23 Mayıs 2011 Pazartesi

ABDULKADİR GEYLANİ (k.s) ve KADİRİLİK



ABDULKÂDİR GEYLÂNî: Hicri.V. Asırda İslâm aleminde karışıklıklar, kavgalar ve çekişmeler hüküm sürüyor, bu karışıklık siyasi dini ve ilmi sahalarda aynı şekilde varlıklarını hissettiriyordu. Bağdat’taki Abbasi halifeleri ile şeklen ona bağlı olan sultanlıklar arasında bitmeyen bir ihtilaf vardı. İslâm mezhebleri arasındaki çekişmeler, sünnî mezhebler arasındaki rekabetler, sonu gelmeyen tartışmalara yol açıyordu. Siyasi sahadaki bunalım ve sıkıntı, fikri anarşi, halkın muhtelif hizip ve zümrelere bölünerek farklı mezhebler halinde dağılmaları, her zümrenin taassuba meyletmesi halk arasında ümitsizliğin ve karamsarlığın yayılmasına, ruhlarının korku ve ızdırapla dolmasına yol açmıştı. 1 

İşte bu dönemde İslâm ümmeti, akîdede imanı, dinin temel esaslarına itimadı, ahlakta istikameti telkin edecek, ilmi ve şahsi nüfuza sahip bir önderi iştiyakla bekliyordu. şüphesiz ki bu önder yeni eserler ile üstünlüğü görülecek, ilmi kabiliyete, sağlam bilgilere sahip, ihlas ve cihad eri birisi olmalı idi. Yüce Allah İslâm ümmetine h.V. asırda, bu aradıkları şahsiyeti bahşetti. Bu kişi İmam-ı Gazali(ö.505/111)’den başkası değildi.2

Gazzali, kuvvetli kişiliği ve ilmi sahadaki başarılı mücadelesi ile Yunan felsefesinin tesirine, Batınîliğin ilhadına karşı koymuş, İslâm ülamasının problemler karsısındaki tutumuna aktivite kazandırmış, ıslahat ve yenilik tarihinde büyük bir görevi yerine getirmişti.

Onun sünnî İslâm inancına yeniden hayat kazandırması ve İslâm düşüncesine canlılık getirmesinde en büyük amil hiç şüphesiz ilmî ve tasavvufî şahsiyeti idi.

Gazzali’nin ıslahat ve yenilikleriyle yeniden hayat bulan İslâm inancı ve toplumu zamanla tekrar bozulmaya yüz tutmuş, ahlakî alanda yeni dini önderlere ihtiyaç duyulmuştu. Çünki İslâm toplumu bu dönemde, ahlakî ve içtimaî alanlarda nifak, cehalet ve gaflet hastalıkları sebebi ile büyük bir bunalım yaşıyordu. Nitekim devlet yönetiminin dalkavuk elemanları, saray yöneticilerinin takipçilerinden oluşan yeni bir menfeat-perest topluluk oluşturmuştu. Toplumu yöneten idareci kadrolar halka zulüm ve baskı yapıyorlardı. Bir tarafta servet sahipleriyle, bu serveti sorumsuzca harcayan azgın bir sınıf, diğer tarafta bir çok bunalımlar içinde sıkıntı elem ve ızdırapla yaşayanlardan meydana gelen başka bir zümre teşekkül etmişti. Hülasa cemiyet gün geçtikçe cahiliyye özelliklerine sahip bir toplum yapısını arzetmeye başlamıştı.3

İnsanlık, dünyaya taparcasına bağlılığı önleyebilecek, ahiret, inanç ve akidesini diriltip insanları Allah’ın rızasına doğru yönlendirebilecek, yöneticilerine sorumluluklarını hatırlatıp geniş halk kesimlerine tek güç olan Allah’ı bildirebilecek cehalete ve zulme karşı imanı, ruhu yeniden diriltecek bir tebliğciye şiddetle muhtaçtı.4

İşte İslâm bu insanları yeniden diriltecek tebliğcisine beşinci asrın sonunda Kâdiriyye tarikatın kurucusu ve hemen bütün tarikatlerde başbuğ kabul edilen, tarikatler devri tasavvufun en büyük siması olarak anabileceğimiz Abdülkâdir Geylânî ile kavuşuyordu.

Hayatı:

Arapça’da “el-Cîlî”, Farsça’da “Gîlî” veya “Gîlânî”, Türkçe’de ise “Geylânî” şeklinde telafüz edilen nisbesiyle şöhret bulan bu yüce şahsiyetin tam adı, Muhyiddin Ebû Muhammed Abdulkâdir b. Ebî Sâlih Mûsâ Zengîdost el-Geylânî’dir. 

Tarikat ehli katında “imam-ı eimme”, şeriat ehli katında da “mahbub-u sübhanî” ve muhyiddin lakablarıyla meşhur olmuşlardır.5

470/1077 tarihinde Hazar denizinin güney batısındaki “Gîlân”6 eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu.7 

Geylanî için “Aşk ile doğdu, kemâl ile yaşadı ve kemâl-i aşk ile öldü” diyerek tarih düşürülmüştür ki, ebced hesabına göre “aşk” 470, “kemal” 91, “kemal-i aşk” ise 561’e tekabül etmektedir.8 Buna göre Geylânî 470’de doğmuş 91 senelik bir ömürden sonra 561 tarihinde vefat etmiştir.

Nesebi ana tarafından Hz.Hüseyin’e, baba tarafından Hz.Hasan’a ulaşmaktadır.9 

Babası Ebû Salih Musâ’nın dindar bir kişi olduğu bilinmekte, ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Devrin tanınmış zâhid ve sufilerinden olan Ebû Abdullah es-Savmaî’nin kızı olan annesi Ümmü’l-Hayr Emetü’l-Cebbâr Fatıma’nın kadın velilerden olduğu kabul edilir.10

Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkâdir, annesinin yanında ve dedesinin himayesinde büyüdü.11

Tahsili:

İlk tahsiline Gîlân’da başlayan ve daha küçük yaşlarda büyüklüğüne işaret eden keramet ve alametler gösteren Abdülkâdir, onsekiz yaşına gelince ilim tahsili için annesinden izin alarak bir kafileye katılıp Bağdat’a gitti.12 

Geylânî’nin Bağdat’a ilim tahsili için gittiği tarih(488/1095) aynı zamanda Gazzali’nin Nizamiye Medresesi’ndeki görevini terkederek Bağdat’tan ayrıldığı tarihtir.13

Orada devrin meşhur hadis, fıkıh ve edebiyat alimlerinden ilim tahsil etti ve kısa zamanda usul, fürû ve mezhebler konusunda geniş bilgi sahibi oldu.14 

Kısa zaman içinde kazandığı üstün şöhreti, yıldırım hızıyla yayılmış ve her tarafı kuşatarak, ilmen zamanının önderi ve imamı olmuştu. Hanbelîlerin mezhebine bağlı olduğundan,15 “Hanbelîlerin tabi olduğu şeyh” denilebilecek bir seviyeye yükselmiş, kendisinden istifade eden pek çok alim ve fakih yetişmeye başlamıştır.16 

Ancak o, Hanbelî mezhebinden olmasına rağmen Hanbelî ve şâfiî mezhebine göre fetva verir, verdiği fetvalarla fakihleri hayran bırakırdı.17

Rivayete göre rüyasında; Ahmed b. Hanbel, Abdülkâdir Geylanî’den o sıralarda zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını istemiş, O da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye çalışmış, bundan dolayı kendisine “Muhyiddin”(Dini ihya eden) ünvanı verilmiştir.18

Bağdatta bir süre Ebû Hanife’nin türbedarlığını yaptığı da rivayetler arasında yer almaktadır.19

Tasavvufa intisabı:

Bağdat’da Hocası Ebû said Ali b. el-Mübarek el-Mahzumî’ nin kendisine tahsis ettiği Babülerec’deki medresede tefsir, hadis, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimler okuttu20 ve vaaz vermeye başladı.21 Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak halvete çekildi.22 
Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda şeyh Ebû’l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs(ö.525/1131)’ın sohbetinde bulunmuş, ilk intisabını bu zata yapmıştı. Onun yanında gerçek mücahidlere yakışır bir süluk çıkaran Geylânî, rivayete göre bilahare bu zata damad olmuştur.23

Debbâs’dan aldığı tarikat yolunu kadı Ebi Said el-Mübarek el-Mahrumî’nin yanında kemale erdirmiş ve ondan icazet almış,24 tarikat hırkasını da onun elinden giymiştir.25

Geylanî Bağdat ve Kerh civarında yirmibeş seneye yakın inziva hayatı sürdürmüştü. Son halvette, tam kırk gün hiç bir şey yiyip içmediği gibi, her hangi bir kişi tarafından yedirilinceye kadar da yememeğe azmetmişti.26 

Geylanî bu şekilde maddi ve manevi kemale erdikten sonra 520/1126 senesinde Bağdat’a dönerek yeni baştan vaaz ve nasihat toplantılarında aşk ve irfan erbabına hakikat ve marifet öğretmeye başladı.27

İrşad Hususiyetleri:

Sufi Yusuf Hemedanî’nin tavsiyesi üzerine tekrar cemaate vaaz vermeye başladığında ancak bir kaç kişiye hitab ediyordu. Fakat daha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için vaaz meclisini Babülhalbe’deki bir camiye nakletti.28 Onun tesirli sözlerinden halk okadar memnun kalıyordu ki, burası da artık cemaati almaz olmuştu. Bu yüzden 528/1133 yılında bazı ilavelerle medrese genişletildi ve Abdülkâdir’in ismine nisbet edilerek öğretime yeniden açıldı.29 

Cemaatin mütemadiyen çoğalması üzerine, açıktan vaaz etmek zorunda kaldı. Bu vaazları dinlemek için yetmişbin kişinin Bağdat’a geldiği ve arka safta bulunan dinleyicilerin ön saftakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir.30 Sonraları orası da halkı almayınca yüksek bir tepenin üstüne büyük bir kürsü koydular ve oradan kendisini takibetmeye başladılar.31

Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vadettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.

Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah”(Allah’ın şahini) ve “el-Bâzu’l,eşheb”(avını kaçırmayan şahin) ünvanıyla da anılmıştır.32

Tasarruf ve kerametlerinin ölümünden sonra da devam etttiğine inanıldığı için, müridlerinin darda kaldığı zaman söyledikleri “Medet yâ Abdülkâdir!” sözü tarikat geleneği halini almıştır.

Onun meclisinde, yaptığı kötülüklere tevbe eden, nadim olan yol kesiciler, katiller, fasıklar, itikadı bozuk ve sapık olanların yanısıra, çoğu kere orada müslüman olan Yahudi ve Hristiyanlara da raslanırdı. Rivayete göre onun vasıtasıyla beşbinden fazla Yahudi ve Hristiyan, yüzbinden fazla eşkiya tevbe etmiştir.33 

Hülasa onun insanların ruhlarına, düşüncelerine hitab eden daveti bütün İslâmtoplumunu etkilemiş, ölü düşünce ve ruhlar yeniden canlanarak, toplum içinde üstün bir ahlak ve fazilet hareketi başlamıştır.34

Şemail ve Ahlakı:

Abdülkâdir Geylânî orta boylu, geniş omuzlu, açık alınlı, ince bedenli, buğday benizli idi. Saçlarını omuzlarını örtecek kadar uzatırdı. Sesi gür ve heybetliydi. Çok şık giyinir, talebeleri dahil kimseden bir şey kabul etmezdi. Küçük çocuklarla, kölelerle sohbet eder, fakirlerle oturup kalkardı.35

Geylânî, gözü yaşlı, aşırı derecede heybetli, dua ve niyazı kabul olunan, üstün ahlaklı, hoş ve güzel damarlı idi. Kitablar, O’nun gavsiyyetine layık kerametleri ve irfan dolu beyanlarından dökülen ilahi hikmetlerle doludur.36

Medine-i Münevverede bulundukları zaman kırk gün huzur-u saadette ellerini ğöğsüne koyarak ayakta durdukları rivayet edilir.37
Cuma günleri camiye yahut tekkesine çıkar onun dışında evden dışarı çıkmazlardı.38

Yatsı abdesti ile sabah namazı kıldığı, abdesti bazulduğunda vakit geçirmeden yenileyip sonra aldığı abdestle iki rekat namaz kılardı.39
Daha sağlığından itibaren kendisinden bir çok keramet nakledilerek kişiliği tam manasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur.

Ailesi ve Çocukları:

Suhreverdi onun dört kadınla evli olduğunu söyler. Ancak ne zaman evlendiği bilinmemektedir. Çocukları hakkında ise değişik rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetler 12 ila 18 kadar olduğu şeklindedir.

Adetleri kaç olursa olsun onlar hakkında ifade edilen görüşlere göre herbiri başta babaları olmak üzere zamanlarının büyük alimlerinden dini ve şer’i ilimleri tahsil etmişler ve babalarından tarikat hırkası giymişlerdir.40

Tasavvuf anlayışı ve Tarikatı:

Abdülkâdir Geylanî’nin tasavvuf anlayışı, şeriate ve dinin zahirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur'an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar.41 Ona göre bir zahidin hayatında görülebilecek derunî haller dini ölçülerin dışına taşmamalıdır.42 

Müridlerine hep tabi olun bidat yoluna sapmayın; itaat edin, muhalefet etmeyin, sabredin; sızlanmayın, günahtan temizlenin, kirlenmeyin, zikir halkasına toplanın ve mevlanızın kapısından ayrılmayın”43 şeklinde tavsiyelerde bulunurdu.

O diğer İslâm mutasavvıfları gibi dünya ve ahiret nimetlerini, kul ile Allah arasında bir perde sayar ve mutasavvıfın bu nimetleri değil, fakat Allah’ın Zâtını hedef sayması lazım geldiğini söylerdi.44

Tarikatının şeriate uygun olduğu İbn Teymiye gibi bir münekkid tarafından bile kabul edilmiştir.45 Nevevî, Suyuti ve İbn Hacer gibi alimler de onu bu konularda takdir edenlerdendir.46 

İbn Arabî tarafından da “kutub” ve “insan-ı kamil” olarak tavsif edilmiştir.47

Müridleri onu “sultanü’l-evliyâ” sayarlar ve ismine “Müşâhidullah”, “Emrullah”, “Fadlullah”, “Emanullah”, “Nurullah”, “Kutbullah”, “Seyfullah”, “Fermanullah”, “Burhanullah”, “Ayetullah”, “Gavsullah” veya “Gavs-ı Âzâm” sıfatlarını eklerler.48

Hülüsa tasavvuf anlayışı itibariyle Gazzali’nin geliştirmiş olduğu sünnî tasavvufun onun tarafından devam ettirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Müessesevî bir karektere malik bir ocak olarak ortaya çıkan ilk tarikat genel kabüle göre Abdülkâdir Geylânî tarafından kurulan Kâdiriliktir. 49 

Kendisinden sonra gelenlerce, başta İslâm Dünyasında ve diğer ülkelerde yaygınlığı itibariyle ilk üç tarikatten biri olan kâdiriyye50 de zikir usûlü olarak cehrî(aleni ve sesli) zikir esas kabul edilmiştir. Silsilesi Hz.Ali vasıtasıyla Peygamberimize ulaşmaktadır. 
Tarikatın beş esası vardır: Himmeti yüce olmak, haramdan sakınmak, hizmeti güzel yapmak, azimetten ayrılmamak, ruhsatı bırakmak ve nimete saygılı olmak.

Geylânî’nin yetiştirdiği yüzlerce halife ve binlerce talebesi İslamı geniş coğrafyaya yaydılar. Tarikatı İspanya’ya, ve Gırnata’nın düşüşü üzerine de Fas’tan başlayarak bütün afrikaya yaydılar. Hindistan ve Çin’de İslâm’ın yayılmasında yoğun çaba harcadılar.
Kadirilik tarikatı Anadolu’ya Eşrefoğlu Rumî, İstanbul’a ise İsmail Rûmî tarafından girmiştir. Bu zatların her ikisi de pir-i sani diye anılmışlardır.51

İslâm dünyasında en fazla yayılma şansına sahip olan bu tarikat bugün hala canlı bir tasavvufi hayatın öncülüğünü yapmakta ve yoğun bir faaliyet göstermektedir.

Cihad ve Mücadelesi:

Geylânî, İslamî hilafetin, ruhunu ve peygamberlik emanetini yitirdiği, saltanat haline getirildiği bir dönemde o makamın yapması gereken işleri diğer rabbaniler gibi yüklendi. Davet ve sohbetleriyle insanlar, İslamî ahdi yenilediler. İslamı atadan kalma bir miras gibi adet yerini bulsun diye kabullenenler şuurlandılar. Talim ve terbiyeleriyle İslam’ın tadını, imanın lezzetini taddırdı. İnsanları nefsanî arzuların kölesi ve insanların kulu olmaktan çıkardı. İbadet ve taata canlılık getirdi.

Geylanî’nin 91 yıllık hayatının yetmiş üç yılı Bağdat’da geçti. Bu dönemde Abbasi halifelerinden beş tanesinin hilafetine şahit oldu. Bütün ömrünü halkı irşadla tüketti. Hak uğrunda kuvvetli bir mücadele verdi. Halife ve idarecileri tenkid etti. şirk ve bid’atle şavaştı. cahiliyet ve nifakla mücadele etti.52

Halife Muktazi Liemrillah, Ebü’l-Vefa’nın yerine İbn Muzhim el-Mezâlim diye meşhur olan Yahya b. Said b. Yahya b. el-Muzaffer’i kadı tayin edince Geylanî minbere çıkarak şunları söyledi:

“Müslümanların başına zalimlerin en büyüğünü kadı olarak tayin eden sen, yarın merhametlilerin en merhametlisi önünde nasıl hesap vereceksinş” Bunun üzerine halife titreyip ağlamaya başladı ve o an yeni tayin ettiği kadıyı vazifesinden aldı.53

Sultanların peşinden ayrılmayan onlara yaltaklanmak suretiyle zulümlerine ortak olan resmi ülamaya şiddetle karşı koydu. Onlara şöyle diyordu: “Siz neredesiniz gerçek alimler neredeş Ey ilim ve amel hainleri!...Ey Allah ve resulünün düşmanları!... Ey Allah kullarının yol kesicileri!... Siz açıkca zulüm ve nifak içerisindesiniz. Bu nifak nezamana kadar devam edecekş Ey alim ve zahid geçinenler!... İdareciler ve sultanlardan dünya metaını zevk ve lezzetini alıncaya kadar mı onlara münafıklık yapacaksınızş Siz ve asrımızın bir çok idarecileri, Allah’ın malında ve kullarına verdiği nimetlerde ihanet içerisindesiniz.... Ey Allahım! Ya münafıkların şehvetini kır onları ıslah eyle veya yer yüzünü onlardan temizle...”54

Geylanî’nin manevi talebeleri, bu alim zatın önünde Allah ve resulü ile yaptıkları biat, tevbe ve imanı yeniden tazeledikten sonra, sorumluluklarının şuuruna erdiler. şeyhle aralarında; talebelerin hocalarıyla, askerin komutanıyla, sürünün çobanıyla olan bağlarından çok daha kuvvetli, sağlam ve köklü bir bağ, kopmayan, çözülmeyen dini ve ruhi bir alaka meydana geldi. Bu asla bozulmayan ve ihanet edilmeyen bir misaktı.55

Böylece onun müntesib ve talebeleri İslâma davet, iman ve cihad şuurunun yaygınlaşıp güçlenmesinde büyük katkıda bulundular. Bu kutsal faaliyet sayesinde İslâm, Afrika’nın bir çok bölgesinde, Endonezya, Hind Okyanusu, Anadolu ve daha başka bölgelerde yayılmış, temiz ve saf yapısıyla insanların kalplerini fethetmiştir.56

Rivayete göre vaazlarının tesiriyle bir çok Yahudi ve Hristiyan O’nun vasıtasıyla hidayete kavuştu.57 Yüzbinleri bulan müslüman, irşad halkasından geçti. Yüzlerce yıldır pek az kimseye nasip olan bir şöhrete kavuşarak insanların gönlünde taht kurdu. Hakkında yüzlerce eser yazıldı.

Ona karşı duyulan derin hayranlıktan dolayı Yunus Emre:

“Seyyah olup şu alemi arasan 
Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz.” 

Eşrefoğlu Rumî:
“Arısının balıyım bahçesinin gülüyüm
Çayırının bülbülüyüm şeyh Abdülkâdir!” 

Erzurumlu meşayihten Alvarlı Muhammed Lütfi ise:
“Pir-i Geylanîdir Kamer-i himmet,
Eflak-i şeri’at nur-i hakikat
Mirat-ı Muhammed bahr-ı ma’rifet
Üstad-ı kül, rih-i Rahman iledir.” şiirlerini terennüm etmişlerdir.

Vefatı:

Geylanî 561/1165 senesi Rebiülahir’in 8. cumartesi gecesi yatsı namazından sonra vefat etmiştir. Onun 562/1166 rebiülahirinin 9. cumartesi gecesi vuku bulduğunu nakledenler de vardır.58 

Hayatının son dakikalarında seslerini yükselterek üç defa, “Allah, Allah, Allah” diye zikredip, sonra zikr-i hafi ile meşgul iken, canını canana teslim eylemiştir.59

Oğlu Abdurrezzak’a son vasiyetleri şu olmuştu:

“Ey oğul! Allah bize ve sana müslümanlara yardım etmeyi, nasib etsin. Amin. Sana Allah’dan korkmayı, O’na ibadet etmeyi, şeriatına bağlanmayı ve Allah’ın hududunu muhafaza etmeyi tavsiye ederim. Çünki bizim yolumuz, kitab ve sünnete; gönlün selametine, elin cömertliğine; hayrı yaymağa; cefayı defetmeye; eziyete katlanmaya ve ihvanın hatalarını görmemeye dayanmaktadır.”60
Hindistan’da her yıl Rebiülahir’in 11. günü, bazan 17. günü ruhları için kuran okunur ve sadaka dağıtılır. Bu merasim Bağdat’da 17 gün icra edilir.61

Türbeleri Bağdad’da Babü’d-Derc dedir.62 Mezarları üzerine türbe inşa olunmuştur.63 Bu türbe halen dünyanın çeşitli beldelerinden gelen müntesibleri ve muhibleri tarafından ziyaret edilen kutsal mekanlardan biridir.

Eserleri:

Menâkıb kitabları Gelanî’nin bin kadar eseri bulunduğunu kaydeder. Bu gün ona nisbet edilen eserlerin sayısı elli civarındadır. Ancak bunların büyük bir kısmının ona ait olmadığı kesinlik kazanmıştır.

Geylânî eserlerinde son derece sade bir uslub kullanır. Tema olarak ağlatıcı ürpertici konuları tercih eder. Cemaate cenneti müjdeleyerek onlara ümit ve şevk verir, nefsin zayıf taraflarını başarılı bir şekilde tasvir eder, şeytanın insana nüfuz etme yollarını canlı örneklerle anlatır. İnsanı duygulandıran ve heyecanlandıran tablolar çizer. Tarikatının ve tesirinin bütün İslâmalemine yayılmasında, uyguladığı bu metodun payı büyüktür. Bu eserler sıhhatli tercemeleri yapacak dirayetli insanları beklemektedir.64 

Eserleri şunlardır:

1- el-Gunye li-Tâlibî Tarîki’l-hak
2- el-Fethü’r-Rabbânî
3- Fütûhu’l-Gayb
4- el-Füyûzâtü’r-Rabbâniyye fi Evrâdi’l-Kâdiriyye
5- Mektubât
6- Cilâü’l-Hâtır min Kelâmi şeyh Abdülkâdir
7- Sırru’l-Esrâr ve Mazhâru’l-Envâr
8- ed-Delâil 
9- es-Sirâcü’l-Vehhâc fi leylet’l-Mi’rac
10- Akidetü’l-Bazi’l-Eşheb

Kaynaklar:
1 Uludağ, Süleyman, “Siyasi, Kültürel ve Dini Bakımdan Hucviri’nin Yaşadığı Çağ”, Keşfü’l-Mahcub, (Giriş bölümü), Dergah yay., İst., 1982, s.23-24; Ayrıca bkz., Yılmaz, H.Kamil, Aziz Mahmud Hüdaî ve Celvetiyye Tarikatı, MÜ. İlahiyat Fak., yay., İst., 1980, s.13.
2 en-Nedvî, Ebü’l-Hasan, İslamda Fikir ve Davet Önderleri, Terc:Yusuf Yılmaz, Risale Yay., İst., 1986, s.197.
3 A.g.e., s.257-258.
4 A.g.e., s.258.
5 Hocazade, Ahmed Hilmi, Hadîkatü'l-Evliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kâdiriyye, Şirket-i Mürettibiye, İst., 1318, s.32.
6 Gîlân’a “Bağdat’ın Dicle kenarında bulunan bir köyü” diyenler olmuş ise de, doğrusu İran’ın ortalarında bulunan(Gîlân)’dır. Vicdâni, Sâdık, Tomâr-ı Turuk-ı ‘Aliyye (Kâdiriyye Silsilenamesi), Yayına Haz: İrfan Gündüz, Enderun Kitabevi, İst., 1995, s.92.
7 Vicdâni, Tomâr, s.92; Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, Osmanlıcadan Çev: Mehmed Akkuş, Ali Yılmaz, Seha Nşr., İst., 1990, c.I, s.58; Hocazade, Ahmed Hilmi, Hadîkatü'l-Evliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kâdiriyye, s.33-34; Hüseyin Fevzi Paşa, Ukudi’l-Cevahir fi Selasi’l-Ekabir, Terc: Melih Yuluğ, Uluçınar yay., İst., 1979, s.100; Doğrul, Ömer Rıza, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, Ahmet Halid Kitabevi, İst., 1948, s.112.
8 Vicdâni, Tomâr, s.91-92; Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, s.58.
9 Vicdâni, Tomâr, s.90; Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, s.58; Hüseyin Fevzi Paşa, Ukudi’l-Cevahir fi Selasi’l-Ekabir, s.101.
10 Uludağ, Süleyman, “Abdulkadir Geylanî”, DİA. İst., 1988, c.I, s.234.
11 Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, s.59; Eraydın Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, Marifet yay., İst., 1990, s.518.
12 Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.92; Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, s.58-59; Hocazade, Ahmed Hilmi, Hadîkatü'l-Evliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kâdiriyye, s.34; Doğrul, Ömer Rıza, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, s.112; Hüseyin Fevzi Paşa, Ukudi’l-Cevahir fi Selasi’l-Ekabir, s.101; Eraydın Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, s.519.
13 Nedvî, Ebü’l-Hasan, İslamda Fikir ve Davet Önderleri, s.250
14 Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, s.63; Doğrul, Ömer Rıza, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, s.112; Eraydın Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, s.520.
15 Hocazade, Ahmed Hilmi, Hadîkatü'l-Evliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kâdiriyye, s.36.
16 Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.92; Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, 63
17 İmam-ı şa'rânî, Tabakatü’l-Kübrâ, Çev: Abdulkadir Akçiçek, Toker yay., İst., 1969, c.II, s.569; et-Tadifî, Muhammed b. Yahya, Cevherden Gerdanlıklar, çev: Naim Erdoğan, Alem yay., İst., trsz., s.137.
18 Hocazade, Ahmed Hilmi, Hadîkatü'l-Evliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kâdiriyye, s.32-33.
19 Doğrul, Ömer Rıza, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, s.112; Hüseyin Fevzi Paşa, Ukudi’l-Cevahir fi Selasi’l-Ekabir, s.102.
20 İmam-ı Şa'rânî, Tabakatü’l-Kübrâ, c.II, s.568.
21 Nedvî, Ebü’l-Hasan, İslamda Fikir ve Davet Önderleri, s.261; et-Tadifî, Muhammed b. Yahya, Cevherden Gerdanlıklar, çev: Naim Erdoğan, Alem yay., İst., trsz., s.23.
22 Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.92; Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, 63
23 Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.92; Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, 63; et-Tadifî, Cevherden Gerdanlıklar, çev: Naim Erdoğan, Alem yay., İst., trsz., s.22Hüseyin Fevzi Paşa, Ukudi’l-Cevahir fi Selasi’l-Ekabir, s.102.
24 Nedvî, Ebü’l-Hasan, İslamda Fikir ve Davet Önderleri, s.261; Doğrul, Ömer Rıza, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, s.113; Eraydın Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, s.519.
25 Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, 63; et-Tadifî, Muhammed b. Yahya, Cevherden Gerdanlıklar, s.22.
26 İmam-ı Şa'rânî, Tabakatü’l-Kübrâ, c.II, s.576-577; Hocazade, Ahmed Hilmi, Hadîkatü'l-Evliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kâdiriyye, s.39; Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.92; et-Tadifî, Cevherden Gerdanlıklar, s.42.
27 Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.93; Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, 63
28 et-Tadifî, Cevherden Gerdanlıklar, s.51.
29 A.g.e, s.23-24.
30 Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.103; et-Tadifî, Cevherden Gerdanlıklar, 51
31 et-Tadifî, Cevherden Gerdanlıklar, 51.
32 Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, 72-73.
33 Nedvî, Ebü’l-Hasan, İslamda Fikir ve Davet Önderleri, s.265
34 A.g.e., s.264
35 İmam-ı Şa'rânî, Tabakatü’l-Kübrâ, c.II, s.573; Hocazade, Ahmed Hilmi, Hadîkatü'l-Evliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kâdiriyye, s.39; Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.103; Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, 72; et-Tadifî, Cevherden Gerdanlıklar, s.27.
36 Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.105
37 Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, 66
38 et-Tadifî, Muhammed b. Yahya, Cevherden Gerdanlıklar, s.28.
39 İmam-ı Şa'rânî, Tabakatü’l-Kübrâ, c.II, s.575; et-Tadifî, Cevherden Gerdanlıklar, s.267.
40 Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.115-116.
41 İmam-ı Şa'rânî, Tabakatü’l-Kübrâ, Çev: Abdulkadir Akçiçek, Toker yay., İst., 1969, c.II, s.575; Nedvî, Ebü’l-Hasan, İslamda Fikir ve Davet Önderleri, s.265; Uludağ Süleyman, “Abdulkadir Geylanî”, İslam Ansk., T.D.V. yay. İst., 1988, c.I, s.235.
42 İmam-ı Şa'rânî, Tabakatü’l-Kübrâ, c.II, s.587-588.
43 A.g.e, c.II, s.579.
44 Doğrul, Ömer Rıza, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, s.113.
45 Kara, Mustafa, Bursada tarikatler ve Tekkeler I , Uludağ yay., Bursa, 1990s.20
46 İslam Ansk., c.I, s.235.
47 Doğrul, Ömer Rıza, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, s.113-114; Yılmaz, H.Kamil, Ana HatlarıylaTasavvuf ve Tarikatler, s.136.
48 Doğrul, Ömer Rıza, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, s.114.
49 Öztürk Y. Nuri, Tasavvufun Ruhu ve tarikatler, Sidre yay., İst., 1988, s.112.
50 Kara, Mustafa, Bursada tarikatler ve Tekkeler I , s.19
51 Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s.108-109; Kara, Mustafa, Bursada Tarikatler ve Tekkeler,
52 Nedvî, Ebü’l-Hasan, İslamda Fikir ve Davet Önderleri, s.283-284.
53 A.g.e., s.285 (Kalaidü’l-Cevahir, s.8’den naklen)
54 A.g.e, s.286 (Fethü’r-Rabbanî; 71. Mektub’dan naklen)
55 A.g.e, s.290.
56 A.g.e., s.291.
57 Doğrul, Ömer Rıza, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, s.113.
58 Hocazade, Ahmed Hilmi, Hadîkatü'l-Evliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kâdiriyye, s.40; Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s. 115; et-Tadifî, Muhammed b. Yahya, Cevherden Gerdanlıklar, s.454.
59 Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, s.69
60 A.g.e, s.69
61 Hocazade, Ahmed Hilmi, Hadîkatü'l-Evliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kâdiriyye, s.40; Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s. 115.
62 Hocazade, Ahmed Hilmi, Hadîkatü'l-Evliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kâdiriyye, s.40; Vicdâni, Sâdık, Tomâr, s. 115; Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, s.70; et-Tadifî, Muhammed b. Yahya, Cevherden Gerdanlıklar, s.454.
63 Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, 70.
64 İslam Ans., c.I, s.236; Doğrul, Ömer Rıza, İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, s.113.

Utanmak

Utanmak, insanın kalitesini gösteren bir güzelliktir

Posted by gulayozturk Mayıs 16, 2008
Utanmak, insanın kalitesini gösteren bir güzelliktir. Utancından dolayı
yanakları kızaran bir insan, gerçekten ve hala insan olduğunu gösteriyor
demektir.
Bu güzellik bütün insanlara yakışır ama, asıl hanımların süsüdür.
Bu gerçeği, açıkça ve ilk ifade eden Güzeller Güzeli’dir.
Halkımız da, o nebevi ifadeden ilhamla, utangaç, iffetli, edepli ve hayâlı
delikanlıları tarif etmek için, “Kız gibi çocuk” der.
Ne yazık ki, şimdi utanmaktan utanan bir nesil yetişiyor.
Utanması gerekenden utanmayan, ama utanmaması gerekenden utanan bir nesil…
Utandırması gereken, ahlaksızlık, faziletsizlik, haksızlık, merhametsizlik
ve sevgisizlik değil midir?
Şimdi, bu insani güzelliklerden dolayı utananlar ayıplanıyorlar, eksik ve
noksan olarak görülüyorlar.
Rahmetli Necip Fazıl Bey, Kahraman Maraş’taki bir konferansında, “Pek
yakında utanmaktan utanan bir nesil gelecektir” dediği zaman, o zamanın
gençleri olan ben ve arkadaşlarım, bu cümleyi çok yadırgamış ve bir türlü
kabullenememiştik.
Ama Şairler Sultanı, bir şair hassasiyetiyle demek ki bugünleri görüp haber
vermiş… Şimdilerde, giderek utanmaya yabancılaşan ve hatta bazı kesimlerde,
maalesef, UTANMAKTAN UTANAN bir nesli hep birlikte ayan beyan görmekteyiz.
Güzeller Güzeli Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Haya imandandır”
buyurur… Ancak günümüzde, hayânın bir insani güzellik olarak yaşanılması bir
yana, artık kelimesi de dilimizden ve lügatimizden kalkmaktadır.
Sahi, dilimizde kaldı mı hayâ? Ya hayatımızda…
Dilimizde olmayan hayatımızda bulunur mu ki?.. Önce kavramlar kalkıyor
âlemimizden sonra da yaşanan manaları…
Her insani güzellik gibi, hayânın, utanmanın ve bu güzelliklerden dolayı
yüzlerin kızarmasının temelinde İMAN vardır. Görürcesine bir Allah ve ahiret
imanı yoksa, ne utanma kalıyor, ne de hayâ… Çünkü insanı sınırlayan ve
kurallara bağlayan imandır.
Eğer insana iman hâkim değilse, egemenlik nefsin ve işbirlikçisi olan
Şeytan’in eline geçiyor. Nefs ve Şeytan ortaklığının en önemli silahı ise,
utanmazlıktır.
Utanmazlığı ele alıp, insan gibi değil, çok ayaklılar gibi yaşayanlar için,
Akif’imiz şöyle der:
“–Bir utanmaz yüz, kızarmaz yüz bütün sermayesi”…
Niçin böyledir?
Bu sorunun en açık ve net cevabı şöyle olmalı diye düşünüyorum:
–Allah’tan utanmayanı, kimden ve neden utandırabiliriz ki?..
Ve bu hale gelmiş bir insanı, kötülükten, edepsizlikten, ahlaksızlıktan
nasıl vazgeçirebiliriz ki?

Batılı insan, Allah’tan uzaklaşıp da nefsinin kölesi olmaya yönelince,
birçok insani özelliklerini de birer birer terk etmeye başladı. Fakat en
önce ve hemen terk ettiği güzellik, hayâ duygusu oldu… Hayâ gidince ne ayıp
kaldı, ne de günah… Ne yapsan caiz, ne etsen uygun, nasıl yaşasan güzel…
Böylece hayat, kuralsız, sınırsız bir nefsaniyet yarışına dönüştürüldü.
İnsan, “Allah’ın kulu olmaktan kurtulup hürriyetimi kazanayım” derken,
nefsinin kölesi olup, bütün varlığın esiri durumuna düştü. Bir başka
deyişle, insan, Allah’tan uzaklaşınca, insanlıktan da uzaklaştı. Allah’tan
ve dolayısiyle de insanlıktan da uzaklaşan insan, nereye yaklaştı?
Allah’tan ve insanlıktan uzaklaşan insanın yaklaştığı yer, utanmanın bittiği
yerdir. Böyle bir insan, haksızlıktan utanmıyor. Kan dökmekten,
hırsızlıktan, kalp kırmaktan utanmıyor. Utanmıyor ve bu sebeple de her
hayâsızlığı yapmakta kendini serbest hissediyor.

Böylelerine, AR DAMARI ÇATLAMIŞ denirdi. Hala arsızlık diye bir şeyden
bahsediliyor mu, bilmiyorum ama benim anacığım derdi ki:
“–İnsanın manevi bir damarı vardır. Ar ve hayâ duygusu o damarı güçlü ve
sağlam kılar. İnsan utanmazlığa başlar ve devam ederse, nihayet bir gün o
damar çatlar… Ar damarının çatlaması, insanı insanlıktan çıkarır. Çünkü
utanmaktan uzaklaşır ve artık yüzü hiç kızarmaz olur.
Ar damarı, çaaat dile kırılınca, insanı kötülüğe götüren fren bozulmuş olur.
Artık böyle birinin yapamayacağı kötülük yoktur. Suçüstü yakalasanız bile,
yaptığından asla utanmaz, hatta edepsizliğinden dolayı yüzüne tükürseniz
bile, arsızca sırıtır da, suratına yağmur yağdığını sanır.”
Bu gerçek de gösteriyor ki, hayâ imanın eseridir… Kesin ve kesintisiz bir
Allah inancı olmadan, hayâlı olmak da mümkün değildir.
Bu sebeple de, imandaki zayıflık, ilk önce utanma azlığı sonucunu
doğurmaktadır.
Batılı insan, Allah’tan uzaklaşınca nefsinin kölesi oldu. Allah’ın emirleri
ve kuralları yerine nefsinin arzularını koyunca, ilk olarak utanma
duygusundan sıyrılmıştır. Zira nefsinin arzularını sınırsızca yaşayabilmek
için utanmaktan utanması gerekmektedir.
Hayvanları bile utandıracak bir utanmazlık içinde, sadece benini,
bencilliğini tatmin için yaşamaya başlamıştır.
Bugün ortaya çıkmış olan acı gerçeği, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem
asırlar önce haber vermişti:
“–UTANMIYORSAN, DİLEDİĞİNİ YAP!”

Bu hakikat, aslında bütün peygamberlerin ve Allah Dostlarının ortak
ifadesidir.
Bu gerçek iyi bilinirse, bu gün yeryüzünde yapılan zulüm ve bir damla petrol
için akıtılan bin damla kan kolay anlaşılabilir.
Giyinmeyi gereksiz gördüğünü gösteren kıyafetler içindeki kişiler de,
durumlarında utanacak bir şey görmüyorlar.
Yalancı yalanından utanmıyor.
Hırsız, da hırsızlığından…

Sonuç olarak da, utanma duygusu utanmazlığımızdan utanıp, bir bilinmez
diyara hicret ediyor. Bizi de, utanmazlığın normal kabul edildiği bir
yaşanılamaz, haksız, kaba ve katı bir hayat karşılıyor.
Böyle olmasın, “Her insan her dilediğini sınırsızca yaşamasın!” dediğiniz
zaman da, ünlü bir gazeteciniz çıkıp, “Biz hayvanlar kadar bile özgürce
yaşayamayacak mıyız?”diye yazıyor…

Oysaki hayvanlar kadar özgür olabilmek için gereken utanmazlık, sadece
Şeytan’ın işine yarar… Utanmayı öğretemediğimiz çocuklar, Şeytan’ın rahatça
yağmalamasına sunulmuş olur.

Eğitim seminerlerimizde, anne–babalardan bazen şöyle bir şikâyet duyarım:
“–Çocuğum çok utangaç,çok çekingen… Ne yapayım,onu nasıl açayım?..”
Ben de bu sorulara genellikle şu cevabı veririm:

“–Önce şunu iyi biliniz ki, utangaçlık kötü bir şey değildir. Böylesine
utanmazlaşmış bir dünyada, ne mutlu o evlada ki, hala utanabiliyormuş… Zaman
içinde, yaş baş geliştikçe, çocukluktaki utangaçlık zaten kendiliğinden
törpülenir, azalır ve dengelenir. Ama siz şimdi çocuğun başarısını ve hayata
uyumunu azaltan utangaçlığını abartır, tehlikeli bir hastalık gibi görür
üstüne yürürseniz, belki çocuğu utanma duygusundan kurtarırsınız ama utanmaz
yapma ihtimaliniz de ortaya çıkar. Asıl tehlikeli olan da budur. Çünkü her
utanma, her utanmazlıktan daha iyidir. Bu duyguyu iptal etmek çok kolaydır
ama tekrar diriltmek çok zordur.

Bu sebeple, utanma duygusuna bütünüyle cephe almak çok tehlikelidir. Ancak,
utangaçlık çok aşırı boyutlarda ise ve mesela okul başarısını engelleyecek
boyutlara varmışsa, ancak o zaman müdahale edilmelidir. O halde de çok
dikkatli olmalı, utanma duygusu rencide edilmemeli, büsbütün ortadan
kaldırılacak biçimde hırpalanmamalıdır.

İnsanlığın çektiği belaların temelinde, daima utanmazlık vardır. Mü’minin
mizacında hayâ vardır. Yüce Yaratıcı’nın huzurunda kurulacak olan o Büyük
Mahkeme’de utanmamak için, bu fani hayatta çok mahcup olur, fazla utanır ve
her halinden hayâ sezilir.

Utanmazlığın arttığı ve insanların adeta hayâsızlık yarışına çıktığı bir yaz
mevsiminde, hanımların çıplaklığından şikâyet edenlere bir Allah Dostu şu
ibretli tavsiyede bulunmuş:

“–Evladım, madem onlar hadlerini bilememiş ve kendilerini sergilemişler…
Peki siz, niçin bakışlarınızla onları örtmediniz…”
Her ortamda ve her zaman, hayâda hayır vardır…
Esselam Aleykum..

ORUÇ TUTUNUZ, SIHHAT BULUNUZ





Bir Batılı şöyle diyor:

İnsan, Allah için yaptığı fedakârlık nisbetinde kulluk zevkini tadıyor. İnsana, Allah için kayda değer bir fedakârlık yapma hissini oruç kadar veren bir başka ibâdet düşünemiyorum. Rabbinize olan müthiş sadâkatle, ye!”deyince yiyor, yeme! deyince çekiliyorsunuz. Bilhassa iftar sofrasında, her şey hazırlanırken, onun ye!emrini beklemenin heyecanlı zevkini tadıyorsunuz. Bu, bizim çok yabancı olduğumuz bir ulvî histir. Ancak bu güzel kulluk heyecanıyla yürekler, hakiki Allah inancını bütün haşmetiyle hissedebilir. Bizim ibâdetlerimizde hâkim olan; sathîlik, katılık, heyecansızlık ve kuruluktur. Oruçla gelen kulluk zevkini ben de yaşamak istiyorum.”(İlâhiyatçı Maienne Meier)

Dr. Helga Bühler de şunları söylüyor:

Açlık grevi ile oruç arasındaki fark, insanın niyetidir. Oruç, pozitif ve istekli bir harekettir. Açlık grevi ise, gadaptan/öfkeden kaynaklanır. Bilindiği gibi öfke ve sinirlilik halleri mide asidi üretmekte, mide asidi ise acıkmaya sebep olmaktadır. Dolayısiyle oruçlu kişi açlık hissetmezken, diğeri büyük bir açlıkla karşı karşıyadır.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, asırlar öncesinden bu hakikati şu mübârek sözleriyle öz olarak ifâde buyurmuşlardır:Oruç tutunuz ki, sıhhat bulasınız.[24]

***

BU AYLA ALAKALI İBADETLER

Ramazan ayı, 11 ayın sultanıdır. Ümmet-i Muhammed’in ayıdır. Gündüzleri oruçlu, geceleri terâvih namazlarıyla ihyâ edilir.

Ramazân-ı şerif Kur’ân ayıdır. Bu itibarla, Kur’ân okumasını bilen herkes, bu ayda bir hatim yapmalıdır. Ramazan ayının evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden âzâddır/kurtuluştur.

Ramazân-ı şerifte yapılması tavsiye edilen ibâdetler:

- Birinci on gün içinde, mümkünse, Tesbih Namazı kılınır ve Hatm-i Enbiyâ yapılır.

- İkinci on gün içinde, mümkünse, yine Tesbih Namazı kılınır ve Hatm-i Enbiyâ yapılır.

- Üçüncü on gün içinde ise tevbe-istiğfar, Hatm-i Enbiyâ ve 7 salât ü selâmdan sonra mümkünse Hatm-i İstiğfar yapılıp, yani 1001 defa,Estağfirullâhe’l-azıym ve etûbü ileykdenilip, bittikten sonra da 7 ilâ 70 salât-ü selâm okunur ve duâ edilir.

İftara yakın okunacak dua:

Allâhümme yâ vâsia’l-mağfiratiğfirlî. Manası: “Ey mağfireti/bağışlaması bol olan Allâh’ım. Beni mağfiret buyur (günahlarımı bağışla).”

İftardan sonra da, Allâhümme leke sumtü ve bike âmentü ve aleyke tevekkeltü ve alâ rızkıke eftartü ve savme gadin neveytü duâsı okunur. Manası: “Allah’ım! Senin için oruç tuttum, sana inandım, sana tevekkül ettim/güvendim-dayandım, senin verdiğin rızıkla orucumu açtım. Yarının orucuna da niyet ettim.

22 Mayıs 2011 Pazar

abdulkadir geylani öğütler

 

Derdi sabırla karşıla

Ey oğul!

Sana herhangi bir dert geldiği zaman onu sabır eliyle karşıla ve devası gelinceye kadar sakin ol. Deva gelince de onu şükürle karşıla. Bu hale geldiğin zaman peşinen ebedi zevkli safalı bir hayatta olursun.

Tevbe ile günah elbiseni çıkar

Ey oğul!

Nefis ile birlikte olma. Hevesinle birlikte olma. Dünya ile de birlikte olma. Öyle ise hemen günahlarına tevbe et, bir daha işlememeye azmeyle. Onlardan sıyrıl. Seri adımlarla Mevlana koş. Tevbe ettiğin zaman hem dışın, hem de için tevbe etmiş olsun. Tevbe, Allah'ın katında makbul kul olmanın temelidir. Halis bir tevbe ile ve Allah'tan hakikaten haya etmek suretiyle üzerindeki günah elbisesini çıkar, at.

Dünya ile âhireti biraraya getir

Ey oğûl!

Dünya ile âhireti biraraya getir. Her ikisini de aynı yere koy. Kalbin dünya ve ahiret düşüncesinden arınmış olarak ve çırıl çıplak bir şekilde Mevlan ile tek başına ol. Allah'tan başka herşeyden arınmadıkça Ona yönelme. Halka bağlanıp kalarak Haktan ayrı kalma. Bütün bu sebepleri kopar, at. Allah'a giden yoldaki engelleri birer birer bertaraf et. Bütün bunları yaptıktan sonra dünya ve âhireti bıraktığın yere var. Dünyayı nefsine ver, âhireti kalbine koy, Mevlâyı da özünde tut.

Nefsini itaat altına al

Ey oğul!

Bu zaman âhirzamandır. Nifak çarşısı açılmıştır. Yalan çarşısı açılmıştır. Münafık, yalancı, deccal kişilerle oturmayınız. Yazık sana ki, nefsin münafıktır, yalancıdır, kâfirdir, fâcirdir, müşriktir. Böyle olduğu halde sen onunla nasıl oturuyorsun? Ona muhalefet et, asla muvafakat etme. Onu bağla, asla salıverme. Onu hapset, zindana at. Kendisine ancak zaruri olan haklarını ver. Fazla verme. Onu mücahedelerle kahret, itaat altına al!

Gönülleri hakka davet et

Ey oğul!

Büyük insanları yıkıp mahveden küçük hatalar, sürçmeler ve kaymalardır. Zahitleri mahveden nefsanî ihtiraslardır. Hak erenlerini mahveden yalnızlık anlarındaki kötü düşünceler, hatıra gelen kötü fikirlerdir. Sıddıkları mahveden bir anlık kötülüktür. Onların bütün meşguliyetleri, kalblerini uygunsuz düşüncelerden korumak ve muhafaza etmektir. Onlar Hakka davet mevkiinde bulunan kişilerdir. İnsanları Allah'ı tanımaya davet, ederler. Gönülleri Hakka davet etmekten bir an bile geri durmazlar.

Allah'ı daima görür gibi ol

Ey oğul!

Yalnızlık anlarında öyle bir takvaya ihtiyacın var ve öyle bir takvaya sahip olmalısın ki, seni günahlardan ve günaha sürükleyecek kaymalardan alıkoysun. Öyle bir murakabeye ihtiyacın var, öyle bir murakebeye sahip olmalısın ki, Allah'ın daima seni görmekte olduğunu sana hatırlatsın. İşte sen yalnızlık anlarında böyle olmaya muhtaçsın, mecbursun. Bundan başka, nefis, heva ve şeytanla savaşmaya muhtaçsın.

Takvaya sarıl

Ey oğul!

Sana takva gerek. Takvaya sarıl, muttaki ol. Sana şeriat gerek, şeriatın esaslarına sarıl. Nefse, şehevî arzulara, şeytana ve kötü kişilere muhalefet etmeli ve onlara uymamalısın. Mü'min kişi bu hususlarda devamlı cihat halindedir. Öyle ki, başından miğferi hiç eksik olmaz, kılıcı asla kınına girmez, atının sırtı hiç eğersiz kalmaz. Uykuyu bile hak erenlerinin uyuduğu niyetle uyur. Hak erenleri düşmana galip gelebilmek için zindelik kazanmak maksadıyla uyurlar. İhtiyaç dolayısıyla yemek yerler. Ancak zaruret halinde konuşurlar. Mecbur kalmadıkça âdetleri dilsizlik ve sükûttur. Onları ancak Allah'ın takdiri konuşturur. Bu dünyada onların dilini Allah hareket ettirir, konuşturur. Tıpkı yarın Kıyamet gününde organlarını konuşturacağı gibi...

Önce kendini düzelt

Evliyalar Sultanı, Gavs-ı Âzam olarak meşhur olan ilim ve hikmet kutbu Abdülkadir Geylânî Hazretleri 1077'de Hazar Denizinin güneyinde bulunan Geylan'da dünyaya geldi ve 1166 tarihinde Bağdat'ta hayata gözlerini yumdu. Hem anne, hem de baba tarafından Peygamberimizin neslinden gelen Abdülkadir Geylânî Hazretleri hem ilmi, hem de manevî hali ile yüzyıllar boyu muhtaç gönüllere İlâhi aşkı yansıtmıştır. Öyle ki, Müslüman olmayanlar bile onun büyüklüğü karşısında eğilmişlerdir.

Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin gerek dergâh ve medresesinde yaptığı sohbetler, gerekse camideki vaaz ve nasihatleri talebeleri tarafından yazılıyor ve muhafaza ediliyordu. Bizim istifade ettiğimiz Fütûhü'l-Gayb ve Fethu'r-Rabbânî isimli eserleri 1150-1152 yılları arasında yaptığı sohbetlerden oluşmuş ve yakın talebesi Afif tarafından kaleme alınmıştır.

Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin sohbetleri ve hitabelerinin muhatapları her kesimden insanlardır. Fakat özellikle Fethü'r-Rabbâni deki hitabeleri daha çok "Ey oğul!" şeklindedir ve çoğunlukla nefse hitap eder, nefse ağır darbeler indirir, nefsin yapısında bulunan şirk, nifak, yalan, riya ve isyan gibi kötülükleri temizlemeye çalışır.

Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin en önemli eserlerinden olan 620 sayfalık Fethü'r-Rabbâni´den derlemeye çalıştığımız bu öğütler, hemen herkesin ortak derdini dile getirmekte ve çareler göstermektedir. Bu vesile ile bir aczimi itiraf edeyim: Bir an için kendimi Abdülkadir Geylânî Hazretlerine muhatap olarak kabul ettim, ancak dayanamadım. Çünkü insanda öyle ağır bir nefis ameliyatı yapıyor ki, uzun süre tahammül etmek mümkün olmuyor. Bunun için ağır dersleri değil de, umumi öğütleri derlemeye çalıştık.



Önce kendini düzelt

Ey oğul!

Önce kendi nefsine öğüt ver, kendi nefsim düzelt. Sonra da başkalarına öğüt ver, başkalarını düzeltmeye çalış. Sana önce kendi nefsinin özelliklerini, kendi nefsinin ne durumda olduğunu bilmen lazım. Kendinde ıslaha muhtaç bir hal var oldukça başkalarını düzeltmeye, başkalarına öğüt vermeye kalkışma. Eğer kendinde ıslaha muhtaç bir hal bulunduğu halde bunu bırakır da başkasının ıslahına kalkışırsan yazık sana!

Başkalarını nasıl ve hangi hallerde kurtarabileceğini bilirsin. Sen kendin kör isen, bir başkasının elinden tutup nasıl bir yere götürebilirsin? Gözleri görmeyen birisinin bir başkasının elinden tutup bir yere götürmesi mümkün olmadığı gibi, kendi nefsini ıslah etmemiş birisinin de başkalarını irşat edip Allah'a götürmesi mümkün değildir. Ancak kendi gözleri gören kişi başkalarını bir yerden bir yere götürebilir.

Denize düşen ve yüzme bilmeyen birisini ancak mahir yüzücü olan birisi kurtarabilir. Aynen bunun gibi, Allah'a insanları ancak Onu tanıyan birisi götürebilir. Allah'ı tanımayan kişiye gelince, Ona giden yolda bu kişi insanlara nasıl rehberlik edebilir ki?

Sana Allah'ın tasarrufundan bahsetme ihtiyacını duymuyorum. Sen Onu seversin, amellerini sırf Onun rızası için yaparsın. Asla Ondan başkası için yapmazsın. Ondan korkarsın, Ondan başkasından asla korkmazsın.

Ahlakı düşüklerden uzak dur

Ahlakı düşüklerden uzak dur

Ey oğul!

Ahlakı düşüklerden uzak dur. O zaman halis mü'min olursun. Hükümde hakkaniyet üzere ol. O zaman ilimde halis olursun.

Kalbini helâl yemekle temizle

Kalbini helâl yemekle temizle

Ey oğul!

Helâl yemek suretiyle kalbini temizle. İşte o zaman Rabbini tanırsın. Lokmanı, elbiseni ve kalbini temizle. İşte o zaman safi, temiz olursun. Henüz vakit geçmeden kalbinle Rabbine dön. Sen iyi kimselerin hallerini dilinle anlatmak ve o halleri de kendin için temenni etmekle yetindin. Tıpkı avucuna suyu alıp yumruk yaparak sıkan kişi gibi ki, elini açtığı zaman orada bir şey bulamaz

İhlâs sahibi ol

İhlâs sahibi ol

Ey oğul!

İlim ve irfan öğren ve ihlâs sahibi ol. Ta ki, nifak, ikiyüzlülük ve samimiyetsizlik tuzağından kurullasın, ilim ve irfanı halkın teveccühünü kazanmak ve dünyalık top lamak için değil, Allah'ın rızası için öğren. İlim irfanı gerçekten Allah rızası için öğrendiysen Onun emirlerini sevgiyle yerine getirir ve Ona karşı huşu içinde bulunursun. Diğer insanlara karşı mütevazi olursun.

Allah'ı kalbin ve kalıbınla an

Allah'ı kalbin ve kalıbınla an

Ey oğul!

Allah'ı önce kalbinle zikret, sonra da kalıbınla, dilinle. Onu kalbinle bin defa, dilinle de bir defa zikret.

Dünyalık için kimseyle çekişme

Dünyalık için kimseyle çekişme

Ey oğul!

Sakın sakın! Sen sen ol, dünyalık hususunda kimseyle çekişme, didişme. Kimsenin elindeki kısmete mani olmaya kalkışma. Zira herkesin nasibi mutlaka kendisini bulur. Eğer kaderde elinden alınması varsa, o da olur. Bu senin isteğinle olmaz.

Kadere razı olmak; kavga, çekişme ve didişme sonunda dünyalık elde etmekten daha güzeldir. Zira Allah'ın takdirine razı olmak her hal ü kârda hayatı güzelleştirir, tatlılaştırır, huzurlu kılar.

Abdulkadir-i Geylani (KSA)

Abdulkadir-i Geylani (KSA)

Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.leri'nin oğlu Şeyh Musa (RA) Hz.leri babasından naklen anlatıyor:

"Karada bazı seyahatlarımı yapmaya çıkmıştım, fena halde susamıştım. Fakat etrafta su denilen bir şey yoktu. Biraz sonra, semada bir bulut belirdi. Beni güneşten korumaya başladığı gibi, üzerime çığa benzeyen bir şey yağdırdı. Ondan kana kana içtim, derken bir nur belirdi. O nurun canibinden çağırıldım.

"Ey Abdulkadir! Sen senin Rabbinim. Sana haram olan şeyleri mubah kıldım, senden başkasına yasak ettiğim şeyleri sana helal kıldım." dedi.

Gavsul Azam (KSA) Hz.leri: "Ben Allah (CC) Hz.leri'nin huzurundan kovulmuş olan şeytandan Allah'a (CC) sığınırım. Sus ey lain.'"diye bağırınca baktım ki, o nur karanlık, o surat da duman oluverdi.

Aynı ses bana hitab etti: "Ey Abdulkadir! Sen, ilminin sayesinde Rabbinin hükmü ile, çeşitli oyunuma gelmeyerek kurtuldun. Halbuki ben bu gibi ahvalde ehli tarikten yetmiş kişiyi yoldan çıkarmışımdır." dedi.

Hz. Pir'e (KSA) sordular: "Onun şeytan olduğunu nasıl anladın?"

O da (KSA) cevaben buyurdu: "Sana haram olan şeyleri helal ettim sözünden... Çünkü Allah (CC) Hz.Ieri hiçbir zaman böyle çirkin tekliflerde bulunmaz ve benim Rabbim (CC) tek cihetten değil, bütün cihetlerden hitab eder."