6 Mayıs 2011 Cuma

Bağlılarından Mustafa Miyasoğlu'nun Kaleminden: Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincanî

 


Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincanî
[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]
Talebesi çok, reklamı yoktu
25 yıllık müritlikten sonra insanları irşada başlayan ve talebelerinin sayısı 1 milyonu aşan Abdürrahim Reyhan Efendi, 25 yıllık irşad vazifesine köyünde sohbet odası yaptırarak başlar. 12 Eylül 1980’den önce kendisiyle tanıştığını belirten Mustafa Miyasoğlu diyor ki: “Efendimin talebesi çok, reklamı yoktu. Yani mütevazı bir insandı.”
Abdürrahim Reyhan Efendi nerede, ne zaman doğdu?
Efendimiz; 1930 yılında, Erzincan’nın Keleriç beldesinde dünyaya geldi. Keleriç (bugünkü adıyla Karakaya), pek çok tasavvuf büyüğünün yaşadığı beldelerden biri. Abdürrahim Efendi’nin soyadı Reyhan olmasına rağmen, çocukluk yıllarından beri o adı ve soyadı ile değil, daha çok “Efendi” unvanıyla tanınır ve hep bu şekilde anılır.
Babası, dedesi, yaşadığı yer ve ne yaptığı hakkında bilgi verir misiniz?
Babası Hüseyin Efendi, dedesi Erzincanlı Nakşibendi şeyhi Beşir Efendi ile Tercan ve Otlukbeli’ndeki dergahta kalır ve hizmet eder. Keleriç’e yerleşerek bağcılık ve tarımla uğraşır. Babasından 14 yaşında yetim kalır.
Tahsil hayatından bahseder misiniz?
Abdürrahim Efendi, çok farklı bir çocuktur. Diğer çocuklar oyun oynarken o kitap okur ve düşünür. Orta okuldan sonra tahsili bırakır ve ailesinin geçimini üstlenir. Askerde orta okulu yarıda bırakmasına rağmen çavuş yaparlar O’nu. Depoların çoğunu fgüvendikleri için O’na teslim ederler. Askerde bile kitap okumakla meşguldur. Abdürrahim Efendi’nin dedesi şeyh Muhammed Beşir Efendi’dir. Onun halifesi, Bayburtlu Dede Paşa diye bilinen Musa Baştürk. Abdürrahim Efendi, Bayburtlu Dede Paşa ile babasının öldüğü günlerde karşılaşır, ama ancak 1957 yılında intisap eder.
Neden o gün değil de 1957’de?
Çünkü rüyasında Dede Paşa’yı görür, sonra da Keleriç’e gelen Dede Paşa’yı görünce bayılır ve ayılınca O’na intisap eder. Bu ikinci karşılaşmanın onun için “fenâfişşeyh” seviyesinde bağlılığa yol açtığını o mecliste bulunanlar ifade ederler.
İnsanları irşada ne zaman başladı?
25 yıllık müritlikten sonra Dede Paşa ona “teveccüh” görevi verir ve aynı zamanda kendisinin halifesi olduğunu söyler. 1973 yılında Dede Paşa’nın ölümü üzerine irşad görevine başlar.
İrşad halkası yüzbinleri buldu
İnsanları nasıl irşad ediyordu?
Önce Keleriç’te, bir süre sonra da Erzincan’da sohbete müsait binalar yaptırdı. Bu binalarda toplanan ihvanlara sohbet ediyor, tasavvufî hakikâtleri anlatıyordu. 1980’den sonra, şeyh efendisi gibi o da Ankara ve İstanbul başta olmak üzere pek çok yeri dolaştı.
İstanbul’a ne zaman yerleşti?
Vefatından 10 yıl önce İstanbul’a evini nakletti. Yurt içi ve yurt dışı seyahatleriyle, ayet ve hadislerden yola çıkan sohbetleriyle her seviyeden insana hak ve hakikat ölçülerini anlatıyordu. Bu arada, dedesinin ihvanı olan Salih Baba isimli şairin şiirleriyle gelişen sohbetlerinde, aşk ve muhabbeti öne almaya başladı. Dede Paşa’nın halifesi olduğu için onun müridleri eski ihvanları yanında, pek çok yeni müritle birlikte irşat halkası yüz binleri buldu.
Bu kadar müridi var mıydı?
Tabi tabi. Son devirlerin müridi en kalabalık irşad kutbu olduğu halde, Abdürrahim Efendi sade bir hayat sürüyordu. 25 yıllık irşat görevinden sonra 1998 yılında İstanbul’da vefat edince, hem İstanbul ve hem de bir gün sonra Erzincan’da kılınan cenaze namazlarında muhteşem bir kalabalık toplandı. Terzi Baba Mezarlığı’nda gömüldüğü yere, bir süre sonra Terzi Baba’nın türbesi gibi bir türbe yapıldı. Onun bizzat yaptırdığı toplantı yerleriyle vakıf binaları hâlâ hizmet veriyor. Hizmeti olan her Müslümanın hayırla anılmasını isterdi, bunu şiar edinmişti.
Abdürrahim Efendi ile ne zaman ve nerede tanıştınız?
Efendi Hazretleri ile 1980 yılında, 12 Eylül’den kısa bir süre önce görüştüm. Bundan kısa bir süre önce kardeşim beni başka bir Nakşibendi şeyhine götürmek istemişti. Halbuki ben Efendi hakkında bazı şeyler duymuş, ona muhabbet beslemeye başlamıştım. Kardeşimin söylediği şeyhe gideceğimiz gün birden bire öylesine rahatsızlandım ki, kardeşime “Benim nasibim senin şeyhinde değil galiba, o yüzden benim efendim yolumu kesti!” dedim. Kısa bir süre sonra da Abdürrahim Efendi ile tanıştım. Bana öyle sade ve tabii göründü ki, o güne kadar tanıdığım pek çok mürşitten fazla sevdim, hemen teslim oldum. O yıldan sonra pek çok görüşmemiz oldu, sayısını hatırlamadığım kadar sohbetinde bulundum.
Sohbetlerinde nelerden bahsediyordu?
Bunların büyük bir bölümü herkesin anlayabileceği sohbetlerdi. Bazıları da sanki gönlümden sorduğum soruların cevabı gibiydi. Bazen anlattığı fevkalâde şeylere şaşırdığımda, beni temin etmek istercesine tebessümle yüzüme baktığını fark ederdim.
Kerametlerine de şahit oldunuz mu?
Olmam mı? Üç arkadaşla bir gün akşam üzeri sohbet ettiği eve giderken, içimden şöyle demiştim: “Bugün hiç kimsenin duymadığı bir sohbet şöleni olsa!” Erken gittiğimiz için, salonda bizden başka kimse yoktu. Efendi, epeyce bir zaman farklı bir sohbet yaptı, o güne kadar gerçekten duymadığım şeyler söyledi. Bir süre sonra Efendi, salonu dolduran kalabalığa, “Hoş geldiniz efendiler!” diyerek genel bir sohbete başlayınca, nerede olduğumuzu anladım. Umumi sohbetten sonra dağıldık, eve giderken yanımdaki arkadaşlara sohbetin başındaki sözleri belirterek, onlardan hatırlayabildiklerini sordum. Tiyatrocu dostum Hasan Nail Canat ile başka bir arkadaş şaşkınlıkla tek kelime hatırlayamadıklarını söylediler, hatta bir kısmını hiç anlamamışlardı. O zaman benim için konuştuğunu anlamıştım: Varlık, yaratılış hikmeti gibi felsefi konular üzerinde konuştuğunu biliyordum, ama hangi hususları, hangi cümlelerle ifade ettiğini bir türlü hatırlayamıyordum. Sanki bizim gibi Necip Fazıl’ın sohbetlerini dinlemiş insanlara, toplantı salonuna girerken gönülden istediğim gibi bir sohbet şöleni sunmuş, orta okuldan sonra okumamış insanların bilmeyeceği şeylerle beni mutlu etmişti, ama bunları da zihnimden silmişti. Bana göre bu tam bir kerametti...
Başka kerametlerini de gördünüz mü?
Pek çok insan gibi benim de zihnime takılan bir husus vardı; Eyüp Sultan Camii’ne Cuma namazı için giderken bizzat sormuştum: “-Hak tarikatların hepsi bir şekilde Peygamberimize bağlı olduğu halde, neden farklı sözlerle zikir yapıyorlar?” Cevap olarak şunu ifade ettiler: “-Peygamberimiz 23 yıl boyunca bilinen, müekked sünnetleri dışında muhtelif şekillerde zikir ve ibadetler yaptı. Her tarikat kendine verilen derse göre zikir yaparak bu sünnetlerin yaşamasına hizmet eder ve böylece nefsini terbiye ederek ruhunu inkişaf ettirir. Bunların hepsi emirle olur. Kimse kendine göre ibadet seçimi yapamaz.” Bir de, “Bazı tarikatlarda zamanla farklılıklar görülüyor. Bunlar da mı emirle veya izinle yapılıyor?” diye sordum. Yine tebessüm ederek yüzüme baktı ve şöyle dedi: “-Emin olun ki böyledir hocam.” Benim en çok duyduğum sözlerinden biri de şudur: “-Bize bazı adamlar geliyor, ilmihal bilgileri dışında ve hatta onların zıddına şeyler soruyor, fetva istiyorlar; biz böyle bir şeye nasıl âlet olabilir, dini nasıl değiştirebiliriz?”
Gönüllere akan hakikat pınarı
Gönüller Sultanı Abdürrahim Reyhan Hazretleri, 24 Ocak 1998’de aramızdan zahiri olarak ayrılıp her zaman beraber olduğuna inandığımız Hakk’a yürüyerek ahirete irtihal etmişti. 1930 yılında Erzincan’ın Üzümlü ilçesinin Karakaya  (Keleriç) Beldesi’nde dünyaya teşrif eden Abdürrahim Reyhan Efendi, zamanın büyük mürşitlerinden Şeyh Beşir Efendi Hazretleri’nin torunudur. Beşir Efendi Hazretleri aynı zamanda Abdurrahim Reyhan Hazretleri’nin şeyhi olan Musa Dede Bayburdi Hazretleri’nin şeyhi idi.
Sade ve gözden uzak bir hayat sürdü
25 yıllık irşad hizmetleri sırasında, ilim ve memleket hizmetinde bulunan gençleri destekler, gönüllerini alıp teşvik ederdi. Bu yolda Reyhan Vakfı’nı kurdu ve ihtiyaç sahiplerine yardımı çevresine emrederdi. Günlük politika ile uğraşanların hasbi hizmetlerini teşvik eder, böyle hizmetlerin her türlü menfaat hesapları dışında yapılmasını insanlığın şanından sayardı. Hayatının son yıllarında pek çok hastalıktan mustarip olmasına rağmen, gerek yurtdışında ve gerekse yurt içindeki seyahatleriyle sevenlerini irşada devam eder, hak ve hakikat yolunun inceliklerini anlamalarına yardımcı olurdu. Bu hizmetleri sırasında hep sade ve gözlerden uzak bir hayat sürer, sevenleri dışında kimsenin dikkatini çekmezdi. Efendi’nin sevenlerine yaptığı sohbetlerinden derlenen kitaplar da böyle gösterişsiz olmuştur.
Ömrünü irşada vakfetti
O, Türkiye’den dört bir yana yayılmış dünya Müslümanlarına tasavvufî hakikatleri İslâmî öz içinde anlatırken, sünnete uygun yaşamanın da hakikî örneklerinden birini ortaya koyuyordu. İlim, servet, ibâdet ve halka hizmet gibi zahirî tezâhürlerin hakîkatle örtüşmesi için gönülden bağlılığı esas alır ve bağlılarına öyle gösterirdi.
Efendi Hazretleri’nin müritlerine en önemli tavsiyesi neydi?
Hizmetini çok takdir ettiği Necip Fazıl tarafından sadeleştirilen “Reşahat” adlı kitabı tavsiye eder, Salih Baba’nın divanıyla birlikte okunmasını isterdi. İlim erbabıyla tahsil yapan gençlere çok iltifat eder, muhabbet gösterirdi. Sevenlerine de hep “Dâvet edildiğin yere erinme, dâvet edilmediğin yere görünme” derdi...
Vefatının 8. yıldönümünde Efendi’nin cenaze namazından söz eder misiniz?
Abdürrahim Reyhan Efendi’nin cenaze namazından söz etmek o acıyı tekrar yaşamak edemek. Sorduğunuz için anlatıyorum. 1998 yılının Ocak ayıydı. Bir Ramazan gecesinde İstanbul’da dünyasını değiştirdi..
Vefat ettiğinde kaç yaşındaydı?
Efendi Hazretleri, hayatı boyunca gerçekten mütevâzı, ama vazifesinin büyüklüğünü çevresine hissettiren bir hayat tarzı içinde, 68 yıl süren bir ömür yaşadı. Bunun son 25 yılında ALLAH’ın lûtfu olmadan yapılamayacak irşâd görevi ifâ etti ve sürekli şeyhi Dede Paşa hazretlerinin yolunda, onun ışığını Erzincan’dan dünyaya yaydı. Bu görevin son 12 yılı İstanbul’a taşıdığı evi ve gönül tekkesi çevresinde gelişti.
Sünnete nasıl bakardı?
Çok önem verirdi. O, Türkiye’den dört bir yana yayılmış dünya Müslümanlarına tasavvufî hakîkatleri İslâmî öz içinde anlatırken, sünnete uygun yaşamanın da hakîkî örneklerinden birini ortaya koyuyordu. İlim, servet, ibâdet ve halka hizmet gibi zahirî tezâhürlerin hakîkatle örtüşmesi için gönülden bağlılığı esas alır ve bağlılarına öyle gösterirdi. Dede Paşa’dan duyulan ve sık sık sohbetlerinde de ifadesini bulan şekliyle, “Hulûsunuzun bârını yersiniz” derdi. Yani ihlâsınızın meyvasını yersiniz... Gerçekten de öyle değil mi? İhlâsla yaşamak ve ibadet etmek o kadar önemli ki, insanoğlu bunu anladığı, hakkıyla idrâk ettiği zaman hayatını ne kadar sade, ne kadar samimi ve ne kadar hayırlı geçirebilirse o kadar mutlu olacağını yakından kavrar sanıyorum. Abdurrahim Efendi bunu hayatıyla, hizmet ve faaliyetiyle onu tanıyabilen herkese çok tabii bir şey olarak gösterirdi. Tabii görebilene...
Siz Efendi hazretlerinin bağlısı olarak cenaze merasiminde bulundunuz mu? Bulunduysanız, ne gördünüz?
İstanbul’da ve Erzincan’da kılınan iki cenaze namazında da bulundum. Bu cenazeleri anlatacak iki sıfat var; bu iki sıfat birbirine zıt görünse de birbirini tamamlamaktadır: Muhteşem sadelik.. “İnsanlar nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşredilir” şeklinde bir hadis-i şerif biliyorum. O yüzden de cenazesini anlatabilmek için hayatını ve ölümünü anlatmak gerekir diye düşünüyorum. Bunun tersi de doğru: Abdurrahim Efendi Hazretlerinin hayatını ve şahsiyetini iyi anlayabilmek için, onun cenazesini ve nasıl defnedildiğini görmeli veya görenlerden dinleyerek incelemeli. Tam bir Hak dostu gibi... “Efendi” adıyla bilinen ve medyadan, şöhret âfetinden alabildiğine uzak yaşayan, ama tesiri ve müridleriyle son devir tarikatları içinde fevkâlâde hızla yayılan, buna rağmen dikkatlerden uzak kalan bir hakîkat erinin huzurunda olduğumuzu iyi bilirdik. Ama bu bilginin gereği olan hizmet ve gayreti gösterebildik mi? Buna kim hakkıyla evet diyebilir?..
Şirinevler Ulu Camii’nde toplanan cemaat, gazete ve televizyondan haber alınamadığı için mütevazi olacak sanılıyordu. Çünkü Cumayı Cumartesi’ye bağlayan gece yarısı, yani muhtemel bir Kadir Gecesi vefat etmiş, o günün öğle namazında cenazesi  kılınacaktı. Pazar günü de Erzincan’da ikinci defa kılınacak cenaze namazından sonra, Kadir Gecesi’nin gündüzünde Terzi Baba Mezarlığı’nda toprağa verilecekti. Öyle de oldu. Ama beş altı bin civarındaki İstanbul cemaatına karşılık, gazete ve televizyon haberlerinden duyan müridlerinden oluşan 10-12 bin kişilik cemaat, Erzincan’ı hayretler içinde bıraktı. Cenaze sade olduğu kadar muhteşemdi. Bu kadar kalabalıkta tek kişinin burnu kanamadı ve hizmet tamamlandı. Efendi şimdi Hakk’ın huzurunda olduğu kadar sevenlerinin de gönlünde...
O’nun sohbetlerini, mesela Tasavvuf’la ilgili sözlerini hatırlıyor musunuz?
Hiç unutmadık ki. Mesela bir gün söze şöyle başlamıştı “Burada Kısacana tasavvufun ana temelleri hakkında bir bilgi sunacağız. İnsan istedikten sonra yapamayacağı birşey yok. ALLAH (c.c.) bu istegi ve bu gücü bizlere vermiş. Yeter ki biz neyi istiyoruz bunu bilelim.... ALLAH’ım maksadım sensin. Senin Rızanı isterim”  Sonra da şu dörtlükle sürdürmüştü sohbetini “Sen sana gel ey gönül kılmahased kibr’ü riya / Bu sıfatlarla tahalluk eden oldu eşkıya. / Sıdk ile biat kılıp oldun’mu ümmet Ahmed´e / Kuru laf ile gecirip ömrü kaldın sufliya”
Efendi hazretleri tasavvufu nasıl tarif ediyordu?
Şöyle diyordu: “Kali hale tebdil etmek şekliyle ifade edilen tasavvuf İslam dininin ihtiva ettiği, bilgi sisteminin kuvveden fiile yani kalden hale, nazariyeden ameliyeye dönüşüdür. Meseleye bu zaviyeden bakılmalı. Tasavvufun esaslarını iyi tesbit etmek yerinde bir davranış olur. Bu esaslar İslam tasavvufunda Kitap ve sünnet istikametinde gerçekleşir. Tasavvuf sosyal bir hadisedir.Bu yüzden onu fikri ve şekli bir tarzda düşünmek lazımdır.Peygamber (s.a.) efendimiz zamanında İslami ilimlerin esasları bizzat mevcut olmakla beraber, ihtiyaç hissedilmediği için tedvin edilmemiştir. Yani fıkıh, kelam ,hadis, tefsir  ilmi ismiyle müdevven ilimler yoktu; fakat Fıkıh, kelam, hadis ve tefsir bizzat mevcuttu. Bu ilimler asr-ı saadet’ten sonra ihtiyaca göre zamanla tedvin edilmiştir.İnsanlar meşreblerine, fıtri yapılarına ve karakterlerine göre üç tarzda bu yolculuğu gerçekleştirebilirler.Tasavvuf ıstılahında bu yollara “Tarik-i ahyar”, “Tarik-i ebrar”, “Tarik-i şettar” ismi verilmiştir."
ALLAH dostlarını tarif eden hadisler de okur muydu?
-Evet Kudsi Hadislerle ALLAH dostlarının şöyle tarif edildiğini bildirirdi:  “AIIahu Teala buyuruyor ki: Her kim benim veli kuIIarımdan birisine düşmanlık ederse, muhakkak ben ona harp açar (dostumun intikamını alırım.” Yine bir kudsi hadiste Cenab-ı ALLAH’ın şöyle buyurduğunu bildirirdi: “Kim benim velilerimden birisini hafife alırsa, bana düşman olarak karşıma çıkmış olur.” Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde buyuruyor ki: “Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar ALLAH`ın emrini ayakta tutmaya devam ederler Onları terkedenler ve kendilerine karşı çıkanlar onlara bir zarar veremez. Bu durum, ALLAH’ın kıyamet emri gelinceye kadar devam eder. Onlar insanlara devamlı üstün gelirler”
“Alimler peygamberlerin varisidir” hadisi şerifini sık sık okur, “Bunlar, halkı Hakk’a ulaştırmanın memuru olan velilerdir. Bu tür velilere mürşit, bu işin öğretisine yol, tarikat, usul, ilim dilinde ise tasavvuf denilir” derdi.
Kaza ve kaderi nasıl izah ederdi?
Olacak şeylerin hepsini ezelde bilip, sonradan olacağı şekliyle ALLAH’ın takdir ve tesbit etmesine kader denildiğini, böylece kararlaştırılmış olanların zamanı gelince aynen yazıldığı gibi oluşmasına da kaza denildiğini hatırlyatırdı. Hayır ve şerrin, fayda ve zarar verecek olan her yaratık ve her olayın ALLAH’ın dilemesi ve ona ol demesiyle yaratıldığını, bu sebeble bizim “Hayır ve şer ALLAH’tandır” diye inanmamız gerektiğini, ALLAH’ın hayra rızası olduğunu, şerre ise rızası olmadığını söylerdi. “Bu yüzden arzu ve irademiz içinde olan iş ve amellerimizde hayrı istemeli ve hayrı yapmalıyız. Şerri, yasağı, haram ve zararlıyı istememeli ve onları yapmamalıyız” derdi. Bizim bu istek ve irademize cüz’i irade denildiğini, bu cüz’i irademizin, bu akli seçme ve serbestliğimizin bize mesuliyet yüklediğini belirtir, sevap ve günahların bu serbest seçim ve hür irademiz yüzünden artacağını ifade ederdi.
Vefat’ının ardından yazdığınız yazıyı hatırlıyor musunuz?
Evet, Abdürrahim Efendim Hakk’a yürüdü” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Gazetemizin 25 Ocak 1998 tarihli nüshasında yayınlanan o yazınızı burada iktibas edebilir miyiz?
Tabi edebilirsiniz.
“Abdürrahim Efendim Hakk’a yürüdü. ‘Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir. / Miyanı, aşikanda itibarım varsa sendendir’ Şeyh Galib efendisi için söylemiş bu mısraları, ben de ‘Anafor’ adlı şiirimde aynen kullanmıştım. Evet “Efendim” dediğiniz, sırri sohbetlerini dinlediğiniz, gönülden tasarruflarına şahit olduğunuz bir tasavvuf büyüğü, bir ALLAH dostu tanımış ve bağlanmışsanız, onu kaybetmek sizi ne kadar derinden sarsar, tahmin edersiniz. Ben bugün efendimin dünyasını değiştirdiğine, Hakk’a yürüdüğüne şahit oldum ve derinden sarsıldım.Yüz binlerin cenazesine de sohbetleri gibi iştirak edeceğini bildiğim için, milletimizin başı sağ olsun diyorum. O’nu ben bugün anlatamam, bir ömür boyu anlatmaya çalışsam, gücüm yetmez. Böyle ALLAH dostlarını yine O anlatıyor: “ALLAH yolunda ölenlere ölü demeyiniz. Onlar ALLAH katında diridirler.” Evet, bizi yetim bırakarak ALLAH’ın huzuruna, Peygamberinin yanına ve pirlerinin arasına dahil olan Abdürrahim Efendi’nin dünyamızda yaktığı ışık, O’nun Hakka yürümesiyle daha da aydınlanacak ve tanımayanlarını da aydınlatacaktır inancındayım. Çünkü tasavvufta bir kelam var. “Evliyaullah vefat edince kınından çıkmış kılıç gibi olur.
“Her kapı kapansın, Ebubekir kapısı müstesna...”
Peygamber Efendimizi. Sonra Hz. Ebubekir’i ve Hz. Ali’yi çok severdi. Peygamber Efendimizin “Her kapı kapansın, Ebubekir kapısı müstesna. ALLAH tarafından kalbime dökülen bütün ilimleri Ebubekir’in sadrına (kalbine) aktardım” ile  “Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısı, Ebubekir aslıdır”  hadis-i şerifleri sık sık okurdu.  “İman bahsinin sonu kader ve ahiret gününe imandır” der,  İnsanların öldüğü andan başlayarak kabir, kıyamet, yeniden dirilme, sual, hesap, sırat alemlerinden geçerek cehennem veya cennete dahil olacakları Kur’an’da bildirilmiş ve hadislerde açıklandığını, bütün bu hadiselerin zamanı gelince olacağına inanmamız gerektiğini, kafir ve münafıkların sonsuz olarak, günahı fazla veya affa uğramayan mü’minlerin de günahları miktarınca cehennemde azap göreceklerine, Peygamberimizin şefaatının olacağına, mü’minlerin sonsuz olarak cennette kalacaklarına, cennet ve cehennemin halen var olduklarına, Cemalullah’ın görüleceğine de mutlaka inanmamız lazım geldiğini söylerdi.Bunlara zıt olan söylentilere önem vermez, aykırı söz ve iddialara asla inanmazdı.
“ALLAH’ın  dostları ancak muttaki olanlardır”
O ALLAH dostlarını ALLAH’ın ve Resulünün tarif ettiği şekilde anlatırdı. Yani ALLAH’ın ve Resulünün diliyle. Bu tür sözlerine de şöyle bir duayla başlardı: “ALLAH herkese ALLAH dostu bir Mürşide bağlanmayı nasip eder, yeter ki halis bir niyetle dileyelim. Aşağıda Ayetlerle ve hadislerle de bildirilmiş olup uykudan uyanıp kendimize zaman geçmeden bir vesile, vasıta ve ALLAH dostuna bağlanmayı yüce ALLAH’tan niyaz edelim. Hepinizden ALLAH razı olsun. Enfal Suresi’nin 34. ayetinde Cenab-ı ALLAH buyuruyor ki: “ALLAH’ın dostları ancak muttaki olanlardır. Fakat (kâfir ye gâfil) insanların çoğu bunu bilmezler” Yine Yunus Suresi’nin 62-64. ayetlerinde Cenab-ı ALLAH buyuruyor ki: “Haberiniz olsun ki, ALLAH’ın velileri (dostları) için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Dünya hayatında da Ahiret hayatında da onlar için nice müjde (ve kerametler) vardır. ALLAH´ın söz ve hükümlerinde asla bir değişme yoktur. İşte bu (hale ve  vade ulaşmak) en büyük kurtuluştur” Fatır Suresi’nin 32. ayetinde Cenab-ı ALLAH şöyle buyuruyor: “Kullarımızdan bazısı da AlIah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet budur.” Yine Cenab-ı ALLAH Beyine Suresi’nin 7-8. ayetlerinde buyuruyor ki: “İman edip salih amel işleyenler var ya, Şüphesiz halkın en hayırlısı onlardır.  Rableri katında onların mükafatı, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedi olarak kalacaklardır ALLAH onlardan razı olmuş, onlar da ALLAH’tan razı olmuşlardır. Bu (sıfat ve mükafat) Rablerinden korkan (O’na iyilik ile saygı gösteren) içindir.”
Yumuşak huylu ve merhametliydi
ALLAH dostlarından Mehmed Zahid Kodku hazretleri ve Sultan Baba (r.a.) yazı serisinden sonra gazetemize gelen Erzincan eski Milletvekili Naci Terzi ağabey, önce tebrik ettiğini söyledi, sonra da Abdürrahim Reyhan Efendi hazretlerinin ismini zikrederek "Bizim Efendimiz’den de bahseder misin?" dedi. Biz de: "Kaynak olduktan sonra neden olmasın" dedik. "Sana kaynak kitap getireceğim" dedi ve 3 gün sonra Abdurrahim Reyhan Efendi’den bahseden Erzincanlı Ünal Tuygun’un kitabını getirdi. İşte Abdürrahim Reyhan Efendi’nin hayatını da kitaplaştıran Erzincanlı Ünal Tuygun anlatıyor: "Kitabı hazırlarken Abdürrahim Reyhan Efendi’nin kardeşi Efrail Efendi’ye sordum: ‘Abdürrahim Efendi boş zamanlarında ne yapardı?’ Efrail Efendi, şu cevabı verdi: ‘Boş zamanı olmazdı. Sürekli çalışırdı. Çalışmanın dışında köyümüzde Şeyh Abdurrahman Efendi vardı. Onun sohbetine giderdi. Zaten kendisi yaşıtlarıyla oturmazdı. Hep kendinden yaşça büyüklerle konuşurdu. Bir de unutmadan söyleyeyim; ağabeyim iyi bir inşaat ustasıydı. İyi bir marangozdu. Tüm köylüler gelir, işlerini ağabeyime yaptırırlardı. Ailemize çok düşkündü. Annemin bütün işlerine yardım ederdi. Anneme yük olmasın diye kendi elbisesindeki sökükleri bile kendi dikerdi. Asla yemek seçmezdi. Tandır ekmeğinin sert kısmını kendi yer, yumuşak yerlerini bize verirdi. Çok merhametli bir insandı. Karıncayı bile incitmezdi."
İki önemli kerameti
Abdürrahim Reyhan Efendi’nin talebelerinden Mehmet Demirok anlatıyor: "Kendilerini 23-24-25 Haziran 1980 tarihinde tanıma lütfuna ermiştim. 1981 yıllarıydı. Bir gün kendilerine:
"Hakka senin özün doğru / Gezersin Niğde’yi, Bor’u / Bir de gelsen bize doğru / Gel gör ne viraneler var. / Dolaştın Erzurum, Van’ı, / Ah sevdiğim calar canı / Sormadın halimi hanı / Gel gör ne biçareler var" diye uzayıp giden bir şiir yazıyordum ama henüz kimseye göstermemiş ve şiiri de bitirememiştim. Bir gün habersizce Sevgili Damatları, Gönül ehli, ALLAH dostu, Tasavvuf Alimi Muhterem Muzaffer Nevruz Beyefendi ile hanemize teşrif buyurduklarında ilk selamlaşmadan sonra, "Gezersin Niğ’deyi Bor’u, bir de gelsen bize doğru, dedin biz de çıktık size geldik" buyurduklarında donup kalmıştım. Bitmemiş ve kimsenin bilmediği şiirimi okuyorlardı. Yine 1982 yıllarıydı. Hazreti piri saygın bir meslek ve kariyere sahip bir arkadaşla ziyarete gitmiştik. Sabah namazından sonra kısa bir sohbet yapmışlar ve herkes dağıldıktan sonra bu arkadaşımız Hazreti Pire, "Efendim mesleğim icabı olsa gerek kendimi çok büyük görüyor, o da ben de gurur ve kibir meydana getiriyor, kimseleri beğenmiyorum, bu hali üzerimden nasıl atacağımı bilemiyorum" diyor.
Hazreti Pir, şöyle buyuruyor: "Bak evlâdım, büyük şehirler de hayvanat bahçesi varmış, oralarda Tavus kuşu bulunuyormuş. Bu kuşların tüyleri rengarenk olurmuş. Bu kuşlar kendilerini çok beğenirlermiş. Tüylerini kabartırlar, hatta kuyruğunu da görmek için eğilerek önlerine tutarlarmış. Daha iyi görmek için, biraz daha eğilince de ayaklarını görürlermiş. Bu hayvanların ayakları çok çirkin olurmuş. Utanır ve kabarıp şişinmekten vaz geçermiş. Şimdi sizin de, bizlerin bilmediği, fakat sizin ve ALLAH’ın bildiği hata kusur ve günahlarınız vardır. Siz onları hatırlarsanız o hal sizden gider" buyurdular."
‘Ölmeden önce ölünüz’
Kulluk, noksanlıktır, acziyettir. Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz. ALLAH için birbirinizi sevin, ALLAH için konuşun. Aşk insanı mahviyete düşürür-varlığından geçirir. Varlığından kurtulan ölmeden evvel ölüme erer.
Bazı hocalar, Abdürrahim Reyhan Efendi’nin etrafında insanların toplanmasından rahatsız olurlar, onu çekemezler.  O’nun ilmi bilgisini denemek maksadıyla ziyaretine gider, kasıtlı sorular sorarlar. O günlük sohbetini yaparken orada bulunanlardan biri: "Efendim siz mürşitsiniz. Tamam da biz hiç kerametinizi görmedik" der.
Abdürrahim Reyhan Efendi, bu soru karşısında şu müthiş cevabı verir: Ben kerametim var demedim ki, siz benden keramet beklersiniz! Bu kafayla daha çok beklersiniz! Ben sadece bir itfaiye eri gibi yanmakta olan insanları yangından kurtarmaya çalışıyorum. ALLAH’ın emirlerini öğretmeye çalışıyorum. Bu kapıya gelenler de o niyetle geliyor. Asırlar önce sizin sorduğunuz sorunun aynısını Şah-ı  Nakşibendi hazretlerine sormuşlar. O dönemin insanları da sizin gibi mürşitlerinden keramet beklerdi. Bir gün Şah-ı  Nakşibendi hazretlerinin talebeleri diyorlar ki; "Efendim sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?" Hazret soranlara bu cevabı veriyor, "Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?"
Abdurrahim Reyhan Efendinin bu cevabı karşısında soru soran ezilir, büzülür öyle bir mahcup olur ki tarifi imkansız. Soru soranın onca insan içinde mahcup olduğunu anlayan Abdürrahim Efendi buyurur ki; "Bizler, yani hepimiz tek bir gaye için yaşıyoruz. Hepimizin amacı, ALLAH’a kulluk. Sizi buraya getiren de, sizinle sohbet etmemize imkan sağlayan da sadece O. Eğer Kainatın Yaratıcısı istemezse, kim ta uzaklardan bu garip köydeki ümmi Abdurrahim’in yanına gelir?"
“Hikaye değil, Kitabın ortasından anlatsa”
Adürrahim Reyhan Efendi’ye 1981 yılında talebe olan Bayburtlu Murat Akkoyunlu anlatıyor: "O kapıya bağlandıktan sonra içimi bir huzur kapladı ki sorma gitsin. Efendim beni birçok defa imtihan etmiştir. Mesela Yusuf Kan Dehlevi’nin yazdığı Hayat´üs-Sahabe isimli dört ciltlik bir eseri var ve ben sürekli bu eseri okuyorum. Bu kitabı okumaktan da büyük bir keyif alıyorum, ama bir gün kendi kendime dedim ki: ‘Bu kitabı okuyorum ama bu kitap hakkında bir de Efendimin fikirlerini alayım’ Aradan bir kaç ay geçmişti. Efendimi görmek için Erzincan´a gittim. Efendim sohbet ediyordu. Sohbeti dinledikten sonra namaza kalktık. Hiç yapmadığım bir şeyi yaptım ve Efendimin karşıdaki dolabından cübbesini almaya yürüdüm. Cübbesini Efendime  götürecektim. Dolabı açtım. Bir de ne göreyim, dört ciltlik Hayat’üs-Sahabe adlı kitap cübbenin yanında duruyor. Tek kelimeyle müthiş bir olay!..."
Çok enteresan şeylerin başından geçtiğini belirten Akkoyunlu,  bir başkasını şöyle anlatıyor: "Yine bir gün Efendim sohbet ediyordu, sohbetin konusu da Musa Aleyhisselam ile Hızır Aleyhisselam arasındaki bir mesele. İçime bir vesvese düştü. Aklımdan: ‘Efendim de hikaye anlatıyor. Şöyle kitabın ortasından anlatsa biz de dinlesek’ diye bir düşünce geçti. Sohbet bitti. Ben yukarıda oturma salonu gibi bir yer vardı. Oraya çıktım oturdum. Birden kütüphane gözüme ilişti. Şöyle elimi attım, bir kitap aldım. Kur’an-ı  Kerim meali çıktı. Rast gele bir sayfa açtım. Açtığım sayfada Hızır Aleyhisselam ile Musa Aleyhisselam arasındaki mesele anlatılıyor. Kendi kendime dedim ki: ‘Oğlum Murat, yine baltayı taşa vurdun. Efendi Kur’an’dan sohbet ediyor, biz, içimizden hikaye anlatıyor diye geçiriyoruz’ İşi ihtimal meselelerine vurdum. Olmaz böyle bir şey. Tesadüfen bir kitap alacaksınız, bu kitap Kur’an-ı Kerim meali olacak, yine bir sayfa çevireceksin, Efendimin anlattığı, benim de hikaye dediğim bölüm çıkacak!"
Zühd ile tasavvuf arasındaki fark
Tasavvufta hedef’in "Bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve ALLAH'a ibadet etmesini sağlamak" şeklinde açıklayan Abdürrahim Reyhan Efendi, "Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark’ı" da şöyle beyan ediyor:  "Zühdde korku, tasavvufta sevgi unsuru ağır basar. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd; âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok ALLAH'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı mânevî hayattır. Peygamber Efendimiz: "ALLAH ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey ALLAH Resulü, Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" der. Peygamber Efendimiz de "Olmadı yâ Ömer!" diye buyurur. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah "Şimdi oldu yâ Ömer!" buyurur. (Buhârî, "Îmân", 9; Müslim, "Îmân", 15).  Abdürrahim Reyhan Efendi, İslâm'da Cenab-ı ALLAH ile kulları arasındaki sevginin karşılıklı olduğunu, kulların ALLAH’ı sevdiğini, ALLAH’ın da kullarını sevdiğini anlatır buna delil olarak da el-Maide Suresi’nin 54. ayetinin mealini okurdu: "Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, ALLAH onların yerine öyle bir kavim getirir ki ALLAH onları sever, onlar da ALLAH'ı severler" İslâm inancına göre ALLAH Teâlâ vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost edinir.
“Hayır ve şer ALLAH’tandır”
Olacak şeylerin hepsini ezelde bilip, sonradan olacağı şekliyle ALLAH’ın takdir ve tesbit etmesine kader denildiğini, böylece kararlaştırılmış olanların zamanı gelince aynen yazıldığı gibi oluşmasına da kaza denildiğini hatırlatırdı. Hayır ve şerrin, fayda ve zarar verecek olan her yaratık ve her olayın ALLAH’ın dilemesi ve ona ol demesiyle yaratıldığını, bu sebeple bizim “Hayır ve şer ALLAH’tandır” diye inanmamız gerektiğini, ALLAH’ın hayra rızası olduğunu, şerre ise rızası olmadığını söylerdi. “Bu yüzden arzu ve irademiz içinde olan iş ve amellerimizde hayrı istemeli ve hayrı yapmalıyız. Şerri, yasağı, haram ve zararlıyı istememeli ve onları yapmamalıyız” derdi. Bizim bu istek ve irademize cüz’i irade denildiğini, bu cüz’i irademizin, bu akli seçme ve serbestliğimizin bize mesuliyet yüklediğini belirtir, sevap ve günahların bu serbest seçim ve hür irademiz yüzünden artacağını ifade ederdi.
***
Abdurrahim Efendim Hakk’a yürüdü...
‘Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir.
Miyanı, aşikanda itibarım varsa sendendir’
Şeyh Galib efendisi için söylemiş bu mısraları, ben de ‘Anafor’ adlı şiirimde aynen kullanmıştım. Evet “Efendim” dediğiniz, sırri sohbetlerini dinlediğiniz, gönülden tasarruflarına şahit olduğunuz bir tasavvuf büyüğü, bir ALLAH dostu tanımış ve bağlanmışsanız, onu kaybetmek sizi ne kadar derinden sarsar, tahmin edersiniz. Ben bugün efendimin dünyasını değiştirdiğine, Hakk’a yürüdüğüne şahit oldum ve derinden sarsıldım. Yüz binlerin cenazesine de sohbetleri gibi iştirak edeceğini bildiğim için, milletimizin başı sağ olsun diyorum. O’nu ben bugün anlatamam, bir ömür boyu anlatmaya çalışsam, gücüm yetmez. Böyle ALLAH dostlarını yine O anlatıyor: “ALLAH yolunda ölenlere ölü demeyiniz. Onlar ALLAH katında diridirler.” Evet, bizi yetim bırakarak Allah’ın huzuruna, Peygamberinin yanına ve pirlerinin arasına dahil olan Abdürrahim Efendi’nin dünyamızda yaktığı ışık, O’nun Hakka yürümesiyle daha da aydınlanacak ve tanımayanlarını da aydınlatacaktır inancındayım. Çünkü tasavvufta bir kelam var. “Evliyaullah vefat edince kınından çıkmış kılıç gibi olur.”
Mustafa Miyasoğlu ; Vakit Gazetesi 25 Ocak 1998

 

İşte Allah Dostu

 

     Bilmiyorum, Seyda Hz.’ leri hakkında neler yazabilir neler anlatabilirim... Meşrep meselesi ya bu, kiminin bu durumlarda dili tutulur konuşamaz, kiminin dili açılır coşar. .
Galiba ben süslü kelimelerle coşanlardan olamayacağım. Ama, kalemim de tutulmayacak... Yalnız ne varki, kesinlikle Seyda Hazretlerinden, hakkıyla bahsedemeyeceğimden de eminim... Hatta değil ben, hiç kimse Seyda Hazretlerinin zahiri ve manevi güzelliklerini hakkıyla idrak etmemiştir, edemez de...
    Çünkü, Seydamızın cüce akılları aşan manevi gücünün itmesiyle meydana gelen öyle şirin, öyle güzel, ahlak ve davranışları vardı ki, bunları hakkıyla ne ben, ne de onun makamında olmayan hiç kimse kesinlikle anlayamaz, anlayamamıştır da...
    Çünkü, Seyda Hz.leri gerçek bir Allah Dostuydu. Allah-u Teala’nın yirminci asır insanına Seyyid Muhammed Raşid olarak merhametinin, affının ve onları ebedi saadete kavuşturma iştiyakının kul boyutunda yansımasıydı. O, Allah Resulunun ahlakıyla ahlaklanmış, merhamet, şefkat, şecaat, tevazu, vakar dolu bir deryaydı, okyanustu...
O, alemlerin sultanı Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin, zahiri ve batıni gerçek varisi ve en güzel ve en kendine benzeyen kanı, canı ve torunuydu...
Seydamızın irşadını ve manevi tasarruf gücünü, anlatmaya gerek bile görmüyoıum. Çünkü şanlı hizmetleri o kadar net, o kadar açık ve ihtişamlıydı ki, kesinlikle tarihte bir eşi dahi görülmemişti.. Öyle ki, Güneydoğunun kuş uçmaz, kervan geçmez doğru dürüst yolu bile olmayan ücra ve küçük bir köyüne, dünyanın dört bir yanından akın akın milyonları getirten ve taş kalpli yığınları, iki gözü iki çeşme ağlatıp, bulgur çorbası içirip, sonra da kenarlarda köşelerde uyutup, akabinde de hayatlarının akışını en müsbet bir biçimde değiştirip, pamuk gibi yumuşatarak gönderen, bir manevi güç ve hatır vardı onda...
    Vicdanlıca ve sağduyuyla İslam tarihine baktığımızda, biz bu boyutta bir irşadı ve tasarruf gücünü, ne bir evliya ve velide, ne de başka bir alim ve mürşidde görmedik, işitmedik... Ben okudum araştırdım, şu tarihte falanca velide ve alimde, bu ayarda irşadda görülmüştür tebliğde diyen, varsa beri gelsin...
    Gönüller Sultanı Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri, işte böyle büyük bir Allah Dostu veli; işte böyle azametli ve ihtişamlı kamili mükemmil bir mürşid idi... Ne mutlu bir defacık olsun elini öpebilene ve müjdeler olsun dergahının cennet kokuları saçan atmosferinde, kuru yerlerde uyuyup bulgur çorbasını içebilene. Ne mutlu... Ama ne varki, ahir zamanda yaşıyoruz....Ve envai çeşit tip tip ve tuhaf müslümanlarla da, devamlı karşılaşıyoruz...Kimi tipler keramete inanmaz, kimi keşfe binbir isim takar... Kimi evliyayı bile yok sayıp, manevi güç veya ilmi ledün bahsine sadece sırıtır...
    Hatta kimi insan, yüce Allah’ı cüce aklına ve kafasına sığdıramadığı için yok sayıp inkar eder... Kimi de kafasına ve cılız aklına sığdırdığı tanrısını haşa Allah sanır da şirke düşer kafir olur... İşte böylesine pis bir zamanda, Seyda Hz.’lerini ve O’nun anlı şanlı irşadı ve güzel ahlakını, elbette çeşitli adi yorumlarla küçültmeye ve yok saymaya çalışan insanlar yok değildir.
    Bunların çoğu Şeyh’i ne yapsın, zaten akılları ve şeytan şeyhleri olmuş... Bir çoğu da şeytandan da beter, sadece aklına sığdırdığını alan, ama aklını aşanı da atan ve bilerek ya da bilmeyerek, kendine de aklına da İslam adına tapanlar olmuş... Evet tüm bu menfi tiplere ve ön yargılı cahil ve inatçı fanatiklere rağmen, Rabbımıza sonsuz şükürler olsun ki, hizmet aynen devam ettiği gibi, Gönüller Sultanı’nın irşadını çok çok aşan bir boyutta coşan kalabalıklar, bu mübarek ve şerefli yolun sadık yolcuları olmaya devam ediyor... Ve Allah’ın izniyle kıyamete kadar da bu böyle hep devam edecek... Hem de İslam her eve, her çadıra ve her gönüle girinceye dek...
    Daha nasıl anlatalım bilmiyorum; çünkü mübarek Seydamızı körlerin bile net görebileceği bir biçimde anlattığım açık... Ama benim anlattığım Seyda, ancak bu kadar anlatabildiğim Seydaydı... Yani kelime ve kavramlara dökebildiğim, avamın ve gerçekleri görmek istemeyen bakar körlerin bile görmemeye gücünün yetmeyeceği Seyda...
Yalnız ne var ki, aslında gerçek bir mürşid-i kamil’in bile, diğer bir mürşid-i kamil’in manevi özelliklerini ve tasarruf gücünü sınırlı kelime ve kavramlarla asla ve asla anlatamayacağını kabul etmek, akıl ve mantık gereği mecburidir... Zaruridir...
    Kaldı ki, bizim anlattığımız Seyda Hz.’leri asla Gönüller Sultanı Seyyid Muhammed Raşid Hz.’lerinin kendisi değildir... Ancak bizim görebildiğimiz, ‘zahiri ve çok cüz’i algılamalarımızdır, o kadar... Zaten Seyda Hz.’lerini veya bir başka mürşid-i kamili, akla ve algılama gücümüzün sınırları içine alabileceğimizi sanmak, peşin olarak o mürşidi bilerek ya da bilmeyerek inkar etmek olduğu gibi, Allah Dostu mürşidleri ise sadece ve sadece ilmi, irfanı olan bir alim, bir molla, veya sıradan bir hoca durumunda görmek gibi olur ki, bu da katıksız ahmaklıktır... Hatta münafıklıktır. . .
    Ve yine bu garip mantık, evliyaya teslimiyetsizliğin manasız mantığı, veya kendi aklını ve ilmini şeyhi ve üstad yapmak saçmalığı ve enaniyeti olur ki, Allah bizi ve hepimizi bundan korusun ve muhafaza etsin.
    Çünkü, tasavvuf erbabı olanlar çok iyi bilirler ki, tasavvufta en önemli şartlardan biri, müridin mürşidine ölünün ölü yıkayıcısına teslim olduğu gibi tam teslim olmasıdır. Yani, mür-şidinden gelen her emri ve yapılması istenen her şeyi, itiraz ve tereddüt etmeden derhal yapmak ve itaat etmektir. Öyleyse bu şu demektir; kendime mürşid kabul ettiğim kişi, benim asla aklıma sığamayan ve düşünce gücümün ötesinde yani aklımın ve ilmimin sınırlarını aşan, ilim ve kemalat sahibi bir insan olması zaruridir, mecburidir... Yoksa, inkarı küfür olan tasavvuf müessesesinin şayet mürşidlerdeki manevi ilim ve tasarruf gücü nefyedildiğinde, varlığının hiç bir manası ve tutarlı bir mantığı olamayacağı açıktır. Ya da bilinen mürid mürşid ilişkisi, yine çok iyi bilinen hoca talebe ilişkisi gibi kalır ki, bu şekilde icra edilen eğitim biçimine de tasavvuf ve tarikat demekse, sadece akılsızlıktır... Cahilliktir...
    Şunu demeden de geçemeyeceğim; gerçek mürid mürşid ilişkisinde, teslimiyetin en üstünü emredilmekle birlikte, şeriat ve sünnete ters olan hiçbir işte ve davranışta teslimiyet ve itaat kesinlikle söz konusu olamayacağı gibi, gerçek tasavvuf ve tarikata da koskoca islam ve tasavvuf tarihi boyunca, asla böyle bir şey olmamıştır olamaz da... O halde, bir mürşide teslim olurken o zatı aklımızın aldığı ölçüde aklımızı ve ilmimizi kullanacağımız gibi, gerçek bir mürşid-i kamili de aklımızla ve ilmimizle idrak edebileceğimizi sanma mantıksızlığına da, asla düşmeyeceğiz...
    O zaman hem gerçek tasavvufa hakkıyla iman etmiş olur, hem de Allah dostu velilere tam teslim olmanın akıl ve mantığın tâm onay verdiği bir şey olduğunu da, yine aklımızla ve ilmimizle idrak eder anlarız.
    Çünkü, zaten bizim yukarıda anlatmaya çalıştığımız mürşid-i kamillerin akıllara sığdırılamayacak, ama akla ve ilme kesinlikle uyan üstün manevi özellikleri oldukları için onlar mürşiddirler ve irşad etme yetki ve selahiyetleri vardır. Yoksa sadece hoca, sadece molla durumunda olan ve her boyutta çepeçevre kuşatılabilen kişilerden ne mürşid-i kamil ne de evliya ve veli olur...
    Evet Allah dostu veliler alemlerin sultanı Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in gerçek varisleri ve hakiki iman sahibi müslümanlardır. Onlar, “Ömer’in (r.a.) ölümüyle ilmin onda dokuzu gitti” diye nitelendirilen manevi ilim ve yakın sahibidir. Ve en önemlisi de onlar hakikatta Allah’ın habibine bağlı ve ona en sadık mürid ve talebe oldukları için, bu ümmete mürid ve imam olabilmişlerdir...
    Sözün özü: Bazı nasipsiz ve maneviyat fukarası, kalbi kara zatların söylediğinin zıttına, onlar asrımızda da hala vardır ve

Eşşeyh Fatih Nurullah Efendi (K.s.)

Fatih Nurullah efendi 1962 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Hasan Bedrettin Efendi, annesi Bedriye Hanım'dır. Doğumu İstanbul olmakla beraber memleketi Sivas ‘ın Divriği ilçesidir.
1973'de Özdemiroğlu ilkokulu'nu, 1976'da Kemal Atatürk orta okulunu ve 1979 ‘da Haydarpaşa erkek lisesi'ni bitirerek aynı yıl İstanbul Üniversitesi Spor Akademisi bölümüne girdi. 57 kiloda bir çok kez Türkiye şampiyonluğu ve Balkan üçüncülüğünü elde etti. Birçok başarıya imza atan milli bir güreşçimiz olarak, 1983 yılında Akademiden mezunoldu.
1984 yılında askerliğini yapan Efendi hazretleri 1987 yılında Ümran annemizle dünya evine girdiler. Bu evlilikten 1 Kız ve 3 Erkek çocukları oldu.
İlk dini eğitimini ailesinden gördü.Dedesi Abdulkadir efendi Osman Bedreddin Erzuruminin yiğit dervişidir.Oğlu Hasan efendiye bu yüzden şeyhinin künyesi olan Bedreddini ilave etmiştir. Babası Hasan Bedreddin efendi ve annesi Bedriye hanım zikir ehli insanlardır. Babası Hasan Bedrettin Efendi; bir çok alim ve fazıl şeyh efendilerin sohbetinde ve hizmetinde bulunmuş, hal ehli bir kimsedir. Fatih Nurullah Efendi bu vesile ile 1982 senesinde İmam efendinin kamil hulefası babasınında şeyhi olan Nakşi şeyhlerinden Şerif Atalay efendiye intisap edip onun maddi ve manevi ilgilerine mazhar oldu.Şerif efendiye olan tam bir bağlılık ve emirlerine itaat ile kısa zamanda kendisine manevi güzellikler ihsan edildi ve Nakşi sülükunu bu sekilde tamamladı. Ancak Şerif Atalay Efendi icazetini hak etiği halde kendinsinin bunu vermeye yetkili olmadığını icazetini zamanın kutbu olan kişinin vereceğini bildirmiştir.Tevafuken Şerif Atalayın Buhara nakşi dergahındaki şeyhi Feridun babada aynı şekilde kendisine edeben icazet yazmamış zamanın kutbu olan Osman Bedrettin Erzurumiye icazetini almak üzere göndermiştir.Şeyh efendinin vefatından sonra Fatih Nurullah efendi bir arayış içine girer ve gördüğü ve yaşadığı bazı manevi işaretler üzerine Hasan Hüsameddin Uşşaki Hz’lerinin merkez dergahına hizmet etmeye başlar.Naci Eren efendi ile bir müddet irtibatlanan Fatih Nurullah efendi bilahare Hasan Hüsameddin Uşşaki Hz’lerinin kamil halifesi Sahibüzzaman Eşşeyh İbrahim İpek Çorumi Hz leri ile tanışır.Şerif Atalay efendinin de tensibi ile Şemsi Tuba Tabani Veli Kutbul Aktab Hacı Hafız İbrahim İpek Efendi hazretlerine teslim olur.Zaten Amasyada ikamet eden Şerif Atalay efendi ile İbrahim İpek efendi arasında manevi bir irtibat olduğunu anlıyoruz.Şerif atalay efendi Kendi icazetini vefatından çok evvel İbrahim İpek efendiye teslim etmiştir.
İbrahim İpek efendiye olan teslimiyet ve hizmetleriyle üstadın gözdesi olur ve o büyük velinin feyiz neşesiyle dolmaya başlar. Bu hizmetler 2000 senesine kadar bu şekilde devam eder ve İbrahim İpek Efendi hazretleri vefatına yaklaşırken Nurullah Efendi Hazretlerini yanına çağırır ve icazetini yazarak Halveti Uşşaki kolunun ve sair tariklerin icazetini imzalayarak. Her türlü yetkiyi şahitler huzurunda teslim ettiğini beyan etmiştir.
Fatih Nurullah efendi hazretleri vazifeyi aldık tan sonra hiç durmamış ve cemaatinin ve ihvanlarının en iyi yerlerde en güzel hallerde olmaları için koşturmuş ve hala koşturmaktadır (Allah kendisinden razı olsun). Üstadın kendisi artık bir köşeye oturup ihvan bekleyerek şeyhlik yapma dönemi geçti zaman imanı kurtarma zamanı bir kişinin bile olsa imanını kurtarmak için koşturmak ve hizmet etmek gereklidir düsturu ile çalışmakta ve ihvanlarına da bu hali aşılamaktadır.
Fatih Nurullah efendi İbrahim İpek Efendinin vefatından önceki arzusu üzerine İpek Yolu isimli kitabını yazmış ve ihvanlarına feyiz kaynağı haline getirmiştir. Bunu mütakip Gülzari Hüsniya ve Nurdan Doğan nur damlayan Sohbetler isimli diğer eserlerini yazdı. İpek yolu dergisinin çıkmasında öncülük yaparak ihvanlarının ufkunu açmayı gaye edindi.
Feyiz ve bereket dolu bir yaşantıyı ve bu yaşantının güzide insanı Fatih Nurullah efendi Hazretlerini kelimelerle ifade edebilmek elbette mümkün olmayacaktır. Ama biz acizane affına sığınarak haddimiz olmayarak kendisinden biraz bahsederek ihvanlarının ve tanımak isteyen tüm kardeşlerimizi birazda olsa bilgi sahibi yapabilmek gayesiyle bu biyografiyi hazırladık. Bu güzel şahsiyeti kelimeler değil bizzat yaşayabilmeyi nasip etsin inşallah.

MUHAMMED İHSAN OĞUZ [ K.S. ]

MUHAMMED  İHSAN  OĞUZ




(1887-1991)



19 Hazîran 1887 - 2 Ağustos 1991



Nakşbendî şeyhi, tasavvuf yazarı. Posta İdaresinde çalıştığı günlerde Millî Mücadele’ye önemli hizmetler yapmıştır. 1938’de memuriyetten emekli olarak sonraki  hayatını irşad çalışmaları ve eserler yazmakla geçirmiş; 104 yıllık uzunca bir  ömrü böylece tamamlamıştır.



27 Ramazan 1304 hicrî, 19 Hazîran 1887 mîlâdî târihinde Kastamonu'da dünyâya gelmiştir.
Babasının adı Atâullah, annesinin adı Hâcer'dir. İlk Mektep'ten sonra orta tahsilini Kastamonu Askerî Rüşdiyesi'nde ve yüksek tahsilini Ziyâiyye Medresesi'nde yapan Muhammed İhsan Beyefendi, büyük bir âlim ve müderris olan eniştesi ve hocası Ahmed Ziyâeddin Efendi'den de husûsî dersler almış; O'nun genç yaşta vefâtı üzerine tek başına ilmî çalışmalarına devam ederek kendisini yetiştirmiştir. Muhammed İhsan Bey, memuriyet hayâtına Posta ve Telgraf İdâresi'nde başlamış; bir ara Sultânî Mektebi'nde Kâtiplik, Askerî Rüşdiye'de Hüsn-i Hat (Güzel Yazı) ve Türkçe Öğretmenliği görevlerinde bulunmuştur. Posta ve Telgraf İdâresi'nde, Muhâbere Memurluğundan Başmüdürlüğe kadar çeşitli kademelerde görev yapmış; İstiklâl Harbi sırasında memleketimiz için değerli hizmetler îfâ etmiş; 1938 yılında emekliye ayrılarak ilmî çalışmalarına hız vermiştir.

Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvuf hayâtı ise çok küçük yaşta başlamış, 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliyâ Efendi'nin terbiyesine girmiştir. İnsân-ı Kâmil olma yolunda senelerce süren mânevî çalışma ve araştırmalardan sonra Harput'ta Seyyid Ahmed Çapakçûrî Hazretleri'ni mânen bularak kendisine intisâb etmiştir. Yazdığı dokuz mektupla ve rûhâniyyet yoluyla irşâd ettiği bu yüksek yaratılışlı talebesine hicrî 1340 ( milâdî 1921 ) yılında "İrşad İcâzesi" veren Seyyid Ahmed Hazretleri , aynı yıl (94 yaşlarında) ebedî âleme göçmüştür. Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvufî hayâtı son nefesine kadar devam etmiş, çocukluğundan itibâren pek çok Allah Dostundan ve Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in rûhâniyyetinden feyz almış bütün ilim ve feyzini eserleri, sohbetleri ve mektuplarıyla zihinlere ve gönüllere aktarmıştır.
Bir asrı aşan hayatı "Hak ile hakîkatin bilinmesi, yaşanması ve anlatılması" uğrunda geçen Muhammed İhsan Oğuz Beyefendi, 2 Ağustos 1991 (21 Muharrem 1412) Cuma'yı 3 Ağustos Cumartesi'ye bağlayan gece saat 2.15'de aramızdan ayrılıp ebedî âleme intikal etmiş, hasret ve iştiyâkında olduğu Allah ve Resulü'ne kavuşmuştur.



M. Evliya Efendi’den ilk terbiyesini almakla beraber irşad icazetini Seyyid Ahmed Çapakçûrî’den almıştır(1921)  M. İhsan Oğuz'un ilk mürşidi olan Muhammed Evliya Efendi, 1902 yılında hacca gitmiş, hac farîzasını tamamlayamadan (Arafat’a çıkamadan) vefat ederek Cennetü’l Mu’allâ denilen kabristana Hz. Hatice türbesinin yakınına defnedilmiştir. Hayatta iken Hz. Hatice’yi çok andığı ve Mekke’den yazdığı mektuplara (yarım hacı) diye imza attığı belirtilmektedir ki, haccı tamamlayamayacağını bildiğine işarettir.



Basılmış bir çok kitabı vardır. 

TASAVVUF YOLUNDA MANEVİ CİHAD


Muhammed İhsan OĞUZ
Oğuz Yayınları




Muhammed İhsan Oğuz'un  tasavvuf yolunda mürşid arayışını ve Seyyid Ahmed Çapakçûrî'yi mânevi bir ikram ile nasıl bulduğunu, Seyyid Ahmed Çapakçûrî'nin kendisine yazdığı 9 mektubu, Aliyyü's-Sebtî Hazretleri ile Seyyid Ahmed Çapakçûrî Hazretleri'nin hayat hikâyelerini içeren bir eserdir.



Eserin orjinal adı Mücâhedât-ı Diniyyedir. Eserde M. İhsan Oğuz hazretlerinin mürşidiyle arasındaki karşılıklı yazmış olduğu 9 mektuba yer verilmiştir. M. İhsan OĞUZ  bu mektuplar vasıtasıyla mürşidiyle haberleşiyor ve icazet alıyor.



M. İhsan OĞUZ 1887 Kastamonu doğumludur. 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliya hazretlerinin terbiyesine giriyor. Hazret çocukluktan bu yana ehlullaha muhabbeti ziyade olmuş biridir. Gençlik yıllarında (1905) birçok kimsenin tavsiyesiyle bir Nakşibendi şeyhine bağlanıyor. Uzun bir takım olaylardan sonra bu zatın gerçek bir mürşid olmadığı ortaya çıkıyor.



Tekrar bir mürşid-i kamil aramaya başlıyor. Bir müddet sonra Allah dostlarından bir zata intisab ediyor. Fakat bu mübarek zat bir kaç ay sonra vefat ediyor. 1917 yılında rebiülevvel ayının Pazartesi gecesi, özellikle efendimizin doğum gecesine rastlaması hasebiyle gusül abdesti alıyor, Allah’a dua ediyor. Kendisine Allah’ın lütfuyla mürşidi kamilin ismi ve cismi bildirilip gösteriliyor.



O gece mana aleminde havada ve boşlukta beyaz bir zemin üzerinde kalın ve siyah bir yazı ile Seyyid Ahmed Kürdi yazılı bir levha gösteriliyor. “Bu isim, mürşid ve insan-ı kamil ismidir” diye sesleniliyor.



Hazret iradesi dışında bütün alemlere hitaben “Ey insanlar! Kutuptaki manevi kuvvetin büyüklüğünü anlayınız ki, tabi olmak üzere kendisini 3-5 adım izlemek, tahammül edilemeyecek feyzlere manevi hallere erdiriyor” sözlerini söylüyor. “Meded ya Seyyid Ahmed Kürdi” diyerek uyanıyor. Bu halin feyizli tesiri aylarca sürüyor. Fakat bu zatın nerede olduğu bildirilmiyor. Tam bu sırada Irak taraflarındaki bir mürşidin durumunu sormak için abid ve fazıl bir şahsiyet olan Harput Ulu Cami imamına mektup yazıyor ve bu rüyasını da ekliyor. Cevapta Seyyit Ahmet Hz. lerini tanıdığını soyu sağlam seyyid bir zat olduğunu bildiriyor. Alim, fazıl, keramet sahibi fakir bir zat olduğunu söylüyor. Mektup Seyyid Ahmed el-Kürdi hazretlerine arzediliyor. Fakat O bu yolun büyüklerinin ruhaniyetlerinden emrolunmadıkça bir şey yapamayacaklarını söylüyor.

Bunun üzerinde uzun bir bekleyiş dönemi başlıyor. Hazrete yazdığı mektuptan tam bir yıl sonra aynı gün kendisine cevap gönderiyorlar. Evet tam 12 yıl süren Mürşid-i Kamil arayışı son buluyor. Bağlılık gerçekleştikten sonra ihtiyaç duyuldukça 3, 5, 6 ayda bir mektuplaşma yapılmış. Kendisi bu yazışmalara “9 mektupta irşad demektedir”.



SEYYİD AHMED ÇAPAKÇURÎ'den M. İHSAN OĞUZ'A GELEN MEKTUPLAR



1.MEKTUP



Kendilerine 50 istiğfar, bir dakika rabıta, 100 ile 300 kelime-i tevhid veriyorlar. Rüyada görmüş olduğun bir zatın kudsi nefesi, senin için yeterlidir. Başka yere ihtiyaç kalmadı buyuruluyor.




Zikri manasını düşünerek yapınız. Yoksa fayda elde edilmez. Mana aleminde görmüş olduğunuz zata rabıta edersiniz. Bu yolda ihlas şarttır.



2.MEKTUP



Özel olarak mübarek vakitlerde size dua ederim. Uzak mesafe olduğu için orada istekli olanlara izin verilmek üzere sana ruhsat verilmiştir. Azizim yaşım doksandır. Bu ana değin kimseyle kaynaşamadım. Her nasılsa kader rast getirdi, sizle kardeş olduk. Soyumuz Hüseyni, yolumuz Nakşi, Şeyhimiz, Aliyyü-s Sebtidir. Aliyyü-s Sebti Hazretleri ise Mevlana Halid’in terbiyesinde yetişmiştir. Gönül ehlinden, hatta peygamberlerden feyz almak 3 şeye bağlıdır. “Edeb, İhlas, Muhabbet” tir. Feyz almaya sebep birdir. O da şeyhe muhabbettir. Çünkü mürşidin kalbinden müridin gönlüne akan manevi bir nehir vardır. Bu manevi nehir sebebiyle müride mürşidin kalbinden devamlı bir feyz akımı olur. Nehrin genişliği, müriddeki muhabbetin çokluğuna veya azlığına göredir. Yoksa, yapılan zikrin çokluğundan değildir. Zira, bir damlada uçsuz bucaksız denizler, bir zerrede gözler kamaştıran güneşler meydana gelir.



3.MEKTUP



Kelime-i Tevhide devam edersin. Kelime-i Tevhidin manasını sürekli düşünmek zordur. Bazı zamanlarda kelime-i tevhidin tekrarında uzuvlarla kalbin birlikte harekete yönelmesi, kelime-i tevhidin manasını derinliğine düşünmekten dolayıdır ve ruh yolundan gelir. Bu durum insanı hızla yükseltir. Vücutta olan uzuv ve organların tamamı ruhun yönetimi altındadır. Ruh onları dinin emirlerine hizmetle yükümlü tutar. Her uzuv yaradılış amacına yönelince mürid şeyh vasıtasıyla Muhammediyyül Meşreb olur. Mürid önce mürşidinde fani olur. Sonra Efendimizde fani olur. Sonra Allah’ta fani olarak nefsani varlığından kurtulur. Mümkün olduğunca kalblerinizin boş manasız şeylerden temizlenmesine çalışınız. Fakat bu yavaş yavaş olmalıdır.



4.MEKTUP



Silsile büyükleri tarafından size manevi bilgi ve sevgi meydana geldi. İlhamlar üçtür. Birincisi vesvesedir ki, hal bakımından bu yolun yolcusunu şüphede bırakır. İkincisi meleklerin ilhamıdır. Bu cins ilhamlar şüpheyi giderir ve ilhamlar verir. Üçüncüsü doğrudan doğruya hakkın ilhamıdır. Bu tür ilhamlar cezbe verir. İcazet zamanı yakındır, vermek lazım gelir.



Ey aziz, bazısı icazet verilmeden önce bazısı icazet verildikten sonra derece kazanır. Çekilen Allah zikrinin sayısı sınırlı değildir. Çoğunda sınır yoktur. Bununla birlikte zaman dağdağalıdır. Meşguliyet çoktur. En azından yükümlü tutmak gerektir. Yoksa Allah zikrinin her latife için miktarı beşbindir. Fakat bu miktar zamanımıza yaramaz. Şeyh kuvvetli olursa bu yolda olana az zikir ile büyük derece aldırır. Uzak yakın birdir. Herkes müridini bilir.



Ey aziz, latifelerin tamamı kalb alemindedir ki, kalb hepsini kapsar. Zira kalp geniştir. Sonu yoktur. Gerek aşağı alem, gerek yukarı alem tamamıyla kalbdedir. Zikrin çoğunda sınır yoktur. Fakat gücünden fazla davranmayasın. Hafif hizmet daha iyidir. (Hazret her latife için 300 Allah zikri veriyor. Bu ise 1500 yapar. Bu en az olan rakamdır diyor.




Latifeler beştir: Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa)



5.MEKTUP



Bundan böyle Nakşibendiyye yolunda yürümek ve bu yola girenleri bildiğin gibi yönlendirip ilerleterek maksadına erdirmek için zaten ve sıfaten Efendimiz (as) ve silsile büyüklerinin izni ile sana icazet verildi.



Zikirlerin her adedi başında “ilahi ente maksudi ve rızake matlubi” sözlerini içtenlikle söyler, zikre devam edersin. Allah kimseye gücünden fazla bir şey yüklemez.



6.MEKTUP



Ey aziz, sona kadar tasavvuf yolundaki say ve ilerlemeniz doğruca gerçekleşti. Bununla birlikte tehlikeden uzak oldunuz. Zira; mürşidin kuvveti bu yola gireni birden irşad edip sonuca ulaştırır. Çünkü Ümmü-l Kül validemiz (Hz. Hatice) bu yüce dinin temelidir. Sizi özel olarak kabul edip saadet fırkasına kaydetmiştir. Hz. Hatice ilk iman eden kadınlardandır. Onun için Haticetül Kübra adını almıştır. Bundan dolayı; bütün seyyidlerin, pirlerin, büyüklerin hatta herkesin büyük annesidir.



7.MEKTUP



Size her hususta ruhsat verilmiştir. Ayrıca icazet zamanıdır. İcazet için gerekli şartların çoğu yerine gelmiştir. Mesela, biri saadet defterine geçmektir ki, Hatice validemiz tarafından O’nun başkanlığı altında saadet ehli olanlar arasına alınarak müjdelendin. Bir de ruhlar alemi arz olunmuştur ki, orada saadet topluluğunu gördün, saadet defterindesin. Bununla birlikte, tarikat imamları da tasdik edip müjdelemişlerdir.



Ey kardeş, meşguliyetin kelime-i tevhiddir. Hak yolcusu için 3 konak vardır. Birinci konak fena (nefsani varlıktan geçmek), ikinci konak cezbe (manevi coşkunluk), üçüncü konak kabza (Allah’ın azameti karşısında kendinden geçme). Fena aleminin zikri kelime-i tevhid. Cezbe aleminin zikri Allah. Kabza alemine gelirse Hu zikrine devam eder.



Bu yolda icazet verildikten sonra kazandığını kendi azim ve iradenle kazanırsın. Kendini hangi alemde hissedersen zikri yaparsın. Tasavvuf yolunda olanların hareket ve davranışları, Hak Teala hazretlerinin hususi tasarruflarının eseridir.



Ey aziz, kelime-i tevhid zikri kalbe kuvvet verir. Allah ismi Ruha kuvvet verir. Hu ismi şerifi sırra kuvvet verir. Sırları çözmek kalb ile olur. Makamları yükselmek ruh ile olur. Hakkın huzuruna ermek sır ile olur.



Fena üç kısımdır. 1. Fiillerin fenası uygunsuz fiilleri bırakıp Hakkın rızasına uygun hareket etmektir. Sıfatların fenası ise herkesin bir sıfatı vardır bunlar: Efendi, ağa ve paşadır. Tasavvuf yolunda olan kişi bu gibi şöhretleri bırakır. Yalnız zat ismiyle baki kalırsa Hakk’ın sıfatıyla baki kalır. Yani kişi hiç olursa gönlünde ve iç aleminde Hakk’ın zatıyla baki kalır.



Seyyid Ahmed K. Hz’leri M. İhsan Oğuz Hz’lerine hatme-i haceganı tarif ediyor ve yazılı olarak icazetnamesini gönderiyor. (1921 senesi)



8.MEKTUB



Ey aziz devamlı huzur şarttırki bütün murakebelerin ve derecelerin neticesi, yükselişi ve inişi bundan dolayı meydana gelir. İhsan Oğuz Hz’leri Şeyhimin himmetiyle meleke kesbetme hasıl oldu, maddi meşgalelerin etkisi kalmadı buyuruyor.(Maddi meşgale Allah’ın bir kul üzerinde afetidir.)



9.MEKTUB



Bildiğin gibi fena üçdür. 1) Şeyhte fena 2) Peygamberde fena 3) Allahda fena




Yine bilesin ki bu fenalar Şeyhe fenanın sonucudur. Peygamber ve Allah sevgisinin yolu şeyhten geçer.



***



Allah’ın inayeti Efendimizin izni ve büyüklerin ruhsatı ile irşadla görevlendirildiğin için tam icazetnameyi gönderiyorum



2.BÖLÜM



Kitabın ikinci bölümünde Aliyyü’s-Sebti ve Seyyid Ahmet Kürdi Hz. anlatılıyor.



M. İhsan Oğuz Hz. Şeyh Ahmed Hazretleri için Kutbiyyet, Gavsiyye ve Ferdiyyeti temsil ettiğini söylüyor. Delil olarak da Kutbiyyet için aralarında geçen diyalogda 1. ve 3. mektuplarda Kutb’ül Aktabı olarak gösterilmesini tasdik buyurmuşlardır. Gavsiyetine delil, vefatına bir yıl kala mana aleminde M. İhsan Oğuz Hz. Ahmed Bedevi Hz. leri Harput'a Ahmet el-Kürdi’yi ziyarete geldiğini görmesi ve kendisine  “Gavs Seyyid Ahmet el-Kürdi Hz. lerini ziyarete geldim” şeklinde hitap etmesidir. M. İhsan Oğuz, Seyyid Ahmed'in ferdiyete dair bütün hususiyetleri de  taşıdığını söylüyor. Ferdiyet makamı sahipleri Kutbun tasarrufuna girmeyen velilerdir. Kutbun irşad ve hidayet ışığı güneş gibi herkesi kapsadığından özellikle bilip tanınmasına gerek yoktur. Kutbun kim olduğunu bilmek ve şahsını görmek herkes için mümkün değildir. Kutupluk mertebesini elde etmek başka, kutupluk görgü ve yetkisine sahip olmak; o makama atanmak başkadır. Fiilen kutupluk makam ve yetkisi elinde olan ve iki cihan tasarrufu bizzat kendisine verilmiş bulunan zat, bu özel ünvanın sahibidir. Yeryüzünde Allah’ın halifesi odur. Zamanın sultanı bu şahsiyettir. O’nun mübarek vücudu kainatın ruhu gibidir. Bilsin bilmesin yaratılmış her varlığın yöneliş ve bağlılığı onadır. Hakkın has nazarının aynası o zatın kalbidir.




Allah dostlarının isim ve özelliklerini anmanın “salih kulların anıldığı yere Allah’ın rahmeti iner” sözü gereğince ilahi lütuf ve rahmete feyz ve berekete vesile olacağından şüphe yoktur.



ŞEYH ALİYYÜ’S-SEBTİ



Halid-i Bağdadi Hz. lerinin halifelerindendir. Diyarbakır’da 1777 yılında dünyaya gelmiştir. Mevlana Halid Hz. leri Abdullah Dehlevi Hz. lerinin emri üzerine Aliyyü’s-SebtiHz. lerini bularak misafir olmuşlardır. Beraber Şam halkını irşada gitmişlerdir. Hazret 5 sene sonra Mevlana Halid Hz. lerinden icazet almışlardır. Mevlana Halid Hz. leri kendine hilafet vermek isteyince kabul etmemiş “ben size bunun için hizmet etmiyorum” demiştir. Hz. Halid “ömrüm az kaldı, bir Halid daha bulamazsın” buyurmuşlar ve emretmişlerdir. Vefatından sonra Palu’ya gitmelerini emir buyurmuşlardır. Mevlana Halid Hazretlerinin emri üzerine Palu’ya gelmiştir.  Kendileri üveysi olarak Abdullah Dehlevi Hz. lerinin terbiyesine mazhar olmuşlardır.



Şeyh Abdullah Dehlevi, Hz. Mevlana Halid Hz. lerini Şam halkının irşadı için görevlendirmiş ve "Diyarbakır’da Aliyyü’s-Sebti’yi bulur, Şam’a beraber gidersiniz" demiştir. Aliyyü’s-Sebti Hazretleri, Abdullah Dehlevi hazretlerinden uveysiyyet yönünden terbiye görmüştür. 5 yıl sonra icazetini alan Aliyyü’s-Sebti Mevlana Halid Hz. leri vefat edene kadar hizmet etmişlerdir. (Üveysiyyet: Ruhaniyyet yönünden terbiye olunmak demektir. Büyüklerin çoğu bu yolla terbiye görmüşlerdir. Üveysiyyet yoluyla terbiye olunanların, kendisini terbiye eden mürşidi görmesine gerek yoktur. Bu yolla kemale ulaşanlar çok yüksek kabiliyet sahibi olanlardır. Bütün büyükler bu yolla terbiye olmayı önemli bir husus saymışlardır. Nitekim Üveys-i Karani Hz. Efendimizin ruhaniyetinden bu yolla terbiye görmüşlerdir. Aliyyü’s-Sebti hicri 1287 yılında vefat etmiş olup kabri Elazığ'ın Palu ilçesindedir.



SEYYİD AHMED ÇapakçurÎ :



1246 yılında Bitlisin Çapakçur ilçesine bağlı Kürd köyünde doğmuştur. Aslen Bağdatlı ve Hz. Hüseyin evladı bir seyyid olup Kürt değildir. 10-12 yaşlarında iken dağlarda koyun otlatırken bir zata rastlıyor. Kendilerinin halini soruyor. Biraz sohbet ediyorlar. Kendisinin her halinden haberdar olduğunu anlıyor. O zaman ancak fatihayı okuyabiliyormuş. İlim öğrenmeye çok arzulu imiş. O zat bu arzusunu anlayınca hemen ağzına üfürüyor. O anda her ilime sahip oluyor. O zat Hızır aleyhisselamdır.  Babası aldığı manevi emir üzerine 12 yaşındaki oğlu Ahmed'i  Aliyyü’s-Sebti'ye teslim eder. Aliyyü’s-Sebti’nin evinde kalıp özel bir  terbiye görmüş ve hilafet almıştır. Eğtiminden sonra aldığı manevi emirlerle değişik yerlerde irşadda bulunmuştur. Fakirane bir hayat yaşamış; birçok Allah dostu gibi kendisini gizlemiştir. Eserde kendilerinin 25 kadar kerameti naklediliyor. 1921 yılındaki vefatı sırasında Efendimiz (as)’den kendisine kadar gelen bütün Nakşbendi silsilesi zevatının ruhaniyetlerinin müşahede edildiği rivayet edilmiştir.



Muhammed İhsan Oğuz'un dİğer kİtapları:

Kur'an Virdi
Küçük boy ve normal kitap boyu olmak üzere iki ebadda basılan ve 40 sayfadan oluşan Kur'an Virdi; "Fatiha" ile başlayıp "Âyetü'I Kürsî, Âmenerrasülü, Kulilâhümme mâlikeimülk, Yâsîn, Lev enzelnâ, Esmâü'I Hüsnâ, Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs" süre ve âyetlerinden sonra yine Fâtiha sûresi ile son bulmaktadır. Kitapta, Arapça hattın yanısıra âyet ve sûrelerle Esmâü'I Hüsnâ'nın Türkçe okunuş ve anlamları da yer almaktadır.

Ârifler Silsilesi
Muhammed İhsan Oğuz'un mensûbu bulunduğu Sıddîkıyye ve Nakşibendiyye yolunun esaslarını, Cenâb-ı Peygamber'den Sıddîk-ı Ekber (Hz. Ebû Bekir) vâsıtasıyla kendilerine kadar gelen ve 33 zâttan oluşan silsile büyüklerinin hayat ve kemâlâtını anlatan, 4 cildlik bir eserdir.



Mektuplar
Muhammed İhsan Oğuz tarafından mânevî talebelerine ve bâzı ilim ehline yazılan, herbiri ayrı bir eser ve mânevî irşad niteliğindeki mektuplardan oluşan iki cildlik bir eserdir.

Yûnus Emre
Büyük Allah Dostu Yûnus Emre'nin tasavvufî hayâtı ile coşkulu hâl ve sözlerini; bağlı bulunduğu silsilede yer alan Hacı Bektâş-ı Velî'nin tasavvufî kişiliğini ve Bektâşîliğin nasıl bozulduğunu anlatan bir eserdir.



Şa'bân-ı Velî ve Mustafa Çerkeşî
Halvetîlik Yolu ve Halvetî pirleri Şeyh Şa'bân-ı Velî ve
Pîr-i Sânî-i Şabanî Mustafa Çerkeşî Hazretleri'nin hayatlarını, kerâmet ve kemâlâtlarını anlatan bir eserdir.




12 Büyük Velî
12 Büyük Tarîkat Pîri'nin kısa hayat hikâyeleri ile soy ve tarîkat silsilelerini konu alan; Allah dostlarının hâl ve kemâllerinden örnekler sunarak onların eriştikleri mânâ zenginliğinin zevk ve feyzini taddıran, Allah ve Peygamber sevgisinin ne olduğunu anlatan bir eserdir.

21 Soruda Tasavvufî Gerçekler
Çok önemli ilmî ve tasavvufî meselelere değinerek bunları değişik ve doyurucu bir üslûpla açıklayan; İslâm'ın büyüklüğünü, Allah ve Rasûlü'nün yüceliğini, insanın değerini ortaya koyan, her yönüyle nasıl gerçek bir insan olunacağını göstererek hak ve hakîkat arayan gönüllere ışık tutan bir eserdir.



Vahdet-i Vücûd
Üzerinde çok konuşulan ve tasavvufun en önemli meselesini oluşturan Vahdet-i Vücûd konusunu doğru ve yanlışlarıyla en gerçekçi biçimde açıklayan; ehilleriyle taklitçileri arasındaki farkı ortaya koyan; Vahdet-i Vücûd anlayışının İslâm tasavvufundaki yerini, tasavvuf yolunun insana kazan- dırdığı niteliklerle bu yolun makam ve mertebelerini, hâl ve özelliklerini akıl ve vicdanları tatmin edici bir tarzda anlatan bir eserdir.




İslâm'ın Özü
"1 - İslâm'ın Özü : Lâ ilâhe Illâllâh Muhammedün Rasûlullâh, 2 - Esmâü'I-Hüsnâ Şerhi, 3 - Peygamber Efendimiz'in Fizikî ve Ahlâkî Özellikleri, 4 - Yüce Dînimiz İslâm, 5 - Anne ve Baba Hakkı, 6 - Ellidört Farz" isimli eserlerden oluşan çok faydalı bir kitaptır.

İslâm Îlmihâli
Bir müslümanın bilmesi gereken Îman ve İslâm esasları ile ihlâs ve ahlâkın önemini, ibâdetlerin nasıl yerine getirileceğini, bunlara ilişkin çeşitli meselelerle hikmet ve özellikleri anlatan bir eserdir.

Dünya ve Âhiret Hayatı
Dünyâ hayâtının ne olduğunu, nasıl değerlendirilmesi gerektiğini; âhirette nasıl bir hayat yaşanacağını, cennetin ve nîmetlerinin güzelliklerini, cennette Allâh'ın nasıl görüleceğini ve bu görmenin meydana getireceği saâdetleri anlatan bir eserdir.

İslâm'da Mübarek Günler ve Geceler
Peygamber Efendimiz'in eşsiz kemâlâtını; üç aylarla bu aylarda bulunan mübârek gecelerin ve cumâ gününün fazîletlerini; Kâbe'nin Hazret-i İbrâhim ve İsmâil Aleyhisselâm tarafından Allâh'ın emri üzere inşâ edilişini, kurban olayı ile bu olayın hikmetini açıkla an bir eserdir.
İslâm'da Kazâ ve Kader
Zihinleri fazlaca meşgul eden ve genellikle yanlış düşünce ve davranışlara neden olan "Kazâ ve Kader" konusu ile İslâm âlimlerinin bu konuya ilişkin görüş ve düşüncelerini Kitâb ve Sünnet delilleri ışığında inceleyerek insan irâdesinin değer ve önemini ortaya koyan ve okuyanlara sorumluluk bilinci aşlayan bir eserdir.
7 Önemli Konu
"İslâm'ın temel kaynağı olan Allâh'ın Kitâbı ile Peygamber Aleyhisselâm'ın Sünneti'nin nasıl anlaşılması gerektiği, Kitâb ve Sünneti anlayıp uygulamakta iki önemli delil olan İcmâ ve Kıyâs'ın ne anlama geldiği, İslâm tasavvufundaki Vahdet-i Vücud meselesinin nereden kaynaklandığı, insanlar için Peygamber gönderilmesinin neden gerekli olduğu, kazâ ve kader inancı ile insan irâdesinin özgürlüğü" konularında kısa ve doyurucu bilgiler veren bir eserdir.
Sorular ve Cevaplar
" 1-Şüphelerin Giderilmesine, Kalbin Huzûra Ermesine İlişkin Beş Soru - Beş Cevap,
2 - Sorular ve Cevaplar,
3 - Şaşırmışların Kurtuluşu,
4 - İnsandaki Cüz'î İrâde"isimli eserlerden oluşan ve özellikle gençlerin zihnine ta- kılan soruları cevaplandıran bir kitaptır.



Şerîat ve Tarîkat Kavramları Zikir ve Tasavvuf Yolları

"Kibâr-ı Evliyâ, İşte Bu" - Mahmud Sami Ramazanoğlu

Hakîkatte Allah dostlarının insanlar tarafından övülmeye, senâ edilmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü yüce Rabbimiz onları sevmiş, derecelerini âlî eylemiş; onları seveni de kendisini seviyor saymış. Bu sevilenlerden bir tanesi de Sultânü’l-Ârifîn Adanalı Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Hazretleri’dir. ." Zaten onun hayatını dinleyen, yazan ve okuyan herkes, ister istemez büyük bir edep hâline bürünür. İnşâallâh, bu röportajımız da Mahmud Sâmî Efendi Hazretleri’nin özellikle edep hâlinden örnekler almamıza vesile olur.
O mübârek Allah dostunu, şimdiye kadar hep sevdiği müridlerinden ve onların hâtıralarından dinledik, tanımaya çalıştık.
Şimdi de Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’ni, en yakınlarından kendi âile efradından dinleyelim. Onun kıymetli torunları Melâhat ve Şeyma hanımlar, Mahmud Sâmî Efendi’mizin yanlarında bulundukları dönemleri ve geçirdikleri güzel günleri, Medîne-i Münevvere’ye hicretlerini ve ömrünün son anlarını bizimle paylaştılar.
Muhterem Sâmî Efendimizi daha yakından tanımak, sene-i devriyesinde hasretle yâd etmek, iki cihanda himmetlerinden istifade etmek niyâzı ile…
Sâmi Efendimiz, nasıl bir âilede yetişmişler, biraz bahseder misiniz?
Sâmî Dedem Adana’da, 1892 yılında dünyaya gelir. Doğmadan evvel şöyle bir hadise cereyan eder: Büyük ninemiz Ümmü Gülsüm Hanım, dedeme hâmileyken kapılarına yaşlı bir zât gelir. Evdeki yardımcı, kapıyı açınca, bu yaşlı zât, evin hanımı olan Ümmü Gülsüm ninemizi kapıya ister.
Büyük ninemiz, mahremiyete îtina gösterdiği için yardımcı hanıma:
“-Kızım, ne istiyorsa veriniz!..” der.
Fakat kapıdaki zât:
“-Hayır, mutlaka kendisi ile görüşmem lâzım!” diye ısrar eder. Bunun üzerine Ümmü Gülsüm ninemiz, kapının arkasından, ne istediklerini sorar. O yaşlı zât:
“-Kızım, çok büyük bir insana hâmile olduğunuzu biliyor musunuz? İnşâallah dünyaya geldiğinde ismini Mahmud Sâmî koyunuz! Sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben’i olacak.” der ve ardından bir gömlek ister. Gömleği getirdiklerinde o yaşlı zâtı kapıda bulamazlar. (Allâhu â’lem, bu zât Hızır –aleyhisselâm-’dır.)
Dedemin babası Müctebâ Ramazanoğlu, Adana’nın mâruf eşrafından, çok zekî, âlim, mükrim ve nüktedân bir zâttır. Zamanın padişahı, devlet erkânı ve gelen konuklar, Kervansarayında misafir edilip ikramlanır.
Dedemiz, lise tahsilini Adana’da tamamlar. Sonra babası üniversite için İstanbul’a yollar. O günkü ismiyle, “Dâru’l-Fünûn” yani Hukuk Fakültesini birincilikle bitirir. Hocası Ebu’l-Ulâ Mardin kendisine:
“-Senin nâsiyen, ahlâkın, ilmin ne güzel!..” diyerek takdirlerini belirtir. Askerliğini de İstanbul’da tamamlayan dedem, bir müddet Gümüşhanevî dergâhına devam edip sonra mânevî bir işâretle Pirimiz Es’ad Erbili Hazretleri’nin Kelâmî dergâhına intisab eder. Sonra da icâzetini alarak Adana’ya döner.
Mahmud Sâmî Efendimizle Râbia Annemizin izdivaçları, hangi vesile ile ve nasıl olmuş?
Mücteba dedemiz, oğlunu evlendirmek ister. Münâsib olabilecek üç isim tavsiye edilir. Dedem de, pîri Es’ad Erbilî Hazretleri’ne danıştığında; Efendi Hazretleri, Râbia Hacı Annemizi uygun görür.
O zaman büyük konaklarda oğullar ve gelinler ile hep beraber yaşanmaktadır. Fakat dedemiz, aynı evde oturmayı, mahremiyeti muhafaza açısından, uygun bulmadığı için ayrı bir evde oturmak istediğini söyler. Babası ise; bu işi zamana bırakıp, oğlunun aynı evde oturmaya zamanla râzı olacağını düşünür ve böylece tam beş sene, Râbia Hacı Annemle nişanlı kalırlar. Müctebâ Dedemiz, sonunda Sâmî Efendi Dedemizin kararından vazgeçmeyeceğini anlayarak, bahçeye onlar için müstakil bir ev yaptırır. Yemekler konakta pişip, Hacıannemlerin evine de sini ile yollanır. Adana’nın bu meşhur lezîz yemeklerinden dedemiz yemez; bulgur pilavı ve birkaç zeytinle iktifâ eder. Hattâ Râbia Hacı Annem de, efendisi yemediği için, kendisi de yiyemez, her defasında sini geldiği gibi konağa geri döner.. Bunu gören (Ümmü Gülsüm) Ninemiz yanlarına gelip:
“-Oğlum, niye yemiyorsunuz? Babanın kazancının helâl olduğunu bilmiyor musun, çok üzülüyorum, benim de boğazımdan geçmiyor!..” der. Dedem de:
“-Yediğime şükür elhamdülillâh!..” diyerek annesinin gönlünü almaya çalışır.
Bu şükür ifadesi, vefat edinceye kadar hep böyle sürer. Özellikle yemesi için ısrar ettiğimizde; yine mûtâdı üzere:
“-Yediğime şükür elhamdülillâh!..” derdi.
İcazetini alıp Adana’ya dönmüş olan dedem, insanları irşad etmek üzere yurt içi seyahatlerine çıkar. Ve Kayseri’ye gelir. Kayseri ulemasından Ahmet Kirazoğlu, dedemin evine misafir olur. Babam Ömer Kirazoğlu, o zaman küçük bir çocuktur; mevsimlerden kış, her yer karlarla kaplıdır. Dedemin kapı önünde çıkardığı pabuçların üzerinde biriken karları muhabbetle yer. Yıllar sonra da Rabbim onu, o büyük zâta damat eder.
Çok kıymetli babam da dedem gibi yüksek tahsilini İstanbul’da yapar. Teknik Üniversite’den yüksek mimar ve mühendis olarak mezun olur. Ve bütün talebelik hayatı boyunca da genç arkadaşlarını irşada uğraşır. Kayseri’ye döndüğünde evlendirmek isterler. Vâsıtalarla şeyhinin kızına tâlip olunur. Hacıannem, uzak memleket diye tek evladını vermeye gönlü râzı olmaz. Ancak Hacı Sâmî Dedem, bütün ağırlığını koyarak münâsib gördüğünü ve kızını, bu hayırlı namzede vermek istediğini söyler. Bu arada Ahmet Kirazoğlu dedemler, uzak mesafe konusunu hassasiyetle düşünerek:
“-Bin oğlumuz olsa Efendi Hazretlerine fedâ olsun, Ömer Adana’ya gitsin.” derler. Ve böylelikle Hacı Annemin de gönlü olur ve biricik kızlarını, babamla evlendirirler.
Babacığımın da ömrü dedeme, Hacı Anneme ve ihvâna hizmetle geçmiştir. Zaman zaman dedemin, sebebini çözemediğimiz maddî veya mânevî üzgün hâllerinde Hacı Annem, babamı çağırtıp, onu neş’elendirmesini isterdi. O da eski-yeni, güzel havâdislerden anlatarak ihvandan getirdiği iyi haberler ve okuduğu ilahilerle dedemi mesrur ederdi. Bu vazife de babama has bir durumdur!..
Rabia annemizle Sâmî Efendi Hazretleri’nin âile hayatı nasıldı?
Dedem, Hacı Anneme karşı son derece saygılı ve kibardı. Muhabbetini her hâliyle izhar eder, ona kendini hep özel hissettirdi. Odasına dahî girerken kapıyı tıklatırdı. Biz de onu örnek alır; hatta kapı açıkken bile tıklatıp girerdik. Geceleri yatağına geçerken, Hacı Annemin yanına gelir, elini eline alır, tebessümle gözlerinin içine bakarak musâfaha ederdi.
“-Allah, gecenizi, gecemizi hayırlı etsin.” diyerek duâlar ederdi. Bu her gece böyle olurdu! Onların bu sürûr tablosu, bizlere de mutluluk verir, hayatımıza ışık tutardı. Dedemin böylesi muâmelelerinden son derece hoşnut olan Hacı Annem:
“-Kibâr-ı evliyâ işte bu!..” derdi.
Kızına, torunlarına nasıl bir terbiye metodu uygulardı?
Dedem çok ehl-i tertipti. Düzensizlikten rahatsız olur, ancak hiçbir zaman bizi üzerek kırarak ikaz etmez; nazik bir şekilde uyarırdı. Yapılan hata ve olumsuzlukları kesinlikle yüze vurmaz; neden ve niçin kelimelerini aslâ kullanmazdı.
Küçük yaşta anneme, öğretmek istediği her şeyi güzel bir misalle örneklendirerek, yalnız bir defa söylerdi. Annem de, babasından gördüğü ve öğrendiği her şeyi küçük yaşından itibaren hayat boyu kendine düstur edinir.
Bunu herkes yapamaz. Bu da bir sanat… Allah dostları, ahlâklarıyla da sanat harikası gerçekten… Hem uyaracaksınız, hem kırmayacaksınız. Rabbim, bize de bu güzel hâllerle hâllenmeyi nasip buyursun!..
Âmin. Evet, tam ifade ettiğiniz gibi, bu Allah dostlarına has bir durum…
Namaz husûsunda tavsiyeleri nelerdi?
Onun bütün hayatı, ibadet üzre tanzim edilmişti. Namaz hususunda çok hassastı. Namaza vaktinden evvel hazırlanır, ezân okunmadan evvel abdestini almış olurdu. Mutlaka her namaz için abdest tazeler:
“-Nûrun alâ nûr!..” buyururdu.
Kışın biz kıyamaz, içeriye leğen-ibrik getirir, ılık su ile abdest aldırırdık. Ona ibrikle su dökerken bile bilinçli ve mu’tedil bir şekilde olmanız gerekirdi. Eğer hızlı ve bolca dökecek olursak, eliyle ibriğin ağzını kaldırır ve suyun fazla dökülmesinden rahatsız olurdu. Her hâli, tam bir sünnet üzereydi. Ve bu hâli hiç zorlanmadan yaşardı, âdeta artık onun fıtrat-ı tabiîyyesi hâline gelmişti.
Siz, en yakınıydınız. Birinci dereceden hizmet etme imkânı buldunuz.
Elhamdülillah, bütün ev halkı hizmetine büyük bir iştiyakla koşardık. Yapılan her hizmette rahmeti sezer, yorulmaz, hatta güç kazanırdık. Elhamdülillah tırnaklarını kesme hizmeti bana nasip olurdu. Bu, bana özel bir vazifeydi. Ona mahsus takımları alıp gelir, incitmeden dikkatle yapmaya çalışırdım. Her defasında dedeciğim, memnuniyetle gözlerime bakarak:
“-Esteıynu fî külli san’atin bi sâlihi ehlihâ: Her sanatta, o işe ehil olan salih kimseden yardım isteyiniz.” diye beni taltif ederdi.
Cenâb-ı Hak, size çok büyük nimetler vermiş, inşâallah iki cihanda bu nimetlerini arttırarak devam ettirsin.
Elhamdülillah, bunun farkındayız ve şükründen âciziz.
Râbia Annemiz, Sâmî Efendimize çok yardımcı olmuş, değil mi? Biraz da Râbia Annemizden bahsedebilir misiniz?
Hakikaten Hacı Annem, dedeme Allâh’ın ikramı idi. Her hâliyle ona uygun bir hanımdı. Âdeta birbirleri için yaratılmış, birbirlerine nîmet olmuşlardı.
Hacı Annem çok güzel bir müslümandı, hayatı boyunca hiç namaz borcu yoktu, nâmahrem günahı yoktu ve bir defa dahî çarşıya gitmemişti. Son derece temiz, tertipli, cömert; onca ihvana kapısını açmış, köyden, kentten gelen her türlü misafiri yedirmiş, yatırmış, gönüllerini hoş etmişti.
Ramazanlarda ve diğer günlerde evimizde hep dâvetler olurdu. Hacı Annem, mutlaka yemeklerin başına geçer ve çok bol yapılmasını isterdi. Yemekler bolca ikram edilmeli, yenmeli ve de artmalı ki; misafirlere paketlenerek evlerine yollanmalıydı. Hacı Annemin içi ancak böyle mutmain olurdu.
Yola gidenlere, yoldan gelenlere, hastalara tepsilerle yemek yollardı. Muharrem ayında aşûre çok büyük tencerelerle pişirilir ve büyük çorba kaseleriyle dağıtılırdı. Aşurenin üzerine konan yemişler, özenle kavrulur ve bolca kullanılırdı. Herkes onun aşuresini beklerdi.
Siz Râbia Annemizin, Efendisine desteğini anlatırken aklıma Hazret-i Hatice Annemizin Peygamber Efendimiz’e her hâlükârda yapmaya çalıştığı maddî-mânevî yardımları geldi.
Gerçekten aynen onun gibiydi. Şefkatle vakar, bir insana bu kadar mı yakışır?! Dînî hususlarda tavizsiz, sevgi ve ikramda akar su gibiydi.
Râbia Annemiz, Sâmi Efendi Hazretlerinden sonra vefat etmiş, değil mi?
Evet, iki sene sonra… Zaten dedem de arkasından çok gecikmeyeceğini işaret etmişti. Hacı Annemin vefatı da hayatı gibi ibretliydi. Ölüme çok hazırdı ve hiç korkmazdı. Hacı Annem çok güzel yaşadı ve imrenilecek bir şekilde Rabbine kavuştu.
Sene 1986, Kasım ayı, günlerden Perşembe…. Hacı Annem kalkıyor, evin mû’tad temizliği yapılıyor. Çeşitli yemekler hazırlanıyor, kendisi de banyosunu yapıp saçlarını tarıyor, tırnaklarını kesiyor. Tertemiz giyinip, beyaz örtüsünü örtüyor. Sanki her hâliyle gidişe hazırlanıyor. Ve ikindiden sonra bir hasta ziyaretine gidiyorlar. Akşamüstü eve dönüldüğünde sofrayı hazırlatıp, hepimizi yemeğe çağırıyor. Biz de yatsı namazlarımızı kılıp Hacı Annemin yer sofrasının etrafına diziliyoruz. Kendisi de yatsı namazını ezanla kıldığı için son vaktini de edâ etmiş oluyor.
Sofrada Hacı Annem tam karşımda oturuyordu. Daha bir lokma almıştık ki; Hacı Annem gözlerini kapamış, sessiz sedâsız, sağ yana doğru yavaş yavaş eğiliyordu.
“-Hacı Anneme bakın! Bir şey oluyor!..” dememle hepimiz yerimizden fırladık ve onu hemen oradaki yer minderine uzattık.
“-Hak!” dedi ve her şey bitti! Ama inanmak istemiyor; bir şeyler yapmak için çırpınıyorduk. Daha erkekler Harem-i Şerif’ten, yatsı namazından çıkmamışlardı. Kimseye ulaşamıyorduk. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. İkindide hasta ziyaretine gittiği eve, bu acı haber ulaştığında kat’iyen inanmamışlar:
“-İmkânsız, başka Hacı Annedir; Rabia Hacıanne daha ikindi vakti bizdeydi!..” diye bir türlü kabullenememişler.
İşte böyle… Hacı Annem, çok güzel yaşadı ve çok daha güzel bir şekilde Rabbine kavuştu. Allah rahmet eylesin, şefaatlerine nail eylesin.
Sâmi Efendi Hazretleri, Medîne’ye hicrete nasıl karar vermişler? Âilece hep beraber hicret edildi, değil mi? Hicretiniz nasıl oldu?
Hicret!… Âni verilmiş bir karar değildi! Âilemizin bütün fertlerinde Medîne’de yaşama aşkı vardı. Hicret, sürekli konuşulur, hiç gündemimizden düşmezdi. Herkesin hayali, orada yaşamak idi.
Sene 1977 Nisan ayı; hicretten önceki son umreydi. Yine bütün âile fertleri ve ihvanın ileri gelenleri ile Medine-i Münevvere’ye gidilmişti.
Annem:
“-Giderken hazırlıklı olun. Biz büyüklere ve zuhûrâta tâbîyiz. Kalın derlerse, kalırız!..” diye bizi uyarmıştı.
Ama o sene, umre ve Medine ziyaretimizden sonra İstanbul’a geri dönüldü.
Fakat o sefer esnasında çok değişik bir hadise yaşanmıştı. Dedem, büyük bir ihvan grubu ile Medine-i Münevvere’de ikamet eden, Pakistanlı Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretleri’nin evine ziyarete gidiyorlar. Misafirleri, oğlu Fadlurrahman Efendi karşılıyor. Ayakta sarılıp musafahalaşıldıktan sonra oturuluyor ve 45 dakika süresince hiçbir kelime konuşulmadan boyunlar bükülü, gözler kapalı, sükût sohbeti yapılıyor. Kimi sessiz ağlıyor, kimileri kendinden geçmiş vecd hâlinde... Gönülleri çok farklı boyutlara götüren bir âlem yaşanıyor. Sâmî Efendi Hazretlerinden gelen bir sinyalle, herkes bir anda ayağa kalkıp vedâlaşılıp dağılınıyor.
Yıl 1979, 11 Ekim… Günlerden Perşembe... Hüzünlü bir sonbahar günü… İhvan ağlıyor. Bizler çok heyecanlıyız. 12 kişi âile efrâdımız ve yakın ihvan grubu, hava limanına ulaşıyoruz. Uçağa bindiğimizde en önde; Dedem ve Hacı Annem oturuyorlar. Arkasında bizler ve daha sonra da ihvanlar… Koridorun sağındaki en önde ise; Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, âilesi ve arkada da ihvanı oturuyor. Bu nasıl bir tertib-i İlâhîdir?! …..
Dedem, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla iki kaşının ortasını tutarak yol boyu gözyaşı döküyor. Onu daha önce hiç böyle görmediğimiz için, hepimiz üzülüyor ve bir şey de yapamıyoruz. Hacı Annem, annem ve hatta babam, bir türlü gözyaşını dindiremiyorlar. Herhâlde ihvandan ve vatandan son ayrılığın gözyaşları diye yorumluyoruz….
Hicret etmek kolay değil!.. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Medîne’ye hicret ederken Mekke’ye dönerek gözyaşları içinde, “Ey Allah katında, Beldelerin en güzeli!.. Vallâhi, senden zorla çıkarılmış olmasaydım, aslâ çıkmaz, başka bir yeri yurt edinmezdim.” buyuruyor. Belki Efendi Hazretleri de bir hicret mahzunluğu yaşamıştır. İhvânlarından, vatanından ayrılıyordu tabiî... Mahmud Sâmî Efendimizle seyahatleriniz nasıl olurdu?
Yurtiçi seyahatlerimiz, genellikle Afyon Sandıklı Kaplıcaları ya da Bursa’ya olurdu. Arabayı, Hacı Musa Topbaş Bey Amca veya şoförü kullanırdı. Musa Efendi, çok güzel araba kullanırdı. Yollar şimdiki gibi düzgün ve asfalt değil; stablize, çakıl taşlı idi. O, büyük bir dikkat ile yolcularını sarsmadan menzile ulaştırırdı. Büyük Chavrole arabaya babam ortaya oturur; dedem de cam kenarında olurdu. Arkasında Hacı Annem, yanına da annemle ben otururduk. Arabanın içinde çıtımız çıkmazdı. Öksürmek, hapşırmaktan dahî haya ederdik, ama bu bize açıkça tembih edilmemişti. Öyle olması gerekirdi ki; öyle de olurdu! Dedeciğim, seyahatlerde yanında akide şekeri ve küçük nane şekerleri bulundururdu. Babama verir; o da önce araba kullanana ikram eder, sonra bize, arkaya uzatırdı. Biz de sessizce alır ve yerdik.
Mûsâ Efendimiz, Râbia annemizi anlatırken, “O kadar hizmetlerinde bulundum, Hacı Râbia Annemin sesini duymadım.” demişlerdi.
Doğrudur. Evimizde misafir olduğunda, bırakın ses duyurmayı, mutfaktan tabak-kaşık sesi dahî çıkmamasına dikkat edilirdi.
Mahmud Sâmî Efendi Hazretleri ile Mûsâ Topbaş Efendimizin muhabbetleri nasıldı?
Musa Efendi, çok özel bir insandı. Kibar ve zarifdi. Her hafta Dedemle mû’tad görüşmeleri olurdu. Dedeme ihvandan haberler getirirdi. O da büyük bir ilgiyle dinler, gerekli tavsiyelerde bulunurdu. Musa Efendi, ikramı çok sever, getirdiği hediyeleri beyaz kâğıtlara özenle kendisi ambalajlardı. Medine’ye âilemizin bütün fertlerine hediyeler yollar, paketlerin zarâfetinden kendisinin yaptığı anlaşılırdı. Üzerindeki etiketlerde yine onun inci gibi yazısı ile hepimize hitabı olurdu.
Sâmî Efendi Hazretleri’nin âile efradına özel sohbetleri olur muydu? Nelerden bahsederlerdi?
Tabiî olurdu. Zaten onun bütün konuşmaları sohbetti. Her yanına girdiğimizde, özellikle de nefsi tezkiye ve kalbi tasfiyenin zarurî gerekliliğini vurgulardı.
Bunun için de:
1- Namazı huşû ve huzur ile kılmalı,
2- Teheccüde kalkmalı,
3- Zikrullâha devam etmeli,
4- Oruç tutmalı ve az yemeli,
5- Sâlihlerle beraber olmalı.
Ancak bu beş şeye devam ile nefsi tezkiye, kalbi tasfiye etmek mümkün olur, nefis kademe atlar buyururlar:
“Boşuna yaratıldığınızı mı zannediyorsunuz?!” âyet-i kerîmesini de çok okurlardı.
Mahmud Sâmî Efendi’nin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetleri nasıldı?
Muazzam bir sevgisi vardı. Mübarek Medine’de yaşadığı süre boyunca hiç ayaklarını uzatmadı. Hep ayaklarını kıvırarak oturup yattığından, dizleri bükülü bir şekilde kireçlenmişti. Vefatında da sağ yanına dönük, dizleri büküktü. Hacı Musa Efendi gelip bu hâli gördüğünde:
“-Efendimiz edeb üzere yaşadı; edep üzere vefat etti!..” demişti…
Efendi Hazretleri’nin son zamanlarından da biraz bahseder misiniz?
Dedem kerâmetlere çok önem vermez, kendisi de gizli hâlleri, mânevî durumları izhar etmezdi.
Yalnız son zamanlarda, Abdullah bin Mes’ud -radıyallahu anh-’ın, Veysel Karânî Hazretleri’nin, İbrahim -aleyhisselam-’ın, Cebrail -aleyhisselam-’ın kendisini ziyarete geldiklerini söylemiş ve onların durduğu yeri işaret ederek:
“-Beni oraya indirin, namaz kılacağım!..” demişti.
İşaret ettiği yere seccâdesini yaymış, biz de orada namaz kılışını ve uzun uzun dua edişini haşyetle seyretmiştik. Sonra ev halkı olarak bizler de aynı yerde teberrüken namaz kıldık.
İbrahim -aleyhisselâm- teşrif ettiğinde, kendini:
“-Ben Allâh’ın Halîli’yim.” diye takdim etmiş.
Cebrail -aleyhisselâm- da:
“-Ben, Allâh’ın Cibriliyim!” buyurmuş.
Veysel Karânî hazretleri ise:
“-Ben Veysel Karânîyimmm!..” diyerek “mim”i vurgulayarak selamlamış.
Yine son rahatsızlık günleri idi. Dedeme çorba içirecektik. Arkasına yastıklar koyarak onu rahat bir şekilde oturtmak istedik. Her yastık ilavemizde, az daha öne geliyor ve bir türlü yastığa dayanmıyordu. Ben de:
“-Dedeciğim; lütfen dayanın, rahat edin, çorbanızı içirmeye ben yardımcı olacağım.” diye dayanması için ısrar ediyordum. Sonunda gözlerime bakarak:
“-Ben kulum, kul gibi yerim.” dedi.
Bu bile nasihat olarak yeter! Tam bir nebevî ahlâk...
Meğer o günler, dedemin son günleriymiş. Son ânına kadar kulluk bilincinden taviz vermedi. Medine’deki rahatsızlık döneminde zaman zaman doktorlar eve gelir, kontrollerini yapardı. Biz hanımlar dışarıda endişe ile duâlar ederek beklerdik. Doktor ayrıldıktan sonra içeriye girdiğimizde kendisini pırıl pırıl parlayan gözlerle:
“-Elhamdülillah, hâlime şükrediyorum.” diyerek Rabbine şükreder vaziyette bulurduk. Onun bu hâli, bizleri de rahatlatırdı…
Kıymetli torunları, Melâhat Akça ve Şeyma Yalçıntaş hanımlara, bu güzel hâtıraları bizimle paylaştıkları ve bizi de o mes’ud günlere götürdükleri için çok teşekkür ederiz. O kadar hissederek anlattılar ki, sanki o ânları yaşamış gibi olduk. Rabbim, cümlemizi Efendi Babamıza lâyık evlâtlar eylesin. Âmin.
Biz de size teşekkür ederiz. Bu vesileyle, dedemi ve o mesud günleri bir defa daha yâd etmiş olduk. Okuyucularımızdan istirhamımız, muhterem dedemi de duâ ve Fâtiha-i Şerifeler ile anmaları… Cenâb-ı Hak, hepimize, bu güzel hayattan ve örnek ahlâktan hisseler nasip etsin. Âmin.

Her türlü fazîlet ve kemâlâtı üzerinde cemeden bu zâtta, Allah ve Peygamber aşkı o derece kuvvetli tecellî etmişti ki, Rabbimizin izni ile her türlü hâl ve hareketi, Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet ahkâmına uygundu.
Bu bakımdan bu büyük velînin hâllerini abdestli olarak, büyük bir saygı ve itinâ ile okuyan veya dinleyen mü’minlerin, mânen istifade edecekleri muhakkaktır

Ali Ramazan Dinç Hocaefendi ile Yahyalı Hacı Hasan Efendi Hakkında Röportaj

 


Yazan Mahmut BIYIKLI   
Alemdar-<br />             Yahyalılı Aliramazan Dinç HocaefendiMuhterem Efendim Hakiki bir Hak aşığını Zarif bir güzeli, sizin dilinizden dinlemek istiyoruz. Hacı Hasan Efendi hazretlerini bize anlatır mısınız?
Eûzü billâhimineşşeytânirracîym Bismillâhirrahmânirrahim Hacı Hasan Efendimiz müşahhas, şahıs olarak ele alınacak olursa, hususiyetlerini ifade etmiş oluruz.
Bu durumda da velayetin bütün sırları ortaya konmuş olur. Ondaki hususiyetler, sıddıkıyet makamına gelen bir insanın bütün güzellikleridir. Onun için genel olarak anlatayım. Hacı Hasan Efendimiz (k.s.) takva ehliydi. Takva, bildiğiniz gibi şirkten küfürden nifaktan büyük küçük günahlardan ve mâsivadan yani Allah’ımızın (c.c.) razı olmadığı, bütün sıfatlardan kaçmaktır. Her işte rızayı ilahiyi gözetmektir. Bir bardağı dahi alıp ağzına doğru götürürken o suyun içindeki letafeti görmek, Allah’ımızın (c.c.) sırlarını görmektir. Mevlayı Zülcelalimizi razı edebilecek taatlarda bulunabildik mi” düşüncesine dalıp rızayı ilahinin haricine çıkmamaktır. Takva ehli, öyledir ki pikniğe bile gitse âlemde olan hadiseleri gözden geçirip ibret alıyor; Dağlara bakıyor, Cenab-ı Hakkın dağları birbirine nasıl yasladığını düşünüyor. Sulara bakıyor, suların akışını düşünüyor. Acaba bizim gözümüzden neden yaşlar akmıyor diye alemi bu tefekkür içerisinde okuyorlar. Semâya baktığı zaman onun sırlarını seziyor, benim gibi günahkârı nasıl gölgelendiriyor diye tefekkür ediyorlar. Üstadımız da daima bu tefekkür içerisindeydi. Her işleri takva esasına uygun bir şekildeydi. Hacı Hasan Efendimizin şahsında mükerrem insanın sadece takvasını anlatmakla bitiremem.
VERA SAHİBİYDİ
Hacı Hasan Efendimiz (k.s.) vera sahibiydi. Ne demek vera; harama düşerim korkusuyla helale bile dikkat etmek. Ashab-ı Kiram bir harama düşeriz diye on dokuz helali terk ettik diyorlar. Bir alış verişte gösterdiği hassasiyetten dolayı İbrahim bin Edhem Hazretlerinden ademiyet kokusu duyuluyor. Asıl gelmesi gereken koku rahmaniyet kokusudur.
H.Hasan Efendimiz (k.s.) rahmani kokuyu bütün hayatında aile hayatında, ticari hayatta, insanlarla münasebetinde her türlü tavrında gösteren bir kimseydi. Ondan anlatabildiğim bir bal tulumundan sadece dışarı sızanlar. Anlatılmakla bitmez… Niyazi-i Mısrî’nin “Bu Niyazi’den de Mevla görünür” dediği gibi, Hakk onların suretinde zûhur ediyor.
Bir günü nasıl geçerdi?
Evimiz biraz dardı. Biz çocuk olduğumuz için O’nun odasında kalıyorduk. Her ne zaman uyansam kendilerini ayakta görürdüm. Diz kapağını geçip topuklarına kadar uzanan öyle bir iç elbisesi giyerlerdi. Göbek ile diz kapağı arası mutlaka kapalı olurdu. Her gece teheccüd namazına kalkarlardı, evrad ve ezkâr okurlardı. Kadiri evradını Abdülkadir Geylani (k.s.) Hazretlerinin bin tevhidini okurlardı. Kur’anı Kerim’den mutlaka bir cüz her gün okurlardı.
Sabah namazlarına camiye giderlerdi, cemaata iştirak onların en büyük arzusuydu. Bir de sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar mescitte kalıyorlardı. O günlerde kahvaltı sabah namazından sonra hazırlanıyordu. Üstadımız bir türlü gelmiyorlardı, annemiz bizi gönderirlerdi. Biz varırdık, zorla kaldırmaya çalışırdık, öyle gelirlerdi ve sofraya otururlardı.
Kendilerine süt ikram edilirdi. Üzerinde, “Aşıka Bağdat yakındır” diye Arapça bir yazı bulunan bir fincanı vardı, bundan içerlerdi. “Oğlum aşıka Bağdat yakındır” sözünden, ben Allah’ın (c.c.) kuluna yakınlığını düşünüyorum.” “Ve nahnu ekrabu ileyhi min hablilveriyd. (Biz kulumuza şah damarından daha yakınız.) Bu ayeti celileyi tefekkür ediyorum derlerdi. Bir fincandan kahve içerken bile böyleydiler.
Kitaplara olan aşkını biliyoruz. Hangi zaman dilimlerinde kitap okurlardı?
Öğle ve ikindi vakitleri arasında kitap okurlardı, kitapları çok güzeldi. Ev ile bahçemizin arası iki yüz veya üç yüz metre, buraya gidene kadar bile kitap ellerinde okuya okuya giderlerdi. Oradaki ağacın altı temizlenir, sulanır, minder konur orada okurlardı. Yine öğle yemeği hazırlanır, beklenirdi. Kitapları bırakıp gelemezlerdi. Kitap ellerinde, sürekli okumaya devam ederlerdi. Anamız tebessümle “elinden kitabı alın, elinden kitabı alın.”derdi bize. Çocuk olduğumuz için elinden kitabı alır kaçardık Ondan sonra biraz nasihat ederlerdi, sofraya otururlardı. llme de ilim ehline de çok muhabbetleri vardı.
Görüşmeler ne zaman olurdu efendim?
Saat dokuz veya on artık o mevsime göre değişirdi, Çok düzenli ve intizamlıydı. Mesela sözleşilen saat dokuzsa saat dokuzdan sonra gelen içeri alınmazdı, mutlak o saatte gidilecek. Herkes sırayla gelir ve neyi ifade ediyorsa onu konuşurlardı. insanın ruhunu karşısına alıp da konuşur gibiydi. Soru hazırlayanlar oluyordu, mesela birisi geldi, dokuz tane sorum var sorulacak dediler, sekizini sordular, cevaplandı. Biraz sonra istirahat odalarından yürüyerek geldiler, “dokuzuncu sorunuzun cevabı şudur” dediler. Cenab-ı Hak gönül gözlerini açmış. Tabii biz Hacı Hasan Efendimizi kerametleriyle ölçecek değiliz. Ama keramet de istikamet üzere yaşayanlarda olur. Burayı hususen vurguluyorum, “keramet müstakim olan insanlarda zuhur eder.” İtikâd kaidesidir akaidimizde, enbiyalarda mucize, velilerde keramet olur. Ama kerametin gizlenmesi vaciptir. Keramete değer vermezler istikamete önem verirlerdi.
Çok seyahat ederler miydi Efendim?
Seyahatları çoktu. Af buyurun, merkebine binerler, çantasını ellerine alıp köylere kadar giderlerdi. Orda dinimizi anlatmak insanların kalplerini İslama ısındırmak için konuşurlardı. Köyümüze dönmediği günler çoktur. Mesela bir Kayseri’de on beş gün kaldığı oluyordu. Orda yüzlerce insanla görüşürdü. Gitmediği gün yoktu, biz günlerce evimizde yalnız kalıyorduk. Evin ihtiyacı nedir, tesbit eder, onu mutlak bırakır, bizim ihtiyacımızı görür, kendisi de bu hizmetlerden katiyen feragat etmez, ayrılmazdı. Çünkü Üstadı Sami Ramazanoğlu (k.s.) Hazretleri onu teşvik ediyorlardı.
Zamanın büyüklerinden kimlerle görüşürlerdi, diğer cemaatlere bakış açıları nasıldı?
Çok güzel bir soru. Bu soru için özellikle teşekkür ediyorum. Bazı tatsızlıklar duyduklarında “Bu mübarek din yolunda tatsızlık tartışma olamaz” buyururlar “Ben hasetlik nedir bilmem” derlerdi. Evimize Sivas’tan Hafız Hakkı diye bir zat gelmişti, manevi eğitimle meşgul olan bir zat. Hafız Hakkı Efendiye gösterdiği hürmete hayran kalmıştım... Üstadımız bizzat arabaya binip kilometrelerce giderek onu kılavuzlardı. Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerini hususen ziyaret ediyorlar, onunla görüşüp konuşuyorlardı. Seyahate gittikleri yerlerde büyük zatlar varsa onlarla buluşur ziyaretleşirlerdi. Said-i Nursi Hazretlerinden çok bahsederdi, onun eserlerinden misaller verirlerdi. Said-i Nursi Hazretlerini çok sevdiklerini söylerlerdi. Mesela kendi mesleğinden olan Kayseri’de, Sami Efendi Hazretlerinin görevlisi olan Hacı Şaban Kavafoğlu. Kayseri’ye gittiği zaman mutlaka yanına varırdı. Hiçbir kimsenin ayağına gelmelerini beklemediklerini biliyorum, onlar gelmeden kendisi giderdi. Bunun yanında en çok ilim ehline çok saygı duyarlardı. Büyük zâtlar için, ‘’Dinimize hizmet ediyorlar, bizim de her yere yetişmemiz mümkün değil, hepsini sevmeliyiz. Onlar da oralarda halkın ıslahına vesile oluyor, milletimizin birbirini sevmesine, saymasına, kardeşlik esasına özenmesine gayret ediyorlar.’’ derler, sena ile överlerdi.
Said-i Nursi Hazretleriyle görüşmeleri olmuş mu Efendim?
Cisim olarak görüşmeleri yok ama çok güzel sevgi ve muhabbet oluşmuş aralarında. Eserlerini çok okurdu ve ondan çok misaller verirdi.
Sünnete riayet konusunda yaşadığınız bir hatıranızı lütfeder misiniz?
Kendileri çok rahatsızdı, ayağa kalkıp da lavaboda ellerini yıkayacak durumda değildi, buna rağmen bir leğen getirilir ellerini yıkamadan sofraya oturmazlardı. Yemeğe tuz ile başlar tuz ile bitirirdi, yemekten sonra da ellerini yıkarlardı. Mesela son zamanlarında hayatına mal olacak çok hastalıklar vardı, ayağa kalkacak durumları yoktu. Buna rağmen farzı kıldılar, dediler ki: “Rasulullah’ın sünnetini nasıl terk ederim, sünneti de kılacağım” dediler. Çok zor eğilip kalkmasına rağmen sünneti yerine getirdiler. Sünnete çok riayet ederlerdi.
Ağır hastalıklarında bile ibadete olan aşklarından vazgeçmiyorlar. Bu ne büyük aşk efendim?
Hastanede kalp uzmanı Doktor Servet Bey, “merhaba bile deme, kalp damarların durur” diyor. Doktora cevaben “Allah’ımızın (c.c.) bir damarı değil dolu damarları var” diyor. Ondan sonra ziyaretine gelenlerle görüşmeler konuşmalara devam ediyor. Yine doktorlardan biri, Efendimize “secdeye varma çok rahatsızsınız” demiş, “Doktor Bey lütfen bunu bana demeyin, ben secdesiz yaşayamam” demiş. Doktor eve varınca “Böyle hayatına mal olacak hastalıklarda bile taatlerinden vazgeçmiyor, biz sıhhatimizde afiyetimizde ne yapıyoruz” diye düşünüyor ve namaz kılmaya başlıyor.
Çok teşekkür ediyoruz efendim.
Ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.