5 Temmuz 2013 Cuma

EMİR ABDÜLKADİR (1808-1883 m.)

EMİR ABDÜLKADİR
(1808-1883 m.)

cevaplar.org - Salih Okur - 2003

TAKDİM
19. yüzyıl Afrika kıtası, sömürgeci güçlere kabuslar gösteren bir sürü irili ufaklı direnişe şahit olmuş ve bilhassa Müslüman toprakları çeşitli tarikatlar öncülüğünde düşman sultasına karşı şiddetle karşı koymuştur. Özellikle Kuzey Afrika’daki bu “Sufi direniş” çeşitli liderler öncülüğünde yaklaşık 150 sene kadar devam etmiştir. Bunlar arasında Sokoto’da Osman Bin Fodyo, Cezayir’de Emir Abdülkadir, Libya’da Muhammed Senusi, Somali’de Muhammed bin Abdullah bin Hasan, Fas’ta Emir Abdülkerim ile Sudan Mehdisi Muhammed Bin Abdullah ilk akla gelenlerdir.

Bu hareketlerin ortak zaafı karizmatik lider merkezli hareketler olmalarıdır. Bu tip hareketler kanı kaynayan, heyecan ve his ağırlıklı Afrika insanına kısa zamanda müthiş bir enerji ve dinamizm vermesine karşın, uzun vadede ya liderin hataları ile hareketin sarsılması veya onun vefatının oluşturduğu büyük boşluğun doldurulamayıp saman alevi gibi sönmesini netice vermiştir..

Biz bu kısa çalışmamızda Fransızlara karşı Cezayir’de destansı bir mücadele veren Emir Abdülkadir hazretlerini ele aldık. O’na ve silah arkadaşlarına binler fatihalarla...


DOĞUMU VE AİLESİ
Emir Hacı Abdülkadir Cezairi bin Muhyiddin, 1223’de (6 Eylül 1808) Batı Cezayir’de Muasker şehri civarında bir zaviyede dünyaya geldi. Soyu Hazret-i Hasan (RA) efendimize dayanmaktadır. Babası Şeyh Muhyiddin efendi bir Kadiri şeyhi idi. Cedlerinden Seyyid Muhammed bin Abdülkadir, Barboros Hayreddin paşanın Cezayir fethinde bir nefer gibi çalıştığı için Osmanlı Sultanları bu aileye büyük izzet ve itibar gösterirlerdi.

YETİŞTİĞİ ÇEVRE
Büyük insanları yetiştiren biraz da aile ortamı ve muhittir. Cezayir'in bir eyaleti olan Vahran(Oran)'da tahsilini tamamlayan Genç Abdülkadir çok köklü dini eğitim aldı. Küçük yaşta hafız oldu. Medrese ve tekke eğitiminin yanında aynı zamanda iyi bir at binicisi ve keskin bir nişancı olarak yetişti. Daha gençliğinde dini ilimlerdeki kudreti, insanları teshir eden hitabeti, İslam tarihine dair geniş malumatı, cesaret ve kahramanlığı, takva ve fazileti ile şöhret buldu.

Kazandığı bu saygınlık ileriki dönemlerde kurtuluş mücadelesinde herkes tarafından kabul edilmesinde büyük bir vesile oldu. Haşim kabilesinin en nüfuzlularından biri olan ailesi,uzun müddet Fas'ta ikamet ettikten sonra, 18.yy'da Oran beyliğine hicret ederek orada yerleşmiştir. Bu ailenin Şeriflikten (Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere verilen unvan) dolayı haiz bulunduğu itibara Abdülkadir'in büyük babası Mustafa bin Muhammed bin Muhtar'ın ve bilhassa babası Şeyh Muhyiddin'in zühd ve takva ile kazandıkları şöhret de inzimam etmişti.

19. YÜZYIL MAGRİB MEMLEKETLERİ
Magrib ülkeleri diye anılan bölge bugün Cezayir ve Fas’ı kapsayan coğrafi alandır. Cezayir daha Kanuni devrinde Osmanlı topraklarına katılmıştı. Fas ise Kuyucu Murat Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Vadiseyl meydan muharebesinde Portekiz güçlerini kâmilen imhasıyla Üçüncü Murad han zamanında Devlet-i aliyeye dahil olmuştu.

19. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı idaresi bu topraklarda gitgide zayıflamış ve şekli bir hüviyete bürünmüştü. Bu ise, Sanayi devrimi ile gitgide iştahları kabaran Avrupa devletleri için biçilmiş kaftandı. Bir pastayı paylaşır gibi İslam ülkeleri aralarında pay eden müstemlekeciler nazarında Cezayir, Fransa’nın payına düşmüş bir lokmaydı sadece. Ama kısa zamanda örgütlenen Müslüman halk Fransa’nın karnına oturdu.

İLK HACCI

Cezayir’in Fransız çizmelerinin işgaline uğramasından üç sene evvel yani 1827’de babası ile birlikte, Hac farizasını yerine getirmek üzere kutsal topraklara seyahate çıktı. Hicaz’da Kafkas kartalı İmam Şamil’le tanıştı. Bu iki büyük dava adamının tarihi buluşması çok anlamlıdır. İki aksiyoner ruh İslam toplumunun kurtuluşuna çareler aradılar, fikirler ortaya koydular ve galiba haccın, şimdilerde bütün bir ümmetçe es geçtiğimiz çok önemli bir esprisi de buydu herhalde. Memleketlerine döndüklerinde her ikisini de alev, barut ve kıyamın beklediği bu iki büyük insan yıllar sonra yine kutsal beldelerde karşılaşacaklardır, ama bu sefer kolları, kanatları kırık olarak...

Hac görevini tamamladıktan sonra Şam’a geçti. Bu şehirde, 19. asrın Müceddidi olarak kabul edilen Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerini ziyaret ettiğini bazı kaynaklar yazmaktaysalar da, pek mümkün görülmemektedir. Zira Mevlana Halid hazretleri 1826 yılında vefat etmişleridir. Herhalde onun halifeleri ile görüşmüş olabilir. Üç senelik bu seyahatinde bir müddet kaldığı Bağdat’ta Kadiri tarikatının o zamanki en büyük şeyhi Mahmud El Geylani’den Kadiri tarikatında icazet aldı..

1830’da Fransız askerlerinin Cezayir’e girdiğini duyar duymaz yurduna döndü. Cezayir halkı faziletli babası Şeyh Muhyiddin’in etrafında halelendilerse de, bu muhterem zatın çok yaşlı olması sebebiyle nazarlar oğluna çevrildi ve nihayet 22 Kasım 1832’de, Recep ayında Emir el Müminin olarak seçildi.

Biat merasiminde şöyle demişti:
“Eğer liderliği kabul ediyorsam bu, cihad alanın da düşmana karşı yürüyen ilk kişi olmak hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bulacağınız, imanımızı savunmada hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya hazırım.”

Özel olarak yaptırdığı yüzüğüne şu beyitleri nakşettirmişti:" Her kimin yanında Allah'ın Resulu olursa, Aslanlar ondan korkar,inlerinde karşılaşsalar onunla."

TEŞKİLATLANMASI
Emir Abdülkadir her büyük liderde gördüğümüz gibi teşkilatlanmaya büyük önem veriyordu. Önce bütün kabilelerden seçilen delegelerden biat aldı. Daha sonra hemen teşkilatlanmaya girişti. Valilikler kurdu. Osmanlı devlet teşkilatlanmasına benzer askeri, mali, diplomatik düzenlemeler yaptı. Halktan düzenli vergi topladı. Milli parayı bastırdı(Muhammediye) Ona göre Fransızlara karşı direniş ancak iyi bir organizasyonla başarıya ulaşabilirdi. El Muasker şehri bu İslam devletinin başşehriydi. Daha sonra 1835’te General Clauzel burayı işgal edip yakınca, Takdimt mıntıkasına çekildi.

Emirin ordusu düzenli bir ordu ve bunun yanında “Mutavva” denilen gönüllülerden oluşuyordu. Emir Abdülkadir’in birliklerinin hareket kabiliyeti yüksekti, bu da hantal Fransız ordusu karşısında önemli başarılar kazanmalarına sebeb oldu. Düzenli ordu(Asakir-i Muhammediye) üç kısımdan müteşekkildi:
1- Süvariler
2- Piyadeler
3- Topçular

Mühimmat ganimetlerden sağlanıyordu. Bazen dışarıdan özellikle de Fas üzerinden İngilizlerden silah satın alınıyordu. Daha sonraları dışa bağımlılığın önüne geçmek için silah endüstrisi kurma yoluna gidildi. Tlemsan, Muasker, Milyana gibi şehirlerde atölyeler ve fabrikalar kuruldu.. Buralarda Top mermisi, süngü, kurşun ve değişik silahlarla barut üretiliyordu.

Emir Abdülkadir “Sumala” adını verdiği karargahını seyyar bir hale getirmişti. Düşmanın vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor, savaşın cereyan tarzını hep kendi istediği şekilde yönlendiriyordu.

Aynı zamanda Mücahidler çok iyi bir istihbarat ağı kurmuşlardı. Emir Abdülkadir dünya politikasını yakından takip ediyordu. Paris’te yüksek makamlarda ajanları vardı.

CİHAD GÜNLERİ
Emir seçilir seçilmez Vehran’ı muhasara etti ve Cinzal Boyer komutasındaki Fransız güçlerini ağır bir yenilgiye uğrattı. 1833’de Telemsam’ı zaptetmesi Berberi aşiretleri arasında nüfuzunun iyice pekişmesine vesile oldu.

Fransızlar bu genç kahraman karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Sayıca ve silah yönünden üstün kuvvetler Emir’in bir avuç imanlı kuvveti karşısında tersyüz oluvermişti. General Bugeaud Fransa’ya gönderdiği raporlarında bunu şöyle itiraf eder:

“Abdülkadir hızlı, zeki ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır.Dehası ve temsil ettiği inanç sayesinde kazandığı itibarla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, Müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir.”

Sufiler Ve Aksiyon adlı eserin yazarı Esad El Hatip Emir'in sebat ve mücadele azmi hakkında şunları yazmakta: "Emir Fransızlara karşı müsamaha göstermeden savaştı. Haftalarca uyumama, nadiren kılıcı kınına koyma gibi düşmanlarını hayrete düşüren olağanüstü sahneler sergiledi. Böylece: "Bineğinin eğeri onun tahtıydı" sözünü hak etti."

Sonunda Fransız güçleri naçar kalarak sulh istediler. 1834’de varılan anlaşmaya göre Fransızlar Abdülkadir’in emirliğini tanıyorlardı. Aynı anlaşmaya göre Muasker merkez olmak üzere Merakeş sınırına kadar geniş bir toprak parçası Müslümanlara bırakılıyordu.(Desmichels anlaşması)

Emir Abdülkadir bu barıştan istifade ile içteki muhaliflerini yola getirdi ve daha sonra Dömişel’in vekili general Camille Trezel’in üzerine 20 bin süvari ile hücum etti ve Fransız birliklerini Makta'da ağır bir yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Mareşal Bertrand Clauzel ve Dük Dörelyan karşı hücuma geçtiler.

Toplu atan bu yürekleri toplarının sindiremeyeceğine kani oldukları için kabileler arasına ajanları vesilesi ile fitne ve fesad soktular, tefrika çıkardılar. Bunun meyvesini de Muasker ve Tlemsan’ın zaptıyla yediler. Başkent yakılıp yıkıldı.(1835)

Fransızlar bu harekatları ile Emirin prestijine büyük bir darbe indirdilerse de, tekrar toparlanan mücahid güçleri karşısında barış masasına oturmak zorunda kaldılar. 1837’de imzalanan Tafna anlaşması Müslümanlara ilk anlaşmadan daha büyük tavizler veriyordu. Bu anlaşmayla Emir Abdülkadir Cezayir’in üçte ikisine hakim olmuştu.

Tabii ki Fransa’nın amacı zaman kazanmaktı. İki senelik bir zaman zarfından sonra savaşa iyice hazırlandıklarına kanaat getirdiler ve bir fırsat kollamaya başladılar. 1839'da Orleans dükü, Kostantin kentini Demir kapılar geçidiyle Cezayir'e bağlayınca, Abdülkadir Fransa'nın Tafna anlaşmasını çiğnediğini ileri sürerek genel cihad ilan etti. Akabinde, örgütlenme çalışmalarını tamamlayamamasına rağmen ansızın Mitici'ya saldırdı ve buradaki Fransız koloni birimlerini yok etti. Savaş tekrar ve daha kanlı bir şekilde başlamış oluyordu.

SAVAŞIN İKİNCİ SAFHASI
Fransızlar bir yandan birliklerini yaklaşan savaşa göre modernize ederken, öte yandan Müminlerin içlerine soktukları nifak tohumları ile kaleyi içten fethetme yoluna gittiler. Ve binler teessüf ki muvaffak da oldular.Tıpkı Rusların Kafkaslarda, İtalyanların Libya’da, İngilizlerin Afganistan’ da yaptıkları gibi. Misal olsun diye söyleyelim, İngilizlerin 1920’lerde Afgan topraklarını işgal etmeye hazırlandıkları sıralarda camilerde Hanefi ve Şafii cemaat, namazda, tehiyyatta parmak kaldırma meselesinden boğaz boğaza girmişlerdi.

Hani Akif der ya:
“İslam’ı evet tefrikalar kastı, kavurdu.
Kardeş bilerek, bilmeyerek kardeşi vurdu.
Can gitti, vatan gitti, bıçak dine dayandı
Lakin, o zaman silkinerek birden uyandı.”

Evet Cezayir’de aynı oyun oynandı. Hatta Emir Abdülkadir’in yenilgisinin sebebi Fransızlar değil de ülkedeki Ticani ve Kadiri tarikatları arasındaki görüş ayrılıklarıdır dersek mübalağa etmiş olmayız. Emir bir yandan bu sorunlarla diğer yandan Sahte Mehdilerle uğraşmak zorunda kaldı.(Burada şunu da hatırlatalım; Kuzey Afrika halkları arasında, İmam Suyuti’nin bir keşfine dayanarak Mehdinin 19 yy’da çıkacağına, zuhur yerinin de Kuzey Afrika olacağına dair yaygın bir inanış vardı. Zaten bu yüzyılda bu topraklardaki direnişi tetikleyen en mühim unsur da bu inanıştı.)

Fransızlar ın Emirin nüfuzunu sınırlandırmak istemeleri ve red cevabı almaları üzerine 19 Kasım 1839’de savaş tekrar başladı. Fransızlar Tagdempt, Muasker ve Tlemsan şehirlerini işgal ettiler. Harp Cezayir’in her yanına yayıldı. Mücahidler büyük çaplı saldırılar yerine gerekli darbeyi indirip geri çekilen tüfekli süvarilerin kullanıldığı ardı arkası kesilmeyen çarpışmalarla düşmanı bunaltma yolunu tuttular. Ama Fransızlar bu sefer işi bitirmek kararındaydılar. İkmal yolları tutuldu ve Emir’e bağlı yerler yiyeceksiz bırakılıp teslim olmaya zorlandı. Genel vali T. R Bugeaud sabit işgal noktaları ve seyyar vurucu timlerle Cezayir'i tamamen işgal etti. Mücahidlerin umutları gitgide tükeniyordu. Eldeki kaleler tek tek düştü. Düşman kuvvetleri 16 Mayıs 1843’de Emir’in Seyyar ordugahını bastılar ve paha biçilemeyecek şahsi kütüphanesini dahi yaktılar. Auamale dükünün Emir'in ailesini esir alması mücahidlerin moral gücüne büyük bir darbe indirdi. Şiddetli çarpışmalar sonucu Abdülkadir küçük bir kuvvetle Fas’a sığındı.

Fakat Vali Bugeaud peşini bırakmadı ve 1844 Ağustosunda İsli’de Fas ordusunu yendi. Fransızlarla 1844 Ekiminde Tanca anlaşmasını imzalamak zorunda kalan Fas sultanı Abdurrahman, çaresiz olarak Abdülkadir’i desteklemekten vazgeçti. Emir de gizlice ülkesine geri döndü. Burada kısa zamanda kuvvetlendikten sonra çarpışmalar tekrar başladı.

1845 Ekiminde Sidi Birahim'de bir Fransız birliğini bozguna uğrattıysa da, gittikçe artan Fransız baskısı sonunda önce Sahraya çekildi. Orada da fazla duramadı. Tekrar Fas’a ricat etti.(1846) Kendisini takip eden düşman ordusunun Fas Sultanının kuvvetlerini tekrar yenmesi üzerine 23 Aralık 1847’de General Lamoriciere'e teslim oldu. Teslim olurken ağzından şu cümleler döküldü:“Kader”

ESARET YILLARI VE SONRASI
Emir Abdülkadir teslim olduktan sonra 5 sene Fransa’da esir kaldı. Fransız tebaasına girmesi karşılığında kendisine büyük bir armağan verileceği Fransa kralınca kendisine söylendiğinde şu cevabı vermişti: “Kral namına bana bütün Fransa’nın tüm zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu cübbemin üzerine yerleştirseniz sizin tebanız olmayı hatırımdan geçirmem. Ben burada sizin misafirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak bu utanç bana değil size ulaşacaktır.” Üçüncü Napolyon zamanında Osmanlı ülkesine gitmesine izin verildi. Payitahta Sultan Birinci Abdülmecit’in iltifatı ile karşılandı. Bursa’da kendisine tahsis edilen bir konağa yerleşti. Kendisini tamamen ilme verdi.

1855’de Bursa’da şiddetli bir deprem oldu. Bu depremden sonra Emir Abdülkadir Şam’a yerleşti. Kendisine Fransız hükümetince maaş bağlandı. Bundan sonraki hayatını tamamıyla İslami çalışmalara ve ilme verdi. 1860'da Cebel-i Lübnan'da patlak veren Dürzi isyanında bizzat müdahale ederek Fransız konsolosu ve 1500 kadar Hristiyanı katliamdan kurtardı. Bunun üzerine Fransız hükümeti kendisine Legion d'honneur nişanı verdi.

Daha sonra 1870 senesinde tekrar Hacca gitti ve iki sene kaldı. Şeyh Şamil’le ikinci görüşmesi de bu zamanda olmuştur. Hac seyahatinde Mısır'a uğrayıp, Mısır Hidivi İsmail Paşanın misafiri olarak Kahire'de bulunan İmam Şamil'le, yine Paşanın davetlisi olarak saraya gelen Emir Abdülkadir hazretlerinin tarihi buluşması Kahire'de büyük heyecana vesile oldu ve halk bu iki İslam kahramanını görebilmek için saraya akın etti..

Hac farizasını eda eden bu büyük mücahid tekrar Şam’a avdet etti. 1883 senesinde 75 yaşında bu şehirde Demir köyünde dar-ı Bekaya intikal etti. Allah Rahmet eylesin. Cenazesi tasavvufta en çok etkilendiğini söylediği zatın, Şeyh Muhyiddin-i Arabi’nin türbesi içine defnolundu.

Bugün Cezayir halkınca ülkenin en büyük kişilerinden biri kabul edilen Emir Abdülkadir'in kemikleri 1966'da Şam'dan getirilerek El Aliye mezarlığındaki şehitler bölümüne nakledildi.

ŞEMAİL VE AHLAKI
Ana Britanicca ansiklopedisi şöyle yazmakta onun hakkında: “Siyah sakallı düzgün bir yüzü, ince ve kıvrak bir bedeni olan orta boylu bir kişiydi. Davranışları son derece kibar, yaşam biçimi de son derece sadeydi. Şairliği ve etkili söz söyleme gücüyle dindaşlarını kolayca heyecana getirebilen dindar ve aydın bir kişi olarak tanınırdı.”

Muasırlarından Abdurrezzak Baytar şöyle anlatır onu: "O, âlicenap, kamil,arif, yüce ihsanlarla bezenmiş bir imam, ilahi ilimlerde rusuh sahibi olduğu gibi hakikat sırlarının kaşifi...Tüm bunların yanında o, erler meydanının süvarisi, mızrak taşıyanların aslanıdır. sözü ne kadar uzatsa da, onu anlatan,onun evsafını anlatmaktan aciz kalır."

Fransız tarihçi Bernar da şu itirafları yazmakta:"Zarif, yakışıklı ve cesaretliydi. Samimi ve ihlaslı bir dindardı.Emirliği nefsin arzularını tatmin amacıyla değil, ümmeti kurtuluşa sevketmek için istedi. Gerektiğinde sert, gerektiğinde yumuşaktı. Cezayir'deki en büyük ve en bariz düşmanımızdı.

SÖZLERİNDEN BİR DEMET
*“Muhakkak ki, cihad peygamberlerin şiarı, Müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır.”

*“Allah Teala bir kimseye din ve dünyanın hayrını dilemedikçe, ona cihad nasip etmez.”

*“Hakiki mümin din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır.”

ESERLERİ
Mücahitliğinin yanında derin bir ilme de sahip olan Şeyh Abdülkadir Cezairi sağlam ve ince fikirler serdettiği ilmi eserler de vermiştir. Kendisi büyük bir tefsir ve hadis alimi olduğu gibi, aynı zaman da seviyeli şiirleri olan bir şairdir de.

Önemli eserlerini aşağıda alıyoruz:
1-Risale-tül Ayan: Emirin siyasi düşüncelerini ihtiva eden ve hicret meselesini ele aldığı kitabıdır.
2- Zikr-ul akıl ve tenbih-ül gafil: Felsefi ve tasavvufi meseleleri işlediği bu eserini Bursa’da kaleme almıştır.
3- Nuzhet-ul Hatır fi karız’il Emir Abdülkadir: Şiirlerini topladığı divanıdır.

ZARURİ BİR AÇIKLAMA
Bu kısa çalışmayı bitirirken beni çok rahatsız eden bir iddia üzerinde durmak istiyorum; Merhum Emir Abdülkadir hazretlerinin “Mason” olduğu iddiası! Maalesef, memleketimizde bir huy var; Derinlemesine araştırma yapmadan yerli yersiz herkesin alnına “mason” damgası yapıştırmak. Buna vesile olan bir grup da var nitekim... Değerli çalışmalarını bir tarafa bırakalım, Masonlukla alakalı kitaplarında ve internet sayfalarında Emir Abdülkadir hakkındaki bu iddiaya yer vermeleri çok acı gerçekten. Elimde “Yahudilik ve Masonluk” adlı eserin eski bir baskısı var. 229. sayfasında resmin altına bir de “Suriyeli Mason” demişler. Eh bu kadarına pes doğrusu...
KAYNAKLAR
1-İslam Meşhurları Ansiklopedisi-1/89-92- Abdüllatif Uyan- Berekat yayınevi- İst-1982
2-Sahabeden günümüze Allah dostları-Cilt:9- Şule yayınları- İst-1996
3-Görsel Büyük Genel Kültür Ansiklopedisi-1/42- Görsel yayınları-İst-1984
4- İslam ansiklopedisi-1/85-87-Milli Eğitim Basımevi-İst:1978
5- Büyük Larousse-1/29-Milliyet yayınları-İst-1986
6- Meydan Larousse-1/32-Sabah yayınları-İst:1992
7- Yeni Rehber ansiklopedisi-1/91-92-Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1993
8- İslam Ansiklopedisi-1/232-Diyanet vakfı yayınları-İst:1988
9- İslam Dergisi-Mart- Nisan-1958-Sayı:15-16
10- Evliyalar Ansiklopedisi-1/370-377- Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1992
11- İslam Alimleri Ansiklopedisi-17/274-278- Türkiye Gazetesi yayınları- İst-1984
12- Ana Britannicca-1/29-Hürriyet yayınları-1993
13- Sufiler Ve aksiyon-sf:135-136- Esad El Hatip- İnsan yayınları .

Şeyh Ahmed Eş-Şerif Es-Sünûsî




Şeyh Ahmed Eş-Şerif Es-Sünûsî
(1873- 1933)
Afrika'da doğup gelişen ve büyük hizmetler ifa eden Sünûsi hareketinin büyüklerindendir. Trablusgarp işgali sırasında İtalyanlara karşı verdiği büyük mücadele ve kahramanlığı ile tarihe geçmiş din alimi ve büyük liderlerdendir. Senusi tarikatının ve buradaki halkın başında büyük mücadele vermiş ve uzun süre düşmanın ülkeyi ele geçirmesine engel olmuştur. Osmanlı Devleti İtalya ile barış yapmak zorunda kalıp buradan çekildikten sonra da mücadelesini sürdürerek işgale direnmiş, Osmanlı Devleti de el altından desteğini mümkün mertebe sürdürmüştür. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ile bağını en güçlü şekilde devam ettirmiş, savaşın sonlarına doğru bizzat Padişah tarafından İstanbul'a davet edilmiş ve kendisine büyük bir alâka gösterilmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'nun bir çok yerini gezerek Kuva-yı Milliyecilere destek olmuş ve onlar için vaizlik yapmıştır. Risâle-i Nur'da, vaizlik yapmış olması ve bilâhare Kürtçe bilmediğinden dolayı Şark Vilayetlerinin umum vaizliğinin Bediüzzaman'a teklif edilmesi münasebetiyle ismi zikredilmektedir. Savaşın bitiminden ve ülkemizden ayrıldıktan sonra kendisinden boşalan vaizlik makamı Bediüzzaman'a teklif edildiyse de kabul edilmedi.
(Şualar s. 314; Burhan Bozgeyik, Bediüzzaman Said Nursi Hayatı-Davası-Eseri, İstanbul 1995, s. 150; Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1. C. İstanbul 1998, s. 577)
Ahmed, 1873 yılında Jagbub'da dünyaya geldi. Senüsilerin önderlerinden olan Muhammed Şerif'in oğludur. Muhammed Şerif'in onun dışında dört erkek çocuğu daha vardı. 1902 yılında Muhammed Mehdi'nin vefatı üzerine Senusilerin başına geçti. Senusiler, Afrika'da önemli bir nüfuza sahip idiler. Özellikle Sahra ve Sudan bölgesinde geniş bir etki alanına sahiptiler. Yaklaşık bir asırdan beri devam edegelen sömürgecilik hareketleri ve özellikle İslâm topraklarını ele geçirip sömürgeleştirme teşebbüslerinin hız kazandığı bir dönemde Afrika'daki bu güzide topluluğun başına geçti. Senusiler, İtalya'nın Trablusgarp'ı işgaline kadar, tamamen dinî hizmetlerle iştigal etmekte ve her hangi bir askerî harekâtın içinde yer almamışlardı. Ancak, özellikle 1900'leri başından itibaren İtalya'nın açık bir şekilde Trablusgarp'a göz dikmesi ve burayı işgal için fırsat kollaması Osmanlı hükümetini telâşlandırmaktaydı.
Osmanlı Devletine samîmî bir şekilde bağlı bulunan Senusiler, işgal girişimlerine karşı silâhlandırılmaya başlandılar. Devlet, herhangi bir saldırı durumunda buraya zamanında askerî yardımı ulaştıramayacağını hesap ettiğinden, özellikle devlete son derece bağlı bulunan ve bu bağlılıkları Şeyh Ahmed zamanında adeta zirveye çıkan yerli halkı işgaller karşısında harekete geçirdi. Senusiler, önce Orta Afrika'yı işgal eden Fransızlarla büyük bir mücadeleye giriştiler. Büyük kahramanlıklar gösterdiler.
Şeyh Ahmed, 1911 Trablusgarp işgali üzerine, İtalyanlara karşı büyük bir mücadeleye girişti. Enver Paşa ile yaptığı görüşmeden sonra Türk ve Arap subayların komutasında teşkil ettikleri kuvvetlerle direnişe geçtiler. Enver Paşa, hükümetin içinde bulunduğu şartları gereği İtalyanlarla barış antlaşması yapmaya mecbur kalındığını Senusi'ye izah ettikten sonra, yinede cihada devam etmeleri tavsiyesinde bulundu. Ayrıca, bu mücahitlerin elinde bulunan bölgelere yazılan resmî yazılarda "Senusi Hükümeti" başlığı taşıyan kâğıtların kullanılması da dikkate değerdir. (Celal Tevfik Karasapan, LİBYA Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, s. 218)
Trablusgarp savaşında beklendiği üzere, Osmanlı Devleti buraya askerî güç sevk edecek durumda değildi. Bir yıl geçmeden Balkan Savaşı'nın başlaması devleti daha zor durumda bıraktı. Bu gelişmeler üzerine işgalci İtalya'ya karşı halk kendi savaşını vermek zorunda kaldı. Uzun bir süre İtalyanlar kıyıda sıkışıp kaldılar ve ülkenin içlerine doğru ilerleyemediler. Osmanlı Devleti İtalya ile barış antlaşmasını (Uşi) imzaladıktan sonra da buradaki Senusilerin mücadelesi ve savaşı devam etti.
Şeyh Ahmed, Birinci Dünya Savaşı sırasında kendine bağlı birliklerle İngiliz kuvvetlerine karşı savaştı. Bu arada Padişah tarafından 1915 yılında Trablusgarp valisi ilân edildi. Ancak, İngilizlere karşı yaptığı savaşta, Sollum'da yenilgiye uğrayınca çekilmek zorunda kaldı. Diğer taraftan Cemal Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun da İngiliz kuvvetlerine karşı yenilmesi Senusilerin mukavemetini daha da zayıflattı.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Sultan Reşat tarafından İstanbul'a davet edildi. Şeyh Ahmed bu davete uyup 1918 yılı başında İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişinde Haydarpaşa'da, aralarında Enver ve Cemal Paşaların da bulunduğu bir topluluk tarafından karşılandı. (BOA. YEE. 86/41) İslâm dünyasında önemli bir etkiye sahip olduğundan, İslâm beldelerini dolaşarak Osmanlılara ve Halifeliğe karşı bağlılığın güçlendirilmesi faaliyetlerine girişmesi istendi. Bu amaçla seyahate çıkacağı sırada padişahın vefatı üzerine yolculuğa çıkamadı. Yeni padişah Vahdettin'in tahta çıkış merasimlerine katıldı. Bizzat padişaha kılıç kuşatıp duâda bulundu.
Şeyh Ahmed, İstanbul'a geldikten kısa bir süre sonra savaş sona erdi. Böylece İslâm topraklarını dolaşıp Müslümanların desteğini sağlama planı gerçekleşmedi. Sultan Vahdeddin'in onayıyla bir süre Bursa'da ikamet etti. Ardından yine Sultanın istek ve ricası üzerine, Kuva-yı Milliyecilerin saltanata bağlılığını pekiştirmek ve bir çeşit arabuluculuk yapmak maksadıyla Anadolu'ya gönderildi.
Ankara'ya gelişinde büyük bir teveccühle karşılandı. Kendisine en üst seviyede ilgi ve alâka gösterildi. Büyük Millet Meclisi Reisi yaptığı konuşmada kendisi ve Senusiler için övgü dolu sözlere yer verdi. (Hüsamettin Ertürk, 2 Devrin Perde Arkası, Hatırat, Yazan Samih Nafiz Tansu, Hilmi Kitabevi 1957, s. 477-79)
Ankara Hükümeti, büyük bir saygınlığı bulunan İslâm aliminin nüfuzundan faydalandı. Kendisi de elinden geleni esirgemedi. Anadolu'da bulunduğu süre zarfında bir çok beldeyi dolaşarak Kurtuluş Savaşına destek oldu. Mahalli kıyafetiyle gittiği yerlerde kürsüye çıkarak mücadele ve cihad azmini ateşledi. Bu hareket ve çabalarıyla bir nevi "umumî vaiz" mevkiinde bulunarak büyük bir hizmeti ifa etti (Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, Sebil Y., İstanbul 1977, s. 365) Bir ara Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Irak tahtına aday gösterildiği de belirtilmektedir (Celal Tevfik Karasapan, LİBYA Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, s. 227).
M. Kemal, İslâm birliğini sağlama gibi bir amaç ve gaye beslemediği halde, Müslümanların Kuva-yı Milliye hareketine sıcak bakmalarını sağlamak amacıyla alimlerin nüfuzundan faydalandı. Bu amaçla, Senüsi'nin de Türkiye'de bulunmasını fırsat bilerek 1 Şubat 1921 tarihinde, onun başkanlığında bir İslâm Kongresi topladı. Bu kongreden sonra İslâm dünyasının Kuva-yı Milliye hareketine olan ilgileri arttı (Ali İhsan Gencer-Sabahattin Özel, Türk İnkılap Tarihi, 6. Bsk., Der Yay., İstanbul 1999, s. 47-48).
Şeyh Ahmed verdiği vaazlarla ümit aşıladı. Din alimlerinin toplum üzerindeki etkisini yakinen bilen Kuva-yı Milliyeciler bu durumdan istifade etti. Şeyhin Kürtçe bilmemesi ve Bediüzzaman'ın Doğu halkı üzerindeki etkisini hesap ederek kendisine, üç yüz lira maaşla şark vilayetleri umum vaizliği teklifinde bulundular. Kurtuluş Savaşı'nın sonuna yaklaşıldığı ve yavaş yavaş dinî motif ve eğilimlerin terk edilmeye başlandığı sırada yapılan teklif Bediüzzaman tarafından kabul görmedi. Çünkü, Bediüzzaman siyaset yoluyla değil, iman hizmetiyle uğraşmak ve Ankara dışında bulunmak emelindeydi (Şuâlar s. 314; Burhan Bozgeyik, Bediüzzaman Said Nursi Hayatı-Davası-Eseri, İstanbul 1995, s. 150; Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1. C. İstanbul 1998, s. 577).
Ankara'nın mânevî havasının değişmeye başladığını fark eden Şeyh Ahmed, 1922 yılı sonlarına doğru Şam'a gitti. Ancak, Fransızlar burada kendisini rahat bırakmadılar. Şam'ı terk etmek zorunda kaldıktan sonra Hicaz'a giderek ömrünün son demlerini ibadet ve duâ ile geçirdi. 10 Mart 1933 tarihinde kutsal topraklarda Hakk'ın rahmetine kavuştu. Azmi, kararlılığı, cesareti, her türlü tehlike ve zorluk karşısında soğukkanlılığını muhafaza etmesi ile tanındı. Kendisi ile görüşenler üzerinde hep müspet etki yaptı. Hiçbir zaman düşmanlarına boyun eğmediği gibi, kendisine teklif edilen makam ve mevkileri de reddetti.

Kaynak: Risale-i Nur enstitüsü

Necmeddin-î Kübra


Necmeddin-î Kübra
(1145-1221)
13. asirda yasamis büyük alim ve veli zatlardan birisidir. Asil adi Ahmed olmasina ragmen “Necmeddin-i Kübra” olarak taninmis ve bu isimle söhret bulmustur. Ilim tahsili için bir çok Islam beldesini dolasmis ve muhtelif alimlerden ders almistir. Ilmini tamamladiktan sonra memleketi Harezm’e dönerek, iman ve Islam hizmetinde bulunmustur. Çok sayida talebe yetistirdigi gibi, önemli eserler de yazmistir. Tasavvuf alimi olup, Kur’an-i Kerim’in zahiri manasinin yaninda, batinî ve isari manalariyla da mesgul olmus ve tefsir yazmistir. Risale-i Nur’da, batinî ve isari manalarla ilgili olarak tefsir yazanlar arasinda ismi zikredilmektedir. (Kastamonu Lahikasi, s. 144) Künyesi; Ebü’l-Cennab Ahmed bin Ömer bin Muhammed Hayveki el-Harezmi seklindedir.
Ahmed, 1145 yilinda Harezm’in Hayvek köyünde dünyaya geldi. Babasinin adi Ömer’dir. Çocuk yasta egitim ve ögretime basladi. Egitimini tekmil etmek maksadiyla bir çok Islam beldesini dolasarak taninmis alimlerden dersler aldi. Bu çerçevede, Iskenderiye’ye giderek Ebu Tahir Silefî, Isfahan’da Ebü’l-Mekarim, Ahmed ibn Muhammed Leban, Hemedan’da Hafiz Ebü’l-Ala, Nisabur’da Ebü’l-Meali Füravi ve Misir’da da Ebu Muhammed Sirazi’den ders aldi. Bunlarin disinda da birçok alimin ilminden istifade etme yoluna gitti.
Ahmed, ögrendigi bilgilerle yetinmeyerek isim ve söhretini duydugu alimin bulundugu beldeye gitmek suretiyle, ilim ögrenmek için büyük bir çaba gösterdi. Nitekim, Misir’da bulundugu sirada Tebriz’de bulunan bir alimin söhretini duydu. Söz konusu alim Peygamber Efendimizin (asm) Sünnetlerini ders olarak okutmaktaydi. Bu bilgiler üzerine Tebriz’e gitti. Güzel dersler okutan Ebu Nasr Hafda’dan Sünnet derslerini aldi. Bu arada eser yazmaya basladi ve ilk olarak kelam konusunu isledigi “Sünnet ve’l-mesalih” adli eserini kaleme aldi.
Ahmed, hocasi ve ayni zamanda amcasi olan Ebu Necib Sühreverdi’den de ders aldi ve önemli ölçüde onun etkisinde kaldi. Özellikle tasavvufla ilgili konularda amcasindan çok sey ögrendigi ve onun egitiminden geçerek büyüdügü kaydedilmektedir. Tasavvuf ile ilgili olarak Fahreddin-i Razi, Ismail Kasri ve Ammar bin Yasir’den de dersler aldigi, bilgilerini pekistirerek önemli bir konuma geldigi belirtilmektedir.
Misir’da bulundugu sirada, ders aldigi hocasindan çok büyük yakinlik gördü. Hocasi ona evladi gibi muamelede bulundu. Daha sonra hocasinin kiziyla evlendi ve Misir’da bulundugu süre zarfinda iki oglu dünyaya geldi.
13. asrin büyük alimlerinden olan Ahmed, yasadigi dönem ve sonrasinda bir çok lakap ve unvanla anildi. Girdigi bütün münazara ve ilmi tartismalardan galip çikmasinda dolayi Tammetü’l-Kübra, dogdugu köyün ismine izafeten Hayvekî, ayrica, Seyhü’l-imam, Necmeddin-i Kübra, Zahidü’l-Kebir, Seyh-i Harezmî gibi unvan ve lakaplarla anildi. Asil adindan çok Necmeddin-i Kübra unvaniyla taninip meshur oldu.
Ahmed, egitimini tamamladiktan ve çok önemli bir ilerleme kat ettikten sonra, hocalarinin da tavsiyesiyle, ailesiyle birlikte memleketi Harezm’e döndü. Bildiklerini ve ögrendiklerini insanlarla paylasarak, insanlari Hakk ve hakikat yolunda aydinlatmaya çalisti. Çevresindeki etkisi ve sayginligiyla tasavvufun önde gelenleri arasinda yer aldi. Vaaz ve irsatlari büyük bir ragbet gördü. Böylece kisa zamanda, ilme merakli çok sayida talebenin yanina gelmesine ve kendisinden ders almasina vesile oldu.
Necmeddin-i Kübra çok sayida talebe yetistirdi. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babasi olan Bahaeddin Veled, Mecdüddin-i Bagdadi, Baba Kemal Cündi, Abdülaziz bin Hilal, Necmeddin-i Razi, Nasir bin Mensur yetistirdigi ünlü talebelerinden bir kaçidir.
Ahmed, Islam’in güzel ahlakini yasayarak etrafinda bulunan insanlara büyük bir örnek teskil etti. Peygamber Efendimizin, “Ben güzel ahlaki tamamlamak için geldim” mealindeki hadisini bizzat yasayarak gösterenler arasindaki yerini aldi. Ibadet ve Hakka hizmet noktasinda asla gevseklik göstermedi. Ulasabildigi tüm insanlara yardim etmeye ve onlar için faydali olmaya çalisti.
Necmeddin-i Kübra, Kur’an-i Kerim ayetlerinin zahiri manalarinin yaninda batinî ve isarî manalariyla ilgili tefsir yazan alim ve veli zatlardan birisidir. Risale-i Nur’da ismi zikredilerek bu konuda bazi açiklamalarda bulunulmaktadir. (Kastamonu Lahikasi, s. 144; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 55) Kiyamete kadar hükmü devam edecek olan Kur’an-i Kerim bu özelliginden dolayi, her asir insaninin ihtiyaçlarini karsilayacak ve ihtiyaçlarina cevap verecek hüküm ve manalari ihtiva etmektedir. Bu sebepten dolayi, asirlar boyunca degisen ve gelisen tüm sartlara ragmen, ayetleri tefsir eden alimler, insanlarin karsilastigi problemleri asmaya ve onlara yardimci olmaya çalismislardir.
Bediüzzaman, Necmeddin-i Kübra gibi çok sayidaki ehli velayetin batinî ve isarî manalari ihtiva eden tefsirleri kaleme aldiklarini, bu alimlerin kendi asirlarina ve problemlerine cevap veren açiklamalarda bulunduklarini; örnegin, "Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad, kalb ve nefistir" dedikleri halde, söz konusu tefsirlerin ulemanin tasdikinden geçtigi gibi, ümmet tarafindan da kendilerine ilisilmedigini belirtmektedir. Ayetlerden muhtelif zamanlarda çikartilan çok sayidaki yorum ve tevillere karisilmayarak, saygi gösterildigi gibi, asrimizda Kur’an-i Kerim’in bir tefsiri olan, bu asrin hastaliklarina cevap veren Risale-i Nur’un da ayni saygiyi görmesi ve bu çerçevede degerlendirilmesi gerektigini izah etmektedir. Ayetlerin cüzi manalari ve sadece belli bir olay ve hadiseyle sinirli olmadiklari, aksine, külli manalari ihtiva ettiklerini belirttikten sonra, Risale-i Nur’un da “Kur’an-i Mübîn’in nurunu ve hidayetini nesreden bir kitab-i mübîn” oldugunu belirtmektedir. (Kastamonu Lahikasi, s. 144)
Necmeddin-i Kübra, iman ve irfan hizmetini sürdürürken, bölgeyi kasip kavuran, baslarinda Cengiz’in bulundugu Mogol tehlikesiyle karsilasti. Tarihin kaydettigi büyük felaket ve katliamlarindan birini gerçeklestiren Mogollara karsi talebelerini memleketlerine gönderen büyük insan, kendisi de silaha sarildi. Talebelerini memleketlerini savunmak üzere gönderirken, sarktan fitne atesinin geldigini, her tarafi yakacagini ve Islam tarihinde böyle bir fitnenin görülmedigini söyledi.
Mogollara karsi kilicini eline alarak savastigini belirten tarihi kaynaklarda fikir birligi mevcut olup, vatan savunmasi için cihat ederken sehit düstügü aktarilmaktadir. Harezm’e saldiran Cengiz’in askerleriyle savasirken 1221 yilinda sehit düsmüstür. Türbesi Türkmenistan’in Köhneürgenç sehrinde bulunmaktadir.
Necmeddin-i Kübra, talebe yetistirmege büyük önem verip zamanini bu ugurda harcamasinin yaninda, önemli eserler de kaleme alarak insanlarin istifadesine sundu. Kâtip Çelebi, müellifin kaleme aldigi eserlerinden örnekler vermektedir. En önemli eseri, Kur’an-i Kerim’i tefsir ettigi ve 12 ciltten olusan Aynü’l-Hayat’tir.
Eserlerinden bazilari sunlardir: Usul-i Asere, Risale fi Süluk, Risale ile’l-Haim, Fevaihü’l-Cemal, Adabü’s-Sufiye, Risale-i Necmeddin, Sekinetü’s-Salihin, Hidayetü’l-Talibin. Eserlerinin hemen hemen tamami Arapça olarak kaleme alinmistir. Rubailer de kaleme almis olup bunlari ise Farsça yazmistir.

Kaynak: Risale-i Nur enstitüsü

Hamidullah Hoca


.
mhamidullah.jpg (16861 bytes)
Hamidullah Hoca dünyadan göçtü - Yenişafak
Ünlü İslam alimi Prof. Dr. Muhammed Hamidullah önceki gün Amerika'nın Florida eyaletinde vefat etti. Hindistan'ın yetiştirdiği en büyük İslam alimlerinden Üstad Muhammed Hamidullah, 19,12,2002de Amerika Birleşik Devletleri'nin Florida eyaletinde 96 yaşında Hakk'a yürüdü. Özellikle "siyer" (devletlerararası İslam hukuku) alanında dünyanın en büyük uzmanları arasında yer alan Üstad Hamidullah, uzun bir süreden beri yaşlılığa bağlı çeşitli rahatsızlıklardan dolayı tedavi altında tutuluyordu.
İki ayrı üniversitede doktora
Hindistan ile Pakistan'ın henüz tek devlet olduğu 1908 yılında Haydarabad kentinde doğan Muhammed Hamidullah, ilk ve orta öğrenimini bu kentte tamamladı. Üniversite eğitimine de Haydarabad'da devam eden ünlü alim, 1930'ların başında hukuk fakültesinden mezun oldu. İlk gençlik çağlarından itibaren özellikle "siyer" dalına büyük bir merak duyan Muhammed Hamidullah, bu alanda akademik kariyer yapmak üzere 1936 yılında Paris'e gitti. Paris Üniversitesi'nden "Peygamberimizin Savaş Mektupları" başlıklı teziyle doktora unvanı alan Üstad, kısa bir süre sonra da bu kez Almanya'nın Tübingen Üniversitesi'ne kaydolarak "devletlerarası İslam hukuku" alanında ikinci bir doktora çalışması çalışması daha yaptı.

Üstad Hamidullah, 1947 yılında yükseköğrenim hayatının bir bölümünün geçtiği Paris'e yerleşti ve uzun yıllar boyunca bu kentte yaşadı. Kısa adı CNRS olan Fransız Milli Araştırmalar Merkezi'ne üye olan ünlü araştırmacı, bu kurumun bünyesinde hukuk ve İslam alanlarında sayısız bilimsel çalışmaya imza attı.

Özgün fikirleri ve geliştirdiği yeni araştırma metotlarıyla, 1950'li yıllarda uluslararası akademik çevrelerde ünü adım adım yayılan Üstad, yıllar boyunca tam bir gezgin gibi dolaşarak farklı ülkelerin yükseköğrenim kurumlarında dersler verdi. Prof. Hamidullah, 1950'lerde "sözleşmeli profesör" olarak ülkemize de gelerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk fakültelerinde, Ankara'da, İzmir'de, Konya Yüksek İslam Enstitüsü'nde uzun süre dersler verdi, bu dönemde pek çok genç Türk akademisyeninin yetişmesine katkıda bulundu.
8 DİL BİLİYORDU
Bir düzineye yakın yabancı dili mükemmelen konuşabilen Hamidullah, bu arada ülkemizde görev yaptığı yıllarda Türkçeyi de kusursuz düzeyde öğrenmişti. Üstad'ın bildiği diğer diller arasında Farsça, Arapça, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fransızca ve Rusça da bulunuyordu.

Prof. Hamidullah'ın bir kısmı dilimize de çevrilen ünlü eserleri arasında "İslam Peygamberi", "Hz. Peygamber'in Savaşları ve Savaş Meydanları", "İslam'ın Hukuk İlmine Yardımları", "İslam Devletler Hukuku" ve "İslam'a Giriş" ilk anda akla gelenlerden bazıları. Ayrıca, kendisinin dünyanın dört bir köşesinde yayımlanmış binlerce makalesi de bulunuyor.
Üstad'ı tanımış ve ders almış olmak büyük bir ayrıcalık

Üstad Muhammed Hamidullah'ın vefatını Viyana'da ders verirken öğrenen Prof. Dr. Sırma, vaktiyle onun derslerine katılmanın bugün Türkiye'de ilahiyat ve hukuk alanında kariyer yapmış, bugün olgunluk çağındaki bir kuşak için gurur verici bir ayrıcalık olduğunu ifade etti. Ölümün Hakk'ın takdiri olduğunu hatırlatan Prof. Dr. Sırma, "İnsan olarak elbette ki hocamızın kaybına hepimiz üzüldük. Ancak, öylesine kıymetli eserler bıraktı, öylesine donanımlı bir kuşak yetiştirdi ki İslam alemine bu derece faydalı olmuş bir insanın ardından yalnızca Allah ondan razı olsun denilmeli ve dua edilmeli. Türk akademisyenleri, ondan çok şey öğrendiler ve öğrenmeye devam edecekler" şeklinde konuştu.
Metod ve görüşleri bize miras kaldı
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Tuğ, kendisinden uzun süre dersler alıp bazı eserlerini de Türkçeye kazandırdığı Üstad'ın vefat haberini Yeni Şafak'ın telefonuyla öğrendi. "Günümüzde, ilahiyat fakültelerimizde onun metot ve görüşlerinden yararlanarak yetişmiş son derece geniş bir ilim adamları grubu vardır" diye konuşan Tuğ, "Özellikle siyer alanında 20. yüzyıla tartışmasız damgasını vurmuş çok büyük değerlerden birini Hakk'a yolcu ettik" dedi.

----
Bir güneş daha battı Hamidullah’ı kaybettik!..
vakit - 19.12.2002


Fransa’nın Paris kentinde hayatını sürdüren İslâm bilgini Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, uzun süreden beri Amerika’nın Florida eyaletinde yakınlarının yanında bulunuyordu.
İlerlemiş yaşı dolayısıyla çeşitli rahatsızlıkları bulunan Hamidullah, 94 yaşında önceki gece saat 02.00’de hayata gözlerini yumdu.
Dünyanın birçok ülkesinde önemli üniversitelerde görev alan ve bu arada ülkemizde de İstanbul ve Erzurum Atatürk üniversitelerinde öğretim üyeliği yapan değerli bilim adamı Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, ardında yüzlerce eser bıraktı.
İslâm’ın batı dünyasında sağlıklı anlaşılması adına büyük çabalar sarfeden ve eserler veren Hamidullah’ın Türkçe’ye çevrilmiş birçok eseri Beyan Yayınları tarafından okuyucuların istifadesine sunuldu.
Hamidullah’ın kısa hayat hikâyesi 
Doğum: 19 Ocak 1908 Haydarabad. Ölüm: 17 Aralık 2002 Florida.
Sekiz çocuklu bir ailenin en küçüğüydü. Ailesinden aldığı ilköğrenimin arkasından medrese öğrenimine başladı. Daru’l-Ulum Medresesi’nden sonra Osmaniye Üniversitesi’nde okudu. Devletler hukuku alanında lisansüstü çalışma aptı. Daha sonra Hicaz, Suriye, Filistin, Mısır ve Türkiye kütüphanelerinde bulunan İslâm devletler hukuku alanındaki çalışmaları inceledi. Almanya’da Bonn’daki Friedrich Wilhelm Ren Üniversitesi’nde aynı konuda doktorasını verdi (1933). Çalışmalarını Paris Üniversitesi’nde sürdürdü. Bu arada Kuzey Afrika ülkelerinin kütüphanelerinde incelemeler yaptı. Hindistan’a dönerek Osmaniye Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Bu üniversitede devletler hukuku profesörüyken, görevle yurtdışında bulunduğu bir sırada, Haydarabad’ın Hindistan hükümeti tarafından işgal edilmesi (1948) üzerine geri dönmedi. Siyasal mülteci olarak Fransa’ya yerleşti.
Hamidullah, başta Fransa, Mısır, Pakistan ve Türkiye olmak üzere birçok ülkenin üniversitelerinde dersler, konferanslar verdi. 1952’de İstanbul Üniversitesi’nde çalışmaya başladı, uzun yıllar Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü ile Erzurum’da Atatürk Üniversitesi İslâmi İlimler Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Bu sırada, İslâm Tetkikleri Enstitüsü dergisi ile İlahiyat Fakültesi mecmuası başta olmak üzere birçok süreli yayında bilimsel makaleler yazdı. Paris’teki Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nin (CNRS) üyesi olan Hamidullah’ın beş ayrı dilde (Arapça, Urduca, İngilizce, Fransızca ve Almanca) yazdığı ve yayımladığı yapıtları, İslâm’ı temel kaynaklara inerek kavramada ve günümüz şartlarına uygun biçimde yeniden anlamlandırmada etkili oldu. Batı dünyasında İslâm’ın doğru biçimde tanınmasında rol oynadı.
Hamidullah’ın Türkçe’ye çevrilerek yayımlanan başlıca eserleri şunlardır: İslâm’a Giriş (1961), Hz. Peygamber’in Savaşları (1962), İslâm’ın Hukuk İlmine Yardımları (1962), İslâm’da Devlet İdaresi (1963), İmam-ı Azam ve Eseri (1963), Modern İktisat ve İslâm (1963), İslâm Fıkhı ve Roma Hukuku (1964), Kur’an-ı Kerim Tarihi (1965), İslâm Peygamberi (1966, 2 cilt), Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahifa-i Hemmam b. Münebbih (1967), Resulullah Muhammed (1973), İslâm Hukuku Etüdleri (1984), İslâm Müesseselerine Giriş (1984), İslâm, Bilim ve Felsefe (1990), İlk İslâm Devleti (1992), İslâm’ın Doğuşu (1997), Hz. Peygamberin Altı Orijinal Diplomatik Mektubu (1998), İslâm Anayasa Hukuku (1998), El Vesaiku’s-Siyasiyye (1998), İslâm Tarihine Giriş (1999).

---------------
Büyük âlim Muhammed Hamidullah vefat etti
Mükremin Albayrak - Zaman

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah geçtiğimiz pazartesi günü Amerika’nın Florida eyaletinde yaşadığı evinde vefat etti.

98 yaşındaki Hamidullah hocanın, sabah namazını kıldıktan sonra kahvaltısını yapıp istirahate çekildiği; ancak bir daha uyanamadığı belirtildi. Ailesinin Hamidullah için gıyaben cenaze namazı kılınmasını tavsiye ettiği bildirildi.

Türkiye’deki ilahiyatçılar Hamidullah’ın vefatının İslam âlemi için büyük bir kayıp olduğunu kaydetti. Prof. Dr. Salih Tuğ, Hamidullah’ın 1950’den 1975’e kadar Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri ve İslam enstitülerinde yetişen yüzlerce öğrenciye hocalık yaptığını belirterek, “Prof. Dr. Hamidullah, her yıl sözleşmeli hoca olarak İstanbul Üniversitesi’nde üç ay ders veriyordu. İslami ilimler ile İslam kültürünün canlanmasında büyük rolü olmuştur.” dedi.

Prof. Dr. Hamidullah’ın eserlerinin dünyada birçok dile çevrildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Tuğ, Hamidullah’ın Fransızca, Türkçe, Urduca, İngilizce, Arapça ve Farsça gibi dilleri en az eser yazacak seviyede bildirdiğini belirtti. Herkes tarafından Hamidullah’ın Pakistanlı olarak bilinmesine rağmen onun aslen Hindistan’ın Haydarabat şehrinden olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Tuğ, “Ne yazık ki 1947 yılında Haydarabat’ın Hindistan tarafından işgal edilmesine gösterdiği tepki ve kaleme aldığı yazılarından dolayı bir daha memleketine girmesine izin verilmedi.” şeklinde konuştu.

Ensar Vakfı Başkanı Ahmet Şişman ise Hamidullah hocayı İstanbul Üniversitesi’nde tanıdığını belirterek, onun mütevazı yapısına dikkat çekti. Şişman, “Bir konferans için kendisini çağırmıştık. Hazırladığımız zengin yemek çeşidi varken kendisi yarım tas çorba içerek sofradan kalkmıştı.” dedi.

Türkiye’ye özel sevgisi olan Hamidullah, Bediüzzaman Said Nursi’nin kendisine gönderdiği bir eserinden dolayı yazdığı mektubunda şöyle diyor: “Eskiden beri sizin yüksek vasıflarınızı ve büyük mücadelenizi işitiyorum. Allah birbirinden uzak olanları kavuşturucudur. Bizleri sevgi ve rızasını kazanmakta muvaffak kılsın.”

Mükremin Albayrak, İstanbul 19.12.2002

-----------------------------
Mustafa İslamoğlu
Hamidullah Hoca'nın ardından 


Washington'da mukim Dr. Haşmet Bey dostumuz, Muhammed Hamidullah Hocamız'ın vefat haberini ilettiğinde, kendi kendime "İslam semasının en parlak yıldızlarından biri daha kaydı" dedim. Geçen yılki ABD programımda, çok arzu etmeme rağmen, bir fırsatını bulup da ziyaret edemeyişime bir kez daha hayıflandım.

Alim öldü, bil ki âlem öldü. Yeri doldurulur mu, bilemem. Ama hiç de kolay gözükmüyor. Çünkü o, tam anlamıyla bir "İslam âlimi prototipi" idi. Allah vergisi bir kabiliyet, muhteşem bir kapasite, insanı hayrette bırakan bir dil yeteneği, ilme yatkın bir mizaç, yorulmak bilmeyen bir ilmi tecessüs, devasa bir birikim, dinmek bilmeyen bir tetkik ve tetebbu aşkı ve bütün bunlara zemin olan iman ve ihlasın hepsi onda mevcuttu.

1994 yılında Fransa'da programım vardı. Paris'e geçmişken çıkan ilk fırsatta Hamidullah Hoca'yı ziyaret edelim dedik. Eksik olmasın, Dr. Ali İhsan Bey kardeşim kılavuzluk ettiler. Yanlış hatırlamıyorsam, Sen nehrinin sağ yakasında, Louvre Müzesi'ne ve Milli Kütüphane'ye bir kurşunluk mesafede eski Paris'in taş yapılardan oluşan dar caddelerinden birindeki beş katlı bir apartmanın son katında oturuyordu.

Han kapısı gibi eski bir kapının önünde durduk. Hocamız evde yoktu. Paris'in soğuğunu yeme pahasına bekledik. Bir müddet sonra, baktım, sırtındaki kaşe paltonun içinde adeta kaybolmuş nurani yüzüyle Hamidullah Hoca göründü. Elini öpeyim dedim, kucaklayarak mani oldu.

Görmesi ve işitmesi zayıflamıştı. Ama aşkından hiçbir şey kaybetmemişti. Binanın bastıkça gıcırdayan ahşap merdivenlerini son kata kadar çıktık. 90'ına merdiven dayamış bu ihtiyar alimin beş katı her gün nasıl inip çıktığına şaşarken, şaşkınlığım o küçük bir odadan bozma 'ev'e girişimizle daha bir arttı.

Çünkü Hamidullah Hoca, kitaplarla dolu ikiye taksim edilmiş bu taş çatı odasında tek başına yaşıyordu. Ne merdivenden çıkarken koluna girilmesine izin verdi, ne de şekeri bizim tutmamıza.

Sohbetimiz sırasında o selis Arapça'sıyla bize ilk söylediği şey şuydu: "Elhamdülillah, bugün 7 Fransız daha İslam'la şereflendi." Anlaşılıyordu ki, muhatabımızın velut imanı hâlâ adam doğurmayı sürdürüyordu.

Bu müjdeyi verirken, sevinçten yaşlı gözleri parlıyordu. Hamidullah Hoca, Paris'in banliyölerinden birinde bulunan mescitte haftanın belli günlerinde ders veriyor, bu derslere başta Fransızlar olmak üzere her kavimden, her inançtan insan katılıyordu. Orada ilginç ihtida hikayeleri de yaşanıyordu. Her dersin ardından kendi kendisiyle buluşup Allah'a teslimiyetle şereflenen insanlar çıkıyordu. İşte verdiği bu müjde, sadece bir günün hasılatıydı.

Bir buçuk milyarlık ümmet ailesinin gözbebeği bir alimin, apartman izbelerinde odadan bozma bir dairede kimsiz kimsesiz yaşama savaşı vermesi, neye yorulmalıydı? Müslümanlar'ın hal-i pür melaline mi? Bir dava adamının İslam'ı Avrupa'nın dini haline getirmek için ödemek durumunda kaldığı bedele mi? Ya da bir İslam aliminin kimseye eyvallah etmeyen onurlu ve vakarlı duruşuna mı?

Daha sonra hocanın sağlığı iyice bozuldu. Yaşı 90'ı çoktan aşmıştı. Bir de haber aldık ki, ABD'de yaşayan yakınları artık tek başına yaşaması mümkün olmayan hocamızı yanlarına getirtmişler. Hocamız, 17 Aralık Salı günü, Jacksonville'deki ikametgahında sabah namazını kılmış, kahvaltısını yaptıktan sonra istirahata çekilmiş ve bir daha da kalkmamıştı. O, asırlık bir ömrün yüz aydınlığı hasılatını kucağına alarak, gurbetten sılaya yürümüştü.

Şimdi Hamidullah ahiretin misafiri. Dünyanın 'yıldızları' (=starları) olduğu gibi, ukbânın da yıldızları olur. Onların da meleklerden ve iyi ruhlardan hayranları olur. Zannımız o ki, Hamidullah da peygamberlerden, alimlerden, sıddîklardan, salihlerden ve şehitlerden oluşan öteki dünyanın yıldızları arasındaki yerini alacaktır.

Hamidullah Hoca'nın Türkiye Müslümanları'na karşı özel bir muhabbeti vardı. Onun bu muhabbeti İstanbul'daki Osmanlı bakiyesi kütüphanelerde yaptığı keşiflerle, bir tutkuya dönüştü. 1952'den itibaren İstanbul, Ankara ve Erzurum'da, misafir hoca olarak dersler verdi.

Her biri daha sonra kendi alanında söz sahibi olacak birçok talebe yetiştirdi. Prof Dr. Salih Tuğ, Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı bunlardan sadece birkaçıydı. Yani Hamidullah Hoca "hocaların hocası" idi.

O, siyer alanında kendi çağının bir numaralı otoritesiydi. Onun muhalled eseri el-Vesaiku's-Siyasiyye'si, dokümanter bir çalışma olarak alanında rakipsizdi. İslam Peygamberi adıyla Türkçe'ye çevrilen siyerini okuyanlar, Hamidullah farkını hemen farkedeceklerdir. Ayrıca İslam'a Giriş adlı eseri, İslam'ı topyekün inanç sistemi ve bir medeniyetin kurucu öznesi olarak tanımak isteyenlere ilk elde tavsiye edilebilecek bir başucu eseridir.

Türkiye'de kimi sûfî çevreler ona karşı haksız bir husumet beslediler. Eminim ki bu çevreler, tıpkı Afgani, Abduh, Mevdudi ve Kutub'a yaptıkları gibi, onu da hiç tanımadan, okumadan kara listeye almışlardı. Hamidullah'ın talebesi olma makamındaki kimi değerli isimlere, "Baidullah" bile dedirtmişlerdi.

Umarım bu elim kayıp, o çevreler için de bir muhasebe yapma, yanlıştan dönme ve hatalarına istiğfar etme vesilesi olur. Adam kıymeti bilmek için adam kıtlığı çekmek gerekmediği anlaşılır. Zira kıymet bilmeyene kıymet yetmez. Ve dahi kıymet bilmeyenin kıymeti olmaz.

Allah, yüzyılın yüz akı hocamızı, mele-i a'lanın seçkin ruhları arasına katsın. 

EBU YÛSUF

EBU YÛSUF
(113/731-183/798)


besmele2.gif (6994 Byte)
Hanefî mezhebinin imami Ebû Hanife'den sonra gelen büyük Hanefi fâkihi.
Adi Ya'kub b. Ibrahim el-Ensârî'dir. Irak bölgesinin fâkihi kabul edilen Ya'kub 113/731 yilinda Kûfe'de dogdu. Yûsuf adli bir oglu bulundugu için Ebû Yûsuf (Yûsuf'un babasi) lakabiyla meshur oldu. Ailesi fakirdi ve Ebû Hanife'nin yardimiyla ilim tahsiline basladi.
Atâ b. es-Sâib, Muhammed b. Ishâk b. Yesâr ve Leys b. Sa'd gibi büyük hadisçilerden hadis okudu ve "hadis hafizi'' oldu. Ebû Ishâk es-Seybânî, Süleyman et-Temimî, Yahya b. Said el-A'mes gibi fâkihlerden ders dinledi. Ibn Ebî Levlâ'nin önemli fikhi problemlerde Imâm-i Azam'in ictihadlarina basvurdugunu görünce, ondan ayrilarak Ebû Hanife'nin derslerine devam etmeye basladi. Onun usûlünü benimseyerek "mutlak müçtehid" pâyesine ulasti. Ebû Hanife onun için söyle demistir: "Hem bas kadiliga hem fetvâ makâmina lâyik iki talebem vardir. Bunlar Ebû Yûsuf ile Züfer'dir" (ibn Bezzâzi, Menâkibu'l-imâmi'l-Âzam, II, 125). Ebû Hanife'nin derslerine onalti yil devam eden Ebû Yûsuf, bu arada Kûfe'ye gelen ünlü tarihçi Muhammed b. Ishâk'tan Islâm Tarihi (Megazî) okudu. Ebû Hanife'nin 150/767 yilinda vefâti üzerine Bagdad'a geldi. Halife Mehdî tarafindan kadi tâyin edildi. Hâdi ve Harun er-Resid devirlerinde de kadilik yaparak ilk defa "Kâdi Kudât (Kadilar kadisi-Bas kadi)" ünvânini aldi. Onalti yil kadiliktan sonra, 183/798 yilinda vefâti üzerine yerine oglu Yûsuf kadi tâyin edildi (ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarabâd 1957, 1/292; Ibn el-Imâd, Sezerâtü'z-Zeheb, 1/298, 300, 321; Ibnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s.295).
Ebû Yûsuf güçlü hukuk mantigi ve ince zekâsiyla kendisine gelen fikih problemlerini rahatlikla çözüyordu. Bir gün Harun er-Resîd, "Bu gece ülkemde yatarsam benden üç talak ile bos ol" diyerek hanimi Zübeyde'yi bosadi. Fakat sonradan pisman olarak âlimlerden fetvâ istedi. Ebû Yûsuf Kur'ân'daki bir âyete dayanarak "Câmilerde yat, çünkü câmiler senin degil Allah'indir" dedi (el-Cin, 72/18).
Taberî, Ebû Yûsuf'un re'ye fazla basvurmasi, Sultan'a yakinligi, kadilik yaparken yöneticileri memnun etmek için çalistigindan dolayi bazi ulemânin ona karsi hadis rivâyetinde çekingen davrandigini söylemektedir (Ibn Abdilberr, el-Intikâ, s.173). Ebû Yûsuf ikinci fukahâ tabakasindan sayilmistir. Imam, örf âdet ve toplumsal sartlarin degismesi sebebiyle, nasslarin hayâttâki bütün ayrintilari kapsamadigini, dolayisiyla zaman, zemin örf ve âdet ortaminin degismesiyle hüküm ve ictihadlarin da degisebilecegini savunmustur. Bu bakimdan nasslarin tesrî hikmetini âdet ve toplumsal sartlarin, sosyal degismenin yönünü iyi degerlendirerek, yeni olaylar karsisinda nasslarin ruhunâ uygun fetvâlar vermistir. Böylelikle o, nasslarin hükmünü hâdiselere uygulamis ve yeni olaylar karsisinda dinî tesrîden ayrilmadan meselelere ictihadla çare bulmustur. Bazi fakîhler Rasûlullah'in hadisinin lâfzina baglanarak, bugday, arpa, hurma ve tuzun birbiriyle her zaman ölçülerek satilacagini, aralarindaki esitligin tarti ile degil, ölçü ile tesbit edilecegini ileri sürmüslerdir (Ibn Âbidin, Nesru'l-Âf fî binâi Ba'zi'l-Ahkâm ala'l-Urf, Mecmûatü'r-Resâil içinde, II, 125). Halbuki Imam Ebû Yusuf alis-veriste artik teâmül haline gelen altinlar arasindaki esitligin ölçü ile, bugdaylar arasinda da tarti ile tesbit edilecegine dair hüküm vermistir (Ibn Âbidin, a.g.e., 118). O bu ictihadi ile nassa muhâlefet etmemis, zikredilen hadisin vürûdu zamaninda bahis konusu ölçü ve tarti meselesinin o günkü sartlarin ürünü oldugunu bu yüzden de hükmün o sartlara göre konuldugunu söylemistir. Sonraki yillarda tarti ile satilan seyler eger o zamanki ticârî ortamda da cârî olsaydi, hüküm de ona göre olacakti. Ibn Âbidin (v. 1252/ 1836) altin ve gümüs paranin ondokuzuncu yüzyilda artik tarti ve ölçü ile degil, sayilarak mübâdele edildigini belirtmis ve Ebû Yûsuf'un büyük bir ribâ kapisini kapatmis oldugunu söylemistir (Ibn Abidin, a.g.e., 1 18). Fikhi hükümlerin çogu nasslarin açik dalâletinden degil, kapali delâletinden istinbat veya kiyas yoluyla elde edilmistir. Ictihad iste burada sözkonusu olmakta ve müctehidler, yasadiklari ülke ve zamanin icaplarini gözönünde bulundurarak kati ve donuk nasslastirma yoluna gitmemisler, böylelikle kolayligi güçlestirmemek suretiyle de din ile hayatin arasinin kopmasina mani olmuslardir. Ebû Yûsuf bu alanda üstadi Ebû Hanife'yi de geçmis, hattâ çogu meselede ona muhâlefet etmistir ve kendi zamaninda ortaya çikan örf ve âdet hukukuna uygun olarak kendisi ictihad yoluna gitmistir. Meselâ Ebû Hanife zamaninda toplumda ahlâk bozuklugu yoktu ve Imam bu nedenle açik adaleti öngörmüstü. Halbuki Ebû Yûsuf zamaninda ahlâk bozuldugundan o da Ebû Hanife'nin fetvasiyla degil, kendi ictihadiyla amel etmistir. Yine, Hz. Ömer'in Hayber'den hissesine düsen arazisini vakfetmesiyle ilgili rivâyetini ögrenen Ebû Yûsuf, vakiflarin satilmasinin câiz oldugu görüsünü savunan üstâdi Ebû Hanife'nin görüsüne karsi söyle demistir: "Bu, (Hz. Ömer'in icraati) muhâlefet edilmesi mümkün olmayan bir husustur. Eger Ebû Hanife bunu duymus olsaydi onu kabul eder ve ona muhalif bir görüsü ileri sürmezdi." Iste bu büyük imamlar, böylesine genis bir istinbat özgürlügünü gelistirmisler, üstelik kati bir mezhep taassubunu da savunmadan ve ayni mezhep içerisinde veya farkli mezheplerde de olsalar daima birbirleriyle görüs ve rey alisverisinde bulunarak ümmetin sorunlarini gidermeye çalismislardir. Hanefi mezhebinde yakin zamanlara kadar, hattâ günümüzde de fetvâlarin çogu, Ebû Hanife'den ziyade Ebû Yûsuf ile Imam Muhammed'in görüsünce verilmektedir. Çünkü büyük imamin mezhebini tedvin eden bu iki talebesidir ve birçok görüs ve ictihadini gelistiren de yine onlardir.
"Müslüman nerede bulunursa bulunsun Islâm hükümlerine baglidir." diyerek hocasina muhâlif kalan Ebû Yûsuf'tur. O bu görüsüyle hükümlerin sahsiligi ilkesini kabul etmistir. Yani bir hüküm yalniz Islâm ülkesinde degil, her yerde yasayan müslümanlara tatbik olunacaktir. Bir Islâm ülkesinin harp ülkesi haline gelmesi için orada küfür ahkâminin uygulanmasi yeterlidir diyerek hocasina muhâlif kalan yine Ebû Yûsuf'tur... Bu genislik ve kolaylik, bu ihtilâfin rahmeti sünnettir, izlenen usul de sünnetten alinmistir.
Imam Ebû Yûsuf ictihadlarinda hadîse önem vermekle birlikte, daha çok re'ye bagli idi. Hakkinda nass bulunmayan meselelerde sahâbe'nin sonra da Ebû Hanife'nin içtihadlarina basvurur, eger bunlarda bir çözüm bulamazsa, kendi re'yi ve kiyasi ile hareket ederdi. Hanefi fikhi, Ebû Yûsuf sayesinde yayginlasmistir. Çünkü o, kadilik görevini üstlenmekle Hanefi mezhebinin bizzat uygulanmasini saglamistir. Kadiligi sirasinda halkin çözülmesi gereken problemleri ile karsi karsiya gelmis, bunlari çözme yollarini arastirmistir. Bu yüzden onun istihsanlari ve kiyaslari bizzat hayattan alinmistir. A'mes ve Imam Mâlik'ten hadis ögrendi. Yahya b. Mâin ondan hadis rivâyet etti. Hanefi fikih usûlüne ait ilk eseri o yazdi (Osman Keskioglu, Fikih Târihi, Ankara 1980, 82-86).
Ebû Yûsuf'un bilinen eserleri sunlardir: Ihtilâfü'l-Emsâr, Edebü'l-Kâdi alâ Mezhebi Ebî Hanife, E'mâli Fi'l Fikh, Kitâbü'l-Büyû', Kitâbü'l-Cevâmî, Kitâbü'l-Hudûd, Kitâbü'l-Harâc, Kitâbü'r-Red alâ Mâlik b. Enes, Kitâbü'z-Zekât, Kitâbü's-Salât, Kitâbü's-Siyâm, Kitâbü's-Sayd ve'z-Zebâih, Kitâbü'l-Gasb, Kitâbü'l-Fevâiz, Kitâbü'l- Vesâyâ, Kitâbü'l-Vekâle, el-Asl, Kitâbü'r-Red alâ Siyeri'l-Evzâî, Imlâ.
Imam Ebû Yûsuf'un hocalari arasinda, Ebî Leylâ, Ebû Hanife, Mâlik b. Enes, Süfyân b. Uyeyne, Ismail b. Uleyye, Ibn-Cureyc, Hasan b. Dinar, Hanzala b. Ebû Süfyân, Hisâm b. Urve, Ebû Ishâk es-Seybâni, Süleyman et-Temîmi en meshurlaridir (ö.Nasuhi Bilmen, Istilâhât-i Fikhiyye Kâmusu, I, 392). Ebû Yûsuf'un Kitâbu'l Harac'i, Muidzâde (H. 982) ve Rodosluzâde Muhammed (1113/1701) tarafindan Türkçe'ye tercüme edilmis, Ali Özek tarafindan da yeni Türkçe'ye çevrilmistir (1970). Eserin Fransizca tercümesi 1921'de, Ingilizce tercümesi de 1958'de basilmistir. Kitabin 1896'da basilan bir edisyon-kritigi de vardir. Ebû Yûsuf'un yazdigi ve Imam Muhammed'in tertipledigi "el-Mebsut", Hanefi fikhinin basta gelen kaynaklarindandir. Kitabin çesitli bölümleri ayri ayri yazildiktan sonra biraraya getirilmistir. El-Câmiu's-Sagir (hâsiye) de bin besyüz küsûr fetvayi kapsar. Eskiden kadilarin bu kitabi ezbere bilmeden tâyin edilmedikleri söylenmistir. el-Cüzcânî'nin düzelttigi el-Mebsut bugün için de en iyi basvuru kaynagi sayilmaktadir. Islâmî toprak hukukunda Ebû Yûsuf'un tesiri görülmektedir. Metruk arazinin ikta olarak verilmesi sisteminin asr-i saâdette uygulandigini belirten, Hz. Peygamber'in topraklari çesitli kimselere verdigini, halifelerin de gayrimüslimlere Islâm'i sevdirmek ve bos kalan topraklari ektirmek için ayni siyaseti devam ettirdiklerini söyleyen Ebû Yûsuf, Hz. Peygamber'den su hadisle sonuca varmistir: "Metruk arazi, Allah'a ve Peygambere sonra da size aittir. Bir kimse sonradan bunlari ihyâ ederse bu onun mali olur, fakat onu ekmeden üç yil birakan kimse bu hakkini kaybeder" (Ebû Yûsuf, Kitâbu'l-Haraç, 66 vd.).
Halife Harun er-Resid için yazdigi bu kitabinda Ebû Yûsuf devletin maliyesi ve gelir kaynaklarini tafsilatiyla yâzmistir.
Fikih bâblarina göre tertipledigi Kitâbu'l-Asâr'i ise, Ebû Hanife'nin müsnedidir. Ebû Hanife'nin rivâyet ettigi hadislerle, hükümlerinde dayandigi hadisler, hadis sartlarini, Tâbiînin Kûfe ve Irak fukahâsindan seçilmis fetvâlari bu kitapta bulmak mümkündür.
"Ihtilâfu Ebu Hanife ve Ibn Leylâ" adli kitabinda da, bu iki imamin ihtilâf ettikleri meseleleri ele almistir. Kitabi Imam Muhammed rivâyet etmistir. Bu kitap Imam Muhammed'in eseri sayilmistir. Kitap o çagdaki imamlarin ihtilâfini nakletmesi bakimindan degerlidir .
Harb ahkâmi, emân verme, mütâreke, ganimet ahkâmi konularinda Ebû Hanife'ye muhâlefet eden Evzaî'ye karsi yazdigi "Kitâbu'l-Red alâ Siyer-i Evzâî" adli kitabinda Evzâî'nin görüslerini reddetmektedir. Kitap ayni zamanda hadis ehli ile rey ehli arasindaki ihtilâflari da ihtiva etmektedir.
Sâmil Islam Ansiklopedisi

Aksemseddin Hazretleri

besmele5.gif (3777 Byte)

Fethin görünmez mimari Aksemseddin Hazretleri


Aksemseddin; Hazret-i Ebûbekir’in evladindan, Sihâbüddin Sühreverdi’nin torunudur. Babasi Seyh Hamza (Kurtbogan adiyla meshurdur) âlim biridir ve oglunu mükemmel yetistirir. Mübarek, dudak uçuklatacak kadar zekidir. Hizli ilerler ve genç yasta müderris olur. Osmancik medreselerinde talebe okutur. Evet yörede hatiri sayilir bir âlimdir, ancak isin hâkikatina varmak ister. Bunun tek yolu vardir ”ledün ilminde mütehassis bir velinin” huzurunda diz çökmek.

Arar, sorar, istihareye yatar. Zihninde iki isim berraklasir. Bunlardan bir osman002.jpg (43111 Byte)tanesi Hâlep’te ki Zeynüddin Hafi Hazretleridir. Digeri Ankara’daki Haci Bayram-i Veli. Aksemseddin yakindan baslar. Önce Ankara’ya gider. Ancak Haci Bayram Hazretlerini kapi kapi teberrû toplarken görür ve yikilir. Nedenini, niçinini sormaz bile, oraciktan döner, yürür Hâlep’e. Ancak yolda gördügü rüyalarda, nasibinin Haci Bayram elinden oldugu isaret edilir. Hatta zincirlerle çekilir ki, uyandiginda izi vardir boynunda. Saskinlik ve pismanlik içinde Ankara’ya döner. Yüce veliyi orak tirpan çalisirken bulur. Mübârek garibin birine yardim eder ki kan ter içindedir. Aksemseddin bin pismandir, boyun büker... Ve kavusur affa.

Haci Bayram Hazretleri bu mütevazi talebesini çok sever, O'na hususi bir ihtimam gösterir. Aksemseddin ayrica iyi bir hekimdir de. Pastör’den asirlar evvel hastaliga sebep olan mikroplari ve karantinanin mantigini anlatir. Hatta o yillarda ”seretan” adiyla bilinen kanseri teshis eder.

Istanbul’un kusatildigi günlerde Fatih Anadolu’daki âlimleri ordugâha davet eder. Hepsi mükemmel insanlardir, ancak Aksemseddin’le aralarinda anlatilmaz bir muhabbet baslar. Nedendir bilinmez bu akça pakça veliyi görünce içi rahatlar. Tabiri caizse kani kaynar.

Istanbul gibi bir sehri almak kolay degildir. Dev surlar, haçli yardimlari, derin hendekler, asilmaz zincirler, Rum atesi denen bela ve güçlü düsman. Bunlar bilinen seylerdir ve Fatih herbirine tedbir düsünür.

YEMEGI IÇMEYI UNUTUR 
Ancak, bazi komutanlar (ki bir çogu baba emanetidir) zafere inanmazlar. Açiktan açiga ”Bu devletin askerine, akçesine yazik degil mi canim?” derler, ”Maceranin sirasi mi simdi?”

Genç sultani Bizansla bogusmak degil, yanindakilerle ugrasmak yorar. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dagitir. Kendini fena yipratir. Geceler boyu aglar ki yastigi hiç kurumaz. Muhasara baslayali 50 gün geçer, lâkin gözle görülür bir ilerleme yoktur . Rumlar yikilan surlari aninda yapar, o acaib atesleri ile zemini degil, suyu bile yakarlar. Fidan gibi yigitler ardarda düserler topraga. Sultan Mehmed kalabaliklar içinde yalnizdir. Hatta zaman zaman kusatmayi kaldirmayi düsünür.

Aksemseddin hazretleri onun zihninden geçenleri okur. ”Sakin ha!” der, ”Asla vazgeçme!” Zira o, müjdeyi Hizir Aleyhisselam’dan alir. Zaferden zerre kadar süphesi yoktur. Sehir düsünce, Fatih derin bir nefes alir, büyük güç ve itibar kazanir. Genç sultanin simdi tek arzusu vardir. Mihmandâri Resulullah Hâlid bin Zeyd’in kutlu kabrini bulmak.

Aksemseddin Hazretleri kusatmanin sürdügü siralarda türbenin bulundugu noktaya bir nur indigini görür. Fatih’i o mahalle götürür. Kisa bir murakabenin ardindan iki çinar dalini topraga diker ve kendinden emin bir ifadeyle. ”Büyük sahabe bunlarin arasinda yatiyor!” der. Ancak etraftan ”ne malum?” diyenler olur. Hatta birileri padisaha akil ögretirler. ”Bu dallari baska bir yere diktir bakalim” derler, ”ihtiyar molla farkedebilecek mi?” Fatih denileni yapar, hatta ilk isaret edilen yer kaybolmasin diye mührünü gömdürür. Ama Aksemseddin dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdigi noktaya yönelir. Hatta bir ara durur ”Sultanimizin mührü” der, ”Ne ariyor orada?”

Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartisilacak, süpheye mahal birakmaz. ”Kazin!” buyururlar. Topragin bir kulaç altindan yesil somaki bir tas çikar. Üstünde kûfi harflerle ”Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazilidir. Kalabalik bir hos olur. Derhal türbe ve mescid hazirliklarina girisirler.

KAÇIS
Günler geçer, Fatih, Aksemseddin Hazretleri’ne sikça gelip gitmeye baslar. Öyle ki devlet isleri oyuncak gelir gözüne. Sarayi, otagi birakip dösegi tekkeye sermeye niyetlenir. Nitekim bir gün ”N’olur” der, ”Beni de dervisleriniz arasina alin”.

Aksemseddin, hani Fatih’e baba muamelesi yapan o gül yüzlü muallim birden ciddilesir, celalli bir edayla ”Hayir!” der, ”Osmanogullarinin dervise degil, sultana ihtiyaci var!”
Ama Sultan Mehmed’i iyi tanir. Yine gelecek, hem bu kez israr edecektir. Buna firsat vermez. Pilisini pirtisini toplamadan uzaklasir Istanbul’dan. O yillarda kus uçmaz, kervan geçmez bir kuytu olan Tarakli’ya çekilir, sonra Göynük civarlarina yerlesir, kendi halinde talebe yetistirir. Ama dualari Fatih’le birliktedir.

Göçemedin gitti yani...
Aksemseddin Hazretleri birgün oglunu (4 yasindaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanimina döner. ”Biliyor musun?” der, ”Aslinda dünyanin mihneti, zahmeti çekilmez ama suncagizin yetim kalmasina dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanimi omuz silker. ”Amaaan efendi” der, ”sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek "Iyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helallesir ve mescide çekilir. Talebelerine ”okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanir, yüzü aydinlanir. Kollari yana düser ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarina. Müridleri eve kosarlar ”Basiniz sagolsun.” derler, "Efendi göçtü!"

ÖMER B. ABDÜLAZIZ (99-101/717-720)

.
ÖMER B. ABDÜLAZIZ (99-101/717-720)
“Onlar (o kimseler ki) kendilerine yeryüzünde iktidar verdigimiz takdirde, namazi kilarlar, zekati verirler, iyiligi emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalisirlar. Bütün islerin sonu Allah’a aittir.” (Hac/41)
Dogum yeri ve tarihi konusunda degisik rivayetlerin bulundugu Ömer b. Abdülaziz’in Medine’de dogdugu rivayeti kuvvetli görüslerdendir.
Babasi Abdülaziz’in Misir alisi olmasi münasebetiyle hayatinin büyük bir bölümü orada geçmistir. Daha sonra babasinin istegi üzerine Medine’ye giden Ömer b. Abdülaziz egitimini orada tamamlamaya çalisti. Sahabenin, hadis ravilerinin meclislerine devam eder, ayrica siir ve edebiyat meclislerine katilirdi. Hatta onun meclisi, fakihler, alimler ve edipler meclisiydi. Ömer’in annesi de, Ümmü Asim bint. Asim b. Ömer b. Hatta bint’tir. Yumusak huylu, güzel ahlakli, zühd ve takva sahibi bir hanimdi.
Halife Abdülmelik, onu Dimesk’e (Sam) çagirmis ve kizi Fatima ile evlendirmistir. Daha sonra Halife Velid tarafindan Hicaz Valiligi’ne tayin edildi.
Keyfî uygulamalarda bulunan diger valilerin aksine Ömer, sehre gelir gelmez hadis bilen 10 dindar kimseden bir meclis kurdu. Bütün mühim isleri bunlarla görüsüp karara bagladiktan sonra uygulamaya koyulurdu. Bu uygulamasindan dolayi, Haccac’in zulmünden kaçan kisiler, Mekke ve Medine’ye siginmaya basladilar. Bu durum Haccac’in Ömer’e karsi tavir almasina sebep oldu. Aralari açildi ve görevden aldirdi. Yedi yil yaptigi bu görevdeki basarisiyla saygin zevat tarafindan takdir topladi. Nitekim bu alim Reca b. Hayyan’in destegi sayesinde veliaht tayin edildi.
Halife Süleyman b. Abdülmelik’in ölümünden sonra Halife seçildi. Abdülmelik’in ogullari Yezid ve Hisam tarafindan buna itiraz edilmisse de halkin teveccühüyle bu is tamamlandi. Ömer b. Abdülaziz Halife oldu. (*)
HALIFE OLDUKTAN SONRA YAPTIKLARI ISLER
Itiraf etmek gerekir ki, Muaviye’den itibaren fethedilen bölge sakinleri ikinci sinif (mevalî) vatandas muamelesi görüyorlar, Müslüman olmalarina, askerî seferlere katilmalarina ragmen haraç vermeye mecbur tutuluyorlar veya ganimetten çok az pay aliyorlardi. Gayr-i Arap (Arap olmayan) kimseler Islam’a karsi süpheyle bakiyorlardi.
Halife Ömer, Müslüman olanlarin hangi irktan olursa olsun diger Müslümanlarla esit olduklarini açikladi. Onlardan vergi (haraç) alinmayacagini ifade etti.
Savastan ziyade barisi esas alan Ömer, bu tutumundan dolayi birçok kabilenin Müslüman olmasini sagladi. Bu, tefessüh eden Emevî hanedaninda idari bir reform niteligi tasimaktadir. Kararlarin alinmasindan ziyade uygulanmasi daha büyük önem arzetmekte; bunun için de derhal idareye gelir getirmeyen halk tarafindan sevilmeyen, halka zulmeden ve keyfî tasarrufta bulunan valileri degistirip yerine yenilerini getirdi. Tayinde en çok dikkate aldigi konu; ehliyet, ilim, takva ve salih ameldi. O, devlete sadikane hizmet verecek idarecilere görev verdi. Böylece hilafet müessesesi taze kanla takviye edilmis ve dört halife devrindeki canliligina kavusmustur.
Bu degisiklikler ve uygulamalar, hilafeti elinde bulunduran Umeyye ogullarini ciddi sekilde rahatsiz ediyordu. Yer yer açiga vursalar da pek fazla bir sey de yapamiyorlardi.
Emevî ileri gelenleriyle Ömer arasinda söyle bir tartisma geçer:
Ömer onlarin “Bize görev ver” tekliflerine, “Isterseniz her birinizi asker yapayim.” cevabini verir.
Emevîler:“Ne diye yapamayacagimiz bir seyi bize teklif ediyorsun?” diye söylenip, “Akraba degil miyiz? Bizim de bir hakkimiz yok mu?” diye diretince Ömer:
“Benim için bu konuda, sizinle en uzak bir Müslüman arasinda hiçbir fark yoktur.” diyerek bu konuda tavrini koydu.
Ömer, minberlerde Hz. Ali (R.A.)’yi lanetlemeyi kaldirdi. Babasi Abdülaziz’in Misir’da takip ettigi yolu takip etmis olmasina sasilmaz. Zira kendisinden rivayet edildigine göre babasi hutbede Hz. Ali (R.A)’nin adinin zikredildigi yere gelince kekeler, dili tutulurdu. Oglu Ömer, niçin öyle yaptigini sordugunda söyle cevap verdi:
“Ogulcagizim! Bilesin ki, Ali b. Ebi Talip hakkinda bizim bildiklerimizi halk bilse, bizden ayrilip onun çocuklarina tâbi olurlar.” Ömer halife olunca hutbede Hz. Ali’ye sebti lanetlemeyi kaldirdi. Onun yerine Nahl 90. ayetin okunmasini sagladi.
Bu uygulamalaridir ki, Ömer b. Abdülaziz’i müceddit, II. Ömer ve Besinci Halife ünvanina kavusturmustur. Herseyi Allah’ta gören bir insanin neler yapabileceginin en güzel örnegini veren Ömer b. Abdülaziz, hadis ilminin tedvininde oynadigi rol de takdire sayandir.
Iki sene bes aydan fazla sürmemis olan Hilafeti esnasinda, içte ve dista fevkalade hayirli isler yapmistir. Fitnecilerin fitnesine maruz kalan Halife, hicrî 101 yilinin Recep ayinda vefat etti.
DEVLET ADAMLIGINA TIPIK ÖRNEK
Emirul Mü’minin Ömer b. Abdülaziz vefat edince, ondan sonra Yezid b. Abdülmelik halife oldu. Hanedandan biri gelerek:
“Ey mü’minlerin Emiri Yezid! Su müraî adam (Ömer b. Abdülaziz) Mü’minlere ihanet etti. Gücünün yettigi kadar cevher ve inciyi evinin iki odasina doldurup kilitledi.” dedi. Bunun üzerine Yezid, Ömer’in hanimi olan kiz kardesine haber göndererek çagirtti ve:
“Bana, Ömer’in kilitli iki odaya cevher ve incilerini doldurup biraktigina dair haber geldi.”dedi. Bunun üzerine Fatima:
“Kardesim, Ömer su bohçanin içindekinden baska ne bir tüy, ne de bir yele birakti.” dedi. Yezid bohçayi açti. Içinde yamali ve kalin bir entari, bir aba ve zayif astarli kalin bir cübbe buldu... Bana bunlari degil, kilitli iki odanin anahtarini verin denmesi üzerine Fatima:
“Mü’minlerin Emirinin ölümüyle bana musibet veren Allah’a yemin ederim ki, o halife olali onun istemedigini bildigim için, o iki odaya hiç girmedim. Sunlar oranin anahtaridir. Gel, aç ve içindekilerini Beytü’l Mal’e naklet.”
Yezid ve sikayetçi Ömer b. Velid gidip eve girdiler; odalardan birini açtilar, baktilar ki deriden bir sandalye, yaninda serilmis dört çömlek ve bir de testi buldular. Bunun üzerine sikayetçi “Estagfirullah” dedi. Sonra ikinci odayi açtilar. Baktilar ki çakillarla serilmis bir mescid ve tavaninda da asilmis bir zincir vardi. O zincirde de boynuna geçecek kadar bir halka vardi... Orada kilitli bir sandik buldular, açtilar. Onda bir sepet vardi, sepette bir cübbe ile bir yün elbise vardi. Yezid ve yanindaki aglayarak söyle dedi:
“Ey kardesim, Allah sana rahmet eylesin. Muhakkak senin hem gizlin ve hem de asikârin temizmis.” Sikayetçi de:
“Estagfirullah, ben bana söylenen seyi söyledim.”
(Prof. I. Süreyya Sirma, Emeviler Dönemi, Hilafetten Saltanata, s. 108, 109)
DÜSMANINI HAYRAN BIRAKAN HALIFE
“Bir insanin, imkansizliklari dolayisiyla, ruhbanca bir yasantiya sahip çikmasi, dünyadan el-etek çekmesi çok kolaydir. Çünkü onun zaten terkedecegi herhangi bir dünya malina sahipligi yoktur. Fakat bu halife gibi, dünyanin en büyük devletinin yöneticisi için ayni seyleri söylemek mümkün degil. Onun elindeki hazinelere ragmen, bunlarin hiçbirine aldirmayip, siradan bir fakirin yasantisina sahip çikmasina hayran olmamak dogrusu elden gelmiyor.” (**)
Bu sözler, Ömer b. Abdülaziz vefat ettikten sonra ona olan hayranligini gizlemeyen Roma Imparatoruna ait.
ÖMER B. ABDÜLAZIZ’DEN HIKMETLI SÖZLER
“Ey insanlar, kim bizimle arkadaslik yaparsa, bes sey için yapsin, bunu yapmazsa, bizden uzaklassin:
1- Ihtiyaçlarini karsilayamayanlari bize bildirsin.
2- Hayir için bize yardimci olsun.
3- Bilmedigimiz hayir yollarini bize ögretsin.
4- Bizim yanimizda kimsenin giybetini yapmasin.
5- Bos seylerden bize bahsetmesin.”
•••
“Seni en çok hayrete düsüren sey nedir?” diye soran arkadasina:
“Beni en çok sasirtan sey, bir kimsenin, Allah’i bilip, O’na isyan etmesi; Seytan’i bilip ona itaat etmesi ve dünyayi bilip ona meyletmesidir.”
•••
Hanedandan biri:
“Ya Emire’l Mü’minin, senden önceki Halifeler bize hediyeler verirlerdi. Sen ise bize yasakladin. Halbuki buna alismis ailem ve de sikintim var. Izin ver de, eskisi gibi bize birseyler verilsin!” Ömer:
“Ölümü sikca an! Geçimde daraldiysan, seni rahatlatir; bolluk içerisindeysen de seni daraltir.”
•••
Istisareye çok önem veren Ömer b. Abdülaziz, Muhammed b. Ka’b’a:
“Basima gelenleri görüyorsunuz, bana ne tavsiye edersiniz.”
“Sen ihtiyarlari baba, gençleri kardes ve çocuklari evlat kabul et. Babana ihsan, kardeslerine rahmet, evladina da sefkat göster!”
Reca ise:
“Kendin için istedigini baskasi için de iste, kendin için istemedigin bir seyi baskasina da isteme!”
Salim ise:
“Bütün dünya nimetlerine karsi öyle bir oruç tut ki, iftarin ölüm olsun.” (***)
HALIFE SEÇILINCEKI HALI
Kendi adinin anildigi hilafet fermani okundugunda Ömer:
“Vallahi, ben bu isi asla Allah’tan istememistim.”
Ne var ki salih iradeler, onu böylesine tehlikeli anlar için seçmisti. O da “adam” olacak ve emaneti kabul edecekti. Büyük hukukçu Salim’us-Sûddî’ye:
“Hilafetim, seni sevindirdi mi, üzdü mü?” Sûddî:
“Insanlarin hesabina sevindim; ama senin payina da üzüldüm.” Ömer:
“Nefsimin helakindan korkuyorum.” Sûddî:
“Korkuyorsan çok iyi... Çünkü ben de korkmamandan endiseliydim.” Ömer:
“Bana bir ögüt ver!” Sûddî:
“Sunu unutma: Babamiz Adem, bir tek günah için cennetten çikarildi.”(1)
ILK HUTBE
“Ey Nâs! Kuskusuz Kur’an’dan sonra Kitap, Muhammed (s.a.v.)’den sonra Peygamber yoktur. Bilesiniz ki, ben hakim degil infaz ediciyim. Kanun koyucu degil tâbiyim. Ben sizin hiçbirinizden daha hayirli degilim; üstelik içinizde yükü en agir olan kisiyim. Zalim devlet reisinden kaçan adam zalim degildir. Surasini iyi biliniz ki, Allah’a isyan hususunda kula itaat edilmez.”(2)
Kaynaklar
(*) Dogustan Günümüze Büyük Islam tarihi, c. II, s. 402-413 Çag Yay.
Islam Tarihi (Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal) c. I, s. 412-148 Kayhan Yay.
(**) Islam’da Ihya Hareketleri, Mevdudi, Pinar Yay., s. 69
(***) Emeviler Dönemi, Hilafetten Saltanata, s. 85-86/89-93
(1) Ömer b. Abdülaziz Dönemi ve Islam Inkilâbi, Imadüddin Halil s. 58-59, Bir Yayincilik
Emeviler Dönemi/Hilafetten Saltanata
(2) Islam Tarihi, H. Ibrahim Hasan 1. c. s. 415.
 Kaynak: Ilkadimdergisi

.

HASAN-I BASRÎ

bismill0.gif (5830 Byte)

HASAN-I BASRÎ


Tâbiînin büyüklerinden. Zâhid, muhaddis, fakîh ve müfessir.
Adi, Ebû Sâid el-Hasan b. Ebi'l-Hasan Yesâr el-Basrîdir. Babasi Yesâr, Irak'in bir kasabasi olan Meysânlidir. Yesâr, Meysan'in fethedilmesi sirasinda esir düsmüs ve buradan efendisinin kendisini âzâd ettigi, daha sonra da Hasan-i Basrî'nin annesi Hayrâ ile evlendigi Medine'ye götürülmüstür. iste, Hasan-i Basrî, burada Hazreti Ömer'in halifeliginin son ikinci yili olan Hicrî 21 senesinde dogmustur (21/641).
Annesi Hayrâ, Peygamberimizin hanimi Ümmü Seleme'ye hizmette bulunmustur. Bu arada, Ümmü Seleme'nin Hasan'i emzirdigi ve ondaki hikmet ve belâgatin bundan dolayi oldugu söylenir. Ayrica, Ümmü Seleme'nin, kendisini Ömer'e götürdügü ve onun için söyle dua ettigi de rivâyetler arasindadir; "Yâ Rabbi, onu dinde fakîh kil ve insanlara sevdir (Ibn Sa'd, Tabakât, VII/I, 114).
Hasan, Vâdi'l-Kurâ'da büyümüs ve çocuklugu orada geçmistir. Gençliginde Dogu iran'in fethine (43/663) katilmis, bundan kisa bir müddet sonra, Horasan vâlisi Rebi' b. Ziyâd'in kâtipliginde bulunmustur. Bundan sonraki hayatinin geri kalanini çogunlukla Basra'da geçirmistir. En son vefât edenleriyle birlikte üç yüz sahâbe ile görüstügü rivâyet edilir. Bu bakimdan tâbiînin önde gelenlerinden olup ilim ve fazileti, zühd ve takvâsi ile meshurdur. Ebû Tâlib Mekkî, Hasani Basrî'nin tasavvuf yolunda imamlari oldugunu söylemistir. Enes b. Mâlik, kendisine bir mesele soruldugunda, onun Hasan-i Basrî'ye de sorulmasini, onun derin ilim sahibi oldugunu söylerdi (Ibni Sa'd, a.g.e., s. 128).
Insanda bir irade hürriyetinin mevcudiyetini, buna bagli olarak da hayir ve serrin islenmesinde kisinin tamamen hür oldugunu kabul eden zühd ve takvâ önderi Hasan-i Basrî, persembe aksami vefat etmis ve cuma günü defnedilmistir (110/728). Halkin cenazesine katilmasi muhtesem olmus ve rivâyete göre o gün camide ikindi namazi kilinamamistir (Osman Karadeniz, Hasan el-Basrî ve Kelâmî Görüsleri, D.E. Ü.ilâhiyet Fak. Dergisi, II, izmir- 1985).
Hasan-i Basrî'nin çesitli konulardaki görüslerini söylece özetleyebiliriz:
Hasan-i Basrî, "Allah, mahlûkati ve tabiati yaratti. Hersey yaratilisina uygun olarak hareket eder" demekle kadere inancini açiklayip, Kaderiyye gibi düsünmedigini belirtir ve günâhkâr mü'minin, münâfik oldugunu söyler.
Ibâdet hayatinda bütün kaide ve emirlerin siki sikiya tatbik edilmesini ister. Nifak ve riyâya siddetle düsman olup, amelde ihlâsin bulunmasi gerektigini söyler. "Biz insanin dindarligini sözleriyle degil, fiiliyatiyla anlariz" diyerek de uygulamaya önem verdigini belirtir.
O'nu da "eski"ye özlem içinde görmekteyiz. "Eskiden dünya ehli fânî mallarini, ilimleri için âlimlere sarfediyorlardi. Bugün âlimler, ilimlerini ehl-i dünyanin menfaati, onlarin fânî mallari için kullaniyorlar. Dünya ehli mallariyla, alimlerden yüz çevirdi ve onlarin ilimlerinden mahrum kaldi. Çünkü alimlerin verdigi hükümlerde talihsiz sonlarini gördüler" der.
Gerçek fakîhin, takvâ sahibi oldugunu, kimseden himmet beklemedigini, kimseye hakaret nazariyla bakmadigini, ilmine karsilik bir dal bile beklemedigini, çesitli sözlerinde belirtmektedir.
Hasan-i Basrî, sûf giyenleri tenkid eden bir sûfî olup, Basra'dakilerin ilki degildir. O'nun zühd anlayisi, tefekkür, nefs muhasebesi, dünyadan uzaklasma ve Allah askina dayanmaktadir. "Tefekkür, sana iyi ve kötü fiillerini gösteren bir aynadir";
"Mü'min, daima nefsinin hâkimidir. Onu Allah için inceler. Dünyada nefsini murâkabe edenlerin hesabi, âhirette kolay olacaktir. Kendilerini murâkabe ve muhâsebe etmeyenlerin hesabi da zor olacaktir" dedigi bilinmektedir.
O, karsisindakileri egitmek için sorular sorar, gerçekleri bizzat kendilerinin bulmasini isterdi. Çünkü kisilerin yalniz ölüp, yalniz gömüleceklerini, yalniz dirilip, yalniz baslarina hesap vereceklerini beyanla herkesin kendisine dönmesinin önemine isaret ederdi. Ona göre, düsüncesini âhiret üzerine yogunlastiranlarin, dünyadan ve fânî seylerden sevgisini kesmeleri ve her iste Hazret-i Peygamber'in yolunu izlemeleri sarttir.
Hasan-i Basrî, hüzünlü olmayi kendine siâr edinen bir sûfi olarak temayüz etmistir. Dünyadan kaçis, zâhidâne bir hayat, nefsinden hiçbir zaman emin olmama, iste bunlarin hepsi, O'ndan hükmün kaynagini teskil etmektedir. Hüznü savunan bir sözünde "uzun hüzün, iyi amellerin kaynagidir" demektedir" "Yaptiklarinin cezasi olarak, bundan böyle az gülsünler, çok aglasinlar" (et-Tevbe, 9/82) âyetinin isaret ettigi emir çerçevesinde fazla gülmemeyi ögütler, fazla gülmenin kalbi öldürdügünü söylerdi. Kisi bir bütün olarak Kur'ân-i Kerîm'e uygun hareket ederken, en küçük kötülükten çekinir, her konuda çok titiz olursa o, verâ sahibi olmus olur. Bunu, Hasan-i Basrî'de su ifadelerle billurlasmis görüyoruz.
"Amellerine bak, onlari incele. Çünkü birbirinden kesin sinirlarla ayrilan hayir ve ser tartilacak. En küçük bir hayiri degersiz bulma, âhirette o sana fayda verecek. En küçük bir kötülügü zararsiz sayma, ahirette aleyhinde olacaktir." Hasan-i Basrî'de Allah aski (muhabbettullah) zirvededir. Bunu, hadîsi kudsîden aldigi güçle saglamistir. "Bana, kendilerine farz kildigim seyleri edâ ettigi gibisi ile yaklasani yoktur. Eger kul, bana nâfile ibadetlerle yaklasirsa ben onu severim. Ben onu sevince de, onun kulagi, gözü, eli, dili ve ayagi olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle konusur, benimle tutar ve benimle yürür" (Buhârî, Rikak, 38). O'na göre Allah aski manevî hayatin en yüksek noktasidir. Çünkü bu ask, Allah'a dogru yükselisin meyvesidir.
Cennette Allah'in zâtinin ihatasiz olarak görülebilecegini kabul eder. iyiligi emir kötülügü nehyetmek kurali, O'nun hareket noktasini olusturmaktadir.
Tefsîr ve hadîste tenkid edici fakat gerçekçi bir görüse sahiptir. Müslümanlarin ibâdetlerinde mevcûd Israiliyyat'i biliyor ve onlari bu yanlis inançlardan kurtarmak için, korkusuzca mücâdelesini sürdürüyordu. Bunun yaninda isyan etmeden, halifelere bile açikça hatalarini söylemekle, cesaret örnegini göstermistir. Haccâc b. Yûsuf'un zulmüne karsi, ona kafa tutmustiir. Rûhu sâd olsun... (Hayranî Altintas, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversitesi, ilâhiyet Fakültesi,1986, s. 61-65).
Hasan Fehmi KUMANLIOGLU
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi

by Muhammed Faruk

Tasavvuf nedir?


Sual: Tasavvuf nedir?
CEVAPTasavvuf, kalbi saf yapmak, kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Tasavvuf hâl işi olduğu için, yaşayan bilir, tarif ile anlaşılmaz.
Tasavvuf ilmi, kalb ile yapılması ve sakınılması gereken şeyleri ve kalbin, ruhun temizlenmesi yollarını öğretir. Buna (Ahlak ilmi) de denir.
Tasavvuf ehli, kendi derecesine göre, tasavvufu tarif etmiştir. Birkaçı şöyle:
Tasavvuf, dinin emirlerine uyup, yasaklarından kaçarak kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak demektir.
Tasavvuf, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden kaçmaktır.
Tasavvuf, nefsin iman ve itaat etmesi, bütün ibadetlerin ve bütün hayırlı işlerin hakiki ve kusursuz olmasıdır. Allahü teâlânın lütuf ve ihsanı ile daha yükseklere çıkanlar da olur. 
Tasavvuf, fâni olan her şeyden yüz çevirip, baki olana bağlanmaktır.
Tasavvuf, İslam ahlakı ile süslenmektir.
Tasavvuf, ölmeden önce ölmektir.
Tasavvuf, baştan başa edeptir, tamamen edepten ibarettir.
Tasavvuf, kadere rızadır.
Tasavvuf, Hak teâlâya inkıyaddır, kayıtsız şartsız teslimiyettir.
Tasavvuf, emeli bırakıp amele devam etmektir.
Tasavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmaktır.
Tasavvuf, namaz, oruç ve geceleri ibadet etmek demek değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazifesidir. Tasavvuf, insanları incitmemektir. Bunu yapan, vasıl olmuş, yani maksada kavuşmuştur.
Tasavvuf, insanı, ibadetlerde gereken ihlasa ve insanlara karşı gereken güzel ahlaka kavuşturan yoldur. İnsana bu yolu mürşid-i kâmil öğretir.
Tasavvuf, her sözünde, her işinde, dine yapışmaktır.
Tasavvuf, ızdırap çekmektir. Sükun ve rahatlıkta, tasavvuf olmaz. Yani, aşıkın maşuku aramaya çalışması, maşuktan başkası ile rahat etmemesi gerekir.
Tasavvuf, Resulullahın mübarek kalbinden çıkıp, evliyanın kalblerine gelen bilgilerdir.
Tasavvuf, kendi nefsinin ayıplarını, kusurlarını anlamaktır ve dine uymakta kolaylık ve lezzet hasıl olmaktır ve gizli olan şirkten, küfürden kurtulmaktır.
Tasavvuf, herkese merhametli olmak ve ruhsat olan ameli terk etmektir.
Tasavvuf, Allahü teâlâyı, görür gibi ibadet etmektir. Hadis-i şerifde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı görür gibi ibadet et! Sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor.) [Buhari]

Allahü teâlânın gördüğüne inanan, Onun beğenmediği bir şeyi yapabilir mi? Yanındaki iki meleğin, günah ve sevapları tespit etmekle görevli olduğunu yakînen bilen kimse, kötü işler yapabilir mi?
Tasavvufun yediyüzden fazla tarifi yapılmıştır. Hepsinin özü ehemmi, mühimme tercihtir. Yani çok önemli işi, önemli işten önce yapmaktır.
Ağlayan bir kimse görsek, hangi üzücü şeyin bu kimseyi ağlattığını bilemeyiz. Eğer ayağına diken battığı için ağlıyorsa, diken bize batmadığı için, ona verdiği ızdırabı anlayamayız. Bir delinin, ne için güldüğünü bilemeyiz. (Şunun için gülüyorum) dese bile, o hadise deliye tesir ettiği gibi bize tesir etmez. Aşığın hâli bir başkadır. Tasavvuf da böyle bir hâl işi olduğu için biz bilemeyiz.

Tasavvufta makamlarTasavvuf erbabından Mevlana Abdurrahman Cami hazretleri buyuruyor ki:
Tasavvufta, makamların sonuna varan mutasavvıflar iki çeşittir:

Birincisi, Peygamber efendimiz aleyhisselamın izinden giderek, kemale erdikten sonra, insanları irşad için halk derecesine indirilmiş irşad ehli olanlardır.

İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp insanların yetişmesi ile vazifeli olmayanlardır. Bunlara evliya denir.
Tasavvuf yolunda yürüyenler de iki kısımdır:

Birincisi, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız Onu ister. [Yunus Emre’nin, "Bana seni gerek seni" demesi böyledir.]

İkincisi de Cenneti isteyen taliblerdir.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
(Tasavvuf ehlindeki haller ve marifetler, muhabbetin fazla olmasından hasıl oluyor. Allahü teâlânın sevgisi, bu büyükleri o kadar kaplıyor ki, başka şeylerin ismi ve cismi hatırlarına gelmiyor. Başka bir şey görmüyorlar. İster istemez, sevgi sarhoşluğu ile, üzerlerini bu halin kaplaması ile, başka şeyleri yok biliyorlar. Allahü teâlâdan başka bir şey görmüyorlar. [Hallac-ı Mansur’un "Enel-hak" demesi gibi.] Bu hallerin ve marifetlerin ötesinde başka kemaller ve üstünlükler vardır ki, o, kemalatın yanında bu haller ve marifetler, okyanus yanında bir damla gibidir.)

Tasavvuf, Yahudi veya Yunan filozoflarının uydurması değildir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Resulullah efendimizden gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resulullahın, Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalble zikrettiği muteber eserlerde yazılıdır. 
Zikir ve nefs muhasebesi, Resulullah ve Eshab-ı kiram zamanında da vardı. Hicri 2. asır sonlarında, Ehl-i sünnetten, kalblerini gafletten koruyanların ve nefslerini Allah’a itaate kavuşturanların bu hallerineTasavvuf ve kendilerine Sofi ismi verildi. Kendine ilk defa sofi denilen zat, Ebu Haşim Sofidir. 

Tasavvuf, İslam ahlakı ile ahlaklanmak için gereken bilgileri öğreten bir ilimdir. Tıp ilmi, beden sağlığına ait bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf da kalbin, ruhun, kötü huylardan kurtulmasını öğretir, kalb hastalıklarının alametleri olan kötü işlerden uzaklaştırır, Allah rızası için güzel iş ve ibadet yapmayı sağlar. Zaten dinimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra buna uygun iş ve ibadetin Allah rızası için yapılmasını emreder. Kısaca din, ilim, amel ve ihlastan ibarettir.

İmam-ı Malik hazretleri buyurdu ki:
Fıkhı öğrenmeden tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkhı öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid'at ehli, sapık olur. Her ikisini edinen hakikate kavuşur. (Merec-ül bahreyn)
Kalbin, kötü huylardan temizlenmesi için, Allah için olmayan her şeyin sevgisini kalbden çıkarmak gerekir. Bu yolda ilerlemek Peygamberlerin ahlakındandır.

Kötü sıfatlar, cahillik, öfke, riya, kin, haset, kibir, ucup cimrilik, mal ve makam sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplamaktan korkmak, suizan, övünmek gibi şeylerdir.

Güzel huylar, ilim, tefekkür, rıza, hayâ, tevazu, merhamet, mürüvvet, cömertlik gibi güzel işlerdir. Kötü sıfatlardan kurtulmak ve güzel huylarla süslenmekle kalb temizlenmiş olur.
Huzura kavuşmak içinDünya ve ahiret iyiliklerine, rahat ve huzura kavuşmak için birinciolarak doğru bir iman sahibi olmak gerekir. Doğru bir imana kavuşmak için, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmek ve inanmak gerekir.

İkincisi, insanların saadeti için gereken şey, dinin emir ve yasaklarını öğrenmektir. Dinimizde bildirilen helali, haramı ve diğer hususları öğrenmek ve buna uygun hareket etmektir.

Üçüncüsü, kalbin kötülüklerden temizlenmesi ve nefsin terbiye edilmesidir. Nefs hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak ve Allah sevgisini kalbe yerleştirmek için, tasavvuf âlimlerinin eserlerini okuyup amel etmek gerekir.
Bir kimse doğru imana kavuşur, dinin emirlerini seve seve yerine getirirse enbiyaya, evliyaya ve melaikeye benzer ve onlara yaklaşır. Aynı cinsten olan şeyler, birbirini çektiği gibi onlar tarafından yanlarına çekilir. Çok büyük bir mıknatısın bir iğneyi çekmesi gibi onu yüksekliklere çekip Cennete kavuşmasına sebep olurlar.
Manen yükselmek dünya ve ahiret saadetine kavuşmak bir uçağın uçmasına benzetilirse, iman ile ibadet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, yani benzinidir. Tasavvufun iki gayesi vardır: Birincisi, imanın yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen iman böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Kalblere imanın yerleşmesi ancak ve yalnız zikir ile olur.) [Rad 28]
Zikir, her işte, her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, Onun rızasına uygun iş yapmak demektir. İkinci gayesi, ibadetlerde kolaylık, lezzet hasıl olması için, nefsten doğan sıkıntıların giderilmesidir. İbadetleri kolaylıkla, seve seve yapmak ve günah olan işlerden de nefret edip uzaklaşmak, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür.
Evliyalığa kavuşturan yol tasavvufturİmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İslam dininin bir sureti, bir de hakikati, özü vardır. Sureti, önce iman etmek, sonra, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymaktır. İslam dininin suretine kavuşanların nefsi emmareleri inkârda ve isyan etmektedir. Bunların imanı, imanın suretidir. Kıldıkları namaz, namazın suretidir. Oruç ve başka ibadetleri de böyledir. Çünkü, nefs-i emmare, insan varlığının temelidir. Herkes (Ben) deyince, nefsini göstermektedir. İşte, bunların nefsleri iman etmemiş, inanmamıştır. Böyle kimselerin imanları ve ibadetleri hakiki, doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, yalnız surete kavuşmayı kabul buyurmuştur. Bunları, razı olduğu Cennetine sokacağını müjdelemiştir. Yalnız kalbin inanmasını kabul buyurması, nefsin inanmasını da şart koşmaması, Onun büyük ihsanıdır.
Evet, Cennet nimetlerinin de, hem suretleri, hem hakikatleri vardır. İslam dininin suretine kavuşanlar, Cennetin suretinden pay alacaklardır. Dünyada, İslam dininin hakikatine kavuşanlar, Cennetin hakikatine kavuşacaklardır. Surete kavuşmuş olanlarla hakikate kavuşmuş olanlar, Cennetin aynı bir meyvesini yiyecek. Fakat, herbiri başka tat alacaktır. Resulullah efendimizin mübarek zevceleri Cennette, Resulullahın yanında olacak, fakat duydukları lezzet başka olacaktır. Eğer, başka olmasaydı, bu mübarek zevcelerin, bütün insanlardan [peygamberlerden] daha üstün olmaları lazım gelirdi. Her üstün olan kimsenin zevcesinin de, bunun gibi üstün olması gerekirdi. Çünkü zevceler, Cennette zevclerinin yanında olacaktır. İslam dininin suretine kavuşanlar, buna uydukları zaman, ahirette kurtulabileceklerdir. Buna uyanlar, umumi evliyalığa, yani Allahü teâlânın rızasına, sevgisine ermiş demektir. Bununla şereflenen, tasavvuf yoluna girebilecek, (Vilayet-i hassa) denilen özel evliyalığa kavuşabilecek kimse demektir. Bunlar, nefs-i emmarelerini itminana ulaştırabilirler. Şunu iyi bilmelidir ki, bu vilayette, yani İslam dininin hakikatinde ilerleyebilmek için, İslam dininin suretini elden bırakmamak lazımdır.
Tasavvuf yolunda ilerlemek, Allahü teâlânın ismini çok zikretmekle olur. Bu zikir de, İslam dininin emrettiği bir ibadettir. Zikretmek, âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde övülmüş ve emredilmiştir. Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek için, İslam dininin yasakladığı şeylerden sakınmak şarttır. Farzları yapmak, insanı bu yolda ilerletir. Tasavvuf yolunu bilen ve yolculara önderlik edebilen bir Rehber [Mürşid] aramak da, İslam dininin emrettiği bir şeydir. Maide suresinin 35. âyetinde,(Ona kavuşmak için vesile arayınız) buyuruldu. (Vesile, insan-ı kâmil demektir). Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, İslam dininin sureti de, hakikati de lazımdır. Çünkü, evliyalık üstünlüklerinin hepsi, İslam dininin suretine uymakla ele geçer. Peygamberlik üstünlükleri de, İslam dininin hakikatinin meyveleridir. Her üstünlükte Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymak lazımdır.
Evliyalığa kavuşturan yol tasavvuftur. Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek için, Allah’tan başka her şeyin sevgisini kalbden çıkarmak lazımdır. Allahü teâlânın ihsanı ile, kalb hiçbir şeyi görmez olursa, (Fena) denilen şey hasıl olur. (Seyr-i ilallah) tamam olur. Bundan sonra, (Seyr-i fillah) denilen yolculuk başlar. Böylece, (Beka) denilen şey hasıl olur ki, aranılan da budur. İslam dininin hakikati buradadır. Buna kavuşan zata (Veli) denir ki, Allahü teâlânın razı olduğu, sevdiği kimse demektir. Burada (Nefs-i emmare) mutmainne olur. Nefs, küfürden kurtulup, Allahü teâlânın kaza ve kaderinden razı olur. Allahü teâlâ da, ondan razı olur. Kendini anlar. Büyüklük, kendini beğenmek hastalığından kurtulur.
(2/50)

Fena-fillah, beka-billah
Sual: Evliyalığa, (Fena-fillah ve beka-billah) deniyor. Bunlar ne demektir?
CEVAP
Fena-fillah,
 kalbi Allahü teâlânın beğenmediği şeylerden temizlemek, boşaltmaktır.
Beka-billah, Allahü teâlânın sevdiği şeylerle kalbi doldurmaktır.