta’n etmeye (onlar hakkında kötü konuşmaya) dahi yer yoktur. Zira bütün sahâbe âdildir, rivâyetleri de makbuldür. Hz. Ali’nin muvâfıkları ve muhâlifleri rivâyetlerde doğru olmakta bütünüyle müsâvidir, itimada şâyandırlar. Onların muhârebe ve çekişmeleri, biribirlerini yaralamak için olmamıştır.Rasûlüllah’ı (s.a.v.) sevmektir. Çünkü Rasûlüllah Efendimiz şöyle buyurdu:Bir kimse onları (ashâbımı) severse, beni sevdiği için sever.Rasûlüllah’a (s.a.v.) buğzetmektir. Nitekim bu mânada Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:Onlara buğzeden, bana buğzettiğinden dolayı buğzeder.’Rasûlüllah Efendimiz’e (s.a.v.) hürmet ve saygıdır. Onlara saygının olmayışı da, Resûlüllah Efendimiz’e hürmet ve saygının olmayışındandır. Anlatılan bu mânâdan ötürü münasip olan şudur:Ashâbın, istisnâsız tamamına hürmet ve tâzim gösterilmelidir; zira onlara yapılan saygı ve hürmet, Resûlüllah Efendimiz’e yapılmış olmaktadır.Şeyh Şiblî (k.s.) şöyle dedi:

“Halîfelerin daha faziletli olma durumları, hilâfet tertibi sıralarına göredir. Ehl-i Hakk’ın (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin) icmâı-ittifakı şu mânâ üzerinde toplanmıştır:

“Fakîrin anlayışına göre, daha faziletli olmanın sebebi; elbette ki menkıbelerin ve meziyetlerin çokluğundan dolayı değildir. Asıl sebep; imanda, infakta, bezl-i nefs etmekte önceliği almasıdır. (Yani Allâh’a ve Rasûlüne iman etmekte, onun rızâsı için bütün malını-mülkünü hiç esirgemeden bol bol sarfetmekte, hiçbir tereddüt göstermeden bezl-i vücûd edip canını ortaya koymakta herkesi geçmiştir.) Bu yapılanlar da dînin te’yidi (kuvvetlenmesi), Seyyidü’l-mürselîn Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.)şerîatinin tervîci (yayılması) içindir.
“Dinî umûrda sâbikûn, lâhikûnun üstâzı gibidir… (Yani dinle ilgili işlerde ilkler, sonrakilerin hocası mesabesindedir.) Sonrakiler kavuştukları, sahip oldukları her şeye, ilklerin devlet sofrasından nâil olurlar.
“Üstte anlatılan bu üç kâmil sıfatın tamamı,
“İrtihâli ile son bulan hastalığı esnasında
“İnsanlar arasında, nefsinde ve malında bana emniyet eden
“Ve yine

“Emîru’l-mü’minîn

“Hayru’l-beşer
“Ne var ki, hilâfeti hakkında meydana gelen muhârebe ve münâzaalarda, hak
“O bakımdan hepsini sevmek gerekir. Zira onları sevmek,

“Ve yine ashâba, buğzedilmemesi yani onlara karşı düşmanlık hissi, kin ve nefret duyguları taşınmaması lâzımdır. Zira onlara buğzetmek,

“O yüzden bu büyüklere hürmet ve saygı göstermek, Hayru’l-beşer


“Ashâbına tâzim etmeyen, (onlara hürmet ve saygı göstermeyen) Allâh’ın Resûlü’ne iman etmemiştir.”

IMAM_I RABBANI

IMAM_I RABBANI

Dînin ve dînî ilimlerin ihyâsı husûsunda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mühim bir mevkii vardır. Çünkü o, “ikinci binin müceddidi”dir. İlk bin yılın sonlarında İslâm dîni büyük bir inkırâz tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Dînî ilimlere rağbet iyice azaldı. Cehâlet ve bid’atlar şuyû’ buldu. Dinde reform ve dinler arası telfik gayretleri devlet eliyle yürütülüyordu. İslâm ve müslümanlar hor ve hakir, küfür ve küffâr hâkim ve kâhirdi. Din ilmi ile meşgul olanlar bile, dünyâya rağbet ederek, âdetâ âlemin fesâdı için uğraşıyorlardı. İnsanların kurtarıcısı olan âlimleri de kurtaracak birine ihtiyaç vardı. Tasavvuf erbâbı ise büyük ölçüde vahdet-i vücûd ve felsefe menşe’li fikirlere kapılmış, ciddî hatalara düşmüştü.

İmâm-ı Rabbanî hazretleri böyle bir devirde dîni tecdîd ve ihyâ vazîfesine başladı. Yetiştirdiği talebeler ve yazdığı mektuplarla, dîni ve dînî ilimleri tervic etmeye çalıştı. Bu husûsta yazdığı mektuplardan bazı kısımları ehemmiyetine binâen arzetmeye çalışalım.

Ulûm-ı şer’iyye talebesinin sûfiyye üzerine takdim edilmesi, himmet nazarında cidden güzel oldu. Talebe-i ulûmun takdîminde, dînin tervîci vardır. Çünkü onlar dîn-i nebeviyenin hâmilidirler. Millet-i Mustafaviyye, onlarla kâimdir. Kâinâtın efdali olan peygamberler, insanları sâdece dîne dâvet etmişlerdir. Bu yüce zâtların bi’setinden maksad, dîni tebliğ etmektir. Öyleyse hayırların en büyüğü, bilhâssa şeâir-i İslâmın yıkıldığı şu zamanda dîni tervîc ve onun hükümlerinden birini ihya için gayret göstermektir. Öyle ki Allah yolunda binler(ce şey)i infak, dînin meselelerinden bir meseleyi tervîce denk olmaz. Çünkü dîni tervîc etmek, peygamberlerin yolunu tâkip etmektir. O peygamberler ki, mahlûkâtın en şereflisi onlardır. İyiliklerin en mükemmeli onlara verilmiştir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektubat 1/48)

Çok sevdiği ve birçok yerde tezkiye ettiği, vefât ettiği zaman arkasından Allah’a, “Ey Allah’ım! Bizi onun ecrinden mahrum etme ve onun arkasından bizi fitneye düşürme.”, (İmâm-ı Rabbânî, 1/61) diye duâ ettiği Molla Ahmed Berkî hazretlerine yazdığı bir mektupta, onun mâneviyâtta yüce makâmlara ulaştığını müjdeledikten sonra şöyle buyurur:

Senin bu devleti elde etmenin sebebi, cehâletin temekkün edip, bid’atların rüsuh bulduğu yerlerde, ulûm-ı diniyyeyi ta’lim ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi neşretmen, evliyâullah’a muhabbet ve ihlas göstermendir. Allah bunları sana mahzâ fazlı ile vermiştir.” (İmam-ı Rabbani,1/275)

İmâm-ı Rabbânî Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî Hazretleri

İmâm-ı Rabbânî Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî Hazretleri

İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî kuddise sırruh hazretleri, Hindistan’ın Serhend beldesinde H. 971 (M. 1563) yılı âşûre günü dünyaya geldi. 63 yıl yaşadı. 17 Safer 1034 (M. 11 Aralık 1624) senesinde vefât etti. Mübârek nesepleri 28. vâsıta ile Hz. Ömer’e (r.a.) ulaşmaktadır.

Ezelî takdir olarak kendilerinin nasibi olduğundan, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiye-i Müceddidîn kolunun 23. halkasını teşkil ederler. Bununla beraber Kadiriye, Çeştiye ve Sühreverdiye tarîkatlarından da irşâda salâhiyetlidir.

Kezâ bu dört tarîkattan başka Bedriye, Kübreviye v.s. gibi birçok tarîkatların her birerinden peder-i âlileri Abdülehad hazretleri vâsıtasıyla istifâde ve istifâza etmişler, zamanla bu tarîkatların şeyhi, imamı olup herbirinin dervişlerini fıtrat ve usûlüne göre irşad buyurmuşlardır. Kendilerinin kemâlâta ermeleri ise, Şeyh Muhammed Bâkibillah hazretlerinin hizmetlerinde vâki olmuştur. Hatta onun huzûrunda derecesi o kadar yükselmiştir ki, şeyhi, bütün müridlerin kemâlâtı ile alâkadar olmayı ona havâle ettiği gibi, kendileri dahî istifade etmek için onun meclisinde bulunur ve şöyle derlerdi:

Şeyh Ahmed öyle bir güneştir ki, iki cihan onun feyz ve fazileti ile aydınlanmıştır.

Abdullah Dehlevî hazretleri, talebelerinden birisine yazdıkları mektuplarında, İmâm-ı Rabbânî’yi sevenler mü’min ve takvâ sahibidirler; sevmeyenler ise, şâkî ve münâfıktırlar. Bütün İslâm âlemine İmâm-ı Rabbânî’nin şükrünü edâ etmek vâciptir buyururlar.

***

İKİ BÜYÜK HÂRİKA

Ravzatü’s-Selâm isimli eserde şöyle denilmektedir:

Şeyh Ahmed Fârûkî hazretleri, kendilerinden sonra bu cihanda, iki büyük hârika bırakmışlardır.

Bunlardan birincisi, başta Mektûbât’ı olmak üzere, te’lif buyurdukları eserleridir… Meşâyihten hiç biri onun eserlerindeki ma‘rifet ve hakîkatleri te’liflerinde yazmamışlardır.

Bıratıkları ikinci kıymetli şey de evlatlarıdır ki, kendi terbiyeleri sayesinde, onları da kemâl derecesine yükselterek her birini kendisi gibi bir merd-i kâmil eylemişlerdir.

***

ZİKİR HALKASINDA VERİLEN MÜJDE

Pek kıymetli eserlerinden ‘Risâle-i Meâd’da buyururlar ki, Bir sabah zikir halkasında oturmuş idim… Şu şekilde nidâ ve ilham olundum:

‘Seni ve kıyâmet gününe kadar seninle bana tevessül edenleri mağfiret eyledim .”

***

“SILA” ÜNVANININ SAHİBİ

Muhakkık İmâm Süyûtî (rh.) ‘Cem‘u’l-Cevâmi’ isimli kitabında, Benim ümmetimin içinden ‘Sıla’ nâmında bir kimse gelecektir. Onun irşad ve şefaati ile nice insanlar cennete gireceklerdir

meâlindeki sahih hadîs-i şerifi nakleder.

Sıla”, şerîatla tarîkatı vasleden birleştiren demektir. Sûfiyye ulemâsı , hadîs-i şerifte geçen “sıla” nâmı ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek vücud-i şeriflerine işaret buyurulduğunu ifade ederler.

***

ONUN İRŞÂDI BU ÂLEME YETER

Onun zamanında ve ondan sonra gelen birçok ulemâ-umerâ ve meşâyih ondan istifâde ve istifâza eylemişlerdir. El’an himmetleri sârî, feyzi cârîdir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinin ekmel müridlerinden Şeyh Bedreddin Serhendî (k.s.) “Hadarâtü’l-Kuds” isimli eserinde der ki:

Bir gün rüyamda Hızır aleyhisselâm’ı görüp kendilerinden inâbe etmek arzusundu bulunduğumu arz ettim. Bana şöyle buyurdular:

‘Sen öyle bir zâta müntesipsin ki, onun irşâdı, sana ve bu âleme yeter.

***

“İKİNCİ BİN YILIN MÜCEDDİDİ”

Nakledilir ki, devrin allâmesi Abdülhakim Siyalkutî, ilk zamanlar İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyüklüğünü kabul etmeyenlerden biriydi. Bir gece Hz. İmamı rüyâda gördü. Hz. Şeyh kendisine, (Ey Resûlüm!) Sen ‘Allah’ de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar! (En’âm sûresi, 6/91) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudular.

Abdülhakim Siyalkutî, ondan bu âyet-i kerîmeyi dinledikten sonra gönlüne İlâhî bir aşk ve şevk, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine karşı da bir muhabbet peydâ olup kalbi “Allah-Allah-Allah...” diyerek Cenâb-Hak’ı zikretmeye başladı. Uyandıktan sonra baktı ki, kalbi Allah’ı zikretmeye devam ediyor… İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de sûreti gözlerinin önünden gitmiyor. Böylece Hz. Şeyh’in mürîdi oluyordu.

Nihayet Şeyh hazretlerinin yüksek hizmetlerinde bulunarak çok ulvî derecelere kavuşmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, Hind ulemâsından ilk önce Müceddid-i Elf-i Sânî: İkinci bin yılın müceddidi olarak vasıflandıran da bu zât olmuştur.

Yine keşif ehlinin büyük bir çoğunluğu tarafından, da “Müceddid-i Elf-i Sânî” olarak tavsif olunmuştur. Nitekim Muhammed Hâcegî (k.s.), ekmel halîfesi Muhammed Bâkibillah hazretlerine şöyle diyor:

Hind tarafından bir kimse çıkacak, asrın imamı olacak. Ancak, onun gönül açıklığı senin elinde olacaktır. Ona koş; zira ehlüllah, onun gelmesini beklemektedir.”

Bunun üzerine Muhammed Bâkibillah hazretleri Buhârâ’dan kalkıp Hindistan’ın yolunu tuttu. İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî hazretleri ile buluştu ve ona, Geleceği müjdelenen kişi sensin dedi.

Muhammed Bâkibillah (k.s.), İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hitâben şöyle diyor:

Serhend’e geldiğim zaman, baktım ki biri, ‘zamanın kutbu’ diye anlatılıyor. Bu vasfın ve bu sûretinle seni görünce, zamanın kutbunun, bahsedilen kişinin sen olduğunu anladım.”

Bir başka ifadelerinde de hâdiseyi şöyle izah ediyorlar: Serhend’e vardığımda bir rüyâ gördüm… Gâyet azametli bir ışık vardı. Bu ışık o kadar yükselmişti ki, başı semâya vâsıl olmuş; âlemin şarkı ve garbı onun nûru ile dolmuştu. Halk lambalarını getiriyor, ondan ışık alıyordu. İşte bu mânâ, senin makamını anlatır, dedim.”

***

KIYAMETE KADAR ONUN YOLUNA GİRECEKLERİN LİSTESİ VE CEHENNEMDEN KURTULACAKLARINA DAİR VERİLEN MÜJDE

Hadîkatü’l-Evliyâ’da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

Kıyâmet gününe kadar Tarîkat-ı Muhammediye’me dâhil ve sâlik olacak mürîdân ve dervişânın hepsine, Hz. Allah tarafından muttali‘ kılındım; hepsinin isimleri bana bildirildi. Bu tarîkata sâlik olanların hepsinin cehennem ateşinden kurtulacaklarını Cenâb-ı Hak bana tecellî ettirmiştir.

***

ÇOKÇA KİTAP VE MEKTUPLAR YAZMASANIN SEBEBİ

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin te’lifatla çokça meşgul olmasının sebebini ise, “Berekât” müellifi Muhammed Hâşim-i Keşmî hazretleri şöyle zikretmektedir:

İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) ilimlerinin çokça yazılmasının iki sebebi vardır. Birincisi, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in kendilerine, “Kelâm ilminde müctehidsin buyurmalarıdır. İkincisi, Hz. Ali’nin (r.a.) ona, “Sana semâvât ilimlerini öğretmek için geldimbuyurarak bu ilimleri kendisine tâ‘lim etmeleridir.

Ayrıca bu sebeplerden başka, bu ilimlerin çokça yazılmasına daha büyük ve hayret verici bir sebep de, bu fakîrin (M. H. Keşmî) Hz. İmâm’ın bir talebesinden duyduğum sözdür. O kıymetli talebesi Hz. İmâm’ın şöyle buyurduklarını nakletmişti:

Bize, bütün yazılarımızı âhir zamanda geleceği va‘d edilen Mehdî’nin (aleyhirrahmeti vettahiyyeti verrıdvân) okuyacağı ve hepsini makbul bulacağı bildirildi. Bu kadar yazı yazmamızın sebebi budur.”

Bu yazıları yazmalarının bir başka sebebi de, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine verdiği nimetleri ızhar ve tâlipleri teşvik içindi. Nitekim Mektûbatın bir çok yerinde bu hususa temas ederler ve buyururlar ki, Bu gibi sözleri yazmaktan maksadım, Allah Teâlâ’nın nimetini bildirmek ve bu yolun tâliplerini teşvik etmek içindir. Yoksa -hâşâ- kendimi başkalarından üstün görmek için değildir. Kendini diğer insanlardan üstün gören, ne kendisini ne de Allah Teâlâ’yı gerektiği gibi tanımamıştır.

***

YAŞADIĞI DEVİR, HİZMET VE MÜCÂDELELERİ

Emîr Timurlenk (r.aleyh) sülâlesinden gelen Ekber Şah, Bâbür Şâh’ın torunu ve Humayun Şâh’ın oğludur. Hicrî 949 (m. 1543) tarihinde doğmuş, 14 yaşında babasından mîras kalan tahta oturmuştur. Hicrî 1014 (M. 1605) tarihinde ölmüştür.

Ekber Şah, 1582 yılında bütün dinleri birleştirme iddiası ile “İlâhî Din” nâmı altında topladığı bir takım hezeyanları, din olarak herkese kabul ettirmek istedi. Kendisinin, Allâh’ın mutlak vekili-halîfesi olduğunu telkin ediyordu. Bu dinde abdest yoktu… Et yemek yasaktı… Ama kaplan eti yenebilirdi. Müslümanlar’a inat olsun diye; domuz eti kutsaldı, şarap da mubahtı!..

Ekber Şah, oğlu Murad’ın ta‘lim ve terbiyesini de Cizvit papazlara hâvâle etmişti. Hatta bir ara kendisi Zerdüşt dinine girmişti. Oğlu Murad, 1599’da uyuşturucu müptelâlığından öldü.

İslâmiyet’ten başka her dine az çok musâmahalı davranan Ekber Şah devri, böyle karmakarışıktı.

İşte İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî (k.s.) hazretleri, o devirde Hindistan’ın Serhend şehrinde dünyaya geldi (H. 971, M. 1563). Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere mübârek nesepleri, yirmi sekizinci vâsıta ile Hazret-i Ömere (r.a.) ulaşmaktadır. Ezelî takdir olarak kendilerinin nasibi olduğundan Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiye’nin 23. halkasını teşkil ederler.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Ekber Şah’ın mânevî tahrîbâtını gene onun metodlarına mutâbık olarak (aynı yolu takip ederek) tâmire başladı. İslâm’ın sabır, musâmaha ve tahammül düsturları çerçevesinde, her türlü sıkıntı ve meşakkate göğüs gererek mücâdele ve mücâhedesine devam etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Ekber Şâh’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Selim Cihangir Şah zamanında da hizmetlerine hızla devam etti. Fakat o zamanda iki-üç sene civarında hapiste kaldı. Yazdığı kitaplarla, yetiştirdiği talebeleriyle hem Hindistan’da hem de bütün dünyada yepyeni ufuklar açtı. Tam bir tecdid ve ihyâ hareketi gerçekleşmiş oldu. Miladî 11 Aralık 1624 tarihinde irtihâl-i dâr-ı bekâ eyledi (Kaddesallâhü sırrahül azîz).

1627’de Cihangir Şah ölünce yerine oğlu Şah Cihan geçti. Şah Cihan, Delhi’de Kırmızı Kale ve Came Mescidi, Ağra’da Tâc Mahal ve Kırmızı Kale’yi (ikinci bir kale) yaptırmıştır. Bunların her birisi gerçekten birer sanat şaheseridir.

İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinin himmet ve gayretleri ile o devirde dînin tecdîdi adına fevkalâde büyük hizmetler îfa olunmuştu. İşte o devir ve o imkânlar içinde, Şah Cihan’ın yerine geçen oğlu Muînüddîn Âlemgir (Evrengzib) de çok büyük hizmetler verdi.

Miladî 1618’de doğan Âlemgir Şah, Abdüllatif Sultangûrî, Mir Muhammed Hâşim Geylanî, Seyyid Muhammed Kannevcî, Şeyh Ahmed Molla Cîven, Şeyh Abdülkavî Burhanpûrî, Danişmend Han ve Sadullah Han (rahımehümüllah) gibi meşhur âlimlerden ders alarak yetişti.

Kendisi âlim bir zât olan Âlemgir Şâh’ın dînine son derece bağlı, zühd ve takvâ sahibi bir Müslüman olduğu, hatta haftanın dört gününü oruçlu geçirdiği bilinmektedir. Devrinin mâneviyat simâlarından İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu ve Silsile-i Nakşibendiye hazerâtının 24. halkasını teşkil eden Hâce Muhammed Ma‘sûm’un torunlarından Hâce Muhammed (kaddesallâhü esrârahüm) hazerâtı ile yakın irtibâtı vardı.

***

EL-FETÂVA’L-HİNDİYYE’NİN HAZIRLANMASI VE DİĞER BAZI FAALİYETLER

İslâm fıkhı ve hukûkunun mühim kaynaklarından olan el-Fetâva’l-Âlemgiriyye (nâm-ı diğer: el-Fetâva’l-Hindiyye) onun himâyesinde mümtaz bir ulemâ heyeti tarafından hazırlanmıştı.

İhtisap kanunlarının (lonca, pazar ve piyasa nizâmını düzenleyen esaslar) tatbiki için çok gayret gösteriyordu.

Gerektiği şekilde saygı gösterilmemesinden endişe ederek bütün paralardan kelime-i tevhîd’i kaldırmıştı.

Hak ve adâlet hususundaki hassâsiyeti sebebiyle defin ve cenaze masraflarının kendi şahsî kazancından karşılanmasını isteyen bir vasiyet bırakmıştı.

Bir devlet adamı olarak Bâbürleri parçalanmaktan kurtarmaya çalışmış, emniyet ve huzuru tesis etmiştir. Çevresindeki devlet adamları da değerli şahsiyetlerden teşekkül etmekteydi.

Âlemgir Şah; ihtiyatlı, âdil, disiplinli bir sultan olarak meşhur olmuş ve hemen herkesin takdirini kazanmıştı.

Âlemgir Şah, Hindistan’ın kuzeyindeki komşu Türk devletleriyle münasebetlerine de ehemmiyet vermişti. Babası Şah Cihan’ın aksine Osmanlılar’la münasebet kurmamıştır ama, Osmanlı himâyesindeki Mekke şerifleri ve Basra valileriyle iyi münasebetlerde bulunmuştur.

Onun zamanında Bâbürlüler en parlak devrini yaşamıştır. Kendisi keskin bir zekâya ve kuvvetli bir hâfızaya sahipti. Hükümdar olduktan sonra 43 yaşında iken Kur’ân-ı Kerim’i ezberleyip hâfız olmuştur.

Âlimleri ve san‘atkârları himâye etmiştir. Onun yaptırdığı pek çok mimarî eserler de vardır. Meselâ bunlardan biri, Delhi’de inşa ettirmiş olduğu Mothki Mescidi’dir. Mothki, inci demektir. Gerçekten de inci gibi bembeyaz mermerlerden yapılmış şâhâne bir eserdir.

Şah Âlemgir’in annesi, meşhur Taç Mahal kendisi için yaptırılan Mümtaz Mahal Hâtun’dur. Esas ismi, Münevver Ercüment Bânû’dur (Rahmetullâhi aleyhim ecmaîn).

Küfre sebeb olan söz ve haller ( 99 Madde ) İMAM RABBANİ

Küfre sebeb olan söz ve haller ( 99 Madde )

İmam-ı Rabbanî hazretleri:
İtikat ve iman arsası tam temizlenmeden ve düzleştirilmeden hiç bir amelin kıymeti yoktur buyuruyor.
Biz bu sözü kendimize ölçü alacak olursak, binbir güçlükle ibadetlerini yapmak isteyen kardeşlerimizin zahmetlerinin boşa çıkmaması için bir kerre daha itikatlarını kontrol etmeleri ve imanî konularda titizlik göstermelerini arzu ediyoruz. Aksi halde imanın gitmesine ve insanın imansız kalmasına sebep olabilecek en ufak bir fikir ve bir amel üzerinde bulunan bir kimsenin Allah korusun yapmış olduğu bütün amelleri bir hiçten öte geçemez. İman tam olmadan yapılan amellerin, sabun köpüğü üzerine kurulmaya çalışılan binadan farkı yoktur.
Hâtemülenbiya Efendimiz: Bir zaman gelecek benim ümmetim dinin muhafazada çok güçlük çekecektir. Din bir ateş olacak; bıraksa dininden olacak elinde tutsa eli yanacak. Ancak bir elinden diğer eline aktarmak suretiyle ateş nasıl elde tutuluyorsa dinini de benim ümmetim işte o güçlükler içinde muhafazaya çalışaktır. buyurmuşlar.
Yine bir hadis-i şerifte: Bir gün gelecek, kişi mümin sabahlayacak fakat, akşama kâfir olarak girecektir buyurmuşlardır.
Bu iki hadîsi şerifin dehşetinden titreyen, geçmişteki din alimleri yaşadıkları devirler için “acaba bu zaman o zaman mıdır?” endişesine kapılmadan kendilerini alamamışlardır. Asrımızda yaşayan ehli sünnet velcemaat alimleri ise Allah’ın Resûlünün sözlerinin tecelliyatının asrımızda olduğunu söylemekte olup bunun üzerinde müttefiktirler. Bunun için de gerçek din alimleri vaaz ve nasihatlarını amelî konulardan ziyade imanî mevzulara hasretmişlerdir ki, pek haklıdırlar.
Önce: İman insanın manevî kalbinde yanan bir mum gibidir. Titrek ve nazlı nazlı yanan bir mum. Etrafı sıkı bir muhafaza yapılmadığında en ufak bir esintide hemen sönüverecek kadar zayıftır. Onun taht kurduğu yer insanın gönlüdür, insanın manevî kalbidir ki, bu gün herkesin atışlarına şahit olduğu maddî kalbin olduğu yerde olması itibariyle kendisine kalb ismi verilmiştir. O manevi kalbe Gönül, Yürek, hatta Ruh diyenler vardır. Bir muzır fikir, ufacık bir zararlı düşünce o yanan mumun üzerine doğru esen bir kasırga gibidir. Allah korusun.
Şimdi o ışığın sönmesine veya sağa sola yalpa yapmasına sebep olacak hususları görelim:
İmanı zayıflatan veya imanı yok eden şeyler:
1- Allahın varlığı hakkında insanda meydana gelecek en ufak bir şüphe ve tereddüt.
2- Allahın cisim olduğu hakkında düşünmek ve hayalinde canlandırmaya çalışmak.
3- Cenab’ı Hakkın sıfatlarından herhangi birini insanların sıfatlarına benzetmek. (Mesela Cenabı Hakk’a dil ve ağız gibi mahlukatın hassalarından olan âzâlar hayal etmek)
4- Allah’ı bir şeye hulûl etmiş olarak kabul etmek.
5- Cenab’ı Hakka analık, babalık veya oğulluk isnad etmek. Haşa “Allah Baba” demek veya “Her şeyi yaratan Allah ama Allah’ı yaratan kim” (!) gibi sözler söylemek veya bunları kalbinden geçirmek. (Cenabı Hak Yaratan varlıktır. Yaratılan varlık değildir)
6- Peygamberlere yalancılık isnadında bulunmak
7- Peygamberlerden herhangi birini inkar etmek.
8- Peygamberlere günah isnadında bulunmak
9- Peygamberlerin yüksek terbiye ve ilimlerini Allah’ın yetiştirmesiyle değil de, bir insanın yetiştirmesiyle olduğunu sanmak.
10- Meleklerden her hangi birini inkar etmek (meselâ münkir ve nekir’i, hafaza meleklerini, dört büyük melekten birini inkâr etmek).
11- Meleklere erkeklik dişilik isnadında bulunmak.
12- Hakkında ayet olan herhangi bir mucizeyi inkâr etmek
13- Tevatur yoluyla sabit olan ayın yarılması ve mirac hadisesi gibi mucizeleri inkâr etmek.
14- Kur’an-ı Kerim’in bir ayet veya bir cümlesini inkâr etmek.
15- Kur’an-ı Kerim’de en ufak bir noksanlık düşünmek ve “kifayetsizdir” diye bir fikre sahip olmak.
16- Kur’an-ı Kerim’in hükümlerinden ve kanunlarından daha üstün kanun ve hükümler olduğunu iddia etmek veya düşünmek, veyahutta ileri bir zamanda böyle bir fikre sahip olabilirim diye düşünmek.
17- Kabir sualini ve azabını, öldükten sonra dirilmeyi inkar etmek veya şüphe ile karşılamak.
18- Hesap gününü, sıratı, mizanı, cennet ve cehennemi inkâr etmek.
19- Cennet nimetleri veya Cehennemin azabı hakkında şüphede bulunmak, inkar etmek “Allah hiçbir kuluna azap etmez” demek.
20- Mü’minlerin ebediyyen Cehennemde kalacağını söylemek.
21- Her hangi bir farzın bir cüz’ünü veya tamamını inkar etmek, Mesela: “5 vakit namazdan öğle veya ikindi namazları bu devirde kılınmaz, farz olamaz” demek veya düşünmek.
22- Faizi, insan öldürmeyi, günah ve haram kabul etmemek.
23- İslam dinini mühimsememek ve hor görmek.
24- Herhangi bir kâfiri mü’minden üstün görmek.
25- Haramlardan birini helâl addetmek veya ayetle sabit bir haramı inkar etmek.
26- Sahabelerden her hangi biri hakkında münafık, mürâî (iki yüzlü), kâfir diye düşünmek.
27- Bir mü’mini imanından dolayı hakir görmek veya bir kâfiri küfründen dolayı üstün görmek.
28- İslâmiyetin dünya saadetine engel olan bir din olduğunu söylemek veya düşünmek.
29- Bir mü’mini küfürle suçlamak.
30- Küfrü icap ettiren her hangi bir şeyi kendi isteğiyle hatırından geçirmek.
31- Üzerinde ayet yazılı her hangi bir şeyi kasten kirletmek veya pisliğe tutmak.
32- Müzik aletlerinden birini çalarak Kur’an okumak.
33- “O adam peygamber olsa gene inanmam“demek.
34- “Peygamber gelse gene kabul etmem” demek.
35- “Allah olsan ne yapabilirsin sen bana” demek.
36- “Allahımı inkar edeyim bu böyle” diye yemin etmek.
37- “Ne olur şu güzelim şarap haram olmasaydı” demek.
38- “Namaz kılmam, kılmayacağım” demek.
39- Allahın emir ve yasaklarından ve kanunlarından biriyle alay etmek, (mesela alaylı alaylı : “Hırsızlık mı yaptın uzat kolunu, adam mı öldürdün uzat boynunu” diyerek istihza etmek veya istihza edenin gülmesine gülerek mukabelede bulunmak.
40- Küfrü icabettiren bir söz söylendiğinde onu gülerek karşılamak.
41- “İslam dini efsane ve hurafeden ibarettir” demek.
42- Ruhların kalıptan kalıba geçtiklerine inanmak.
43- Peygamberimizden sonraki hristiyan ve yahudileri mü’min kabul etme, onların da dini haktır diye itikat etmek.
44- Kur’anın kanunlarını Allahın kelamı diye değil de akla, mantığa, ilme ve felsefeye uygundur diye kabul etmek.
45- Bir kâfire karşı muhabbet etmek. (Bu hususa bilhassa taassup derecesinde her hangi bir fırkaya fikren angaje olan kimseler dikkat etmelidir. Hele hele her şeyin sahtesinin çıkktığı günümüzde pek öyle zahire ve elfaza kapılarak hemen. “iyidir, aradığımız ve beklediğimiz olsa olsa budur” diye körü körüne birine sevgi beslememek lazımdır. Çünkü dış memleketlerden konmuş casuslar bir memleketin en yüksek idari mevkilerini işgal edebiliyorlar ve yükselebiliyorlar. Bu türlü bir sevgi dahi kişinin imanını götürür).
46- Uzun müddet küfre hizmet etmiş ve müslümanlığa zararı dokunmuş birisini sevmek, onu desteklemek ve hakkında Allah razı olsun diye dua etmek.
47- Ölmüş bir kâfire veya İslam dinine kötülüğü dokunmuş birine “Allah rahmet eylesin” demek.
48- Kafirlerin öteden beri kendilerini müslümanlardan ayırmak için kullandıkları Haç, zünnar (v.s) gibi alâmeti küfür olan şeyleri takmak veya giymek.
49- Allah’ın ve dininin düşmanlarını taklit etmek, onların hallerini, tavırlarını kendisine örnek ittihaz etmek.
50- İbadetlerinde Cenabı Hakkın rızasından başkalarının hoşnutluğunu gözetmek ve başkalarının görmeleri için kulluk etmek.
51- Kendisi veli olmadığı halde velilik iddiasında bulunmak.
52- “Bu gün Kur’an-ı Kerimle dünya idare edilemez” demek veya diyen birine “doğru söylüyor” demek.
53- Allah’a (c.c.) peygemberimize ve peygamberlerden herhangi birine, dine veya kitaba sövmek, hakaret etmek veya söven, hakaret eden birine sevgi beslemek o anda onun yüzüne gülmek.
54- Ağıza veya göze sövmek, küfretmek.
55- Nazar değmesin diye bir şeye boncuk takmak (Allah’tan gayri bir şeyden ümit beklemek)
56- Allah dostlarından her hangi bir veli’ye düşmanlık etmek, çalışmalarını baltalamak.
57- Şeriat, dini aykırılıkları bulunmayan ve Allah’ın dinini yaymağa çalışan bir topluluğa, Kur’an’ın şeriatın öğretildiği bir müesseseye düşmanlık etmek ve onların çalışmalarını baltalamak.
58- Bir kâfirin dünyalık bir iyiliğinden dolayı cennete gireceğine kail olmak ve mesela “insanlığa bu kadar iyiliği dokunup da cennete giremiyecek olursa ben de cennet’e girmem” demek.
59- Her hangi bir sünneti ittihaz etmiş bir mü’mine “sana hiç yakışmamış” demek. (Meselâ sakal ve bıyık)
60- Hakkında nas (Ayet-Hadis) olduğu açıkça bilinen, ayrıca icma ve selefi salihiyn efendilerimizin, Şah’ı Nakşi Bendi Abdulhaliki Gucduvani, İmamı Rabbani ve daha binlerce İslam büyüklerinin kail oldukları, kabul ettikleri Rabıta hakkında ileri geri lâf etmek ve küfürdür, demek.
61- “Peygamber gelse kararımdan beni caydıramaz” demek.
62- “Bu işin inşallahı maaşallahı yok artık” demek.
63- “İşte küfrün adını günah koymuşlar. böylelerine küfür sevaptır” demek.
64- “Oruç tutup namaz kılmak neye yarar benim kalbim temiz” demek ve farzları hafife almak.
65- “İslam dini dünya işlerini geriletmiştir” demek.
66- Melaike-i kiramdan herhangi birine günah isnadında bulunmak (Hârut ve Mârut gibi)
67- Hastalanmıyan birisine: “Seni Allah unuttu” demek.
68- Gelcekten haber verdiğini iddia eden kimseyi tasdik etmek doğru söylüyor demek.
69- “Eğer bu işi ben yapmış isem kâfirim” demek.
70- Yalan olduğunu bildiği halde “Allah biliyor ki seni oğlumdan daha çok seviyorum” demek.
71- “Allahım! rahmetini bana vermekle cimrilik etme” demek.
72- “Allah’ın hiç işi kalmamışta bu gibi şeyleri mi yaratıyor” demek.
73- “Allah falan kuluna şu kadar veriyor bana ise şu kadar veriyor. Bu adalet midir” demek.
74- “Ben bu kadar iyilikte ve hayırda bulunuyorum bütün belalar yine bana geliyor. Falan kimse ise her çeşit kötülüğü yapıyor paşa gibi yaşıyor; bu nasıl adalet” demek.
75- “Cinler olacakları biliyor” demek.
76- “Eğer ahirette Allah hakkı ile hükmederse senden hakkımı alırım” demek.
77- “Falan kimse peygamber olsa idi ben iman etmezdim” demek.
78- “Eğer Adem Aleyhisselâm buğdaydan yemese idi biz eşkiya olmazdık” demek.
79- “Falan kimse peygamber olsa idi yine de yalan konuşurdu” demek.
80- Birisini döverken “dövme” denilse o da “Gökten dövme diye ses gelse yine bırakmam” demek.
81- Kur’anın Arapça olmayıp başka bir lisanla olduğunu iddia etmek.
82- Kur’anın bazı ayetlerini alaya almak ve mesela “Ben namazımı yalnız kılarım. Çünkü Allah ‘İnnessalate tenhâ’ buyurur” demek.
83- Namaz kıl diyen kimseye: “Sabret Ramazan gelsin kılarız” demek.
84- Zikirlerle alay etmek.
85- Bir günahı işlerken besmele çekmek.
86- Abdestsiz olarak bilerek namaz kılmak.
87- “Eğer Allah Cenneti bana verse, sensiz girmem” demek.
88- “Falan adamla Cennete bile girmem” demek.
89- “Falan kimse kıble olsa o tarafa yüzümü çevirmem” demek.
90- Hırıstiyan veya Yahudi, yahut başka din üzere ölenlerin azab göreceklerine inanmamak.
91- “Ramazan bitti artık namazı rafa koydum” demek.
92- Alim kıyafetine bürünüp yüksek bir yere çıkarak alay tariki ile konuşma yapmak veya böyle yapan kimsenin hareketlerine gülmek.
93- Boşanma hakkında : “Ben talak malak bilmem” demek.
94- “Hırıstiyanlık Yahudilikten daha hayırlıdır” demek.
95- Yakını ölen kimsenin. “Ey Allahım! Biz şimdi ne yapacağız sen niçin böyle yaptın” diyerek sitemde bulunmak.
96- Meşru bir sebep olmadığı halde bir kimse için “Şu adamın kanı helâldir ve mübahtır” demek.
97- “Allahü Teâlâ falan kimseyi vaktinden evvel öldürdü ve vakitsiz gitti” demek.
98- Yabancı bir kadına bakıpta : “Güzele bakmak sevaptır” demek.

99- Ahiretten bahseden kimseye . “Ordan haber veren kim? Oraya gidip gelen var mı?” demek. Günah işleyen bir kimseye “Tövbe et” denildiğinde “Ben ne yaptımda tövbe edeyim” demek.

Imam BUHÂRÎ

Imam BUHÂRÎ

(194-256/810-869)


Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri
Ebû Abdullah Muhammed b. Ismâil b. Ibrâhim b. el-Mugîre b. Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî.
Mugire b. Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi’nin araciligiyla müslüman olmustur. Bu nedenle Cûfi’ye nisbet edilmistir. Buhârî’nin babasi ve dedesi hakkinda pek bilgimiz yoktur.
Muhammed el-Buhârî, 13 sevvâl 194 h./21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü Buhara’da dogmustur. Bundan dolayi da Buhârî nisbetiyle anilmasina sebep olmustur. Buhârî, henüz bebek iken babasi vefat etmis, kardesi Ahmed’le birlikte yetim kalmistir. Annesinin terbiyesi altinda büyümüs, küçük yasta Kur’an’i ezberlemis ve Arapça ögrenmistir. Babasindan kalan servet onun hiç kimseye muhtaç olmadan ilim ögrenmesinde yararli oldu. On bir yasinda hadis ögrenmeye basladi. Onalti yasinda annesi ve kardesi Ahmed’le birlikte hacca gitti. Annesi ve kardesi Buhârâ’ya dönerken, kendisi ilim ögrenmek istegiyle Mekke’de kaldi. (210 h./825).
Onsekiz yasinda “Kitâbu Kadâya’s-Sahabe ve’t-Tâbiin” ile “et-Târîhü’l-Kebîr” adli eserlerini yazdi. ilim ögrenmek için sam’a, Misir’a, Basra’ya, Bagdat’a gitti. Bu amaçla alti yil Hicâz’da kaldi. Buhârî, hadis ögrenmek ve nakletmekle kalmadi. siirle de ilgilendi. Ancak fazla siir yazmadi. Savas sporlarina ilgi duydu, ata bindi, ok atti.
Akranlari Buhârî’den övgüyle bahsederler. Onu övenler arasinda büyük muhaddis imam Müslim’de vardir. Buna ragmen, Buhârî’nin üstünlügünü çekemeyenler fitne çikarmaktan geri kalmadilar. Buhârî’nin “Kur’an mahluktur” düsüncesini savundugunu yaydilar. Bu dedikodulardan rahatsiz olan Buhârî, memleketi Buhâra’ya gitti. Burada da rahat edemedi. Buhârâ emiri ile arasi açildi. Buhara Emiri Halid Ibn Ahmed, çocuklarina Câmiu’s-Sahîh’i ve et-Tarih’i okutmasi için Buharî’yi konagina çagirir fakat Buharî, bu teklifi kabul etmez. ilim meclIslerinin herkese açik oldugunu,isteyenin gelerek yararlanabilecegini, ilmi valinin konaginin duvarlari arasina hapsedemeyecegini bildirir. Bu olay üzerine Ahmed Ibn Hâlid, onu Buhara’dan sürer. Buhârî, Buhara’dan ayrildiktan sonra Semerkand’a gider. Hartenk köyünde bulunan akrabalarinin arasina yerlesir. Semerkand’lilar, Buhârî’den yararlanmak isterler. Bir heyet gönderip Semerkand’a gelmesi ricasinda bulunurlar. Buhârî, Semerkand’a gitmek için hazirlik yapmaya baslar ancak bu arada hastalanir ve Ramazan Bayrami gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h./31 Agustos 869). Cenazesi, bayram günü ögleden sonra kilinarak Hartenk’e defnedilir.
Imam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yetenegine sahipti. Herhangi bir seyi ezberlemesi için ona bir defa bakmasi veya onu bir defa dinlemesi yeterliydi. Bagdatlilarin ve Semerkandlilar’in O’nun zekâ seviyesini denemek için sorduklari sorular bunu göstermesi bakimindan önemlidir. Gezileri sirasinda dinlediklerini yazmamasi ve kendisine takilanlara, dinledigi bütün hadIsleri ezberden okumasi da dikkat çekicidir. O ayni zamanda çok hadis ezberlemekle de söhret bulmustu.
Ince yapiti uzun boylu idi. ihtiyarliginda çok halim selim görünüslü olmustu. Sert yaratilIsli degildi. Yumusak huyluydu. ilim konusunda çok dikkatli idi. Dayanaksiz konusmak istemezdi. Baskalari hakkinda gayet yumusak bir dil kullanirdi. Derdi ki, “Hiçbir kimseyi giybet etmemis olarak Allah (c.c)’a kavusmayi arzu ediyorum.” Rical bilgisi herkesten çok olmasina ragmen cerh ettigi (zayifligini ortaya koydugu) raviler hakkinda bile asagilayici tabirler kullanmazdi. Yalanciligi bilinen birisi için “fîhi nazar (bunda ihtilaf vardir)”, “seketû anhu (sikaligi konusunda âlimler sustular)” derdi. O’nun bir adam hakkinda en agir sözü “münkerü’l-hadis (hadisi alinmaz)” terimidir.
Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî’yi bizzat görüstügü seyhler arasinda saydiktan sonra söyle demistir: “O, sika, inanilir, akilli bir muhaddistir. Islâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur.” Bazi âlimler onun için söyle derler: “Buhârî, Allah (c.c)’nun yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir.” Necm b. el-Fazl diyor ki: “Rüyamda Rasûlullah (s.a.s.) efendimizi gördüm. Bir köyden çikmis gidiyordu ve arkasindan imam-i Buhârî de onu takip etmekteydi. O bir adim atinca Buhârî de bir adim atiyor ve ayagini Rasûlullah (s.a.s.)’in ayagini bastigi yere basiyordu. Kitabini da her bakimdan ona nisbet ediyordu.”
Buhârî ilmiyle amel eden bir insandi. Islâmî sinirlara uymada asiri derecede titizdi. Helâl ve haram konusunda duyarli idi. Hadis ilmine hizmet, bu yolla Allah (c.c.)’in rizasini, Rasûlullah (s.a.s.)’in sefaatini kazanmaktan öte bir amaç tasimiyordu. Babasindan kalan mirasi bile bu yolda harcamisti. Cömertligiyle söhret bulmustu, yardim ettiklerine Allah rizasi için elini uzatiyordu. Çok Kur’an okur, çok nafile namaz kilardi. Rivayete göre her üç günde bir Kur’an’i Kerîm’i hatmederdi. Gecenin bir kismini uykuyla geçirirdi. Sürekli geceleri uykusundan kalkip, kandilini yakar, hadis tahric ederdi. Yahut yazdiklarina isaretler koyar, üzerinde düsünürdü. Seherden önce uyanir, gece namazi kilar; sonra Kur’an’in üçte birini okurdu. Ramazanda ise terâvihten sonra Kur’an’in üçte birini okumaya devam ederdi.
Buhârî’nin kendi ifadesine göre hadis aldigi hocalarinin sayisi binden fazladir. Hadis yazdigi seyhlerine ait senetleri de bildigini, senedi zayif rivayetlere itibar etmedigini belirtir. Hocalarinin baslicalari sunlardir:
  • Ahmed b. Hanbel
  • Ali b. el-Medinî
  • Yahya b. Maîn
  • Ismail b. idris el-Medînî
  • Ishak b. Rahuyeh.
Bunlarin disinda su isimleri de görüyoruz;
  • Mekkî b. ibrahim el-Belhî
  • Muhammed b. Selam el-Bikendi
  • Ibrahim b. el-Es’as
  • Ali b. el-Hasan b. Sekîk
  • Yahya b. Yahya
  • Ibrahim b. Musa el-Hafiz
  • Süreyc b. en-Numan
  • Ebu Asim en-Nebil es-Seybânî
  • Muhammed b. Abdullah el-Ensârî
  • Abdullah b. Zübeyr el-Hamidî
  • El Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî.
Ögrencileri arasinda da en meshurlari sunlardir;
  • Ebu isa et-Tirmîzî
  • Muhammed b. Nasru’l Mervezî
  • Ibni Ebi Dâvud
  • Müslim b. Haccac ve en-Nesâi.
Câmiu’s-Sahîh; Islâm’in ilk dönemlerinde hadIslerin Kur’an’la karismasi söz konusu oldugundan hadIslerin yazilmasi yasakti. Sonralari Kur’an-i Kerîm, kitap haline getirilip, çogaltildi oria bir seyin karismasi engellendi. Sahabe nesli bütünüyle vefat etmis, Islâm ülkeleri genIslemis, degisik düsünceler ortaya çikmisti. Bu tür nedenlerle hadIslerin toplanmasinin yararli olacagina inanildi ve hadIslerin tedvinine baslandi.
HadIslerin toplanmasina Tabiun döneminde baslanmistir. imam Mâlik* (179 h./195) Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadIslerine Sahabe ve Tabiun kavillerini ekleyerek Muvatta’yi tasnif etmistir. imam Mâlik’ten sonra da hadis konusunda çalismalar yapildi. Buhârî’nin Câmiu’s-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe dayanmaktadir. Bunlarin birincisi, hocasinin kendisinden böyle bir istekte bulunmasi, ikincisi de kendisinin görmüs oldugu bir rüyadir.
Buhârî, sahih adiyla anilan ve içerisine sadece kendince sahih oldugu sabit olan hadIsleri koydugu kitabini yazmakla hükümlerin kaynaklarini bulmada önemli bir hizmeti yerine getirmistir. imam Buhârî ayrica bu eserle kendisinden önce yasamis mezhep imamlarinin dayandigi temellerin saglam oldugunu, hiç birinin kisisel görüsle fetva vermedigini ortaya koydu. Ondan sonra gelen muhaddIsler, hadis çalismalarinin sinirlarini az çok belirlemis oldular. ilim adamlari Buhârî’nin eserine büyük önem verdiler. Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya koydugu gerçekleri ve sartlari kabul ettiler, örnek aldilar. O, hadiste odak ve hareket noktasi olarak degerlendirildi.
Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandi. Eserine aldigi hadIsleri, alti yüz bin hadisin içinden seçti. Sahih hadIslerin disinda kalan diger hadIsleri eserine almadi. Eserin kabarmasini önlemek için sahih hadIslerin bile bir kismini almamistir. Câmiu’s-Sahih’te yer alan hadIslerin sayisi yedibinikiyüzyetmisbestir. Bazi hadIsler degisik kitaplarda geçmektedir. Mükerrerler çikarildiktan sonra geriye kalan hadis sayisi dört bin’dir.
Câmiu’s-Sahih’te hadIsler konularina göre kitaplara, her kitap da kendi arasinda bâblara ayrilmistir. Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen hadIslere yer verilmis, râvilerin güvenilir olmasi hususunda titiz davranilmistir. Râviler birbirine baglanarak ilk kaynaga kadar götürülmüstür. HadIsleri bazi titiz ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanlari reddetme çigirini açan Buhârî olmustur. O’ndan sonra gelen âlimler bu yoldan giderek sahih hadIsleri zayif ve uydurma olanlarindan ayirmaya devam etmIslerdir. Sahih hadis kitabi yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar titizligi ileri götüren olmamistir. Hadis kabulünde kendine has çok dar bir yolda tek olmasi onun Islâm ümmeti arasinda müstesnâ bir söhret ve güven kazanmasina sebep olmustur.
Sahih’in nerede telif edildigi hususunda degisik görüsler vardir. Buhârî, hadis almak için gittigi her yerde eserini telife çalismistir. Hayati seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanin onalti yillik çalismasinin mahsulü olan bu eserin telifini bir yere baglamak mümkün degildir.
Câmiu’s-Sahih’te yer alan kitap (bölüm) sayisi doksanyedi, bâblarin sayisi üçbindört yüzelli kadardir. Üç râvili hadIslerin sayisi da yirmi ikidir. Degisik senetle gelen hadIsler Sahih’te yer almaktadir. Ancak ayni senet ve ayni metinle birden fazla yerde zikredilen hadIslerin sayisi yirmi üç kadardir. Kur’an’dan sonra ana kaynak olan Buhârî’nin Sahih’i ile Müslim’in eserine Sahih adi verilmektedir. ikisine birden “Sahihayn ” denilir. Diger dört hadis kitabina da “Sünen “, alti hadis kitabinin tümüne birden “Kütübü Sitte” denilmektedir.
Buhârî’nin bu eserine ait bir çok serh yazilmis ve üzerinde çalismalar yapilmistir. En meshur serhleri, Aynî’nin Umdetu’l-Kari, Askalani’nin Fethu’l-Barî ve Kirmâni’nin Kevâkibü’d-Derârî, adli eserleridir.
Câmiu’s-Sahih disinda, su eserleri vardir:
  • Tarihu’l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir. Sahasinda ilk yazilanlardandir. Buhârî bunu henüz onsekiz yasinda iken Rasûlullah (s.a.s.)’in kabri basinda mehtapli gecelerde yazmistir. Haydarabad’ta 1941-1954 tarihlerinde dört cilt,1959-1963 tarihlerinde üç cilt halinde basilmistir.
  • Târihu’l-Evsât: Tarihu’l Kebir’in kisaltilmisidir. Bazi yazma nüshalari mevcuttur. Ibni Hacer Tehzibû’t-Tehzib isimli eserinde bundan nakiller yapmistir.
  • Tarihu’s-Sagîr: Tarihu’l Kebir’in bir özetidir. 1325 yilinda Zuafâü’s-Sagîr ile birlikte Hindistan’da basilmistir. Kitâbu Zuafâü’s-Sagîr: Zayif ravilerin hallerinden bahseder. Hindistan’da 1323 ve 1326 tarihlerinde basilmistir.
  • Et-Tarihu fi Ma’rifeti Ruvati’l-Hadîs ve Nükâti’l Âsâr ve’s Sünen ve Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir risâledir.
  • Eet-Tevârîhu’l Ensâb: Bazi sahIslarin özel hallerinden bahseder.
  • Kitâbu’l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir eserdir. Haydarabad’ta 1360 yilinda basilmistir.
  • Edebü’l-Müfred: Ahlâk hadIslerini toplayan bir eserdir. istanbul’da 1306, Kahire’de 1346, Hindistan’da 1304 yillarinda basilmistir.
  • Refu’l-Yedeyn fi’s-Salati: Namazda el kaldirmakla ilgili bir risâledir. Kalküta’da 1257, Delhi’de 1299 yillarinda yayinlanmistir.
  • Kitâbu’l-Kiraati Halfe’l-imam: Namazda imamin arkasinda okuma hakkinda yazilmis bir risâledir.
  • Hayrü’l Kelâm fi Kiraati Halfi’l Imam adiyla Orduca çevirisi ile beraber 1299′da Delhi’de, ayrica 1320′de Kahire’de basilmistir.
  • Halku’l-Ef’ali’l-ibâd ve’r-Redd Ale’l Cehmiyye: Cehmiyye mezhebinin görüslerini reddeden bir kitaptir. 1306′da Delhi’de basilmistir.
  • El-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazilmis bir eserdir.
  • Abarü’s Sifat: HadIsle ilgili bir eserdir ve bazi kütüphanelerde yazma nüshalari mevcuttur.
. Bunlardan baska kimi kaynaklarda Buhârî’ye ait oldugu zikredilen su kitaplarin ismini de görmek mümkün:
  • Birri’l Valideyn
  • El-Camiu’l Kebir
  • Et-Tefsirü’l Kebir
  • Kitabü’l Hibe
  • Kitabü’l Esribe
  • Kitabu’l Mebsut
  • Kitabü’l ilel
  • Kitabü’l-Fevâid
  • Esamü’s Sahâbe
  • Kitabu’d-Duâfa
  • El-Müsnedü’l-Kebir
  • Sülâsiyyât.

İbrahim Bin Edhem ve Ceylan

İbrahim bin Edhem, önceleri Belh’te saltanat ve debdebeye düşkün bir hükümdardı. Onu bu düşkünlükten kurtarıp ahiretini de ihya edebilmesi için, devrin arif ve sûfîlerinden zaman zaman kendisine ibretli îkâzlar yapılıyordu. Nitekim meşhur rivayete göre bir gece sarayının damında birtakım acaip gürültüler duymuş, uyuyamayıp merakla seslenmişti:
“- Orada ne yapıyorsunuz?”
Garip bir cevap verildi:
“- Devemizi kaybettik, onu arıyoruz!”
İbrahim bin Edhem kızdı:
“- Damda deve aranır mı hiç?”
Bu seferki cevap ise pek manidar ve ibretli idi:
“- Ey İbrahim! Damda deve aranmayacağını biliyorsun da, şu yaşadığın dünyevî şatafat ve debdebe içinde ebedî saadetin aranamayacağını niçin düşünmüyorsun?”
Diğer ibretli îkâzlara nazaran bu sözler, İbrahim bin Edhem’e bir hayli tesir etti. Ancak bir müddet sonra bunu da unuttuğundan hâlinde herhangi bir değişiklik görülmedi.
Günler böylece gelip geçerken İbrahim bin Edhem, birgün maiyyetiyle birlikte ceylan avına çıktı. Bir ara maiyyetinden ayrıldı. Pür-dikkat iyi bir av arıyordu ki, kulağına “Uyan!” diye bir ses geldi. Pek aldırmadı. Aynı ses bir daha tekrarlandı, sonra bir daha… Sonra her taraftan benzer sesler duymaya başladı. Sesler:
“- Ölüm seni uyandırmadan sen kendin uyan!” diyordu.
İbrahim bin Edhem hem şaşırdı hem de korktu. Ancak o sırada karşısına güzel bir ceylan çıktı. Bunun üzerine İbrahim bin Edhem o nazlı hayvanı avlama heyecanına düştü. Biraz evvel duyduğu sözleri unutup sadağından bir ok çıkardı ve yayına sürdü. Nişan aldı. Tam oku fırlatacaktı ki, nazlı ceylan gözlerini İbrahim bin Edhem’e dikip dile geldi:
“- Ey İbrahim! Rahman olan Allah, beni avlayasın diye mi seni yarattı?”
İbrahim bin Edhem baştan ayağa titredi. Gözleri bulut bulut oldu, atından atlayıp secdeye kapandı; tevbe etti. Cenâb-ı Hakk’a yalvardı:
“Ey lutf u keremi sonsuz olan Allah’ım! Benim hâlime de nazar kıl! Nice zamandır debdebe içinde ömür nefeslerimi zâyî etmişim… Ey Allah’ım! Lutfunla gönlümü yıka; kalbimde muhabbetinden başka bir şey bırakma!”
Artık İbrahim bin Edhem, gözlerini bambaşka bir âleme açmış, ilâhî bir iklîmin temaşasına dalmıştı. İşte bu temaşa, ondaki diğer güzellik telâkkilerini tamamen silivermişti. Böylece her sabah ihtimamla giydiği saltanat elbiseleri ve göğsünü kabartan Belh sultanlığı, artık gönlünde bütün ihtişam ve süsünü, hâsılı bütün ehemmiyetini kaybetti ve gözüne iğreti görünmeye başladı.
Bu halet içinde gözleri tevbe yaşlarıyla nemli, yüreği nedamet ateşleriyle yanık olan İbrâhim bin Edhem, sahralara doğru yola koyuldu. Hayli yürümüştü ki, bir çobana rastladı. Derhal yanına vardı ve kendi libâsına mukabil onun abasını alıp üstüne geçirdi. O anda gönlünde büyük bir rahatlık hissetti. Çoban ise bu hâl karşısında şaşkına dönmüştü. İçinden: «Pâhişâhımız herhalde aklını yitirmiş olmalı…” diyordu. Oysa İbrahim bin Edhem aklını yitirmemiş. bilâkis aklı başına gelmişti. O, ceylan avına çıkmış, ancak Allah Teâlâ onu bir ceylan ile uyandırmıştı…

TESBİH NAMAZININ KILINIŞI

TESBİH NAMAZININ KILINIŞI

Tesbih namazı 4 rek’attir. Bu namazda 300 defa şu tesbih okunur:

“Sübhânellâhi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vellâhü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azıym.”

Bu tesbih, namaz içinde şöyle okunur:

• 15 kere Sübhâneke’den sonra (Fâtiha ve zamm-ı sûreden önce),

• 10 defa Eûzü Besmele, Fâtiha ve zamm-ı sûreden sonra,

• 10 defa Rükûda,

• 10 defa Rükûdan kalkınca ayakta (kavmede),

• 10 defa Birinci secdede,

• 10 defa İki secde arasındaki oturmada (celsede),

• 10 defa İkinci secdede,

Birinci rek’atte okunan bu tesbihlerin adedi 75′tir. İkinci rek’atte aynı sıralama ile yine 75 defa okunur. Üçüncü ve dördüncü rek’atler de böyle kılınır. (3)

Bütün namazlarda olduğu gibi, tesbih namazında da, Kur’an’dan bir şey okunacağı zaman, Kur’ân-ı Kerim’in herhangi bir yerinden okumak mümkündür. “Şu sure okunmaz veya mutlaka şu sureyi okumak gerekir” diye bir şart yoktur. Ancak İbn Abbas’a (r.a.), “Bu namaz için belirlenmiş bir sûre biliyor musun?” diye sorulunca, “Evet, et-Tekâsür, el-Asr, el-Kâfirûn, ve el-İhlâs” diye cevap vermiştir.(4)

***

Tesbih Namazı, kılınması teşvik edilmiş bir namazdır. Bunu alışkanlık haline getirmek müstehaptır. Tembelllik etmemek lâzımdır.

Kılmasını bilmeyenlerin de istifade etmesi, öğrenmeleri maksadıyla cemaatle de kılınabilir. Cemaatle kılınırsa imam olacak kimse bu namazı kılmayı evvela nezreder ve namazı kıldırırken kıraatı ve tesbihleri her yerde cehrî (sesli) okur. Cemaat ise sükut eder, dinler. (5)

Tesbih namazında yanılma olursa, sehiv secdesinde bu ilave tesbihlerin okunması gerekmez. Namaz kılan aklında bu tesbihlerin sayılarını tutabiliyorsa, bastırarak da olsa parmakları ile saymaz.