26 Mayıs 2011 Perşembe

Allah cc ' nın Varlık ve Birlik Delilleri

Allah cc ' nın Varlık ve Birlik Delilleri

Allah'ın (cc) varlık ve birlik delilleri kâinattaki zerrelerden daha çoktur. Hal böyle olunca “yok” demek kolay görünse de aslında hiç kolay değil.

İşte kâinat kitabındaki Allah'ın (cc) varlık ve birlik delillerinden misaller:



Her harf kendi varlığından çok kâtibinin varlığına delildir


“Muntazam bir saray muntazam fiile, muntazam bir fiil mükemmel bir fâile, mükemmel bir fâil, mükemmel bir sıfata yani sanat melekesine o da istidada o da âli bir ruh ve yüksek bir zata delalet eder.”

Maktul kâtili, sanat sanatkarı, aşağı yukarısını gösterdiği gibi kainatta eşyanın çokluğu bir tek zattan çıktığını, sonradan var olmaları da hep var olan bir Zat'ı (cc) gösteriyor.


Her fiil, bir fâilin varlığını gösterir ve o fâili tanıttırır


Kâinata 
Allah (cc) hesabına şöyle dışarıdan dikkatle bir bakıldığında âdeta muhteşem bir saray görünüyor. Ay, güneş lambaları ve yıldızlar ise mumları... Zerrelerden güneşlere her şey bu sarayın aziz misafirleri olan insanlara hizmetçilik ediyorlar. Allah (cc) hesabına bakılmadığında ise saray zindana dönüşüyor.

Güneş yeryüzündekilere acıyor da ondan mı her gün doğuyor dersiniz? Bulutlar mı ihsan sahibi ve merhametli olan? Veya oksijen ve hidrojen insanlar, hayvanlar, ve bitkiler için gerekli olduğunu düşünerek şefkat edip suyu oluşturmaya mı karar vermişler!? Bakın ne kadar basitleşti her şey. Oysa Allah'a ait muhteşem bir şefkat öyle kuşatmış ki kâinatı, gördükçe kalplerimiz ısınıyor. Ne var ki basiretsiz ve insafsız gözler Allah (cc) hesabına bakamadıkları için bu harika sıfatları akılsız, şuursuz ve kör unsurlara verip mucize işleri adileştiriyorlar. Böylece cennet içinde bir cehennem yaşıyorlar.

Muntazam fiil: En harika gıda olan sütle beslemek,
Fiilden etkilenen: Yeryüzünün her yerinde bulunan hayvan ve insan yavruları,
Mükemmel Fâil: Allah (cc),
Mükemmel sıfat: Şefkat, Rahmet.

Muntazam fiil: Şifa vermek,
Fiilden etkilenen: Yeryüzündeki tüm bitkiler, hayvanlar ve insanlar,
Mükemmel Fâil: Allah (cc),
Mükemmel sıfat: Şâfi, Rahman, Rahim.

Mükemmel fiil: İhtiyaçları karşılama, doyurma, nimetlendirme,
Fiilden etkilenen: Tüm varlıklar,
Mükemmel Fâil: Allah (cc),
Mükemmel sıfatlar: Rezzak (rızık veren), Rahman, Şefkat.


Çok muhteşem sanatlı şeyler kolayca ve çabucak ortaya çıkıyor ve çok kıymetli şeyler çoklukla var oluyor


Herkes bilir ki; sanat ne kadar kıymetliyse o kadar pahalı olur. Sanatı ve işlenişi yoğun olduğu nispette de üretimi zordur ve az üretilir.

Oysa her bir hayat sahibi, mucize hükmünde makineler gibiyken kolaylıkla ve süratle icat edilip cömertçe çoklukla yaratılırlar. İnsanoğlunun bir kanadını bile icattan aciz olduğu sinekler bir yıl içinde şimdiye kadar yeryüzüne gönderilen insanlar kadar yaratılır.

Mesela bir inek, yaşamı boyunca tonlarca süt, bir ağaç tonlarca meyve verir. Bu kıymeti yüksek sanatların çoklukla yapılması ve ucuzlukla yayılması nihayetsiz kudret sahibi Allah'ın (cc) varlığını ilan eder.

“Kâinattaki suhulet-i icat (kolayca yaratma) Sâni'in vücuduna (sanatkarın varlığına) ve kudretine delildir. Vücut derecesindeki bu suhulet bin derece muhal olan kendi kendine teşekkül ile iltibasa (karıştırmaya) sebep olmuştur. Ahmaklar nihayetsiz bir kudretin delilini ademine (yokluğuna) delil yaparlar.” (RNK)



Var olan her şeyin tüm ihtiyaçları karşılanıyor. Hiçbir şey unutulmuyor, bütün istekler işitiliyor ve ihtiyaca cevap veriliyor


Kâinatta insan dâhil varlıkların hiçbiri yaşamlarının devamı için gerekli olan şeyleri yapabilecek güce ve zenginliğe sahip değiller. Her an muhtaç olduğumuz havayı, ya da onsuz yaşayamayacağımız suyu yapabilir misiniz!? Fakat tüm varlıklar bu kadar aciz ve fakir oldukları halde hepsi mutlaka ihtiyaçlarına kavuşuyor. Hem bu ihtiyaçlar öyle yüzeysel ve düzensiz bir tarzda önlerine gelmiyor. En gerekli bir zamanda ve en güzel bir şekilde karşılanıyor.

Mesela; suya muhtaç bir ağaç bulutları kendisine hizmet ettirme yetkisine ve gücüne sahip değil. Halbuki bulut ağaca hizmet için ayağına kadar geliyor. Demek ki ağacın sesini duyan ve bulutu onun hizmetine gönderen bir fâil vardır.

Var olduğundan bu yana güneşin yakıtı hiç bitmiyor. Sayısı bilinmeyecek kadar çok galaksilerin ihtiyacı olan yanma maddeleri karşılandığı gibi gözle göremeyecek kadar küçük hadsiz birçok varlığın ihtiyaçları da unutulmuyor. Milyarlarca varlıkların hiç birinin ihtiyacı yanlışlıkla diğerine verilmiyor. Hiç şaşırma yok, hiç unutma yok.


Her şey mükemmel olarak var oluyor, ilk yaratılıştaki donanım ile şimdiki donanım aynı


Her şey ilk var olduğunda da bugünkü gibi harika bir donanımdaydı. Daha ilk var oluşta binler ihtimal içinde en harika tasarım seçilmiş.

Halbuki yeryüzünde en akıllı ve en zeki varlıklar olan insanlar bile bir sanatta mükemmeli ortaya koymak için zamana muhtaçtır. Mesela otomobilin ilk icat edildiğindeki halini düşünün. Sonra bugünkü halini. Ve hala mükemmeli yakalamaya uğraşıyor insanoğlu. İlk yapılan bilgisayar ise bir apartman büyüklüğündeydi. Şimdi avucumuza sığabiliyor. En zeki ve en akıllı varlık olan insan bile her işinde ancak zamanla en iyiyi ortaya koyabiliyorsa, her biri mucize olan varlıklar nasıl kendi kendilerini yapabilecek dehayı gösterebilirler dersiniz!? Aklı olan elbet anlar ki muhteşem bir eser; ancak mükemmel bir akıl, ilim ve güçle ortaya çıkabilir.



Sonuç sebepten çok daha kıymetli ve sanatlı, kuvvetli olan zayıf olana bina edilemez


Sebebe bakıyoruz gayet adi ve aciz. Kendine takati yok ama sebep oldukları şeyler gayet sanatlı ve kıymetli. Kara topraktan rengârenk ve sulu gıdaların oluşumunu ve bir damla sudan hayat, ruh ve şuur sahibi canlıların oluşmasını düşünün! Ortaya çıkan pek çok şeyin sanatça, kıymetçe sebep olandan yüksekliği söz konusu. Fakat kuvvetli zayıf olana bina edilemez.

Demek ki sebepler cahil ve şuursuzdurlar. Sebepler sadece görünüşte birer sebep olup hakiki sebep olan Allah’ı (cc) gösterirler. 



Şuursuz varlıklar, gayet şuurlu ve yüksek maksatları olan işler ortaya koyuyorlar


Görevi olmayan hiçbir varlık yok. Fakat onlar vazifelerini bilinçli olarak yapmazlar. Mesela bulut “şurada susuz bir bölge kalmış, gidip ihtiyacını gidereyim” deme bilincine ve şefkatine elbette sahip değil. Sanki hepsi birer saat gibiler. Saat zamanı belirler ama bunu yaptığından habersizdir. Fakat onu bu gaye ve maksatla insan icat etmiştir. Dolayısıyla bir aklın ürünüdür.

İnsan ise hem kendi hem bütün kâinatın vazifesini fark edebilecek şuura sahiptir. Ondaki bu kabiliyet ise Allah'ı (cc) tanıması içindir.



Tüm varlıklar maddi-manevi harika cihazlara sahip


Yeşil ot yiyen inek, kan ve işkembe arasından bembeyaz süt çıkaran bir donanıma sahip. Rusya’da bir grup bilim adamı süt üretmek amaçlı inek yapmayı denemişler. Fakat büyük uğraşlar sonucunda yeşil ot verdikleri makineden sadece yeşil su elde etmişlerdir. Halbuki inek bir bilim adamı olmadığı halde süt yapabiliyor.

Teknolojide insanoğlu pek çok hayvan ve bitkinin harika tasarımlarını taklit etmeye çalışır. Fakat gelmiş geçmiş bütün bilim adamları bir araya gelse bir sinek kanadını yaratamayacaklardır. Çünkü küçücük bir sinek kanadında neredeyse kâinatı içine alan bir sistem vardır.

Mesela bir çıngıraklı yılanın başında öyle bir cihaz vardır ki bizim gözümüzle göremediğimiz kızıl ötesi şuaları görür. Çıngıraklı yılan 1 derece sıcaklığın binde birinden çok daha küçük ısıyı fark eder. Böylece yanına bir canlının yaklaştığını kolayca anlar. Oysa 21. asrın icatları hala hayvanlardan çok daha gerilerdedir. 



Tüm varlıklar olağanüstü işler ortaya koyuyorlar


Ağaç bir meyve fabrikası. Toprak laboratuar. Kökler ise kimyagerler ve topraktan ağaca lazım elementleri ince ölçülere uyarak alıyorlar ve yaprağa çiçeğe meyveye uygun ölçülerle dağıtıyorlar. Böyle mi diyelim yani!? Kökler kimyager mi yani!? Karşılarına çıkan taş ve toprağı eritecek asiti üretmeyi hangi kimya üniversitesinde okudular dersiniz? Siz topraktaki magnezyumun, demirin, fosfatın atomunu ayırt edebilir misiniz? Ama kökler bunu yapabiliyor. Toprağın altında görünmeyen fabrikalar, üniversiteler mi var acaba!

Yarasaların radarlara taş çıkartacak elektromanyetik ses sistemine ne dersiniz? İnsanların ancak 21. yüzyılda icat edebildiği radar sistemine yarasalar zaten sahiptir. Gönderdiği ses dalgalarının kulağına eko sistemi olarak geri dönmesiyle karşısındaki cismin hacmini, kütlesini, canlı mı cansız mı oluşunu ve arasındaki mesafeyi ölçebiliyor yarasa. Yarasanın yaratıcısı olan Allah'a (cc) iman etmeyen, yarasaya üniversitelerde bir mühendis olarak ders verdirmelidir!

Her bir varlık, kâinatın padişahı olan Allah'ın (cc) bir askeri hükmünde. Bir büyük padişaha bağlı bir asker çok kralları paşaları esir etmiştir. Mesela kâinat ordusundaki çekirdek denilen küçücük bir asker ise kâinat padişahının emriyle havayı, güneşi, toprağı ve bulutları kendine hizmet ettiriyor. Aynı kuvvetle karınca Firavun'un sarayını yıkabildiği gibi bir sinek Nemrud'u öldürebiliyor.

Çekirdek acizdir, yarasa acizdir, dağlar ve güneşler de acizdir. Onların bütün kudret, kuvvet ve zenginlikleri Allah'a (cc) asker oldukları içindir.



Kâinat bölünemez bir bütün, atomdaki ve güneş sistemindeki matematiksel kanun aynı


Her bir varlık bütün kâinattan numuneler içeriyor. Mesela kâinatta bulunan pek çok sistem ve elementler küçücük bir sinek kanadında da mevcut. Maddenin en küçük yapı taşı kabul edilen atomda ise koskoca güneş sistemindeki aynı matematiksel çekim kanunları var. Anlaşılıyor ki galaksilere hükmeden kim ise atoma da hükmeden aynı zattır. Çünkü ancak bütün kâinatı idaresi altında tutan bir kuvvet her şeyi istediği anda, istediği yerde kullanabilir.

Her şeyin hayat kanunlarında bir benzerlik var. Kâinattaki görünen bu bütünlük Allah'ın (cc) varlığını ilan ettiği gibi Allah'ın (cc) birliğine de apaçık bir delildir.

“Yaratılan her bir şey ilmi düsturlarla ve hikmet mizanlarıyla kâinattan süzülmüş ve sağılmış birer cami noktası ve mayalık bir katresi olduğundan onlardan birini icat eden zat her halde bütün kainatı icat eden aynı zattır.”



Çok basit ve tek bir maddeden çok kolay ve mükemmel sanatlar oluyor


Öyle muhteşem ki O zat (cc); her şeyden bir şey, bir şeyden her şeyi yapar. Bitkiler çamur içer, hayvanlar bitki yer, et yer, insanlar da hem et hem ot yer. Ama her şey tekrar toprağa döner.

Toprak gibi basit bir maddeden yüz binler canlıları yetiştiriyor. Tırnak kadar odun parçasına benzer çekirdekten harika çiçekler, lezzetli gıdalar yaratıyor.

Cebimden düğmeye benzer bir şey çıkarıp ondan son model bir otomobil oluşturduğumu düşünür müsünüz? Her halde daha o an dünyanın birinci harikası olurum sanırım. Çünkü bir otomobilin ortaya çıkması için en az on altı tane top sahası büyüklüğünde bir fabrika gerekiyor.

Oysa her yerde gördüğümüz ve bize sıradan gelen düğme kadar çekirdeklerden tonlarca meyve veren fabrikaların oluşması mucize değil midir!? Her şey kâinatta muhteşem. Hatta her şey o kadar olağan üstü ve mucize ki; bu hal gafil ve akılsız olanların her şeyi sıradan görmelerine sebep oluyor.


Kâinatta birlik var 


Yeryüzünün her yerinde hava bir, su bir, güneş bir ve toprak bir. Dört unsurun yaptığı işler burada da aynı dünyanın diğer ucunda da aynı. Asya kıtasında yaşanlar için de hava, su, toprak, güneş lazım Amerika kıtasında da. Burayı ısıtan güneş ile orayı ısıtan güneş aynı. Demek her yeri idare eden zat aynı.


Kâinatta muhteşem bir ahenk var ve asla israf yok


Canlılar ve yaşadıkları ortam arasında bir ahenk vardır.
 Allah havadaki dengesi için kuşa kanat, sudaki hareketlerini kolaylaştırması için balığa yüzgeç, insana ise kol vermiştir. Havada olanda kol, denizde olanda kanat görmek gibi bir uyumsuzluk hiç yoktur.

İnsan havaya muhtaç olduğu gibi bedenindeki hücreler de sudakine göre değil havadaki basınca göre ayarlanmıştır.

Ve asla israf yok. Mesela köstebek ve solucana göz verilmemiştir.Çünkü zaten onların yaşam yerleri toprağın altıdır. Göz onlara lazım değildir.

Gözü yaratan gözün görmek istediklerini bilir ve yaratır. Mideyi yaratan zat mideye uygun olanı bilir ve ona göre yaratır. Öyle ki “Bunun burada ne anlamı var, bu burada fazla ya da eksik?” diyebileceğimiz abes ve uyumsuz hiçbir şey yoktur.


Tüm kâinat aynı amaç uğrunda birbiriyle dayanışma ve yardımlaşma içinde


Bütün varlıklar yaptıkları işleri birbirlerinden aldıkları destek ve yardımla yaparlar. Sadece bir bedendeki hücre ve azalardaki yardımlaşma ve dayanışmayı düşünmek bile insanın aklına sığışmıyor. Çünkü tek bir insanda 100 trilyon hücre var. Şayet bu kadar hücre geçinemezse insanın hayatı devam edemez. İşte! Allah'ın öyle muhteşem kanunları var ki, böyle muazzam bir topluluğu harika bir şekilde idare ediyor.

Bir misal daha: Humuslu toprak çama zararlıdır. Oysa yaprakların dökülmesiyle ormandaki toprak humuslu oluyor. Şu durumda çam kısa zamanda kuruyacaktır. Fakat çam köklerinde meydana gelen mantarlar imdada yetişir. Bu mantarlar adeta bir süzgeç görevi yaparlar. Humustan kendileri istifade eder ama çama suyu gönderirler. Bunun karşılığında ise çam ağacında hazır gıda ile geçinir giderler.

İnsan ruhunun, bütün cesedine bir münasebeti olup bütün hücre ve azaları birbirine yardım ettirmesi ve hepsinden haberdar olması gibi Cenab-ı Hakk muhteşem kanunlarıyla kâinatı birbirine yardımcı ve musahhar kılmıştır.


Her insan farklı bir yüze sahip


Kar taneleri asla birbirinin aynı değiller. Allah (cc) yarattığı hiçbir insanın simasını ve parmak izini aynı yaratmıyor. Bu da diğer deliller gibi Allah'ın muhteşem bir mucizesidir. Çünkü bir sanatkâr yaptığı eserlerinin birbirine benzememesini istiyorsa eserlerinin kesinlikle hepsini tanıması ve hatırlaması gerekir ki benzeri ya da aynısı ortaya çıkmasın. Buna ise Allah’dan başka hiç kimsenin gücü yetemez.


Yeryüzü, üzerinde yaşayan varlıklara en uygun bir şekilde tasarlanmış


Dünya, akıcı bir madde kalmadı. Donup taş olmadı. Öyle oldu ki bitkiler, hayvanlar ve insanlara en münasip bir hal aldı. Çeşitli faydalar ve hikmetler göstererek üzerindeki tüm varlıkların ihtiyaçlarına cevap verecek şekle girdi.

Mesela dağlar yerküreyi hareket ve vazifesinden şaşırtmaz. Toprağı denizin istilasından kurtarır. Hayat sahipleri için hazinedir. Havayı zararlı gazlardan temizler, suları biriktirir, madenlere kaynaktır.

Böylece şu yeryüzündeki süslenmiş bahçeler, çaylar, ırmaklar, dağ ve tepeler ayrı ayrı canlıların mescitleri tüm mahlukat ise sacitleri hükmüne geldi.

"Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur." (Ra’d, 28)

İnsanın hissiyatı Allah'ın (cc) varlığına ve birliğine delildir. Çünkü insan ibadet edecek bir rab ister. Güçsüzlüğünü, takatsizliğini, hayat yükünün ağırlığını, maddi ve manevi baskılarla olaylara güç yetirememesini anladıkça şefkatli, merhametli, niyetsiz bir güç sahibi Allah'ı (cc) arar. İnsan en çok Allah'ın (cc) varlığını vicdanı ve bu hisleri ile anlar. Çünkü var olmayan bir şeyin içimizde doğması imkânsızdır.

İnsanın arzuları dünyadan ebede doğru uzanır. İnsanın kalbinden geçirdiği en ince isteklerini duyup ona ebedi cenneti hazırlayan ise dünya ve ahirete hükmeden bir Zat (cc) olmalıdır.


Netice-i Kelam:

Kâinattaki her bir zerre Allah'ın (cc) varlığına ve birliğine delildir.

Bununla beraber her bir peygamber ve her bir veli zat da Allah'ın (cc) varlığına ve birliğine delildir. Çünkü hepsi “Allah (cc) ve ahiret var" demişlerdir. Mükemmel bir ahlak, zekâvet, akıl ve şahsiyetle ortaya çıkmış yüz binler peygamber ve yüz milyonlar velilerin davalarını çürütmek için onların her birini yok kabul etmek gerekir. Bu ise bir hezeyandır.

Dahası var. “Yok” diyebilmek için on dört asırdır taklit edilememiş ve her harfiyle “Allah (cc) vardır ve birdir” diyen Kurân’ı ve Kur’ân için yazılan üç yüz elli bin tefsiri de çürütmek gerekecektir.

Yani inkar edenlerin epey işi var farkındaysanız. Bunları da yapamayacakları için yok saymaları daima hezeyandan ibaret kalacaktır.

Daha işleri de yok değil. İnkar etmek için aklı yok saymak, insanı ve kâinatı yok kabul etmek gerekecektir ki: “O yoksa hiç bir şey yok, O varsa her şey vardır.

Süleyman Hilmi Tunahan (hz) Kabri Şerifi



25 Mayıs 2011 Çarşamba

Tırnak kesme adabı

Tırnak kesme adabı

Hz. Aişe (r.a)'den rivayet edilen bir hadis-i şerirle; tırnakların kesilmesi, fıtrattan yani bütün peygamberlerin dinlerinde yer alan ve uygulanan işlerden olduğu belirtilmiştir. (Müslim)

Yine Hz. Aişe (r.a)'rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallah-u Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur;

"Her kim cuma günü tırnaklarım keserse, bir daha ki cumaya kadar bütün kötülüklerden korunur." (Deylemi)

Tırnakların nasıl kesileceği hakkında bir çok görüşler varsa da, îmam-ı Nevevi'ye göre müstehap olan ayaklardan evvel ellerden başlamaktır. Evvela sağ elin şahadet parmağından başlanıp, sonra orta parmaktan küçük parmağa kadar sıralı kesilir. Sonra baş parmak kesilir. Daha sonra sol elin küçük parmağından başlanıp sırayla baş parmağa gelinir. Bundan sonra sağ ayağa dönülüp en küçük parmaktan başlanıp, sırayla sol ayağın en küçük parmağında bitirilir. Kesilen tırnaklar toprağa gömülmelidir. Tırnak kesme hususunda îbn-i Abidin şöyle demiştir;

"Bir kimse tirnaklarini, dikkatsizlik ve ihmal yuzunden vaktinde kesmeyerek uzatirsa, o kimse gecinmek hususunda nzik darlıgına duşer. Feyz ve bereketten mahrum kalir."

Tirnaklari kesmek için gece gunduz olmasi farketmez. Yani gece de gunduz de tirnak kesilebilir. Geceleri tirnak kesilmez sozunün hiçbir dayanagi yoktur. Tirnak, etek ve koltuk altlarını kesilmesi kir günü geçmemelidir. Nitekim Enes bin Malik (r.a)'den şöyle rivayet edilmiştir;

"Resulullah (Sallallah-uAleyhi VeSellem) bize, biyigi kisaltmak, tirnakları kesmek, etek trasi ve koltuk altini yolmayi kirk günden fazla terk etmemekle vakitledi." (Tirmizi, Muslim, Nesai)

en iyi ilahiler

umarım hoşunuza gider devamı gelecek

24 Mayıs 2011 Salı

evliya makamları

ONÜÇÜNCÜ BAB

DÖRT UNSURA DÖRT NEBİNİN MAZHAR OLUŞUNU İZAH EDER

Hakk Teâlâ dört unsur yarattı. Her unsu­ra bir Nebî düştü:
Âdem aleyhisselâm
Nuh aleyhisselâm
Musa aleyhisselâm
İsâ aleyhisselâm
Bunların her biri bir unsura mazhar düşmüştür.
Âdem aleyhisselâmın ilk (kalıbı) varlığı topraktan yaratıldı.
Nuh aleyhisselâmın mazharı su idi.
Musa aleyhisselâmın mazharı ateş idi.
İsâ aleyhisselâmın mazharı da hava idi. Fakat, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem dört unsura da maz­har idi. Zahir varlığında dördü de tamamlan­mıştı.
Ancak, zikr olunan peygamberlerin kalıp (vücut) larına ruh sonradan taalluk etti (gel­di). Öyle ise bu durumda, Âdem aleyhisselâmın ilk varlığının toprak olmasının hikmeti, mazharının (toprak) olmasıdır.
Nuh aleyhisselâmm toprağında “su” luk olduğundan dolayı dünyayı tufana verdi..
Zira, tasarruf sahibinin varlığında hangi unsur fazla olursa onun zamanında o (unsu­ra) ait şeyler meydana gelir. Eğer Nuh aleyhisselâm unsurların dördüne de mazhar düşseydi ondan gazap gelmezdi. Çünkü o yalnız bir unsura mazhar düştü. Diğerlerine mazhar olmadığın­dan gazaba gelip dünyayı tufana gark etti. Çünkü tümüyle su hükmünde idi. -Allah Teâlâ’nın emri ile- Fakat diğer unsurlara mazhar düşmüş ol­sa idi dua edip dünyayı tufana gark ederek kendini ahirette mesul etmezdi. Ancak, sonra­dan pişman olup istiğfar ettiği meşhur (ma­lûm) dur.
Musa aleyhisselâmın mazharının ateş oldu­ğuna da sebep ve amil şudur ki: O son de­rece gazaplı idi. Gazaba gelerek mübarek lisa­nına gelen her sözü söylerdi. Ateşlik tarafı ga­lip idi. Onun için de gazaplı idi. Nübüvvet gel­meden önce Mısırda bir insan helak etti.
İsâ aleyhisselâmın ise unsuru hava idi. Çün­kü Allah Teâlâ kendi azameti ile onun hak­kında “Rûhullah” demiştir. Ruh ise havadan ibarettir. Ruhun vechi çoktur, izah edilmiş ol­sa söz uzar.
Yine, felekler sayısınca İsâ aleyhisselâmın namında havalık galiptir.
Bir vechi de şudur: İsâ aleyhisselâmın varlığında havalık üstün olduğundan riyazet kuvveti ile felek’e çıktı. Çünkü vücudunda ağırlık yoktu. Letafet var idi. Hava ise latiftir. Ancak cis­minde hava üstün geldiğinden felek’e çıktı. Zira hava felek’e yetişmeye dek yerde dura­maz.
Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek cisminde dört unsur da mutedil bir şekilde bu­lunmaktaydı, dediklerinin sebebi şudur ki; Hakk Teâlâ on sekiz bin âlemi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem haz­retlerinin mübarek ruhundan vücuda getirdi. Onun mübarek ruhu ise on sekiz bin âlemin aslıdır. Varlığının sarayına gelinceye dek itidalde (tam olgunluk) yaratıldı.   Hiç bir Nebî’nin dört yârı (arkadaşı) yoktu. Sadece Rasûlûllah hazret­lerinin vardı. Çünkü dört yâr (yoldaş) açıklanan dört nebîye işarettir.
Dört yâr (cihar yâr-ı güzin) in ilmi o dört nebide vardı. Ayrıca, dördü dört unsurun maz­harı idi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri bunların dördünün aslı idi. Çünkü dört unsur Ruh-ı Muhammediden varlığa gelmiştir. Varlığa gelen o dört unsur, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabı olan dört yârdir.

ONDÖRDÜNCÜ BAB

MÜŞAHEDE MAKAMINI İZAH EDER

Müşahede makamı öyle bir makamdır ki: Veli, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhu­na nazar edip müşahede de bulunur.
Zâtullahtan feyizlenerek Levh-i Mahfuz (Kader Kitabı) üzerinde nakş olunan dünyada mevcut her ilmi görür, okur. Fakat izhar etmez. Ancak Hakk Teâlâ tarafından tecellinin galip olduğu bir sırada ihtiyarız olarak izhar eder. Gayr-i ihtiyari sözler söyler. Sonra aklın hudutları içine gelince istiğfar eder. Veli, o halde iken söylediği sözlerde Hakk dergâhında mağdur­dur. Çünkü onun gayr-i ihtiyari söylediği Hakk’ın ilminde mevcut idi. O söz ondan gele­cek idi. Allah Teâlâ’nın ilminde olup da ezelde takdir edilen her şey mutlaka gelecektir. Ancak, Hakk’ın rızası olmadığı şey müstesnadır. Hakk’ın rıza gösterdiği her şey mutlaka olur. Olmaz demek hatadır. Neûzûbillah.(Allah Teâlâ’ya sığınırız.)
Evliyaullah öyle kimselerdir ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri onlarla iftihar etmiştir, Evliya katında kudret makamı Evliyaullahın, Levh-î Mahfuz üzerinde nakş olunan hattı (yazıyı) bilmesidir.
Her ne kadar kudret Hakk’ındır, Enbiyaullah’ın varlığından meydana gelir ise de şimdi kudret makamı evliyanındır. ZİRA BU GÜNLER VELAYET DEVRİDİR. Evliyada sürülen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin nübüvvetidir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ahirete intikal eder etmez nübüvvet biiznillâh (Allah Teâlâ izniyle) velayete tebdil (değiştirildi) olun­du, Nübüvvetin hikmeti tamam oldu. Velayet devri ortaya çıktı. Evliyada sürülen kudret Ruh-ı Muhammedinindîr. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretle­rinin Ruhî kudreti evliyada zahir oldu. Evli­ya, dünya arzularından nefsini o zaman keser ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mübarek ruhuna nazar eder. Fakat cemâli müşahede etmeyince ahiret ve cennet arzularından geçmez.


“ Kudreti var evliyanın kudreti.
Taşa dil verir dilerse kudreti.

Mu’cizatı Musa’nın âhir â’yan.
Ejderha kıldı asâyi bî-gümân.

Kurdet-i Hakk’dur eğerçi bîgüman.
Musa dilinden olurdu ol hemân.

Musa’ya Hakk’dan verilmişti rıza.
Kim ne dilerse olaydı ol asâ.

Evliyayı sanma kim ol serseri.
Her sözü söyler dilinde serseri.

Gördüğü ilmdir levh üzre yakîn.
Söylediği onun ey Sultan-ı dîn.

Gördüğün söylenene Hakk’dan günah.
Olmaya kim Evliyadır bî-günah.

Evliya’dır Hakk’ı her şeyde gören.
Evliyâdan erdi hem Hakk’a eren.

Bilmek gerektir kim şimdiki demde
Kudret evliyanındır.”
Akşemseddin

ONBEŞİNCİ BAB

EVLİYAULLAH’IN CENNET ARZUSUNDAN GEÇTİĞİ MAKAMI İZAH EDER

Evliyaullah, Rasûlûllah hazretlerinin mü­barek ruhundan zâtı müşahede ederek o ma­kamda varlığını fenâ kılar. Bu sırada ona se­kiz cenneti verseler kabul etmez. Çünkü, o fenâ bulan (fani olan) varlığa Allah Teâlâ’nın zâtına ait ilimden öyle zevk hâsıl olur ki, Ömrü ol­dukça aklın hudutlarında yürümez. Dünya hal­kı ona deli der. O fariğdir (her şeyden uzak­tır, vazgeçmiştir). Dünyanın varından geçer.
Bütün eşyada tasarrufu vardır. Fakat beşer suretinde deli (divane) şeklinde yürür, kim­se ona sahip çıkmaz (arkadaş olmaz, yanında bulunmaz).

ONALTINCI BAB

SALÂT (Namaz) MAKAMINI İZAH EDER

Yâni; Evliya namazını nasıl kılar?
Evli­yaullah Tekbir getirince “Allahü ekber” dediğin­de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin nurunu görürler. O mübarek ruha karşı dururlar. Yerde ve gök­te Hakk’tan başka bir şey görmezler. Kalpleri­nin tecelliyatında Hakk’tan başka bir şey kal­maz.
Eğer o, sıfata nazar edip teveccüh ederek namaz kılarsa namazı zahirîdir. Eğer zâta nazar edip teveccüh ederek namaz kılarsa onun namazı hakikidir. Fikirsiz namaz, budur. Bu makamda kılınır, başka vakitte kılınmaz. Hâslar namazıdır,
İşte, evli­yanın namazı böyledir.

ONYEDİNCİ BAB

MARİFET SAHİBİNİN MAKAMINI İZAH EDER

Marifet sahibi, evliya katında velayet sa­hibi değildir. Zira marifet ilimdir. Velayet ayn’(asıl-öz) dır. Marifet sahibi, her şeyin sıfatını görür, hakikâtini görmez. Çünkü her şeyde bir haki­kât vardır. Abes değildir. Velayet sahibi ise her şeyin hakikâtini görür.
Hem evliyaullah katında Hak şudur ki:
Bir şey bir şeye itikat etse, itikat eden ve iti­kat edilen mahbubdur (sevgilidir). Açık olan budur.
“Marifet iki çeşittir;
Birisi ilme-l’ yakîn ehlinin marifetidir.
Diğeri ise ayne-l’ yakîn ehlinin marifetidir.
İlme-l’ yakîn ehlinin marifeti zahiri ilimdir. Bu kişilerin sohbetleri sıradandır.
Söyledikleri sözlerin hakikatini bilmezler. Hemen Allah Teâlâ kitabında böyle buyurmuştur,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri şöyle buyurmuştur veya büyük evliyalar şu şekilde buyurmuştur, derler; fakat işin aslını, hakikâtini göremezler.
Ayne-l’ yakiyn ehli ise o kimselerdir ki Hak Tealanın kelamının hakikatini, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin kelamının hakikatini ve büyük evliyaların hakikatini ayne-l’ yakîn olarak levh-i mahfuzda görürler, okurlar. Bu okumalardan elde ettikleri bilgileri ise kapasiteleri ölçüsünde talep eden kişilere aktarırlar. Zira her kişinin aklı aynı derecede suluk edemez.
Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretleri bu hususla ilgili şöyle buyurur.
“Avamm-ı Nas’a akılları miktarıncasöyleyin.”
Ayne-l’ yakîn ehli, marifetullah’ı her kişiye söylemezler. Bu marifet sahibi olan evliyalar tertip üzere olan velilerdir.
Tertip üzerine olan velilerin şu şekildedir.

Üçler: Üçlerden birisi; Kutb-ı âlemdir. (En üst olan) diğer ikisi ise halifelerdir. Bu iki halifeden birisi ise mürid-i makbûl olandır ki; Kutb-ı âlemden sonra kutb olur ve tahta geçer. kutb-ı âlem onsekizbin âleme hükmeder.
Yediler: Yediler, Kutb-ı âlemin yedinde olan ve âlemde tasarruf eden velilerdir. yedilerden birisi kutb’a halife olur.
Kırklar: Kırklar da tasarruf sahibi velilerdir. Yedilerden birisi görevini tamamlasa kırklardan bir veli o velinin yerine geçer.
Üçyüzler: Bir vakit gelip de kırklardan birisi görevini tamamlarsa üçyüzlerden bir veli, o velinin yerine geçer.
Binler: Üçyüzlerden bir veli vakti gelip te görevini tamamladığında; Binlerden bir veli, o velinin yerine geçer. Binlerden bir veli de vakti gelip görevini tamamladığında, Bu sefer bu âlem halkının bir kabiliyetlisi o velinin yerine geçirilir.
Tertib-i evliya budur.

ONSEKİZİNCİ BAB

TEVHİD NEDİR VE NASIL MAKAMDIR? ONU İZAH EDER

Tevhid öyle bir şeydir ki; Mürid bunun­la her şeyi görür. Bu sıfatın bir hakikati var­dır. Abes (boşuna) değildir. Kesrete nazar eder. Zira, her şeyde bir hakikat vardır. Hâli değildir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hakk Teâlâ şöyle buyu­rur: “O, (Allah) her şeyi ihata edicidir.”[6]
Çünkü, Hakk Tealâ’nın her şeyde ihatası mevcuttur. Eşyanın hepsinin hakikati hakdır. Tam tevhid budur.
Fakat sıfatların tevhidinde ise, her şey bir isimle muttasıftır. Ve her isim müsemmânın hakikatidir. Çünkü ismin müsemmâsına tasarrufu geçer. Her insanda kesreti de var­dır, vahdeti de vardır. Her kesretin bir ismi var­dır. Her şey de malûmdur.
Sıfata ait tevhidi bilmiş olanlar, ismin müsemmâsına tasarrufu hakikattir derler. Her ne kadar zat bütün tenzihlerden münezzehse de hak şudur ki:
Güneşin zerrede müdahalesi vardır. Fakat zatla değildir. Zira zatın müteayyinesinin kendi zahirdir. Zerreden münezzehdir.
Evet, ne zaman güneşin zâtı kaybolsa zer­re de yok olur, görünmez.
Her ne kadar her şeyde bir hakikat var­sa da Hakk’tan hâli değildir. Fakat zât münezzehdir. Varlığın hepsi Hakk’ındır. Başkası yok­tur. Ancak vahdetin ilminde kesret mündemiçtir (mevcuttur). O, ezeli, zahiri ve bâtını görür. Hakiki Tevhid budur. Yine o, her şeyde hicafa­pız olarak zâta nazar eder, visale yetişir, vus­lat bulur. Kur’an’da buyurulan şu makamı ka­zanır:
“Ne tarafa çevrilirseniz Allah’ın vechi oradadır.” [7]
Her hangi bir eşya mâni olup perde teşkil etmez, kendisi temkin bulmuş olur. Bu makamlar evliyanındır.
Sıfatların tevhidi marifettir. O, sıfatların tevhidini bilmekle veli olmuş olmaz. Sıfatların tevhidi, her şeyin zahirini görür, hakikatini görmez. Eğer eşyanın zahirini gören veli ol­saydı hiç kimse azaba müstahak olmazdı.
Kur’ân-ı Kerim’in işaretiyle cennet ve cehennem de haktır.
Bu durumda anlaşılıyor ki: Tam tevhidi bilmeyince, sıfatlara aid tevhidi bilmekle veli olunmaz. (Başka nüshada bu bilgilerde vardır)
Tevhid iki kısımdır.
Birisi aâmdır, diğeri hasdır,
Tevhid-i Âmm (umum)da sâlik “Lâ ilahe illallah” “Allah’tan başka ilah yoktur”, der. Yani sıradan ve ilimle olan tevhid şeklidir. Bunun gibi ilimle olan tevhid’e; tevhid-i âmm denir.
Tevhid-i hâs da ise sâlik her şeyin hakikatini ayne-l’yakîn ile gördükten sonra, terakki eder. Kelime-i Tevhid’in hakikatini ayne-l yakîn görür ve Allah Teâlâ’dan başka bir ilah olmadığını hakkıyla idrak eder. O vakit eşyadan gayrısının varlığı Hakk Teâla’nın varlığında yok olur. Yalnızca Hakk Teâlâ’nın vücûdu var kalır. Zaten Hakk Teâlâ’nın vücûdunun dışında hiçbir varlık (vücut) yoktur. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretleri buyurmuştur ki;
“Tevhid Allah Teâlâ’dan gayri hiçbir şey görmemektir.”
Bu sebepledir ki hakikatte Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şey yoktur.
İşte sâlik Tevhid-i Hass’a kadem bastığında (yükseldiğinde) bu hadis’in (sonradan yaratılanın) hakikâtini Ayne-l’yakîn olarak anlayacak ve Hak Teala’dan başka hakikatte kimsenin varlığı yoktur. Yalnız Hak Teâla vardır. İşte o vakit sâlik âlim olur.

evliya makamları

YEDİNCİ BAB

CEZBE EHLİNİN MAKAMLARINI İZAH EDER

Cezbe sahipleri öyle kimselerdir ki:
Fenâ makamına mürşidsiz varırlar. Hakk’tan, her şeyde feyz alırlar ve o anda hicapsız bulunurlar, zâtı müşahede ederler. Aklın sınırları içine gelmez­ler. O makamda hayran (şaşkın ve kararsız) olurlar. Levh-i Mahfûz’a nazar ederler ve üze­rinde bulunan yazıyı okurlar. Remizli olarak çe­şitli sözler söylerler. Söyledikleri o sözler de ol­muş veya olacak durumdadır.
Bu makamda olan meczupların remizli söz­lerini (ne söylediklerini) aklın sınırları içinde bulunan kimseler anlamazlar. Çünkü bu makam öyle bir makamdır ki, meczublar her nefeste bü­tün eşyanın ilmini bilirler. Evveli ve âhiri bu­lunmaz. Kendinden başka kimseden haz eylemezler(zevk vermezler), Zira, gark oldukları öyle nihayetsiz bir deryadır ki, kenarı olmadığı gibi dibine de erişilmez.
Şayet fenâ âlemine de varırsa kendilerine safa gelir, ömürleri oldukça o makamda kalır­lar.
Bu sıfattaki velilerin irşadı riyazet ve mücâhede (Nefis terbiyesi) ile değildir. Hatta ir­şatları nazarlarıdır. Ne zaman bir müridi irşad etmek isteseler (irşadı gerekse), o müridin ha­kikatine nazar ederler. Hakk Teâlâ’nın marifeti için meydana gelmiş ise bir nazarda (onu) ma­kamlarına eriştirir (yetiştirir) ler. Eğer mari­fet için gelmiş değilse hiç iltifat etmezler. Ona itikadına göre himmet ederler. Ve istediği yer­de bulunurlar. Böyle müride “Sûrî (şeklî) mü­rid” derler.
İşte cezbe ehlinin makamı bu makamdır.

SEKİZİNCİ BAB

TASARRUF SAHİPLERİNİN MAKAMINI İZAH EDER

Tasarruf sahipleri iki kısımdır:
Birinci kısım zahirî tasarruf sahibidir.
İkinci kısım bâtinî tasarruf sahibidir.
Zahiri tasarruf sahipleri: Padişahlardır; tasarruf ederler.
Bâtınî tasarruf sahipleri ise: Velidir ki, bâtınen (gizli) tasarruf ederler. Âlem’in yedi ik­limine hükmederler. “Yedi yıldızlar” bile bu ye­di velinin hükmündedir. Her gün hizmetinde yüz sürerler. Aynim ayıp icabet ederler. Bu veliler bu “yedi yıldız” lara hükmederler.
Ne ilim sâdır olursa (meydana gelirse) “Levh-i Mahfuz” üzerinde nakş olunur. Âlemin (cihanın) kutbu buna nazar edip görür ve o ye­di tasarruf sahibine bildirir. O gün, o saatte Hakk’tan ne emr olunursa tasarruf sahipleri bu “yedi yıldız” a hükmederler. Hakk’ın emrini ye­rine getirirler. Âlemi nizamlı bir şekilde tutar­lar. Hak Teâlâ’nın emri dışında küllî ve cüz’î ilimlerden hiçbiri ile meşgul olmazlar. Bir çöpü diğer bir çöpün üstüne koymazlar. Hakk’ın emrinin haricinde cüz’î ve küllî hiç bir amel (iş) le meşgul olmazlar. Daima âlemin kutbuna nazar ederler. Âlemin kutbu da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek rûh-ı şerif­lerine nazar eder. O ruhdan da zat’a nazar eder. Zira, Rasûlûllah’ın ruhu “zâtullah” a âyine düş­müştür. (ayna olmuştur) Ondan başka şeyden müşahede edil­mez. Levh-i Mahfuz üzerine nakş olunan her ilim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhundan gelir; feyizlenir ve sürülür.
Yine bu tasarruf sahipleri zaman zaman fenâya (faniliğe) varırlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ru­hundan zâta nazar ederler. Yine çabucak ge­lip (biiznillah)  tasarruflarına yetişirler.

DOKUZUNCU BAB

KÜMMEL (Külli) MAKAMINI İZAH EDER

Bu makamda bulunan Veliler daima Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Rûh-ı şeriflerine nazar eder­ler; O ruhdan zat’ı müşahede ederler. Gece, gündüz bir an “Cemâlullah” dan uzak olmaz­lar. İşte, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin “Ehl-i Didâr (Cemâl)” diye buyurduğu bu makamdaki veliler­dir.
Bunlar her ne kadar sûreten diğer insan­lar gibi ise de insanlar arasında gizli kullardır­lar. Hakk’tan başka kimse bilmez. Halk arasın­da gizli yürürler. Ehlullah onlara “efrâd” derler. Eşyanın sıfatları onlara perde olmaz. Onlara yedi kat gök ve yedi kat gökte gizli bir şey yok­tur. Dilerlerse göz yumup açmaya kadar şar­ka ve garba varırlar.
işte küllî makamı budur.

ONUNCU BAB

MÂŞÛK MAKAMINI İZAH EDER

Mâşûk makamı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin Ruh-ı şeriflerinin makamıdır. Çünkü yaratılmış olan onsekiz bin alem, Rûh-ı Muhammedi’nin nuru aşkına var edilmiştir. Hatta Hakk Teâlâ hazretleri bir Hadis-i Kutside:
“Ya Mu­hammed sen olmasaydın bu cihanı asla yarat­mazdım.” [5]buyurmuştur.
Bundan anlaşılıyor ki: Bütün kâinat, Rûh-ı Muhammedi’nin aşkına yaratılmıştır. Bu on-sekiz bin âlem ve Rûh-ı Muhammedi,   Hakk Teâlâ’nın mukaddes (ve münezzeh) zâtına ma­şuk düşmüştür. Ruhlar topluluğundan enbiya ve evliyanın ruhu da Rûh-ı Muhammedi’nin nurundan var olmuştur. O ruhu görmeleri (on­larca) arz olunduğunda Hakk Teâlâ Mirâc ge­cesi müyesser kıldı ve arzuları yerine geldi.
Yine Rûh-ı Muhammedi’nin “Maşuk ma­kamı” olduğuna bir başka delil de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerine varit olan (gelen) şu Hadis-i kut­sidir:
“Ya Muhammed; Ben, eşyayı senin için, seni de benim için yarattım.”
Bundan da anlaşılıyor ki: Maşuk makamı Rûh-ı Muhammedi makamından başka bir şey değildir.
Yine, Velayet derecesinde Maşuk makamı olan bu makama “Kutb-ı âlem” nden başkası ayak basamaz. Mümkün dahi değildir.
İşte, maşuk makamı bu makamdır.

ONBİRİNCİ BAB

SÜLÜK MAKAMINI İZAH EDER

Evliya katında sülük dörttür:
Birinci sü­lûkda, sâlik kendi varlığındaki ilmi bilir; ken­di varlığında ne kadar ilim var ise okur ve bilir.
İkinci sülûkda, eşyanın hassalarının ilmi­ni bilir; her şeyin hassaları nelerdir, tabiatı nedir ve ne derde devadır? bilir.
Üçüncü sülûkda, Feleklerin ilmini bilir, “yedi yıldız” lar nasıl seyr eder, fiili nedir ve eserinden ne meydana gelir? Onun ilmini bilir. O ilmin hazzından zaman zaman âşık olur. Şâdilikler eder (Aklı almaz). O sülûku da tamam olursa daha ileriki makama ayak basar. Eğer meşrep sahibi değilse o makamda kalır. Zikr olunan bu makam İdris âleyhisselamm makamıdır. Bir çok veliler bu makamda kalmışlardır. Bundan öte bir “Berzah” (geçit, makam) yoktur. Bu berzahı geçen­ler veli “kudret” sahibi olur. Bu makamdan geçmeyen “Kudret Sahibi” olamaz. Sadece müşahede ehli olur.
Dördüncü sülûkda, (sâlik) Feleklerin ve eşyanın ilmini tamam edince arza nazar eder. Bir müddet orda hayran olarak kalır. Arşın azamet ve heybetinden velinin aklı o sırada yok olur. Kendi zahiri varlığını bilmez. Bu va­ziyette iken yerde mi gökte mi olduğunda şa­şırır. Evliya katında “makam-ı hayret” bu makamdır. Ancak, hayret tamam olunca Hakk’ın inayeti ile zenginlik bulur, bütün alemden ganî olur (ihtiyaçsızlık hisseder, onlara nazar edip bakmaz).
İşte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin:
“Nefsini bi­len, Rabbını bilmiştir (veya bilir),” buyurdu­ğu, bu makamda meydana gelir. Evliyaullah, nefsinin mahiyetinin ne olduğunu, varlığının nasıl bir şey olduğunu, o zaman bilir. Bu ma­kamda çok kimseler mahv olur. Hayâsından varlık elbisesini çıkarıp şehit olur. “Şüheda ma­kamı”na erişir.
Varlık elbisesini bıraktığına iki vecih var­dır:
Biri, ömrünün ancak o kadar olmasıdır
Diğeri de: Zâtı tecelli ettiğinde takat getiremeyerek mahv olmasıdır. İkisi de doğru (söz) dür. Dünyaya gelmekten kendi muradı o gün içindir. Fazla olsa kendi zevki (hazzı) da faz­la olurdu. Olmayınca o da Hakk’ın dergâhına vasıl oldu. Hesapsız ve azapsız olarak şüheda makamını buldu.

ONİKİNCİ BAB

AŞK MAKAMINI İZAH EDER

Aşk makamı öyle bir makamdır ki, evliyaullah, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek nu­runa nazar ederler, âşık olurlar. Aşkın isti’lâ ve galebesinden hata sözler söylerler ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhunu görürler. Evliyaullahın “zülfühâl” dedikleri budur; rûh-ı Mu­hammedi’yi o hüsünle (güzellikle) görürler.
Eğer bu dünya halkı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ru­hundan bir lem’a (parıltı) görecek olsalardı, Ehlullahın haricinde hepsi helak olurdu.
Bu makamda bazı evliya vardır ki:
Zahir surette hüsne (cemâle) müteallik (bağlı) olur­du. Riyasız hakiki aşk dedikleri budur. Her an o surette nazar eder. Müşahede eder. Aşkın galebesinden Nûr-ı Muhammedi ile ünsiyet ku­rar (senli-benli olur). Zira ona Rûh-ı Muhammedinin eserinin bulunduğu Nuru Muhamme­di den bir şey zahir olur. Her ne kadar suret sahibi mahbûb (sevgili) ise de kendi suretin­de kemâl zahir olduğunu bilmez. Fakat mü­teallik (ait-bağlı) olan veli buna mazhar oldu­ğunu bilir. Aşkbazlık (aşıklık) edip naz ve ni­yazda bulunur.
Ancak, evliyaullahdan bazıları da vardır ki:
Zahir hüsne (güzelliğe) nazar etmezler, daima o mü­barek ruha nazar ederler. Hayran olurlar. Çünkü; Evliyaullahın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna aşık olmaları gerekir ki Hakk’ın ina­yeti erişip “cemâl”e müşahit olanlar. Zira Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhu “Cemâlûllah” a âyine düşmüştür. Ondan başka bir şeyden mü­şahede edilmez. Evliyanın bu makamda çok durmalarına sebep de budur. Baksana, dün­ya sevgililerinin aşkından âşık olanlar —Mec­nun gibi Ferhat gibi— meşhurdurlar. Halbu­ki o (âşıkların) maşukları bütün sultanların sultanıdır. Sevgililer sevgilisidir. Hepsi onun hüsnünün nurundan bir nurdur. İster Yusuf aleyhisselâmın güzelliği olsun ister başkasının güzelliği olsun, sadece aslî nur Ruh-ı Muhammedidir. (veya aslı Ruh-ı Muhammedinin nu­rudur). O, zattan feyizlenir.
Her ne kadar, bunun gibi güzelliğe karşı hayran olmak bedî’i (beğenilen) değilse de Evliyaullah o makamda kalmışlardır. Onlardan her birine de “Cemâl ehli” derler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhuna nazar ettiklerinden dolayı o makamda zât’ı müşahade etmezler. Sadece Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna nazar ederler. Onun için buna aşk makamı derler. Zi­ra, Evliyaullah bu makamla aşkın galebesin­den kendilerini helak ederler. Yahut parlak sözler söylerler. Mansur’un hakkı olmayan ve Şeriat-ı Muhammediye’ye münasip bulunmayan sözleri gibi – Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhundan edep et­mezler. (Böyle hallerde) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhu bir defada hakikât kılıcı ile helak eder. Şühe­da mertebelerini bulurlar.

 

EVLİYA MAKAMLARI

EVLİYA MAKAMLARI

بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين

MUKADDİME

Hamd, âlemlerin Rabb’ı olan Allah Teâlâ’yadır. Salât ve selâm Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Mu­hammed’e ve bütün âline olsun.
Bu kitabın müellifi Muhammed b. Hamza (Allah Teâlâ kabrini nûr etsin) der:
Bir gün oturmuş ilimle meşgul bulunuyordum, Birden gözlerime uyku geldi. Üzülerek dedim:
İlâhi, bu gaflet nedir ki benim gözleri­mi aldı?
Bu sözün ardından da gözlerimden yaşlar boşandı. Ve bu arada yattım. Henüz gözlerime uyku geldi geliyor vaziyette (uyku ile uyanıklık arasında) iken, yanında bir kaç veliyle birlikte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri teşrif etti. Buyurdu ki:
“Ey Muhammed b. Ham­za âşıksın (durma) maşuka vâsıl ol. Biz, göz­lerinden boşanan o yaşları ilâhi huzura arz ettik” (kabul olundu).
Ancak, beraberinde olan Veliler hicap (edep ve mahcubiyet) içerisinde bulunmaktay­dılar. Aralarından uzun boylu biri:
“Yâ Rasûlüllah, Muhammed b. Hamza’ya Evliyaullah’ın gördüğü makamları gösterseniz?” dedi. Bun­dan sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri mübarek elini başımın üzerine koydu. Gözlerimden hemen perdeler kalktı. Bu kitapta anlatılan makam­ları nazar edip gördüm. Hayran kaldım. He­men Radiyallâhü anh hazretlerinin ayağına düştüm (kapandım). Mübarek eliyle başımı kaldırdı ve üç kere:
“Bilâ tekellûfi, Bilâ tekellûfi, Bilâ tekellûfi.” (Zahmetsiz, meşekkatsiz ve   külfetsiz olarak) buyurdu. Bu arada bir müddet hicapsız olarak yürüdüm. Sonra aklın hudut­ları içine geldim ve bu kitabı yazdım.
Burada anlattığım her sözü levh-ı mahfuz üzerindeki nakşa bakıp yazdım. Bir harf ve bir nokta fazla yazmadım. Hatta gördüğümün binde birini yazdım. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem haz­retlerinin gösterdiği makamlar arasında öyle makamlar bulunmaktadır ki: ifadeye gelmez ve yazıya sığmaz. Aklın onda yeri yoktur. Kim değildir der (inkâr eder) se hatadır.
Yazdığım kitaba da MAKÂMÂT-I EVLİ­YA ismini verdim, (muhteva olarak da) on sekiz babdır.(bölümdür)

BİRİNCİ BAB

ÂLEMDE (DÜNYADA) MÜRŞİD VE MÜRİD KİMDİR? İRŞAD KİMİN HAKKIDIR? ONU İZAH EDER

Ey Hakk (ve hakikat) isteklisi bil ki!
Âlem­de mürşid: Her şeyde kendi varlığını gören, bir makama erişen kimsedir ki artık (bu du­rumda) âlemde hiç b:r şeyin varlığı olmaz. (Onun) her şeyde tasarrufu vardır. Mürşid işte bu sıfata sâhib kimsedir.
Mürid de: Bütün Berzahı (geçitleri) katedip geçmiş bir kimsedir ki, onun görmediği bir makam olmaz. Sadece KUTBİYYET ma­kamı kalmıştır. Mürid de böyle bir kimsedir.
Âlemde mürşid tek olduğu gibi müridde tekdir.[1]
Fakat bir kısım (Şeyhler) vardır ki; irşad ma­kamına ayak basmadan dünyada irşad eder­ler. Kendilerine MEŞÂYİH’iz derler; herbirinin müridleri vardır. Falan şeyh, falan mürid irşad etti derler. Bunlar hakkında sorulacak olursa deriz ki;
Böyleleri Hakk dergâhında mahcûbdurlar (perdelidirler).
İşte nakledilen şu Hadis-i Kutsi’de Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Benîm evliyam Kubbelerim altındadır. (Veya Kubbelerim al­tında bir takım velilerim vardır ki) Onları Ben’den başkası bilmez.”[2]
Bundan anlaşılıyor ki: Biz mürşidiz diye iddia edenler Hakk Teâlâ dergâhında mahcûb­durlar. Bundan dolayıdır ki, Hakk Teâlâ haz­retlerini her şeyde hâzır (ve nazır) bilmezler. Kendi varlıklarını da layıkıyle bilmemişlerdir. Henüz mahcûbdurlar. (Bu halde iken) irşad davasında bulunurlar, kendilerini dünya hal­kına veli olarak tanıtırlar. Eğer bunlar vela­yete ayak basmış olsalardı irşad davasında bulunmazlar ve kendilerini halk arasında aziz bilip Hakk katından uzak olmazlardı.
Bu makam sahipleri, evliya sözünü satan dellâllardır ki (ilan edici; dâvet edenler)   kendilerini halka hoş kimse ola­rak gösterirler ve veli olarak tanıtırlar. Bu, son derece denî (alçak, kötü, kişiliksiz) olan bir makamdır. Ehl-i Hakk katında bundan daha aşağı bir mertebe yok­tur.
Evliya ise öyle kimselerdir ki: Bütün âle­me (her şeye) gizlidir, Allah Teâlâ’nın hazine­darıdır. Her ilmi bilir. Herkese kendiliğince (kendiliğinden) bilinir. Kısmetinde ne kadar tasarruf mevcut ise sarf eder. Bu dünya halkı tasarruf kimin elinde olduğunu bilmediğinden dolayı evliya zamanında bilinmez.
Evliyanın her ne kadar zahiri varlığı gizli değilse de hakikâti (sırrı) gizlidir. Kimse onun haline muttali olmaz. O, bu dünya hal­kının tasavvur ettiği gibi değildir. Zira onun hiç kimseye ihtiyacı olmaz. Böyle muhtaç ol­mayan bir kimse de (hâşâ) Hakk Teâlâ’nın sır­larını ve kendi velayetini halka yayıp duyurmaz. Ayrıca, Dünya halkının evliyanın sırrın­dan bir zerreyi -helak olmadan-duymasına ve o sırlara takat getirmesine de kudreti yoktur. Böyle bir şey imkânsızdır. Bu duruma göre zikredilen sahih hadisde geçtiği gibi “Bu sıfat­taki kimseleri Allah Teâlâ’dan gayri kimse bilmez.”

İKİNCİ BAB

VELAYETİN BAŞLANGICINI İZAH EDER

Evliya katında velayetin başlangıcı şöyle­dir:
Evliya bütün eşyanın ilmini bilir. Hakk’ın sıfatlarıyla muttasıf olur. Hakk Sübhanehu Teâlâ insanları ne şekilde terkib eder ve evliyaullah, eş­yanın hangi hassasından geldiğine vakıf olur ve bilir.
Evliyanın eşyayı bilmekten kastı da in­sanın terkibini öğrenmektir. Ancak, evliya bu­nu bilmekle kâmil olmaz. Zira Hakk’ın (ilmin) kemaline son yoktur ki, biline.
Fakat evliya şu makama erişir: Kendi varlığının manasını her şeyde görür ve bilir. Tıpkı aynadaki her beşerin kendi vücûdunu gördüğü gibi âlemi “ihya” (diriltme), evliya katında budur.
Yine evliya 24 saatte ve 24 000 nefeste ne ka­dar (İlâhi) kudret meydana gelir, bilir. İşte, bu şekilde bir velayete erişen velayet makamı­na ayak basar.
Evliya katında velayetin başlangıcı bu­dur.

ÜÇÜNCÜ BAB

İKİNCİ VELAYETİ İZAH EDER

Bu velayette veli eşya ilmini kat edip ge­çer de meşrebi daha ileri gider ve ruh-ı Muhammediye erişirse kudret sahibi olur yani her türlü tasarrufa kadir bulunur. Enbiya ka­tında bu makam Nübüvvet makamıdır. Fakat, veliler katında velâyet makamıdır. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri:
“Benim ümmetimin âlimleri Beni İsrail’in nebileri gibidir.”[3] bu­yurmuştur.
Âlimlerden maksat bu makamdaki evliya­lardır. Bu sebepledir ki, Nübüvvet makamına bu dünyada evliyadan başkasının erişmesine imkân yoktur. Hatta velayet ve Nübüvvetin ikisi bir nurdur. O nûr velinin varlığından (vü­cudundan) doğup çıkınca velayet denir. Nebinin varlığından doğup çıkınca da nübüvvet de­nir. Fakat bu nurun açıklanması enbiyaya farzdır. Evliyaya men edilmiştir. Ancak, cazibe Kuvveti isti’lâ edecek olur­sa o zaman Veli gayr-i ihtiyari (elinde olmaya­rak) izhar eder. Bu sıfatta bulunan Veliler ta­sarruf sahibidirler. Bunlar dünya kutbunu müşahede ederler. Dünya kutbu onlara buyu­rur. Dünyada her ne olur yahut olması gerek­tir, o tasarruf sahipleri o işi işleyip dururlar. Bu zikr olunan makamda velayetin ikiside ta­mam olur. Makbul olur.
Hakk Teâlâ dergâhın­da! Onun gibi kemâl elde eden “muhibbe” “Mürid” e nazar eder de bütün dünya “fenâ” ya varırsa feragati vardır (gerekir). Mâsiva (Hakk’ın gayrı) dan kendini keser. Onlarla muamelesi olmaz. Bu makamda hiç kimse ona “Veli” demez. Hatta divâne (deli) derler. Hakk Teâlâ’nın hazineleri bunun gibilerde gizlidir. Böyleleri her şeye Hakk’ın hazinesini açıkla­maz. Ancak, Hakk marifeti için vücuda gelmiş­lere açıklar.

DÖRDÜNCÜ BAB

FENÂ MAKAMINI İZAH EDER

Fenâ makamı öyle bir makamdır ki, bu makamda Veli bütün berzahı (geçitleri) aşar ve bu makamda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Rûhu’na nazar eder. Rûhdan da (İlâhî) zâtı müşahede eder. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ruhu Hakk Teâlâ’nın zâ­tına âyine (ayna) olmuştur. Veli, Rûh-ı Muhammediye nazar eder fenâ bulur ( fâni olur). O tah­kik   (Hakk) deryasında gark olur.  O zaman İNSAN-I KÂMİL olur; kendinden geçer, fenâ bulur. Bu tahkik deryasında seyr eder. Onun ömrü oldukça evveli ve âhirî yoktur.
Bu öyle bir makamdır ki; yetmiş bin melâike keyfiyetsiz bir tecelli ile evliyanın varlı­ğından meydana gelir. Bu makamda karar ve sükûn yoktur. İşte fenâ makamı bu zikrettiğimiz ma­kamdır.

BEŞİNCİ BAB

HİKMETİ İZAH EDER

Hikmet makamı eşyanın ilimlerinden iba­rettir.
Kâmil insanlar geldiler, eşya ile meşgul oldular; her eşyanın terkibini dizdiler. Her biri bir çeşit ilim meydana getirdiler.
Nitekim Lokman Hekim hikmet meyda­na getirdi. Diğer Hükemâ da geldiler ondan istihraç (çıkarsama) ettiler.
Fakat Lokman Hekim sadece eşya âlimi oldu. Ondan öte bir makama ayak basmadı. Bundan dolayı meşrebi sadece o kadar idi. Şa­yet meşrebi daha ileri geçebilseydi nübüvvete ayak basardı.
Yine, Lokman Hekim hakkında ihtilâf vardır: Bazıları katında, Cebrail nazil olduğu için Nebidir. Bazılarına göre de Nübüvvet gel­mediği için, değildir. Zira hikmet ilmi velayetin başlangıcıdır. Fakat; evliyaullah katında   mübtedî’dir. (yeni, acemi, ilkel)
Hikmetten kasıt da “îhyâ (diriltme) ilmi” yani “İk­sir” (diriltme) ilmidir.
Evliya katında iksîr: Hakk Teâlâ’nın ölü­yü nasıl dirilttiğini ve diriyi de ne şekilde öl­dürdüğünü bilmek demektir! Böyle kimse bu makamı bilir. Bu da evliya nazarında velayetin başlangıcıdır.
Bu makamda evliyaya kalb gınası (zen­ginliği) hâsıl olur. Bundan dolayı da “îksîr” denmiştir. Ayrıca, kabirlerin keşfi de bu makamda meydana gelir. İşte, hikmet makamı budur.

ALTINCI BAB

ÂDEM (aleyhisselâm)’IN MAKAM VE MAZHARINI İZAH EDER

Âdem aleyhisselâm arz’ın (yeryüzü) mazharı idi. Arzın hepsinin toplandığı yerden yaratıldı.
Eşyanın hepsinin güzidesi olduğundan do­layı da Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Kur’an-ı Ke­rim’de şöyle buyurmuştur:
“(Allah Teâlâ) Âdeme bütün isimleri öğretti, (isimlerin hepsini tam bir şekilde bildi). .” [4]
Zira müsemmaya (ad verilmiş, adı olan) dâhil olan her şeyin ismi evliyaya malumdur. Her ismin hakikati evliyaca bilinir. Hatta asla nazar edince bütün eşyanın hakâti olan “Ruh-ı Muhammedî”yi, Rûh-ı Muhammedinin de hakikati olan “Hakkı” görür.
Hakk Teâlâ eşyayı bir tabiatta terkib etme­di. Zira, Âdem’den başka hiç bir şeyde kabiliyet bulunmadı ki zât’a mazhar düşeydi. O, sıfatlarının terkibine de mazhar düştü­ğünden kesret-i insan (insanın çoğalması) mey­dana geldi. Ruh-i Muhammedi’den Âdemin su­reti zahir oldu. Hakk’ın birliğini dünya halkına bildirdi. Kelâm-ı kadiminde açıkladı.
Hakk Teâlâ’nın Âdemi dünyaya getirmesin­den maksat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek varlığını miraç kılmak, bu dünyayı nuruyla tenvir etmekti.

pompei kavmi helakı

Sapık Bir Kavmin HeLâkı: "Pompei"
...Onlara uyarıcı-korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 42-43)



Üstte, felaket öncesinde Pompei kentindeki refah ve zenginliği gösteren bir fresk. Alttaki resimde Pompei'de yapılan kazılarda çıkarılan taslaşmış cesetler.

Evet, "Allah'ın sünnetinde (kurallarında) hiçbir değişiklik" yoktur. Allah’ın kurallarına aykırı giden, O'na başkaldıran herkes, aynı ilahi kanunla karşılık görür. Roma İmparatorluğu'nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei de, aynı Lut kavmi gibi, cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lut Kavmi'yle benzer oldu.
Pompei'nin helakı, Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla gerçekleşmişti.
Vezüv Yanardağı, İtalya'nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Yaklaşık, 2000 yıldan beri suskun olan Vezüv "İbret Dağı" şeklinde adlandırılır. Vezüv'ün bu şekilde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra kentlerinin başına gelen felaketle, Pompei faciası birbirine çok benzemektedir.



Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felaketi, bu kentin insanlarını ani bir biçimde yakalamıştı. Felaket öylesine ani olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.
Pompei'nin böyle bir felaketle yeryüzünden silinmesinde elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihi kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefahat ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhuşun çok yaygın olmasıydı.



Üstte, felaket öncesinde Pompei kentindeki refah ve zenginliği gösteren bir fresk. Alttaki resimde Pompei'de yapılan kazılarda çıkarılan taslaşmış cesetler.

Ancak Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçmamış ve adeta büyülenerek felaketin farkına bile varamamış olmalarıydı. Yemek yiyen bir aile, o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Cinsel birleşme halinde, sayısız taşlaşmış çift bulunmuştu. Daha da önemlisi, bu çiftler arasında, aynı cinsten olanlar, küçük erkek ve kız çocuklar da vardı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Genel yüz ifadesi şaşkınlıktı.

İşte facianın en akıl almaz yönü buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, adeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir?



Pompei kalıntıları arasından çıkarılan bir başka taşlaşmış beden

Olayın bu yönü, Pompei'nin yokoluşunun Kuran'da anlatılan helak olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kuran'da, helak olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yasin Suresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Surenin 29. ayetinde bu durum şöyle anlatılır:

(Onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); anında sönüverdiler. (Yasin Suresi, 29)
Kamer Suresi'nin 31. ayetinde Semud kavminin helakı anlatılırken de yine "anında yok olma" olayına dikkat çekilir:

Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler. (Kamer Suresi, 31)

Pompei halkının ölümü de ayetlerde anlatıldığı şekilde, "anında yok olma" tarzında gerçekleşmiştir.
Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde bugün olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefahat mahalleleri, Pompei'den hiç aşağı kalmıyor. Kapri Adası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları bir üs durumunda. Kapri Adası turizm reklamlarında "Eşcinseller Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlaki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar geçmiş kavimlerin başlarına gelen felaketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler.


Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinden birkaç örnek.

Ahde Vefa


Ahde Vefa

Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki
-Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri doğrumu diye sorar.
Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:
-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,derki :
-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret,dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin...
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum der.
Hz Ömer dayanamaz derki:
-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Hz peygamber (s.a.v) efendimizin en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelen Amr ibni Asr' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek
-Ey amr delikanlıyı duydun, der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefili, der ve genç adam serbest bırakılır.

Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur, Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr ibni Asr'a verilecek idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,
-Bu kefil babam olsa farketmez, cezayı infaz ederim.
Hz Amr ibni Asr ise tam bir teslimiyet içerisinde derki,
-Biz de sözümüzün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.
Hz Ömer gence dönerek derki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:
-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.
Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr ibni Asr'a derki,
-Ey amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?
Amr ibni Asr :
-Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.
Sıra gençlere gelir derlerki,
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz Ömer :
-Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?
Gençlerin cevabı dehşetlidir :
- Merhametsiz insan kalmadı deneyesiniz diye.

DEDE PAŞA HAZRETLERİ

HAZRET-İ ŞEYH MUSA BAŞTÜRK
( Bayburdî Dede Paşa ) [ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]


( Bayburt,1879 - Erzincan, 4 Eylül 1979 )
Asıl adı Musa Baştürk olan bu büyük mürşid manevî alemde Dede Paşa Hazretleri lâkabı ile tanınmaktadır. 1879 yılında Bayburt'un Pulur nahiyesine bağlı Aşağı Lori köyünde dünyaya geldi. Babası Hüseyin Efendi ve annesi Gül Hanım'dır. Soyadı kanunu gereği aile Baştürk soyadını almıştır. Oğlunun Dilinden Hayatından Kesitler: Hayatını babasını anlatırken duygulu anlar yaşayan oğlu Nureddin Baştürk ilerlemiş yaşına rağmen tazeliğini koruyan hafızasından şöyle anlatmıştır: "-Babam okumayı çok severdi, ilk önce sübyan mektebine gitmiş, bu okulda çok başarılı imiş, okul dışında da Bayburt'a bağlı Yukarı Aksüt köyünde Kitapsız Hacı Mustafa Efendi diye bir zattan dersler almış. Bu zat babamın zekasına hayret edermiş. Sürekli "bu çocuk bir başka" diye sağda solda söylermiş, zaten kendilerine "Dede Paşa" adını da bu zat koymuş. Babam sübyan mektebini bitirdikten sonra Bayburt'ta Rüştiye'ye başlamış Burayı da başarıyla okumuş. Daha sonra dedem İstanbuldaki Darul Ülya adlı okula kaydını yaptırmış. Ama dedem vefat bedince babam okulu bırakmış ve köyüne dönmüş. Çünkü bizlerin köyde bir arazisi vardı, bunlarla ilgilenmesi gerekiyordu. Dede Paşa hazretleri köydeki arazi işiyle meşgul olmaktadır. Ancak ne çare ki gönlündeki ateş başka o sürekli okumak istiyor. İşlerden fırsat buldukça Bayburt´ta bulunan hocalardan fıkıh dersleri alıyor. Günlerden bir gün köye gönlündeki ateşi söndürecek belki de daha da alevlendirecek Pir-i Sami hazretlerinin halifesi, Şeyh Muhammed Beşir Erzincani (K.s) geliyor. Gerisini Nureddin Efendi´den nakledelim: "Babam derki ki; 'Bir gün köyümüze bir Nakşibendi şeyhinin geldiğini söylediler. Ben gitmemiştim. Gelen şeyh, Pir-i Sami hazretlerinin halifesi Şeyh Beşir Efendi imiş. Efendi hazretleri, köyümüzde bir evde misafir olmuş. Bu evde Hazret sohbet ediyormuş. Sohbette bulunanlardan biri Beşir Efendiye demiş ki: 'Efendim bizim bir Dede´miz var, o da sohbete katılsın mı?' demişler. Hazret de gelmesini söylemiş. Beşir Efendi dede ismini duyunca yaşlı biri zannetmiş. Babam gidince Beşir Efendi şaşırmış. Bir de ne görsün dede dedikleri 19 yaşında bir delikanlı." Dede Paşa hazretleri Beşir Efendinin sohbetini dinledi, etkilendi. El tuttu, mürid oldu. Beşir Efendi köyden ayrılıp, memleketi Erzincan´a döndü. Dede Paşa´yı bir sevgi hasreti sardı. İşi gücü bıraktı. Ağladı olmadı, güldü olmadı. İçi içine sığmadı. Bir hasret başladı ki sormayın. İşi gücü bırakan Dede Paşa hazretleri Şeyhi Beşir Efendi´ye koştu, hiç ayrılmamacasına. Köydeki arazileri dayılarına bırakıp Beşir Efendi´nin Erzincan´daki dergahına hizmete koşuyor. Dede Paşa Hazretleri böylece Erzincanlı Nakşbendi Meşayihinden Muhammed Beşir Efendi'den tarikat dersi alır. Kendi köyünden Hazret'in Tercan'daki tekkesine sürekli gidip arasıra kendi köyü Aşağı Lori'ye dönermiş. Erzincan'da bulunan Beşir Efendinin dergahında sürekli sohbete katılır, dergahın her türlü hizmetinde bulunur. Şeyhine bağlılığını ve hizmetini oğlu Nureddin Efendi şöyle nakleder: "Babam Beşir Efendi´ye bağlandıktan sonra dünya işleriyle uğraşmamış. Şeyhi Beşir Efendi´nin dergahında sürekli ders almış. Dergahın her türlü hizmetine koşmuş. Ara sıra babam köyüne dönermiş. O zaman şartlar çok sıkıntılı, vasıta yok, at var ama dağları aşmak çok zor oluyormuş. Bizim köyden Hazret´in Tercan´daki tekkesine sürekli gider gelirken çok tehlikeli olaylar yaşamış. Mesela bir keresinde Fırat´ı geçerken suya kapılmış. Su hayli sürüklemiş babamı. Yine bir kaç defa da eşkıyalar yolunu kesmiş. Bir de Ruslar Erzincan´a geliyorlar, harp başlıyor. Babam da asteğmen rütbesinde Halit Paşa komutasında Kop Dağı´nda savaşa asteğmen olarak katılıyor. Daha sonra da Zile´ye muhacir olarak gidiyorlar. Yani Babam, sürekli Zile´den Kırşehir´e giderek, şeyhinden feyz almaya devam ediyor. (O sıra Beşir Efendi, Kırşehir'de Cacabey Medrese Camiinde İmamlık yapmaktadır.) Erzincan´ın düşman işgalinden kurtuluşunun ardından, Babam Zile´den şeyhi Beşir Efendi ise Kırşehir´den Erzincan´a dönüyorlar. Şeyh Beşir Efendi Erzincan´da bulunan Mecidiye Kebir Mahallesi'nde bir tekke inşa ediyor. Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra tekkeler yasaklanıyor." 1932 yılında Şeyh Beşir Efendi yerine Dede Paşa hazretlerini halife olarak bırakarak.ötelere sefer eder. Vasiyeti üzerine Terzi Baba Kabristanı´nda toprağa verilir. Paşa hazretleri, Bayburt´un Aşağı Lori Köyü´ne dönerek burada irşad görevine başlar. "Emir var ; 'Altın Silsile' devam edecek." Nureddin Baştürk, babası Dede Paşa Hazretleri'nden bazı önemli anıları ve son günlerini anlatmağa şöyle devam ediyor: "Köyde 50 kişinin kalacağı büyüklükte bir konağımız vardı. Bu konağın yanında bir konak daha yaptırdı. Gelen giden çoktu. Tarikat ile ilgili ibadetler gizli yapılırdı. Bu dönemde 1939 yılında Erzincan´a beraber gittik. Beşir Efendi hazretlerinin iki oğlu da bu depremde rahmetli olmuşlardı. Babam Erzincan´ın bu durumuna çok üzüldü, günlerce ağladı." Şeyh Beşir Efendi hazretlerinin bağlıları Dede Paşa hazretlerine intisap etmişlerdir. Paşa hazretleri, bazen Erzincan´a geliyor, bazen Ankara, İstanbul´a gidiyordu. Köyü ise binlerce bağlısının toplandığı bir mekan haline gelmişti. Paşa hazretlerinin oğlu Nureddin Efendi o dönemin çok sıkıntılar içerisinde geçtiğinden bahsediyor, ama bu sıkıntılı günlere rağmen Dede Paşa´nın hizmetlerini hiç aksatmadığını söylüyor ve devam ediyor: "Türkiye´nin her yerinde bağlıları olan babamı her gün yüzlerce insan ziyaret ederdi. Ben onbeş yaşında iken Said Nursi hazretleri babamı ziyarete geldi. İlk defa da biz kendisini Ankara´da ziyarete gittik. Benim şahid olduğum önemli konulardan biri de şudur. Babam bir sohbetinde 'Yakında tek partiden kurtulacağız. Yeni bir parti var. Bu parti iktidar olacak ve İslam adına da çok büyük faydaları olacak. Ama ömrü de kısa olacak.' dedi." Dede Paşa hazretleri´nin ilk hanımı Şefika Hatun 1957 yılında vefat etmiş, ikinci izdivacını 1962 yılında Havva Hatun ile yapmıştır. Doksan yılı aşan bir ömrünü Allah yolunda hizmete adayan Paşa hazretleri 4 Eylül 1973 tarihinde Hakk'a vasıl oldu. Son anında dudakları durmadan kıpırdıyor, Rabbı´nın ismini anıyordu. Aile efradını yanına çağırdı ve dedi ki: “Çağırdılar; gidiyorum. Beni Erzincan Terzi Baba Mezarlığı´nda Şeyhim Beşir Efendimin yanında bir yerde toprağa veriniz.” Dede Paşa hazretleri bu vasiyeti üzerine Terzi Baba Kabristanı'nda şeyhinin yanında toprağa verilir..
( KAYNAK : Ünal Tuygun ; Abdurrahim Reyhan kitabından...)

Dede Paşa Musa Baştürk (K.s.)'un Mezartaşı...
"-Bizi bizim vefatımızdan sonra anlarsınız, kılıç kınında iken kesmez ama o kından sıyrılınca turnalar hangi göle konar görürsünüz." Pir-i Sami Erzincani ( K.s)'un silsilesi Dede Paşa hazretleri ve hilafetini verdiği Muhammed Beşir Efendinin torunu Abdurrahim Reyhan Erzincani (K.s.) vesilesi ile dünyaya yayıldı. ***
Fehmi Kuyumcu’nun Tasavvuf Sohbetleri Risalesinden:
DEDE PAŞA (K.s.) ve SOHBETLERİ
Çok sık okuduğu birkaç dörtlük şöyledir: "Bugün bir dilbere eyledim ülfet Halin görmek için çok ettim minnet Yüzünü görenlere hazırdır cennet Yandım ateşine tazeden taze Her türlü ateşle olursun abad Ruz u şeb ciğerin eylersin kebab Nadanlar elinden içmezsin şarab Cananın elinden tazeden taze Öyle bir dilbersin her şey yakışır Seni gören bülbüller durmaz şakışır Pek büyük mürşidsin herkes yapışır Damenin ulyaya tazeden taze” Şerefli ve faziletli altın zincirin, yani silsile-i şerifimizin her halkasının mübarek ismi şerifleri; ilmi ledün sultanı, hatem-il enbiya ve Habib-i Kibriya efendimizden başlayıp elkaba geçen en sonuncusu Dede Paşa Hazretleri ile tamamlanmış, böylece Büyük ve Küçük Silsile-i Şeriflerde tamamen sayılan ve kendisindeki nispet ve veraseti bir evvelkinden alıp bir sonra gelene devreden pirlerimiz, bu devr-i teslim sırasına bağlı olarak, ayrı bir ahenk içindeki ilahi renkleri ile yine ayrı ve özel bir rayiha belirtici manevi ıtırları içinde, taze güllerden destelenmiş bir zarafet buketi halinde gösterilmiştir. Liva-yı Hamd sancağı altında özel kıt’asının başındaki yerlerini alacak bu gerçek kumandanların, Cemal Cennetinde Cemâlullahı bağlılarına ayın ondördü gibi ışıklı yüzlerinden seyrettirecek olan bu Rabbani vesilelerin, bu benzersiz devlet sahiplerinin bir dizisi- zamanımıza kadar belli olan isimleriyle- satıra alınmıştır. Bu altın zincirin kıyamete kadar zuhur ede ede tamamlanacak olan diğer altın halkalarından biri ve şu anda belli olanı, zamanı gelince kendisine ayrılan yere ismi yazılıverecek, elkaba alınacak bulunanı da şüphesiz ki cümlemizce malumdur. Dede Paşa hazretlerince hilâfeti şarkta- garpta açıkça belirtilen, vazife ve selahiyeti pek çok seçkin ihvan içinde tekiden emredilen, bunlara ilâveten yine dört bucaktaki hal sahiplerine manen zuhuratı gösterilen; veraset ve nispet arzının- bizim şubede tek olarak devam edeceği bildirilen- tasarrufu ortak ve çeyrek kabul etmez şehzadesi, mülk ve devletinin idaresinde nispetin devr-i teslime kadir olan amirlerinden başka yerin, emir ve imdadından beri tutulmuş bulunanı Reyhan kokulu Abdurrahim Efendi Hazretleridir.(K.S.) Mensubu bulunmakla iftihar ettiğimiz Halidi kolunun Erzincan Şubesi Dergahındaki –imdad edilmemişlerin asla takat getiremeyeceği- hizmetine ahlâk-ı safiyesi ile şevkle devam eden bu nispet yürütücümüze layık müridler olmaklığımıza, yukarda isimlerini sıraladığımız büyüklerin her birinin himmetlerini ayrı ayrı niyaz ederiz. Canım feda olsun Resulullaha Bizi kabul etti işbu dergaha Emreyledi şeyhim Muhammed Şah’a Çıkardı zulmetten bedraya bizi Pir-i Tagi ile hem Seyyid Taha Kabulü sebebdir Onlar bu raha İltica edelim Sıbgatullah’a Kendi boyası ile boyaya bizi Baisi hayatım Pir-i Sami’dir Şefi-i usatım Pir-i Sami’dir Dilimde evradım Pir-i Sami’dir O’dur cezbeyleyen buraya bizi “Mürşid-i Sakaleyn Hazreti Sani Hadim-i dergah-ı Hazreti Sami Muhammed Beşir-i Erzincani Kavuşturur bab-ı ulyaya bizi Ve ila ruh-i sultan-ı evliya Bi mahremi sırrı esrar-ı enbiya Dede Paşa yakın olmuş Mevlaya Alır safayı kalb-i insana bizi” Nesep ve akrabalık ile, ilim ve maharetle, kuvvet ve cesaret ile, mal ve varlık ile, makam ve şöhret ile, hasılı, maddi ve fiziki hiçbir kuvvet ile elde edilmesi mümkün bulunmayan, sadece Allah’ın ilm-i ezelide seçip ihsanda bulunduğu manevi fütuhat ve ilahi kemal ile kazanılan ve beşer üstü hizmetlerin, sabır üstü çilelerin misilsiz örneğini teşkil eden şubemizin son ve som altın halkası, merhamet ve mahviyet madeni, feyiz ve hikmet okyanusu, velayet ve hilâfetin ufku Dede Paşa Hazretlerinden bir ölçüde bahsederek O’nun emir ve tavsiyelerine gerekli yeri vereceğiz.
* * *
Nüfusa kayıt tarihi 1300 ise de, 1294 veya 1295 Bayburt doğumlu (milâdi 1878 veya 1879). Bayburt ve Aşağı Lori (şimdiki yazıbaşı) köyünde İzni Ağalar diye anılan misafirperver, fukara ve zayıflar dostu, yerleşmiş tabiriyle “hanedan” bir soydan Hacı Hüseyin Efendi ile kendilerine Seyyidler denilen bir aileye mensup Gülhanım’ın kutlu izdivacından doğmuş(*). (*) Bor’da bir sohbette Seyyid olan şeyhini öven bir genç mühendise baba ve anasının her ikisinin de ayrı şecerelerle Seyyidlerden olduğunu ifade ederek Seyyidliğe maneviyatta ulaşmanın makbuliyetini ima etmiştir. Abdurrahim Reyhan Hz.leri de hem baba, hem ana tarafından Hüseynilerden olduğunu kaydetmiştir. İptidai ve rüşdiyeyi bitirdikten sonra, 18-19 yaşlarındayken Beşir Efendi Hazretlerine bağlanarak bütün ömrü boyunca her zevki, her işi bırakıp şeyhine ve tarikatına hizmetten başka her gayeden yönünü ve gönlünü çevirmiş, yaz ve kış, gece ve gündüz şeyhi ile tebliğde gezmiş, geniş arazi ve emlâk sahibi olduğu halde dünya malı ve alayişine meyletmeyerek mevcut serveti ile mükemmel sıhhatini ve çok güzel olduğu bilinen sesi ile sair bedeni kabiliyetlerini münhasıran rabıtasının emrine ve hizmetine feda etmiş.. Mali, bedeni ve ameli bütün varlık ve kuvvasını, ibadet huzur ve üstün gayreti içinde eritip, eşsiz tevazu ve erişilmez mahviyet örtüsü ile gizlemek suretiyle 80 yıla yakın bir altın çağ boyunca dergahın hizmetinde canını vakfetmiş, kendine has benzersiz hizmet ve fedakarlıkların numunesi olmuş.. Yaptığı hizmeti başkaları görüp duymuşsa anlatmış; değilse kademi iktizası kimseye pek bahsetmediğinden, ekseriyeti bilinmeyen gayretler olarak kalmış.. Misaller vererek, izahlar yaparak anlatılması mümkün değil.. Yalnız şöyle bir benzetme ile vakıanın özüne yaklaşılabilir: Kainatı aydınlatacak bir ihlas, bütün alemleri ısıtacak bir aşk ve yaratıkların tamamını rikkat ve muhabbete gark edecek bir teslimiyet! Öyle bir yokluk sahasına ulaşmış ki, Miraçta peygamberimizin Cenab-ı Hakk’a takdim ettiği makbul hediyesine eş olan bir mahviyetin kemaline kavuşmuş. Ahir kelam ve kelamın ahiri budur. Mahviyetin sonu, velayetin de sonudur. İlim, keramet, nazar, feyiz ve himmet, üstün ve mükemmel nisbet zatında tekmil olduğu halde bunların alet olduğunu ima ve işaret ederek: "-Gaye Allah’dır." buyurmuştur. Hali, fiili ve ameli ile sünnet ve şeriatın ıtrından ibaret bir duruma gelmiş; sadakatı onu sireten olduğu gibi sureten de Hazreti Sıddık’a benzetmiş, her hal ve davranışı O’nu Sıddık-ı Ekber Efendimize eş etmiş. Gayeleri islamın zaferi, Müslümanların saadet ve selameti olan bu dede ve torun yan yana gelse birbirinden ayırt etmek güçtür. Bir sahabe efendimiz kalkıp da geriden bakacak olsa, uzunca olan hafif öne eğik, 30-35 kilo gelebilecek vücudunu aniden görse:"-Ya Ebabekir," diye seslenmekten kendini alamayacağı şüphesiz.. Peygamberinin ayak izine basmaktan gayrı amele itibar etmeyen ilk ve son iki halka..
* * *
Bir kimsenin beyanı aynen kendisini, iç alemini aksettirir. Bir şahsın sözü, ilmini irfanını gösterdiği gibi, ihlas ve insanlık derecesi ile manevi mertebesini de aksettirir. Bu bakımdan, ilmi ile amil ve irfanı ile kamil olanların bile nimetinin kırıntılarını toplamaya can atacağı bir ulu devlet sahibi olan Dede Paşa Hazretlerini, kendi üstün beyanları ile tanımaya çalışmak en sıhhatli çare olacaktır. İşte bu sebeple, yıllar boyu dört bucakta banda alınan sohbetlerinden her biri bir bahsi şerheden bölümleri nakletmek suretiyle ihvana lazım olan bilgileri asıl kaynaktan aynen sunuyoruz. Onun beyanı dışındaki yazılar da yine Onun sohbetlerinin özünü ve manasını taşımaktadır. Buradaki her kaydın ona göre değerlendirilmesini ve bu kitabın tamamının kelime kelime nispet yürütücümüze [ Abdurrahim Reyhan Hazretleri (K.S.)] okunduğunu, Onun tasvibinden sonra kat’i şekline girdiğini de belirtmeliyiz.
SOHBETLERİNDEN...
“Tekkelerde olan alemi dil söylemekten acizdir. Emin olun cennetin alemi tekkelerde mevcut idi. Kapıdan içeri girerdin, bir misk rayihası kendini istiab ederdi (kaplardı). Su içerdin kevser, yemek yerdin cennet taamı, yedikçe dimağına bir hayat gelirdi benim sultanım. Biz sözünü söylesek de özünden haberimiz yok. O tekkede meşayihin sohbeti de acaip garaip bir hal ile olurdu. Çünkü o zamanda meşayih ne söylerse o ihvanın kalbinde olan halini kendisine söyler ki, işte halin budur, dermanı da budur.. Biraz gönlüne şek (şüphe) gelen bir ihvanı da hemen ikaz eder gözünü açar, halinin hakikati ne ise o halin hakikatini gösterirdi. Mürid o anda ikaz olup anlardı ki, haa evet bu yaylanın yolu böyle gidermiş. Elhamdülillah şimdi zaman tebdil oldu sultanım.”
*** “
Şimdi mürşidler, yemeği pişirmiş, kaşık elinde:"-Gel yavrum, nimetini ye..." diye nezaketle, ikramla ve lütufla müridine her halinde şefkat ve merhamet göstermektedir.”
***
“Şimdi, mürşid-i kamiller müridini halinden haberdar etmiyorlar. Niye? Senin benim selamet saadetim için. Yaramazlar şerrinden, yaramazlığın künhünden (tamamından) muhafaza için. Şimdi şu zamanda zahir adabı kaldırılmıştır. Zahir adabının takat tahammülü çok zordur beylerim. Şimdi şu zamanda hal yoktur amma meşakkat mihneti de yoktur. Şimdi –seyri ilALLAH makamına kadar- seyr i süluku sokakta ikmal ettiriyorlar. Hal idaresi çetündür. Onun için bu bir ALLAH’ın fazlı, keremidir. Şimdi, insanların muhalifi olan nefsü şeytandır. Rabıta nuru olan yere şeytan yaklaşamaz. Mürşid i kamil, müridin iki küreği arasındaki şeytanın hulül yeri, üfürme yerini kapatır. Senin nefsin de yarıya kadar su dolu tenekeye düşen bir fareye benzer. Ne kadar iktidarı olsa da, mürşidini tanıyan mürid için hükmü tesirsiz kalır. Sıfatı hayvaniye de yine aynı fareye benzermiş. Issız kalıp karanlığın olmasını bekler ki, çıkıp da nimetlerden yesin (harama düşsün, çalıp çırpsın). Seni göreyim; eyvahını unutma, rabıtanı unutma. Ten mezbeleliği battallıktır. Hizmetini ihmal etmezsen bir tesiri yoktur. Anasır zıddiyet ise mürşidin emrindedir.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Ramazan ve oruç için bazı terimler

 

Ramazan kelimesinin bir manası ‘sonbahar yağmuru’dur. Ramazan ayı ve oruç, sonbahar yağmurunun etraftaki tozları ve pislikleri götürüp temizlediği gibi günah kirlerini götürüp kalbimizi temizler. Ramazan kelimesinin ‘ramad‘ kelimesinden türediği de düşünülmüştür ki, bu da güneşin ısısından taşların yanıp kızması manasına gelir. İşte mümin de oruçla böyle yanar kavrulur ve günahları eriyip gider.

İmsak

Oruçlu olan insanın orucu bozan şeyleri yapmamaya başlaması gereken zamandır. İmsak vaktinde tan yeri ağarmaya başlar. İmsakla beraber artık oruç başlamıştır.

Sahur

Oruç tutmak için gecenin imsaktan önceki vaktinde yenen yemeğe sahur denir. Efendimiz bir hadislerinde “Sahura kalkıp sahur yemeği yiyin. Zira sahurda bereket vardır.” (Buhari, Savm 20) buyuruyorlar.

Oruç

İmsak vaktinden (ikinci fecir) akşam güneş batıncaya kadar hiçbir şey yememek, içmemek ve cinsel münasebette bulunmamaktır.

İftar

Orucun bitirilmesi gereken vakittir. Bu da akşam güneşin batmasıyla olur. Akşam namazını bildirmek üzere okunan ezan aynı zamanda iftar vaktini de bildirmektedir. Akşam ezanı okununca geciktirmeden iftar yapılmalıdır. Bir hadis, iftarda acele edilmesi gerektiğini şu şekilde ifade eder: “İnsanlar iftarı yapmakta acele ettikleri sürece, hayır üzere devam etmiş olurlar.” (Buhari, Savm 45)

Teravih

Ramazan ayında yatsı namazıyla birlikte kılınan, yirmi rekatlık bir namazdır.

Fidye

Sürekli bulunan bir hastalıktan veya yaşlılıktan dolayı oruç tutamayanların tutmaları gereken her gün için bir fakiri doyuracak miktarda tasaddukta bulunmalarına fidye denir. Fidye sürekli hastalar, çok yaşlı kimseler için bir sevaba ortak olma vesilesidir.

Fitre

Temel ihtiyaçlarının dışında belli bir miktar mala sahip olan Müslümanların Ramazan bayramına ulaşmalarının bir şükrü olarak yerine getirmeleri gereken bir ibadettir. Buna fıtır sadakası da denmektedir. Aile reisi bütün aile fertleri adına, fakirlerin de bayrama aynı toplumun bir ferdi olarak kavuşması ve sevinmesi için fitreyi verir. Müslüman’ın, normal bir insanın bir günlük yiyeceği miktarda fitre vermesi en uygun olandır.

İ’tikaf

Ramazan ayının son on gününde ibadet niyetiyle bir insanın, belli kurallara uyarak bir mescitte inzivaya çekilmesidir. Allah Rasulü (sas) Medine’ye hicretten sonra Ramazan’ın son on gününü i’tikafta geçirirdi. Bazı alimler bir saat bile i’tikaf yapılabileceğini söylerler. Önemli olan insanın, hayatın bunca telaşesi içinde belli bir süre de olsa Rabbiyle baş başa kalması ve kendini ibadete vermesidir.

Keffaret

Ramazan orucunu kasten bozan kimsenin bir günlük Ramazan orucu yerine, ceza olarak peşi peşine iki ay oruç tutmasıdır. Keffaret, orucu tutmamanın değil; tutulan orucu kasten bozmanın cezasıdır. Oruçlunun dikkat etmesi gereken durumlar: Başlanmış olan orucu bilerek bozmanın dünyevi bir karşılığı olarak keffaret orucu cezası vardır. Ramazan’da bile bile yemek yiyip bir şeyler içmek ve cinsel ilişkide bulunmak orucu bozduğu gibi keffaret gerektirir. Bu keffaretin peşi peşine olması şarttır. Kısaca ifade etmek gerekirse, bir şey yiyip içme ve cinsel ilişkide bulunmayla, bu kapsamda değerlendirilen şeyler orucu bozar. Bunlar bilinçli ve kasten olursa orucu bozdukları gibi keffaret gerektirirler. Ancak unutarak bunları yapan bir kimse, ne yaptığının farkına vardığı an bunları terk ederse orucu bozulmayacağı için kaza ve keffaret orucu tutmasına gerek yoktur