5 Temmuz 2013 Cuma

Yunus Emre

Yunus Emre

Yunus Emre'nin 13. yüzyilin ortalarinda, Anadolu Sakarya irmagi cevresinde bir köyde dogdugu ve 14. yüzyilin ilk yarilarinda yine o civarda öldügü saniliyor. Bazi kaynaklara göre egitimden yoksun (ummi), okuma yazma bilmeyen biriydi. Kesinlikle bildigimiz; onun köy kökenli olusudur. Yunus'un Türk dilini kullanmasi da bunu gösteriyor. Cünkü:
O zamanlarda Anadolu sehir hayatinda ilim ve edebiyat dili olarak Arapca ve Farsca etkinligini sürdürüyordu....
Yunus Emre, Anadoluda, Türk dilini harika bir sekilde kullanan ilk sair olmustur. Siirlerinden anlasildigina göre;caginin din ve dünya bilgilerine hic de yabanci degildir. Hatta, biraz Farsca ve Arapca bildigi ve böylece Islam kaynaklarindan uzak kalmadigi, büyük Mutasavvif Mevlana Celaleddin Rumi ile iliskisi bulundugu, dervis olarak tüm Önasyayi gezip dolastigi anlasilmaktadir.
Yunus Emre, Islam aydinlik caglarinin bir harikasidir. Eger, tek basina düsünülmezse; kendinden önceki veya cagdasi büyük düsünürler ile mutasavvif sairler zincirininkendine özgü son halkasi oldugu kolayca anlasilir.



Prof. Dr. M. Es'ad Cosan:

Yunus Emre gerçekten, baska edebiyatlari bilen kimselerin sözleriyle, --benim kanaatim de çok net olarak öyle-- emsalsiz bir sairdir. Türk diliyle dinî siir yazan sairlerin en büyüklerinden, en basta gelenlerindendir Yunus Emre.... Sadece bizim malimiz degildir, dünya kendisinin hayranidir. Biliyorsunuz evvelki sene de Yunus Emre yili idi.

Yunus Emre, çok derin fikirleri çok sade kaliplarla ifade edebilme kabiliyetine sahib bir kimsedir. Emsalsiz bir lirizm ile, çok muazzam fikirleri çok kisa cümleler halinde, misralar halinde anlatabilen bir kimse... Iftihar edecegimiz bir kimse...

Ben Azerbaycan'a gittigim zaman, bana dediler ki: ''Bu Azerbaycan'in bir kasabasi var; istersen seni götürelim. Oranin ahalisi Fuzûlî'nin hayranidir. Hepsi Fuzûlî'nin divanini bastan sona ezbere bilir, ezbere okur.'' Bizim de saniyorum Yunus Emre'yi ezbere bilmemiz lâzim!.. Çünkü, her siiri ayri harikadir.

Yunus Emre, çok meshurdur ama çok da mechuldür; hayati hakkinda çok sey bilinmiyor, kaynak yok... Mezarinin bile nerde oldugu hakkinda millet hâlâ münakasa ediyor.

Iki tane eseri var elimizde: Birisi Yunus Emre Divani; ötekisi de Er-Risâletün Nushiyye... Iki eserini biliyoruz. Bu iki eserinden birincisi divani; o da bilimsel olarak nesri yapilamamis bir eserdir. Ama, Kültür Bakanligi'nin nesrettigi Dr. Mustafa Tatçi'nin Yunus Emre Divani, daha ileri bir çalisma; güzel... Ondan önce de Yunus Emre ile ilgili çok nesirler yapildi, divan nesredildi. Bu nisbeten onlarin hepsinden daha öteye, ileri bir çizgiye gitmis; güzel, hosuma gitti.

Yunus Emre'nin kendi elinden yazilmis bir divan bize gelmemis. Yunus Emre Divani denilen eserler de karsilastirildigi zaman, birbirlerinden çok farklari var... Bunda olan onda yok, onda olan bunda yok... E hangisi Yunus'un bu siirlerin?.. Belli degil...

Hangi siir gerçekten Yunus'un diye bir meselemiz var; bunu tesbit etmemiz lâzim!.. Sizin bugün Yunus'un diye sevdiginiz, ezberlediginiz, dinlediginiz ilâhilerin bir kismi onun degildir meselâ... Çünkü, bir kaç tane Yunus var... Çok net, çok kesin, bütün ilim adamlarinca bilinen bir gerçek...

Bir kere iki tane kesin Yunus var: Birisi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi yetismis Yunus; ötekisi, Bursa'da Emir Sultan'a yetismis Yunus... Birisi Mevlânâ'dan biraz genç; ötekisi Emir Sultan'dan biraz genç... Emir Sultan'dan feyz almis, Emir Sultan'a bagli... Bu ikinci Yunus daha ziyade, ''Sol cennetin irmaklari'' ''Kâbenin yollari bölük bölüktür'' gibi ilâhileri söyleyen... Yâni bizim Yunus'un diye sevdigimiz siirlerin yüzde altmisi - yetmisi Bursali Yunus'undur.

Bursali Yunus'un Bursa'da kabri vardir ve çok magdur durumdadir. Mahalle arasinda bir evin bahçesi arasinda kalmistir. Ben Bursali arkadaslarimiza rica etmistim, ''Bulun, arayin!'' diye... Buldular, resmini gönderdiler. Söyle bir araliktan geçiliyor. Kimse de, o Sol Cennetin Irmaklari'ni yazan Yunus'un orda yattiginin farkinda degil... Bilseler, yigilacaklar oraya; ama, bilmiyorlar.

Tabii, bu bizim vazifemiz... Ilim, Kültür ve Sanat Vakfi olarak vazife ediniyoruz. Bursa'ya gidecegiz. Belediye baskani eger Çesme belediye baskani kadar yakinlik gösterirse bize; anlatacagiz, diyecegiz ki: ''Bu Yunus, çok büyük Yunus'lardan bir tanesidir. Bunun etrafinin istimlâk edilmesi lâzim, türbesinin güzellestirilmesi lâzim!..''

Bir Yunus o, Bursali Yunus... Bir Yunus da, --simdi belki Aksaray'a baglidir, idârî taksimati bilmiyorum-- Sivrihisar'li... O Sivrihisar, --Eskisehirliler üzülse de söylemek zorundayim-- Eskisehir'in Sivrihisar'i degil... Kizilirmagin kenarinda ama, Eskisehir'deki Sivrihisar degil... Hacibektas kasabasina çok yakin, Sivrihisar diye bir yer var Kizilirmagin kenarinda... Kizilirmak, biliyorsunuz nerelerden dönüp, dolasip öyle gidiyor Karadeniz'e... Bunu bir yazi ile, kitapla Refik Saygun anlatti. Incelemeler yapti, oranin fotograflarini çekti. ''Bu Sivrihisar'dadir Yunus!'' dedi. ''Iste, Tapduk Emre'nin kabri var burda... Iste Yunus'un kabri var burda...'' dedi. Kimse bunu dinlemedi ama, aslinda Yunus'un yeri orasi, kabri orada... Onu da tabii, ihyâ etmek lâzim!..

Ne zaman yasamis; belli degil... Hangi tarihlerde ölmüs; belli degil... Çünkü, bizim vakif kayitlarini, sicilleri; depolarda, koridorlarda ne ariyor diye vagonlarla Bulgaristan'a göndermisler. Gelmisler Istanbulda ilgisiz ilgililer... Koridorlarda bir takim evraki çok kalabalik görünce:

''--Ne bunlar burda?..''

''--Efendim, bunlar arsiv belgeleri...''

''--Ne ise yarar?..''

''--Eski yazi...''

''--E, biz devrim yaptik, harfleri degistirdik. Kim bunlari okuyacak?..'' demisler. Vagonlara yüklemisler.

Ismail Hakki Konyali feryad etti, yazilar yazdi: ''Bunlar arsiv belgesidir, bunlar gönderilmez; çok kiymetli evraktir!'' diye ama, giti hepsi... Avrupa'ya gitti, ve sâireye gitti. Yâni kendi mâzîmizi koruyamiyoruz. Yanginlar tahrib ediyor, kendimiz tahrib ediyoruz.

Çanakkale'nin, Fatih Sultan Mehmed Han tarafindan yapilan kalesinin giris kapisindaki kitabeyi, oradaki askerî birligin basindaki bir üstegmen veya yüzbasi kazitmis. Ne istedin o kitabeden, niye kazitiyorsun?.. Fatih'in kitabesi bu... Hapsetmek lâzim!.. Kazitmis; simdi ara da bul, kitabe yok...

Mezar taslari Londra'da satiliyormus... Bizim mezarliklardan çalinan mezar taslari, kavuk sekli, tas sekli, yazisi itibariyle antika oldugu için Londra'da haraç mezat satiliyormus. Müsteri buluyormus, oralara kaçiriliyormus. Nasil ediyorlar artik, bilmiyorum.

Onun için Yunus'un mezartasi yok... Arsivler yok, belgeler yok... Gölpinarli söylüyor, ben de gördüm: Haci Bektas kütüphanesinde bir yazmanin üst tarafinda, dogumu su, yasi su kadar, vefati su diye bir kayit var... Ama kim yazmis oraya, nereye dayanarak yazmis, belli degil... Diyorlar ki, iste 1320 yillarinda ölmüstür. Belki dogru olabilir ama, kuvvetli bir belge degil...

Bir tek kuvvetli belge var: Risâle-i Nushiyye isimli eserini yazmis, sonunda tarih atmis. Hicrî 707 tarihinde yazilmis; milâdî 1306/1307 ediyor. Demek ki Osmanlilardan önce o sagmis. Ötekiler, ilim adami olarak bizim yüzdeyüz kabul edecegimiz seyler degil...

Yunus'un divaninda incelemize göre; Yunus Emre evlenmis, çolugu çocugu var... ''Allah bize de çoluk çocuk verdi.'' diyor bir siirinde... Anliyoruz ki, Yunus bekâr göçmemis; evli çoluk çocuk sahibi bir insan...

Bir sair koca olmus. Yâni yaslanmis. Genç yasta degil, bayagi bir ihtiyarlamis oldugu belli...

Seyh efendi diye çok hürmet etmisler kendisine, siirinden biliyoruz. O kendisinden bahsederken, kendisini çok kötüleyerek söylüyor ama, biz anliyoruz. ''Bana seyh diyorlar; nerde ben?.. Mertebem, çok fenayim.'' diye söylüyor; ama ordan anliyoruz ki, seyh demisler. Herkes hürmet ediyor, herkes elini öpüyor. Hayatinda bu hürmeti görmüs.

Ilim bakimindan; yüksek derecede dînî bilgileri kazanmis, usta bir âlim... Öyle oduncu filân degil... Ümmî, elifi ve sâireyi okumamis bir insan degil; çok büyük bir alim... Eserlerinden de belli, kendisi de söylüyor. Muhtemelen Konya'da tahsil etmis ve Sadreddin-i Konevî'nin fikirleri var, Abdülkerim-i Ciylî'nin fikirleri var siirlerinde... Onlar ayri bir konferans konusu, ince tasavvufî meseleler... Çok büyük bilgisi var...

Simdi, bu eski Yunus ile, Mevlânâ zamanina yakin Yunus ile, öteki Bursali Yunus arasinda yüz küsur yil zaman farki var... Üslûb farki var... Bu Yunus'un dili baska, Bursali Yunus'un dili baska... Sip diye anlasilir; kullandigi kelimelerden ve üslûbundan hemen farkedilir. Mevlânâ'ya çagdas Yunus baska, Bursali Yunus baska... Ikisi ayri sahsiyet...

Bursali Yunus, hiç falso yapmamis olan, siirlerinde kimseyi tedirgin edecek bir söz söylememis olan, müteserrî, müeddeb, âsik bir sâir... Tam dört dörtlük potada bir insan...

Gelelim eski Yunus'a... Eski Yunus, cür'etli bir insan, iddiali söz söyleyen bir insan... Nasil iddiali söz söylüyor?..

Bir kez gönül yiktin ise,

O kildigin namaz degil!..

''Bir kere bir kalb yiktiysan; senin kildigin namaz, namaz degil!'' diyor. Seriat bu kadar siki degil... Seriat biraz müsamahalidir. ''O kusurdur, tamam kalb kirmasi bir kusurdur ama; öbür taraftaki namazi da, namazdir. Ne yapalim, kusurlu bir müslüman... Kusursuz insan olmaz.'' diye düsünülür. Ama, Yunus sert bir insan; öyle seylere pek razi gelemiyor, sapasaglam olsun istiyor. ''Bir kez gönül yiktin ise; o kildigin namaz degil!'' diyor, defterden siliyor. Eski Yunus sert, sertligiyle taniniyor.

Sonra, biraz da Allah'a olan sevgisinden dolayi, bizim hürmet ettigimiz bazi seyleri de küçümser gibi bazi ifadeler kullaniyor; insanin yüregi agzina geliyor.

Cennet cennet dedikleri,

Birkaç köskle birkaç hûri;

Isteyene var anlari,

Bana seni gerek seni!..

Simdi bu çok cür'etli bir söz ama, sonu tatli baglandigi için bir sey de diyemiyoruz. Allah'i o kadar çok seviyor ki, cenneti, hûriyi ve sâireyi de düsünmüyor.

Bu da vardir. Hattâ bizim Naksî tarikatinda vardir. Çâr terk diyoruz biz... Dört seyi terketmesi lâzim dervisin: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk...

Dünyayi defterden silecek, gönlünden çikartacak... Ukbâyi defterden silecek, gönlünden çikartacak. Ukbâda cennet var, hûriler vs. var... Terk-i hestî; varliktan geçecek, kendini yok edecek, fenâ makamina erecek... Terk-i terk; bir de, terkettiklerini kafasinda tutup da, kendisine kibir gurur getirmeyecek, terkettiklerini de unutacak... Yâni, ''Ben sunlari terkettim, ne büyük adamim!'' demeyecek.

Bu bizim ilk Yunus da, acaba nasil bir Yunus?.. Böyle cenneti, hûrileri filân küçümsedigine göre... Bir baska siiri de var, onun bestesi de çok hosuma gidiyor:

Milk-i bekàdan gelmisem,

Fânî cihani neylerem?..

Ben dost cemâlin görmüsem,

Hûr-i cinâni neylerem?..

''Öbür alemden geldim ben buraya; ben burayi ne yapayim?.. Ben cemâlullahi görmüsüm, Allah'i görmüsüm; hûrileri ne yapayim?..'' diyor. Bu da güzel bir siirdir. Hicaz makaminda bestesi çok nefistir.

--Yunus böyle de, acaba Yunus çizgiden çikmis bir insan mi?..

--Hayir!..

--Iddiali olduguna göre, yoksa alevî mi bu adamcagiz?..

--Alevî degil!.. Bilimsel olarak onu da söylemek bizim vazifemiz... Nerden isbat edebiliriz?.. Meselâ televizyonda çikacak karsimiza alevî babalari, dedeleri; ''Yunus alevî idi.'' diyecekler.
''Ahmed Yesevî alevî idi'' diyorlar. Tamam, o zaman Hazret-i Ali de alevî idi. Kendisi netice itibariyle ama, senin bildigin alevî degil... Alevîlik Hazret-i Ali'yi sevmekse, biz de alevîyiz. Hepimiz seviyoruz ama, yasantin nasil?..

Simdi, surda bir sözü var eski Yunus'un:

Namaz kilmayana sen,

Müselmandir demegil,

Hergiz müselman olmaz,

Bagri dönmüstür tasa...

Namaz kilmayana müslüman demiyor eski Yunus... Sinirli ya, asabî mesrebli adamcagiz... Namaz kilmadi mi, siliyor defterden... Hani, kalb yikani defterden sildigi gibi, namaz kilmayani da siliyor. Namaz kilmayanlar yandi... Yunus kovalayacak sopayla... (Hergiz müselman olmaz; bagri dönmüstür tasa...) Hergiz, aslâ demek...

Alevî kardeslerimiz sahabenin arasinda ayirim yaparlar; biz ayirim yapmayiz.

(Ashâbî ken nücûmi) ''Benim ashabim yildizlar gibidir.'' buyurmus Peygamber Efendimiz... (bi eyyihim iktedeytüm ihtedeytüm.) ''Hangisine sarilsaniz, hak yola, cennete gidersiniz.'' buyurmus. Biz ashaba dil uzatmiyoruz. ''Ashaba dil uzatarak benim canimi sikmayin! Ashabim konusunda ileri geri konusup da, beni üzmeyin!'' buyuruyor. Biz ashabin kendi aralarindaki meseleleri bahis konusu etmiyoruz.

Ama onlarda tevellâ ve teberrâ var... Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz'in dostlarini sevmek var, düsmanlarina düsman olmak var... Bir takim sahabeyi defterden silmek var, aleyhinde konusmak var... Eski Yunus'ta bunlar yok...

Bunlari niçin anlatiyorum?.. Yunus'un gerçek çehresini herkes bilsin diye anlatiyorum. Onu da surda, misaliyle isaretledim. Onu da okuyayim da delilli olsun:

Isksiz adem dünyada,

Belli bilün yokdurur.

Her biri bir nesneye,

Sevgüsi var âsikdur.

Çalab'un dünyasinda,

Yüzbin türlü sevgü var.

Kabul et kendözüne

Gör kangisi lâyiktir.

''Dünyada herkes bir seyi sever. Binbir türlü sevgi var dünyada... Ama sen, bu sevgileri söyle bir göz önüne getir. Bunlarin hangisi sana lâyiktir; seçme yap!'' diyor.

Yâni, ''Rahman'i mi sevmek lâzim, seytani mi sevmek lâzim?.. Imani mi sevmek lâzim, sirki küfrü mü sevmek lâzim?.. Zulmü mü sevmek lâzim, adaleti mi sevmek lâzim?.. Herkes bir sey seviyor ama, sen kendine lâyik olani seç!'' diyor.

Biri Rahmânir Rahîm,

Biri seytânir racîm.

Anun yazugimuz di,

Sevgüye taallukdur.

Dünyada Peygamberün,

Basina geldi bu isk.

Tercemâni Cebrâil,

Ma'sûkasi Hàlik'dur.

Yâni, ''Bu sevgi dedigimiz sey Hazret-i Muhammed'in de basina geldi. Bu askin tercümani Cebrâil AS'dir. Rasûlüllah'in sevgilisi de Allah'tir.'' diyor.

Siirin besinci dörtlügünde:

Ömer ü Osman Ali,

Mustafâ yâranleri.

Bu dördünün ulusi,

Ebû Bekr-i Siddîk'dur.

Ebûbekir Siddîk'in en yüksek oldugunu düsünmek de, ehl-i sünnet akîdesidir. Biliyorsunuz, ehl-i sünnet akîdesine göre, sahabe-i kirâmin efdali Ebûbekir Siddîk Efendimiz'dir. Hilâfet de, fazîlet sirasina göredir. Bizim kanaatimiz böyle... ''Allah böyle takdir etmis; demek ki, bunda bir sebep vardir.'' diye, biz böyle düsünüyoruz sünnî olarak...

Ama alevî kardeslerimiz, ''En üstünü Ali idi. Ötekiler haksizlik etti, gasb etti. Hazret-i Ali Efendimiz, Peygamber Efendimiz'in cenâze isleriyle mesgulken, orda politik entrikalarla kendilerini seçtirdiler.'' demeye getiriyorlar.

Yapmaz o insanlar!.. Diyelim ki, böyle haksizlik yapti... Böyle insana Allah, Peygamber Efendimiz'in türbesinde yatmayi nasib etmez!.. Bu da benim özel delîlim...

Peygamber efendimiz'in yanina herkes yatmadi; kabir arkadasi iki kisi var... Kim?.. Iki kayinpederi... Orda da zerâfet var; ikisinin de kizini aldi ya Peygamber Efendimiz... Birisi Ebûbekir Siddîk, Hazret-i Aise Anamiz'in babasi; ötekisi Ömerül Faruk, Hazret-i Hafsa Validemiz'in babasi... Yâni kayinpeder oluyor, baba oluyor. Allah onlara nasib etmis, Peyggamber Efendimiz'in türbesinde durmayi...

Efendimiz'in kabri surda... Ebûbekir Siddîk Efendimiz'in kabri arkasinda... Ömerül Faruk Efendimiz'in kabri yaninda... Eskiden diyorlardi ki, ''Turna dizilisi gibi, birer metre geriye, birer metre saga kaymis durumdadir.'' Öyle degil...

Son yapilan kazilarda, türbenin duvarini yaparken; kibleye arkamizi dönüp, türbeye dogru teveccüh ettigimiz zaman, sag tarafta kalan yan duvarin tamirini yaparken, tamir edenler iki tane ayak görmüsler. Hemen kapatmislar ve çok üzülmüsler. ''Eyvah! Acaba Rasûlüllah'i mi rahatsiz ettik?'' diye... Sonradan tarih kitaplarini karistirmislar. Anlasilmis ki, Hazret-i Ömer Efendimiz levent oldugu için, boylu poslu oldugu için sigmamis da, ayagi biraz uzamis oraya dogru... Hazret-i Ömer'in ayagi oldugu anlasilmis.

Simdi, böyle bir kötülügü yapmis olsalardi, Allah onlara Peygamber Efendimiz'in yaninda, türbesinde, ayni odada bulunma serefine erdirmezdi. Benim görüsüme göre... Nasib etmezdi, kogardi onlari bilmem nereye... Ne olursa olurlardi. Orada defnedilmek nasib olmus; bu çok önemli bir sey...

Bir de Hazret-i Aise Validemiz'in rüyasi vardir. Hazret-i Aise Validemiz bir rüya görmüs. Ebûbekir Efendimiz de rüya yorumlamayi seviyor. Biraz o hususta mahareti taninmis. Babasina diyor ki:

''--Babacigim, bir rüya gördüm. Gökten üç tane kamer, ay yere indi. Benim hücreme geldiler, topraga daldilar. Acaba bunun yorumu ne?..''

''--Kizim! Senin odana üç kisi defnedilecek. Bunlar yeryüzünün en hayirli insanlaridir.'' diyor.

Peygamber Efendimiz vefat edince de kizina yanasiyor, diyor ki:

''--Kizim, hani sen bir zaman bir rüya görmüstün ya, iste senin üç kamerinden bir tanesi budur ve en hayirlisi budur.'' diyor.

Peygamber Efendimiz oraya gömüldü. Ikincisi kim?.. Ebûbekir Efendimiz... Üçüncüsü kim?.. Ömer Efendimiz...

Evet, Ömer Efendimiz sinirli bir insandi, eli kirbaçliydi. Çarsiya pazara çikardi, belediye reisligi vardi. Esnafi kontrol ederdi. Kamçiyi kafasina indirirdi. Ama Allah için yapardi, adaletliydi. Sevmeyen olabilir, kizan olabilir ama Allah sevdi mi, baskasinin hiç önemi yok...

Peygamber Efendimiz'e de bazi konularda, ''Yâ Rasûlallah, öyle yapmayalim!'' demis ve Hazret-i Ömer'in itiraz ettigi sekilde vahiy inmis sonra... Samimiyetle kanaatini söyleyen insan... Dogruyu sevmek lâzim!..

Bizim burda anlatmak istedigimiz bilimsel bir gerçektir, bir yanlisligi düzeltmektir. Yunus Emre'lerin hiç birisi --Bursalisi zâten degildir de, birinci Yunus da öyle-- seyhayna, yhani Ebûbekir ve Ömer Efendilerimize söven bir insan degildir. Tevellâci ve teberrâci degildir. Alevî degildir, sünnî akidesindedir. Çok net... Bu siiri onun için buraya koydum. Iki dörtlügü daha var:

Alem fahri Muhammed,

Mi'râca agdugunda,

Çalab'dan diledigi,

Ümmetine azikdur.

Yunus senin aybini,

Gözlegil ayrugi ko,

Kimesnenin aybina,

Sen bakmagil yazikdur.

Sonunda da ahlâkî bir sey söylüyor: ''Ey Yunus!'' diyor kendisine... ''Senin ayibini gözle sen! Kendi ayibina bak, kendini düzeltmege çalis!.. Ayrugi ko; yâni baskasinin ayibini arastirmakla mesgul olma, birak o isi!.. Kimsenin ayibina bakma; günahtir.'' diyor. Yazik, günah demek...

Yunus Emre bir kere akide olarak isbat etmis oluyoruz, namazli niyazli bir insandi. Sonra sahabe-i kirama hürmet eden bir insandi. Ayet-i kerimeleri bilen bir insandi. Alevî kardeslerimiz de bu çizgiye gelsinler, bunun baska çaresi yoktur; çünkü, hak budur.

Yunus'un tasavvufî anlayisini ayrica anlatmak lâzim ama, kisaca söyle anlatalim... Bunu çok kimse bilmez. Bilmedikleri için de Yunus'u anlayamazlar. Yunus'un ne dedigini çok kimse anlayamaz, siirlerini dogru yorumlayamaz. Siirlerini yorumlayan insanlara bakiyorum, tatli insanlar, güzel insanlar, sevimli insanlar, kendilerini de seviyorum; ama, Yunus'un siirini açiklamasi dogru degil!.. Yunus'un siirini anlamamis... Benim anladigim bir takim konular var, noktalar var; açiyorum orayi, anladi mi, anlamamis.

Yunus tasavvuf yönünden Ahmed-i Yesevî ekolüne baglidir; bir... Ikincisi, vahdet-i vücud kanaatine sahibdir.

Biliyorsunuz tasavvufta vahdet-i vücud vardir. Yâni, ''Mahlûkatin vücudu izâfîdir. Varlik, Allah'in varligidir. Gerisi havadir, bostur, yoktur.'' demektir. Vahdet-i vücudu insan, lisedeki edebiyat kitaplarindan ögrenemez. Vahdet-i vücud ince bir konudur. Dikkat etmezse insan, ayagi küfre kayar. Kolay anlasilmaz, ince bir konudur. Yâni, kulun kendi varligini yok bilmesi, Allah'in varliginin yegâne varlik oldugunu bilmesidir. Yunus bu kanaattedir, vahdet-i vücuda sâliktir.

Biz meselâ, sahsen hangi ekoldeyiz?.. Biz vahdet-i suhûd'a sâlikiz. Bu Imam-i Rabbânî Efendimiz'in kanaatidir. Diyor ki: ''Ben murakabelerimde, halvetimde, tasavvufî çalismalarimda çok çok defalar, bütün dikkatimi kullanarak meseleyi tekrar tekrar inceledim; vahdet-i vücud yok, vahdet-i suhud var!'' diyor. Suhud ne demek?.. Allah'in varligina sahid her sey; bu sahidlerin birligi var... Allah var, onun disinda yarattiklari mahlûkat var... Muhiddin-i Arabî'nin dedigi gibi degil, vahdet-i suhud var demis oluyor.

Muhiddin-i Arabî'nin fikirlerine sahibdir Yunus Emre... Bu da normal, anlasiliyor. Çünkü, Muhiddin-i Arabî'nin kanaatinin, tasavvufî ekolünün Anadolu'da yayilmasina sebep olan Sadreddin-i Konevî, Konya'da uzun zaman hizmet etmistir. Malatya'ya ve sâireye gitmistir. Bu vahdet-i vücud düsüncesini Anadolu'da yerlestiren odur. Daha baska mutasavvif sairler vardir. Mevlânâ da vahdet-i vücuda müntesibdir.

Haci Bayram-i Velî'yi inceledi, Ethem Cebecioglu diye bir talebem vardi, simdi doçent Ilâhiyat'ta... Ben emekli olduktan sonra ona sordum:

'
'--Nasil, Hacibayram-i Velî'yi inceledin mi?'' dedim.

''--Maalesef hocam, o da vahdet-i vücudcu...'' dedi.

Maalesef demeye lüzum yoktur. Vahdet-i vücut, öyle maalesef denecek bir inanç degil ama, çok dikkatli olmak lâzim!..

Muhterem kardeslerim! Insânin zâten seriati bilmeden tasavvufa dalmasi tehlikelidir. Önce muhaddis olacak, müfessir olacak, fakîh olacak; ondan sonra tasavvufa girerse ayagi kaymaz. Onlari bilmeden tasavvufa girerse, takliden birisinden duydugu sözü söyler, çok büyük tehlikelere düser.

Ben bazen, tasavvuftan bahseden insanlarin kitaplarini okuyorum, gülüyorum. Anlamiyorlar, yasamadiklari için... Yasamadigi için bilmiyor konuyu, bilmedigi için de hariçten gazel okuyor.

Eskiden gazinolar olurmus. Gazelhâni olurmus, sahnesi olurmus. Hanendesi, sâzendesi olurmus. Içkiyi içince bazilari da cosarmis, hariçten gazel atarlarmis. Oraya yazarlarmis, ''Hariçten gazel atmak yoktur.'' diye...

Yâni kimisi hariçten cosup da gazel atiyor. Öyle degildir. Bu isin sakasi, oyunu yoktur. Burda hariçten gazel atmak insanin ayagini kaydirir, cehenneme düsürür. O bakimdan meseleleri yasamak lâzim, onlarin halet-i rûhiyesini anlamak lâzim!..

Vahdet-i vücud insanin seyr-i sülûkunda ve halvetinde bir duraktir. Sonlara yakin bir duraktir. O duraktan sonra baska duraklar vardir. Kisaca böyle söyleyebilirim. O duraga gelir insan... O durak son durak degildir. O duraktan daha ötedeki duraklara geldigi zaman insan-i kâmil olur.

Yunus Emre'ye göre insanlar dört sinif... Tabii, kâfirler de var... Kâfirleri hiç nazar-i dikkate almiyor.

(Ülâike kel'en'âmü belhüm edal) ''Onlar hayvanlar gibidir, onlardan da saskindir.'' Hayvanlardan daha sasirmistir, kâfir oldugu için...''

Haci Bektâs-i Velî de bunu yaziyor Makàlât'inda... Gayrimüslimleri, Allah'in varligini birligini anlayamamis olduklari için siralamaya almiyor, kayit dahi etmiyor.

Mü'minler vardir. Mü'minler dört siniftir:

1. Ehl-i seriat

2. Ehl-i tarîkat

3. Ehl-i ma'rifet

4. Ehl-i hakîkat

Simdi bu siramayi da kimse bilmiyor. kimisi ma'rifeti öne aliyor, kimisi muhabbeti öne aliyor. Ama Yunus'un ekolünde siralama böyledir. Seriat kavmi, tarikat kavmi, ma'rifet kavmi... Yâni, seriat ilkokuldur diyelim. Tarikat, ortaokul ve lisedir. Ma'rifet üniversitedir. Hakîkat da, üstadliktir; yâni her seyi bitirip, ihtisas yapip da en yüksek pâyeye ulasmis olmaktir.

Yunus seriat, tarikat, ma'rifet kelimelerini kullanir siirlerinde... Bu mânâya kullanilir. Danismend, fakih, sofî kelimelerini kullanir; bu tasnife göre kullanir. Muhib kelimesini kullanir; asik demek... Asik Yunus diye de söyler bazen... Muhib diye de söyler. Iste en yüksek olan da budur. Onun için, kendisi de aski en ön plana almistir.

Yunus'un felsefesi, Mevlânâ'nin zihniyetiyle aynidir. Ikisi de tasavvufî mertebelerin siralanisinda, en yüksek makami ask makami olarak görmüslerdir. Yunus bunu açikça söylüyor:

Yunus öldü diye selâ verilir,

Ölen hayvan imis, asiklar ölmez!

Asigin ölecegini bile kabul etmiyor. ''Yunus öldü diyorlar; ölür mü hiç asik?..'' diyor. Hakîkaten ölmemistir. Bak sana hâlâ konusuyoruz, yasiyor aramizda...

Asktan söz etmistir Yunus... Bastan sona divaninin %80'i, 90'i ask üzerinedir. Mevlânâ da öyledir. Mevlânâ da biliyorsunuz Mesnevîye seyden basliyor:

Bisnev ez ney çün hikâyet mîküned,

Ez cüdâyîhâ sikâyet mîküned.

''Dinle neyden kim hikâyet eyliyor; ayriliklardan sikâyet eyliyor.'' diye basliyor. Neyin bu yanik sedâsinin özüne, vatan-i aslîsine hasretin sebebiyle oldugunu sembolik olarak söylüyor. Sonra da yapistiriyor söyleyecegi sözü:

Atesest in bank-i nâyu nîst bâd,

Her ki in âtes nedâred, nîst bâd.

''Bu neyin içindeki atestir; üfürük degildir, yel degildir, atestir. Kimin içinde bu ates yoksa, yok olsun be!.. Adam mi o?..'' Beddua ediyor. ''Içinde bu ask atesi olmayan yok olsun!'' diye söylüyor. Yunus da öyledir, Mevlânâ da öyledir. Haci Bektâs-i Velî de öyledir. O da ayni makamdan bahsediyor.

Yunus'a göre, tasavvuf çok kiymetli bir ilimdir. Erenler en yüksek insanlardir. Bir siiri vardir ''Eve Dervisler Geldi'' diye... Eve dervisler geldi diye dügün bayram ediyor, siir yazmis. Gazel yazmis. Sevgisini heyecanini ifade eden ilâhi yazmis. Erenler en yüksek insanlardir.

Evliyaya ugramaz ise yolun,

Göçtü kervan, kaldin daglar basinda!..

der Yunus... Onun erenlere saygisinin bir iki misalini vereyim:

Erenlerin nazari,

Topragi gevher eder.

Erenler kademinde,

Toprak olasim gelir.

''Erenlerin ayaginin topragi olmak istiyorum'' diyor.

Sonra, dervislige medhiyeleri çoktur. Ma'rifetullah yolu, askullaha, muhabbetullaha götüren egitim oldugu için, dervislik çok kiymetlidir Yunus'a göre... Dervislik, Farsçada fakirlik demek... Türkçe'de buna miskinlik de diyor Yunus... Miskin Yunus dedigi, dervis Yunus demektir. Yoksa Yunus miskin degildir, civa gibi bir insandir.

Bu dervislik duragi,

Bir acaib durakdur.

Dervis olan kisiye,

Evvel dirlik gerekdür.

Çün anda dirlik ola,

Hak bile birlik ola...

Varligi elden koyub,

Ere kulluk gerekdür.

Diyor ki: ''Bu dervislik bir acaib yoldur. Dervis olan kisiye evvelâ dirilik, hayat, yasam gerek... Yâni, adam ölmüs olmayacak. Itiyorsun, kakiyorsun, çimdikliyorsun, çivi batiriyorsun, igne batiriyorsun; kipirdamiyor. Ölmüs... Tamam, dervis olamaz! Çünkü, hayat yok... Evvelâ dirlik olacak, canli olacak bir kere...

Ikincisi: (Çün anda dirlik ola..) Eger dervis olacak kimsede bir hayat varsa, (Hak ile birlik ola... Varligi elden koyup, ere kulluk gerekdür.) seyhe teslim olacak. Erene, evliyaya kulluk edecek, iyi hizmet edecek ki, varligini benligini koyacak ki, terakkî edebilsin.

Eger bir insanda varlik varsa... Varlik nedir?.. Varlik; kibridir, gururudur, ilmidir, parasidir, mevkiidir, makamidir...

Mevlânâ'nin karsisina zamanin beylerinden bir bey gelmis. Mevlânâ, hiç konusmamis. Böyle basi egik, elleri cübbesinin yeninde böyle durmus. Karsisindaki bey, sultan, mevki makam sahibi insan; hiç iltifat etmiyor, böyle duruyor. Adam durmus durmus, terlemis, kizarmis, bozarmis, demis ki:

'
'--Efendim bana bir nasihat etseniz!''

O da ne kadar zalim olsa gene iyi insan ki, Mevlânâ'yi ziyaret ediyor, bir de nasihat istiyor...

''--Evlâdim, sana ben ne diyeyim? Seni Rahman sultan eylemis, sen seytana kulluk ediyorsun!.. Rahman seni sultan etmis, Rahman'a kulluk edecekken, seytana kulluk ediyorsun, seytana uyuyuyorsun; olur mu böyle sey?.. Halki sana ismarlamis, havale etmis bunlara sefkat eyle, hizmet eyle diye; sen onlara zulmediyorsun. Ben sana ne diyeyim?'' diye adamcagiza öyle agir sözler söylemis ki, hüngür hüngür aglamis adam...

Cesarete bak!.. Kimseye eyvallahi yok, hak sözü gümbür gümbür söylüyor.

Varligi elden koyacak, mevki düsünmeyecek, makam düsünmeyecek, zengin oldugunu düsünmeyecek.

Zenginin yürüsü bile baskadir. Elini cebine koyar. Yürüyüsünden anlarsin ki, bu adam zengindir. Isterse çapaçul giysin, yürüyüsünden belli olur. Dükkâna girisinden belli olur, fiati sorusundan belli olur. Söyle ezile büzüle, ''Bunun fiati kaç acaba?...'' filân derse; fakir, adamin parasi yok, tezgâhtardan korkuyor. Ötekisi ''bunun parasi kaç?..'' der, ''Begenmedim!'' der. Kirk tanesine bakar, kirkbir tanesine bakar... Özür dilemeden, pabuçlarin hepsi meydanda, çikar gider. Hiç birisini almaz. Zengin...

Zenginin halet-i rûhiyesi, mevki makam sahibinin halet- i rûhiyesi... Bir de ilim insana benlik verir. ''Ben ki, söyleyim, böyleyim...'' diye düsünür, o da benlik verir. Bunlarin hepsini koyacak. Varligin elden koyup --çar terk dedigimiz terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk-- ere kulluk edecek. Bir kere su egitimini bir tamamlayacak!..

Hani ne demis Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri'ne, Üftâde Hazretleri?..

--Efendim ne olur beni dervis al, kabul et!..

--Evlâdim sen yapamazsin, kadiliga devam et! Bizim isimiz zordur.

--Efendim ne olur... Tamam, yapmaga söz veriyorum, dervisiniz olayim!..

--E peki, o zaman ciger sat bakalim Bursa'nin sokaklarinda!.. Ciger...

Eskiden ciger nasil satiliyor, böyle camekân mi var?.. Belediyenin istedigi sartlara uygun böyle satis yerleri mi var?.. Yok... Sopaya cigerler takiliyor, arkadan kediler miyav miyav geliyor... Adamin sirtinda ciger sopasi... Sokaklarda bagiriyor. Isteyene cigeri kesiyor, veriyor. Yarim okka, bir okka, bilmem ne...

Bursa'nin kadisi, konagi olan, ilmi irfani olan Aziz Mahmud-u Hüdâî'ye ne diyor seyhi?.. ''Ciger sat evlâdim!'' diyor. Niye?.. Nefsi ezilsin diye. Satmis... Çok güzel hizmet etmis, çok güzel tevâzu göstermis. Is bittikten sonra, demis ki: ''Evlâdim, aferin! Basardin bu egitimi... Hadi bakalim seni Istanbul'a vazifeli gönderiyorum. Umarim ki, sultanlar atinin dizgininden tutar, önünden yaya yürür.'' demis.

Ve yürümüstür... Sultan Ahmed dervisi olmustur. Atinin dizginini tutmus ve önünden yürümüstür. Evvelden de, sonrasini gösteriyor Allah evliyâsina...

Kulluk eyle erene,

Sarkdan garbi görene!..

Senden haber sorana,

Key miskinlik gerekdür.

''Seyhe hizmet et ki, o sarki garbi görür.'' --Bak Bursa'da iken, Istanbul'da ilerde olacak hadiseleri keramet olarak haber vermis.-- (Senden haber sorana, key miskinlik gerektir.) Yâni, çok mütevâzi olacaksin, miskin olacaksin... Öyle kibirli olmayacaksin.

Miskin olagör bâri,

Benlikden irak yürü!..

Gönlünde benlik olan,

Dervislikten irakdir.

Eger mütevâzi olamazsan, içinde benlik varsa, o zaman dervislikten irak olursun.

Hak eren, benim dedi.

Varligin erde kodu.

Erenlerin himmeti,

Yerden göge direkdir.

Yine ereni, seyhi medhediyor.

Bu dervislik beratin,

Okimadi müttiler.

Kim ne biliser bunu,

Bir acaib varakdir.

Varak, defter, yaprak demek... ''Bu ilmi kadilar, müftüler okumadi. Bu bir acaib ilimdir, acaib yapraktir. Bunu bilmezler.'' diyor.

Gerçekten öyledir, aziz ve muhterem kardeslerim!.. Ilâhiyat Fakültesi profesörü olarak ilâhiyat hocalarini tanirim, Diyanet'ten müftüler, diyânet isleri baskanlari tanirim; tasavvufî terbiye baska seydir. Ilâhiyatlarda okunmuyor, imam-hatiplerde okunmuyor. Insan alirsa aliyor, almazsa adam olamiyor.

Ey Yunus ârif isen,

Anladim bildim deme!..

Tut miskinlik etegin,

Âhir sana gerektir!

''Ey Yunus! Bildim filân diye, kibir gurur satma; miskinlik, mütevâzilik tarafini tut! Sana gerek olan budur.'' Çünkü, Allah mütevâzi kullarini sever.

Yunus'a göre danismend, ilim ögrenen, henüz daha hamdir. Fakîh --h harfi düsmüstür faki derler-- fikih bilen insan demektir. Sonra sôfî, tarikat erbabi... Girmis tarikata ama, girmek bitimek demek degil ki... Nerde okuyorsun?.. Falanca fakültede... Daha bitirmemis, dur bakalim!... Ön kapidan mi çikacak, arka kapidan mi çikacak; diplomayi hangi dereceden alacak, ne olacak belli degil... Ona da çatar zaman zaman... ''Ey sôfî, sen söyle diyorsun, böyle diyorsun...'' diye ona da çatar Yunus'umuz...

Sevdigi insanlar ârif insanlardir, irfan ehli insanlardir, ma'rifet ehli insanlaridr. Tevâzua çok önem verir, ahlâk-i hamîdeye çok deger verir. ''Insanin ahlâki güzel olmadiktan sonra, sagi solu yikip yaktiktan sonra, kalb kirdiktan sonra kiymeti olmaz!'' diye söyler siirlerinde...

Ve en yüksek makam da, asiklik makamidir. Asik niçin asiktir?.. Müsahede makamina erdigi için asiktir. Yâni, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ni müsahede zevkine, makamina, rütbesine ulasmis oldugu için, o güzelliin karsisinda mesttir. Gözü ne cennet görür, ne hûri görür, ne baska mevkî makam görür. O ask ile, her yaptigi isi Allah rizasi için yapar. Ve dâimâ Allah'in rizasini gözetir.

Söyledigi sözler dogrudur, katiliyorum. Seriatin ahkâmi konusunda titizligini vurgulamak isterim.

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi ulûm-u ser'iyyeye, dînî bilgilere kuvvetli bir sekilde âsinâ eylesin... Dinini bilen müslümanlar olalim; bir... Tasavvufî terbiye edidigimiz iç egitimini, vicdan egitimini, nefis terbiyesi islemini görmüs olalim!.. Sivriliklerden, sertliklerden, çirkinliklerden, ahlâkî zaaflardan içimizi yikamis, temizlemis olalim; iki...

Allah-u teâlâ Hazretleri bize ma'rifetini ihsân eylesin... Irfan ehli eylesin... Gözümüze müsâhedeyi nasib eylesin, gönlümüze askini, muhabbetini ihsan eylesin... Sevdigi razi oldugu kullar olarak, onu seven kullar olarak, her yaptigi isi Allah askina yaparak yasamayi nasib eylesin... Huzuruna da sevdigi razi oldugu bir kul olarak varmayi nasib eylesin... Iki cihanda azîz ve bahtiyar olun... Hepinizin dualarini beklerim... Hepinize sevgilerimi, saygilarimi arz ederim...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..


(30. 10. 1994 - Çesme / IZMIR Konferanstan bir bölüm.)

Süleyman Hilmi Tunahan Ömrünü Kuran Eğitimine Adamış Bir İslam Alimi

.
Ömrünü Kuran Eğitimine Adamış Bir İslam Alimi:
Süleyman Hilmi Tunahan
sht.gif (198171 bytes)
Son devir din alimlerinden olan Süleyman Hilmi Tunahan’ın babası zamanın müderrislerinden Hafız Osman Efendi’dir. Soyu Fatih Sultan Mehmet’in "Tuna Hanı" olarak tayin ettiği ve kendi kız kardeşi ile evlendirdiği İdris Bey’e dayanmaktadır. Babası Osman Efendi tahsîlini İstanbul'da tamamladıktan sonra Silistre'ye giderek meşhur Satırlı Medresesi’nde yıllarca müderrislik yaptı. Süleyman Hilmi Tunahan, 1888 (H.1306) yılında Silistre'nin Ferhatlar köyünde doğdu. 1959 (H.1379) senesinde İstanbul'da vefat etti. Bu büyük İslam aliminin kabri Karacaahmet Kabristanı’nda bulunmaktadır.
İlim ehli ve fazilet sahibi bir aileden dünyaya gelen Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, ilk tahsilini Silistre Rüştiyesi’nde ve Silistre Satırlı Medresesi’nde yaptı. Daha sonraki yıllarda tahsilini tamamlamak için İstanbul'a gelerek Sahn-ı Seman (Fâtih) Medresesi’ne kaydoldu. O devrin meşhur alimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin derslerine devâm etti. Uzun yıllar süren bir eğitimden sonra 1916 senesinde Ahmed Hamdi Efendi’den birincilikle icazet aldı. Daha sonra o zamanki tabiri ile dersiam olarak yetişmek üzere Süleymaniye Camii medreselerinden Medresetü'l-Mütehassısi’nin tefsir ve hadis kısmına devam etti.
Son derece parlak bir zekaya sahip olan Süleyman Hilmi Tunahan, 1919 senesinde Medresetü'l-Mütehassısinden birincilikle mezun oldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzatı (Hukuk Fakültesini) da üstün bir derece ile bitirdi. Böylece bir taraftan dersiam diğer taraftan da kadılık rütbelerine ulaştı. Mezuniyetinin ardından İstanbul'da dersiam olarak vazifeye başlayan Süleyman Hilmi Tunahan bir süre vaizliğe devam etti. Uzun müddet İstanbul'un Sultanahmet, Süleymaniye, Yeni Cami, Şehzadebaşı ve Piyale Paşa gibi büyük camilerinde halka vaaz vererek insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı.
Tasavvuf yolunda Selâhüddin İbni Mevlana Siracüddin Efendi’nin sohbetlerine devam ederek yetişti. Süleyman Hilmi Tunahan'ın tasavvufi yönüyle ilgili olarak, damadı ve talebesi Kemal Kaçar tarafından Necip Fazıl Kısakürek'e verilen notlardan bir bölümü şöyledir:
"Süleyman Efendi’nin batın ilmine yani tasavvuftaki manevi cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehline malumdur. Zahiri akıl ve zeka ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan Müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hatta iç hayatı münkir olamaz da yine tasavvuf ve irşada ehil bir zat ile karşılaştığı halde, o zat İlahi iradeyle kendisini ona bildirmezse, dünyalar biraraya gelse onun feyzlerinden haberdar olamazlar. Bizim ise kendisinin manevi cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakin biliyoruz. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hiç olmazsa aksini iddia etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hali görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünya ve ahiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz."
Zâhiri ve batini yönden yüksek derece sahibi olan Süleyman Hilmi Tunahan, itikatta Ehl-i sünnete, amelde Hanefî mezhebine, tasavvufta Nakşibendi yoluna bağlıydı. Ehl-i sünnet vel-cemaate son derece bağlıydı. Kendisinden feyz alan talebeleri ile sohbetlerine devâm eden kimselere en büyük tavsiyesi; "Ehl-i sünnet vel-cemâat" akîdesine ihlâs ve samîmiyetle bağlı olmalarıydı. Yetmiş iki senelik ömrü boyunca İslâmiyet’in emir ve yasaklarını öğrenerek, öğreterek ve insanlara anlatarak onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olan Süleymân Hilmi Tunahan, 16 Eylül 1959 senesinde İstanbul'da Kısıklı'daki evinde vefât etti. Ardından da Karacaahmet Kabristanı’na defnedildi.

Bu makale, İlmi Araştırma Dergisi Ocak 2002 tarihli sayısında yayınlanmıştır.




Bediüzzaman Said Nursî

calig07.jpg (26242 Byte)

Bediüzzaman Said Nursî


Bediüzzaman Said Nursî, yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden biridir. 1876'da Bitlis'in Hizan kazâsına bağlı İsparit nâhiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 23 Mart 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibâren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır.Gençlik yıllarını alabildiğine haraketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, "Bediüzzaman" , yani "çağın eşsiz güzelliği" lâkabı ile anılmaya başlamıştır.
Said Nursî medrese eğitimiyle dini ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış; bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarurî ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da da ilim dünyasına kendisini kısa sürede kabul ettiren Bediüzzaman, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul'u çalkalayan hürriyet ve meşrûtiyet tartışmalarına katılmış; meşrûtiyete İslam nâmına sahip çıkmıştır. 1909'da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hadiseden sonra İstanbul'dan ayrılarak şarka geri dönmüştür.
Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van'da bulunan  Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdâfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta bir çok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya'da esâret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul'a dönmüştür.
İstanbul'da devlet ricalinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü'l-Hikmeti'l İslamiye âzâlığına tayin edilmiştir. Bu devrede, resmî vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Bediüzzaman, İstanbul'un işgâli sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin plânlarını bozmuştur. Kezâ, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu'daki kuvâ-yı milliye hareketini "isyan" olarak vasıflandıran şeyhülislâm fetvasına karşı, mukabil bir fetva vererek millî kurtuluş hareketinin meşrûiyetini îlân etmiştir. Bu hizmetleri Anadolu'da kurulan Millet Meclisi'nin takdirini kazanmış ve Bediüzzaman bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara'ya dâvet edilmiştir.
Bu mükerrer dâvetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara'ya gelmiş ve Meclis'te resmî bir "hoşâmedî" merâsimiyle karşılanmıştır. Ankara'da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak Meclis âzâlarına dağıtmıştır. Bu beyannâmede yeni inkılâbın mîmarlarını İslam şeâirine sahip çıkmaya çağırmış; akabinde Mustafa Kemal'le bir kaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umumî vâizliği, milletvekilliği ve Diyanet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek Van'a dönmüştür.
O sıralarda çıkan Şeyh Said hâdisesiyle hiç bir ilgisi olmadığı, hattâ hâdise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said'i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Bediüzzaman hâdise sonrasında, Van'da ikâmet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada "mânevî cihad" hizmetini başlatmış, birbiri peşi sıra telif ettiği eserlerde îman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmanını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000'i bulmuştur. Başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935'te Eskişehir, 1943'de Afyon, 1952'de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Bunlardan netice alınamamış, ancak Bediüzzaman yine rahat bırakılmamış; Kastamonu'da, Emirdağ'da, Isparta'da sıkı tarassud ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman, buna rağmen, îman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur Külliyatı'nı tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Kur'ân'ı bu asrın idrâkine uygun ve ikna edici bir üslupla izah ve ispat eden ve vehbî olarak kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatını en güzel meyvesidir.


Imam-i GAZZÂLÎ



Imam-i GAZZÂLÎ

Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Ahmed' (H. 450/505/m. 1058-1111) Tus sehrinde dogdu. Yasadigi yüzyil siyasî bakimdan çalkantili, fakat Ilmî ve dinî hayat bakimindan Islâm dünyasinin ve hatta o günkü dünyanin en parlak dönemini teskil eder. Ayrica Gazzâlî, yalniz döneminin degil, bütün Islâm düsüncesi tarihinin en önde gelen düsünürlerindendir. Ehl-i sünnet inancina yaptigi hizmet, kendisine Huccetü'l-Islâm lakabinin verIlmesine sebep oldu. FIkihta Sâfiî, kelâmde Es'ariyye ekolünü benimsemis olan Gazzâlî ömrünün sonlarini tasavvufî bir hayat içinde geçirdi.
Gazzâlî; Kelâmcilar, sûfiyye, bâtinîler ve özellikle yunan kaynakli felsefe dahil, devrinin bütün düsünce sekillerini olabildigince tahlil ve tenkitten geçirdi (De Boer, Islâm'da Felsefe tarihi, Çev, Yasar Kutlay s. 109).
Eserleri, Islâm dini ve düsüncesinin hemen her alani ile ilgili oldugu gibi, her zihin seviyesindeki Insan a hitabedecek sekilde de hem yaygin hem yüksek bir özellige sahiptir. Baslicalari; 0hyâ'ü-Ulûmi'd Dîn: Sam'da inzivada bulundugu sirada yazdigi, 0nanç, Ibâdet ve tasavvufa dair konulari içine alir. El-Munkiz'u-mine'd-Dalâl: Düsünce hayatini ve kendisinin geçirdigi ruhâ-manevî merhaleleri anlattigi eseridir. Bu eser degeri bakimindan Augustin'in "Les C onfessions" (itirafla) ina; Descardes'in "Metod üzerine Konusma" sina ve Rousseau'nun "itiraflar" ina benzetilir (HIlmi Ziya Ülken, Islâm Felsefesi-Kaynaklari ve Tesiri, Istanbul, 1967, s. 120). Mekâsidu'l-Felâsife: Felsefenin mahiyetini ve filozoflarin delillerini sergiler. Daha sonra tenkit edecegi Islâm messaî (Aristocu) felsefesinin güzel bir tanitimi mahiyetindedir.
Mi'yâru'l-Ilm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu Iki eser, klâsik mantigin temel problemlerini sergiler ve mantigin öneminden bahseder.
el-Iktisad fi'l-i'tikad, Ilcamu'l-Avân an Ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Miskâtu'l-Envâr, Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayi Saadet, Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka dairdir. Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle Islâm inanç ve düsünce hayatinin günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendigini göstermektedir.
Bütün endisesi Islâm akidesini, buna bagli olarak da Islâm ahlâkini ve düsüncesini savunup yaymak olan Gazzâlî, din ile dogrudan ilgili bulunmayan diger ilimleri de Islâm dinini esas alarak degerlendirmistir. Bu sebeple de devrinin gelenegine uyarak bütün ilimleri, Islâm inancini esas kabul ederek bir siniflamaya tâbi tutmustur.
Buna göre, ilimler önce;
a-Ser'î (dinî) ilimler: Usûl, yani Tevhid Ilmi ve furu' amelî ilimler.
b-Aklî ilimler: Rîyazî ve mantikla ilgili olanlar; Tabiî ilimler, metafizik (varlik Ilmi) diye ana bölümlere ayrilir. Daha sonra, Ilâhiyât, Siyâset ve Ahlâk da ayn ilimler olarak yer alir (Gazzâlî, Makasidu'l Felâsife Nsr. Süleyman Dünya, Kahire,1960, s. 134 vd).
Gazzâlî'nin ilimleri degerlendirisi, din-ilim ve din-felsefe iliskileri gibi, günümüz Insanini yakindan ilgilendiren hususlara isik tutacak mahiyettedir. Ona göre, matematik, Geometri ve Astronomi gibi ilimlerin olumlu veya olumsuz denebilecek sekilde din ile ilgili bir yönü bulunmamaktadir. Bu ilimlerin meseleleri, aklî delillerle ispat edilen konular olup, ögrenildikten sonra inkâra mahal bulunmayan hususlardir. Din adina bu gibi ilimlere karsi çikmak, dine zarar verir. (Gazzalî, el-Munkiz'u-mine'd-Dalâl, çev. HIlmi Güngör, Istanbul 1948 s. 18). Mantik Ilmi de dinin esaslariyla ilgili bulanmadigindan, onun reddedIlmesi dogru degildir. Sayet, yukardaki bu söz konusu ilimler din adina reddedilecek olursa, reddedenin aklinda hatta dininde bir kusur oldugu süphesi uyanabilir (Gazzâlî, a.g.e., s. 20-21).
Tabiati kendine konu edinen ilimlere gelince, bunlar, âlemdeki cisimlerden yani, gökler, yildizlar, yerdeki su, hava, toprak, ates gibi basit cisimlerden, hayvanlar, bitkiler, madenler gibi bilesik cisimlerin degisme ve gelismelerinden bahseder. Din, tip Ilmini oldugu gibi, bu çesit tabiata dair ilimleri de inkâr etmez. Ancak, felsefeciler (felâsife) ilâhiyata dair ve metafizikle ilgili konularda yanIlmislardir der (Gazzâlî a.g.e., s. 22-25).
Gazzâlî, Islâm dünyasinin siyasî çalkantili döneminde ve Islâm inancinin çesitli düsünce akimlariyla mücadele ettigi bir sirada yasadigindan, inanç konularini ele alip savunun kelâm Ilmini, aklî meseleleri isleyen felsefeyi ve dini hayati bu Ikisinin üstünde ve disinda tamamen ruhî bir yaklasim içinde görmeye çalIsan tasavvuf ekollerini ciddi bir tenkit ve tahlilden geçirme ihtiyaci duymustu. Onun birinci gayesi, Islâm inancina ve ehl-i sünnet akidesine gelebilecek her çesit hücuma karsi koymakti (Mâcit Fahri, Islâm felsefesi Tarihi, Çev. Kasim Turhan, Istanbul 1987, s. 174). Bu sebeple, günümüz müslümanlarina da isik tutacak bazi temel Ilkeler tesbit etmisti. Buna göre,
Kelâmcilar, Islâm dininin inanç esaslarini bid'at ehline yani, ehl-i sünnet ve'l-cemaat yoluna uymayan her çesit inanç ve düsünceye karsi savunurken, onlarin delillerini ve mantigini da kullanmak durumunda kalmislar, sadece karsilarindakilerin fIkirlerinin yanlisligiyla ugrasmamislardir. Oysa Gazzâlî'ye göre bu usûl ile halki bile ikna etmek mümkün degildir. Yine, kelâmcilar bu Ilmin amaci disina çikmislardir. Çünkü, herkes için yararli olmayacak olan bu Ilmi çok yayginlastirmislardir. Gazzâlî, Islâm inanç esaslarini bir savunma araci olan kelâm Ilmini, süpheye düsmüs zeki kimselerin süpheden kurtulmak gayesi ile ve Islâm inancini savunan bilginlerin' dini savunmak için ögrenmesinin uygun olacagini söyler.'
Gazzâlî'nin en mühim yönlerinden biri de, felsefe ile olan iliskisidir. Onunun felsefe çalismasi, Islâm düsüncesinde ve ilâhiyet alaninda kendisinden sonra gelen düsünürlerin ve düsünce alanlarinin herbirinde etkili olmustur. Bu konuda kullandigi metot ise, felsefesine karsi oldugu, Aristo mantigini kabul ederek ve felsefeyi yakindan taniyarak, felsefe tenkitçiligi seklinde ortaya çikar. (W. Montgommery Watt, Islâmî Tetkikler, Islâm Felsefesi ve kelâmi, çev. Süleyman Ates, Ankara 1968, s. 108 vd.).
Gazzâlî'nin bir felsefe tenkitçisi olarak Islâm dünyasinda derin etkisine ek olarak, onun "süphe, hakki götürür." prensibiyle Fransiz düsünürü Descartes'e "Sebep ile sonuç arasinda zorunlu bir baglilik yoktur" düsturu ile David Hume'a ve "Aklin bütün meseleleri kavrayamadigini" ileri süren Ilkesiyle de Alman düsünür Kant'a öncülük ettigi söylenir (Cavid Sunar, Islâm Felsefesi Dersleri, Ankara,1967, s. 115).
Gazzâlî'nin felsefe'den amaci, dinin felsefeden üstün oldugunu göstermektedir. Uasmak Istedigi sey de, her türlü süpheden uzak kesin (yakînî) bilgidir. O, aradigi kesin bilgiyi dünya ile ilgilerini kesmis olan kalbin safiyetinde bulur. bu tavriyla da genelde tasavvufa meyleder. Allah hakkinda bir bilgiye sahip olmanin sarti; mal, evlat, makam, mevki, vb. dünya ile ilgili baglardan kurtulma, dilin daima Allah'i zikretmesi ve nihayet dildeki zikrin kalbe intikâl edip, hatta kisinin kalbinden de lâfiz ve kelimelerin silinip, sadece onlari manasinin kalmasidir. Kisi ruhu temizleme yoluna girip, bu yolun gerektirdigi seyleri uygulamaya baslayinca, kendisinde Allah'i taniyip bIlmeye yarayan kesifler ve müsâhadeler zuhûr etmeye baslar (Gazzâlî, ihya, III, s. 19).
Hayatinin sonlarinda yazdigi ve bir otobiyografik eser olan el-Munkiz'u mine'd Dâlâl'de Gazzâlî kendi zihnî ve ruhî durumunu anlatir. Burada derin ve hakikati arayan bir süphe sergilenir. O, bu yipratici süpheden Allah'in lütfu ile kalbine attigi bir nur yardimiyla kurtulur. Böylece, apaçik hakikatleri aklin, akil yürütmenin ve mantigin yardimi olmaksizin yani delilsiz ve ispatsiz bir sekilde birdenbire kavramasi mümkün olmustur (Gazzâlî, el-Munkiz, s. 8), Allah'in kereminden gelen bu nur ile gerçege ulastiktan sonra, kendi zamanindaki hakikat arastiricilarini bu sahip oldugu ölçüye göre dört sinifa ayirir ki, bu tasnif, Islâm düsüncesindeki ana ekollerin bir elestirisi demektir.
a) Kelâmcilar: Bunlar, dinin esaslarini mantiktan çikardiklari delil ve kaidelere göre savunmaya çalisirlar. Fakat bunlar, "Hâl gözüyle" kesfedIlmemis apaçik dayanaklardan çikmadigi iç in yeterli gayretler degildir.
b) Felsefeciler (felâsife): Kendi gayretleriyle arastirdigi felsefede Gazzalî filozoflari üç ana grupta toplar:
1- Dehriyyûn (Materyalistler): Allah'in varligini ve ruhu inkâr eden; âlemin ezelî ve ebedî (baslangiçsiz ve sonsuz) oldugunu ileri sürenlerdir. Bunlar, kâfir ve zindik bir guruptur.
2- Tabîiyyûn (Natüralistler): Gazzâlî'ye göre bunlari da inkârci (zindik) saymak gerekir. Çünkü onlar, âlemi taniyinca, Allah'in varligini kabul ettiler fakat, ruhun ölmezligini ve ahiret hayatini inkâr ettiler.

3- 0lâhiyyun: Gazâlî'ye göre bu gurubun da iman esaslarina uygun bulunan yönlerinin yaninda, imanla uyusmayan taraflari da vardir. F elâsife (felsefeciler) zümresini teskil eden bunlarin önde gelenleri, Eflâtun ve Aristoteles'in düsüncelerini Islâm dünyasinda devam ettirenlerdir. Gazzâlî'ye göre felsefecilerin en mühim yanlislari, ilâhiyyat konusudur. Aristocu (messâî) diye bilinen bu filozoflar, gurubunun Tehâfütü'l-Felâsife (Filozoflarin tutarsizligi) adli ünlü eserinde üç meselede küfre, onyedi meselede de bid'at ve sapikliga düstüklerini ileri sürer (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozoflarin tutarsizligi) çev. H. Bekir Karliga, Istanbul 1981 s. 14-16). Buna göre felâsife; Kiyamet günü hasrin beden ile olmayacagini yani sadece ruhen vücud bulacagini, Allah'in âleme ait teferruati degil de sadece Küllî (genel kanunlari bildigi), Üçüncüsü de, âlemin kadîm (ezelî) oldugunu ileri sürdükleri için Gazzâlî'ye göre küfre girmisler yani, Islâm dini açisindan inkârci durumuna düsmüslerdir.
c) Bâtinîler: Gazzâlî'nin ehl-i sünnet inanci karsisinda degerlendirdigi ve reddettigi diger bir grup da, kendi döneminde Islâm akidesi için büyük tehlike teskil eden bâtinîlerdir. Bunlar, herseyin zahirî (dis) ve bâtinî (içderûnî) manalari bulundugunu iddia edenlerdir. Bunlara göre, bütün farzlarin ve sünnetlerin zahirleri birer Isaret ve remizden ibarettir, gerçek manalar ise, bâtinda gizlidir. Bâtinîler bu iddialarindan yola çikarak Ayetler Hadisler ve din ile ilgili her hususu bâtinî bir yoruma (te'vile) tabî tutarlar. Halbuki bu durum Islâm dinine uygun degildir.
Gazzâlî zamaninda Hasan Sabbah gizli bir teskilat kurup, etrafindaki fedâilerle dehset saçari hareketlere girismisti, kendini de ma'sum (hata etmez ve günahsiz) Imam diye tanitmisti. Bu durum, Islâm dini için hem inanç bakimindan hem de siyasî olarak bir tehlike olusturmustu. Onlarin temel Ilkeleri, birligi te'min etmek için bir Imam-i masum'â baglanmak ve bütün bilgileri ondan ögrenmek gerektigi seklindeydi (Gazzâlî, Munkiz, s. 31, vd.) Gazzâlî, onlara karsi, müslümanlarin Imam-i masum'u Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Biz, Allah tarafindan ona indirilen Kur'an-i Kerîm'e ve onun sünnetine bagliyiz diyerek, bâtinîligi kesinlikle reddeder (0brahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtinîlik, Ankara 1964 s. 51, 70).

d) Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Gazzâlî, yukarda sözü edilen üç zümreyi Islâm dini karsisinda tenkit ettikten sonra, derinlemesine sûfileri tenkid eder. Ona göre sûfiler, Ilmin yaninda amelin de lüzumuna inanmis olan gurubu teskil eder. Onlarin gayesi, nefsi kötülüklerden temizlemek ve zIkir yoluyla kalpten, Allah sevgisinden baska her seyi atmaktir. Düsünce ile fiili (ameli) birlestiren tek yol buydu. Ona göre büyük sûfilerin arzu ettikleri sey, tatmak ve yasamakti. Nefsin arzularini yok etmek, kalbin dünya ile alâkasini kesmek, gurur, kibir, söhret ve gelecek endiselerini asmak onlarin baslica faziletleridir. Bu faziletler gerçeklesince Insanda kalp gözü açi lir. Gazzâlî'nin kalbin mahiyeti ve Kalp Gözü hakkindaki açiklamalari 0hya, Mizânu'l-Amel, munkiz, Risâletü'l-Ledunniyye ve Mikatü'l Envâr isimli eserleri basta olmak üzere, diger eserlerinde de yay Ilmis durumdadir. Burada onun kalp ve kalbî bilgi hakkindaki düsüncesi söyle özetlenebilir:
Kalp, Allah hakkindaki bilginin dogdugu yerdir. O, bir çesit cevherdir, Insan hakikati onunla kavrar. Kalp, Insan ruhunun kesf ve sezgi gibi en yüksek derecesini teskil eder. Ve bir ayna gibi esyanin aslini kavrar. Kalp, akilli kimseyi hayvandan, küçük çocuktan, deliden, ayiran bir mana tasir, maddî göz yani beden gözü disi (zahiri) görür fakat içi görmez. baskasini görür, kendisini görmez, sonluyu görüp kavram sonsuzu kavrayamaz. Kalp gözündeki nur ise bir olgunluk (kemâl)'tur, yukarda maddî göz için söylenen eksiklikler onda yoktur. O, baskasini idrak ettigi gibi, kendini de idrak eder. Ona, uzak-yakin birdir, esyanin sirlarina nüfûz edebilir. Kalp gözüne Akil, Ruh, Insanî nefs gibi isimler verilir. (Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düsünce SIsteminin Temelleri, Bilgi-mantik-iman, Istanbul, 1989, s. 91 vd.).
Gazzâlî bu fIkirleriyle, soyut düsünce ve mantiga karsi, yasanmis tecrübeyi ve zevki koyarak, bunu hakikate ulastiran bir yol olarak görmüstü. Ona göre tasavvufun asil degeri de akil üstü (irrasyonel) âleme açIlmis bir kalp gözü olmasindan, nazârî olan ile amelî olani birlestirmesinden, hakikati bizzat yasanan tecrübeden çikarmasindan ve ahlâkî hayat için bir örnek olmasindan geliyordu.
Görüldügü gibi Gazzâlî, sûfîlerin zevk ve dînî tecrübe metotlarini benimser, fakat burada yanlis bir hükme varanlari da tenkit eder, meselâ; Allah ile birlestigini, ona hulûl ettigini, dînî cezbe ve istigrak (ekstaz) halinde, kendilerini her türlü dînî emrin üstüne çikmis diye kabul eden bazi sûfilerin bulundugunu, oysa, bu gibi durumlarina dine tamamen aykiri seyler oldugunu söyler (Gazzâlî el-Munkiz, s. 44, vd.; Necip Taylan, a.g.e. s. 108. vd.).
Gazzâlî'nin üzerinde durdugu çok önemli kavramlardan biri de Akil kavrami ve aklin din ile olan iliskisidir. O, akli çesitli anlamlarda kullanmistir. Meselâ; nazarî bilgileri kavramak için Insanin yaratilistan sahip oldugu kâbiliyettir. Insan, hayvandan bu hususiyeti ile ayrilir. Bazan, tecrübeden elde edilen bilgilere de akil denir. Nitekim, tecrübeli kimseye akilli kisi denIlmektedir. Ayni sekilde devamli olan mutlulugu kazanma kabiliyetine de akil denir. Bundan hareketle Gazzâlî'ye göre aklî ilimleri ser'î (dinî) ilimlere aykiri diye görenler câhillerdir. Akil, dogru yolu serîatsiz bulamadigi gibi, serîat (din) da ancak akil ile anlasilip açikliga kavusabilir, Bu anlamda akil göze, serîat da isiga benzer. Baska bir ifadeyle, din binadir, akil ise, onun temelidir. Binasiz temel anlamsizdir, temelsiz bina ayakta duramaz.
Akil ile Nakil (nass) iliskisinde yorum (te'vil) yapanin durumunu da Gazzâlî söyle tesbit eder. Te'vil yapanlar söyle gruplandirilabilir: 1- Yalniz nakle deger verenler, 2- Sadece Akla deger verenler. 3- Akli esas tutup nakli, akla tabi kilanlar. 4- Nakli esas alip, akli nakle tabi kilanlar, 5- Hem nakli hem akli esas alip Ikisine birden deger verenler. Gazzâlî'ye göre en dogru yolu bu besincisi bulmustur. KIsaca Gazzâlî'ye göre akil ve din birbirini tamamlar. Aslinda bu Iki taraf, birbirine aykiri da degildir. Din aklin degerini inkâr etmedigi gibi, onun önemini vurgulayan ve Insani düsünmeye yönlendiren bir çok Ayet-i Kerime ve hadisler vardir. Böylece Gazzâlî akil-din iliskisini karsilikli bir ihtiyaç ve uzlasma tarzinda yorumlayarak, aklî ilimler ile dinî ilimleri, din ile dine aykiri düsmeyen düsünceyi uzlastiran bir yol tesbit eder.
Gazzâlî'nin yasadigi dönemin dinî bakimdan oldugu gibi siyasî bakimdan da önemli oldugunu biliyoruz, o, siyasetle ilgili düsüncelerini et-Tibri'l-Mesbuk fi Nasaihi'l-Mülûk, el-Munkiz, ihya, Kimyay'i-Saadet, el-Iktisad fi'l-0'tikad gibi eserlerinde ilgisi oldukça belirtmistir. 0limler siniflamasinda siyasete ayri bir yer vermis ve siyasetin Insan ve toplum hayati için geregini belirtmistir.
Gazzâlî'ye göre siyaset, Insani iyi yola yönlendiren bir ilim olan ahlâkin yaninda yer alir. Insan hayati için bu dünyada belirlenmis davranis Ilkeleri gereklidir. Çünkü, onlar ayni zamanda ahiret hayatina hazirligin da bir geregidir. Saglam bir dünya teskilati ve çalismasi olmadan ahiret hayati içinde istikrar içinde çalIsamaz. Bir yerde kanun ve nizamin temin edilememesinden dolayi siyasî bir istikrarsizlik varsa, orada Allah'a hizmet edebilecek zihnî bir sükunet de olamaz onun için Insan dünya-ahiret uyumunu kurmalidir.
Gazzâlî, Insanin tek basina yasayamayacagi yani daima hem cinsine muhtaç oldugu Ilkesinden hareketle Islâmî yönetimi yani devletin gerekliligini belirtir. Bu durum, neslin devaminin sarti oldugu gibi, ihtiyaçlarin karsilikli iliskilerle temin edIlmesinin de sartidir. Fakat Insanlar toplum halinde yasarken, karsilikli iliskiler içinde bulunacaklarindan, aralarinda bazi kavga ve anlasmazliklar da tabiî olarak çikacaktir. Bunu önlemek için bir hukuk sIstemi ve hükümet gerekli bulundugu gibi, bu siyâsî nizami sagliyacak bilgi, basiret ve önderlik vasiflarina sahip kimselerinde bulunmasi gereklidir.
Gazzâlî, Islâm devlet baskanligi için altisi yaratilistan, dördü müktesep on özelligin bulunmasi gerektigini belirtir. Bunlar, bulûg çagina gelmis olmali, akilli, hür, erkek, duyu organlari saglam olmali, cesaretli ve otoriter olmali, adil olmali, çikacak yeni durumlara göre en uygun yolu seçebIlmeli, takva sahibi, cömert ve bilgili olmali (Harun Han Sirvanî, Islâm da siyasî Düsünce ve 0dare, s. 97. vd).

Gazzâlî'nin düsünce sIsteminin orjinal kabul edilen yönlerinden biri de, kendisinin bu konuda batili filozoflarla karsilastirIlmasina gerek duyulan sebeplilik (nedensellik) meselesidir. Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserinde filozoflari tenkit ettigi en önemli felsefe problemlerinden biri olan bu konu, sebep-sonuç arasinda görülen iliskinin mutlak ve zarurî olmadigi seklinde özetlenebilir. Oysa, sebep-sonuç münasebeti felsefe ve mantikta birbirine kesin ve zarurî olarak bagli görülmektedir. Gazzâlî, böyle bir düsüncenin mucizeyi inkâr etmek olacagi anlayisindan hareketle, sebep-sonuç iliskisinin neticesini bir zarûret (vucûb) degilde olabilir (caiz) olarak görür. Çünkü sözkonusu Iki taraftan birinin varligi, digerinin de var olmasini gerektirmez ve böyle bir gereklilik anlayisi aliskanliktan kaynaklanir. Meselâ; susuzlukla su içmek, bunun kesIlmesiyle ölüm, ilâç ile sifa bulmak, gibi iliskilerin sonuçlari kaçinIlmaz degildir. Bunlarin birbirine bagliligi, Allah'in takdirinden dolayidir. Ve Allah kendi kudretiyle Isterse bunlari yaratmayabilir (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Falâsife, s. 85)
Eserleri ortaçagda Lâtinceye çevrilen Gazzâlî, el-Gazel adiyla meshur olmustur. Özellikle yukarda degindigimiz sebeplilik konusunda Ockhamli William, Nikola ve Peter gibi hristiyan filozoflari etkilemisti. Bunun yaninda Gazzâlî, bilhassa Endülüslü Iki filozof olan Ibn Rüsd ve Ibn Tufeyl tarafindan ciddi sekilde tenkit edildi. Ancak Gazzâlî, onbirinci yüzyildan günümüze kadar ehl-i sünnet akidesinin saglam bir sekilde devam edip gelmesinden ve tasavvufta Ilmî otoritesiyle kendini daima hissettirmistir. Zamanimizda da Kelâm, FIkih, Islâm Hukuku, Tasavvuf, Ahlâk ve Felsefede önemli yerini muhafaza etmektedir.
Necip TAYLAN

NECIP FAZIL KISAKÜREK

besme.gif (17663 Byte)
NECIP FAZIL KISAKÜREK
Düsünür, sair ve yazar (D. 26 Mayis 1905, istanbul- Ö. 25 Mayis 1983). Maras’li bir soydan gelen Necip Fazil’in çocuklugu, ecdad100.gif (10780 Byte)mahkeme reisliginden emekli büyük babasinin Çemberlitas’taki konaginda geçti. Ilk ve orta ögrenimini Amerikan ve Fransiz kolejleri ile Bahriye Mektebi’nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladi. Lisedeki hocalari arasinda dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi (Akseki), Ibrahim Aski gibi isimler vardi. Istanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdikten (1924) sonra gönderildigi Fransa’da Sorbonne Üniversitesi Felsefe bölümünde okudu (1924-25). Paris’te geçen Bohem günlerinden sonra, Türkiye’ye dönüsünde Hollanda, Osmanli ve Is bankalarinda müfettis ve muhasebe müdürü olarak çalisti. (1928-39). Biri Fransiz okulu, Robert kolej, Istanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuari, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Cografya fakültesi’inde hocalik yapti (1939-43). Sonraki yillarinda fikir ve sanat çalismalari disinda baska bir isle mesgul olamadi. Sairlige ilk adimini 17 yasinda iken, annesinin arzusuyla basladi ve ilk siirleri Yeni Mecmua’da yayimlandi (1922). Yeni Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çikan siirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüsü yayimladigi Örümcek Agi (1925) ve Kaldirimlar (1928) adli siir kitaplari onu çok genç yasta çagdasi sairlerin en önüne çikararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlik ve heyecan uyandirdi. Henüz otuz yasina basmadan çikardigi yeni siir kitabi Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayi sürdürdü.

‘’Necip Fazil, belki en büyük Türk sairi degildir fakat, Türk Edebiyatinin en kuvvetli siir kitabi her halde Ben ve Ötesi’dir.’’ (Ziya Osman Saba, 1932). Söhretinin zirvesinde iken felsefi arayislarini içinde yeni bir dönemin dogum sancisini hisseden Necip fazil için 1934 yili gerçekten de hayatinin yeni bir dönemine baslangiç olur. Bohem hayatini en koyu yasadigi günlerde, Beyoglu Aga Camii’nde vaaz vermekte olan Naksibendi Seyhi Abdülhakim Arvasi ile tanisir ve bir daha ondan kopamaz. Necip Fazil’in hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunuldugu tiyatro eserlerini birbiri ardina edebiyatimiza kazandirmasi bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri Istanbul Sehir Tiyatrolarinda haftalarca kapali gise oynar, büyük ilgi toplar. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarindandir. Necip Fazil’in sairligi ve oyun yazarligi kadar önemli yönü, çikardigi dergilerle düsünce hayatimiza kattigi zenginlik ve bu dergilerde çikan yazilarla sürdürdügü mücadeledir. Ilk alti sayisini Ankara’da, devamini Istanbul’da çikardigi Agaç dergisi (1936, 17 sayi) dönemin ünlü edebiyatçilarinin toplandigi bir okul olur. Ilk sayisini 17 Eylül 1943’de çikardigi Büyük Dogu dergisi (haftalik: 1943-50, 1954, 1959-67, 1971-78, günlük: 1951-52, aylik: 1969) araliklarla 14 haziran 1978’e kadar yayimina devam etti. Büyük Dogu’da çikan yazilariyla Ismet Pasa ve tek parti (CHP) yönetimine siddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkinda açilan çok sayida davada yüzlerce yil hapis istendi, 163. Maddeye aykiri olan bulunan yazilari ve kimi zamanda bulunan bahanelerle (Ahmet Emin Yalman olayi gibi) birkaç yilda bir hapse mahkum oldu. Cinnet Mustatili (yilanli Kuyudan adiyla da yayimlandi) adli eserinde hapishane anilari yer alir. Sik sik bakanlar kurulu karariyla kapatilan ve çesitli bahanelerle toplatilan Büyük Dogu’nun çikmadigi sürelerde günlük fikra ve çesitli yazilarini Yeni Istanbul, Son Posta, Babialide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayimlandi. Büyük Dogu’da çikan yazilarinda kendi imzasi disinda Adidegmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandi. 1962 yilindan itibaren de hemen hemen tüm Anadolu sehirlerinde verdigi konferanslarla büyük ilgi topladi.

Basta ideolocya örgüsü (1959) olmak üzere düsünce eserleriyle kültür hayatimiza verdigi büyük hizmet, diger tüm yönlerini bile geride birakacak üstünlüktedir. 1975 yilinda M.T.T.B’de düzenlenen törenle 50. Sanat yili kutlanan Necip Fazil, 1980’de Kültür Bakanligi Büyük ödülü’nü, Iman ve Islam Atlasi adli eseriyle fikir dalinda Milli Kültür Vakfi Armagani’ni (1981), Türkiye Yazarlar Birligi Üstün Hizmet Ödülü’nü (1982) aldi. Türk Edebiyat Vakfi’nca 1980’de verilen beratle Sultan-üs Suara (Sairlerin Sultani) ünvanini kazandi.

SIIR: Örümcek Agi (1925), Kaldirimlar (1928), Çile (1962), Siirlerim (1969), Esselam (1973).
OYUN: Tohum (1935), Bir Adam Yaratmak (oyn. Istanbul Sehir Tiyatrolari, 1937, bas. 1938, Yücel çakmakli tarafindan TV filmi olarak çekildi, gösterildi, 1978), Künye (1940), Sabirtasi (1940), Para (1942), Nam-i Diger Parmaksiz Salih (1949 sinemaya uyarlandi, 1950), Reis Bey (1964, Mesut Uçakan tarafindan sinemaya uyarlandi, Istanbul Sinema Senligi’nde gösterildi, 1989), Ahsap Konak (1964), Siyah Pelerinli Adam (1964), Ulu Hakan Abdülhamid Han (1965), yunus Emre (1969), Kanli Sarik (1970), Mukaddes Emanet (1971), Ibrahim Edhem (1978), Bütün Eserleri (3 cilt, Ibrahim Edhem disinda tüm oyunlari, Kültür Bakanligi Yayinladi 1976). Kumandan ve Sir adli oyunlari Büyük Dogu’da tefrika edildi, tamamlanmadi.
HIKAYE: Birkaç Hikaye Birkaç tahlil (1933), Ruh Burkuntularindan Hikayeler (1965), Hikayelerim (1973).
ROMAN: Aynadaki Yalan (1970), Kafa Kagidi (1983).
SENARYO: Vatan Sairi Namik Kemal (1944), Senaryo Romanlari (alti senaryo, 1972, bazilari degisik adlarla sinemaya uyarlandi), Battal Gazi (Büyük Dogu’da tefrika edildi), Yangin Var (filme çekildi, senaryosu yayimlandi).
MONOGRAFI: Eseri ve Tesiriyle Namik Kemal (1940), Ulu Hakan Abdülhamid Han (1965), Vatan Haini Degil Büyük Vatan Dostu Vahiddüddin (1968), Benim Gözümde Menderes (1970).
DÜSÜNCE- INCELEME: Çerçeve (1940), Maskenizi Yirtiyorum (1953), At’a Senfoni (1958), ideolocya Örgüsü (1959), Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar (1966), Türkiye’nin Manzarasi (1968), Binbir Çerçeve 1-V (101 çerçeve baslikli bes kitap, 1968- 69), Çepeçevre Anadolu ve Gençlik (1969), Çepeçevre Sosyalizm, Komünizm ve Insanlik (1969), Son Devrin Din Mazlumlari (1969), Yeniçeri (1970), Tarihimizde Moskof (1973), Cumhuriyetin 50. Yilinda Türkiye’nin Manzarasi (1973). Ihtilal (1976), Rapor 1-13 (1976-80).
DIN- TASAVVUF: Halkadan Piriltilar (1948), Çöle Inen Nur (1950), Altin Zincir (1959, Altin Halka (1960), O ki O Yüzden Variz (1961), Ilim Beldesinin Kapisi Hazret-i Ali (1964), Hulefa-i Rasidin Menkibelerine Ait Bir Pirilti Binbir Isik (1965), Peygamber Halkasi (1968), Tanri Kulundan Dinlediklerim (1968), Nur Hamami (1970), Basbug Velilerden 33 (1974), Veliler Ordusundan 333 (1976), Dogru Yolun Sapik Kollari (1978), Iman ve Islam Atlasi (1981), Bati Tefekkürü ve Islam Tasavvufu (1982).
HITABE KONFERANS: Abdülhak Hamid ve Dolayisiyla (1937), Müdefaa (1946), Her Cephesiyle Komünizma (1961), Türkiye’de Komünizma ve Köy Enstitüleri (1962), Iman ve Aksiyon (1964), Iki Hitabe (Ayasofya- Mehmetçik, 1966), Müdefaalarim (1969), Hitabe (26 hitabe 1975), Sahte Kahramanlar (3 konferans 1976), Yolumuz, Halimiz, Çaremiz (1977),

ANI: Cinnet Mustatili (1955), Büyük Kapi (1965. O ve Ben adiyla 1974), Hac (1973), Babiali (1975).
ÇEVIRI- SADELESTIRME: Mektubat (Imam-i Rabbani’den), El Mevahibü’l-ledüniyye (Imam-i Kastalani’den 1967), Resahat Aynel Hayat (Safi Mevlana Ali Bin Hüseyn’den 1971), Rabita-i Serife (Esseyyid Abdülhakim Arvasi’den 1974), Tasavvuf Bahçeleri (Esseyyid Abdülhakim Arvasi’den 1983). Eserlerinin yeni basimlari, ölümünden sonra Büyük Dogu Yayinevi’nce yapilmaktadir.

MIMAR SINAN (1490-1588)

MIMAR SINAN (1490-1588)
Kayseri’nin Agirnas köyünde dogdu. Yavuz Sultan Selimzamaninda devsirme olarak Istanbul’a getirildi. Zeki, genç ve dinamik oldugu için seçilenler arasindaydi. Sinan, At Meydani’ndaki saraya verilen çocuklar içinde mimarliga özendi, vatanin baglarinda ve bahçelerinde su yollari yapmak, kemerler meydana getirmek istedi. Devrinin mahir ustalari mahiyetinde han, çesme ve türbe insaatinda çalisti. 1514’te Çaldiran, 1517’de Misir seferlerine katildi. Kanunî Sultan Süleyman zamaninda yeniçeri oldu ve 1521’de Belgrad, 1522’de Rodos seferinde bulunarak atli sekban oldu. 1526’da katildigi Mohaç Meydan Muharebesinden sonra sirasi ile acemi oglanlar yayabasiligi, kapi yayabasiligi ve zenberekçibasiliga yükseldi. 1532’de Alman, 1534’de Tebriz ve Bagdat seferlerinden dönüste ”Haseki” rütbesi aldi. Bagdat seferinde Van Kalesi Muhasarasinda, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerlestirdi.
Korfu, Pulya (1537) ve Moldovya (1538) seferlerine katilan Mimar Sinan, Moldovya (Kara Bugdan) seferinde Prut nehri üzerine onüç günde kurdugu köprü ile Kanunî Sultan Süleyman’in takdirini kazandi. Ayni sene basmimarliga yükseldi.
Mimar Sinan, katildigi seferlerde Suriye, Misir, Irak, Iran, Balkanlar, Viyana’ya kadar Güney Avrupa’yi görüp mimari eserleri inceledi ve kendisi de birçok eser verdi. Istanbul’da devrin en meshur mimarlari ile Bayezid Camii’nin ustasi Mimar Hayreddin ile tanisti.
Bazi Eserleri
Sinan’in mimarbasiliga getirilmeden evvel yaptigi üç eser dikkat çekicidir. Bunlar Halep’de Hüsreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Pasa Külliyesi ve Istanbul’da Hürrem Sultan için yapilan Haseki Külliyesi’dir.
Mimarbasi olduktan sonra verdigi üç büyük eser, O’nun sanatinin gelismesini gösteren basamaklar gibidir. Bunlarin ilki, Sehzadebasi Camii ve Külliyesidir. Külliyede ayrica imaret, tabhane (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrilmis medrese bulunmaktadir.
Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’in Istanbul’daki en muhtesem eseridir. Yirmiyedi metre çapindaki büyük kubbe, zeminden itibaren tedricen yükselen binanin üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir sekilde oturtulmustur. Sükûnet ve asaleti ifade eden bu sade ve ahenkli görünüsü ile Süleymaniye Camii, olgunlasmis bir mimariyi temsilcami9.gif (123255 Byte) etmektedir.Sekiz ayri binadan meydana gelen Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Fatih’ten sonra sehrin ikinci üniversitesi olmustur.
Mimar Sinan’in en güzel eseri, seksen yasinda yaptigi EdirneSelimiye Camii’dir. Selimiye’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden daha yüksek ve derindir. 31,50 metre çapindaki kubbe, sekizgen seklindeki gövde üzerine oturmustur. Üç serefeli ince minarelerine üç kisi ayni anda birbirini görmeden çikabilmektedir.Sinan bu camiin ustalik eseri oldugunu ve bütün sanatini Selimiye’de gösterdigini belirtmektedir.
Mimar Sinan, gördügü bütün eserleri büyük bir dikkatle incelemis, fakat hiçbirini aynen taklid etmeyip, sanatini devamli gelistirmis ve yenilemistir. Eserlerindeki sütunlar, duvarlar ve diger kisimlar tasidiklari yüke mukavemet edebilecek miktardan daha kalin degildir. Kullandigi bütün mimari unsurlarda bu hesap dikkati çeker.
Mimar Sinan ayni zamanda bir sehircilik uzmanidir. Yapacagi eserin, önce çevresini tanzim ederdi. Yer seçiminde de büyük basari göstermis ve eserlerini, çevresine en uygun tarzda yerlestirmistir.
Bilinen eserleri: 84 camii, 53 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüssifa, 5 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray, 8 mahzen, 48 hamam olmak üzere 364 adettir.
Depreme Dayanikli
Mimarin çok sayidaki eserini inceleyenler, Sinan’in depreme karsi bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldigini söylemekteler.Bu tedbirlerden biri, temelde kullanilan taban harcidir.Sadece Sinan’in eserlerinde gördügümüz bu harç sayesinde, deprem dalgalari emilir, etkisiz hale gelir. Yine yapilarin yer seçimi de ilginç. Zeminin saglamlasmasi için kaziklarla topragi sikistirmis dayanak duvarlari insa ettirmis.Mesela Süleymaniye’nin temelini 6 yil bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasini saglamak içindir.
Mimar Sinan, yapilarinda ayrica drenaj adi verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmustur.Drenaj sistemiyle yapinin temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanikli kalmasi öngörülmüstür. Ayrica yapinin içindeki rutubet ve nemi disari atarak soguk ve sicak hava dengelerini saglayan hava kanallari kullanmis. Bunlarin disinda yazin suyun ve topragin isinmasindan dolayi olusan buharin, yapinin temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanallari kullanmistir. Buhar tahliye ve rutubet kanallari drenaj kanallarina bagli olarak uygulamaya konulmustur.
Iste Sinan’in eserlerini inceleyen ve birçogunu da restore eden Mimar Abdülkadir Akpinar’in söyledikleri:
”Karsilastigim bir özellikten dolayi gözlerime inanamadim. Sinan’in eserlerinde en ufak bir çikti ve desen dahi tesadüf degil. Renklere bile bir fonksiyon yüklenmis. Çünkü yapiyi herseyi ile bir bütün olarak ele almis. Bütün ölçülerini ebced hesabina göre yapmis ve bir ana temayi temel almis. Ölçülerini asal sayiya göre yapmis ve onun katlarini baz almis. Ilmini din ile bütünlestirip mükemmel eserler ortaya koymus. Örnegin SinanKur’an-i Kerim’de geçen ”Biz daglari yeryüzüne çivi gibi gömdük...” ayetinden etkilenerek yapilarinin yer altindaki kismini ona göre insa etmis. Yapilari hislerine göre degil, matematiksel olarak olusturmus. Bugünün teknolojisi bile Sinan’in yapmis oldugu bazi uygulamalari çözemiyor. Küresel ve piramidal uygulamalarinin bir baska benzeri daha yok. Ama bunlarin hepsi estetik sagladigi gibi yapinin saglamligini da pekistirmistir.


Mehmet Akif Ersoy

kabe5.jpg (102042 Byte) Mehmet Akif Ersoy

Istiklâl Marsi sâiri. 1877 yilinda Istanbul'da dogdu. Annesi Emine Serife Hanim, babasi Temiz Tâhir Efendidir. Ilk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde basladi. Ilk ve orta ögrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasinin vefâti ve evlerinin yanmasi üzerine mülkiyeyi birakip Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâti boyunca yabanci dil derslerine ilgi duydu. Fransizca ve Farsça ögrendi. Babasindan Arapça dersleri aldi.
Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldi. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulasici hayvan hastaliklari tedâvisi için bir hayli dolasti. Bu müddet zarfinda halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayati 1893 yilinda baslar ve 1913 târihine kadar devam eder. Memuriyetinin yaninda Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri veriyordu.
1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedâri M. Emin Beyin kizi ismet Hanimla evlendi.
Âkif okulda ögrendikleriyle yetinmeyerek, disarda kendi kendini yetistirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genisletmeye çalisti. Memuriyet hayatina basladiktan sonra ögretmenlik yaparak ve siir yazarak edebiyat sâhasindaki çalismalarina devam etti. Fakat onun nesriyat âlemine girisi daha fazla 1908'de Ikinci Mesrutiyetin îlâniyla baslar. Bu târihten itibaren siirlerini Sirât-i Müstakîm'de nesretmeye basladi.
Âkif, yazi ve siirlerini hiçbir zaman geçim kaynagi olarak görmedi. Buna ragmen onu memlekete tanitan, halka sevdiren asil vasfi sâirligidir.

Birinci Cihan Harbi sirasinda Berlin ve Necid'e (Arabistan) gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sirasinda meydana gelmis, sâir o günlerin istirap ve heyecanini orada yasamistir. Sâir, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatiralari ve Necid Çöllerinden Medîne'ye adli eserlerini yazmistir. Harbin son senesinde, çok sevdigi dostu Ismail Hakki Izmirli ile Lübnan'a gitti.
Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile nihayete erdikten sonra, galip devletler Türk vatanini parçalamak ve paylasmak için dört taraftan saldirmaga baslamislardi. Harpten son derece bitkin bir halde çikan Türk milleti, vatanini müdâfaa için silâha sarildi. Âkif, vatan müdâfaasinin ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halki, istiklâlini muhâfaza etmek için savasmaya çagirdi. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayilmasi üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi.
Istanbul'dan deniz yoluyla Inebolu'ya çikti. Oradan Ankara'ya hareket etti. Konya isyani üzerine Konya'ya gidip, ayaklanmanin bastirilmasinda mühim rol oynadi. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmiinde verdigi vaazlar nesredilerek memleketin her tarafina dagitildi. Sonra Ankara'ya döndü.
1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Subat 1921 günü Istiklâl Marsi'ni yazdi. Meclis 12 Martta bu marsi kabul etti.
Zaferden sonra Istanbul'a geldi. Abbâs Halîm Pasanin dâveti üzerine 1923'te Misir'a gitti. O kisi Misir'da geçirip, baharda döndü. Artik her yil kisi Misir'da, yazi Istanbul'da geçiriyordu. Halîm Pasa geçimini karsilamayi taahhüt etti. Ertesi yaz Istanbul'a dönünce Diyanet Isleri Riyâseti tarafindan Kur'ân-i kerîmi tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yillarca çalisti. Sonunda bu konudaki ilmî kifâyetsizligini anlayarak vazgeçti.

1926 yilindan îtibâren Misir Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-i kerîm tercümesiyle de mesgul oluyordu, fakat bu sirada siroza tutuldu. Önceleri hastaliginin ehemmiyetini anlayamadi ve hava degisimiyle geçecegini zannetti. Lübnan'a gitti. Agustos 1936'da Antakya'ya geldi. Misir'a hasta olarak döndü.
Hastalik onu harâb etmis, bir deri bir kemik birakmisti. Istanbul'a geldi. Hastanede yatti, tedâvi gördü. Fakat hastaligin önüne geçilemedi. 27 Aralik 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapi Mezarligindadir.
ecdad95.jpg (6320 Byte)Sahsiyeti: Mehmed Âkif'in Sirât-i Müstakîm ve onun devâmi olan Sebîl-ür-Resâd mecmuasinda çikan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve siirleri vardir. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan sâirlerinden biridir. Siirleri edebiyat târihimizde büyük önem tasir.
Siirlerinde bâzan düsünce, bâzan duygu ön plandadir. Aruzu en güzel sekilde kullanan sâirlerdendir. Siirlerinde bir taraftan hürriyet, dogruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kiymetleri telkin ederken, diger taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlik, münâfiklik, korkaklik, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenaliklara siddetle hücûm eder.

Mehmed Âkif yasadigi devri bütün genislik ve derinligi ile siirlerinde yansitmaya çalismis bir Türk sâiridir. Yirminci yüzyilin ilk çeyreginde Türk milletinin içinde bulundugu acilari, sevinçleri, ümidleri ve hayal kirikliklarini manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havasi içinde anlatmaya çalismistir. Eserlerindeki kisiler de aydin, cahil, yobaz, züppe, sehirli, dinli, dinsiz, sarhos, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardir. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savas yeri, mahalleler, köhne evlerin odalari, oteller vs. seklinde yasadigi devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmistir. Çalisma tarzi olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklinda tutarak ve sonra siir taslaklari kurup, onun üzerinde çalismayi prensib edinmistir. Müsâhade ve kompozisyona büyük önem vermistir. Siirinde kapalilik yok gibidir. Her seyi açik açik yazmaya çalismis, mübhem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmustur. Kisilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmistir. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdigi deger bakimindan parnasçi ve bâzi siirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Siirlerinde sahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmis, onlar adina gülmeye ve aglamaya çalismistir. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.
Âkif, ahlâksiz edebiyata düsmandir. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanlari sevmemistir. Siirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alir.

Siirleri manzum hikâyeler, hitâbet siirleri, lirik siirler ve taslama siirleri seklinde siniflandirilabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet siirleri didaktik muhtevali, lirik siirleri vatanî, millî ve dînî coskunluklarla dolu, taslama siirleri de sakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.
Mehmed Âkif siirlerini çogunlukla kuralsiz nazim sekliyle yazmistir. Vezin olarak yalniz aruzu kullanmis, ama heceye de karsi olmamistir. Üslûbu, siirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmaciga kaçmadan yasayan halk ifâdeleriyle kurulmus, çekici bir anlatisi vardir. Halk dili ve üslûbunu hemen her siirinde kullanmasina ragmen, bu konuda en çok muvaffak oldugu eseri Âsim oldu. Bol fiil ve sifat kullandigi siirlerinde asiri sadelikten ve yapma dilden kaçinmis, Servet-i Fününcularin agir ve cansiz lisanindan da uzak durmustur.

Siirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatim yollarini basariyla kullanmistir. Bilhassa muhâvere (karsilikli konusma) anlatim yolu onun siirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmustur. Iç âhenk, daha çok lirik siirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçinmistir.
Memleketin sosyal meseleleri, sâhit oldugu elem verici olaylar ve çilekes Anadolu insanlarinin hâlini sik sik siirlerine konu edinerek ele almis, duygu ve düsüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmis, çâre için çesitli teklifler öne sürmüstür. Osmanli Devletinin Tanzimâtin îlâniyla baslayan, mesrutiyet îlânlariyla devam eden ve Ittihat ve Terakki Partisinin iktidâri zamaninda son hadde vardirilan yikilisa götürücü hareketlerle kisa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanlarin ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmis olmasi ve bassiz kalarak herbirinin ayri ayri yollar tutup parçalanmalari karsisinda, feryâd edici siirleri vardir.

Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karsi merhametli bir mizaca sâhip, sâir tabiatinin heyecanlariyla dalgalanan, edebî bakimdan kiymetli siirlerin yazari meshur bir Türk sâiridir. Istiklâl Marsi sâiri olmasi bakimindan da "Millî Sâir" ismini almistir. Ancak rastgele edindigi din bilgileriyle, zamâninin ve çagin dertlerine sahsî fikirleriyle çâre aramaya kalkismasi bâzi hatâlara düsmesine sebep olmustur.
Bunun yaninda Sultan Iknci Abdülhamîd Hanin memleket için yaptiklarini anlamayip onun sanina yakismayacak iftiralarda bulunmasi; sicilli mason Misir Müftüsü Muhammed Abduh'u övmesi; bir çalgicinin seslerini nidâ-yi ilâhîye benzetmesi begenilmiyen belli basli hususlaridir. Ahmed Dâvudoglu, "Dîni Tâmir Dâvâsinda Din Tahribcileri" kitabinda diger reformcular gibi, ilhâmini dogrudan dogruya Kur'ân-i kerîmden almak istedigini bildirmektedir.

Eserleri: Eserlerinin umûmî ünvani Safahât'tir ve ilk eseri yalniz bu adi tasir. Ikinci kitabinin adi Süleymaniye Kürsüsünde'dir. Hakkin Sesleri üçüncü, Fatih Kürsüsünden dördüncü, Hâtiralar besinci, Âsim altinci, Gölgeler yedinci kitabinin adidir. Bunlar, degisik târihlerde çesitli kereler basilmis olup, hepsi birlikte Safahât adi altinda da basilmistir. Safahât'taki misralarin tamami 12 bini bulur. Siirlerinden Istiklâl Marsi, Bülbül, Ordunun Duasi, Çanakkale gibileri bestelenmistir.
Âkif, Istiklâl Marsi siirini millet için yazdigini ifâde ederek Safahâtina almamistir. 


Ibn Haldun (H.732 / M.808)

.
calig67.jpg (47156 Byte)
Ibn Haldun (H.732 / M.808)
Dogumu ve Yetismesi:
Ismi: Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan’dir.
Ibn Haldun, h. 732 yilinda nesli sahabilerden Vâil b. Hacer’e uzanan Arap bir ailede Tunus’da dogdu. Asli Yemen kabilelerinden Hadramut’a kadar uzanir. Dedelerinden ilk olarak Halid b. Osman Endülüs’teki Karmuna’ya hicret etti. Endülüs halkinin âdeti olarak Halid olan ismine u ve n harfleri eklenerek ismi Haldun’a dönüstü.
Babasi fakih idi ve kendini fikih ile edebiyata adamisti.
Ibn Haldun, Tunus’ta Kur’an-i Kerim ezberleyerek ve tecvit ögrenerek yetisti. Ayni zamanda babasindan Arapça ilimleri, Islam hukuku ve Arapça dersleri aldi. Babasi, Ibn Haldun’un dönemindeki en iyi âlimlerden ders almasina özen gösterdi.
Ibn Haldun hayatinin ilk dönemlerinde uzun bir süre hükümette memur olarak çalisti.
Seyahatleri:
Ibn Haldun Tunus’u birakip Cezayir’deki Biskra’ya giderek yerlesti. Biskra’dan da yine Cezayir’deki Konstantin’e geçti. Daha sonra ailesini Konstantin’de birakarak Fas’a geçti.
Ibn Haldun, o dönemde bati Islam dünyasinin baskenti olan Fas’a yerlesip orada kaldi.
Ibn Haldun, Fas’ta kaldigi müddetçe kendini tefkir ve kiraate vererek Magrib ve Endülüs halkindan ilim adamlari ile karsilasti. Okuma alanini ve ilmi isteklerini gerçeklestirmek için Fas’taki kütüphanelere gidiyordu. Bu dönemde el-Ibar isimli kitabinin giris bölümünü yazdi.
Ibn Haldun, Endülüs’e gitti ve daha sonra Cezayir’e döndü. Kasabe camiinde hatip oldugu bir dönemde saray nazirligi görevine getirildi. Siyasi görevinin yani sira camii de ders vermeye devam etti.
Yedi yil sonra ailesi ile birlikte Tilmisan’a sonra da Fas’a gitti. Fas’ta ilim ögrenmeye ve ögretmeye devam etti. Sonra ailesini Fas’ta birakip tekrar Endülüs’e döndü. Granada’da bir müddet kaldiktan sonra Magrib’e geldi.
Ibn Haldun, Tilimsan’da bir kez daha ailesi ile bir araya geldi. Bir müddet kitap telifi ve okumak için burada kaldiktan sonra Cezayir’deki Seleme Ogullari kalesine gitti ve burada dört yil kaldi. Bu dönemde el-Ibar isimli kitabini düzenledi ve daha sonra kontrolden geçirip milletler tarihini ilave etti. Sonra tekrar Tunus’a döndü.
Kahire’ye Yerlesmesi:
Ibn Haldun, h.784 yilinda hac ibadetini yerine getirmek istedi ve kirk gün deniz yolculugu yaptiktan sonra Iskenderiye’ye ulasti. Bu dönemde Sultan Berkuk yönetimi üstleneli henüz on gün olmustu. Bu sene hacca gitme imkani olmadi ve Kahire’ye geldi.
Kahire’de, ilim talebeleri kendisinden ders almak istediler ve Ezher Camiinde ders vermeye baslayan Ibn Haldun’un mertebesi yükseldi ve Sultan Berkuk tarafindan ödüllendirildi. Kahire’de kalmaya karar verdikten sonra ailesini de getirmek istedi. Fakat geri dönmesini saglamak için Tunus Sultani bunu kabul etmedi. Sultan Berkuk devreye girerek Tunus Sultanina mektup yazdi.
Ibn Haldun, Amr b. As Camii yakinindaki Kamhiye medresesinde ögretmenlik sonra da Misir Kraliyet kadiligi görevine getirildi. Bu dönemde ailesi Tunus’tan gemi ile Kahire’ye gelirken gemi kasirgaya tutulup batti ve ailesinin hepsi bogularak öldü. Büyük bir üzüntüye ugrayan Ibn Haldun’un gittikçe üzüntüsü artti ve görevden ayrilmaya karar verdi. Ilim, ders verme, okuma ve kitap telif etmeden baska kendini teselli edecek bir sey bulamadi.
Ibn Haldun, Misir’da 24 sene kaldi. Bu dönemde hac, Beyt-i Makdis’i ziyaret ve Timurlenk ile görüsmek için Sam’a gitmesinden baska Misir’dan hiç ayrilmadi.
Basarilari:
Ibn Haldun, az sayida eser birakmistir. el-Ibar, Divan-i Mübteda, el-Haber fi Eyyamu’l-Arab, el-Acem ve el-Berber eserlerinin en meshurlaridir.
Sosyoloji, mimari ve tarih ilimlerinin gerçek kurucusu olmasi en büyük basarilarindandir.
Vefati:
Hicri 808 yilinin ramazan ayinda Misir’da vefat etti ve burada defnedildi.
Kaynak: quran.al-islam.com/trk
.