11 Mayıs 2011 Çarşamba

EDEP HÜRMET SAYGI

‘’ Kategorisi için Arşiv

BÜYÜKLERE HÜRMET

BÜYÜKLERE HÜRMET

Islâmda büyüklere karsi saygi, küçüklere karsi sevgi bir esâstir. Bu esas, âile arasinda bir kat daha mühimdir.

Anaya-babaya pek ziyâde hürmet lâzimdir. Bunlari adlari ile çagirmak edebe aykiridir. Bir kadinin kocasini adi ile çagirmasi da edebe aykiri oldugundan mekruhtur.

Bir hadîs-i serîfin mânâsi söyledir: Bir genç, bir ihtiyâra sâdece yasindan dolayi hürmet etti mi, Allâh da ona bir mükâfât olmak üzere, ihtiyârligi zamaninda hürmet edecek bir kimseyi muhakkak yaratir.

Büyükler için ayaga kalkmak, bir hürmet alâmetidir. Bir toplantiya gelenler için ayaga kalkilmasi âdet olan yerlerde, kalkmak müstehaptir. Böyle yapilmazsa, soguklar nefrete yol açilmis olabilir.

Müslümanlar, âlimlerin, takva sâhibi kimselerin ellerini sevgi ve saygi göstermek niyetiyle öperler, onlarla musâfahada bulunurlar. Bunlardan baska büyüklerin ellerini dindârliklarina saygi ve ikrâm için öpmek de câizdir. Fakat dünyâya âit bir maksad için öpmek mekruhtur.

Bir müslümanin, baskasi ile karsilastigi zaman kendi elini öpmesi tahrîmen mekruhtur. (F-29

Bu güzel yazıyı bize gönderen degerli ŞERİFE ŞEVVAL KARDELEN hocamizdan Allah razı olsun,Sizlerinde dualarını bekleriz.

www.yukarikayalar.wordpress.com

Beşerî ilişkilerimizde edep



Her şeyi mahşer adına yaşadığımız ne kadar da kendini gösteriyor, değil mi? Mahşere ne çok malzeme çıkarıyoruz? Yığınla! İnsanlar arası ağız bozukluğundan el bozukluğuna, hakaretlerden haksızlıklara, nezaketten saygıya her şey, ama her şey mahşer için bulunmaz malzemeler teşkil ediyor.
Birisi sana sövdüğü zaman, cevap vermezsen, mahşerde alacaklı olursun. Şeytan itekler ve bir fazlasıyla sövgüsünü iade edersen, bir iki de patlatırsan, bu defa mahşerde o alacaklı olur, çünkü sen bire bir söylemedin, hem bir fazla söyledin, hem de vurdun. Her iki halde de mahşerliksin. Ancak bire bir söylersen, hakkını mahşere bırakmadan almış olursun. Fakat bu defa da sövmekle ilgili yasak karşımıza çıkar.
Müslümanın Müslümana sövmesi haramdır. İster ilk saldırı niteliğinde, ister cevap niteliğinde, fark etmez, her ikisi de haramdır. Eğer ilk saldırı niteliğinde olursa günahı “kebâir” derecesine çıkar. Peygamber Efendimiz (asm) Müslümanlığı şöyle tanımlıyor: “Müslüman, Müslümanın elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”1
Konuyu açıklayan hadislerden bazılarını buraya alalım:
* “Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla sövme.”2
* “ALLAH’ın mü’min kulu kızdığında zulmetmez. Sevdiği kişi için günaha girmez. Kendisine emanet edilen şeyi zayi etmez. Haset etmez. Başkasının şerefini lekelemez. Etrafına sövüp saymaz. Şahidi bulunmasa da, üzerindeki hakkı itiraf eder. Başkasına kötü lakap takmaz. Başkalarının kusurlarını biriktirip intikam alma yoluna gitmez. Yapmak istediği bir hayırlı işe cimrilik mâni olmaz. Öğrenmek için insanlarla haşir neşir olur. Meseleleri kavramak için insanlarla konuşur. Zulüm ve haksızlık gördüğünde, Rahman olan ALLAH bizzat intikamını alıncaya kadar sabreder.”3
* “Dikkat ediniz! Mü’mini öldürmek kâfirlerin vasfıdır. Mü’mine sövmek fâsıkların vasfıdır. Bir mü’minin, kardeşini üç günden fazla konuşmayarak terk etmesi helâl değildir.”4
* “Müslümanı öldürmek kâfire yakışır. Müslüman’a sövmek günahtır.”5
* “Bir kişinin Müslümanın şerefine dil uzatması büyük günahlardandır. Bir sövmeye iki sövme ile karşılık vermek büyük günahlardandır.”6
* “Birbiriyle sövüşen iki kimsenin söyledikleri şeylerin günahı, kendisine sövülen haddi aşmadığı sürece ilk sövmeye başlayan kimse üzerinedir.”7
Hadislerden anladığımızı özetleyecek olursak: Haddi aşmak yok. Yani;
1- Sövmeyi başlatan taraf olmamalıyız.
2- Karşı taraf sövmeyi başlatan taraf olursa, mümkünse sabretmeli ve onun seviyesine inmemeli. ALLAH’a havale etmeli. ALLAH’ın adaletinin hak olduğunu unutmamalı.
3- Karşılık vermediğimizde, karşı tarafın pişman olacağı ve özür dileyeceği hesaba katılmalı. Bu durumda onun işi bizim elimizde olacaktır. Eğer onu affedersek, mahşerde karşımıza çıkmaktan onu kurtarmış oluruz. Eğer hakkımızı helâl etmez isek, özür dilemiş olsa bile hakkımızı bir gün muhakkak alırız. Veya biz bilmesek de, ALLAH (cc) bizim hakkımızı ondan alır. Bize de barışı bozmamak için başardığımız istikametten ve vakardan dolayı sevap ve rızasını lütfeder.
4- Eğer kendimize hâkim olamamış isek, bu defa bir fazlasıyla değil—çünkü bu zulme girer—aynıyla iade etmekten öteye geçmemeli.
5- Tam bu esnada şeytanın çok şiddetli telkinleri kulaklarımızda yankılanır. Şeytan gözümüzü karartır. Zulmetmekten ALLAH’a sığınmalıyız.
6- Halkın tahrikleri ile şeytanın telkinleri ne acıdır ki, bu noktada birleşmektedir. Asla, asla, asla kulak vermemeliyiz.
Eğer kötü sözü veya dil belâsını başlatan taraf karşı tarafsa, aynıyla iade hakkımız var. Fakat bu durumda da bu meseleden mahşere bir hak kalmadığını, çünkü kötü sözünü kendisine aynıyla iade etmek sûretiyle hakkımızı aldığımızı unutmamalıyız.
Dipnotlar:
1- Riyâzü’s-Sâlihîn, 211.
2- Câmiü’s-Sağîr, 1/66.
3- Câmiü’s-Sağîr, 2/1375.
4- Câmiü’s-Sağîr, 2/1435.
5- Câmiü’s-Sağîr, 3/2912.
6- Câmiü’s-Sağîr, 3/3491.
7- Müslim, Birr: 68.

www.yukarikayalar.wordpress.com
www.yukarikayalar.wordpress.com

Bu gidişle, utanmaktan utanan bir nesil gelecek!

Utanmıyorsan, dilediğini yap!” ikazını, bütün büyükler tekrarlamışlardır. Çünkü insanın en güzel süsü, utancından dolayı, yüzünün kızarmasıdır. Efendimiz de (s.a.v); “
Hayâ imandandır” buyurmuştur. 
İnsan, utanma duygusunu doğuştan getirir ama imanla korur ve geliştirir. Bütün güzellikler gibi, utanmanın, iffetin, hayânın da kaynağı imandır ve bu sebeple de kadın erkek herkesin asıl değeri, doğru bir biçimde Allah’a(c.c.) ve ahirete inanmaktadır. 
İslam imanı, bütün mensuplarını iffete ve edebe çağırır.
Allah(c.c.) tarafından her an görüldüğünü ve gözetildiğini bilen bir insan, yaptıklarından hesap vereceğini de bildiği için elbette ki kendisi için çizilmiş sınırlara uyar; nerede durması gerektiğini, nerede serbest olduğunu hep hesaba katar. Çünkü dünya hayatının sonunda kurulacak olan en büyük mahkemede, her halinden dolayı sorgulanacak ve en küçük iyiliğinin de, en küçük kötülüğünün de karşılığını mutlaka görecektir.
O, Allah’ın(c.c) kendisini gördüğünü bilmez mi?” (Alak / 14) 
Şüphesiz Allah(c.c.), sizin üzerinizde her şeyi görüp gözetendir.” (Nisa / 1) 
Nerede olursanız, O sizinle beraberdir.” (Hadid / 4)Görürcesine bir Allah(c.c.) imanı ve Allah (c.c.)tarafından görüldüğüne kesin olarak inanmak, iffetli olmayı doğurur. Böyle bir mü’min, sürekli Cenab-ı Hakk’ın nazarına muhatap olması itibariyle hayâda, iffette, edepte derinleşir, kesintisiz bir temkin üzere yaşar.
Güzeller Güzeli (sav) şöyle buyurur: “
Allah’a(c.c.) karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a(c.c.) karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına alsın. Ölüm ve çürümeyi de hatırından uzak tutmasın. Ahireti dileyen, dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır… İşte, kim böyle davranırsa, o Allah’tan(c.c.) hakkıyla hayâ etmiş sayılır.” Ayıplanan şeye düşme korkusuyla, insanda hâsıl olan değişim, durum ve tavır, hayâdır. 
İnsan bu duygusuyla, kötülüklerden ve çirkinliklerden uzak durur.
Tabii ki hayâ, kadın erkek her mümin içindir. Ancak yapı ve yaratılışları gereği, kadınlara daha da yakışan bir güzelliktir. Ebu Said el-Hudri der ki: “
Resulullah (sav) çadırdaki bakire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoş olmayan bir şey görmüşse, biz bunu yüzünden hemen anlardık.” (Kütüb-i Sitte, c.17, s.609–611) 
Efendimiz, hayâyı ahlakımızın özü olarak tarif etmiştir: “
Her dinin kendine has bir ahlakı vardır. İslam’ın ahlakı ise hayâdır.” Hayâ, sadece kadınlara mahsus değildir. Mesela Hz. Osman (ra), hayâ timsali olarak tanınmış bir mübarek zat idi.
Hayânın en önemli sonucu, fevkalade iffetli, edepli ve namuslu olmaktır.
Kutsal’ın olmadığı yerde, utanmak; utanmanın olmadığı yerde de, iffet, edep, hayâ barınamıyor. Laikçi bir bakış açısından, sağlam bir ahlak, edep, hayâ, iffet anlayışı doğmuyor.
İşte bu yüzden, ülkemizdeki din eğitiminin perişanlığına bakarak, Rahmetli Necip Fazıl, bundan yarım asır önce, “
Bu gidişle, utanmaktan utanan bir nesil gelecek!” demişti. Vehbi Vakkasoğlu
 
HAYA ve EDEB (cok önemli Bir konu )
“Bu güzel duygu, biri fıtrî, diğeri dinî olmâk üzere iki türü kapsamaktadır. Fıtri olan, halk yanında açılması haram olan yerleri açmamak gibi şeyler olup, dinîsi, halk ve Halık huzurunda edeb ve hürmet müntehi olur. Fahri âlem efendimiz, “Haya imandan bir şubedir” buyurdular.“Utanmıyorsan dilediğini yap” nebevi hadisi de varid olmuştur ki, hikmetle damgalanmış bu hadis dünya ve içindekileri değer icazla düzenlenmiş bir kelâmdır. İmam Ali -Allah onun yüzünü keremli kılsın ve ondan razı olsun-, “Bir kimse haya elbisesini giyinse, yani hayayı kendisine prensip edinse halk o kimsenin ayıbını göremez” buyurdular. Gerçekten de haya öyle onur ve şeref verici bir elbisedir ki, onu giyinenler ayıp ve eksikliklerini örtmekle birlikte herkes tarafından saygı ve ikram görürler. Haya elbisesini giyinmeyen kimseler ise ne kadar haysiyetli ve itibarlı olursa olsunlar kendilerinden aşağı kimselerden bile hakaret görürler. Haya özellikle kadınlar için çok gereklidir. Çünkü sahip oldukları yüz güzelliği bir kat daha artırır. Hatta Aristotales, “Kadınlarda en çok sevilecek şey nedir?” sorusuna “Yüzlerinde hayadan dolayı ortaya çıkan kırmızılık” cevabını vermişti.
Haya sırf hayır ve hayra vesiledir. Buna karşılık hayasızlık ve çirkin söz de şer ve şerre götürücüdür. Allah Rasulü -salat ve selam ona ve âline olsun- “Haya ile sükut iman ağacının iki dalı, çirkin söz ile beyan da münafıklığın iki budağıdır” buyurarak bu gerçeği ifade etmiştir.
İmam Maverdî hayayı üç kısma ayırır: “1- Allah’tan utanmak, 2- İnsanlardan utanmak, 3- Kendi nefsinden utanmak.”
Maverdî, Allah’tan utanmayı şöyle tanımlar: “O’nun emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmaktır.”
Rasûlullah (s.a.s), bir gün ashaba, “Allah’tan gerektiği gibi haya ediniz” demişti. Onlar, “Yâ Rasulallah, Allah’a hamd olsun, haya ediyoruz” cevabını vermeleri üzerine, “Gerçek haya o değildir. Fakat gerçek anlamda Hakk’tan haya eden başını (baçtaki duyu organlarını) ve başın(içindeki düşüncelerini) korusun, karnını ve karnının ihtiva ettiğini (yeme ve içmesini) kontrol etsin, ölümü ve musibetleri hatırlasın, âhireti isteyen dünya hayatının süsünü terketsin, böyle yapanlar Allah’tan hakkıyla haya etmiş olurlar” buyurmuştur.
Rivâyete göre Alkame b. Ulase, “Ya Rasulallah, bana nasihat et” deyince Hz. Peygamber (s.a.s)“Kavminin etkileyici kişilerinden utandığın gibi Allah’tan da utan” buyurmuştur. Allah, bütün yaratıklan sürekli görüp gözetlemektedir. Kur’ân’da “Allah’ın gördüğünü bilmiyor mu?” (el-Alak, 96/16) buyurulmuş,
Rasulullah (s.a.s) de ünlü Cibril hadisinde, ihsanı, Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek olarak tanımlamış ve eklemiştir: “Sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyordur” Şüphesiz Allah’ın kendisini gördüğünün bilincinde olan bir kimse O’ndan utanır, O’nun emir ve yasaklarına karşı gelemez. Kuşeyrî, “Ândolsun kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbi’nin doğruyu gösteren delilini görmeseydi, Yusuf da onu arzu etmişti” (Yusuf, 12/24) âyetinin tefsirinde şöyle bir kıssa anlatıldığını nakleder: “Zeliha evinin bir köşesinde bulunan putun üzerini örtmüş (sonra hadi demiş), fakat Yusuf (a.s) sormuştu; “Şu yaptığın işin manası nedir?” Zeliha, “Puttan utanıyorum”deyince Yusuf, “senin puttan utandığından ziyade ben Hak Teâlâ’dan utanmaktayım” demişti.
Allah’a karşı olan hayası, Yusuf (a.s)’ı fuhuş ve kötülükten korumuştur. Gerçekten de haya, özellikle Allah’tan utanma duygusu dinin kuvvetinden ve imanın sağlamlığından ileri gelmektedir. O nedenle Allah Rasûlü, “Haya’nın azlığı küfürdür” ve “Haya imandandır” (Buharî, İman, 16; Müslim İman, 57-59) buyurmuştur. 
Allah’tan gereği gibi utanmamak, haya duygusunun azlığı Allah’ın emirlerine muhalefet sonucunu doğurduğu için giderek insanı küfre kadar götürebilecek tehlikeli bir yoldur. Bir başka hadisinde de Rasulullah şöyle buyurarak, iman ile hayanın ilişkisini ortaya koymuştur: “Haya, imanın nizamıdır. Bir şeyin nizamı bozulunca parçaları darma dağın olur her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm’ın ahlâkı da haya’dır” (İbn Mâce, Zühd, 17).
Maverdî, hayanın ikinci kısmı olarak ifade ettiği insanlardan utanmayı da şöyle tanımlar: “Kişinin insanlardan utanması ise, insanlara ezâ ve açıktan açığa kötülük etmemesidir.” Nitekim Rasûlullah (s.a.s) “Allah’tan sakınan, insanlardan da sakınır” buyurmuştur.
Maverdî’ye göre kişinin kendi nefsinden utanması, haya etmesi ise, iffetli olması ve yalnızlığında günahlardan sakınmasıdır. Hayanın bu kısmı, nefsin erdemlerinden ve ahlâkın güzelliğinden ileri gelmektedir. O halde insanın hayası bu üç yönden tam olursa onun hayır nedenleri de tam ve kötülük nedenleri kendinden uzaklaşmış olur. Kuşeyrî, hayanın bir çok çeşidinden söz etmiştir. Maverdî’nin tasnifinden tamamen farklı olan bu bölümleme de şöyle: Cinayet (günah işlemek) hayası: Adem (a.s) bunun örneğidir. Hz. Adem, “Benden firar mı ediyorsun?” denilince, “Hayır, tersine senden haya ediyorum” cevabını vermişti.
Kusur hayası: “Seni tesbih ve tenzih ederiz, sana hakkıyla ibadet edemedik” diyen meleklerin hayası gibi.
Ta’zim (iclâl) hayası: Aziz ve celil olan Allah’tan haya ettiği için kanadını kapayan İsrafil (a.s)’in hayası gibi.
Kerem hayası: Ümmetinden haya ettiği için “evden çıkın” diyemeyen Rasûlullah’ın (s.a.s) hayası gibi. Aziz ve Celil olan Allah bu konuda, “Ey mü’minler, Peygamber’in evlerine yemeğe çağrılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat davet edilirseniz girin ve yemeği yiyince dağılın, söze dalmayın. Bu haliniz Peygamber’i üzüyor, fakat o size bir şey söylemekten utanıyordu. Ama Allah gerçeği söylemekten utanmaz” (el-Ahzab, 33/53) buyurmuştur.
Haşmet hayası: Hazreti Ali’nin hayası gibi. Hazreti Afi, kızı Fatıma ise evli olduğu için mezinin çıkmasının dini hükmünü Rasûlüllah’a soramamış ve bunu sormasını Mikdat bin Esved’den rica etmişti.
Hakir görme (istihkar) hayası: Musa (a.s)’ın hayası gibi. Hazreti Musa,
“Dünyevi bir ihtiyacım zuhur ediyor, fakat bunu izale etmesini Rabbımdan dilemekten haya ediyorum” demiş; yüce Allah da ona, “Hamurunun tuzuna ve koyununun otuna varıncaya kadar her şeyi benden iste” buyurmuştu.
Nimet hayası: Bu, Rab Teâlâ’nın hayasıdır. Sırat (köprüsünü) geçen kula mühürlü bir mektup verir, kul açar bakar ki içinde, “Sen yaptığını (ve yapmak istediğini) yaptın, fakat ben bu konuda aleyhinde bir açıklama yapmaktan haya ettim, hadi (Cennete) git, affıma mazhar olduğun hususunda şüphen kalmasın” ibaresi yazılıdır” (Kuşeyrî Risalesi, s. 314-315).
Cüneyd’e “Rabbım ne ile buldun?” diye sorarlar; şöyle der: “Azametini hatırlar, O’ndan haya eder ve günahtan kaçınırım” Bu, insanın Allah’ı kendisine yakın bilerek günah işlemekten haya etmesi, marifet sahibi olduğunun alâmetidir demeye gelir. İbn Ata da, “En büyük ilim heybet ve hayadır. (Bir kimsenin kalbinden) heybet ve haya (duygusu) gitti mi, artık onda hayır kalmaz” demiştir. Haya ile ilgili olarak Sırrıyyu’s-Sakatî’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Haya ve üns kalbin kapısını çalarlar, eğer burada zühd ve verâ’ bulursa konaklarlar, aksi takdirde geçip giderler.”
“Haya Allah’ın nimetlerini görmektir, ibadet ve ameldeki kusurları görmektir. Bu iki görüş arasından bir hal doğar ve ona haya adı verilir.”

Yaşlılar, Gençlere ALLÂH’ın Birer Emânetidir

İnsanın yanında bulunan gerek ebeveyni ve gerekse diğer yakını olan ihtiyarlar, Allâh’ın ona birer emânetidir…

Onun için birer imtihan vâsıtası, rızkının genişleme sebebidir…

Kezâ, bir takım belâ ve musîbetlerin def‘ine vesîledir.

O bakımdan bu mübârek ihtiyarların varlıklarıyla sıkılmak, ölümlerini arzu etmek çok büyük bir vicdansızlık ve pek büyük bir vebâldir. Hele hele kendilerini evlâtlarının hayatına fedâ eden anne ve babanın ölümlerini arzu etmenin, onlardan kurtulmaya çalışmanın çirkinliği, aklı başında hiçbir insana yakışmayacak şekilde âşikârdır. Zira yaşlıların ölümünü arzulayan her genç de, şayet ömrü varsa, mutlaka ihtiyarlayacaktır. Dolayısıyla, Her amel kendi cinsinden bir şeyle karşılık görür kâidesi gereğince, anne-baba başta olmak üzere, hiç şüphesiz yaşlılara hürmet etmeyene, evlâdı da, diğer gençler de hürmet etmeyecektir. Buna mukabil anne-baba ve sair ihtiyarlara hürmet edip hizmet veren kimse de, ihtiyarlığında mutlaka bunun karşılığını görecektir. Nitekim, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyururlar:

Herhangi bir genç, yaşından dolayı bir ihtiyara hürmet ederse, Hazret-i Allah da, yaşlılığında ona hizmet edecek kimseler halk eder.” (Riyâzu’s-Sâlihîn, 1, 391)

Binâenaleyh, büyüklerine saygı göstermeyen, yaşlı-düşkün ve bakıma muhtaç olanlarla ilgilenmeyen kişiler, Allah indinde de, cemiyet nezdinde de mes‘ûliyetten kurtulamazlar. Şefkat ve merhametten mahrûm olan bu kimseler, ayrıca uhrevî cezâ ve azâba da dûçâr olacaklardır.

İşte hem insanlık, hem de Müslümanlığın îcâbı şudur ki;

- Yaşlılara saygı göstermeli, yufka yüreklerini rencide etmemeli…

– Yaşlılıktan dolayı vukû bulacak birtakım hata ve muvâzenesizlikleri musâmaha ile karşılamalı…

– Onları birer emânet olarak kabul edip haklarına riâyetkâr olmalıdır.

Böyle davranan, böyle düşünen âilelerde ve cemiyetlerde huzur olur, hayır ve bereket bulunur. Nitekim Resûlüllah Efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Düşkünleri görüp gözetiniz; zira siz, ancak düşkünleriniz sayesinde yardım görür ve rızıklandırılırsınız.” (R. Sâlihîn, 1, 314) Bir başka rivâyette ise“Beli bükülmüş ihtiyarlar, süt emen bebekler ve otlayan hayvanlar olmasa idi, başınıza büyük azap gelecek ve sel gibi belâlar akacaktı.” (Keşfü’l-Hafâ 2, 212)

Ne mutlu Müslüman olarak saçı-sakalı ağaran, beli kamburlaşıp ihtiyarlayan insanlara… Ve ne mutlu, yaşlılarının kadr u kıymetini bilip hukûkuna riâyet ederek onlara saygı ve sevgi ile muâmele eden gençlere…

***

FIKRA
SAÇLARI BEYAZ, SAKALI SİYAH

Fransız imparatorlarından IV. Henrisaçları beyazlamış, ama sakalları siyah bir köylü ile karşılaşınca, şaşkın şaşkın bakmış!.. Sonra da, bunun sebebini sormuş. Köylü ne cevap verse beğenirsiniz:

— Çünkü, demişsaçım sakalımdan yirmi yaş büyüktür haşmetmeâb.


Peygamberimizin (s.a.v) Yeme Icme Adabi

Allah, insani adeta butun varliklarin merkezine yerlestirmis. Canli ve cansiz her seyi onun etrafinda pervane etmis. Insanlik aleminin merkezine de rizki koymus.
Bu temel olcuyle, yeme icme adabinin ana hatlari ortaya cikar. O da, istifade edecegimiz bir nimeti, elimize aldigimiz bir rizki Allah’in adiyla yemeye baslamak; nimete saygili olmak, tasidigi sanat incelikleri uzerinde tefekkur, yedikten sonra da Allah’a hamd etmektir.
Ikinci onemli adabi, yeyip ictiklerimizin helalden olmasidir. Bu da hem dinen kullanimi yasak olmamasi, hem de hakkimiz olmasina baglidir. Islamî usullerle kesilmemis hayvan eti, domuz ve diger yenmeyen canlilardan beslenmek ve sarap icmek yasak olanlara ornektir.
Hz. Peygamber, gunde iki kere yemek yerdi. Az yemeyi tavsiye ederdi. Haram olan yiyecek ve icecekler haric, diger yiyecekleri yerdi. Sadece et veya sadece sebze yemek gibi tek yonlu beslenmezdi. 
Bazi yemekleri daha cok sevse de, hicbir yemek icin “sevmiyorum” ifadesini kullanmazdi
[Yani:cogumuzun bazi yemekler icin dedigini demezdi]
Yemek davetlerine katilirdi
.[Yani:davetlere icabet eder,bizler gibi mazeret beyan etmezdi.]
Yemege baslamadan once ve yemekten sonra ellerini yikardi.
[Yani:bizler gibi ellerinin her zaman temiz oldugunu dusunmezdi]
Besmele ile baslar, uygun ve kisa bir dua ile bitirirdi.
[Yani:Bizler gibi sukursuz bir sekilde yemeyip; insan olmanin verdigi sorumlulukla Rabbine sukrederdi.]
Sag eliyle yerdi. Sol eliyle yiyenleri ikaz ederdi. Ortaya konulmus yemegin, kendi onune gelen kismindan yerdi. Yemek yerken saga, sola dayanmaz, yaslanarak yenilmemesini tavsiye ederdi. Yuzu koyun uzanarak yemek yemeyi yasaklardi. Yemegin israf edilmesini menederdi.
[Yani:bizler gibi yemegin dibini asla birakmaz,tam aksine ekmekle sunnetler, ekmek kirintilarini toplar ve parmaklarini bile yalardi.]
Sogan, sarimsak gibi kokusu baskalarini rahatsiz eden yiyecekleri yedikten sonra toplum icine girmeyi hos karsilamazdi.
[Yani:Bizler gibi dusuncesizlik etmez,pis kokan bir seyi yemeden once defalarca dusunur "acaba birisi rahatsiz olur mu" diye dusunur; bazen sevdigi bir seyi bile yemezdi.]
Yemege ve suya uflemeyi yasaklardi. Yemegin cok sicak yenmemesi gerektigini soylerdi. Yemek ve su kaplarinin agzini kapatmayi tavsiye ederdi. Aile fertlerinin yemegi bir arada yemelerini tavsiye eder ve beraber yenen yemegin bereketli oldugunu belirtirdi.
[Yani:bizler gibi ayri ayri yemez, mumkunse birkac kisiyle beraber yemek yerdi.]
Asiriya kacmadan konusup sohbet ederdi.
Bu ve benzeri sunnetlerinden hareketle yeme icme adabi soylece sayilmistir:
1. Yemekten evvel ve sonra elini yikamak,
2. Yemegi kendi onunden almak,
3. Sag eliyle ve oturarak yemek,
4. Lokmayi agza gore almak ve iyice cignedikten sonra yutmak,
5. Lokmayi yutmadikca ikinci lokmaya el uzatmamak agzinda lokma ile konusmamak,
6. Suyu icmeden evvel bardaga bakmak,
7. Suyu bir solukta icmemek,
8. Bardagin icine nefes vermemek,
9. Baskalarini tiksindirecek soz ve hareketten kacinmak,
10. Baskasinin lokmasina ve yedigine bakmamak,
11. Lokmayi agzina korken kafasini tabaga dogru uzatmamak,
12. Yemekte israf etmemek, lokmasini ve aldigi yemegi bitirmek,
13. Agzindan bir sey cikarmak gerektiginde yuzunu sofradan cevirmek ve sol eli ile almak,
14. Disleriyle koparmis oldugu lokmayi yemege batirmamak.
15. Helalinden, temiz yemek ve Allah’a sukretmek,
16. Sofra sahibiyse, utanmamalari icin herkes yeyip bitirmedikce sofradan el cekmemek ve kalkmamak (az yiyen biriyse agir yemeli ve yer gibi davranmali),
17. Once yasca veya mevkîce buyuk olanin baslamasi,
18. Mecbur kalmadikca sokaklarda yemek yememek.

Su icmenin sunnetleri:
1- Suyu hizli degil, yavas icmek
Hazret-i Ali (ra) bildirmistir: Peygamber Efendimiz (asm): “Su ictiginizde emerek (yudum yudum) icin, agziniza dokercesine icmeyin” buyurmustur.
2- Suyu bir defada degil, iki veya uc defada icmek ve icerken icine nefes vermemek.
Ebu Katade (ra) bildirmistir: Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki:Sizden biriniz su ictiginde su kabina uflemesin.” (Solunum sistemindeki bakteri ve mikroplarin sindirim sistemine karismamasi icin)
Ebu Said (ra) anlatmistir: Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: Su bardagini agzindan uzaklastir, sonra nefes al.”
3- Suyu mumkunse oturarak icmek, mumkun degilse ayakta icmek
Ebu Said el-Hudri, Resulullah’in (asm) suyu ayakta dikilerek icmeyi yasakladigini bildirmistir. Fakat Hazret-i Ali’den (ra) gelen bir rivayet de soyledir: Hazret-i Ali (ra) Kufe mescidinin kapisinda ayakta su icti ve soyle dedi: “Bazi kimseler birisinin ayakta su ictigini fena gorurler. Halbuki ben Peygamber Efendimiz’in (asm) benim ictigimi gordugunuz gibi su ictigini gordum.”
4- Suyu sag eliyle icmek.
Ibn-i Omer (ra) bildirmistir: Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki:Biriniz yemek yedigi zaman sag eli ile yesin. Ictigi zaman da sag eliyle icsin. Cunku seytan sol eli ile yer, sol eli ile icer.”
5- Suyu icerken “Bismillahirrahmanirrahim” demek. Ictikten sonra Allah’a hamd etmek, yani “Elhamdulillah” demek.
Ebu Hureyre (ra) uzunca bir hadisin sonunda bildirmistir: “Resulullah (asm) sut kadehini aldi, Besmele cekti, icti ve Allah’a hamd etti.”
Omer ibn-i Seleme (ra) bildirmistir: Ben Resulullah’in (asm) terbiyesinde bulunuyordum. Yemek yerken elim yemek kabinin her tarafinda dolasirdi. Resulullah (asm) bana: “Cocugum! Allah’in adini an. Sag elinle ye ve sana yakin olan taraftan ye” buyurdu.
6- Suyu aile icinde de olsa ikram etmek
Irbad bin Sariye (ra) bildirmistir: Allah Resulu (asm) soyle buyurdu: 
Erkek hanimina su dahi icirse ondan sevap kazanir.”.
Aile ve arkadas ortaminda eger herkes susamis ise, uygun olan once baskalarina suyu ikram etmektir.

EDEP
Osmanlı’da sadaka taşları varmış, ihtiyacı olan sadaka taşının üzerindeki keseden, yabancı elçilerin de şaşkın şehadetleriyle, sadece ihtiyacı kadarını alırmış. Aynı şey yolların üzerinde vakıflar tarafından kurulan konaklarda da uygulanır, yolcu eğer ihtiyacı varsa yatağının başucundaki keseden alabilirmiş. Binitine ücretsiz bakılır, ücretsiz üç gün yemek verilirmiş.
Eskiden “Kapıyı kapat!” denilmezmiş. Allah (c.c.) kimsenin kapısını kapatmasın diye düşünülürmüş. “Kapıyı ört, ya da sırla” denilirmiş. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi edebdenmiş.
“Lambayı söndür” demezlermiş. Allah (c.c.) kimsenin ışığını söndürmesin, “Lambayı dinlerdir” derlermiş. Lamba yakılmaz, uyandırılırmış. Uyuyan birisi uyandırılmak için sarsılmaz veya adı ile çağırilmazmış. “Agah ol erenler” derlermiş. Nezaket, incelik, edeb her işin başı imiş de ondan… Ona eren uyanık olurmuş. İnsanların sözü kesilmez, işaret ve işmar edilmez, fısıltılar, gizli konuşmalar hoş karşılanmazmış.
Hanımlar “Efendi” derlermiş beylerine, “siz” derlermiş. Hanımefendiliklerini gösterirlermiş. Gezerken yere yumuşak basılır, ses çıkarmamaya çalışılırmış. Yerdeki haşerata basmamaya özen gösterdiği için, adı “Karınca basmaz Efendiye”çıkan insanlar varmış.
Kapıdan çıkarken arkasını dönmemek, geri geri çıkmak edebmiş.Kapı eşiğindeki ayakkabılar, dışarıya doğru değil, içeriye doğru çevrilirmiş. “Git bir daha gelme!” der gibi değil de, “gitsen de ayağının yönü buraya dönük olsun” der gibi dizilirmiş.

Eskiler hayatı o kadar nurani, o kadar temiz, o kadar manâlı yaşarmış.
“Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler, Ölçülü uzaklıkta yakın beraberlikler.” diye tarif eder Üstad N. Fazıl bu hali…
Eskiler “Edeb Ya Hu!” derler, Onu görüyor gibi yaşamaya çalışırlarmış. O varken başkasına bakmaz, Onu unutmuş gibi hallere girmezlermiş. Ezel ve Ebed Sultanı’nın huzurunda nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa öyle hareket etmek isterlermiş. “Bizi takip eden, her halimizi perdesiz, engelsiz gören, şu anda bizim durumumuza bakan Allah var!” der gibi, o mânâyı hatırlatmak için her yere “Edeb Ya Hu!” yazarlarmış. “Allah’ın huzurunda edeb”demekmiş bu… 
İnsan nerede olursa olsun Allah’ın huzurunda değil midir?

Örnek Haya


 
Örnek Haya
Mü’minlerin emiri Hz. Ömer r.a.’ın canına kastedilmişti. Ağır yaralıydı. Anladı, hissetti ki bu yara onu götürecek, son anlarını yaşıyor. Bir dileği vardı, son bir dilek. Kızı Hafsa r.a.’ı Aişe r.a.’a gönderdi. Efendimiz s.a.v.’in ayak ucuna defnedilebilmek için Hz. Aişe’den izin istedi. Zira orası müminlerin annesine aitti ve Hz. Aişe r.a.’ ın babası Hz. Ebu Bekir r.a. da oradaydı. Hz. Aişe bu isteği şöyle karşıladı:
- Aslında o yeri kendim için düşünmüştüm. Fakat Ömer’i kendime tercih edeceğim.
Ve Hz. Ömer r.a. vefat edince Efendimiz s.a.v.’in ayak ucuna defnedildi.
Müminlerin annesi Hz. Aişe r.a ., ALLAH Rasulü s.a.v.’in ve babasının kabirlerini serbestçe ziyaret ederdi. Ancak Hz. Ömer de oraya defnedildikten sonra kabirleri daha bir dikkatli ve daha bir örtünerek ziyaret eder oldu.

İnandığınız gibi yaşamazsanız,Yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız…Hz. Ömer ( r.a.)

Erkegin ehli ile oynama ve cima`inin edeblerini bildirir


Erkegin ehli ile oynama ve cima`inin edeblerini bildirir.Ey aziz !
Edeb ehli demislerdirki, Cima`nin edeb ve sartlari yirmidir :

Ebussuud Efendi Fetvaları




Güreş

Mes’eleGüreşçiler güreşirlerken tasliye ettiklerinde kera­het var mıdır?

ElcevapKerahet muhtemeldir. Temâşâcı kesîr için ve lehve halkı rağbet için tasliye küfürdür.

Canbaz

Mes’ele: Bir şehirde canbaz oynamaktan hâkim men’  eylemese, hâkime ne lâzım olur?

Elcevap: Nehy-i münker üzerine vâcib iken etmeyicek, ism-i azîm ile âsim olur.

Kaynak : Ebussuud Efendi Fetvaları
..
NOT: Acıklama :
Asim: Günah ve kabahat etmiş olan. Suçlu, günahkâr.
Taslîye: Salâvat  sözlerini söy­lemek.
Lehv: Oyun, eğlence, çalgı. İnsanı gaf­lete düşüren, ciddiyetten uzaklaştıran şeyler. Lu’b.
.

EBUL VEFA HAZRETLERİ


Güler yüzlü olmanın mükâfaatı
Peygamberimiz Efendimizin müjdelerinden biri de şudur:
“İki mü’min karşılaşıp musafaha ettikleri (tokalaştıkları) zaman, aralarında yetmiş mağfiret (Allah’ın rahmeti ile lütfu) taksim edilir. Bunun altmış dokuzu güler yüzlü (mütebessim) olanındır.” (Gazali. İhya: C/2. Sf: 179)
Bu Allah’ın bir lütfudur. Güler yüzlü olmayı bile mükâfaatlandırıyor Rabb’ım. Güler yüzle davrananı sadaka vermiş gibi sevaplandırıyor. 
Birine verdiğin selâmdan, sorduğun hatırdan mükâfaat alıyorsun. 
Güler yüz, gülleri açmış bir bahçe gibidir. Seyredenlere bir güzellik verir. 
Aile hayatında güler yüzün önemi inkâr edilebilinir mi? İnsan evindeki huzuruna göre topluma huzur katar. Evinden güler yüzle uğurlanmış bir erkek, sabahtan akşama kadar etrafındakilere tebessüm saçar. Bir gülümsemenin çok boşanma teşebbüslerini önlediğine hepimiz şâhit olmuşuzdur.
Asık surat, sert söz yuvaları çekilmez, hâle getirir. Samimiyeti kaldırır. İnsanların kâlblerini karartır. İyi fikirler beslemekten uzaklaştırır. 
İnsan günün bütün yorgunluğunu kendisini karşılayan eşinin güler yüzünde unutabilir. Onun tatlı sözü ile dinlenebilir. Bundan dolayı aile hayatında güler yüzlü olmak kadın ve erkek için çok önemlidir. 
Müslüman güler yüzlü, tatlı dilli olmalıdır. Çünkü Peygamberimiz kimseye karşı yüzünü ekşitmemiştir. Herkese mütebessim davranmıştır. Abese suresi de bize, herkese karşı nasıl tavır takınmamızı telkin eder.
Mütebessim olmakla çok dostluklar elde etmiş oluruz. Gönüllere taht kurarız. Günahkâr da olsa herkese iyi davranmamız gerekir. Kendimizi sevdiremediğimiz insanlara inancımızı hiç sevdiremeyiz. 
Müridi, Ebu’l-Vefa Hazretlerine sorar: 
” Siz, büyük-küçük demeden herkesle sofraya oturuyorsunuz. Ehil olsun-olmasın, herkesle sohbet ediyorsunuz. Salih-fasık herkesi sohbetinize alıyorsunuz. Bu nasıl oluyor? 
Ebu’l-Vefa bu müride der ki: 
” Fatiha suresini oku! 
Mürid, sureyi yarıya kadar okuyunca Ebu’l-Vefa işaret ederek durdurur. Der ki: 
” Şimdi söyle bakalım. Surenin başında Rabbil alemiyn mi yoksa Rabbis-Sâlihiyn mi beyan edilmiş. 
” Rabbil âlemiyn… 
” Şimdi anladın mı neden böyle davrandığımı? 
Mürid gerekli cevabı almış. 
Günahkârlarla ilgi kesilmemeli. Onlara uyulmamalıdır da. İyiler onları kendilerine uydurmanın çalışmasını yapmalıdırlar. Ebu’l-Vefa’nın yaptığı gibi iyi muamele gösterilmelidir.
Hz. Ali (r.a.) ne güzel söylemiş
“- Öyle bir ömür geçirin ki, düşmanlarınız bile ölümünüze ağlasınlar.” 
Hz. İsa Aleyhisselâm irşad ediyor, Yahudiler de ona kötü sözle mukabele ediyorlardı. Biri İsa Aleyhisselama dedi ki: 
” Onlar sana çirkin sözler söylüyor, sen ise onlara duâ ediyorsun. 
Hz. İsa cevap verdi: 
” Canı olan gönül sahibi, nesi varsa onu harcar…
Ne güzel söz. Herkes malını satar. İnsanda iyilik varsa iyilik gösterir. İçi kin ve nefretle dolu ise kötü davranır. 
Yüzümüz de sözümüz de güzel olmalıdır. Çünkü biz şefkat ve merhamet Peygamberinin ümmetiyiz. Böyle olmak bize çok şey kazandırır.
<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<->>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
Dip NOT :

Amerika`da bir mucit profesöre, kendisini diğer insanlardan farklı kılan şeyi sorup, başarısının sırrını
söylemesini istiyorlar. Çok ilginç bir cevap veriyor;
-Başarımın sırrı annemin 6 yaşımdayken bana takındığı bir tavırdır. 6 yaşımdayken buzdolabından
süt alırken süt şişesini düşürüp kırdım. Annem olayı görünce beni 

dövmedi, kızmadı.
-Aaaa Henri sütten ne güzel bir göl oluşturmuşsun. Bu gölde benimle biraz oynamak ister misin?
dedi. Bir süre oynadıktan sonra annem; �Biliyor musun Henri, herkes ken
di yaptığı şeyleri kendisi 
toplamalıdır. Şimdi bu süt gölünü temizlemek için benden sünger mi istersin, havlu mu?
diye sürdürdü konuşmasını.
Elimden geldigince dökülen sütü temizledikten sonra annem beni bahçeye çıkardı. Süt şişesinin,
düşürmeden naşıl taşınacağını bana gösterdi. Bu olay benim diğer insanlardan farklı olmamı sağlamıştır.
Çocuklar donmamış beton gibidir, üzerlerine ne düşerse izi kalır. ( H. Jinott )


Delinen Kırbalar
Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Çocuk iyidir hoşdur da bir ara sakalara takar. Mahalle sucusunun yolunu bekler, çuvaldız ile kırbaları deler. Kimbilir, belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna gider. Aslında saka şaka götüren biri değildir. Bunu yapan bir başka çocuk olsa, çoktan ensesine yemiştir şamarı. Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanır ki, koca kırba gitti demektir yarı yarıya.
Saka bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor, tutar eteğini, çıkar huzura. ‘Affınıza sığınıyorum ama’ der, ‘Vaziyet böyleyken böyle!’
Ebûl Vefa hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan ağlaya, yalvara helallik diler. Saka bir hoş olur. ‘Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim’ der. Pişman, mahçup dergâhı terkeder.
Ebûl Vefa hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur. ‘Aman hatun, iyi düşün’der, ‘biz bir hata yaptık ama nerede?’
O gün tırnaklarını saçlarına geçirir, adeta beyinlerini kanatırlar. Uykuyu dağıtırlar. Hanımı sabaha karşı ‘Tamam!’ der, ‘Galiba buldum!’
-Anlat hele?
-Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bir yere uğrayacak olmalıydı sepetini bırakmıştı bize. Zerzavat arasından bir limon parladı. Canım nasıl çekti anlatamam. Kardeşimi biliyorsun. Bir şey istemiye gör, canını verir. Limonun lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi limonsuz dönecekti evine. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim, bir damla emdim. Nefsimi körlettim. Ama unuttum gitti. Hata bende, limonunu deldiğimi söylemeliydim ona.
-Aman kalk bacına gidelim.
-Bu saatte mi?
-Evet bu saatte!
-Ne diyeceğiz?
-Helallik dileyeceğiz.
Sonrasını tahmin ediyorsunuzdur. Çocuk bu huyu kendiliğinden bırakır, dost olur sakaya.
Ebûl Vefa Hazretleri
İstanbul’un alındığı, Bizans’ın yıkıldığı yıllardır. Ama Akdeniz huzursuzdur hâlâ. Rodoslu çapulcular Bahr-ı Sefid’in çıbanıdırlar. Evet bu adada güzel üzüm yetişir ve nefis zeytin olur. Ama ada sakinleri bağla bahçeyle uğraşmaz. Ticaretten ve sanattan da uzaktırlar. İyi bildikleri tek iş vardır: ‘Yol kesmek!’
O yıllarda Rodoslu haydutlar ticaret gemilerini yağmalar, sahil köylerini basarlar. Zahmetsiz kazandıklarını saza, şaraba yatırırlar. Liman kenarındaki batakhaneler eşkıya kaynar. Bu işrethanelere abone olabilmenin tek yolu vardır: Daha fazla soygun yapmak, daha fazla can yakmak.
İşte günün birinde, içinde Ebûl Vefa hazretlerininde bulunduğu hac kafilesi şakilerin saldırısına uğrar. Mübâreğin kaybedecek bir şeyi yoktur. Hepi topu üç beş ölçek hurma, birkaç testi zemzem. Ama korsanlar insan sarrafıdırlar. Müminlerin ona gösterdiği hürmeti gözden kaçırmazlar. Böylesi asil biri para etse gerekdir. Öyle ya, Osmanlı âliminin uğruna neler vermez ki?
ZİNDANI AYDINLATAN NUR
Mübârek kendisini hapise tıkan zalimlere kızmaz. ‘Bunda da bir hayır olmalı’ der, büker boynunu. Hatta acıma duygusu ağır basar. ‘Ah!’ der, ‘Ah bir hakikatleri görebilseler!’.
İnsan haydut da olsa insandır. Nitekim zindancı bu büyük velinin yüzündeki şefkati yakalar, veya o şefkate yakalanır. Cezayı göze alır, zincirlerini çözer, onu aydınlık bir koğuşa taşır. Uzun kış geceleri ocak başında sohbet ederler.
Mübarek kısa sürede Rumca öğrenir, muhafızlarla dost olur. Hastalarını tedavi eder, dertlerini dinler. Bir muhabbet köprüsüdür kurar gönüllere. Şövalyeler bu iltiması görmezden gelirler, zira bu rehineden yüklüce bir fidye beklerler.
Kahramanoğlu İbrahim Bey, bir Ebûl Vefa sevdalısıdır. Mübareğin Rodoslular’ın elinde olduğunu öğrenince beyninden vurulmuşa döner. İstenen meblâğı tez günde denkleştirir, koşar adaya.
RUMLARLA KOMŞULUĞU SEÇEN VELİ
Ebûl Vefa Hazretlerinin ayrıldığı gün zindancı bir hoş olur. Bu küflü dehlize böylesi bir bilge gelmemişdir. Ve bundan böyle zor gelir. Hapiste geçirdiği günler Ebûl Vefa Hazretleri’ne çok tesir eder. İstanbul’da Rumların kesif olduğu bir semte (Vefa’ya) dergahını kurar ve bu insanlara kapılarını açar. Bıkıp usanmadan hakkı tebliğ eder. Gülene de anlatır, sövene de. Kimi dergâha râm olur, kimi aleyhinde konuşur. Mübarek güler yüzlü ve nüktedandır. En çetrefil meseleleri basite indirger ve maharetle nakşeder zihinlere.
Ebûl Vefa’nın Fatih’e karşı hususi bir sevgisi vardır. Onu bir kere bile görmez ama geceler boyu dua eder. Genç Sultan’ı güçlü tasarrufu ile kuşatır ve ona manevi zırh olur. Fatih bu himmeti iliklerine kadar hisseder. Rüyalarını nur yüzlü veli süsler. Günün birinde dayanamaz, dergahın kapısını tıkırdatır. Ancak Ebûl Vefa Hazretleri ‘Hayır!’ der, ‘Görüşmesek daha iyi.’
Koca sultan yüzgeri giderken mübârek hıçkırmaktadır. Bir hüzündür çöker mekâna. Talebeleri muammayı çözemezler. Sıradan Rumlar’ın bile kıymet verilip, buyur edildiği bir tekkenin kapısı cihan padişahına neden açılmaz? Nitekim içlerinden biri dayanamaz. ‘Bağışlayın ama efendim’ der, ‘Hem hünkârı üzdünüz, hem kendiniz üzüldünüz. Bunun bir hikmeti olsa gerek?’
Mübârek ‘Doğru söylüyorsun.’ der, ‘Ama aramızdaki muhabbet vazifelerimizi unutturacak kadar fazla. Eğer o, sohbetin tadını alırsa sarayda duramaz, sultanlık çelik çomak oyunu gibi basit gelir gözüne. Korkarım tacı tahtı bırakır, dervişliğe kalkışır.’ (Hatırlayacaksınız Fatih’in dervişliğe olan meylini ilk keşfeden ve yüz vermeyen Akşemseddin’dir.)
ASIRLAR SONRA
Ebûl Vefa Hazretleri bulunduğu semtte çok sevilir. Mahalle halkı mübareğin naaşına sahip çıkar, dahası güzel bir camiyle adını yaşatırlar. İşte bu gün bile Unkapanı, Fatih, Süleymaniye arasında kalan muhit onun adıyla tanınır. Esnaf ona Fatiha okumadan dükkan açmaz, çocuklar okul yolunda bir lahza durur, mırıl mırıl dua okurlar.
İnsanın ‘şu işe bakın!’ diyesi geliyor, koca koca imparatorlar silinip gidiyor, Allah dostları hatırlanıyor daima.