10 Mayıs 2011 Salı

CA’FER-İ TAYYÂR

Cennete uçarak giden sahâbî: 

Peygamber efendimiz, 36 yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir kuraklık ve açlık hüküm sürüyordu. Hemen herkes her geçen gün bunun ağırlığını daha çok, daha derinden hissediyordu. Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek bir servete sahip değildi. Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu.
Yükünü biraz hafifletelim
Peygamber efendimiz, küçük yaşından beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında bir yardım yapmak, onun geçim yükünü hafifletmek istiyordu. Bu sebeple, amcalarının en zengini olan Hz. Abbâs’a bir gün şöyle teklifte bulundular:
- Ey Amcam, biliyorsun ki, kadeşin Ebû Tâlib’in çok çocuğu vardır. İnsanların uğradığı şu kıtlık ve açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Talib’e gidelim, onun aile yükünü biraz hafifletelim. Bakıp, büyütmek üzere oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen alırsın. Evlâtlarından iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir.
Hz. Abbâs, “olur” deyince, kalktılar, Ebû Tâlib’in yanına vardılar. Ona dediler ki:
- Halkın, içinde bulunduğu kıtlık ve darlık kalkıncaya kadar, senin çocuklarından bir kısmını yanımıza alıp yükünü hafifletmek istiyoruz.
Ebû Tâlib de onlara dedi ki:
- Oğullarımdan Ukayl ve Tâlib’i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz.
Böylece Peygamber efendimiz Hz. Ali’yi, Hz. Abbâs da Hz. Ca’fer’i yanına aldı.
Birgün Ebû Tâlib, oğlu Ca’fer ile şehrin dışında yürürken Peygamber efendimizi gördü. Hz. Ali ile beraber namaz kılıyorlardı. Ebû Tâlib, oğlu Ca’fer’e:
- Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla, dedi.
Ca’fer gidip, Hz. Ali’nin yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber efendimiz, Ona duâ ederek buyurdu ki:
- Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın.
Allahü teâlâ bu duâyı kabûl etti. Hz. Ca’fer, Mûte gazâsında, şehîd olmakla şereflendi. Allahü teâlâ, ona iki kanat verdi. Firdevs Cennetinde uçmaktadır. Bunun için Ca’fer-i Tayyâr diye meşhûrdur.
Kureyş müşriklerinin Eshâb-ı kirâma karşı revâ gördükleri zulüm ve işkenceden sonra, Peygamber efendimiz, bir kısım Eshâbın Habeşistan’a hicret etmelerine müsaade etti. Kâfile, Hz. Ca’fer’in başkanlığında hareket etti. Habeşistan’da çok iyi karşılandılar.
Teslim edilmesini isteyiniz

Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdar olunca toplandı. Habeşistan meliki Necâşî’ye iki elçi göndermeye karar verdiler. Son derece kıymetli hediyeler hazırladılar. Necâşî’nin din adamlarına, devlet erkânına hediyeler ayrıldı. Bu işe Abdullah bin Rebia ile Amr bin Âs vazifelendirildi. Bu iki elçiye Neçâşi’nin huzurlarında neler söyleyeceleri öğretildi. Onlara denildi ki:
- Hükümdar ile konuşmadan evvel onun patriklerine ve kumandanlarının her birine, hediyesini verdikten sonra Necâşî’nin hediyesini takdim ediniz. Bu işi yaptıktan sonra oradaki Müslümanların size teslim edilmesini isteyiniz. Necâşî’nin Müslümanlar ile konuşmasına imkân bırakmayınız.
Mekkeli müşriklerin elçileri Habeşistan’a geldiler ve devlet erkânının hediyelerini verdikten sonra Mekkeli muhâcirlerin kendilerine teslim edilmesi hususunda yardım etmelerini istediler.
Memleketinize sığınmışlardır
Patrikler bunu kabûl ettiler. Bundan sonra, Mekkeli elçiler Necâşî’nin hediyelerini takdim ettiler. Melik Necâşî’ye şöyle söylediler:
- Ey Melik! İçimizden birtakım kimseler sizin memleketinize sığınmışlardır. Bu gelenler, kendi milletlerinin dînini terkettikleri gibi sizin dîninize de girmemişlerdir. Kendi kafalarına uygun uydurma bir dinleri vardır. Ne biz, ne de siz, bu dîni tanımazsınız.
Bizi, bunların mensup oldukları milletin eşrâfı, sizin memleketinize iltica eden adamların babaları ve kendi öz akrabaları gönderdi. İstekleri, gelenlerin tekrar iâde edilmeleridir. Çünkü onlar, bunların hâllerini daha yakından tanır. Onların kendi öz dînlerinde hoş görmediklerini daha iyi bilirler.
Gerek Amr bin Âs ve gerekse Abdullah bin Rebia’nın en çok arzû ettikleri şey, Necâşî’nin bu sözleri dinliyerek, arzûlarına uygun hareket etmesiydi. Elçiler, bu sözleri söyledikten sonra Necâşî’nin patrikleri söz almış, şöyle demişlerdi:
- Bunlar çok doğru söylediler. Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgul olabilir, onların neyi beğenip beğenmediklerini daha iyi takdir ederler. Onun için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine ve milletlerine götürsünler.
Melik Necâşî bu sözlere çok kızdı ve dedi ki:
- Vallahi hayır! Ben bu adamları teslim etmem. Bana iltica eden, memleketime gelen adamlara hıyânet edemem. Bunlar, beni başkasına tercih etmiş ve benim memleketime gelmişlerdir. Onun için, gelen muhâcirleri sarayıma da’vet eder, onlara, bu adamların söyledikleri sözlere karşı ne diyeceklerini sorar, cevaplarını dinlerim. Eğer muhâcirler bunların dedikleri gibi iseler, onları teslim eder ve kendi milletlerine iâde ederim. Öyle değilse onları korur, ülkemde kaldıkça onlara iyilik ederim.
Kime inanırlar
Daha önceleri Necâşî semâvi kitapları incelemişti. Muhammed aleyhisselâmın gelme zamanının yakın olduğunu, kavminin ona yalancı deyip inanmayacaklarını ve Mekke’den çıkaracaklarını biliyordu.
Necâşî, Mekkeli elçilere sordu:
- İnandıkları kimse kimdir?
- Muhammed’dir.
Necâşî bu ismi işitince, O’nun Peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi. Gelenlere tekrar sordu:
- Onun dîni ve mezhebi nedir ve neye da’vet eder?
- Onun mezhebi yoktur.
- Mezhebi ve dînini bilmediğim bir topluluk ki, gelip bana sığınmışlardır. Ben onları size nasıl teslim ederim? Meclis kuralım. Onları da getirelim. Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin de durumları belli olsun. Onların da dînini bileyim.
Necâşî, Mekkeli müşriklerle yüzleştirmek için Müslümanları saraya da’vet etti. Müslümanlar önce kendi aralarında istişâre ettiler ve, “Habeş hükümdarının hoşuna gidecek ve mizaçlarına uygun olacak şekilde neler söyleyelim” diye konuştular. Hz. Ca’fer dedi ki:
- Bizim bu husûstaki bildiklerimiz, Peygamberimizin bize buyurduğundan ibârettir, deriz. Netice neye varırsa râzıyız.
Hepsi kabûl ettiler. Sadece Hz. Ca’fer’in konuşması için ittifak ettiler.
Büyük bir divan kuruldu
Necâşî de âlimlerini topladı. Büyük bir divan kuruldu. Sonra muhâcirleri getirdiler. Müslümanlar geldiklerinde selâm verdiler ve secde etmediler. Necâşî, Müslümanlara sordu:
- Neden secde etmediniz?
- Biz Allahü teâlâdan başkasına secde etmeyiz. Peygamber efendimiz bizi, Allahtan başkasına secde etmekten men edip, “Secde, yalnız Allahü teâlâya mahsûstur” buyurdu.
Necâşî dedi ki:
- Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana söyleyiniz. Ülkeme ne için geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccâr değilsiniz, bir istediğiniz de yok. Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir?
Hz. Ca’fer şöyle cevap verdi:
- Ey Hükümdar! Ben, önce, üç söz söyliyeceğim. Eğer doğru söyler isem beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın. Herşeyden önce emret ki; şu adamlardan yalnız biri konuşsun, diğerleri sussun!
Mekkeliler adına Amr bin Âs dedi ki:
- Ben konuşayım.
Necâşî bunun üzerine:
- Ey Ca’fer, önce sen konuş! dedi.
Hz. Ca’fer konuşmaya başladı:
- Benim, üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iâde edilecek köleler miyiz?
Necâşî sordu:
- Ey Amr! Onlar köle midirler?
- Hayır! Onlar köle değil, hürdürler!
Hz. Ca’fer tekrar konuştu:
- Acaba biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere iâde mi edileceğiz?
Birinin kanını mı döktüler
Necâşî, Amr’a sordu:
- Bunlar, haksız yere birinin kanını mı döktüler?
- Hayır, bir damla bile kan dökmediler.
Bu sefer Hz. Ca’fer, Necâşî’ye hitaben dedi ki:
- Başkasının mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef olduğumuz mallar mı vardır?
Necâşî de Amr’a sordu:
- Ey Amr! Eğer, şuncağızların ödeyecekleri pek çok altın bile olsa, borçları varsa, onu, ben ödeyeceğim! Söyleyin!
- Hayır, bir kuruş bile yok!
- O hâlde siz bunlardan ne istiyorsunuz?
- Onlar ile biz bir dinde idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammed’e ve dînine uydular.
Necâşî, Hz. Ca’fer’e dedi ki:
- Siz bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin dîninden ayrıldığınıza, ne benim dînimde ne de bunların dîninde olmadığınıza göre, sizin edindiğiniz bu din hakkında bilgi veriniz?
Hz. Ca’fer şöyle cevap verdi:
- Ey hükümdar! Biz câhil bir millet idik. Putlara tapardık. Ölmüş hayvan leşini yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi.
Allahü teâlâ bize, kendimizden doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik. O Peygamber bizi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanmaya, O’na ibâdete; bizim ve atalarımızın tapınageldiği taşları ve putları bırakmaya da’vet etti.
İftirâdan alıkoydu
Doğru sözlü olmayı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi alıkoydu.
Allahü teâlâya eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de kabûl ettik ve îmân ettik. Onun Allahtan getirip bildirdiklerine tâbi olduk. Allahü teâlâya ibâdet ettik, O’nun bize harâm kıldığını harâm, helâl kıldığını helâl olarak kabûl ettik.
Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, bize zulmettiler. Bizi, dînimizden döndürüp, Allaha ibâdetten vazgeçirip putlara taptırmak için türlü işkencelere uğrattılar. Bizi perişân ettiler. Bizi, yeniden putlara taptırmak için zulmettiler. Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle, dînimizin arasına girdiler ve bizi dînimizden ayırmak istediler.
Biz de yurdumuzu yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız.
Necâşî, Hz. Ca’fer’e dedi ki:
- Sen, Allahın bildiklerinden biraz biliyor musun?
- Evet, biliyorum.
- Ondan bana biraz oku!
Tatlı ve güzel kelâm
Hz. Ca’fer de Meryem sûresinin ilk âyetlerini okumaya başladı. O okudukça Necâşî ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslatıyordu. Rahibler de çok ağladılar. Necâşî ve Rahibler dediler ki:
- Ey Ca’fer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan biraz daha oku!
Hz. Ca’fer, Kehf sûresinden okudu. Necâşî, kendisini tutamıyarak:
- Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nûrdur. Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ da onunla gelmiştir, dedi.
Necâşî daha sonra Kureyş elçilerine döndü:
- Gidiniz! Vallahi ben ne onları size teslim eder, ne de onlara bir kötülük düşünürüm.
Bunun üzerine Abdullah bin Ebî Rebia ile Amr bin Âs, Necâşî’nin huzurundan çıktılar.
Amr bin Âs, Necâşî’nin huzurundan eli boş çıkınca, arkadaşı Abdullah’a dedi ki:
- Onların bir kabahatini Necâşî’nin yanında ortaya koyup, köklerini kazıtayım da gör. Onların, Meryem oğlu İsâ’yı bir kul olarak bildiklerini ihbar edeceğim.
Ertesi günü, Necâşî’nin yanına varıp:
- Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu Îsâ hakkında ağır sözler söylüyorlar. Onlara Hz. Îsâ için ne söylediklerini sor, dedi.
Ne cevap vereceğiz?
Bunun üzerine Necâşî, muhâcir Müslümanlara adam gönderdi. Müslümanlar, tekrar bir araya toplandılar. Birbirlerine sordular:
- Îsâ aleyhisselâm hakkında sorarlarsa ne cevap vereceğiz?
Hz. Ca’fer dedi ki:
- Hz. Îsâ hakkında Allahü teâlânın buyurduğunu, Peygamber efendimizin bize getirdiğini söyleriz.
Necâşî’nin huzuruna çıkınca, Necâşî sordu:
- Siz Meryem oğlu Îsâ hakkında ne biliyorsunuz?
Hz. Ca’fer şöyle cevap verdi:
- Biz Hz. Îsâ hakkında, Peygamber efendimizin bize Allahü teâlâdan getirip tebliğ eylediğini söyleriz. Onun Allahın kulu ve Resûlü olduğunu, dünyadan ve erkeklerden vazgeçerek Allaha bağlanmış afîfe bir kız olan Hz. Meryem’den babasız olarak dünyaya geldiğini kabûl ederiz. Allahü teâlâ Hz. Âdem’i topraktan yarattığı gibi Hz. Îsa’yı da babasız yaratmıştır deriz.
Necâşî, elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve dedi ki:
- Yemîn ederim ki Meryem oğlu Îsâ da sizin söylediğinizden fazla bir şey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur.
Siz ne derseniz deyin
Necâşî bunu söylediği zaman etrafındaki hükûmet erkânı ve kumandanları, aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar. Necâşî, bunu görünce, onlara:
- Yemîn ederim ki, siz ne dersiniz deyin, ben bunlar hakkında iyi şeyler düşünüyorum, dedi.
Sonra Müslüman muhacirlere dönerek devam etti:
- Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim! Ben şuna inandım ki; O Allahın Resûlüdür. Zâten biz, onu İncil’de görmüştük. O Resûlü Meryem oğlu Îsâ da haber verdi. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım! Gidiniz! Ülkemin el değmemiş kısmında, her türlü tecâvüzden uzak, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız. Size kötülük edeni helâk ederim. Bana dağ kadar altın verseler de, sizlerden birini üzüntüye sokmam.
Necâşî, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeler için:
- Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gaspettiği bu mülkümü, Allah bana geri verirken, halkı bana boyun eğdirirken, benden rüşvet almadı, diyerek hediyelerini kendilerine geri verdi.
Necâşî İslâmiyeti seçmiş ve Eshâb-ı kirâmı ziyâdesiyle sevindirmişti.
Bir gün, Necâî eski elbiselerini giyip sarayından çıktı. Başında tac ve arkasında padişahlık elbisesi yoktu. Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle şaşırdı. Sonra Hz. Ca’fer’i ve diğer Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Onlar geldiler. Melik’i bu vâziyette görüp sustular. Necâşî, Hz. Ca’fer’e dedi ki:
- Ben etrafa haberciler gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü teâlâ, Resûlüne yardım etmiş, Bedir savaşında düşmanlarını helâk eylemiş. Kâfirlerden Şeybe, Utbe bir Rebia, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef cümlesi helâk olmuşlar ve bir çoğu da esir olmuşlar.
Hz. Cafer sevincini açıklayıp şükrettikten sonra sordu:
- Ey Melik! Böyle eski elbiseler giymenize sebep nedir?
Hangisine sevineyim
Necâşi şöyle cevap verdi:
- İncilde gördüm ki, Hak teâlâ, kullarına bir ni’meti başkasına haber veren kimsenin tevâzu yapması gerekir, buyuruyor. Şimdi Hak teâlâ, Sevgili Peygamberine zafer ihsân eylemiş. Ben de bunu size haber vermek için böyle yaptım.
Hz. Ca’fer ve beraberindeki Müslümanlar, birkaç sene kaldıktan sonra Habeşistan’dan Medîne’ye geldiler. Böylece iki defa hicret ettiler. Dönüşleri hicretin yedinci yılında, Hudeybiye’den sonra ve Peygamber efendimiz Hayber’de bulundukları sırada olmuştu. Peygamber efendimiz, Hz. Ca’fer ile karşılaşınca, onu alnından öpüp bağrına bastı ve buyurdu ki:
- Ben Hayber’in fethine mi, yoksa Ca’fer’in gelişine mi sevineceğim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine, hem de yurduma hicret ettiniz.
Hz. Ca’fer Habeşistan’dan döndükten iki yıl sonra Mûte seferi kararlaştırıldı. İslâm Ordusu kısa zamanda hazırlandı. Resûlullah efendimiz, mübârek sancağı Hz. Zeyd bin Hârise’ye teslim etti ve buyurdu:
Zeyd bin Hârise’yi, cihâda çıkacak olan şu insanların başına kumandan tâyin ettim. O şehîd olursa yerine Ca’fer bin Ebû Tâlib geçsin, O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehîd olursa, Müslümanlar, aralarında uygun birini seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar!
Çok kalabalık idiler
Peygamber efendimiz tarafından uğurlanıp yola çıkan mücâhidler yollarına devam ettiler. Şam topraklarından Maan denilen yere varınca biraz dinlendiler. Mücâhidler ilerlerken Meşârif diye anılan köyde düşman askerlerinin yaklaşmakta olduğunu görünce, hemen Mûte’ye çekilip, savaş düzenine girdiler.
İki taraf arasında çok şiddetli bir savaş başladı. Müslümanların başında bulunan Hz. Zeyd bin Hârise’nin elinde Peygamber efendimizin sancağı bulunuyordu. Rum askerlerinin mızrak darbeleriyle, mübârek vücudu parçalanıp, kanlar fışkırıncaya kadar, kahramanca saldırıp dövüşmekten geri durmadı ve şehîd oldu.
Bundan sonra Hz. Ca’fer hemen sancağı kaptı. Elinde sancak, atını düşmana doğru sürdü. Düşman askerleri Hz. Ca’fer’in heybetinden korkup aralarında şöyle konuştular:
- Bunun hakkından kim gelecek?
Sancağı yere düşürmedi
Hz. Ca’fer, düşman askerlerinin arasına iyice dalmıştı. Nihâyet bir düşman askeri Hz. Ca’fer’in koluna bir kılıç darbesi vurdu. Sağ eli kesilen Ca’fer, sancağı diğer eline aldı. Biraz sonra o eli de kesilince, sancağı bırakmamak için, pazılarıyla göğsüne kaldırdı.
Nihayet mızrak ve kılınç darbeleriyle şehîd oldu. Şehîd olduğunda, mübârek vücudunda yetmişten fazla mızrak, kılınç ve ok yarası görülmüştü ve hepsi de vücudunun ön kısmında idi. Sonra sancağı Abdullah bin Revâha almış o da şehîd olunca Hâlid bin Velid almıştır.
Rumlarla yapılan bu savaşta kumandanların şehîd olduklarını, Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize bildirmiş. Hz. Peygamberimiz de mescidde Müslümanlara haber vermişti. Peygamber efendimiz çok üzülmüşlerdi. Eshâb-ı kirâm dediler ki:
- Yâ Resûlullah! Sizi üzüntülü görmek bizi daha çok üzüyor.
Bunun üzerine üzüntülerinin, şehîdlerin Cennette, karşılıklı tahtlar üzerinde oturduklarının kendisine gösterilmesine kadar devam edeceğini beyân ettiler.
Ca’fer-i Tayyâr’ın hanımı Hz. Esmâ binti Umeys anlatıyor:
“O gün ekmek yapacağım hamuru yoğurduktan sonra, çocuklarımı yıkadım, temizledim, güzel kokular sürdüm. Resûlullah teşrif etti. Buyurdu ki:
- Ey Esmâ! Ca’fer’in çocukları nerede? Onları bana getir!
Çocukları getirdim. Onları sevdi, okşadı ve mübârek gözlerinden yaş aktı. Bunun üzerine kendilerine sordum:
- Ey Allahın Resûlü! Niçin ağlıyorsunuz? Yoksa Ca’fer ve arkadaşlarından size bir haber mi geldi?
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Evet, onlar bugün şehîd oldular.
Bunu duyunca ağlamaya başladım. Peygamberimiz, ağzımdan uygun olmayan bir söz çıkmamasını tenbih edip, evlerine gittiler.”
Bundan sonra Peygamber efendimiz, kerîmesi Hz. Fâtıma’nın yanına vardı. O da ağlıyordu.
Peygamberimiz Hz. Ca’fer’in âilesi için yemek yapılmasını emretti. Üç gün ev halkına yemek yedirildi ve bu sünnet oldu.
Fakirlerin babası
Peygamber efendimizin üzüntüsü devam ederken, Cebrâil aleyhisselâmın gelerek, Hz. Ca’fer’in kesilen iki eli yerine Allahü teâlâ tarafından yâkuttan iki kanat ihsân olunduğunu, o kanatlarla Cennette uçmakta olduğunu haber vermesi üzerine Peygamber efendimiz, Hz. Ca’fer’in ailesine;
- Ey iki kanatlı mesûd kimsenin çocukları, diyerek bu durumu müjdelemişti.

Eshab-ı Kiram’ın Örnek Hayatı


ABBÂS BİN ABDÜLMUTTALİB Peygamberimizin amcası
ABBAS BİN UBÂDE Ensarın muhaciri diye tanınan sahabî
ABDULLAH BİN ABBÂS Tefsîr âlimlerinin şâhı
ABDULLAH BİN AMR BİN ÂS Hadîs-i şerîf yazması ile meşhûr sahâbî
ABDULLAH BİN ATİK Medîneli ilk Müslümanlardan
ABDULLAH BİN ÜMM-İ MEKTÛM Peygamberimizin müezzinlerinden
ABDULLAH BİN CAHŞ Uhud şehitlerinden
ABDULLAH BİN EBÎ BEKR-İ SİDDÎK Hz. Ebu Bekir’in oğlu
ABDULLAH BİN HANZALA Meleklerin yıkadığı sahâbînin oğlu
ABDULLAH BİN HUZÂFE Resûlullahın elçilerinden
ABDULLAH BİN MES’ÛD Kur’ân-ı kerîmi açıktan okuyan ilk sahâbî
ABDULLAH BİN ÖMER En çok hadîs bilen sahâbîlerden
ABDULLAH BİN REVÂHA Resûlullahın şâiri
ABDULLAH BİN SELÂM Tevratta Resûlullahın alâmetlerini görüp Müslüman olan sahâbî
ABDULLAH BİN SÜHEYL Bedir’de babasına karşı savaşan sahâbî
ABDULLAH BİN ZEYD Sâhib-ül ezân
ABDULLAH BİN ZÜBEYR Medîne’de muhâcirlerden ilk doğan sahâbî
ABDURRAHMAN BİN AVF Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri
ADİ BİN HÂTİM TÂİ Âilece cömert olan sahâbî
ÂMİR BİN FÜHEYRE Meleklerin defnettiği sahâbî
AİŞE-İ SIDDIKA Peygamberimizin hanımlarından
ALİ BİN EBÎ TÂLİB Allahın arslanı ve Resûlullahın dâmâdı
AMMÂR BİN YÂSER Şehîd oğlu şehîd
AMR BİN ÂS Meşhûr Arab dâhîlerinden
ÂSIM BİN SÂBİT Arıların koruduğu sahâbî
BERÂ BİN ÂZİB Kıblenin değiştiğini haber veren sahâbî
BEŞİR BİN SA’D Hz. Ebû Bekir’e ilk bîât eden sahabî
BİLÂL-İ HABEŞİ Peygamber efendimizin müezzini

BÜREYDE BİN HASİB Resûlullahın sancaktarı
CÂBİR BİN ABDULLAH Sahâbenin en çok hadîs bildirenlerinden
CA’FER-İ TAYYÂR Cennete uçarak giden sahâbî
CÜVEYRİYYE BİNTİ HÂRİS Müminlerin annelerinden
EBU RAFİ Peygamberimizin azatlı kölelerinden
EBU SÜFYAN BİN HÂRİS Peygamberimizin süt kardeşi
DIHYE-İ KELBÎ Cebrâil aleyhisselâmın, şekline girdiği sahâbî
EBÛ DÜCÂNE Peygamber efendimizin fedâisi
EBÛ EYYÛB-EL ENSÂRÎ Mihmândâr-ı Resûlullah
EBÛ HÜREYRE En çok hadîs-i şerîf rivâyet eden sahâbî
EBÛ KATÂDE Resûlullahın süvârilerinden
EBU LÜBÂBE Tevbesi ile meşhûr sahâbî
EBÛ BEKR-İ SIDDÎK Peygamberlerden sonra insanların en üstünü
EBÛ MÛSEL-EŞ’ARÎ Kur’ân-ı kerîmi en iyi okuyan sahâbîlerden
EBÛ SA’ÎD-İ HUDRÎ Çok hadîs rivâyet eden yedi sahâbîden
EBÛ SELEME Tek başına hicret eden sahâbî
EBÛ TALHÂ Resulullahın fedâisi
EBÛ UBEYDE BİN CERRÂH Cennetle müjdelenen ümmetin emîni
EBÛ ZER GIFÂRÎ Gıfarî kâbilsenin reisî
EBÜDDERDÂ Kâdılık yapan sahâbîlerden
ENES BİN MÂLİK Resûlullahın hizmetçisi
ERKAM BİN EBİ’L ERKAM Evi ilk vakıf olan sahâbî
ES’AD BİN ZÜRÂRE Câhiliye devrinde de tek bir Allaha inanan sahâbî
FÂTIMÂTÜ’Z-ZEHRA Peygamberimizin en sevgili kerimesi
FÂTİMA BİNTİ ESED Hz. Ali’nin annesi
FEYRÛZ BİN DEYLEMÎ Yemenli sahâbîlerden
HABBÂB BİN ERET İlk Müslüman sahâbîlerden
HACCAC BİN ILAT Mekkeli sahabilerden
HADİCE-TÜL KÜBRA Peygamberimizin ilk hanımı
HAFSA BİNTİ ÖMER Peygamberimizin hanımlarından
HÂLİD BİN SA’ÎD BİN ÂS İlk Müslüman olan sahâbîlerden
HÂLİD BİN VELİD Allahın kıIıcı lâkabı ile tanınan kumandan Sahâbî
HALİME HATUN Peygamberimizin sütannesi
HAMNE BİNTİ CAHŞ Peygamber efendimizin halasının kızı
HAMZA BİN ABDÜLMUTTALİB Şehîdlerin efendisi
HANSA HATUN Meşhur kadın şair sahabilerden
HANZALA BİN EBÛ ÂMİR Meleklerin yıkadığı sahâbî
HUBEYB BİN ADİY Darağacında ilk namaz kılan sahâbî
HASSAN BİN SABİT Peygamber efendimizin şairlerinden
HÂTİB BİN EBİ BELTEA Peygamber efendimizin elçilerinden
HUZEYFE BİN YEMÂN Sevgili Peygamberimizin sırdaşı
Hz. HASAN Cennet gençlerinin efendisi
Hz. HÜSEYİN Cennet gençlerinin seyyidi
İKRİME BİN EBİ CEHİL Meşhur İslâm kumandanlarından
İMRÂN BİN HUSAYN Meleklerle konuşan Sahâbî
KÂ’B BİN MÂLİK Peygamber efendimizin şâirlerinden
KÂ’B BİN ZÜHEYR Peygamberimizin hırkasını verdiği şâir Sahâbî
KATADE BİN NU’MAN Eshab-ı kiramın okçularından
MEYMUNE BİNTİ HÂRİS Peygamberimizin hanımlarından
MİKDÂD BİN ESVED Resûlullahın süvârilerinden
MUĞİRE-TEBNİ ŞU’BE Meşhûr beş dâhiden biri olan Sahâbî
MUHAMMED BİN MESLEME Resûlullah efendimizin fedâîlerinden
MUS’AB BİN UMEYR İslâmda ilk öğretmen
MU’ÂZ BİN CEBEL Helâl ve harâmı iyi bilen sahâbî
NEVFEL BİN HÂRİS Hâşimoğullarının en yaşlısı
NU’MÂN BİN MUKARRİN Eshâb-ı kirâmın meşhûr kumandanlarından
OSMAN BİN AFFAN (ZİNNUREYN) Meleklerin bile hayâ ettiği halîfe
OSMAN BİN MAZ’ÛN Medîne’de ilk vefât eden muhâcir sahâbî
OSMAN BİN TALHÂ Kâbe’nin hizmetinde olan sahâbî
ÖMER BİN HATTAB Adâletin timsâli ikinci büyük halîfe
REYHANE Peygamberimizin hanımlarından
RİBİ BİN ÂMİR Eshab-ı kiramın elçilerinden
SA’D BİN UBÂDE Ensârın sancaktarlarından
SÂBİT BİN KAYS Peygamber efendimizin hatîblerinden
SA’D BİN MU’ÂZ Ensârın en hayırlılarından
SA’D BİN REBİ Şehîd olurken nasîhat eden sahâbî
SA’D BİN EBÎ VAKKÂS Resûlullahın okçusu
SAFİYYE BİNTİ ABDÜLMUTTALİB Peygamberimizin halası
SAFİYYE BİNTİ HUYEY Peygamberimizin hanımlarından
SAİD BİN ÂMİR Hz. Ömer’e benzeyen vâli
SAİD BİN ZEYD Cennetle müjdelenenlerden
SÂLİM MEVLÂ EBÛ HUZEYFE Kur’ân-ı kerîmi en iyi okuyanlardan
SEHL BİN HANİF Eshâb-ı kirâmın okçularından
SEHL BİN SA’D Medîne’de en son vefât eden sahâbî
SELEME BİN EKVÂ Piyâdelerin en hayırlısı
SEDDAD BİN EVS Ailece müslüman olan sahabilerden
SELEME BİN HİŞÂM Kardeşlerinin işkence ettiği sahâbî
SELMÂN-I FÂRİSİ Ehl-i beytten sayılan İranlı sahâbî
SEVBÂN Resûlullahın hizmetçisi
SEVDE BİNTİ ZEM’A Peygamberimizin hanımlarından
SÜHEYB-İ RUMİ Allah yolunda malını mülkünü terkeden sahâbî
SÜMÂME BİN ÜSÂL Yemâme kabîlesi reisi
SÜRÂKA BİN MÂLİK Eshâb-ı kirâmın süvârilerinden
TALHÂ BİN UBEYDULLAH İlk Müslüman olanlardan
TUFEYL BİN AMR Işık Saçan Sahâbî
UBÂDE BİN SÂMİT Akabe bî’atlerinde kavminin temsilcisi olan sahâbî
UKAYL BİN EBİ TÂLİB Hz. Ali’nin abisi
UKBE BİN ÂMİR Eshâb-ı suffadan
ÜBEYY BİN KÂ’B Kırâati ile meşhûr sahâbî
ÜMM-İ EYMEN Peygamberimizin dadısı
ÜMM-İ HABİBE Peygamberimizin hanımlarından
ÜMM-İ HÂNİ Hz. Ali’nin kızkardeşi
ÜMM-İ HİRAM Hala sultan olarak tanınan kadın sahabi
ÜMM-İ RUMAN Hz. Ebu Bekir’in hanımı
ÜMM-İ ŞERİK Devsli muhacir hanım sahabîlerden
ÜMM-İ ÜMARE NESİBE HATUN Eshabın kadın kahramanlarından
ÜSÂME BİN ZEYD Resûlullahın çok sevdiği sahâbîlerden
ÜSEYD BİN HUDAYR Eshâb-ı kirâmın sancaktarlarından
VAHŞİ Yalancı peygamber Müseyleme’yi öldüren sahabî
VELÎD BİN VELÎD Kardeşleri tarafından işkence gören sahâbî
ZEYD BİN HÂRİSE İlk îman eden köle
ZEYD BİN SÂBİT En meşhur vahiy kâtibi Sahâbî
ZEYDBİN DESİNNE Darağacından Resulullaha selam gönderen sahabî
ZEYNEB BİNTİ CAHŞ Peygamberimizin hanımlarından
ZÜBEYR BİN AVVÂM Cennetle müjdelenenlerden

PEYGAMBERLERDEN SONRA BEŞERİN EN FAZİLETLİSİ


PEYGAMBERLERDEN SONRA BEŞERİN EN FAZİLETLİSİ
 İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinin söylediklerine kulak verelim(5).
“Halîfelerin daha faziletli olma durumları, hilâfet tertibi sıralarına göredir. Ehl-i Hakk’ın (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin) icmâı-ittifakı şu mânâ üzerinde toplanmıştır:
Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) sonra beşerin en faziletlisi Hazret-i Ebû Bekir, sonra Hazret-i Ömer’dir.’ (Radıyallâhü anhümâ)
“Fakîrin anlayışına göre, daha faziletli olmanın sebebi; elbette ki menkıbelerin ve meziyetlerin çokluğundan dolayı değildir. Asıl sebep; imanda, infakta, bezl-i nefs etmekte önceliği almasıdır. (Yani Allâh’a ve Rasûlüne iman etmekte, onun rızâsı için bütün malını-mülkünü hiç esirgemeden bol bol sarfetmekte, hiçbir tereddüt göstermeden bezl-i vücûd edip canını ortaya koymakta herkesi geçmiştir.) Bu yapılanlar da dînin te’yidi (kuvvetlenmesi), Seyyidü’l-mürselîn Rasûlüllah Efendimiz’in(s.a.v.)şerîatinin tervîci (yayılması) içindir.
“Dinî umûrda sâbikûn, lâhikûnun üstâzı gibidir… (Yani dinle ilgili işlerde ilkler, sonrakilerin hocası mesabesindedir.) Sonrakiler kavuştukları, sahip oldukları her şeye, ilklerin devlet sofrasından nâil olurlar.
“Üstte anlatılan bu üç kâmil sıfatın tamamı, Hz. Sıddîk’a inhisar etmiştir, ona mahsustur. O kimse ki, imanda başta olmak ve (Allah yolunda) mal harcamak, nefsi bezletmek hasletlerini (kendisinde) birleştirmiştir; işte o, Hz. Sıddîk’tir (r.a.). Bu devlet, ümmet içinde ondan başkasına müyesser olmamıştır.
“İrtihâli ile son bulan hastalığı esnasında Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“İnsanlar arasında, nefsinde ve malında bana emniyet eden Ebû Bekir bin Ebî Kuhâfe’den başka kimse yoktur. Eğer insanlardan bir halîl edinecek olsaydımEbû Bekir’i kendime halîl edinirdim. Lâkin İslâm kardeşliği daha faziletlidir. Ebû Bekir’in penceresinden başkasının penceresini bana kapatınız. Allah Teâlâ beni size gönderdi, sizler yalanladınız. Halbuki Ebû Bekir tasdik etti. Malını ve canını bana bıraktı. Bu durumda arkadaşımı bana bırakır mısınız?”
“Ve yine Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
Eğer benden sonra peygamber (gelecek) olsaydı, elbette Ömer b. Hattâb olurdu.”
“Emîru’l-mü’minîn Hz. Ali (r.a.) şöyle dedi:
Ebû Bekir ve Ömer, bu ümmetin en faziletlileridir. Her kim beni onlardan üstün görürse müfterîdir, iftirada bulunmuştur; binaenaleyh müfterîlerin dövüldüğü gibi, onu kamçı ile döverim.’
“Hayru’l-beşer Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) ashâbı (r.anhüm) arasında vâki olan muhârebe ve münâzaalar, iyiye-hayra yorulmalıdır. Onlar, hevâ ve heves zannından, hatta riyâset (başa geçmek, başkan olmak) ve makam sevdasından, rütbe ve mevki talebinden de uzak tutulmalıdır. Zira bütün bu rezillikler nefs-i emmâreden gelir. Halbuki bu büyüklerin nefisleri, Hayru’l-beşer Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) sohbeti ile saf ve tertemiz olmuştur.
“Ne var ki, hilâfeti hakkında meydana gelen muhârebe ve münâzaalarda, hak Hazret-i Alitarafında idi. Muhalifleri ise, ictihâdî bakımdan hatalı idiler. Böyle bir hatada da, fâsıklıkla itham şöyle dursun, ayıplamaya ve ta’n etmeye (onlar hakkında kötü konuşmaya) dahi yer yoktur. Zira bütün sahâbe âdildir, rivâyetleri de makbuldür. Hz. Ali’nin muvâfıkları ve muhâlifleri rivâyetlerde doğru olmakta bütünüyle müsâvidir, itimada şâyandırlar. Onların muhârebe ve çekişmeleri, biribirlerini yaralamak için olmamıştır.
“O bakımdan hepsini sevmek gerekir. Zira onları sevmek, Rasûlüllah’ı (s.a.v.) sevmektir. Çünkü Rasûlüllah Efendimiz şöyle buyurdu:
Bir kimse onları (ashâbımı) severse, beni sevdiği için sever.
“Ve yine ashâba, buğzedilmemesi yani onlara karşı düşmanlık hissi, kin ve nefret duyguları taşınmaması lâzımdır. Zira onlara buğzetmek, Rasûlüllah’a (s.a.v.) buğzetmektir. Nitekim bu mânada Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
Onlara buğzeden, bana buğzettiğinden dolayı buğzeder.’
“O yüzden bu büyüklere hürmet ve saygı göstermek, Hayru’l-beşer Rasûlüllah Efendimiz’e(s.a.v.) hürmet ve saygıdır. Onlara saygının olmayışı da, Resûlüllah Efendimiz’e hürmet ve saygının olmayışındandır. Anlatılan bu mânâdan ötürü münasip olan şudur:
Ashâbın, istisnâsız tamamına hürmet ve tâzim gösterilmelidir; zira onlara yapılan saygı ve hürmet, Resûlüllah Efendimiz’e yapılmış olmaktadır.
Şeyh Şiblî (k.s.) şöyle dedi:
“Ashâbına tâzim etmeyen, (onlara hürmet ve saygı göstermeyen) Allâh’ın Resûlü’ne iman etmemiştir.”
DİPNOTLAR
(1) Bakara sûresi, 3/30; Çantay, Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meal-i Kerîm, İstanbul, 1, 18
(2) Yûnus sûresi, 10/14; Çantay, Hasan Basri, a.g.e., İstanbul, 1, 307
(3) Fetih sûresi, 48/29.
(4) Tercüman, Sahâbiler Ansiklopedisi, 5-8.
(5) el-Mektûbât, 3, 17

SELMAN – I FARiSi


SELMAN – I FARiSi

Silsile-i Sadatin H.z Ebu Bekir`den ( r.a. ) sonraki ikinci halkasi Ebu Abdullah Selman-i Farisi ( r.a.) aslen iranlidir. Eski ismi ” Mabeh” olup peygamber Efendimiz tarafindan kendilerine ” Selmanu`l-hayr” lakabi verilmistir. Nesep zikrederek anilmak istendiginde ” Selman ibnu`l-islam ” denir.

Gencliginde Mecusi iken hak din askiyla ecdadinin dinini terk ile evvela Hristiyanligi kabul etmis ve daha sonra ahl-i kitabin beklemekte olduklari ahir zaman nebisinin hidayet gunesinin Arabistan ufkundan dogacagina dair ruhbanlarin isaretiyle ” O hidayet nuruna uymak belki bana nasip olur.” halis umidiyle oralara gitmeye davranirken refakatlerine dahil oldugu tacirlerin hiyanetiyle køle olarak Medine Yahudilerinden birine satilmistir. Lakin hak ve hakikati aramak hususundaki halis niyeti mukafatsiz kalmadi ve Cenab-i Hakk,Medine`de esaret zincirine dusmek felaketini, kiymet bicilemez bir nimete cevirdi.

Resulullah Efendimiz`e , alametlerini bir bir gørunce hemen iman edip ve hatta rahmet hazinesi Peygamberimizin yardim ve lutuflariyla hurriyetine kavusarak ashab-i kiramin ustunlerinden olmustur. ” Bedr ” ile ” Uhud ” gazalarinda bulunmasina Yahudi elinde esareti mani oldu ise de ” Hendek ” teten itibaren butun gazalara peygamber Efendimiz`den ayrilmadigi gibi H.z Ømer zamaninda, Sam ile irak fetihlerinin hemen hepsine de ihtiyar haliyle istirak etti. Hendek gazasi`nda Medine`yi dusman hucumundan kurtarmak icin etrafina hendek kazilmasini tavsiye eden de odur.

Rasulullah ( s.a.v.), ashab-i kiram arasinda kardeslik tesis buyurduklarinda Selman-i Farisi ( r.a.) de Ebu`d Derda ( r.a.) ile kardes edilmisti. Iran`in fethinden sonra H.z Ømer ( r.a.) tarafindan kisralarin payitahti olan ” Medayin`e vali nasbolunmus ve ” 35 ” senesinde , Hilye, Usdu`l-Gabe ve isabe`ye gøre 250 yasinda, Medayin valisi iken vefat etmislerdir.” ( Radiyallahu anhu ve kuddise sirruhu)

SELMAN-I FARiSi`NiN ( R.A.) iMANI

Selman-i Farisi ( r.a.) Hazretleri bunyesi kuvvetli bir zat idi. Medine-i Munevvere etrafinda hendek kazilirken on kisilik isi basariyordu. Gunde bes arsin derinliginde on bes arsin yer kaziyordu. Gerek imanindaki ihlasindan, gerek o gunlerdeki buyuk hizmetlerinden dolayi Sahabe-i Kiram Hz. Selman`i paylasamaz oldular. Muhacirin de, Ensar`da ” Selman bizdendir.” dediler. Resulullah ( s.a.v.) bu søzleri isitince ” Selman bizdendir. Ehl-i Beyt`tendir.” diye taltif buyurdular.

” Selman`a doyasiya ilim verilmistir.” Hadis-i serifi kendilerinin ilimdeki kemalatina delil oldugu gibi kisralarin mulkunu idareye me`mur Medayin valisi iken fakirligi tercih etmesi de zuhdunun kemaline sahittir.

Hasan- Basri Hazretleri buyurdu ki : Selman-i Farisi ( r.a.) son anlarinda: ” Rasulullah ( s.a.v.) dunya nimetlerinden kanaat edecegimiz miktarin ancak bir yolcu azigi kadar olmasi icin bizimle ahdetti de biz bu ahde sadik kalamadik ” diye agladi. Halbuki vefatindan sonar terikesine baktik, biraktigi malin kiymeti nihayet yirmi kusur, yahud otuz kusur dirhem idi.

Fazilet Takvimi

Hz Allah sefeatlerine nail eylesin, Bizler , ølmeden evlatlarimiza ne kadar mal birakacagiz diye buyuk bir yaris icerisindeyiz, Vay halimize.

AMR İBNU’L-AS


AMR  İBNU'L-AS

AMR  İBNU’L-AS

Mısır’ı Bizanslılardan kurtaran.

Onlar, Kureyş içinde üç kişilerdi, davasına karşı koymak ve ashabına en şiddetli işkenceleri yapmakla Resûiüllah’i (s.a.v.] cok yormuşlardı…

Resûlüllah {s.a.v.) onlar hakkında beddua etmeye ve yüce Rabbine, onlara azabını İndirmesi  için yalvarmaya başladı…

Böyle dua edip dururken, ona şu âyet-i kerime nazil oldu: «Allah’ın, onların tövbelerini kabul veya onlara azap etmesi işiyle senin bir ilişiğin yoktur; çünkü onlar zalimdirler». (Alü İmran/12S) Peygamber [s.a.v.) bu âyetten, kendisine, onlara beddua etmekten vazgeçmesinin ve onların durumunu sadece Allah’a bırakmasının emredildiğini anladı…

Ya onlar zulümlerinde devam edecekler ve Allah’ın azabı onlara-inecekti…

Ya da tövbe ettikleri için Allah onların tövbelerini kabul edecek ve rahmeti onlara ulaşacaktı…

Allah onlar için tövbe ve rahmet yolunu seçti ve onları İslâm’a yöneltti…

Amr ibnu’I-As mücadeleci bir müsiümana, İsâm’ın yiğit komutanlarından bir komutana dönüştü…

Amr’ın niçin öy!e yaptığını anlıyamadığımız bazı tutumlarına rağmen fedakâr ve mücadeleci bir sahâbî olarak yaptıkları, gözlerimizi ve kalplerimizi ona doğru çevirtecektir.

Burada, Özellikle Mısır’da, İslâm’ı mükemmel ve şerefli bir din olarak, onun peygamberini rahmet, nimet, Allah’a davet eden, hayata doğruluk ve takva ilham eden büyük bîr doğruluk peygamberi, ola­rak gören kimseler olacaktır…

Yine, Mısır’a İsiâm’ı, İslâm’a Mısır’ı hediye etmek için kaderin kendisini bir sebep  ne sebep  kıldığı adama sevgiyle bilenerek bu imanı taşıyan kimseler olacaktır… Bu ne güzel hediyedir ve ne iyi hediye verendir.

İste o,  Amr  ibnu’l-As’tır. Allah ondan  razı   olsun…

Genellikle  tarihçiler Amr’ı  «Mısır Fatihi»  diye tarif etmişlerdir.

Ancak biz bu tarifte  ifrat ve tefrit görüyoruz. Belki Amr’a lâyık en  iyi tarif onu  Mısır’ın kurtarıcısı  adlandırmamızdır.

İslâm, modern anlayışla, ülkeleri fethetmek için fethetmiyordu. Ancak oraları insanları ve ülkeleri çok kötü işkenceye tabi tutan iki imparatorluğun hakimiyetinden kurtarıyordu. Bu iki imparatorluk, İran imparatorluğu ve Bizans imparatorluğuydu…

Mısır, özellikle, orada İslâm’ın öncüleri göründüğü gün Bizanslı­ların yağma yeriydi…

Mısır halkı  boş yere direniyordu… Memleketlerinin  tepelerinde  inançlı  birliklerin; «Allahu ekber,

Allahu ekber… sesleri gürlediğinde, hepsi gelen sabaha doğru şerefli bir kalabalık içinde koşuştular ve Kayser ve Bizanslılardan kurtuluşlarını onda bularak, ona kucak açtılar…

O halde, Amr ibnul’-As ve adamları, Mısır’ı fethetmediler, onlar sadece, akıbetinin hakka ulaşması, kaderinin adalete bağlanması, kendini’ ve hakiki durumunu Allah’ın kelimelerinin ışığında ve İslâm’ın prensiplerinde bulması için Mısır’ın önündeki yolu açtılar.

O (r.a.), savaşın sadece, kendisiyle, ülkeyi işgal eden ve halkın erzağmı yağmalayan Bizans askerleri arasında kalması için Mısır halkını ve kıptîleri  çarpışmadan  uzak tutmayı  çok  istiyordu…

Bu yüzden, onun o günkü hıristiyanların ileri gelenlerine ve bü­yük piskoposlara şu konuşmayı yaptığını  görüyoruz:

«— Allah Teâlâ Muhammedi hakk ile göndermiş ve o hakkı em­retmiştir.

O da (s.a.v.) peygamberliğini yerine getirip bizi açıklık üzerinde  yani açık ve doğru yol  üzerinde bıraktıktan  sonra gitti…

İnsanlara yumuşak davranmak onun bize emrettiği şeylerdendi. Böyle olunca, sizi İslâm’a davet ediyoruz…

Kim bizim davetimize icabet ederse, o bizdendir. Bizim lehimize olan onun da lehinedir. Bizim aleyhimize olan onun da aleyhinedir…

Kim bizim İslâm’a girme davetimizi kabul etmezse, ona cizye  yani vergi  teklif eder ve himayemize alırız…

Peygamberimiz bize, Mısır’ı fethedeceğimizi ve halkına iyi dav­ranmamızı söyledi. Bu konuda şöyle buyurmuştur: «Siz benden son­ra Mısır’ı fethedeceksiniz, oranın haîkı olan kıptîlere iyi davranınız Onlarla anlaşma ve akrabalık vardır…»

Eğer sizi kendisine davet ettiğimiz şeyi kabul ederseniz, sizin için anlaşma üstüne anlaşma vardır».

Amr sözlerini bitirir bitirmez bazı piskopos ve rahipler şöyle hay­kırdılar:

«— Peygamberinizin size tavsiye ettiği akrabalık uzak bir akra­balıktır, bunun gibisine ancak peygamberler ulaşırlar!…»

Bizanslı komutanlar boşa çıkarmak için gayret sarfetmişlerse de, Amr’dan korkanlar ve Mısır kıptîleriyle anlaşmak için iyi bir başlan­gıçtı…

Amr ibnu’l-As İslâm’a ilk girenlerden değildi. Mekke’nin fethin­den az önce Halid İbnu’l-Velîd’le birlikte müslüman olmuştu.

Gariptir ki, onun müslüman olması, Habeşistan’daki Necsşî’nin vasıtası ile başlamıştı. Çünkü Necaşî Amr’ı tanıyor ve Habeşistan’a çok sık gelmesi ve Necaşî’ye getirdiği birçok hediyeler sebebiyle ona saygı gösteriyordu. Bu ülkeye son gelişinde Arap yarımadasında tev-hîd (Allah’ın bir olduğunu) ve güzel ahlâkla seslenen bir peygamberin adı da gelmişti.

Habeşistan kralı Amr’a Muhammed’in Allah’ın gerçek elçisi oi-duğu halde, niçin ona iman etmeyip uymadığını sordu…

Amr da Necaşî’ye şunu sordu:

«— O,  gerçekten  Öyle  midir?»

“  Necaşî ona:

«_ Evet… Amr! Beni dirile de ona uy. Çünkü o, hakk üzerinde­dir. O, kendisine muhalefet edene kesinlikle üstün gelecektir» diye cevap verdi.

Amr hemen, Medine’ye dönmek, âlemlerin Rabbi Allah’a teslim olmak için gemiye bindi.

Medine’ye götüren yoida, Mekke’den gelmekte olan ve müslü-man olmak için Resûlüllah’a (s.a.v.) biat etmeye koşan Haltd ibnu’l-Velîd’le karşılaştı…

Onların gelmekte olduğunu gören Resûlüüah’ın (s.a.v.) yüzü se­vinçten parlayıp ashabına şöyle dedi:

«Mekke ciğerpârelerîni size attı…» Halid öne geçip biat etti…

Arkasından Amr ilerleyip:

«— Ya Resûlellah!

Ben sana, Allah’ın geçmiş günâhlarımı affetmesi ümidiyle biat ediyorum...» dedi.

Resûlüllah (s.a.v.) da ona:

«— Ya Amr!

Biat et, İslâm öncekileri keser, saymaz» diye cevap verdi…

Amr biat edip dehasını ve cesaretini yeni dinin hizmetine verdi…

Hz. Peygamber {s.a.v.) Refîk-i A’lâ’ya kavuştuğunda Amr Umman valisi idi…

Hz. Ömer’in halifeliği devrinde, Suriye savaşlarından sonra Mı­sır’ın Bizanslıların hakimiyetinden kurtulmasında şahit olunan kahra­manlığını gösterdi.

Keşke Amr ibnu’l-As içindeki başkan olma sevgisin* frenleyebil-seydi…

O zaman, bu sevginin onu tehlikeye atan bazı davranışlar! tamamen  önleyebilirdi.

Amr’ın başkanlık  sevgisi,  bir  noktaya kadar,  Allah vergisi  olan özelliklerinin otomatik olarak ifadesi demekti…

Hatta onun dış şekli, yürüyüş ve konuşmasındaki usûlü, onun başkanlık için yaratıldığını gösteriyordu… Hatta şöyle rivayet edil­miştir. Müminlerin emiri Ömer ibnu’l-Hattab bir gün Amr’ı gelirken görünce, onun yürüyüşüne gülüp:

«— Ebû Abdullah’a yeryüzünde başkan olarak yürümekten baş kası yakışmaz!» demişti!…

Gerçekten Ebû Abdullah (Amr) kendini bu haktan mahrum bırak­madı…

Hatta tehlikeli olaylar müslümanları siiip süpürürken bile Amr, bu olaylar karşısında bir başkan üslubuyla, hem de zekâsıyla, deha­sıyla, onu kendine güvenli hale getiren gücüyle bir emir üslubuyla davranıyordu!…

Fakat valilerini seçmede çok ihtiyatlı olan Hz. Ömer Amr’a gü­vendiği için onu Filistin ve Ürdün’e vali yapar. Sonra, Ömer kendi hayatı boyunca onu Mısır valiliğinde bırakır…

Hatta Emîrulmüminin, Amr’ın rahat yaşamada valilerinin devamlı aynı seviyede veya en azından halkın seviyesine yakın bir seviyede olmaları için onlardan istediği sınırı Amr’ın aştığını öğrendiğinde bile onu valilikte bırakmıştı…

Biz diyoruz ki: Halife Amr’ın, çok rahat bîr hayat sürdüğünü öğ rendiğinde  bile, onu  azletmedi. Ancak ona  Muhammed İbn   Mesle me’yi gönderip mallarının ve eşyalarının tümünü ikiye bölüp yarısın kendisine  bırakmasını ve  öbür yarısını  da Muhammed   îbn   Mesleme’yle Medine’deki Beytü’l-mâle göndermesini emretti.

Emîrulmüminin, Amr’ın başkanlık sevgisinin onu sorumlulukla­rında aşırılığa sevkettiğini bilseydi, temiz vicdanı bir an olsun onu valilikte tutmaya dayanamazdı.

Amr (r.a.) keskin zekâlı, ani buluşta güçlü ve derin görüşlüydü.,

Hatta Emirulmüminin Hz. Ömer (r.a.) kurnazlığı olmayan bir in­san görünce, hayretten ellerini çırpar ve şöyle derdi:

«— Sübhânellah!

Bunun yaratıcısıyla Amr İbnu’l-As’ın yaratıcısı aynı ilâh!.

Yine o, son derece cesur ve atılgandı…

Bazı yerlerde cesaretini dehasıyla karıştırır, fakat bu korkaklık veya telâşlılık zannedilirdi. Ancak Amr kendini tehlikeli darboğazlar­dan kurtarmak için müthiş bir ustalıkla hilesini yapardı!.

Müminlerin emiri Ömer, onun bu özelliklerini bilir ve onları takdir ederdi.

Bu yüzden, Mısır’a gitmeden önce onu, Suriye’ye gönderdiğinde, Emirulmüminine: Suriye’deki Bizans ordularının başında dahî cengâ-verİerden olan komutan Artabon var, denildi… Hz. Ömer’in cevabı şu oldu:

«— Biz Bizanslıların Artabon’una Arapların Artabon’unu attık. Bakalım, işler nasıl yoluna girer?!»

İşte Arapların Artabon’u ve tehlikeli dahîsi Amr’ın, ordusunu ye­nilgiye terkedip Mısır’a kaçan Bizans’ın Artabon’unu mahveden bîr galibiyetle yoluna girdi. Kısa bir süre sonra da, İslâm bayrağının, gü­venli evlerinin damlarında dalgalanması için Amr Mısır’da ona ye­tişti

Amr’ın zekâ ve dehasının parladığı ne kadar çok davranışı vardır. Biz onun hakem olayında, Ebu Musa el-Eş’ârî ile, durumu müslü-manlar arasındaki bir şuraya havale etmek için her birinin Aliyle Muâ-viye’yi azletmek üzere anlaştıklarında Ebû Musa’ya karşı tutumunu bu davranışlarından saymasak da, Ebû Musa anlaşmayı yerine getir­miş, Amr ise onu yerine getirmekten çekinmiştir.

Eğer onun kurnazlıkta ve ani buluşta ustalığına dair bir tabloya şahit olmak istersek, Mısır’da Bizanslılarla yaptığı savaş esnasında Babilyon kalesi komutanına davranışında böyle bir tablo vardır, (Baş­ka bir tarihi rivayette, anlatacağımız olay Yermûk’ta Bizanslı Artabon’Ia geçmiştir).

Artabon konuşmak için onu çağırmıştı. Bu arada bazı adamları­na, Amr kaleden ayrıldıktan hemen sonra tepesine bir kaya atmala­rını emretti. Amr’ın öldürülmesi kesinleşsin diye her şey hazırlan­mıştı…

Amr hiçbir şeyden şüphelenmeden komutanın yanına girdi. Gö­rüşmelerini yaptılar.

Kalenin dışına götüren yoldayken, surların tepesinde, hemen sakınma duygusunu harekete geçiren, kuşku veren bir hareketi far-ketti.

Hemen şaşırtıcı  bir davranışta bulundu.

Kendisini hiçbir şey korkutmamış ve hiç şüphelenmemiş gibi emin, sakin, ağırbaşlı adım ve duygularla kale komutanına döndü!…

Komutanın  yanına girip:

«— Sana açıklamak istediğim bir şeyi hatırladım. Beraberirrıdeki arkadaşlarımın arasında Peygamber’in (s.a.v.) ashabından İslâm’a ilk girenler var. Mü’minlerin emin onlara danışmadan hiçbir işe karar vermez. Savaşacakların ve askerlerin başına onları vermeden İslâm ordularından hiçbir orduyu göndermez. Benim duyduklarımın aynısını senden duymaları ve benim sahip olduğum bilgilere onların da sahip olmaları için onları sana getirmeyi düşündüm...» dedi.

Bizanslı komutan Amr’ın iyi niyetle, kendisine yaşama fırsatı ver­diğini zannetti! Böylece onun görüşünü kabul etsin ki, Amr yanında müslümanların ileri gelenlerinden, seçkin kişilerinden ve komutan­larından büyük bir sayıyla dönünce, sadece Amr’ın işini bitirmek yerine, onların  hepsinin  işini bitirsin…

Görülmeyecek bir şekilde Amr’ın öldürülmesi için hazırlanan plâ­nı erteleme emrini verdi…

Komutan izzet, ikram ile Amr’ı uğurladı, hararetle onu kucakladı… Kaleden  ayrılırken Arab’ın dahisi gülümsedi…

Sabahleyin Amr, ordusunun başında alaycı ve düşmanın başına gelenlere güler gibi kişneyerek kahkaha atan kısrağının üstünde ka­leye geldi.

Evet…  O da sahibinin kurnazlıklarından çoğunu biliyordu

Hicretin 43. yılında ölüm, Amr İbnu’l-As’a valisi olduğu Mısır’da geldi…

Göç anlarında hayatını anlatmaya başladı:

 İlkin kâfir idim… Resûlüllah’a (s.a.v.) karşı en sert kişiler­dendim. Eğer o gün ölseydim. Cehennemi boylardım.

Daha sonra Resûlüllah’a (s.a.v.) biat ettim. İnsanlardan onun ka­dar sevdiğim ve gözümde onun kadar muhterem hiç kimse yoktu. Şa­yet benden onu tarif etmem istense bunu beceremezdim, çünkü say­gımdan dolayı ona bakamıyordum… Şayet o gün ölseydim, mutlaka Cennetlik olacağımı  umardım…

Daha sonra başıma idarecilik ve lehime mi, aleyhime mi olduğunu bilemediğim birçok şey  geldi..

Arkasından  gözünü, yalvarırcasına merhametli  ve yüce Rabbin yakarırcasma semaya kaldırdı ve şöyle dedi:

«— Allah’ım! Tertemiz (suçsuz) değilim ki özür dileyeyim. Aziz (güçiü) değilim“ki,  üstün geleyim,

Bana rahmetin (merhametin) yetişmezse mahvolurum». Devamlı yalvarıp yakardı. Nihayet ruhu Allah’a yükseldi. Son sö­zü de: ‘Lâ ilahe illallah oldu.

Amr’ın, İslâm’ın yolunu tarif ettiği Mısır toprağının altında cesedi vardır.

Amr’ın öğretmek, hüküm vermek ve idare etmek üzere oturduğu yerdeki toplantı tavanlarının altındajıâlâ devam ederken, Mısır’ın sağ­lam toprağının üstünde, içinde tek olan Allah’ın adının zikredildiği, duvarları arasında ve minberinin üstünden, Allah’ın sözlerinin ve İs­lâm’ın prensiplerinin ilân edildiği, Mısır’ın ilk camisi  Amr camii  vardır.

ANA – BABA HAKKI

 


 
ANA – BABA  HAKKI
Ana-babaya iyilik ve ihsan evlât üzerine farzdır, onlara isyan etmek haramdır. Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Cennet kokusu beşyüz yıllık mesafeden duyulur Ana-babasını Üzenler ve sılâ-l rahmi terk edenler.bunu duyamaz.) [Taberânî]
(Ömrünün uzun, rızkının bereketli olmasını istiyen, ana-babasına iyilik etsin, sıla-ı rahmde bulunsun!) [İ. Ahmed]
[Sılâ-i rahm, ana-baba ve yakın akrabayı ziyaret etmek demektir.}
(Hanımını anasından Üstün tutana Allah la’net etsin!) [M. Cinan]
(Allah indinde en faziletli amel, vaktinde kılınan namazdır, sonra ana-babaya iyiliktir.) [Müslim]
(Ana-babasından biri hayatta olup da, onun rızâsını almıyan, onu küstüren, Cehenneme girmeye müstehak olur.)

Eshâb-ı kiramdan biri Ya Resûlallah, ana-baba, evlâtlarına zulmetseler de rızâlarını alamıyan yine Cehenneme gider mi?) diye sorunca, Peygamber aleyhisselâm, üç defa (Evet zulmetseler de…) buyurdu (Beyhekî)
Şu hâlde ana-baba zâlim olup, evlâda zulmetseler de, günah işlemeyi emretseler de, yine onları üzmemeye, küstürmemeye çalışmalıdır! Günah olan emirleri yapılmaz ama, yine de onları üzücü söz söylemek caiz olmaz. Ana-baba kötü bile olsa, yine onlarla iyi geçinmelidir! Ziyaretlerini terk etmek büyük günahtır. Hiç olmazsa, selâm göndererek, tatlı mektup yazarak, telefon ederek, bu günahtan kurtulmalıdır!

Çocuğun da ana-baba üzerinde hakları
1- Evlâdın annesini iyi yerden almalıdır! Ya’nî çocuğun annesi olacak kız,sâliha ve iyi bir aileden olmalıdır! ileride, çocuk, annesiyle kötülenmemelidir!
2- Çocuğa iyi isim koymalıdır! Hadîs-i şerifte buyuruldu ki:(Üç oğlu olup da, birine benim adımı vermlyen, cahillik etmiş olur.) [Taberânî]
Ahmed, Mehmed, Mahmûd gibi Peygamber efendimizin isimlerini koymalıdır! Çünkü Allahü teâlâ, (Hatibimin-isminde olan müslümana azâb etmeye haya ederim.) buyurdu.
3- Çocuğuna Kur’ân-ı kerîmi öğretmelidir!
4- Çocukları helâl lokma ile beslemelidir! Böyle yapmazsa, haram gıdaların,yemeklerin te’sîri, çocuğun özüne işler çocukta uygunsuz işlerin meydana
gelmesine sebep olur. Hadîs-i şerifte,(Yiyip içtikleriniz helâl, temiz olsun!Çocuklarınız, bunlardan hâsıl olmaktadır.) buyuruldu.
5- Çocuğu yedi yaşından itibâren namaz kılmaya alıştırmalıdır!
6- Çocuğuna ilim öğretmelidir!Dünya ve âhırette kurtuluş ilimledir
7- Çocuklara iyilik etmelidir! Hadîs-i Şeriflerde buyuruldu ki:(Evlâdınıza ikram edin, ana-babanın sizde hakkı olduğu gibi, evlâdınızın da sizde hakkı vardır.) [Taberânî](Hediye verirken çocuklarınızın arasında eşitliğe riâyet edin!) [Taberânî]
8- Çocuğu güzel terbiye etmelidir!Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki:(Çocuğu güzel terbiye etmek, evlâdın baba üzerindeki haklanndandır.) [Beyhekî]
(Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz! öğretmezseniz, mes’ûl olursunuz.) [Müslim]

Ana Duası

 



Musâ peygamber, Tûr Dağı;nda Allah u Tealâ ile konuşma şerefine erdikten sonra:Yâ Rabbi, benim Cennet;teki komşularım kimlerdir, bazılarını bildirir misin? diye bir istekte bulunmuştu.

Allah, Musâ peygambere: Senin Cennet`teki komşularından biri, falan yerde yaşayan bir kasaptır. Görmek istersen, dükkânı falan yerdedir. Git, bir gece kendisine misafir ol,buyurdu.
Musâ Peygamber, bu kasabın nasıl bir iyilik işleyerek kendine Cennet`te komşu olmayı hak ettiğini düşündü. Bu merakla, onun bulunduğu bölgeye doğru yola çıktı. Nihayet kasabı bularak ” Ey Allah’ın kulu, bu gece sana misafir olmak istiyorum, kabul eder misin ” dedi.


Kasap: Hay hay! Allah`in misafirlerine, kapım daima açıktır, akşam olsun da eve birlikte gidelim, dedi.
Akşam olunca, kasap elindeki sepetin içini yiyeceklerle doldurdu. Birlikte evin yolunu tuttular.

Eve gelince kasap:
Bana müsaade buyurun, evvela şu salıncakta, değerli bir misafirim daha vardır. Onun hatırını sorup ihtiyaçlarını karşılayayım, sonra sizinle ilgilenirim, dedi. Odanın bir köşesinde asılı duran salıncaktan yaşlı bir kadın çıkardı. Altını temizledi, elbisesini değiştirdi. Adeta bir iskeletten ibaret kalmış ihtiyarın bütün hizmetini görüp, yemeğini yedirdikten sonra, tekrar yerine yatırdı. O sırada İhtiyar kadının anlaşılır anlaşılmaz bir şeyler söylendiği duyuldu. Kasap da bu sözlere ” âmin “dedi.
Musâ peygamber sordu:Bu kimdir ki, kendisine bu kadar özenle hizmet ediyorsun?
Kasap: Bu benim anamdır. Vaktiyle benim bütün zahmet ve sıkıntılarıma katlanmış vefakâr bir kadındır. Şimdi ben de kendisine evlâtlık görevimi yapmaya çalışmaktayım.


Peki, hizmetinin sonunda bir şeyler söyledi, sen de âmin, dedin; ne dedi ki?
” Annem, hizmetlerimden çok memnun kaldığı için, bana her gün, Oğlum, Cennette Musâ Peygambere komşu olasın ” diye dua eder , ben de âmin derim. Bu olacak iş mi? Musâ Peygamber kim, ben kim? Ben onun yanına bile yaklaşabilir miyim hiç?


Bu esnada kendisini tanıtan Musâ Peygamber: ” Müjdeler olsun sana, dedi ” Ben Musâ Peygamber`im. Cennette senin bana komşu olacağını Allah haber verdiği için, komşumu görmek üzere buraya gelmiştim. Anana hizmetten sakın geri kalma,; diyerek oradan ayrıldı.

Musa a.s ve Cennetteki Arkadaşı

 

Musa a.s ve Cennetteki Arkadaşı
Hz. Musa Aleyhisselâm, bir gün münacatları esnasında «Ya Rabbî! Cennette benim arkadaşım kimdir, bana göster.» diye iltica eder. Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri:
- Ya Musa! Filan şehirde, filan çarşıda ve şu şemail ve isimde bir kasap vardır. O kimsedir, diye ilham eyler.
Hz. Musa Aleyhisselâm hemen hareket eder ve o kasabı bulur. Dükkânının karşı tarafında, bir miktar seyrederek ahvaline vâkıf olmak üzere oturur. Görür ki gayet gaddar ve zalim bir kimsedir. Sattığını hep eksik tartmaktadır. Hz. Musa’nın hatırına, bu kimse bana nasıl arkadaş olabilir, her halde o başka bir kimse olması lâzımdır, diye gelir. Tam o esnada Hz. Cebrail gelerek, o kimsenin olduğunu haber verir.
Hz. Musa Aleyhisselâm akşama kadar dükkânın önünde oturur ve akşam olunca, kasap bir miktar et alarak elindeki zembiline koyar ve evine gitmek üzere iken, Hz. Musa: «Ya kasap, beni misafir kabul eder misin? diye sorar. Kasap da «Buyurun, sizin gibi muhabbetli misafiri asla görmedim. Bu gece hizmetinizle şerefleneyim.» der ve beraberce giderler. Hemen Hz. Musa Aleyhisselâmm önüne yemekler ko-yar ve «Ey mübarek zat isterseniz siz yeyin. Şayet beraber yiyelim derseniz, bir miktar beklemeniz lâzım gelecek. Zira benim çok mühim bir işim vardır, müsâdenizle onu yerine getireyim.» der. Ve getirmiş olduğu eti iyice pişirip, evin köşesinde asılı bir zembıM aşağıya indirir. İçinden son derece küçük ve zayıf bir kadın çıkarır. O’nun ağzına yavaş yavaş eti verir. Karnını doyurduktan sonra altını da temizler ve tekrar yerine asarak Hz. Musa Aleyhisselâmın yanına gelir. Özür dileyerek birlikte yemek yemeye başlarlar.
Kadına yemek yedirirken kadının dudakları bir kaç defa hareket etmiş ve konuşur gibi olmuş. Bu hali Hz. Musa Aleyhisselâm farketmiş olduğu için o kimseye:
- Ey kişi, bu senin annen midir?
-Evet, annemdir. Çok ihtiyar ve mecalsizdir. Her gün böylece dükkândan geldiğim zaman hizmet ederim.
- Yemek yedirirken dudakları kıpırdadı. Sözü anlaşılır mı?
- Evet anlaşılır. Her ne zaman, karnını doyurup hizmetini yaptığımda «Ya Rabbî, bu oğlumu cennette Musa’ya arkadaş eyle.» diye dua eder.
- Ey kimse! Sana müjdeler olsun kî, annenin duası dergah-ı izzette kabul oldu. Musa benim, der ve ilham-ı ilâhî ile oraya geldiğini söyler.
O kimse de çok sevinir ve bütün günahlarına tevbe ve istiğfar ederek ibadet ile meşgul olmaya başlar.
Böylece annesine yapmış olduğu hizmet sebebi ile, salihler zümresine dahil olur.

Ebû Hureyre ve kıyamadığı annesi

 

Ebû Hureyre (ra) şöyle anlatıyor: “Müşrike olan annemi İslâm’a çağırıyordum. Bir gün yine böyle davetimi yenilediğimde Peygamber Efendimiz hakkında hoşlanmadığım şeyler söyledi. Allah Resûlü’nün yanına geldim, ağlıyordum.
‘Yâ Resûlallah’ dedim, annemi İslâm’a davet ediyordum; yanaşmıyordu. Bugün de davet ettim. Senin aleyhinde hoşlanmadığım şeyler söyledi. Allah’a dua et, “Ebû Hureyre’nin annesine hidâyet versin.” dedim. Allah Resulü de,

- Allah’ım! Ebû Hureyre’nin anasını hidâyete erdir, diye dua buyurdu.
Sevinerek dışarı çıktım. Eve varıp kapıya yaklaşınca, baktım kapı kapalı. Annem ayak seslerimi duymuştu. “Ebû Hureyre, yerinde dur” dedi. Biraz sonra annem elbisesini giymiş, başını da örtmüş olarak kapıyı açtı ve: “Ebû Hureyre, şehâdet ediyorum ki Allah’tan başka ibadete lâyık bir ilâh yoktur. Şehâdet ediyorum ki Muhammed, Allah’ın elçisidir.” dedi.
Koşarak Peygamberimiz’in yanına vardım. Daha önce kederimden ağladığım gibi sevincimden ağlıyordum. “Müjde, Yâ Rasûlallah, Allah duanı kabul etti; Ebû Hureyre’nin annesini İslâm’a hidâyet buyurdu.” dedim. Sonra, “Yâ Rasûlallah, Allah’a dua et de, beni ve annemi, erkek-kadın bütün müminlere sevdirsin.” ricasında bulundum. O da: “İlâhî! Bu kulcağızını ve anasını erkek-kadın her mümine sevdir.” diye dua buyurdu. İşte, bunun için adımı duyan erkek-kadın her mümin beni sever.” (Kandehlevî, Hayatu’s-Sahabe, 1/175-17

Hadislerle Anne- Baba Hakkı

 

Hadislerle Anne- Baba Hakki




Anne-babaya öf bile demeyelim…

Hz. Ebu’d-Derdâ’nın (ra), şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ben Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu işittim: “Anne-baba, Cennet’in orta kapısıdır. Artık sen o kapıyı ister zayi et, ister muhafaza et.” (Tirmizî, Birr, 3)
<!--[if !supportLineBreakNewLine]--> <!--[endif]-->
Rabbimiz bizi şöyle ikaz ediyor: “Rabb’in şöyle buyurdu:ALLAH’tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye ve babaya güzel muamele edin. Şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa sakın onlara hizmetten yüksünme, “öff!” bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle. Şefkatle, tevazu ile onlara kol kanat ger ve şöyle dua et: “Yâ Rabbi, onlar küçüklüğümde nasıl beni ihtimamla yetiştirdilerse, ona mükâfat olarak Sen de onlara merhamet buyur!” (İsrâ Sûresi, 17/23-24)

En çok kim hak sahibidir?
Efendimiz’in hadislerine baktığımızda anne hakkının baba hakkından üç misli fazla olduğunu öğreniyoruz.
Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Bir adam gelerek: “Ey ALLAH’ın Resulü! İyi davranıp hoş sohbette bulunmama en çok kim hak sahibidir?” diye sordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): “Annen!” diye cevap verdi. Adam: “Sonra kim?” dedi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar: “Sonra kim?” dedi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) yine: “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: “Sonra kim?” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) bu dördüncüyü: “Baban!” diye cevapladı.” Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1)

Abdullah İbn Amr İbn’l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor:
Bir adam: “Ey ALLAH ’ın Resulü benim malım ve bir de çocuğum var. Babam malımı almak istiyor. (Ne yapayım?)” diye sordu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam): “Sen ve malın babana aitsiniz. Şunu bilin ki, evladlarınız kazançlarınızın en temizlerindendir. Öyle ise evladlarınızın kazançlarından yiyin” buyurdu. (Ebu Dâvud, Büyû’ 79; İbn Mâce, Ticârât 64.)
Cennet onların ayağı altındadır
Muâviye ibn Câhime’nin anlattığına göre; Câhime (radıyallahu anh) Hz Peygamber’e ve (aleyhissalâtu vesselam) gelir ve: “Ey ALLAH ’ın Resulü, ben gazveye (cihad) katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişare etmeye geldim” der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam): “Annen var mı?” diye sorar. “Evet” deyince, “Öyleyse ondan ayrılma zira Cennet onun ayağının altındadır” buyurur. (Nesâî, Cihad 6.)
Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber (sas) bir gün: “Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu sürtülsün” dedi. “Kimin burnu sürtülsün ey ALLAH’ın Resulü?” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Ebeveyninden her ikisinin veya sâdece birinin yaşlılığına ulaştığı halde (rızasını alıp da) Cennet’e giremeyenin.” (Müslim, Birr 9)
Esma Bintu Ebî Bekr (r. anhâ) anlatıyor: Henüz müşrik olan annem yanıma geldi. Hz. Peygamber’den (sas) sorarak: “Annem geldi, görüşüp konuşmayı arzu ediyor, anneme iyi davranayım mı?” dedim. “Evet” dedi, “Ona gereken hürmeti göster.” (Buhârî, Hibe 28, Edeb 8)
İbn Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam Resûlullah’a (aleyhissalâtu vesselam) gelerek: “Ben büyük bir günah işledim, buna tevbe imkanım var mı?” dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): “Annen var mı?” diye sordu. Adam: “Hayır yok” dedi. “Peki teyzen de mi yok?” dedi. Adam: “Evet, var” deyince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam): “Öyle ise ona iyilik yap! Teyze anne makamındadır.” diye emretti,” (Tirmizî, Birr 6.)

Samimi niyet ve dua


Ebû Hüreyre rivayet ediyor: ‘Sizden önce geçenlerden üç kişi çocuklarının geçimini sağlamak için yola koyuldular. O sırada yağmura tutuldular. Bunun üzerine bir mağaraya sığındılar.
Daha sonra bir kaya parçası düşerek mağaranın ağzını kapattı. Aralarında şöyle konuştular:
“Mahvolduk, taş düştü. Bunun sebebini yalnız  ALLAH bilir. Yaptığımız en güzel davranışları dile getirerek ALLAH ’a dua etmekten başka çaremiz yoktur. İçlerinden biri anlatmaya başladı:
”ALLAH “’ım, hoşuma giden bir kadın vardı. Ona sahip olmak istedim. Fakat o kabul etmedi. Bunun üzerine bir miktar para verdim. Kabul etti. Tam ona yaklaşacağım sırada vazgeçtim. Bilirsin ki, bundan sırf senin rahmetini kazanmak, azabına uğramamak için uzaklaştım. Şu kayayı bizden uzaklaştır.” deyince kaya parçası bir miktar açıldı.
Diğeri şöyle anlattı:
“Yâ Rabbi, bilirsin, benim çok yaşlı anne-babam vardı. Onlara akşam sütünü içirmeden ne çocuklarıma ne de başkalarına bir şey içirmezdim. Bir gün odun toplamak için uzağa gittim. Döndüğümde onlar uyumuştu. Akşam sütlerini hazırladım, fakat onlar uykudaydı. Onlar içmeden önce çocuklarımla birlikte akşam süt içmeyi uygun bulmadım. Onlar uyanıncaya kadar süt kabı elimde olduğu halde bekledim. Sonunda sabah oldu, uyandılar ve sütlerini içtiler. ALLAH’ım, eğer bunu sırf Senin rızanı kazanmak için yapmışsam su kayayı buradan uzaklaştır.” dedi.
Bunun üzerine kaya parçası biraz daha açıldı. Fakat çıkılacak gibi değildi.
Sonra bir diğeri şöyle anlattı:
“ ALLAH ’ım, bilirsin bir gün bir işçi tutmuştum. Yarım gün çalıştı. Ücretini verdim. Kızarak ücretini almadı. Çekip gitti. Ben de her çeşit maldan onun hesabına çoğalttım. Bir zaman sonra ücretini almaya geldi. Ben de; ‘Şu gördüklerinin hepsini al, tamamı senindir, dedim. İstesem yalnız önceki ücretini verir, diğerlerini vermezdim. ALLAH ’ım bilirsin ki, bunu sırf senin rahmetini umduğum, azabından korktuğum için yaptım. Şu kayayı buradan uzaklaştır” dedi. Kaya parçası bütünüyle kalktı. Onlar da çıkıp yola koyuldular.’