6 Mayıs 2011 Cuma

MUHAMMED İHSAN OĞUZ(K.S)

MUHAMMED  İHSAN  OĞUZ
[ K.S. ]  (1887-1991)
19 Hazîran 1887 - 2 Ağustos 1991
Nakşbendî şeyhi, tasavvuf yazarı. Posta İdaresinde çalıştığı günlerde Millî Mücadele’ye önemli hizmetler yapmıştır. 1938’de memuriyetten emekli olarak sonraki  hayatını irşad çalışmaları ve eserler yazmakla geçirmiş; 104 yıllık uzunca bir  ömrü böylece tamamlamıştır.
27 Ramazan 1304 hicrî, 19 Hazîran 1887 mîlâdî târihinde Kastamonu'da dünyâya gelmiştir.
Babasının adı Atâullah, annesinin adı Hâcer'dir. İlk Mektep'ten sonra orta tahsilini Kastamonu Askerî Rüşdiyesi'nde ve yüksek tahsilini Ziyâiyye Medresesi'nde yapan Muhammed İhsan Beyefendi, büyük bir âlim ve müderris olan eniştesi ve hocası Ahmed Ziyâeddin Efendi'den de husûsî dersler almış; O'nun genç yaşta vefâtı üzerine tek başına ilmî çalışmalarına devam ederek kendisini yetiştirmiştir. Muhammed İhsan Bey, memuriyet hayâtına Posta ve Telgraf İdâresi'nde başlamış; bir ara Sultânî Mektebi'nde Kâtiplik, Askerî Rüşdiye'de Hüsn-i Hat (Güzel Yazı) ve Türkçe Öğretmenliği görevlerinde bulunmuştur. Posta ve Telgraf İdâresi'nde, Muhâbere Memurluğundan Başmüdürlüğe kadar çeşitli kademelerde görev yapmış; İstiklâl Harbi sırasında memleketimiz için değerli hizmetler îfâ etmiş; 1938 yılında emekliye ayrılarak ilmî çalışmalarına hız vermiştir.
Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvuf hayâtı ise çok küçük yaşta başlamış, 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliyâ Efendi'nin terbiyesine girmiştir. İnsân-ı Kâmil olma yolunda senelerce süren mânevî çalışma ve araştırmalardan sonra Harput'ta Seyyid Ahmed Çapakçûrî Hazretleri'ni mânen bularak kendisine intisâb etmiştir. Yazdığı dokuz mektupla ve rûhâniyyet yoluyla irşâd ettiği bu yüksek yaratılışlı talebesine hicrî 1340 ( milâdî 1921 ) yılında "İrşad İcâzesi" veren Seyyid Ahmed Hazretleri , aynı yıl (94 yaşlarında) ebedî âleme göçmüştür. Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvufî hayâtı son nefesine kadar devam etmiş, çocukluğundan itibâren pek çok Allah Dostundan ve Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in rûhâniyyetinden feyz almış bütün ilim ve feyzini eserleri, sohbetleri ve mektuplarıyla zihinlere ve gönüllere aktarmıştır.
Bir asrı aşan hayatı "Hak ile hakîkatin bilinmesi, yaşanması ve anlatılması" uğrunda geçen Muhammed İhsan Oğuz Beyefendi, 2 Ağustos 1991 (21 Muharrem 1412) Cuma'yı 3 Ağustos Cumartesi'ye bağlayan gece saat 2.15'de aramızdan ayrılıp ebedî âleme intikal etmiş, hasret ve iştiyâkında olduğu Allah ve Resulü'ne kavuşmuştur.
M. Evliya Efendi’den ilk terbiyesini almakla beraber irşad icazetini Seyyid Ahmed Çapakçûrî’den almıştır(1921)  M. İhsan Oğuz'un ilk mürşidi olan Muhammed Evliya Efendi, 1902 yılında hacca gitmiş, hac farîzasını tamamlayamadan (Arafat’a çıkamadan) vefat ederek Cennetü’l Mu’allâ denilen kabristana Hz. Hatice türbesinin yakınına defnedilmiştir. Hayatta iken Hz. Hatice’yi çok andığı ve Mekke’den yazdığı mektuplara (yarım hacı) diye imza attığı belirtilmektedir ki, haccı tamamlayamayacağını bildiğine işarettir.
Basılmış bir çok kitabı vardır.
TASAVVUF YOLUNDA MANEVİ CİHAD
Muhammed İhsan OĞUZ
Oğuz Yayınları
Muhammed İhsan Oğuz'un  tasavvuf yolunda mürşid arayışını ve Seyyid Ahmed Çapakçûrî'yi mânevi bir ikram ile nasıl bulduğunu, Seyyid Ahmed Çapakçûrî'nin kendisine yazdığı 9 mektubu, Aliyyü's-Sebtî Hazretleri ile Seyyid Ahmed Çapakçûrî Hazretleri'nin hayat hikâyelerini içeren bir eserdir.
Eserin orjinal adı Mücâhedât-ı Diniyyedir. Eserde M. İhsan Oğuz hazretlerinin mürşidiyle arasındaki karşılıklı yazmış olduğu 9 mektuba yer verilmiştir. M. İhsan OĞUZ  bu mektuplar vasıtasıyla mürşidiyle haberleşiyor ve icazet alıyor.
M. İhsan OĞUZ 1887 Kastamonu doğumludur. 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliya hazretlerinin terbiyesine giriyor. Hazret çocukluktan bu yana ehlullaha muhabbeti ziyade olmuş biridir. Gençlik yıllarında (1905) birçok kimsenin tavsiyesiyle bir Nakşibendi şeyhine bağlanıyor. Uzun bir takım olaylardan sonra bu zatın gerçek bir mürşid olmadığı ortaya çıkıyor.
Tekrar bir mürşid-i kamil aramaya başlıyor. Bir müddet sonra Allah dostlarından bir zata intisab ediyor. Fakat bu mübarek zat bir kaç ay sonra vefat ediyor. 1917 yılında rebiülevvel ayının Pazartesi gecesi, özellikle efendimizin doğum gecesine rastlaması hasebiyle gusül abdesti alıyor, Allah’a dua ediyor. Kendisine Allah’ın lütfuyla mürşidi kamilin ismi ve cismi bildirilip gösteriliyor.
O gece mana aleminde havada ve boşlukta beyaz bir zemin üzerinde kalın ve siyah bir yazı ile Seyyid Ahmed Kürdi yazılı bir levha gösteriliyor. “Bu isim, mürşid ve insan-ı kamil ismidir” diye sesleniliyor.
Hazret iradesi dışında bütün alemlere hitaben “Ey insanlar! Kutuptaki manevi kuvvetin büyüklüğünü anlayınız ki, tabi olmak üzere kendisini 3-5 adım izlemek, tahammül edilemeyecek feyzlere manevi hallere erdiriyor” sözlerini söylüyor. “Meded ya Seyyid Ahmed Kürdi” diyerek uyanıyor. Bu halin feyizli tesiri aylarca sürüyor. Fakat bu zatın nerede olduğu bildirilmiyor. Tam bu sırada Irak taraflarındaki bir mürşidin durumunu sormak için abid ve fazıl bir şahsiyet olan Harput Ulu Cami imamına mektup yazıyor ve bu rüyasını da ekliyor. Cevapta Seyyit Ahmet Hz. lerini tanıdığını soyu sağlam seyyid bir zat olduğunu bildiriyor. Alim, fazıl, keramet sahibi fakir bir zat olduğunu söylüyor. Mektup Seyyid Ahmed el-Kürdi hazretlerine arzediliyor. Fakat O bu yolun büyüklerinin ruhaniyetlerinden emrolunmadıkça bir şey yapamayacaklarını söylüyor.
Bunun üzerinde uzun bir bekleyiş dönemi başlıyor. Hazrete yazdığı mektuptan tam bir yıl sonra aynı gün kendisine cevap gönderiyorlar. Evet tam 12 yıl süren Mürşid-i Kamil arayışı son buluyor. Bağlılık gerçekleştikten sonra ihtiyaç duyuldukça 3, 5, 6 ayda bir mektuplaşma yapılmış. Kendisi bu yazışmalara “9 mektupta irşad demektedir”.
SEYYİD AHMED ÇAPAKÇURÎ'den M. İHSAN OĞUZ'A GELEN MEKTUPLAR
1.MEKTUP
Kendilerine 50 istiğfar, bir dakika rabıta, 100 ile 300 kelime-i tevhid veriyorlar. Rüyada görmüş olduğun bir zatın kudsi nefesi, senin için yeterlidir. Başka yere ihtiyaç kalmadı buyuruluyor.
Zikri manasını düşünerek yapınız. Yoksa fayda elde edilmez. Mana aleminde görmüş olduğunuz zata rabıta edersiniz. Bu yolda ihlas şarttır.
2.MEKTUP
Özel olarak mübarek vakitlerde size dua ederim. Uzak mesafe olduğu için orada istekli olanlara izin verilmek üzere sana ruhsat verilmiştir. Azizim yaşım doksandır. Bu ana değin kimseyle kaynaşamadım. Her nasılsa kader rast getirdi, sizle kardeş olduk. Soyumuz Hüseyni, yolumuz Nakşi, Şeyhimiz, Aliyyü-s Sebtidir. Aliyyü-s Sebti Hazretleri ise Mevlana Halid’in terbiyesinde yetişmiştir. Gönül ehlinden, hatta peygamberlerden feyz almak 3 şeye bağlıdır. “Edeb, İhlas, Muhabbet” tir. Feyz almaya sebep birdir. O da şeyhe muhabbettir. Çünkü mürşidin kalbinden müridin gönlüne akan manevi bir nehir vardır. Bu manevi nehir sebebiyle müride mürşidin kalbinden devamlı bir feyz akımı olur. Nehrin genişliği, müriddeki muhabbetin çokluğuna veya azlığına göredir. Yoksa, yapılan zikrin çokluğundan değildir. Zira, bir damlada uçsuz bucaksız denizler, bir zerrede gözler kamaştıran güneşler meydana gelir.
3.MEKTUP
Kelime-i Tevhide devam edersin. Kelime-i Tevhidin manasını sürekli düşünmek zordur. Bazı zamanlarda kelime-i tevhidin tekrarında uzuvlarla kalbin birlikte harekete yönelmesi, kelime-i tevhidin manasını derinliğine düşünmekten dolayıdır ve ruh yolundan gelir. Bu durum insanı hızla yükseltir. Vücutta olan uzuv ve organların tamamı ruhun yönetimi altındadır. Ruh onları dinin emirlerine hizmetle yükümlü tutar. Her uzuv yaradılış amacına yönelince mürid şeyh vasıtasıyla Muhammediyyül Meşreb olur. Mürid önce mürşidinde fani olur. Sonra Efendimizde fani olur. Sonra Allah’ta fani olarak nefsani varlığından kurtulur. Mümkün olduğunca kalblerinizin boş manasız şeylerden temizlenmesine çalışınız. Fakat bu yavaş yavaş olmalıdır.
4.MEKTUP
Silsile büyükleri tarafından size manevi bilgi ve sevgi meydana geldi. İlhamlar üçtür. Birincisi vesvesedir ki, hal bakımından bu yolun yolcusunu şüphede bırakır. İkincisi meleklerin ilhamıdır. Bu cins ilhamlar şüpheyi giderir ve ilhamlar verir. Üçüncüsü doğrudan doğruya hakkın ilhamıdır. Bu tür ilhamlar cezbe verir. İcazet zamanı yakındır, vermek lazım gelir.
Ey aziz, bazısı icazet verilmeden önce bazısı icazet verildikten sonra derece kazanır. Çekilen Allah zikrinin sayısı sınırlı değildir. Çoğunda sınır yoktur. Bununla birlikte zaman dağdağalıdır. Meşguliyet çoktur. En azından yükümlü tutmak gerektir. Yoksa Allah zikrinin her latife için miktarı beşbindir. Fakat bu miktar zamanımıza yaramaz. Şeyh kuvvetli olursa bu yolda olana az zikir ile büyük derece aldırır. Uzak yakın birdir. Herkes müridini bilir.
Ey aziz, latifelerin tamamı kalb alemindedir ki, kalb hepsini kapsar. Zira kalp geniştir. Sonu yoktur. Gerek aşağı alem, gerek yukarı alem tamamıyla kalbdedir. Zikrin çoğunda sınır yoktur. Fakat gücünden fazla davranmayasın. Hafif hizmet daha iyidir. (Hazret her latife için 300 Allah zikri veriyor. Bu ise 1500 yapar. Bu en az olan rakamdır diyor.
Latifeler beştir: Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa)
5.MEKTUP
Bundan böyle Nakşibendiyye yolunda yürümek ve bu yola girenleri bildiğin gibi yönlendirip ilerleterek maksadına erdirmek için zaten ve sıfaten Efendimiz (as) ve silsile büyüklerinin izni ile sana icazet verildi.
Zikirlerin her adedi başında “ilahi ente maksudi ve rızake matlubi” sözlerini içtenlikle söyler, zikre devam edersin. Allah kimseye gücünden fazla bir şey yüklemez.
6.MEKTUP
Ey aziz, sona kadar tasavvuf yolundaki say ve ilerlemeniz doğruca gerçekleşti. Bununla birlikte tehlikeden uzak oldunuz. Zira; mürşidin kuvveti bu yola gireni birden irşad edip sonuca ulaştırır. Çünkü Ümmü-l Kül validemiz (Hz. Hatice) bu yüce dinin temelidir. Sizi özel olarak kabul edip saadet fırkasına kaydetmiştir. Hz. Hatice ilk iman eden kadınlardandır. Onun için Haticetül Kübra adını almıştır. Bundan dolayı; bütün seyyidlerin, pirlerin, büyüklerin hatta herkesin büyük annesidir.
7.MEKTUP
Size her hususta ruhsat verilmiştir. Ayrıca icazet zamanıdır. İcazet için gerekli şartların çoğu yerine gelmiştir. Mesela, biri saadet defterine geçmektir ki, Hatice validemiz tarafından O’nun başkanlığı altında saadet ehli olanlar arasına alınarak müjdelendin. Bir de ruhlar alemi arz olunmuştur ki, orada saadet topluluğunu gördün, saadet defterindesin. Bununla birlikte, tarikat imamları da tasdik edip müjdelemişlerdir.
Ey kardeş, meşguliyetin kelime-i tevhiddir. Hak yolcusu için 3 konak vardır. Birinci konak fena (nefsani varlıktan geçmek), ikinci konak cezbe (manevi coşkunluk), üçüncü konak kabza (Allah’ın azameti karşısında kendinden geçme). Fena aleminin zikri kelime-i tevhid. Cezbe aleminin zikri Allah. Kabza alemine gelirse Hu zikrine devam eder.
Bu yolda icazet verildikten sonra kazandığını kendi azim ve iradenle kazanırsın. Kendini hangi alemde hissedersen zikri yaparsın. Tasavvuf yolunda olanların hareket ve davranışları, Hak Teala hazretlerinin hususi tasarruflarının eseridir.
Ey aziz, kelime-i tevhid zikri kalbe kuvvet verir. Allah ismi Ruha kuvvet verir. Hu ismi şerifi sırra kuvvet verir. Sırları çözmek kalb ile olur. Makamları yükselmek ruh ile olur. Hakkın huzuruna ermek sır ile olur.
Fena üç kısımdır. 1. Fiillerin fenası uygunsuz fiilleri bırakıp Hakkın rızasına uygun hareket etmektir. Sıfatların fenası ise herkesin bir sıfatı vardır bunlar: Efendi, ağa ve paşadır. Tasavvuf yolunda olan kişi bu gibi şöhretleri bırakır. Yalnız zat ismiyle baki kalırsa Hakk’ın sıfatıyla baki kalır. Yani kişi hiç olursa gönlünde ve iç aleminde Hakk’ın zatıyla baki kalır.
Seyyid Ahmed K. Hz’leri M. İhsan Oğuz Hz’lerine hatme-i haceganı tarif ediyor ve yazılı olarak icazetnamesini gönderiyor. (1921 senesi)
8.MEKTUB
Ey aziz devamlı huzur şarttırki bütün murakebelerin ve derecelerin neticesi, yükselişi ve inişi bundan dolayı meydana gelir. İhsan Oğuz Hz’leri Şeyhimin himmetiyle meleke kesbetme hasıl oldu, maddi meşgalelerin etkisi kalmadı buyuruyor.(Maddi meşgale Allah’ın bir kul üzerinde afetidir.)
9.MEKTUB
Bildiğin gibi fena üçdür. 1) Şeyhte fena 2) Peygamberde fena 3) Allahda fena
Yine bilesin ki bu fenalar Şeyhe fenanın sonucudur. Peygamber ve Allah sevgisinin yolu şeyhten geçer.
***
Allah’ın inayeti Efendimizin izni ve büyüklerin ruhsatı ile irşadla görevlendirildiğin için tam icazetnameyi gönderiyorum
2.BÖLÜM
Kitabın ikinci bölümünde Aliyyü’s-Sebti ve Seyyid Ahmet Kürdi Hz. anlatılıyor.
M. İhsan Oğuz Hz. Şeyh Ahmed Hazretleri için Kutbiyyet, Gavsiyye ve Ferdiyyeti temsil ettiğini söylüyor. Delil olarak da Kutbiyyet için aralarında geçen diyalogda 1. ve 3. mektuplarda Kutb’ül Aktabı olarak gösterilmesini tasdik buyurmuşlardır. Gavsiyetine delil, vefatına bir yıl kala mana aleminde M. İhsan Oğuz Hz. Ahmed Bedevi Hz. leri Harput'a Ahmet el-Kürdi’yi ziyarete geldiğini görmesi ve kendisine  “Gavs Seyyid Ahmet el-Kürdi Hz. lerini ziyarete geldim” şeklinde hitap etmesidir. M. İhsan Oğuz, Seyyid Ahmed'in ferdiyete dair bütün hususiyetleri de  taşıdığını söylüyor. Ferdiyet makamı sahipleri Kutbun tasarrufuna girmeyen velilerdir. Kutbun irşad ve hidayet ışığı güneş gibi herkesi kapsadığından özellikle bilip tanınmasına gerek yoktur. Kutbun kim olduğunu bilmek ve şahsını görmek herkes için mümkün değildir. Kutupluk mertebesini elde etmek başka, kutupluk görgü ve yetkisine sahip olmak; o makama atanmak başkadır. Fiilen kutupluk makam ve yetkisi elinde olan ve iki cihan tasarrufu bizzat kendisine verilmiş bulunan zat, bu özel ünvanın sahibidir. Yeryüzünde Allah’ın halifesi odur. Zamanın sultanı bu şahsiyettir. O’nun mübarek vücudu kainatın ruhu gibidir. Bilsin bilmesin yaratılmış her varlığın yöneliş ve bağlılığı onadır. Hakkın has nazarının aynası o zatın kalbidir.
Allah dostlarının isim ve özelliklerini anmanın “salih kulların anıldığı yere Allah’ın rahmeti iner” sözü gereğince ilahi lütuf ve rahmete feyz ve berekete vesile olacağından şüphe yoktur.
ŞEYH ALİYYÜ’S-SEBTİ
Halid-i Bağdadi Hz. lerinin halifelerindendir. Diyarbakır’da 1777 yılında dünyaya gelmiştir. Mevlana Halid Hz. leri Abdullah Dehlevi Hz. lerinin emri üzerine Aliyyü’s-SebtiHz. lerini bularak misafir olmuşlardır. Beraber Şam halkını irşada gitmişlerdir. Hazret 5 sene sonra Mevlana Halid Hz. lerinden icazet almışlardır. Mevlana Halid Hz. leri kendine hilafet vermek isteyince kabul etmemiş “ben size bunun için hizmet etmiyorum” demiştir. Hz. Halid “ömrüm az kaldı, bir Halid daha bulamazsın” buyurmuşlar ve emretmişlerdir. Vefatından sonra Palu’ya gitmelerini emir buyurmuşlardır. Mevlana Halid Hazretlerinin emri üzerine Palu’ya gelmiştir.  Kendileri üveysi olarak Abdullah Dehlevi Hz. lerinin terbiyesine mazhar olmuşlardır.
Şeyh Abdullah Dehlevi, Hz. Mevlana Halid Hz. lerini Şam halkının irşadı için görevlendirmiş ve "Diyarbakır’da Aliyyü’s-Sebti’yi bulur, Şam’a beraber gidersiniz" demiştir. Aliyyü’s-Sebti Hazretleri, Abdullah Dehlevi hazretlerinden uveysiyyet yönünden terbiye görmüştür. 5 yıl sonra icazetini alan Aliyyü’s-Sebti Mevlana Halid Hz. leri vefat edene kadar hizmet etmişlerdir. (Üveysiyyet: Ruhaniyyet yönünden terbiye olunmak demektir. Büyüklerin çoğu bu yolla terbiye görmüşlerdir. Üveysiyyet yoluyla terbiye olunanların, kendisini terbiye eden mürşidi görmesine gerek yoktur. Bu yolla kemale ulaşanlar çok yüksek kabiliyet sahibi olanlardır. Bütün büyükler bu yolla terbiye olmayı önemli bir husus saymışlardır. Nitekim Üveys-i Karani Hz. Efendimizin ruhaniyetinden bu yolla terbiye görmüşlerdir. Aliyyü’s-Sebti hicri 1287 yılında vefat etmiş olup kabri Elazığ'ın Palu ilçesindedir.
SEYYİD AHMED ÇapakçurÎ :
1246 yılında Bitlisin Çapakçur ilçesine bağlı Kürd köyünde doğmuştur. Aslen Bağdatlı ve Hz. Hüseyin evladı bir seyyid olup Kürt değildir. 10-12 yaşlarında iken dağlarda koyun otlatırken bir zata rastlıyor. Kendilerinin halini soruyor. Biraz sohbet ediyorlar. Kendisinin her halinden haberdar olduğunu anlıyor. O zaman ancak fatihayı okuyabiliyormuş. İlim öğrenmeye çok arzulu imiş. O zat bu arzusunu anlayınca hemen ağzına üfürüyor. O anda her ilime sahip oluyor. O zat Hızır aleyhisselamdır.  Babası aldığı manevi emir üzerine 12 yaşındaki oğlu Ahmed'i  Aliyyü’s-Sebti'ye teslim eder. Aliyyü’s-Sebti’nin evinde kalıp özel bir  terbiye görmüş ve hilafet almıştır. Eğtiminden sonra aldığı manevi emirlerle değişik yerlerde irşadda bulunmuştur. Fakirane bir hayat yaşamış; birçok Allah dostu gibi kendisini gizlemiştir. Eserde kendilerinin 25 kadar kerameti naklediliyor. 1921 yılındaki vefatı sırasında Efendimiz (as)’den kendisine kadar gelen bütün Nakşbendi silsilesi zevatının ruhaniyetlerinin müşahede edildiği rivayet edilmiştir.
Muhammed İhsan Oğuz'un dİğer kİtapları:
Kur'an Virdi
Küçük boy ve normal kitap boyu olmak üzere iki ebadda basılan ve 40 sayfadan oluşan Kur'an Virdi; "Fatiha" ile başlayıp "Âyetü'I Kürsî, Âmenerrasülü, Kulilâhümme mâlikeimülk, Yâsîn, Lev enzelnâ, Esmâü'I Hüsnâ, Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs" süre ve âyetlerinden sonra yine Fâtiha sûresi ile son bulmaktadır. Kitapta, Arapça hattın yanısıra âyet ve sûrelerle Esmâü'I Hüsnâ'nın Türkçe okunuş ve anlamları da yer almaktadır.
Ârifler Silsilesi
Muhammed İhsan Oğuz'un mensûbu bulunduğu Sıddîkıyye ve Nakşibendiyye yolunun esaslarını, Cenâb-ı Peygamber'den Sıddîk-ı Ekber (Hz. Ebû Bekir) vâsıtasıyla kendilerine kadar gelen ve 33 zâttan oluşan silsile büyüklerinin hayat ve kemâlâtını anlatan, 4 cildlik bir eserdir.
Mektuplar
Muhammed İhsan Oğuz tarafından mânevî talebelerine ve bâzı ilim ehline yazılan, herbiri ayrı bir eser ve mânevî irşad niteliğindeki mektuplardan oluşan iki cildlik bir eserdir.
Yûnus Emre
Büyük Allah Dostu Yûnus Emre'nin tasavvufî hayâtı ile coşkulu hâl ve sözlerini; bağlı bulunduğu silsilede yer alan Hacı Bektâş-ı Velî'nin tasavvufî kişiliğini ve Bektâşîliğin nasıl bozulduğunu anlatan bir eserdir.
Şa'bân-ı Velî ve Mustafa Çerkeşî
Halvetîlik Yolu ve Halvetî pirleri Şeyh Şa'bân-ı Velî ve Pîr-i Sânî-i Şabanî Mustafa Çerkeşî Hazretleri'nin hayatlarını, kerâmet ve kemâlâtlarını anlatan bir eserdir.
12 Büyük Velî
12 Büyük Tarîkat Pîri'nin kısa hayat hikâyeleri ile soy ve tarîkat silsilelerini konu alan; Allah dostlarının hâl ve kemâllerinden örnekler sunarak onların eriştikleri mânâ zenginliğinin zevk ve feyzini taddıran, Allah ve Peygamber sevgisinin ne olduğunu anlatan bir eserdir.
21 Soruda Tasavvufî Gerçekler
Çok önemli ilmî ve tasavvufî meselelere değinerek bunları değişik ve doyurucu bir üslûpla açıklayan; İslâm'ın büyüklüğünü, Allah ve Rasûlü'nün yüceliğini, insanın değerini ortaya koyan, her yönüyle nasıl gerçek bir insan olunacağını göstererek hak ve hakîkat arayan gönüllere ışık tutan bir eserdir.
Vahdet-i Vücûd
Üzerinde çok konuşulan ve tasavvufun en önemli meselesini oluşturan Vahdet-i Vücûd konusunu doğru ve yanlışlarıyla en gerçekçi biçimde açıklayan; ehilleriyle taklitçileri arasındaki farkı ortaya koyan; Vahdet-i Vücûd anlayışının İslâm tasavvufundaki yerini, tasavvuf yolunun insana kazan- dırdığı niteliklerle bu yolun makam ve mertebelerini, hâl ve özelliklerini akıl ve vicdanları tatmin edici bir tarzda anlatan bir eserdir.
İslâm'ın Özü
"1 - İslâm'ın Özü : Lâ ilâhe Illâllâh Muhammedün Rasûlullâh, 2 - Esmâü'I-Hüsnâ Şerhi, 3 - Peygamber Efendimiz'in Fizikî ve Ahlâkî Özellikleri, 4 - Yüce Dînimiz İslâm, 5 - Anne ve Baba Hakkı, 6 - Ellidört Farz" isimli eserlerden oluşan çok faydalı bir kitaptır.
İslâm Îlmihâli
Bir müslümanın bilmesi gereken Îman ve İslâm esasları ile ihlâs ve ahlâkın önemini, ibâdetlerin nasıl yerine getirileceğini, bunlara ilişkin çeşitli meselelerle hikmet ve özellikleri anlatan bir eserdir.
Dünya ve Âhiret Hayatı
Dünyâ hayâtının ne olduğunu, nasıl değerlendirilmesi gerektiğini; âhirette nasıl bir hayat yaşanacağını, cennetin ve nîmetlerinin güzelliklerini, cennette Allâh'ın nasıl görüleceğini ve bu görmenin meydana getireceği saâdetleri anlatan bir eserdir.
İslâm'da Mübarek Günler ve Geceler
Peygamber Efendimiz'in eşsiz kemâlâtını; üç aylarla bu aylarda bulunan mübârek gecelerin ve cumâ gününün fazîletlerini; Kâbe'nin Hazret-i İbrâhim ve İsmâil Aleyhisselâm tarafından Allâh'ın emri üzere inşâ edilişini, kurban olayı ile bu olayın hikmetini açıkla an bir eserdir.
İslâm'da Kazâ ve Kader
Zihinleri fazlaca meşgul eden ve genellikle yanlış düşünce ve davranışlara neden olan "Kazâ ve Kader" konusu ile İslâm âlimlerinin bu konuya ilişkin görüş ve düşüncelerini Kitâb ve Sünnet delilleri ışığında inceleyerek insan irâdesinin değer ve önemini ortaya koyan ve okuyanlara sorumluluk bilinci aşlayan bir eserdir.
7 Önemli Konu
"İslâm'ın temel kaynağı olan Allâh'ın Kitâbı ile Peygamber Aleyhisselâm'ın Sünneti'nin nasıl anlaşılması gerektiği, Kitâb ve Sünneti anlayıp uygulamakta iki önemli delil olan İcmâ ve Kıyâs'ın ne anlama geldiği, İslâm tasavvufundaki Vahdet-i Vücud meselesinin nereden kaynaklandığı, insanlar için Peygamber gönderilmesinin neden gerekli olduğu, kazâ ve kader inancı ile insan irâdesinin özgürlüğü" konularında kısa ve doyurucu bilgiler veren bir eserdir.
Sorular ve Cevaplar
" 1-Şüphelerin Giderilmesine, Kalbin Huzûra Ermesine İlişkin Beş Soru - Beş Cevap,
2 - Sorular ve Cevaplar,
3 - Şaşırmışların Kurtuluşu,
4 - İnsandaki Cüz'î İrâde"isimli eserlerden oluşan ve özellikle gençlerin zihnine ta- kılan soruları cevaplandıran bir kitaptır.
Şerîat ve Tarîkat Kavramları Zikir ve Tasavvuf Yolları

Bayburdî Dede Paşa - HAZRET-İ ŞEYH MUSA BAŞTÜRK

HAZRET-İ ŞEYH MUSA BAŞTÜRK
( Bayburdî Dede Paşa ) [ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]



( Bayburt,1879 - Erzincan, 4 Eylül 1979 )
Asıl adı Musa Baştürk olan bu büyük mürşid manevî alemde Dede Paşa Hazretleri lâkabı ile tanınmaktadır. 1879 yılında Bayburt'un Pulur nahiyesine bağlı Aşağı Lori köyünde dünyaya geldi. Babası Hüseyin Efendi ve annesi Gül Hanım'dır. Soyadı kanunu gereği aile Baştürk soyadını almıştır. Oğlunun Dilinden Hayatından Kesitler: Hayatını babasını anlatırken duygulu anlar yaşayan oğlu Nureddin Baştürk ilerlemiş yaşına rağmen tazeliğini koruyan hafızasından şöyle anlatmıştır: "-Babam okumayı çok severdi, ilk önce sübyan mektebine gitmiş, bu okulda çok başarılı imiş, okul dışında da Bayburt'a bağlı Yukarı Aksüt köyünde Kitapsız Hacı Mustafa Efendi diye bir zattan dersler almış. Bu zat babamın zekasına hayret edermiş. Sürekli "bu çocuk bir başka" diye sağda solda söylermiş, zaten kendilerine "Dede Paşa" adını da bu zat koymuş. Babam sübyan mektebini bitirdikten sonra Bayburt'ta Rüştiye'ye başlamış Burayı da başarıyla okumuş. Daha sonra dedem İstanbuldaki Darul Ülya adlı okula kaydını yaptırmış. Ama dedem vefat bedince babam okulu bırakmış ve köyüne dönmüş. Çünkü bizlerin köyde bir arazisi vardı, bunlarla ilgilenmesi gerekiyordu. Dede Paşa hazretleri köydeki arazi işiyle meşgul olmaktadır. Ancak ne çare ki gönlündeki ateş başka o sürekli okumak istiyor. İşlerden fırsat buldukça Bayburt´ta bulunan hocalardan fıkıh dersleri alıyor. Günlerden bir gün köye gönlündeki ateşi söndürecek belki de daha da alevlendirecek Pir-i Sami hazretlerinin halifesi, Şeyh Muhammed Beşir Erzincani (K.s) geliyor. Gerisini Nureddin Efendi´den nakledelim: "Babam derki ki; 'Bir gün köyümüze bir Nakşibendi şeyhinin geldiğini söylediler. Ben gitmemiştim. Gelen şeyh, Pir-i Sami hazretlerinin halifesi Şeyh Beşir Efendi imiş. Efendi hazretleri, köyümüzde bir evde misafir olmuş. Bu evde Hazret sohbet ediyormuş. Sohbette bulunanlardan biri Beşir Efendiye demiş ki: 'Efendim bizim bir Dede´miz var, o da sohbete katılsın mı?' demişler. Hazret de gelmesini söylemiş. Beşir Efendi dede ismini duyunca yaşlı biri zannetmiş. Babam gidince Beşir Efendi şaşırmış. Bir de ne görsün dede dedikleri 19 yaşında bir delikanlı." Dede Paşa hazretleri Beşir Efendinin sohbetini dinledi, etkilendi. El tuttu, mürid oldu. Beşir Efendi köyden ayrılıp, memleketi Erzincan´a döndü. Dede Paşa´yı bir sevgi hasreti sardı. İşi gücü bıraktı. Ağladı olmadı, güldü olmadı. İçi içine sığmadı. Bir hasret başladı ki sormayın. İşi gücü bırakan Dede Paşa hazretleri Şeyhi Beşir Efendi´ye koştu, hiç ayrılmamacasına. Köydeki arazileri dayılarına bırakıp Beşir Efendi´nin Erzincan´daki dergahına hizmete koşuyor. Dede Paşa Hazretleri böylece Erzincanlı Nakşbendi Meşayihinden Muhammed Beşir Efendi'den tarikat dersi alır. Kendi köyünden Hazret'in Tercan'daki tekkesine sürekli gidip arasıra kendi köyü Aşağı Lori'ye dönermiş. Erzincan'da bulunan Beşir Efendinin dergahında sürekli sohbete katılır, dergahın her türlü hizmetinde bulunur. Şeyhine bağlılığını ve hizmetini oğlu Nureddin Efendi şöyle nakleder: "Babam Beşir Efendi´ye bağlandıktan sonra dünya işleriyle uğraşmamış. Şeyhi Beşir Efendi´nin dergahında sürekli ders almış. Dergahın her türlü hizmetine koşmuş. Ara sıra babam köyüne dönermiş. O zaman şartlar çok sıkıntılı, vasıta yok, at var ama dağları aşmak çok zor oluyormuş. Bizim köyden Hazret´in Tercan´daki tekkesine sürekli gider gelirken çok tehlikeli olaylar yaşamış. Mesela bir keresinde Fırat´ı geçerken suya kapılmış. Su hayli sürüklemiş babamı. Yine bir kaç defa da eşkıyalar yolunu kesmiş. Bir de Ruslar Erzincan´a geliyorlar, harp başlıyor. Babam da asteğmen rütbesinde Halit Paşa komutasında Kop Dağı´nda savaşa asteğmen olarak katılıyor. Daha sonra da Zile´ye muhacir olarak gidiyorlar. Yani Babam, sürekli Zile´den Kırşehir´e giderek, şeyhinden feyz almaya devam ediyor. (O sıra Beşir Efendi, Kırşehir'de Cacabey Medrese Camiinde İmamlık yapmaktadır.) Erzincan´ın düşman işgalinden kurtuluşunun ardından, Babam Zile´den şeyhi Beşir Efendi ise Kırşehir´den Erzincan´a dönüyorlar. Şeyh Beşir Efendi Erzincan´da bulunan Mecidiye Kebir Mahallesi'nde bir tekke inşa ediyor. Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra tekkeler yasaklanıyor." 1932 yılında Şeyh Beşir Efendi yerine Dede Paşa hazretlerini halife olarak bırakarak.ötelere sefer eder. Vasiyeti üzerine Terzi Baba Kabristanı´nda toprağa verilir. Paşa hazretleri, Bayburt´un Aşağı Lori Köyü´ne dönerek burada irşad görevine başlar. "Emir var ; 'Altın Silsile' devam edecek." Nureddin Baştürk, babası Dede Paşa Hazretleri'nden bazı önemli anıları ve son günlerini anlatmağa şöyle devam ediyor: "Köyde 50 kişinin kalacağı büyüklükte bir konağımız vardı. Bu konağın yanında bir konak daha yaptırdı. Gelen giden çoktu. Tarikat ile ilgili ibadetler gizli yapılırdı. Bu dönemde 1939 yılında Erzincan´a beraber gittik. Beşir Efendi hazretlerinin iki oğlu da bu depremde rahmetli olmuşlardı. Babam Erzincan´ın bu durumuna çok üzüldü, günlerce ağladı." Şeyh Beşir Efendi hazretlerinin bağlıları Dede Paşa hazretlerine intisap etmişlerdir. Paşa hazretleri, bazen Erzincan´a geliyor, bazen Ankara, İstanbul´a gidiyordu. Köyü ise binlerce bağlısının toplandığı bir mekan haline gelmişti. Paşa hazretlerinin oğlu Nureddin Efendi o dönemin çok sıkıntılar içerisinde geçtiğinden bahsediyor, ama bu sıkıntılı günlere rağmen Dede Paşa´nın hizmetlerini hiç aksatmadığını söylüyor ve devam ediyor: "Türkiye´nin her yerinde bağlıları olan babamı her gün yüzlerce insan ziyaret ederdi. Ben onbeş yaşında iken Said Nursi hazretleri babamı ziyarete geldi. İlk defa da biz kendisini Ankara´da ziyarete gittik. Benim şahid olduğum önemli konulardan biri de şudur. Babam bir sohbetinde 'Yakında tek partiden kurtulacağız. Yeni bir parti var. Bu parti iktidar olacak ve İslam adına da çok büyük faydaları olacak. Ama ömrü de kısa olacak.' dedi." Dede Paşa hazretleri´nin ilk hanımı Şefika Hatun 1957 yılında vefat etmiş, ikinci izdivacını 1962 yılında Havva Hatun ile yapmıştır. Doksan yılı aşan bir ömrünü Allah yolunda hizmete adayan Paşa hazretleri 4 Eylül 1973 tarihinde Hakk'a vasıl oldu. Son anında dudakları durmadan kıpırdıyor, Rabbı´nın ismini anıyordu. Aile efradını yanına çağırdı ve dedi ki: “Çağırdılar; gidiyorum. Beni Erzincan Terzi Baba Mezarlığı´nda Şeyhim Beşir Efendimin yanında bir yerde toprağa veriniz.” Dede Paşa hazretleri bu vasiyeti üzerine Terzi Baba Kabristanı'nda şeyhinin yanında toprağa verilir..
( KAYNAK : Ünal Tuygun ; Abdurrahim Reyhan kitabından...)

Dede Paşa Musa Baştürk (K.s.)'un Mezartaşı...
"-Bizi bizim vefatımızdan sonra anlarsınız, kılıç kınında iken kesmez ama o kından sıyrılınca turnalar hangi göle konar görürsünüz." Pir-i Sami Erzincani ( K.s)'un silsilesi Dede Paşa hazretleri ve hilafetini verdiği Muhammed Beşir Efendinin torunu Abdurrahim Reyhan Erzincani (K.s.) vesilesi ile dünyaya yayıldı. ***
Fehmi Kuyumcu’nun Tasavvuf Sohbetleri Risalesinden:
DEDE PAŞA (K.s.) ve SOHBETLERİ
Çok sık okuduğu birkaç dörtlük şöyledir: "Bugün bir dilbere eyledim ülfet Halin görmek için çok ettim minnet Yüzünü görenlere hazırdır cennet Yandım ateşine tazeden taze Her türlü ateşle olursun abad Ruz u şeb ciğerin eylersin kebab Nadanlar elinden içmezsin şarab Cananın elinden tazeden taze Öyle bir dilbersin her şey yakışır Seni gören bülbüller durmaz şakışır Pek büyük mürşidsin herkes yapışır Damenin ulyaya tazeden taze” Şerefli ve faziletli altın zincirin, yani silsile-i şerifimizin her halkasının mübarek ismi şerifleri; ilmi ledün sultanı, hatem-il enbiya ve Habib-i Kibriya efendimizden başlayıp elkaba geçen en sonuncusu Dede Paşa Hazretleri ile tamamlanmış, böylece Büyük ve Küçük Silsile-i Şeriflerde tamamen sayılan ve kendisindeki nispet ve veraseti bir evvelkinden alıp bir sonra gelene devreden pirlerimiz, bu devr-i teslim sırasına bağlı olarak, ayrı bir ahenk içindeki ilahi renkleri ile yine ayrı ve özel bir rayiha belirtici manevi ıtırları içinde, taze güllerden destelenmiş bir zarafet buketi halinde gösterilmiştir. Liva-yı Hamd sancağı altında özel kıt’asının başındaki yerlerini alacak bu gerçek kumandanların, Cemal Cennetinde Cemâlullahı bağlılarına ayın ondördü gibi ışıklı yüzlerinden seyrettirecek olan bu Rabbani vesilelerin, bu benzersiz devlet sahiplerinin bir dizisi- zamanımıza kadar belli olan isimleriyle- satıra alınmıştır. Bu altın zincirin kıyamete kadar zuhur ede ede tamamlanacak olan diğer altın halkalarından biri ve şu anda belli olanı, zamanı gelince kendisine ayrılan yere ismi yazılıverecek, elkaba alınacak bulunanı da şüphesiz ki cümlemizce malumdur. Dede Paşa hazretlerince hilâfeti şarkta- garpta açıkça belirtilen, vazife ve selahiyeti pek çok seçkin ihvan içinde tekiden emredilen, bunlara ilâveten yine dört bucaktaki hal sahiplerine manen zuhuratı gösterilen; veraset ve nispet arzının- bizim şubede tek olarak devam edeceği bildirilen- tasarrufu ortak ve çeyrek kabul etmez şehzadesi, mülk ve devletinin idaresinde nispetin devr-i teslime kadir olan amirlerinden başka yerin, emir ve imdadından beri tutulmuş bulunanı Reyhan kokulu Abdurrahim Efendi Hazretleridir.(K.S.) Mensubu bulunmakla iftihar ettiğimiz Halidi kolunun Erzincan Şubesi Dergahındaki –imdad edilmemişlerin asla takat getiremeyeceği- hizmetine ahlâk-ı safiyesi ile şevkle devam eden bu nispet yürütücümüze layık müridler olmaklığımıza, yukarda isimlerini sıraladığımız büyüklerin her birinin himmetlerini ayrı ayrı niyaz ederiz. Canım feda olsun Resulullaha Bizi kabul etti işbu dergaha Emreyledi şeyhim Muhammed Şah’a Çıkardı zulmetten bedraya bizi Pir-i Tagi ile hem Seyyid Taha Kabulü sebebdir Onlar bu raha İltica edelim Sıbgatullah’a Kendi boyası ile boyaya bizi Baisi hayatım Pir-i Sami’dir Şefi-i usatım Pir-i Sami’dir Dilimde evradım Pir-i Sami’dir O’dur cezbeyleyen buraya bizi “Mürşid-i Sakaleyn Hazreti Sani Hadim-i dergah-ı Hazreti Sami Muhammed Beşir-i Erzincani Kavuşturur bab-ı ulyaya bizi Ve ila ruh-i sultan-ı evliya Bi mahremi sırrı esrar-ı enbiya Dede Paşa yakın olmuş Mevlaya Alır safayı kalb-i insana bizi” Nesep ve akrabalık ile, ilim ve maharetle, kuvvet ve cesaret ile, mal ve varlık ile, makam ve şöhret ile, hasılı, maddi ve fiziki hiçbir kuvvet ile elde edilmesi mümkün bulunmayan, sadece Allah’ın ilm-i ezelide seçip ihsanda bulunduğu manevi fütuhat ve ilahi kemal ile kazanılan ve beşer üstü hizmetlerin, sabır üstü çilelerin misilsiz örneğini teşkil eden şubemizin son ve som altın halkası, merhamet ve mahviyet madeni, feyiz ve hikmet okyanusu, velayet ve hilâfetin ufku Dede Paşa Hazretlerinden bir ölçüde bahsederek O’nun emir ve tavsiyelerine gerekli yeri vereceğiz.
* * *
Nüfusa kayıt tarihi 1300 ise de, 1294 veya 1295 Bayburt doğumlu (milâdi 1878 veya 1879). Bayburt ve Aşağı Lori (şimdiki yazıbaşı) köyünde İzni Ağalar diye anılan misafirperver, fukara ve zayıflar dostu, yerleşmiş tabiriyle “hanedan” bir soydan Hacı Hüseyin Efendi ile kendilerine Seyyidler denilen bir aileye mensup Gülhanım’ın kutlu izdivacından doğmuş(*). (*) Bor’da bir sohbette Seyyid olan şeyhini öven bir genç mühendise baba ve anasının her ikisinin de ayrı şecerelerle Seyyidlerden olduğunu ifade ederek Seyyidliğe maneviyatta ulaşmanın makbuliyetini ima etmiştir. Abdurrahim Reyhan Hz.leri de hem baba, hem ana tarafından Hüseynilerden olduğunu kaydetmiştir. İptidai ve rüşdiyeyi bitirdikten sonra, 18-19 yaşlarındayken Beşir Efendi Hazretlerine bağlanarak bütün ömrü boyunca her zevki, her işi bırakıp şeyhine ve tarikatına hizmetten başka her gayeden yönünü ve gönlünü çevirmiş, yaz ve kış, gece ve gündüz şeyhi ile tebliğde gezmiş, geniş arazi ve emlâk sahibi olduğu halde dünya malı ve alayişine meyletmeyerek mevcut serveti ile mükemmel sıhhatini ve çok güzel olduğu bilinen sesi ile sair bedeni kabiliyetlerini münhasıran rabıtasının emrine ve hizmetine feda etmiş.. Mali, bedeni ve ameli bütün varlık ve kuvvasını, ibadet huzur ve üstün gayreti içinde eritip, eşsiz tevazu ve erişilmez mahviyet örtüsü ile gizlemek suretiyle 80 yıla yakın bir altın çağ boyunca dergahın hizmetinde canını vakfetmiş, kendine has benzersiz hizmet ve fedakarlıkların numunesi olmuş.. Yaptığı hizmeti başkaları görüp duymuşsa anlatmış; değilse kademi iktizası kimseye pek bahsetmediğinden, ekseriyeti bilinmeyen gayretler olarak kalmış.. Misaller vererek, izahlar yaparak anlatılması mümkün değil.. Yalnız şöyle bir benzetme ile vakıanın özüne yaklaşılabilir: Kainatı aydınlatacak bir ihlas, bütün alemleri ısıtacak bir aşk ve yaratıkların tamamını rikkat ve muhabbete gark edecek bir teslimiyet! Öyle bir yokluk sahasına ulaşmış ki, Miraçta peygamberimizin Cenab-ı Hakk’a takdim ettiği makbul hediyesine eş olan bir mahviyetin kemaline kavuşmuş. Ahir kelam ve kelamın ahiri budur. Mahviyetin sonu, velayetin de sonudur. İlim, keramet, nazar, feyiz ve himmet, üstün ve mükemmel nisbet zatında tekmil olduğu halde bunların alet olduğunu ima ve işaret ederek: "-Gaye Allah’dır." buyurmuştur. Hali, fiili ve ameli ile sünnet ve şeriatın ıtrından ibaret bir duruma gelmiş; sadakatı onu sireten olduğu gibi sureten de Hazreti Sıddık’a benzetmiş, her hal ve davranışı O’nu Sıddık-ı Ekber Efendimize eş etmiş. Gayeleri islamın zaferi, Müslümanların saadet ve selameti olan bu dede ve torun yan yana gelse birbirinden ayırt etmek güçtür. Bir sahabe efendimiz kalkıp da geriden bakacak olsa, uzunca olan hafif öne eğik, 30-35 kilo gelebilecek vücudunu aniden görse:"-Ya Ebabekir," diye seslenmekten kendini alamayacağı şüphesiz.. Peygamberinin ayak izine basmaktan gayrı amele itibar etmeyen ilk ve son iki halka..
* * *
Bir kimsenin beyanı aynen kendisini, iç alemini aksettirir. Bir şahsın sözü, ilmini irfanını gösterdiği gibi, ihlas ve insanlık derecesi ile manevi mertebesini de aksettirir. Bu bakımdan, ilmi ile amil ve irfanı ile kamil olanların bile nimetinin kırıntılarını toplamaya can atacağı bir ulu devlet sahibi olan Dede Paşa Hazretlerini, kendi üstün beyanları ile tanımaya çalışmak en sıhhatli çare olacaktır. İşte bu sebeple, yıllar boyu dört bucakta banda alınan sohbetlerinden her biri bir bahsi şerheden bölümleri nakletmek suretiyle ihvana lazım olan bilgileri asıl kaynaktan aynen sunuyoruz. Onun beyanı dışındaki yazılar da yine Onun sohbetlerinin özünü ve manasını taşımaktadır. Buradaki her kaydın ona göre değerlendirilmesini ve bu kitabın tamamının kelime kelime nispet yürütücümüze [ Abdurrahim Reyhan Hazretleri (K.S.)] okunduğunu, Onun tasvibinden sonra kat’i şekline girdiğini de belirtmeliyiz.
SOHBETLERİNDEN...
“Tekkelerde olan alemi dil söylemekten acizdir. Emin olun cennetin alemi tekkelerde mevcut idi. Kapıdan içeri girerdin, bir misk rayihası kendini istiab ederdi (kaplardı). Su içerdin kevser, yemek yerdin cennet taamı, yedikçe dimağına bir hayat gelirdi benim sultanım. Biz sözünü söylesek de özünden haberimiz yok. O tekkede meşayihin sohbeti de acaip garaip bir hal ile olurdu. Çünkü o zamanda meşayih ne söylerse o ihvanın kalbinde olan halini kendisine söyler ki, işte halin budur, dermanı da budur.. Biraz gönlüne şek (şüphe) gelen bir ihvanı da hemen ikaz eder gözünü açar, halinin hakikati ne ise o halin hakikatini gösterirdi. Mürid o anda ikaz olup anlardı ki, haa evet bu yaylanın yolu böyle gidermiş. Elhamdülillah şimdi zaman tebdil oldu sultanım.”
*** “
Şimdi mürşidler, yemeği pişirmiş, kaşık elinde:"-Gel yavrum, nimetini ye..." diye nezaketle, ikramla ve lütufla müridine her halinde şefkat ve merhamet göstermektedir.”
***
“Şimdi, mürşid-i kamiller müridini halinden haberdar etmiyorlar. Niye? Senin benim selamet saadetim için. Yaramazlar şerrinden, yaramazlığın künhünden (tamamından) muhafaza için. Şimdi şu zamanda zahir adabı kaldırılmıştır. Zahir adabının takat tahammülü çok zordur beylerim. Şimdi şu zamanda hal yoktur amma meşakkat mihneti de yoktur. Şimdi –seyri ilALLAH makamına kadar- seyr i süluku sokakta ikmal ettiriyorlar. Hal idaresi çetündür. Onun için bu bir ALLAH’ın fazlı, keremidir. Şimdi, insanların muhalifi olan nefsü şeytandır. Rabıta nuru olan yere şeytan yaklaşamaz. Mürşid i kamil, müridin iki küreği arasındaki şeytanın hulül yeri, üfürme yerini kapatır. Senin nefsin de yarıya kadar su dolu tenekeye düşen bir fareye benzer. Ne kadar iktidarı olsa da, mürşidini tanıyan mürid için hükmü tesirsiz kalır. Sıfatı hayvaniye de yine aynı fareye benzermiş. Issız kalıp karanlığın olmasını bekler ki, çıkıp da nimetlerden yesin (harama düşsün, çalıp çırpsın). Seni göreyim; eyvahını unutma, rabıtanı unutma. Ten mezbeleliği battallıktır. Hizmetini ihmal etmezsen bir tesiri yoktur. Anasır zıddiyet ise

Yahyalı Hacı Hasan Efendi [ K.S ]

Şemaili Orta boylu, buğday benizli, kaşları hilal gibi, alınları pırıl pırıl, latif bir simaya sahip idi.
***
Hacı Hasan Efendi (ks.) 1914′de (H. 1339) Kayseri’nin Yahyalı İlçesi, Kavacık Mahallesi ‘nde dünyaya gelir. Büyük dedesi seyyidlerden Hacı Osmanzade, dedesi Hacı Ahmed Efendi, babaannesi de Halime Hanım’dır. Babaları, Erbilli Muhammed Es’ad Efendi Hazretleri (k.s.)’nin halifesi Mustafa Hulusi Efendi, anneleri de Baba Hocalardan H. Mehmed Hoca’nın kızı Ayşe Hanım’dır. Her iki yönden, Peygamberimiz (s.a.v.)’in nur nesIine dayanan asil bir ailedendir.
***
Çocukluk Dönemi
Yakinen tanıyanların ifadesine göre, üç yaşında, başından geçenleri
hatırlayacak kadar keskin bir zekaya, ruhunun derinliklerinde taşıdığı ulvi seciye ve yüksek karakteri aksettiren bir olgunluğa sahipti. Kötü söz duyulmazdı ağzından. Kimseyle dövüşüp çekişmez, kötü ahlak sahibi çocuklarla oynamazdı. Arkadaşlarıyla oynarken dizdiği taşlarda bile bir düzen, bir intizam bulunurdu. Altı-yedi yaşlarında mahallenin yakınındaki Deve kayası denen bir taştan düşüp ayağı kırıldığında duygularını şu dörtlüklerle dile getirmiştir:
Tıfl iken cezbe buldum
Musibetle ihtila oldum
Şükür olsun sabır kıldım
Hamdimiz Mevlaya olsun
Cesedim kayadan düştü
Ciğerim yandı tutuştu
Mürşidim geldi yetişti
Hamdimiz Mevlaya olsun
Sabi idim sabreyledim
Her daim şükreyledim
Allah’tan hediye bildim
Hamdimiz Mevlaya olsun***
Gençliği
On dörtte vurdular manevi aşı
Durmadan akardı gözümün yaşı.
dizeleriyle başlayan şiirlerinden anlaşıldığına göre, on dört yaşında babalarından ders alarak fiilen tasavvuf yoluna girerler. Dersler… Zikirler… Sohbetler…Kılavuz Hafız isimli bir arkadaşı can dostudur. Her dem beraberdirler… Allah için sevmenin, O (c.c.)’nun için dost olmanın örneğini sergilerler. Mustafa Hulusi Efendi’yi, maddi anlamda bir baba olmaktan öte, manevi bir baba, bir önder olarak çok sevmişlerdi. İkaz anlamı taşıyan ciddi bir üslupla, “Hasan!” dese, gayretinden bayılacak gibi olurlardı.
Giyim, kuşam ve temizlik konusunda da son derece dikkat1iydiler. Dışlarında da içlerindeki gibi bir düzen ve tertip hakimdi. Bir süre, zamanın alimlerinden Mustan Hoca Efendi’nin fıkıh derslerine katılırlar. Oldukça zeki ve kabiliyetlidirler. Bir gün Kılavuz Hafızla birlikte Adana’ya giderken başlarından şöyle bir olay geçer:
Akşam üzeri Niğde hudutlarında bir köye ulaşırlar. Gece orada misafir kalmaları gerekir. Akşam ezanı sırasında köyün camiine giderler. İmam, her şeyi en iyi kendisinin bildiğini zanneden, herkese tepeden bakan bir adamdır. İmam, ezanı okuyup inerken, avluda bekleyen tanımadığı gençleri görünce duraklar. Tuhaf tuhaf yüzlerine bakar. Sonra da “in misiniz, cin misiniz?” der gibi, “Necisiniz?” diye sorar. Bu garip davranışa Hadis-i Şerif’le cevap verir Hacı Hasan Efendi: “Mü’minin ferasetinden sakınınız! Çünkü o, Allah’ın nuruyla nazar eder.” Hoca beklemediği bu cevap karşısında şaşkına döner fakat inadından vazgeçmez. illa bilgiçliğini ortaya koyma veya karşısındakini mat etme çabasındadır. Akşam misafir oldukları evde, köylülerin yanında yine sataşır imam. Sigaranın hükmünü sorar ve imtihan eder aklınca. Fakat aldığı anlamlı cevaplar karşısında, daha fazla rezil olmamak için çareyi kaçmakta bulur. Ve Efendi Hazretleri bu olayı -daha sonra hikaye ederken- tevazuen Yunus Emre’nin aşağıdaki mısralarıyla yorumlarlar:
Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu***
Evlenmesi
Babaları Şeyh Mustafa Efendi, Adana yöresinden Ali Hoca isimli bir ilim talibi ile Yahyalı’da, Yahya Efendi Medresesi’nde tahsil görürler. Ali Hoca çok saygı duyduğu Mustafa Efendi ile akraba olmak ister ve Şeyh Mustafa Efendi ‘nin kitabının arasına bir kağıt bırakır. “Kızımı, oğlun Hasan’a vermek istiyorum.” yazılıdır kağıtta. Konu aile meclisinde konuşulur. Fiziki cazibesi, edebi, ahlakı ve asaleti sebebiyle Hacı Hasan Efendi (ks.)’ye kızını vermek isteyenler çoktur. Ancak Mustafa Efendi, Meryem Hanım’ ı oğluna alarak, onu, göçebe hayatın zor şartlarından kurtarmak istemektedir. Anneleri de uygun görür. Böylece evlilik kararı verilir. Fakat Ayşe Hanım, kıymetli evladının mürüvvetini göremeden, düğünden altı ay önce vefat eder. Edeb ve haya timsali muhtereme Hanım, ileride Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretieri (ks.)’nin de ziyaret edeceği Yahyalı Derebağ Kasabası’nda meftundur.
Diğer taraftan Ali Hoca kızını bizzat kendisi getirir. Birkaç ay nişanlılık döneminden sonra düğün yapılır. Çeyiz eşyası; bir yorgan, halı, heybe, yastık ve birkaç parça kabdan oluşmaktadır. Halen hayatta olan; üç erkek, dört kız evladı bu evlilikten olmuştur.
***
Askerliği
1939 yılında askere giderler. İlk durak Adana-Dörtyol. Kışlaya teslim olmadan önce Sami Efendi Hazretleri (ks.) ile görüşüp dualarını alırlar. Dörtyol’da ricalullahtan Fırıncı Mehmet Efendi ile tanışırlar. Askerlik yaparken bile manevi hizmetlerden geri kalmamışlardır. Zaman zaman komutanlarından izin alınarak camilere vaaz u nasihate götürülür, dua ettirilir, cemaat içinden ağlayanlar, inleyenler, bayılanlar olur.
O sıralarda Sami Efendi Hazretleri (ks.)’ne kutbiyet makamı verilir. Hacı Hasan Efendi (ks.) bunu manen hissedip beyitler yazar.
Daha sonra İstanbul Yalova’ya dağıtım yapılır. Askerliği boyunca inancından taviz vermemiş, herkesle güzel geçinip takdir toplamışlardı. Hacı Hasan Efendi (ks.) hiç izin kullanmadan askerliğini bitirirken, komutanlarına atfen yazdığı veda şiirini okuyunca; komutanları böyle bir askerden ayrılmanın üzüntüsünü yüreklerinde derinden hissederler.
Memleketine dönüşünde büyük bir sevinçle karşılanır. Derin sevgilerini ifade eden şiirler yazar sevenleri.
***
İlim Tahsili
Dini eğitimin yasak olduğu dönemlerde Muhterem babaları: “Evladımı
yeterince okutamadım.” diye hayıflandığı zaman zevceleri: “Üzülmeyin Üstadım! Ben O’nu Fahr-i Kainat (s.a.v.)’ın mübarek dizinin dibinde, kitabını koymuş okurken gördüm.” der.
Fıtratında yaratılıştan gelen bir ayrıcalık, aşk ve rikkat vardı. İstanbul’dan Es’ad Efendi Hazretleri’ni ziyaretten dönen babalarını yoğun bir kalabalıkla birlikte karşılarken büyük bir heyecan ve feyiz hissederler. Akan gözyaşlarını gizlerler, kırk yaşındaki İnsan gibidirler sanki. On-on iki yaşlarında annesi onun yanında rasgele konuşmaktan çekinmeye başlamıştır.
Yaylada iken bir rüya görürler. Uyanınca ilk sözleri, “Babacığım, kutb- u cihan, gavsü’l-azam kime denir?” olmuştur. Hayal dünyası, evliyaullahın hasreti ve muhabbetiyle doluydu. Anne ve babasının manevi sohbetlerinden ve zikir meclislerinden hiç ayrılmazlardı.
***
Manevi Emanetin Verilmesi
Sami Ramazanoğlu (ks)’nun Kayseri’nin ilçesi Yeşilhisar ve şifa suyun bulunduğu içmeceye teşriflerinde babalan Şeyh Mustafa Hulusi (ks.), kayınpederleri Ali Koca, Hasan Efendi ve Kılavuz Hafız’la kendilerini ziyarete giderler. Yolda babaları vazifelerini sorar; hepsi tek tek derslerini anlatır. Hacı Hasan Efendi (ks.) ise: “Ben halimi Üstadımıza arz ederim.” buyurur. Ziyaret esnasında, yolda geçen bu hadise Sami Ramazanoğlu (k.s)’na anlatılınca, Hacı Hasan Efendi ile özel bir görüşme olur. Sami Ramazanoğlu (ks.), Şeyh Mustafa Efendi (ks.)’ye: “Mustafa Efendi! Hacı Hasan Efendi’ye icazet veriyorum, bundan sonra ihvanın derslerini sormaya, vazife vermeye kendilerini tayin ediyorum.” buyururlar. Bu icazetin ardından Hacı Hasan Efendi çok ağlar. Babaları sebebini sorunca: “Baba, .bana sizin irtihaliniz ilham oluyor.” buyururlar. Hakikaten de öyle olur. Bu hadiseden on üç gün sonra bir Cumartesi günü Fecr suresinin 27- 30. ayet-i celilerini okuyarak Rabbimize kavuşurlar. Hacı Hasan Efendi (k.s. )’nin icazet aldığı tarih 1939′ dur.
Kadiri icazetnamesini de yine aynı mevkide Yeşilhisar’ ın şifah sularının bulunduğu İçmece’de (1965) alırlar. Bununla alakalı bir hadiseyi Hacı Hasan Efendi şöyle anlatırlardı: “Efendimiz bizi çadırlanna aldılar. Hasan Efendi! Abdülkadir Geylani (ks.)’nin emriyle yazılan Kadiri icazetnameniz budur, sizi de bu hususta vekil tayin ediyorum. Kadınlar 500, erkekler 1000 tevhid okusunlar. Her yüz tevhidde bir defa da ‘Muhammedu’r-Rasülullah’ desinler.” şeklinde ifade ettiler. Üstadımız bize: “Efendimize inanmıyor mu idik ki Kadiri icazetlerini gösterdiler? Böyle bir emir geldi deseler, biz yine inanırdık,” buyurdular. Hacı Hasan Efendi bu hadiseyi hatırladıkça, “Acaba teslimiyetimizde mi bir eksiklik var?” diye üzülürlerdi.
Halkı irşad için de Sami Ramazanoğlu (k,s.), “Üç ihlas-bir fatiha oku, ruhlara gönder Hasan Efendi.” buyururlar. Cami, vesair yerlerde yapmış oldukları vaazlarında binlerce kişi hakikatı görür.
1955 yılında Adana Şeyhoğlu Camii’nde, Ramazan-ı Şerifteki vaazlarında cemaatin on bin kişi olduğu; fellahların imana geldiği, fuhuş mahalline giden kadınların tesadüf en Hacı Hasan Efendi (ks.)’nin vaazlarını işitip oldukları yere, ağlayarak yığılıp kaldıkları, “Allah’ım bizi affetmez mi?” diyerek o dönemde Adana’nın müftüsü olan Abdullah Develioğlu’na müracaat ettikleri anlatılmaktadır. Abdullah Develioğlu da şöyle nakleder: Ben, “Mustafa Efendi! Hasan Efendi’yi okutmayacak mısın diye pederlerine sorduğumda: ‘Biz onu manen okutuyoruz.’ demişlerdi. Binlerce insanın irşadını görünce hakikatı anladım.”Adana’daki vaazlarında Üstadımız, mütevazı bir şekilde sağ taraflarından Peygamberimiz (s.a.v.)’in tuttuğunu, sol taraflarından da Sami Efendi (ks.)’nin tuttuğunu düşünerek giderler, daha yürürken gözyaşlarını tutamayanlar çok olur. Kürsüye çıktıklarında kendileri de cemaat de on dakika kadar ağlar. Hacı Hasan Efendi’nin gördüğü ancak başkalarının ise görmedikIeri bir zat da, “iftihar etme Hasan efendi, aman!” der ve kaybolur. Sami Ramazanoğlu (ks.) o günlerde, “Adana’da çok feyz var.” buyururlar.
Son anlarında Hacı Hasan Efendi yakınlarından birine, “Her hoca bizi dinliyor, sebebi nedir bilir misiniz?” sorduklarında, “Hayır Efendim, bilmiyoruz” cevabına mukabil: “Bize harflerin talimini Peygamberimiz (s.a.v.) öğretti.” buyururlar.
Nakşi ve Kadiri tarikatlarından icazetli olan Hacı Hasan Efendi (ks.), bu vesikaların yanında iki lütfa daha mazhardırlar. O da mahviyyet ve mahfiyyet. Mahviyyet, gönülden Allah’tan başka şeylerin silinmesidir. Mahfiyyet ise; gizliliktir. Enbiyadan biri vahyi rüya yoluyla alır. Mevlamız bir altın tası gizlemesini o Nebi’ye emreder. Ne kadar gizlese de tas ortaya çıkar. Sebebini sorunca Allah (c.c.): “Bu, güzel amellerdir; kişi ne kadar gizlese yine zahir olur.” buyurur. Hacı Hasan Efendi de aynı şekilde kendini gizler, zahiri iltifatlardan hoşlanmazlardı. Medine-i Münevvere’ den, Mersinli Yusuf Amca’dan hediye gelir. Üzerinde Yahyalı Nakşi halifesi “Hasan Efendi’ye verilecek” yazılıdır. Hacı Hasan Efendi: “Ne halifesi, biz Cenab-ı Hakk’ın en aciz kuluyuz.” diye ifade ederler. (1976) Sami Efendi, “Medine-i MüneVYere’de Nakşi halifelerinden Hasan Efendi dua buyuracak.” dediklerinde, daha sonra Hacı Hasan Efendi bu anı anlatırken, “Nakşi halifesi dediklerinde haya ve utancımdan sanki belkemiğim sızıadı.” buyurmuşlardı. Kendilerini hiçbir şeye layık görmezlerdi. “Manevi iltifatlara da layık değildik ama Cenab-ı Hakk lutfetti.” buyurmuşlardı.
Sami Ramazanoğlu (ks.), Hacı Hasan Efendi (ks.)’ye, 1978 yılında, mümtaz bir topluluğun huzurunda üç defa, “vekilimsin” derler. Medine-i Münevvere’ye hicretlerinde de yakınlarına, “Hasan Efendi’yi her beldeden grup grup ziyaret etsinler. O bir beldeye gelirse sohbetine iştirak etsinler.” buyururlar. i 980 yılında Hacı Hasan Efendi umreye giderler. O günlerde Sami Ramazanoğlu (k.s.)’nu ziyaret etmek için pek çok kişi müracaat eder ancak kimse izin alamaz. Hacı Hasan Efendi ziyaret arzusunu söyleyince kabul buyrulur. Hacı Hasan Efendimiz (k.s.)’e pek çok ikramlar yapılır. Ayrılacakları zaman üç defa müsafaha ederler. Her defasında Hacı Hasan Efendi geriye doğru çekilirken Sami Ramazanoğlu (k.s.), ‘Hasan Efendi tekrar musafaha edelim, buyurur. Her defasında “vekilimsin” derler. Damatları Ömer Kirazoğlu, “Bu iltifat hiç kimseye yapılmadı, siz sevinmiyor musunuz?” deyince, “Ömer Bey! Kusurlarım gözlerimin önüne geliyor.” buyururlar.***
İrşad ve Hizmetleri
Askerlik dönüşü bir taraftan geçimlerini levha yazarak temin ederken bir taraftan da manevi hizmetlerine devam ederler. 1946′da yanlarında halaları olduğu halde, gemi ile hacca giderler. 93 gün süren bu hac yolculuğu sonrasında da aşk ve şevk dolu hizmetlerine devam eder. 1955 yılında Adana Şeyhoğlu Camii’nde iki yıl üst üste vaaz etmişlerdi. Daha sonra bu vaazlar; Ceyhan, Kozan, Niğde, Develi gibi çevre yerleşim merkezlerinde devam etti. Bir ara Yahyalı’nın Yerköy köyüne yerleştiler. İrşad niyetiyle dört yıl kadar burada kaldı1ar. Köyde daha önce bir kaç kişi namaz kılarken; Üstadımız’ın irşadlarıyla birlikte; kadın-erkek, çocuk-genç bütün köy halkı namaza başlamıştı. Ayrıca kendi beldeleri Yahyalı’da 10 yıla yakın fahri vaizlik yaparken, bir taraftan da tasavvufi sohbetler devam ediyordu. Vaazıııı dinleyen, sohbetinde bulunan nice insanlar, haşin, uslanmaz tabiatlarını değiştiriyorlar, hilm sahibi bir insan oluyorlardı. Üstadlarından aldıkları terbiye ile hayatta kimseyi incitmiyor, herkese faydalı olmak için çırpınıyorlardı.
Aile fertlerinden birisi şöyle anlatıyor: Çocukları yatırdıktan sonra gaz lambasının ışığında gece yanlanna kadar kitap okurlardı. Yatılı misafirleriyle candan ilgilenir, geç saatlere kadar sohbet, zikir, fikir, tefekkürle manevı ziyafetler verirlerdi. Yakın akrabalarına çok ilgi gösterir, imkan nisbetinde ihtiyaçlarını giderirlerdi. Fukarayı gözetir, evde pişen yemeklerden tabak tabak komşularına gönderirlerdi. “Bir mahallede zengin varsa fakir yok, fakir varsa zengin yoktur.” buyururlardı. Nerede bir hasta var, mutlaka ziyaret eder, cenaze sahiplerine taziyede bulunmayı ihmal etmezlerdi.
Son derece temiz, düzenli ve planlı bir hayatları vardı. Dışardan gelen misafirler, eşraftan insanlar O’nda misafir kalırlardı.
***
Hastalığı ve İrtihali
Cenab-ı Hakk sevdiklerine derdi çok veriyor; Efendi hazretlerinin de bir çok rahatsızlıkları olduğu halde hizmetlerini ihmal etmemeye çalışıyorlardı. Doktora ve ilaca başvurmakla beraber tabii tedavi metotlarını uygularlardı. Romatizma çin Ilgın, Haymana ve Bursa kaplıcalarına giderlerdi.
1976′da şeker hastalığından ciddi bir şekilde rahatsızlandılar. Şeker 450′ye çıkmış; fakat Efendi Hazretlerinde davranışlar ve konuşma normaldir. Doktorlar hayret içinde: “Bu şekerle bu denge mümkün değil!” derler. 15 gün Ankara Numune Hastanesi’nde tedavi görürler. Akın akın ziyaretler olur, hastalarda ve hasta bakıcılarında güzel değişmeler meydana gelir. 1982′de Ankara’da gözlerinden katarakt ameliyatı olurlar. 1984′den itibaren kendilerine sık sık şeker ve kalp tedavisi yapılır, zaman zaman hastanede yatarak tedavi görürler.
Kayseri Tıp Fakültesi hastanesinde kalbinden rahatsız olarak yatarken, başına toplanan tıp öğrencilerine, ziyaretçilere ve hizmet eden hastane personeline sohbet etmeyi dini öğütler vermeyi de ihmal etmiyorlardı.
Hastanede ziyaret edip de; serumlar, iğneler takılı bir vaziyette gören ve kendisini çok seven asker arkadaşı Dereköylü Ömer Amca gözyaşları içinde Cenab-ı Hakk’a yalvarır, derin bir samimiyet, coşkun bir muhabbetle:
“Allah’ım! Benim ömrü mü al, Efendime ver. O’nu bu durumdan kurtar!” diye niyazda bulunur. Ve - ertesi gün Ömer Amca aniden beklenmedik bir şekilde vefat eder. .
1987 yılı. Efendi Hazretleri Kayseri Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yoğun bakımdadır. Doktorlar her türlü imkanlarını kullanmışlar ancak fazla bir değişiklik olmamaktadır. Durumları kritik olduğu halde ısrarla hastaneden çıkmak istemektedirler.Ve 27 Ocak 1987 yılı akşam saat 22.00.
Yatmakta olduktan bir ihvanın evinde, ellerini açarak, dudakları
kıpırdayarak dünya hayatına veda ederler.
Acı haber derhal duyulur. Ertesi günden itibaren Türkiye’nin dört bucağından dalga dalga insanlar Yahyalı’ya akın eder.
Muazzam bir kalabalığın ve bir çok seçkin insanın katıldığı cenaze namazından sonra kendilerinin yaptırdığı Yahyalı Kavacık Mahallesi’ndeki Kalender Camii’ne defnedilirler. Allah cümle meşayıh-ı kiramın şefaatlerine mazhar kılsın.

M. Es'ad Erbilî (K.S.)

 



Es’ad Efendi uzuna yakın boylu, beyaz sakallı, süzme gözlü, esmer tenli, şişmana yakın cüsseli, güler yüzlü, tatlı sözlü, vakur bir zat idi. Çok kuvvetli bir hafızaya sahipti. Senelerce
evvel görüştüğü zatı hemen tanır, konuştukları mevzuyu derhal hatırlardı.
Altın silsilenin otuz üçüncü halkası yine Irak’tan, Musul’un Erbil kasabasından 1264/1847 yılında Erbil’de doğdu. Baba ve anne tarafından seyyiddir. Babası Erbil’ de bulunan Halidî tekkesi şeyhi M Saîd Efendidir. Babası tarafından dedesi Hidayetullah Efendi ise Mevlana Halıd el-Bağdadi’ nin Erbil’de yaptırdığı tekkeye tayın ettiği halifesidir.
Es’ad Efendi ilk tahsilini Erbil ve Deyr’de ikmal ettikten sonra yirmi üç yaşında iken 1287/1870 yılında manevi bir işaretle Nakşı-Halidi şeyhi Taha’l-Hariri’ye (o 1294/1875) intısab etti. Beş yılda seyru sulükunu ikmal île hilafet aldı 1292/1875 yılında Hicaz’a gitti.İNTİSABI ÖNCESİNDE 18 YAŞLARINDA  M.HALİDİ BAGDADİYİ RÜYADA GÖRÜRLER KENDİLERİNE GEL EVLADIM DİYORLAR O ANDA M.H.BAGDADİ YERİNDE T.HARİRİ HZ.GÖRÜNÜYORLAR GEL OGLUM SENİ KABUL ETTİK DİYORLAR.T.HARİRİ HZ.LERİNİN YANINA, DEVRİN ZORLUKLARINDAN DOLAYI HEMEN  GİDEMESELERDE MEKTUPLA KENDİSİNE BAGLILIKLARINI BİLDİRİYORLAR.
İstanbul’a Gelişi
Hac dönüşü, şeyhi de vefat etmiş bulunduğundan İstanbul’a geldi. İstanbul’ da önceleri Salkımsöğüt’te Beşirağa dergahında misafir olarak kaldı. Muhib ve ziyaretçilerinin sayısı artınca buradan ayrılarak Bayezid-Parmakkapı’ da Makasçılar içinde bulunan camiinin müezzin odasına yerleşti. Fatih Cami’inde Hafız Divan’ı ile Mevlana Camii’nin Luccetu’l-esrar adlı eserini okuttu. Onun bu derslerine ilim ve irfan ehlinden pek çok kimse devam etti. Bayezid dersiamlarından Hoca Yekta Efendi ve benzeri alimler onu bu derslerinden tanıyarak intisab ettiler.
Kelamî Dergahı Şeyhliği
Kısa zamanda şöhreti İstanbul’u tuttu ve Sultanın damadı olan Derviş-paşa-zade Halid Paşa kendisini saraya davet ederek ondan bir buçuk sene kadar arapça ve dini ilimler tahsil etti. Sultan ikinci Abdülhamit Han tarafından da Meclis-i Meşayıh azalığına tayin olundu. Toplantı günleri meclise, ders günleri Fatih camiine, ara sıra da Saray’a giderdi.
Bu arada evini Bayezid Camii imaretinin kapısı üstündeki odalardan meydana nazır olan kısma nakletti. ESAT EFENDİ 1883 TE 40 YAŞLARINDA ŞERİ VE TASAVVUFİ İCAZETLERİYLE Ayrıca kendisine bir tekke tevcih olunması için Meşihat’ a müracaat etti. Fındık zade Macuncu civarında Şehremini Odabaşı semtindeki Kelamî Dergahı şeyhliği münhal bulunuyordu. Burası Kadirî tekkesi olduğundan tayın için Kadirî icazetname gerekiyordu. Esad Efendi 1303/1883 tarihinde Abdülkadir Geylanî ahfadından VE SEYYİD NUREDDİN HZ. TALEBESİ Abdulhamid er-Rifkanî’den aldığı Kadiri icazetnameyi ibraz île bu tekkeye tayin olundu. Burada muntesiblerine önce oturarak ve Kadiri evradı okuyarak Kadiri ayini, sonra da Nakşî usulünce “hatm-hacegan” yaptırırdı. Ancak Nakşî tarîkatında sohbet esas olduğundan cuma günleri de zikirden evvel “esrar-ı aşk ve muhabbete dair” sohbet ederdi Es’ad Efendi bir ara Halıcılar’ da bulunan Feyzullah Efendi dergahına da devam etti.
Tekrar Erbil’e
İstanbul’a ilk geldiği bu devrede ibadet ve ahlak gibi çeşitli konulardaki hadislerden derlediği “Kenzu’l-İrfan” adlı eserini neşretti. Onun bu esen büyük hüsn-i kabüle mazhar oldu. 1316/1900 yılında Abdulhamid Han tarafından bilinmeyen bir sebeple memleketi Erbil’de ikamete me’mür edildi
Erbil’ de saliha bir kadın tarafından kendisi için inşa ettirilen tekkede Meşrutiyetin ilanına kadar irşad hizmetiyle meşgul oldu Mektubat adlı eserindeki mektuplarının ekserisini bu esnada Erbil’de muhib ve müridhanıyla muhabereleri teşkil eder.
İstanbul’ a İkinci Gelişi
Esad Efendi, Meşrutiyeti müteakip sevenlerinin daveti üzerine 1324/1908′ de tekrar İstanbul’a döndü. Kelamî dergahını zemin kat üzerine genişleterek yeniden inşa ettirdi. Üsküdar’daki Selimiye Dergahı şeyhliği boşalınca oranın şeyhliği de Es’ad Efendi’ye tevcih olundu. Buraya niyabeten oğlu Mehmed Alı Efendi’yi tayın etti. Kendisi de arasıra gelip irşad hizmetini oğluyla birlikte yürüttü. Milli mücadelenin başlaması üzerine Ankara’ ya gidecek olan Fevzi (Çakmak) Paşa’nın bu dergahta Es’ad efendiyle birkaç defa görüştüğü bilinmektedir.
Meclis-i Meşayıh Reisliği
Es’ad Efendi 1330/1914 yılında önce Meclis-i Meşayıh azası sonra da reisi oldu Meclıs-i Meşayıh reisliği zamanında tekkelerin ıslahı ve şeyhliklerine ehliyetli kimselerin tayini ile şeyh evladının en iyi şekilde yetiştirilmelerini temin istikametinde çalışmalar yaptı. Padişah Sultan Reşad’ ın sevgisini kazanan Es’ad Efendi, aynı yıl “sürre emînî” olarak hacca gönderildi. 1331/1915 yılında meclis-i Meşayıh reisliğinden istifa etti.
Es’ad Efendi pek çok halife yetiştirdiğinden İstanbul, Anadolu, Yugoslavya ve Bulgaristan’da binlerce müntesibi vardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında (1925) tekkelerin kapatılmasından önce İstanbul’a gelen ve Kelami Dergahı’nda onbeş gün misafir kalan Danimarkalı araştırıcı Carl Vett’ in anlattıklarından onun dergahına ilim ve devlet adamlarından pekçok itibarlı kişinin o şartlarda bile devam ettiği anlaşılmaktadır. (bk. Kelamî Dergahından Hatıralar)CARL VETT SORUSU ÜZERİNE ESAT EFENDİ HZ. 40 KADAR HALİFELERİ,YÜZBİNDEN FAZLADA MÜRİDANININ OLDUGUNU SÖYLEMİŞLERDİR
Tekkelerin Kapatılmasından Sonra
Tekkelerin kapatılmasından sonra hiç sokağa çıkmamağa karar vererek Erenköy-Kazasker’ de satın aldığı köşkünde inzivayı ihtiyar etmesine rağmen dikkatler üzerinden eksik olmamıştır. 23 Aralık 1930 yılında meydana gelen Menemen vak’asıyla ilgisi bulunduğu iddiasıyla tutuklanarak Menemen’e sevk edildi. İdam talebiyle yargılandı, ilerlemiş yaşı sebebiyle idam cezası müebbed hapse çevrildi. KENDİLERİNİ MAHKUMİYETLERİ SIRASINDA ZİYARET EDEN FEVZİ CAKMAK PAŞA, YAŞLARINDAN DOLAYI İDAM EDİLMEYECEKLERİ MÜJDESİ VERİNCE TAM BİR TESLİMİYET İÇİNDE KADERE RAZI OLDUKLARINI SÖYLEMİŞLERDİR . Oğlu M. Ali Efendi ise idam edildi.
Es’ad Efendi Menemen’deki askeri hastanede üremiden tedavi gördüğü sırada 84 yaşında iken 3-4 Mart (1931) gecesi vefat etti. Vefatıyla birlikte zehirlendiği ile ilgili tartışmalar da gündeme geldi.ESAT EFENDİ VE OGLU ALİ EFENDİNİN  NAAŞLARINI DEVRİN YÖNETİMİ AİLESİNE VERMEDİ, BİR GECE YARISI 1950 LERDE HARFİYAT CALIŞMASIYLA DÜZELTİLEN MEZARLIGA GÖMÜLDÜLER, SAMİ  EFENDİ TARAFINDAN KABİR YERLERİ TESBİT EDİLEREK 1956 YILINDA BULUNDUKLARI YERE CAMİ YAPTIRILMIŞTIR.MENEMENDEKİ CAMİDE ESAT EFENDİ İÇİNDE KAPALI BİR BÖLMEDE ,ALİ EFENDİ DIŞINDA YATMAKTADITLAR.
                              
-EY  SAFA DA YATAN SULTAN                                                                              -KUTBU AZAM ,KUTBU CİHAN
Edebî Şahsiyeti
Ana dili Türkçe olmakla beraber aynı kuvvetle Arapça, Farsça ve Kürtçe de bilirdi. Divanı ve diğer eserleri buna delildir. Türkçeyi kullanmaktaki mahareti Hüseyin Vassaf Bey’ in ifadesiyle “selîka-i kalemiyyesi ve tarz-ı ma’nadaki tevcihi kendisin sahife-i edebiyatta sername-i mübahat eyliyecek derecededir.”
Es’ad Efendi kendisi tekkeden yetişmiş bir şair olmasına rağmen tasavvufi halk edebiyatından ziyade divan edebiyatını benimsemiş ve aruzu büyük bir ustalıkla kullanmayı başarmıştır. O’nun Türkçeyi kullanmaktaki liyakati ve şiirlerindeki başarısını Necip Fazıl şöyle ifade etmektedir: “Esad Efendinin Kenzü’l-İrfan isimli eserinde asli metne ve Osmanlıca’ ya büyük bir sadakat ve hakimiyet müşahede ettiğimizi belirtmek borcundayız…” “Şiirlerine gelince bunlar, Şeyh Es’ad Efendi’nin bir hassasiyet ve şiir kabi-liyyetine malik bulunduklarına işarettir…” (Son Devrin Din Mazlumları, s. 169-170)
Eserleri:
1-Kenzü’l-İrfan: Ahlak, ibadet ve takva gibi muhtelif konularda derlenmiş binbir hadis-i şerîfin tercüme ve izahından ibarettir. Eser eski harflerle iki defa neşredildi. (İstanbul, 1317, 1327) Yeni harflerle de pekçok defa basılan bu eser.son olarak Erkam yayınlarınca aslî şekline uygun bir biçimde yeniden yayınlandı. (İstanbul, 1989)
2-Mektubat: Bilhassa Erbil’ de bulunduğu sırada muhib ve müridlerine yazdığı tasavvufi mahiyette yüzelli dört mektubtan müteşekkildir. Tamamına yakını Türkçe olmakla beraber birkaç arapça ve farsça mektup da vardır. Mektübat’ın baş tarafındaki ilk altı mektupla 36. mektup Tasavvuf mecmuasında makale olarak yayınlanmıştır. (İstanbul, Tasavvuf mecmuası, sene:1307) Mektubat eski harflerle iki defa yayınlanmıştır. (1338,1341) Mektubat, H. Kamil YILMAZ ve İrfan GÜNDÜZ tarafından ilmi esaslara uygun olarak neşredilmiştir. (İstanbul, 1983) Bu son neşrinde ilk neşirlerde bulunmayan iki mektuba da yer verilmiştir. MEKTUBATA AYRICA SAMİ EFENDİ BAŞTA OLMAK ÜZERE BAZI TALEBELERİNE YAZDIGI İCAZETNAMELERDE BULUNMAKTADIR.
3-Dîvan: Türkçe ve Farsça şiirlerinin toplandığı eseridir. Aruz veznini büyük bir ustalıkla kullanan Es’ad Efendi, zaman zaman tasavvuf halk edebiyatı şairleri gibi şiirler ve onlara tahmisler de yazmıştır. Dîvan’ da yer yer Arapça manzumelere ve bir kürtçe gazele rastlanmaktadır. Farsça şiirler Ali Nihat Tarlan tarafından tercüme edilerek.Dîvan yeni harflerle Cemal Bayak tarafından yayınlanmıştır.(İstanbul,1991) Dîvan’daki farsça “Mev-lid-i Fatıma” manzümesi, Şeyhin oğlu tarafından nazmen türkçeye çevrilmişir.
4- Risale-i Es’adiyye: Tasavvuf ve tarikatın lüzumu ve faziletiyle seyr u sülukün şekil ve adabından bahseden küçük bir risaledir. Müellif bu eserinde otobiyografisini de müridlerinin talebi üzerine kaleme almıştır. Eski harflerle bir defa basılan bu küçük eser yeni harflerle de yayınlanmıştır. (İstanbul, 1986)
5- Tevhîd Risalesi Tercümesi:
Muhyiddin İbn Arabi’ye izafe edilen bir risalesinin Türkçe tercüme ve şerhidir. Bu risale İbn Arabi’ ye değil Evhadid-din Balyani’ye aiddir. Eser, Ali Kadri tarafından yayınlanmıştır, (İstanbul 1337,103s.)
6- Fatiha-i Şerife Tercümesi:
Fatiha süresinin tefsiri bir tercemesidir. Eski harflerle müstakil olarak, yeni harflerle Risale-i Es’adiyye ile birlikte yayınlandı. (İstanbul 1986).
Bunlardan başka Urfalı Şeyh Safvet Efendi’ nin çıkardığı, Tasavvuf ile Beyanü’1-hak ve benzeri mecmualarda neşredilmiş yazıları vardır.
Muhammed Es’ad Erbili,meşayıhın ulemasından olması sebebiyle daha sağlığında büyük bir şöhrete ve halk tarafından hüsn-i kabule mazhar olmuştur. Nitekim onun yakınlarından bir meczûb derviş, daha Erbil’de iken şöyle bir rüya görür: “Es’ad Efendi’nin iki kolu, İstanbul merkez olmak üzre, Erbil’den Balkanlara kadar olan geniş bölgeyi ihata etmektedir. Önce bir rüyadan ibaret olan bu hal, elli sene sonra hakikat olmuş ve Es ad Efendi’nin Anadolu’dan Arnavutluk, Bulgaristan ve Sırbistan’a kadar uzanan alanda pek çok müridi bulunmuştur.
Esad Efendi, Muhammedi meşrebde ve îsar ve infak doygunluğunda bir gönül sultanıydı. Nitekim vefatına yakın şunları söylemişti: İntisabımın ilk yıllarında gönlüme: Ya Rabbi, huzur-i ilahiyyene çıplak olarak geleyim. Şayan-ı kabul amelim varsa onları günahkar kullarına bağışlayayım şeklinde bir duygu gelmişti. Şimdi aynı duygularla doluyum.
Es’ad Efendi diyor ki iki mes’ele hakkında şüphem vardı. İmam Rabbanî hazretlerinin mektûbatını okuyunca bu şüphelerim zail oldu:
a) Tarikatte asıl olan tam anlamıyla sünnete bağlanmak olduğuna göre, bazı tarikatlarda riyazat yapmadan manevî yükseliş nasıl olabilir?
Bu sorunun cevabını İmâm-ı Rabbanî’nin Mektûbat’ında buldum.”Karnın, temiz ve helal yiyecekle doyarsa fikirde havatır olmaz. Zikir, fikir, rahat ve huzurlu olur. Fakat nefsin hakkı verilmezse huzûra mani olabilir”.
b) “Fena-yı kalbden sonra kalbe havatır nasıl gelebilir?
Bunun cevabını da “Kalb fena bulduktan sonra kalbe gelen havatır kalbe zarar vermez, aksine kalb vazifesini yapmaya devam eder.” Hükmünde buldum.
Rivayete göre bir Japon generali müslüman olup İstanbul’a gelir, İstanbul da Es’ad Efendi nin Kelamî dergahında bir müddet misafir olur ve zikir meclislerine katılır. Daha sonra bazı dergahlarda da zikir meclislerine katılan bu Japon general “Allah Allah” diye zikretmede gök kuvvet var. Padişahlar da böyle “Allah Allah” deseler, top tüfek kuvvetinin hükmü olmaz” der.
Es’ad Efendiye bir gün İttihad ve Terakki taraftarlarından biri gelip der ki Allah,”Dua ediniz, sizin dualarınızı kabul edeyim” (Gafir, 40/60) buyuruyor. Halbuki biz dua ediyoruz, bize bir şey vermiyor ve duamızı kabul etmiyor. Acaba bu ayete yanlış mana mı veriliyor?” Es’ad Efendi şu cevabı verir:
-”Duanın kabulü için birtakım şartlar vardır. Şart yerine gelmeyince şarta bağlı hüküm de gerçekleşmez. Duanın kabul olunmayışında ayrı bir takım hikmetler vardır. Bazen duanın beklenen ve istenen şekilde kabul edilmeyişi kul için daha büyük bir hayır olabilir. (bk el-Bakara, 2/216) Mesela sıtma hastasının canı bal isterse hemen verilmez. Çünkü bal, sıtma için zehir gibidir. Ayrıca bu ayet bir başka manaya göre “Beni davet edin, ben de meclisinize geleyim” anlamınadır.
Bir başka seferinde yine inançsız birisi Es’ad Efendi’nin tekkesine gelerek müslümanları tezyif etmeye başladı. “Her kötülük müslümanlarda, yalan, hırsızlık gibi fenalıklar hep onlarda Bu nasıl din böyle?”
Es’ad Efendi dedi ki:
- Bu senin söylediklerin bile dinimizin büyüklüğüne delildir. Başka dinler batıl olduğu için şeytan onlarla pek fazla uğraşmıyor. Çünkü boş eve hırsız girmez.
Es’ad Efendi’nin nazarı keskin, sohbeti etkileyici idi. İhvan ve halifelerinden de teveccüh ve nazarı keskin insanlar vardı. Nitekim Es’ad Efendi’nin Erbil’de ziyaret maksadıyla bulunduğu sırada çevre köy ve kasabalardan ihvan akın akın geldiler. Gelenler arasındaki bir genç Es’ad Efendi’nin yanına kadar sokuldu. Efendi hazretleri ona “Okuma yazma bilip bilmediğini, tarikata girip girmediğini” sordu. O da şöyle konuştu:
- “Okumam yok. Henüz tarik da almadım. Köyümüzden bir kızı sevmiştim. Babasından istettim, vermediler. Muhtar beni askere gönderdi. Ben askerde iken o kızı oğluna almış. Şimdi ben onlardan birini öldürüp intikamımı almadıkça tarikata girmeyeceğim.
Es’ad Efendi, gencin söylediklerine hayretle “ya öyle mi?” diye mukabele etti. Bu arada halifelerinden Şemseddin Efendiye bu gençle meşgul olmasını işaret etti ve abdest tazelemek için dışarı çıktı. Dönüşünde bu genci değneğini at yapmış koşarken gördü, o haliyle biraz koşuştuktan sonra kalabalığı yararak geldi. Şemseddin Efendi’nin teveccühüyle önce meczûb bir tavır sergileyen bu delikanlı daha sonra Es’ad Efendi’ye gelip: “Bana tarik ver” dedi. Es’ad Efendi:
“Hani sen adam öldürecektin” dedi. Genç, “o hal geçti” karşılığını verdi. Tekrar tarik isteyince Es’ad Efendi “Senin Şeyhin Şemseddin Efendidir” dedi. Fakat o genç “Hayır, hayır o değil, ben biliyorum sensin” karşılığını verdi. Es’ad Efendi, bununla birlikte meczûb tabiatlı olmaktan çok, temkin ehli olmayı tavsiye eder. “Bize serinkanlı insan lazım” derdi.
Esad Efendi, “Ümmetimin şereflileri Kur’an hamilleridir.” hadisini ”Kuran tilavetine müdavim, ahkamıyla amil, teheccüt namazı ve zikirle geceleri ihya edenlerdir” diye yorumlardı. Yoksa bazılarının dediği gibi sadece Kur’an hafızları demek değildir. Kuran ahkamına itaatkar olmayan ve namaz bile kılmayan hafızlar neye yarar? Nitekim Kuranda öyleleri hakkında: “Kendilerine Tevrat yükletilip de onu taşımayan; emirlerini tutmayanların durumu kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir” (el-Cumua, 62/5) buyurulmuştur. Sırtında kitap taşıyan merkebe taşıdığının ne faydası vardır?
Es’ad Erbili hazretleri, “Sizden insanları hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülüklerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Onlar gerçek felaha erenlerdir.” (Ali İmran, 3/104) ayet-i kerîmesini şöyle tefsir eder:
“Ey İslam cemaati! Sizlerden bir taife, dinî ilimleri öğrenip tahsil ettikten sonra avam-ı nası gerçek tevhide ve islamî hayata çağırsın. Şeriatın ve aklın meşru kabul ettiği şeyleri kendisi yerine getirdikten sonra diğer insanlara da emretsin. Yine şeriat ve akıl ölçülerine göre çirkin olan davranışları kendisi terkettikten sonra başkalarını da o kötülükten sakındırsın. İşte bunlar hakîkaten gerçek kurtuluşa erenlerdir. Şayet bu kimseler Cenab-ı Hakk’ın emir ve nehiylerine itina göstermez; ilimleriyle amel etmezlerse ahkam-ı ilahiyi insanlara tebliğ etmeye layık değillerdir. Bu gibilerin tebliğlerinin te’siri de olmaz, sözün kısası, şüphesiz Hak Teala Hazretleri avam-ı nâsın cehalet ve günahtan kurtulması ve marifet nurundan istifade edebilmesi için hususî bir topluluğun ilim ve amel cihetinden yetiştirilmesini emr ile bu vazifeyi farz-ı kifaye olarak müslümanlara yüklemektedir. Bu mukaddes vazifenin medar-ı iftihar olan yükü de şüphesiz, zahiren batınen alim olma sıfatını kazanmış meşayih-i kiramın uhdelerine tevdî buyurulmuştur.”
Es’ad Efendi, İbn Arabi’yi çok sevdiği ve vahdet-i vücut fikrine kail olduğu halde bu düşüncenin “ittihad ve hulul” şeklinde anlaşılmasından son derece tedirgin olmaktadır. Nitekim: “Her nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir” (el-Hadîd, 4) ayetinin tefsirinde der ki: “Ayet-i kerimedeki bu beraberlik zata ve zamana müteallik bir beraberlik olmadığı gibi hulûl ve İttihad yoluyla da değildir. Aksine bütün zuhur mahallerinden şimşek ziyası gibi, sadece zuhur ve huzur suretiyledir. Yani Hazreti Allah bütün işlerimizi ve her halimizi bilmekte, görmekte ve vakıf bulunmaktadır. Göklerde ve yerde mevcud bulunan herşey, O’nun kendi mülküdür. Herkese iyi veya kötü ameline göre karşılık vermek onun hakkıdır. Bu ayet-i celîleyi bildikten sonra halktan birinin yanında çirkin bir fiili yapmaya cesaret edemeyenlerin Yüce Mevla’nın huzurunda ne cesaretle o çirkin hareketi yapmaya teşebbüs edebilecekleri hayret verici bir husustur. Acaba bu gibilere akıllı denilebilir mi?”
Yine o: “Size ne oluyor ki Allah yolunda infakta bulunmuyorsunuz? (el-Hadid, 10) Ayet-i kerimesini tefsir ederken şu mühim konulara işaret etmektedir:
1) Kiralık evlerde oturmakta olan kiracıların bir evden diğer bir eve taşınırken bütün eşyasını beraberinde götürüp, sevdiği mallarından hiçbir şeyi bırakmayacağı herkesçe bilindiği halde, herşeye muhtaç olan kabir evine gidenlerin sevgili eşyalarından kısmen olsun birşeyi beraberinde görülmemeleri gerçekten hayret ve dehşet verici bir durumdur.
2) Cenab-ı Hakk’ın kullarına emaneten ihsan buyurduğu mallarından kulun ayrılacağı şüpheye mahal olmayan bir gerçektir. Şu kadar var ki, fakirleri doyurmak, düşkünleri giydirmek, camî ve mescid yaptırmak, İslam’ın zaferi ve ehl-i İmanın kuvvet bulması için gerekli olan harp aletlerine ve nakliye vasıtalarına sarfedecek malı elden avuçtan çıkarmak hemen veya ileride medh ve sevabı celbedecektir. Aksine sadece “pintilik duygusu” denilen adi tabiat yüzünden veya Kur’an ayetlerine ve Peygamberimiz (s.a.)’in hadislerine tam bir îmanla itimat edememek yüzünden cimrilik hastalığını, cömertlik şerefine tercih edenlerin; yani malının fazlasını kısmen de olsa yukarıda bahsedilen yollardan herhangi birine sarfetmeyerek ölüm ile bu mallarından ayrılmak zorunda kalanların ilahî azab ve itaba müstehak olmaktan korkup çekinmemeleri gerçekten üzücü bir haldir.
Es’ad Erbili hazretleri iyi bir alim olduğu kadar usta bir şairdi. Nitekim onun divanından sunacağımız çerçeve içindeki şiir onun duygu ve aşk yüklü dünyasının mahir san’atıyla terennümüdür. Aynı zamanda şiirdeki:
“Ne mümkün bunca ateşle şehid-i aşkı gasleylemek” mısraı da kendisinin şehid olacağını sezip önceden haber vermesi şeklinde bir keramet olarak değerlendirilmektedir.
ES’AD ERBÎLÎ HAZRETLERİNDEN BİR ŞİİR
Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş
Gül âteş bülbül âteş sünbül âteş hak ü hâr âteş
Şua’ı âfitâbındır yakan bi’l cümle uşşâkı
Dil âteş sîne âteş hem dü çeşm-i eşk-bâr âteş
Hayal-i şem’-i rûyinle aceb mi yansa cân u dil
Nigârım gel de gör kalbimde âteş âh u zâr âteş
Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasletmek
Cesed âteş kefen âteş hem ab-ı-hoş-güvâr âteş
Ben el çektim safa-yı hatır u aram-ı canımdan
Safa âteş cefa âteş firar âteş karar âteş
Ne yapsam bu dil-i mahzûnu mesrur eylemem şahım
Gam âteş gam-güsar âteş temenna-yı mesar âteş
Ümid-i afiyet besler mi Es’ad yardan haşa
Saçar oldukça gözden ol nigâr-ı gül-i zâr âteş

Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi (k.s) Kimdir?

 
 
Mahmut Sami Ramazanoğlu K.S. Kendi Sesinden Sohbeti


Bir asra yaklaşan ömrünü istikamet, takvâ ve verâ ölçülen içinde, kullarını Allah'ın yoluna irşâdla ikmal eden Sâmi Efendi Hazretlerini nebiler nebisinin âğûşunda sevgilisi Allah'a uğurlayışımızın ardından 10 yıl geçti O'nu, vefâtının sene-i devriyesinde söz kalıpları içine sokmak ve lâfızlarla anlatmak bizim kârımız değil. Lâkin "Sâlihlerden bahsetmenin rahmet nüzûlüne medâr" olacağı düşüncesiyle kısa çizgilerle merhûmu anlatmaya çalışacağız.
Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, nüfus kayıtlarına göre 1892 yılında Adana'da dünyaya geldi. Babası tarihte Ramazanoğulları diye bilinen âileden Müctebâ Bey, annesi ise Ümmügülsüm Hanım'dır. Sâmi Efendi'nin büyük ceddi Abdülhâdi Bey'in tesbit ettiği âile şeceresine göre, Ramazanoğullarının aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Hz. Halid b. Velid (r. A.) nesliyle münâsebettar bulunduğu anlaşılmaktadır.
İlk, orta ve lise tahsilini Adana'da tamamlayan Sâmi Efendi, yüksek tahsil için İstanbul'a geldi Darûl-fünun Hukuk Mektebine girdi. Hukuk Fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini zâbit vekili (yedek subay) olarak yine İstanbul'da yaptı.
Zâhir ilimlerini devrin ulemâ ve müderrislerinden tamamlayan Sâmi Efendi için sıra manevi ilimlere ve bâtın imârına gelmişti. Fıtrat-ı necîbesinin şiddet-i meyli sebebiyle tasavvuf yoluna sülûk etti. Devrin meşhur Nakşi tekkesi Gümüşhâneli dergâhında bir müddet erbaîn ve riyâzatla meşgul olduktan sonra arkadaşı eski Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendi'nin babası Rüşdü Efendi'nin delâletiyle Kelâmî dergâhı şeyhi ve meclis-i meşayıh reisi Erbilli Es'ad Efendi'ye intisab etti. Kısa zamanda kesb-i kemâlât eyleyip seyr u sülûkunu ikmalden sonra hilâfetle irşâda mezun oldu. Bir müddet daha mürşidinin yanında kaldı ve bilâhere memleketi Adana'ya irşâda muvazzaf olarak gönderildi.
Mahmûd Sâmi Efendi Hazretleri tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana'da bir yandan Câmi-i Kebir'de vaaz ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken, bir yandan da maişetini temin için bir kereste ticârethanesinin muhasebesini tutuyordu. O, babasından ve âilesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve "Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir" (Buharî) hadîsi şerîfi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. Sûfiler içinde baba mîrasını almayanlar içinde ilk olarak Hâris Muhâsibi'yi görüyoruz. O da Kaderiye mezhebine bağlı bulunan babasının mirasını almamıştı.
Adana'da uzun yıllar müştâk gönüllere aşk-ı ilâhî şerbeti sunarak hizmet etti. Yazları Adana'nın Namrun ve Kızıldağ yaylası ile bazan da Kayseri'nin Talas'ında geçirirdi. Hac yolunun açıldığı 1946 yılında ilk defa hacca gitti.
1951 yılında İstanbul'a geldi. İki yıl kadar İstanbul'da kaldıktan sonra 1953 yılında hac mevsiminde önce hacca, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendi'yle Şam'a geldi ve oraya yerleşti. Bilâhere âilesi, damadı ile birlikte yanına gitti. Ancak bu Şam hicreti dokuz ay kadar sürdü. Dokuz ay sonra tekrar İstanbul'a geldi. İstanbul'a bu gelişlerinde önce Bayezid-Lâleli'ye, sonra da Erenköy'üne yerleşti. Şamdan İstanbul'a bu gelişlerinde zevceleri Valide Hanım'a "İstanbul'a tekrar geldik. Gönlümüz Medine'de atıyor. Ahîr ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz," buyurmuşlar
İstanbul'da bulunduğu yıllarda da Adana'daki gibi bir yandan Erenköy Zihnipaşa Camiindeki vaazları ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken diğer yandan da Tahtakale'de bir ticârethanenin muhasebesini tedvirle maîşetini temin etmekteydi. O' nun bu vaaz, irşâd ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından, fakir, zengin, okumuş, okumamış, esnâf, işçi, memûr, tüccâr ve fabrikatör binlerce insan istifâde ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül etmiştir. İhvanını mânevi himâye kanatları altında toplayarak onları cemiyetin her türlü kötü cereyanından korumaya çalışmıştır.
Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması ve dışarıda kendisine iltifatın nazar-ı dikkati celbedecek seviyeye ulaşması sebebiyle kûşe-i uzlete çekildi. İhvanı ile gerek devlethanesinde ve gerekse Ramazan'da hatimle kılınan teravih namazlarında görüşüyordu. Bu vesile ile onlara İslâmî düsturları Muhammedi hakikatları ve Nebevî ahlâkı anlatarak hâliyle, kaliyle irşâd ediyordu.
1979 yılında gönlündeki muhabbeti-i Resûlullah ateşi onu Belde-i Tâhire'ye hicrete mecbûr etti. Çünkü onun son arzusu Peygamber şehrinde Hakk'a varmaktı. Nitekim 1957 senesinde yakınları kendilerine Eyüp Sultan'dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde:
- Herkesi arzusuna bıraksalar biz Cennetü'l-Baki'yi arzu ederiz, buyurmuşlardır. Cenab-ı Hak sevdiği kulunun arzusunu kabul buyurdu. Nitekim İstanbul'da bulunduğu yıllarda mübtelâ oldukları amansız hastalık, orada da yakasını bırakmadı. Fakat en acılı, ağrılı zamanlarında bile o, hiçbir şikayette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır. Vefatı 10 Cemaziyelevvel 1404 /12 Şubat 1984 Pazar günü saat: 4.30'da vâkî olmuş ve Cennetü'l-Baki'ye defnolunmuştur. Rahmetullahi aleyh.
Vefatına şu ifadelerle tarih düşüldü. Kutb-i vâsılîn ü gavs-ı şuyûh-ı ızâmı Nûr-i hüdâ mürşid-i merdüm-ı ihtirâmi Belde-i Tahire'de tevhidle deyüp Allah Vasl-ı cinan eyledi Şeyh Mahmûd Sâmi (1404 H.)
Şemail ve Ahlâkı
Merhum Ramazanoğlu Sâmi Efendi, uzuna yakın orta boylu, nahif bedenli, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı, ela gözlü mücessem bir nûridi. Mehabetinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kâbil olmazdı. Etrafa ziyâlar saçan gözlerinin isabet ettiği vücûd, tir tir titrerdi. Hatta O' nun nazarlarından müteessir olup cezbeyle düşüp bayılanlar bile olurdu. Temiz ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını ya tamamen kestirir veya kulak memesine kadar uzatırdı. Bütün bunlar sünnet-i seniyyeye imtisâllerindendi.
Sâmi Efendi, çok az yer, içerdi. Sohbetlerinde sıkça az yemenin faziletinden çok yemenin zararlarından bahseder bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı. Kendisi sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve bir kaç lokma katıkla kifâf-ı nefs ederdi. İhvanla birlikte yenildiğinde "ihvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır" buyurarak fazlaca yenilmesine müsâade, hatta teşvik ederlerdi.
Az uyurlardı Seher vaktini ihyâ etmek en büyük zevkleriydi. Evinde misafir kalanlar veya kendileriyle bir yolculuğa çıkanlar, gecenin hangi saatinde kalksalar onu ayakta bulurlardı. Hatta onun anlayışına göre yatıp uyumanın adı bile istirahattı. Nitekim bir defasında bağlılarından birinin evinde misafir bulunduklarında gecenin ilerleyen saatlerinde hâne sahibi kendilerine:
-Efendim artık yatarsanız yatak hazırlayalım, der. O:
-Yatmanın adı istirahattır, buyururlar. Bir müddet sonra ev sâhibi tekrar:
-Yatar mısınız? deyince O yine:
-Yatmanın adı istirahattır. Fakir istirahat edeyim, sizi de eksik kalan dersinizi tamamlayın, buyurur. Hâdiseyi anlatan zât diyor ki, "gerçekten o sabah dersim yarıda kalmış ve akşama kadar da tamamlamaya fırsat bulamamıştım."
Az konuşurlardı. Konuştukları zaman ya hikmet söylerler veya nasihat ederlerdi. Değilse sukûtu ihtiyar ederlerdi. Nitekim Merhûm Ali Yektâ Efendi şöyle diyor: "Evliyâullah'ın tasarrufları ya kavlen ya da hal ile olur. Sâmi Efendi'nin tarassufu hal iledir. Kelâmi dergâhının en feyizli günlerinde oraya devam eden pek çok ulemâ ve fuzalâ vardı. Fakat Sâmi Efendi o zaman pek genç olmasına rağmen bugünkü gibi kâmil ve hâl sâhibi idi."
Ali Yektâ Efendi, müftülüğünün yanısıra Kelâmî dergâhında seyr u sülûkunu Es'ad Efendi'den tamamlayarak hilâfet icâzetnâmesi almış bir zattır. O, bu icâzetnâmesini ömrü boyunca saklamış ve bir gün tesâdüfen o icâzetnâmeye muttali olan yakınlarına "Onu sakın kimseye söylemeyin. O vazifenin ehli ve salâhiyetlisi Sâmi Efendi'dir." Demişti.
Edeb
Sâmi Efendi'nin bütün hayatı edeb çizgisi içinde geçmiş, her an hadis-i şerifde ifade buyrulan "Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmek ve O' nun muşâhedesi altında bulunduğu duygusuna sâhib olmak" (Buhârı, Tefsir Sûre, 31) mânâsına gelen ihsan duygusu içinde yaşamıştır. En ciddi insanların, en otoriter simaların bile bir zaaf ve hafiflikleri bulunabilir. Fakat onun hayatında böyle bir zaaf ve hafiflik hiçbir zaman görülmemiştir. İstikamet ve edebi her yerde ve her an muhafaza edebilmek keskin kılıcın üzerinde yürümeye benzer. Bu ancak kemâl ehli, tevfik-ı ilâhiye mazhar kimselerin kârıdır. Allah Rasûlü (s.a.) Efendimiz'in "Emrolunduğun gibi istikamet üzre ol!" (Hûd, 112) ayeti beni ihtiyarlattı"
buyurması, bu işin güçlüğüne en güzel delildir.
O' nun sohbetlerine devam edenler bilirler ki, O hiçbir zaman ayak ayak üstüne atarak, ayak uzatarak veya bağdaş kurarak oturmamıştır. Daima dizüstü oturmayı tercih etmiştir. Sohbetlerinde sık sık:
Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ'dan Giy o tâcı emîn ol her belâdan
beytini okuyarak edebden bahsederlerdi. Sohbetlerde Kur'ân tilaveti esnasında kendileri koltuk kanepede bile olsa hemen dizüstü oturur Kur'ân okuyacak kimse yerde ise hemen koltuk ve sandalyeye oturtulurdu.
Bir gün Halep meşâyıhından Muhammed en-Nebhânî İstanbul'a gelir. Sâmi Efendi Hazretleri bazı ihvânıyla kendilerini ziyarete giderler. Nebhânî ve arkadaşları gayet rahat ve serbest otururken Sâmi Efendi ve ihvanı dizüstü otururlar. Onların bu halini gören Muhammed Nebhanî:
Rahat oturun, der Efendi Hazretleri ve ihvânı oturuşlarını değiştirmeden:
Biz böyle daha rahatız, derler, Nebhânî de bu edeb karşısında:
Edeb, Türklerde dir, demekten kendini alamaz.
Kalb-i Selîm
Sohbetlerinde sık sık "O gün kalb-i selîm'den başka ne evlâd, ne mal; hiçbir şey fayda vermez." (Şuarâ Süresi: 88-89) ayetini okuyarak kalb-i selîmi îzah ederlerdi. O'nun tefsirine göre kalb-i selîm, ne incinen, ne de inciten kalbdi. "İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir amma incinmemek elde değildir," derlerdi. Ve ilâve ederlerdi: Fakir hiç kimseden incinmem ve kimseyi incitmemeye çalışırım." Gerçekten de bir asra yaklaşan ömrü boyunca O'nun hiç kimseyi incittiği görülmemiştir.
Kapısına gelen herkesi kabul edip onlarla görüşmek onlara iltifat ve ikramlarda bulunmak adetleriydi. Bir defasında ziyaretine gelenlere bir yakîninin: "Efendi'nin istirahata ihtiyacı var" diye geri çevirmesine muttali olunca:
- Burası Hak kapısıdır. Kimse geri çevrilmez. Hem de ihvanın kötüsü olmaz, buyururlar. Bu tavır, onun insana ve müslümana verdiği değerin en güzel ifadesidir. Torunu yaşındakilere bile hitab ederken isimlerinin sonuna Efendi, Bey sıfatlarını ekleyerek konuşması aynı anlayıştan kaynaklanmaktadır. H. Sâmi Efendi, kendini Allah'a ve Allah'ın kullarına hizmete adamış bir Hakk dostu idi. Daha sülûkünün ilk yıllarında "Yaratılanı Yaratan'ından ötürü sevmek" esasına bağlı kalarak, hizmeti sohbete, gayreti de himmete vesile bilerek şevkle çalışırdı.
Nitekim Kelâmî dergâhı bağlılarından Cide müftüsü H. Hüseyin Efendi'ye yaptığı hizmetler her türlü takdirin fevkindedir. Kelamî dergahında bulunan H. Hüseyin Efendi son zamanlarında hastalanır. Hastalığının şiddeti her geçen gün artar. Ve nihayet Müftü Efendi yatağından kalkamaz olur. Müridân birer hafta nöbetleşe bakmaya başlarlar. Hastalığın şiddeti daha da artırınca acele ailesine bir telgraf çekilmesi kararlaştırılır. Bu haberi duyan o zamanlar dergahın en genç müridi bulunan Sami Efendi mürşidi Es'ad Efendi'ye:
- Efendim, müsaade buyurursanız da Müftü Efendi'ye ben baksam ve âilesine telgraf çekilmese, der. Es'ad Efendi de bu teklifi memnûniyetle kabûl eder. H. Sami Efendi bundan sonra tam on sekiz ay Müftü Efendi'ye en güzel şekilde hizmet ederler. Görenler onun bu hizmetine imrenirler. Müftü Efendi de yaşlı gözlerle:
- Allah'ım! Bana ne ihsanda bulunmuşsan hepsini Sami Efendi'ye bağışlıyorum, diye münacâtta bulunur. Ve Es'ad Efendi ile görüştüklerinde de:
Sami Efendi evladımız, bize hizmette inşallah Hakk'ın rızasına erdi, diye tebşiratta bulunur.
Aslında hayli zamandan beri dergahtaki hizmetlerin ekserisi bu genç ilmiyeli derviş tarafından görülmekte imiş meğer. Gece herkes yatağına yattığında o, gizlice kalkar, yapılacak hizmetleri ifâ eder, her tarafı temizler, suları ısıtır ve öyle yatağına yatarmış. Nitekim Cide müftüsü Hüseyin Efendi, sağlıklı zamanlarında erken kalkmaya çalışıp bu hizmetlerin kimin tarafından yapıldığını öğrenmek istermiş. Fakat ne mümkün. Bir sefer akşamdan yatmamağa karar vererek bir kenara gizlenmiş. Yatağından kalkıp bu hizmetleri gören Sami Efendi tam çöp tenekesini alacağı sırada Hüseyin Efendi tenekeyi kapar ve:
- Evladım bu hizmeti de fakîre müsaade buyur, der.
Sami Efendi nezaketle almak isterse de Hüseyin Efendi:
- Allah aşkına bırak deyince Sami Efendi de bu hizmeti ona bırakır.
İrşad vazifesiyle memleketi Adana'ya gönderildiğinde oradan İstanbul'a mürşidine hediyeler göndermek adetiydi. Fakat o, hediyelerinin bizzat kendi elinin emeği olmasına büyük itina gösterirdi. Rivayete göre ekinler biçildikten hasad toplandıktan sonra tarlalara gider, yerlere dökülen başakları toplar, onları güzelce bulgur yapar ve İstanbul'a gönderirdi. O'nun bu hâline muttali olan babası:
- Oğlum, benim ambarlarım buğday oldu. Niçin Efendi'ne onlardan göndermiyorsun? dedi. O da:
- O kapıya lâyık olan el emeği, göz nurudur, buyururlar.
H. Sami Efendi Hazretleri kendisini sevenleri ve bağlılarını eski kültürümüze ve bâ-husûs eski harflerle okuyup yazmayı öğrenmeye sevk ederlerdi. Hatta bu yüzden son yıllara kadar eserlerini yeni harflerle neşre müsaade etmemişti.
Ayrıca kendileri iyi derecede Fransızca bildikleri halde Batı kökenli kelimelerin Türkçe'de kullanılmasından hoşlanmazlar, böyle Fransızca veya Latince asıllı kelimeleri asla kullanmazlardı. Mesela ilaçların isimlerini bile Latince adıyla değil, kendilerinin ona taktıkları bir ad veya sıfatla zikrederlerdi. Kırmızı hap, pembe şurup gibi. Bu davranış lisanda özenti merakıyla Batı kökenli veya uydurma kelime kullanmayı itiyad edinenlere bir ibrettir.
Sohbetlerinde bir ara Rûhûl-beyan Tefsirinden naklen köpeğin on hasletinden ısrarla bahsetmişlerdi de (bk Musahabe VI) hal sahibi bir ihvan "Biz henüz köpeğin mertebesine gelemedik" demekten kendini alamamıştı. Sohbetlerinde nefs düşmanının insana kurduğu tuzaklardan bahseden ve ihsana nefislerinin tehlikesinden korunabilmek için şunları tavsiye buyururlardı:
1-Açlık ve az yemek, oruca devam,
2-Az uyumak ve teheccüde devam,
3-Huşû ile ibadet, mânâsını düşünerek Kur'an okumak,
4-Zikr-i daim içinde bulunmak,
5-Salih ve sadıklarla beraber olmak.
Sâmi Efendi, daima huzûr-i ilahîde bulunduğu ve her nefesinin son nefesi olabileceği düşüncesiyle daima abdestli bulunmaya ve abdest üstüne abdest almaya büyük itina gösterirdi. Nitekim onun muhasebesini tuttuğu bir zatın tesbitine göre Efendi defterleri abdestli yazardı. Yazma işi bitince defterleri kaldırır, abdest alır, biraz Kur'ân okurdu. Az sonra ezan okununca bu sefer namaz için tekrar abdest alırlardı.
Onun irşaddaki usûlü Nebevî üslûpta idi. insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, hatalarından dolayı onları azarlamaz ve hele nefsi için hiç kızmazdı. Onlara örnek olmak sûretiyle irşad etmeyi tercih ederdi. İrşadda en geçerli yol da budur. Çünkü irşad halkaları merkezden muhite doğru yayılır. "Önce nefsinden başlamak' esastır. Hiç kimseye açıkça "şunu yap, şunu yapma" demez, dolayısıyla bunu ihsas ettirmeye çalışırdı. Hiç kimseye "Bizden ders al, bizim sohbetimize katıl gibi emirler vermezdi. Hatta kendileri dikkat çekecek, fitne uyandıracak ve riyâya dâvetiye çıkaracak şekle müteallik şeylerden husûsiyle sakınırdı.
Ancak yakınlarını helal kazanca, faize bulaşmamaya teşvik ederler, bazan bunu samimi bulduklarına açıkça söylerlerdi. Değilse dolaylı olarak ifade buyururlardı.
Şöhretten ve aşırı hürmetten çok rahatsız olurlardı. Nitekim İstanbul Tahtakale'de çalıştığı yıllarda önceleri öğle ve ikindi namazlarında Rüstempaşa ve Marpuççular camilerine cemaata devam ederlerdi. Camide kendisini tanıyanların aşırı tâzim ve hürmeti onu rahatsız etmiş, bilâhare bu namazları yazıhanede kılmaya başlamışlardır. Yalnız, ihvâna;
- Siz cemaata devam edin, o şeref ve faziletten mahrum kalmayın, buyurmuşlardır.
Reisü'l-kurra ve hâdimu'l-Kur'ân Gönenli Mehmed Efendi onun hakkında "Sâmi Efendi bu ümmetin en büyüğü idi. Başka ne söylense boştur " demişti.
Ali Yakub Hoca Efendi de:"Takva bâbında bütün evsâfıyla selef-i salihin zâhid ve âbidlerini andıran bu zatın kemâlât-ı mâneviyesi hakkında söz söylemek bizim gibi naçîz bir abdı acizin kârı değildir." der.
Mâhir İz Hoca Efendi, gördüğü bir rüya üzerine muhıbb ve bağlıları arasına katıldığı H. Sâmi Efendi Hazretleri hakkında "O Hazreti Sami'dir. Biz devri pâdışâhîden beri neler gördük, fakat böylesine tesadüf etmedik" diyordu.
Bekir Haki Efendi de Sâmi Efendi'yi sevip takdir edenlerdendi ve Sâmi Efendinin bir sohbetinden dönerken şunları söylüyordu.
"Bu zenginleri saatlerce diz üstü sessizce oturtmak. Boğazdan gelen bir gemiyi Sarayburnu'nda bağlamaktan daha zordur. Bizler bu işi yapamayız. Bunu ancak Sâmi Efendi yapabilir."
Bekir Haki Efendi belki bunları söylerken Es'ad Efendi'nin Sâmi Efendi'ye verdiği icazetnamede çizdiği irşad stratejisinden habersizdi. Es'ad Efendi şöyle diyordu:
İcazetnamede "Ne ticaret, ne de alışverişin Allah'ın zikrinden alıkoyamadığı kimseler vardır." (Nur, 37) ayeti celîlesinin ilan hükümlerine vakıf olan muhterem ihvanımıza arz edebilirim ki, bâtınını tasfiye ve nefsim tezkiyeye talib olanların... Sâmi Efendi'nin sohbetlerine devam ve açıklayacağı usûl ve adaba gösterecekleri gayret ve ihtimam sayesinde bu isteklerine kavuşacaklarda şüphe yoktur. " (Mektubat, 134 Mektup sh. 361)

Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincani

 

Hazret-İ Şeyh Abdurrahİm Reyhan Erzİncanî  [ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]

( Erzincan; 1930 - İstanbul,1998 )
Abdurrahim Reyhan Hazretlerinin babası, Muhammed Beşir Efendi Hazretlerinin büyük oğlu olan âlim ve fazıl Hüseyin Efendi, annesi de Tubi Hanımdır. Abdurrahim Reyhan Hazretleri, 1930 yılında Erzincân’ın Karakaya (Keleriç) köyünde dünyâya teşrif buyurmuşlardır.
Abdurrahim Efendi Hazretlerinin nasıl bir himmet yağmuru içinde gelişen seyirle kemâllendirildiğini, yine kendileri beyan eder:
“Annem çok kuvvetli bir ‘Râbıta Sahîbi’ idi. Her gözünü yumuşta dedem ile, yani Muhammed Beşir Efendi Hazretleri ile görüşürmüş. Bize hamile iken çok hikmetli rüyalar görmüş. Mesela bir rüyasında, melekler tarafından yerden göğe kadar kurulan bir merdivenden çıkarılarak bütün semavât âlemi ve Cennetler kendisine gezdirilmiş ve ‘Bu iltifatlar size, karnınızda taşıdığınız (çocuk) dolayısıyla Melâike-yi Kirâmın ikrâmlarıdır’ denilmiştir.
Yine annemin anlattığına göre; ben, Dede Paşa Hazretleri'nden ders aldıktan bir müddet sonra, siyahlar giyinen uzun boylu ve vakur bir zâtın boz renkli atını duvardan içeri atlatıp, beni kucaklayarak terkisine aldıktan sonra, yine atını duvardan dışarı atlatıp götürdüğünü görmüş ve bu hâdiseden korkup endişeye düşmesi üzerine hatîften bir sadânın: ‘Korkma! O, Hızır Aleyhisselâmdır; oğlunu hediyesi ile berâber getirecek, ‘görülmemiş bir post’ ile birlikte iade edecektir’ demesi üzerine sakînleşmiştir. Babam annemden bu rüya ve hâlleri kimseye anlatmamasını istermiş.
Beş erkek ve iki kız olmak üzere yedi evlat sahîbi olan babam, en çok beni severdi. Beni okutmayı, zâhirî ilim sahîbi yapmayı çok isterdi. Ama ömrü buna vefâ etmedi. Ondört yaşımda iken babam vefât etti.
Kendimi bilmeye başladığım yıllarda, içimde öyle bir his vardı ki sanki daha önce büyümüş, her şeyi görüp öğrenmiş, sonra tekrar küçülmüştüm. İçimde bir Mürşidin kudsîyetini idrak eden, O'nun sevgisini, aşkını, hasretini duyan bir cihet, böyle bir his vardı. Dedemin zamanına yetişememiş olmama çok üzülür, ağlardım. Sanki Dedemin büyüklüğünü, makâmının kudsîyetini, kemâlatını tamamen müşahede etmişim gibi O’na âşıktım, yangındım. Ona ulaşamamaktan üzgün ve bitkindim.
Babamın vefâtında bir akşam evimize kısa bir taziye ziyâretinde bulunan ve daha sonra bir daha görmediğim Dede Paşa Hazretleri’nin çok büyük bir Zât olduğu, tevazuu, kemâlatı, sohbetleri, beyitleri, aşkı, muhabbeti, bütün ihvanlar ve büyüklerimiz arasında söylenir, tekrarlanır olmuştu. Kendisine içimizde bir sevgi belirmekle berâber, ‘Mürşid’ olduğu ve inabe verdiği hususlarında kesin bir bilgim yok idi.
1957 senesinin sonbahâr aylarında bir rüya gördüm: İstanbul’da Haydarpaşa İskelesi’nden bir vapura koyun doldurmuşuz. Koyunların sevk ve idaresi Dede Paşa Hazretleri'ne aitmiş. Bu koyunlar bir anda boyları, renkleri, giyimleri ve güzellikleri bir çırpıda tepeden tırnağa bembeyaz elbiseler giymiş, sayısı belirsiz, nûr gibi, hûrî gibi birer kız hâline geliyorlar. Bunları Dede Paşa Hazretleri ile birlikte Karaköy tarafına getirdik. Dede Paşa Hazretleri orada emretti ki:
“Şimdi Bunları al... Galata Köprüsü’nden Eminönü tarafına geçireceğiz. Ben önden yürüyüp onları çağıracağım. Onlar peşimden gelecekler. Sen geride kalanları toparla getir.”
Yürüyoruz, Galata Köprüsü dolu doluya. Bazen bembeyaz renkte bir koyun sürüsü, bazen beyaz elbiseler içinde hûrî gibi, melek gibi kızlar şeklinde görünüyorlar. Böylece Eminönü tarafına geçtik. Ben de uyandım. Uyanır uyanmaz, Dede Paşa Hazretlerine bir gönlüm aktı, bir muhabbet duydum ki hemen gidip kendisine kavuşmak arzusu, dayanılmaz bir his hâline geldi. Yani öteden beri Dedem'e duyduğum aşk, sevgi, muhabbet, iştiyak aynen bu tarafa çevrildi. Fakat bu dayanılmaz arzuyu, çeşitli sebepler ve mecburiyetler dolayısıyla üç ay gizlemek zorunda kaldık.
Aradan üç ay geçtikten sonra bir gün işittik ki Dede Paşa Hazretleri Erzincân’a gelmiş ve bizim bulunduğumuz yere teşrif etmek üzere imiş. Bu haberi duyunca elimdeki çay bardağını tutamaz oldum. Rahatsızlığımı beyan ederek meclisten ayrıldım. Ne olduğunu kelimelerle anlatamayacağım bir hâl ile evimize koştum. Evin içine girmedim. ‘Merek’ dediğimiz, hayvânların otunu, samanını, yemini koyduğumuz yere kendimi attım. Orada çırpındım, yuvarlandım, ağladım, haykırdım, sızlandım. Üstüm başım, elim, yüzüm ot, saman ve toza bulanmıştı; ama biraz sakînleşmiş, durulmuştum. Kalktım, üstümü başımı çırpıp fırçaladım. Elimi yüzümü yıkadım. Bir abdest tazeledim. Yavaş yavaş, biraz önce ayrıldığım ve şimdiki Dede Paşa Hazretleri’nin bulunduğu Muharrem Efendinin evine gittim. Heyecanım hâlen geçmemiş olmakla berâber, şuurum biraz yerine gelmişti.
Haşa, bir bilgim olduğundan değil, sanki birisi bana tarif etmiş gibi Dede Paşa Hazretleri’nin bulunduğu odaya girmeden ‘üç İhlâs, bir Fâtihâ’ okudum. Önce ‘Peygamber Efendimizin’, sonra sırası ile ‘Şâh-i Nakşibendî Hazretleri’nin’, ‘Pîrlerimizin’ Rûhuna hediye ettim ve yavaş yavaş Dede Paşa Hazretleri’nin bulunduğu odanın kapısını araladım. Bir ayağımı içeri attım, diğer ayağım dışarıda, boyu beş metreden fazla olan odanın kıble tarafındaki peykenin üzerinde oturan Dede Paşa Hazretleri’ni görür görmez, oracığa, kapı aralığına düşüp bayılmışım. Daha gerisini hatırlamıyorum. O zaman Dede Paşa Hazretleri beni bizzat kucaklayıp kaldırmış, odaya almış, bir süre sonra gözümü açtığımda ilk defa bedenen Dede Paşa Hazretlerinin huzurunda idim. Mübârek, iki bardak çay getirtmiş. Birisi kendisi için, biri benim için. Şekerini bizzat karıştırarak, bir annenin evlâdına, çocuğuna içirdiği gibi çayımı mübârek elleri ile bana içirdi. Bu arada, Dede Paşa Hazretlerinin elbiseleri, oda, bardak, kâşık, her şey gâyet açık bir lisânla zikre başladılar. Bunu apaçık görüyor ve duyuyordum.
Yatsıya kadar bir kendime gelip, bir geçiyordum. Nihayet, yatsı namazı kılındı. Hatme okundu. Dersimizi aldık ve evimize döndük. ‘Boy abdestimi’ alıp, ‘tevbe namazına’ durduk. Sağ tarafımdaki duvara yaslanmak istemiştim. Birden duvar ortadan kalktı. Orada Dede Paşa Hazretleri'nin olduğunu hissettim. Sonra ‘Nûrdan Vücûdu'nu gördüm. Bizim de ‘vücûdumuz’ ‘Nûra Nûr’ oldu. Ortada vücud, ceset, madde diye bir şey kalmadı. Her yer, her şey, ‘Nûr’ oldu. Nûr içinde kaybolduk. Bu durumda nasıl oldu bilmiyorum. Namazda ne okudum, eksik mi, fazla mı okudum bilmiyorum. ‘Tevbe namazını’ Dede Paşa Hazretleri ile birlikte kıldık. Sonra yatağa doğru yöneldim. Başımı batıya, yüzümü kıbleye gelmek üzere yatağa girdim. Ama hemen uzanmadım. Heyecan ve şaşkınlığın verdiği zorlukla her gün yatmadan önce okuma ihtiyatında bulunduğum ‘üç İhlâs, bir Fâtihâyı’ okudum. Bir de baktım ki Dede Paşa Hazretleri yine duvardan zuhûr etti. Fakat görünüşü zâhirde bildiğimiz bir görünüş değil. Bütün vücûdu değil, yalnız omuzdan yukarısı görünüyor. Ama o mübârek azametli sakalının her bir telinden hâsıl olan ziyâ, ayın, güneşin, ışığını kapatacak kadar parlak; bir türlü yatamıyorum. Yatsam uyuyamıyorum. Gözümü kapatsam da açsam da aynı “Nûrdan Cemâl"i görüyorum. O geceden sonra bir yıl süre ile nerede olursam olayım, gözümü kapatır kapatmaz, Dede Paşa Hazretleri'ni o manevî vücûdu ile güzelliği, haşmeti ve heybeti ile hep karşımda gördüm.
Diğer bir müşahedemiz söyle cereyan etti:
Dedemin veya Dede Paşa Hazretlerinin olan büyük bir üzüm bağı oluyor. Bu bağda büyük bir çadır kurulmuş. Dede Paşa Hazretlerine ait bargâh, çadır; çadırın içerisinde “Makâm’ı” varmış. Orada yatar kalkarmış. Ziyârete gittim ki çadırın önünde bir arslan var. O arslan ağzını açtığı zaman değil bir insân, bir köyü, bir kasabayı bile yutacak cesamette. Mübârek Dede Paşa Hazretleri bana buyurur ki: "- Bağdan üzüm al, ye!"
-“Efendim, nasıl üzüm alayım? Bu arslan hemen insânı yutar!” diyorum.
Bu sefer buyuruyor ki: "- Bizden gâfil olursan, o arslan seni yutar. Bizden gâfil olmazsan bir şey yapamaz."
Hâl olarak müşahede ettiğimiz bu âlemdeki arslan, nefs-i emmâremiz; üzüm de Dede Paşa Hazretlerinin nispetine işârettir.
Geceleri hiç uyuyamıyorum. Ama sabahleyin bütün gece uyumuş gibi “dinç” kalkıyorum. Mübareğe öğle gönlüm aktı ki ne mal, ne iş, ne hayât; hiç bir şeyin önemi yok. Tek arzum O’nu görmek ve O’nunla olmak.
Bir seneden sonra başka şeyler başladı. Gözümüzün önüne, siyah zemin üzerine Peygamber Efendimiz'in İsm-i Şerifleri yazılı "büyük büyük levhalar” getirmeye başladılar. Bu levhalardan da kuvvetli bir “nûr” neşrolmakta ve bizi ihâta etmekte idi. Bu nûr ihâtasında vücûdumuz ortadan kayboluyor, nûra gark oluyorduk. Bir zaman da böyle devam etti.
Daha sonra bir süre de bize kabristanları gezdirdiler. Pîr-i Abdurrahman Tâğî Hazretleri'nin, Gavs-ı Azam Hazretlerinin, Abdülkâdir Geylani ile Şah-ı Nakşibendî Hazretleri'nin bir arada gösterilen kabr-i şeriflerini ziyâret ettirdiler.
Bunlar olup biterken ne uyku hâlindeyim, ne de uyanık durumdayım. Tarif edilemeyen ikisinin ortası bir hâldeyim. Sonra akşamdan sabaha kadar uyusam, bile uyumamış gibi abdestime sahip oluyorum. Bu arada Dede Paşa Hazretleri, bizim tahsilimiz için, binbaşı rütbesinde, sıhhatli, arslan gibi bir hoca tahsis buyurdu. Bana Arabi ve Farisi dersleri ile Ledünnî ilmini okutturdu.
Efendim, böyle bir yanda kabristan ziyâretleri, bir yandan Peygamber Efendimiz'in isimlerini nûr şeklinde aksettiren levhalar... Arabi, Farisi ve Ledünnî dersleri ile meşgûl olup giderken, öyle bir hâl oldu ki Allah’ı görecekmişim gibi bir his, bir bekleyiş içine girdim.
Peygamber Efendimiz'in İsm-i Şerifleri yazılı levhaları uzun süre seyredip, onların nûru ile ihâta olmamız sonunda, Peygamber Efendimiz'e de bir yakınlığımız oldu. Sevgimiz arttı, ondan da istimdad talep edebilir olduk.
Neticede öyle bir an geldi ki; Her an Allah’ i görecekmişim gibi bir his içimi doldurdu. Bir kuşIuk vakti evimde yalnızdım. Yüzüm Erzincân’a dönük olarak oturuyorum. Her an biri gelecekmiş, ilk seste, ilk harekette Allah’ı görecekmişim gibi kesin bir kanâat içinde o anı bekliyorum. Bir anda altı cihet Lâfza-i Celâl ile doldu. Bunlardan hâsıl olan nûrun içinde kaldım. Vücûdum Lâfza-i Celâllerde yok oldu. Bu nûr deryâsında ne kadar kaldım bilemiyorum.
Bu arada Dede Paşa Hazretleri ile sayısız defalar bir araya geldik. Hatta bir defasında, uyku ile uyanıklık arasında iken Dede Paşa Hazretleri geldi. Ön dişini tepemden başıma geçirdi. Vücûdum yok oldu. Dede Paşa Hazretleri de yok oldu. Artık biz Dede Paşa Hazretleri olmuştuk. Dede Paşa Hazretleri ile buna mümasil pek çok berâberliklerimiz oldu.
Bir gece yatsı namazından sonra, yatağa girdim. Henüz uyumamıştım. Birden hayretle müşahade ettim ki etrâfımdaki her şey, bütün eşyâ, mekan Allah’ı zikrediyor. Bütün dünyâ bir levha hâlinde önüme getirildi. Dağlar, sular, denizler, ağaçlar, bütün canlı ve cansız mevcudat açık bir lisânla Allah’I zikrediyor. Bu arada bizim vücûdumuz o kadar büyüyor ki bir vehme, bir korkuya düşüyorum ve derhal Dede Paşa Hazretleri'nin Velâyetine sığınıyorum ve hemen yetişiyor.
Daha çok acayip şeyler gördük. Mesela, bir defasında masa üstüne örtülen bir masa örtüsünün, saçaklarını teşkil eden her bir ipliğin ucunda birer ağız olduğunu, bu ağızların içinde net olarak görülen, dillerin, devamlı olarak Allah’ı zikrettiklerini açıkça gördük. Ama bu gibi hâllere lüzumundan fazla kıymet vermedik. Bunlardan aslâ gurur duymadık. Allah’a şükür zâhirde çok hoş görülen bu hâllerin hiç birini, hiç bir yerde mevzu etmedik.
İşte böyle, yıllar boyu Dede Paşa Hazretleri bu acize defalarca gözümüz ve şuurumûz açık olarak o mübârek Cemâl sıfâtını da göstermiştir, Celâl sıfâtını da... Celâl Sıfâtında insânın bin tane yüreği olsa dayanamaz. Cemâl sıfâtı ise artık ne bileyim, ne doymak mümkün; ne tariflere sığar.
Şimdi bunlar geçti. Çok gerilerde kaldı. Ama, şimdi biz ne durumdayız efendim... Her türlü hatadan, gururdan, benlikten Allah’a sığınırım. Ne ilmimiz, ne amelimiz, ne de hizmetimiz itibariyle bir kıymetimiz yok. Ama ne yapalım, bir emirdir verilmiş. İhsânlarına şükür: “AMELİM HAVF ü RECÂ,  MAKÂMIM DA Şems-i Hudâ ZERRESİYİM”; yani işim korkmak, yalvarmak, bütün ihvan için korkmak, onların havfını çekmek, onlar için kaygılanmak, onlar için yalvarmak... "
Abdurrahim Reyhan Efendi Hazretleri'nin kendi beyanlarıyla aslında mâhrem olan bu sohbetin kaydedildiği kasetten aynen aktarılanlar, yıldırım hızıyla kat etmiş bulundukları feyz ve nûr deryâsından, ancak bir katre; belki bir katre bile değildir. Zira Sâlih Baba;

              Sâlih'em Şeyhim güneştir ben anın zerresi
              Zerre hiç eyler mi şems-i tâbân ile bahs
             
beytiyle Evliyâullahtan bahsetmenin, O'nun kemâlini anlatmanın mümkün olamayacağını ifade etmiştir. Ancak bizler bir mecburiyet karşısında kaldığımız için aciz idrakimizle O'nun yüce velâyetine sığınârak bir kaç cümle arz ediyoruz.
Kendi ifadesiyle izah buyurdukları o sonsuz nimet hâllerini bizzat yaşayarak geçirdikleri halde, bunların geçmişte kaldığını, işinin korkmak ve yalvarmak olduğunu, hatta ne ilmi ne de ameli olduğunu belirterek sonsuz bir tevazu örneğini  sâfiyetle ifade buyurmuşlardır.
İnsânlar için; hele ihvanlar için ifade edilmeyecek derecede şefkat ve merhamet sahîbi olup, ismi ile müsemmâdır. “Harîsun aleyküm” âyet-i kerimesindeki tecellî sırrı her hâliyle kendinde aşikar görülmektedir. Hatta zâhiri rahatsızlıklar konu edildiğinde, kendisine “İhvan için sağlık, ihvan için ömür istiyorum” buyururlar.
Dergâhta bir iki kişi bile buIunsa onları bırakıp hane-i saâdetine teşrif etmez, rahatına zaman ayırmaz. Ancak ihvanların istek ve ısrarı üzerine hane-i saâdetine teşrif ederler. Müntesiplerinin yanına gelip zorluklara girmelerine râzı olmaz, Türkiye’de ve dünyâda  şehir-şehir, bölge-bölge gezerek ihvanlarıyla berâber olur; sohbetleriyle onları irşâd eder; fedâkarlığın misilsiz örneğini sergilerler. Hatta bu davranışlarını o kadar tâbii lutfederler ki bunu kendileri için bir emirmiş gibi telakki ederler. Teşrif buyurdukları beldelerde aşkın, muhabbetin, feyzin hududu olmaz; ancak ihvanlardan zâhir ayrılış, kendilerini üzer ve hatta her seferinde ağlatır.
Bütün insânlığa kucak açan, “Ne olursan ol gene gel” düsturunu gerçek anlamda uygulayan, “Bizim tarîkatimiz günâhkarlar tarîkatidir”, “Bize günâhı olan, günâhını bilen gelsin”, “Günâhı olmayan bize gelmesin” diye çok geniş bir çizgi ile irşâd görevini ifa ederken insânlara kudret elini uzatır, ümitsizliğe imkan bırakmayacak sığınak yeri olduğunu, her çeşit insân müracaatı ile ortaya koyarlar.
Sohbeti ve sükutlarıyla, ihvanları feyzyâb buyurmaları ziyâretlerine gidebilen herkesin malumudur. “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadîs-i şerifinin izahına yönelik “İnsân, sır, halkıyet, mâhlukat vs.” daha bir çok konulardaki sohbetlerinin farklılığı:

              Ey birâder sözlerime dut gulağ
              Sanma ani söyleyen dil ya dudağ
beytindeki manayla mütenasip olduğu, maksadsız olan bir çok şahıs tarafından çeşitli defalar ifade edilmiştir ki bunlar intisâblı olan kimseler de değillerdir.
Tarîkatlar ve kolları ile ilgi buyurdukları şu sohbet, her müntesibi kendi kapısı yönünde itikat ve ihlâs yönünde hızlandırıcı, yönlendirici, yol gösterici, birleştirici, tefrikayı ortadan kaldırıcı olması bakımından şayanı dikkattir.
“Her müridin kendi meşâyihini Kutb-ul Aktâb görmesi, o müridin hakkıdır. Ama başka meşâyihi küçük görmesi hakkı değildir. Velev ki kendi mürşidi Kutb-ul Aktâb olmasa da müridin ihlası sebebiyle zamanın kutbu o müridin meşâyihi sûretine girer ve o müridin rûhuna hizmet eder. “ Herkes kapısını tanısın, ihlâsla bağlansın" manasını işâret eden bu düstur ancak kâmil ve mükemmillerin kârıdır.

              Bize deryâyı vahdetten haberler söyleyen gelsin
              Hakîkat güllerin görüp bizi mest eyleyen gelsin
beyti “Sohbet” türü ve tarzının tercümanıdır. Aşağıdaki beyit  kendilerine  intisâb eden bir dervişindendir:

              Nutk-u Pâkindir Efendim bana burhandan lezîz
              Zîr-i hâkindir Efendim bana dermândan lezîz
Abdurrahim Reyhan Efendi Hazretleri’ nin Fatıma isimli zevcesinden doğma, Vehbi Efendi ve Avni Efendi adlı iki oğlu ile Rabia Hanım adında bir kızı  vardır.
Altın silsilenin varisi olan Abdurrahim Reyhan K.S. Hazretleri bu veraset nisbetini dünyânın dört bucağında  bütün haşmetiyle devam ettirmiştir