18 Mayıs 2011 Çarşamba

ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî)

ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî)

On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden. İsmi Abdurrahmân olup Tâgî, Tâhî ve Nurşînî nisbeleriyle bilinir. Üstâd-ı A'zam ve Seydâ lakaplarıyla meşhûr olmuştur. Babası, Molla Mahmûd Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyâsin Hanımdır. 1831 (H.1247) senesinde Şirvân'da doğdu. 1886 (H.1304) senesinde Bitlis vilâyetine bağlı Güroymak (Nurşîn) ilçesinde vefât etti. Kabri Nurşîn'dedir.

Asîl ve temiz bir âileden gelen Abdurrahmân Tâgî'nin bulunduğu ev, halk arasında Sûfî evi olarak şöhret buldu. Çünkü, babası Molla Mahmûd Efendi kemâlât, olgunluklar sâhibi, ilmiyle amel eden, Peygamber efendimizin yüce sünnetine uymakta titizlik gösteren sâlih biri idi. Önceleri Kâdiriyye yoluna girmişti. Sonra Nakşibendiyye yoluna da bağlandı. Aslen hazret-i Hüseyin efendimizin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyâsin Hanım da sâliha bir kadındı. Babası Molla Mahmûd Efendinin erkek kardeşleri yoktu. Kâdiriyye yoluna mensûb kerâmeti ile meşhûr bir kız kardeşi vardı.

Küçük yaşta tavrı ve hareketleri ile dikkat çeken Abdurrahmân Tâgî hakkında anne ve babası; "Cenâb-ı Allah'ın bize lutfettiği bu çocuk başka çocuklara benzemez. Bunun maddî bakımdan ziyâde mânevî yönden yetişmesine ihtimâm göstermeliyiz!" diyerek îtinâ gösterdiler. Dedesi Molla Muhammed'in de en büyük arzûsu onun ilimde ve mâneviyatta yetişmesiydi. Hattâ dedesi çocuğun omuzuna elini koyarak; "Bizim âilemizin ilmi, irsî olarak dededen oğula devâm eder. Halbuki benim oğullarımdan hiçbirisi bendeki ilmi taleb etmedi. İlmime vâris, mirasçı olacak sen varsın." derdi.

Âilesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdurrahmân Tâgî, Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Anne terbiyesi ve yaratılışındaki temizlik sebebiyle akranları arasında farkedilir oldu. Oyunla ve boş işlerle meşgûl olmuyor, hep faydalı işlerle ve ilim öğrenmekle vakit geçiriyordu. Abdurrahmân Tâgî, çocukluğuyla ilgili olarak şöyle derdi:

"Annemin güzel terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle ilişkim kesilmezdi. Allah'tan gâfil olmazdım. Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm."

Abdurrahmân Tâgî on yaşına basınca, annesi vefât etti. Annesinin vefâtından sonra babası onun terbiyesine ve okutulmasına önem verdi. Şâfiî fıkıh kitaplarından İmâm-ı Râfiî'nin Muharrer adlı eserini okudu. Arapça gramer ilmini öğrenip Hadâik-ud-Dekâik kitâbına kadar babasının yanında okudu. Daha sonra memleketinin meşhûr âlimlerinden Molla Abdüssamed'in yanına gitti. O vefât edince büyük âlim Molla Ziyâüddîn Arvâsî'nin yanına giderek ilim öğrendi. Ondan, Molla Câmî'ye kadar okudu. MollaZiyâüddîn'in sevgisine kavuşup ondan hiç ayrılmadı. Molla Ziyâüddîn Arvâsî muhabbet ve yakınlıkla ona yöneldi. Bir defâsında; "Muhabbete denk olacak hiçbir şey yoktur." buyurdu ve muhabbetin özelliklerini açıkladı, muhabbetin üstün olduğunu anlattı. Bu arada çevredeki diğer âlimlerden fıkıh, tefsîr, hadîs gibi dînî ilimleri tahsil etti. Bu ilimlerde yüksek ilim ve derece sâhibi oldu. Okuduğu hocalardan icâzet, diploma aldı. Sonra babasına vakfedilen Ispahart'taki medresede ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. Gerek ilim öğrendiği, gerekse ilim öğrettiği medreselerde en fazla yakınlık duyduğu kimseler, dünyâya gönül vermeyenlerdi. Bu sebeple kendisi, dünyâya meyl etmeyen, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı asıl maksad kabûl eden bir zât idi. Medresede ders verdiği sırada, bâzan talebelerini akan suların kıyılarına, çiçekli bahçelere ve güzel manzaralı tepelere götürerek orada ders verirdi. Dersleri esnasında Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren tabîat hâdiselerini anlatırdı. Bâzan ders verdiği kitapta çözümü zor meselelerle karşılaşınca kitabı kapatır, talebelerinden ilâhî aşka dâir bir kasîde söylemelerini ister, sonra bu müşkillerin cevâbını Allahü teâlâdan kendisine bildirmesini dilerdi.

Asıl gâyesi, cenâb-ı Hakk'ın rızâsını kazanmaktı. Sevenlerinden birisine bu hususu şöyle anlattı:

"Bana yol gösteren bir mürşid-i kâmil, yol gösterici rehbere bağlı olduğum bir tarîkat, yol olmadığı hâlde cenâb-ı Allah beni günahlardan koruyordu. Bir gece kötü bir yere gitmeye niyet ettim. Giderken çamurlu bir yerde ayağım kaydı ve yere düştüm. Eve dönüp elbisemi yıkamaya başladım. Temizliğimi sabah olduğunda bitirebildim.

Kanâat sâhibi, gönlü tok bir kimse olan Abdurrahmân Tâgî dünyâ mal ve rütbelerine gönül vermezdi. Bu yüzden kendisine bulunduğu nâhiyenin müdürlüğü, kâdılığı ve müderrisliği verildiği hâlde bunlara iltifât etmedi. Çünkü o kendisini tasavvufta yükseltecek bir mânevî rehber arıyordu. Hacı Emin Şirvânî'ye başvurarak Rufâîlik tarîkatına girdi ve ona talebe oldu. Arkasından günlük zikir ve nâfile ibâdetlere yöneldi. Fakat bir müddet sonra Hacı Emin Şirvânî, Şeyh Abdurrahmân Talebânî tarafından reddedilince gidip Şeyh HamzaTelvî'ye talebe oldu. Bir müddet sonra Kâdiriyye tarîkatı mensûblarından Şeyh Abdülbârî Çarçâhî'ye talebe oldu. Şeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve sık sık mezarlıkları ziyâret etmek gibi vazîfeler verdi. Bâzı geceler bir iki saat kabristânda kaldığı zamanlar oldu. Hattâ Tâhî köyünün mezarlığında açık bir mezâr vardı. Bâzı geceler bu mezara girerek orada sabahlardı. Bu arada insanlardan, dünyâ zevklerinden uzaklaşıp soğudu. Hocası ona bir gün ve bir gece boyunca yüz yetmiş bin kere "Lâ ilâhe illallah" demesini emretti ve; "Kalbini ateşten bir taş ve Lâ ilâhe illallah kelimesini de ateşli bir demir parçası say. Kalbini bu yüce cümle ile muhabbet ve cezbe (Hakka tutulmaklık) içinde döv. Böylece demir darbeleri altında kalan taşlarda görüldüğü gibi kalbinden kıvılcımlar çıksın." dedi. Bu tavsiyelere uyan Abdurrahmân Tâgî mânevî hallere kavuştu.

Bu sırada büyük evliyâ Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri Külat'da oturuyor, insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çalışıyordu. Onun talebelerinden Süleymân Erbûsî arasıra Külat köyüne gidip geliyordu. Bir defâsında Külat köyünden döndüğü bir zamanda Abdurrahmân Tâgî, alaylı bir şekilde; "Külat'taki sûfîler nasıldırlar? Ne yapıyorlar?" diye sordu. Süleymân Erbûsî Abdurrahmân Tâgî'ye; "Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin." diye cevap verdi. Süleymân Erbûsî'nin bu sözü Abdurrahmân Tâgî'ye çok tesir etti. O sırada şeyhi tarafından halîfe olarak vazîfelendirilen ve birkaç talebesi de olan Abdurrahmân Tâgî talebelerinden birine; "Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkiledi.Külat'a gidiyorum." dedi. Mürîdlerinin bütün ısrarları onu kararından döndürmedi. O gece boyunca içindeki arzu ve iştiyâkla uyuyamadı. Seher vakti gelir gelmez Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin talebesi Süleymân Erbûsî'nin evine gitti. Onu uyandırarak; "Benimle birlikte Külat'a gelir misin?" dedi. Süleymân Erbûsî; "Gelirim." deyince ikisi birlikte seher vakti yola koyuldular. Süleymân Erbûsî'nin; "Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin." diye bahs ettiği yere geldiler. Fakat Abdurrahmân Tâgî o dereyi geçerken kalbinde acâib bir hâl hissetti. Nihâyet Külat'a ulaştılar. Kendisini Cennet bahçelerinden bir bahçede hissediyordu. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri onu talebeliğe kabûl ederek himâye ve tasarrufu altına alıp kısa bir müddet içinde yetiştirdi. Tasavvuf yolunda yükselen Abdurrahmân Tâgî, dillerin ifâde edemeyeceği, ancak ehlinin anlayacağı hâllere kavuştu. O zaman, önceden elde ettiği ve kavuştuğu hâllerin gafletten ve boşu boşuna ömür harcamaktan başka bir şey olmadığını anladı.

Kısa bir müddet içinde yüksek evliyâlık derecesine ulaşan Abdurrahmân Tâgî bir gün sabah vakti hocasının huzûruna giderek; "Efendim! Ben her şeyde Lafza-i Celâl'in (Allahü teâlânın isminin) zikrini duyuyorum. Hattâ önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum." diyerek hâlini anlattı. Talebesinin, olgunluğa erdiğini gören Seyyid Sıbgatullah Arvâsî ona Ispahart nâhiyesinde kâdılık yapmasını emretti.

Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle Ispahart kâdılığı vazifesini yürüttü. Bu vazîfesi esnasında insanlara güzel ahlâkı ve hoş görüsüyle hizmet etti. Zaman zaman hocasının yanına gidip gelerek sohbetiyle şereflendi ve hasretini gidermeye çalıştı.

İki sene sonra kâdılık vazîfesinden ayrılarak dünyâdan tamamıyla uzaklaşıp, Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerine döndü. Çoğu geceler uyumaz, hocasının odasının penceresine bakan bir taşın üzerinde oturur, yaz-kış, kar-yağmur demez sabaha kadar o taşın üzerinde beklerdi. Dokuz sene müddetle şeyhinin sohbetinde ve hizmetinde bulunduktan sonra evliyâlıktaki en olgun ve en yüksek dereceye ulaştı. Sıbgatullah Arvâsî hazretleri ona icâzet vererek irşâdla, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.

Tasavvufta insanları yetiştirmeye başlamadan önce bütün arâzisini satarak Allahü teâlânın rızâsı için harcadı. Bu hususta; "İnsanlardan dünyâyı terk etmelerini isterken nefsimin dünyâ malı karşısındaki durumunu öğrenmek istedim. Gasv'ın yâni Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin himmetiyle Allah'a tevekkülümün tamam olduğunu gördüm." dedi.

İrşâd için vazîfelendirildikten sonra talebesi Şeyh Fethullah-ı Verkânîsî'nin dedesi Şeyh Muhammed'in Verkânîs köyündeki türbesini ziyâret etti. Bu ziyâret esnâsında kendine; "Seydâ" adıyla anılması işâret edildi. Bundan sonra Seydâ ismiyle meşhûr oldu. Gittiği yerlerde insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çalıştı.

Bir ara hac ibâdetini îfâ etmek için Mekke-i mükerremeye gittti. Bu vazîfesini yaptıktan sonra sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmekle şereflendi. Medîne-i münevverede İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar Efendiyle buluşup sohbette bulundu. Hacdan dönünce, hocasının emriyle, Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn nâhiyesinde yerleşerek irşâd vazîfesine devâm etti.

Hocasının vefâtından sonra insanlara Allahü teâlânın dîninin emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti. Gönül alıcı sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çırpındı.

Zikirle ilgili olarak talebelerinin sorduğu bir suâl üzerine şöyle buyurdu:

"Bu Hâlidiye büyükleri sesli zikir yapmazlar, talebe kıbleye karşı edeple oturmalıdır. Hâzır bir kalb ile zikirde bulunmalıdır. Çünkü zikir esnâsında kalbin hâzır olması muhakkak lâzımdır. Zikirden maksad tevhid olup, Allahü teâlânın birliğini hatırlamak, dile getirmektir. Hattâ tesbih tanelerini bir eksik mi, fazla mı çektim diye takılmamak gerekir. Çünkü tesbihleri söylemekten maksad hâldir. Bir eksik veya fazla olmuş ne çıkar."

Abdurrahmân Tâgî hazretleri halka açık olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:

"Bir defâ keşif yoluyla elimde bir böcek gördüm. Baktım ki akreptir. Hemen yere attım. Yere düştükten sonra baktığımda ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyordu. Tekrar dikkatli baktım o hayvan domuz idi."

Talebelerinden biri ona;

"Efendim bu hayvan neye işârettir?" diye sorunca;

"O domuz kılığına sokulmuş bir insandır. Önceleri hocasına ihlâsla bağlı iken, sonraları onun büyüklüğünü inkâr eden kişidir. Böyle kişilerin âhirete îmânsız gideceğinde bütün evliyâ ittifak etmişlerdir. Sıbgatullah-i Arvâsî'nin zamânında zannederim ki münkirlerden yâni onu inkâr edenlerden îmânsız gidenler oldu. İnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayı inkâr ederler. Câhillikten olan inkâr; zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır. İnkârın en zararlısı velî bir zâtı hased etmekten dolayı olanıdır."

Talebelerinden biri o akrebin ne olduğunu sordu.

"Aynı domuz olan kimsedir. Düşmanlığını açıktan yaptığı için o şekilde göründü." buyurdu.

Olgun bir mürşidin, yol gösterici rehberin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle cevap verdi:

"Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet eksikliği ile bid'atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç. Çünkü bu hastalıklar talebenin istikâmetini yolunu değiştirir. Talebe Sırat-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır. Fakat bunların tedâvîsi mümkündür. Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra pişmanlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid'at işleme durumu olursa günah işlediğini bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve hocasına yalvarıp sığınmaya bağlıdır. İnsan sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin alâmeti, vâz ve nasîhatlerden istifâde etmeyip, işlediği günahlara devâm etmesidir. Bu fakir (yâni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmânı tehlikeye soktuğunu bildiğim için, velî olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim. Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım. Münkirlik yapmadım fakat karşı çıkarım.

Kendisine dînini öğreten hocasına "neden" ve "niçin" diyen talebe iflâh olmaz. Hocasına îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapıları kapanır. Talebe hocasını kontrol edip ona îtirâz edemez.

Sâdık bir talebe hocasının bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar. Bâzı kitaplarda şöyle nakledildi: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında yağmur yüklü bulutlara hükmeden bir ebdâl, büyük velî vardı. Bu zât Allahü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan beldelere yağmur yağdırmasını diledi. Lâkin yağmur yağmadı. Bulutlar yağmuru sarp bir beldeye sürükledi ve oraya çok yağmur yağdı. Bu hâdise üzerine Ebdâl olan zât; "Yâ Rabbî! Neden ihtiyaç duyulan yere yağmur vermedin de, başka yere yağdırdın?" gibi îtiraz yollu söylendi. Bunun üzerine cenâb-ı Hak tarafından ebdâlliği alındı. Köpek kılığında ve baygın hâlde yere düştü. Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine gelip duâ istedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri duâ etti. Duâsı kabûl oldu. Sonra bu zâta eski makâm ve mevkii Allahü teâlâ tarafından, yeniden verildi."

Abdurrahmân Tâgî hazretleri güzel amelleri teşvik etmek için bir sohbetinde şöyle buyurdu:

"Farz namazlarınızı vaktinde ve cemâatle kılınız. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akşam namazından sonra kalbinizi hocanıza bağlayınız. Bu esnâda gaflette olursanız, bağı kuramazsınız. Bilhassa sabah namazlarından sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin.

Bu Sıddîkiyye yâni Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur. Halvette şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Bu yolun gâye ve maksadı tâlebeye nefsi terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde, kişide benlik duygusu galebe çalabilir. Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve konuşmayın veya amellerinizle meşgul olun. Sıddîkiye yolundaki kişiler dünyâ zengini olanlara karşı muhtâc olmadıklarını göstermek için, vakarlı davranarak, muhtâc olmadıklarını göstermelidirler. Buna karşılık, kendilerine muhtâc olan ihtiyaç sâhiplerine karşı mütevâzî davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir."

Abdurrahmân Tâgî, birçok talebe yetiştirdi. Halîfelerinin en meşhûrları şunlardır: Fethullah Verkânîsî, Abdurrahmân Nurşînî, Molla Reşid Nurşînî, Allâme Molla Halil Siirdî'nin torunu Abdülkahhâr, Abdülkâdir Hizânî, Seyyid İbrâhim Es'irdî, Abdülhakîm Fersâfî, İbrâhim Ninkî, Tâhir Âbirî, Abdülhâdî, Abdullah Hurûsî, İbrâhim Çuhrûşî (Çukrûşî), Halil Çuhrûşî, Ahmed Taşkesânî, Muhammed Sâmî Erzincânî, Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bitlisî, Hacı Süleymân Bitlisî, Hacı Yûsuf Bitlisî, Hacı Yûsuf Köşkî'dir.

Bunlardan Fethullah Verkânîsî'nin halîfesi Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Abdurrahmân Tâgî'nin oğludur. Abdurrahmân Tâgî'nin sözlerini halîfelerinden İbrâhim Çukrûşî toplayarak İşârât ismini vermiştir. Bu kitap çok kıymetlidir. Abdurrahmân Tâgî'nin oğlu Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî Adıyamanlı Abdülhakîm Hüseynî Efendinin hocasıdır.

Yüksek hâl ve kerâmetler sâhibi olan Abdurrahmân Tâgî vefâtına yakın buyurdu ki:

"Bana Hac mevsiminde Mina'da olduğum gösterildi. Hacca gelenler bütün velîlerin rûhlarıymış. Bu rûhlar benim için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilediler. Allahü teâlânın beni affettiğini ümid ediyorum.

Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir gün talebelerinden birine bir hizmeti yapmasını emretti. Fakat talebesinde bu işe karşı bir isteksizlik meydana geldi. "Bu hizmeti başka bir sûfî yapsa onun için daha iyi olur. Bu iş bana ağır geliyor." diye kendi kendine söylendi. Bu durumun farkına varan Abdurrahmân Tâgî talebesine şöyle buyurdu:

"İnsanoğlu daraldığı zaman bir işi yapması, yapmamasından daha zor olur. Ama kendisine zor gelen bir işi başkasına teklif etmesi kolay gelir. Halbuki insan, o işten gelen hayrın başkası için değil kendisi için olduğunu bilmez. Buna karşılık zevkli bir iş olunca insan o işi yapmayı, yapmamaya göre daha kolay bulur. Fakat bu defâ kendine değil de arkadaşına o işi yapmamayı tavsiye etmek kolayına gelir. Oysa o işi yapmamanın zararı arkadaşının değil kendisinindir, bunu bilmez."

İnsanlara Allah rızâsı için iyiliği emr ederek ve kötülüklerden sakındırarak tasavvuf yolunda ilerlemelerine çalışan Abdurrahmân Tâgî, on sekiz yıl kaldığı ve irşâd vazîfesinde bulunduğu Nurşîn beldesinin insanlarını dâvet etmekten bir an geri kalmadı. Vefât etmeden önce ağır bir hastalığa yakalandı. Buna rağmen hiç bir sünnet namazını dahi ihmâl etmeyip, hepsini ayakta kıldı. Gece ibâdetini aslâ bırakmadı. Halbuki bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak oturabiliyor, oturamayınca sırtını duvara dayıyordu. Bu durumu kendisine hatırlatılarak; "Siz hastasınız bu şekilde ibâdet yapamazsınız." diyenlere aldırış etmiyor, hattâ bu şekilde konuşmalarını istemiyordu.

Hastalığı sırasında kendisini ziyâret için gelen talebelerine şu edeplere uymalarını tavsiye etti: "Ziyâretime gelenler, tam bir edep ve huzûr içinde yanıma girsinler. Çünkü evliyânın rûhları devamlı olarak odamda bulunuyor. Edebe aykırı yapılan bir davranış, yapan kimseyi zarara uğratacağı gibi, kendimin de o davranıştan zarar göreceğinden çekiniyorum. Yanıma girdiğinizde kalbleriniz bir, niyetleriniz aynı olsun. Çünkü hastalığım sırasında değişik arzularınızın bana yansımasından rahatsız oluyorum."

Abdurrahmân Tâgî hazretleri vefât etmeden önceki son gecenin seher vaktinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) açıkça kendisine görünerek bal yemeyi ve şerbet içmeyi emrettiğini söyledi.

Bu sözlerinden sonra kendisine; "Aklınızdan yolculuk geçiyor mu?" diye sorulunca; "Evet geçiyor. Eğer aklımdan yolculuk geçmeseydi, Peygamber efendimiz açık bir şekilde bana görünmezdi." buyurdu.

O günün ikindi vakti sıralarında yanına gelen zevcesi Seyyide Kadriye Hanımın eteğinden tutarak şu beyti okudu:

Kâbe hareminin harîmine vâsıl olamazsın
Eğer evlâd-ı Alî'nin eteğine yapışmazsan.

Bu beyti şefâat dilemesi gâyesiyle okuduğu mübârek yüzündeki ifâdeden açıkça anlaşılıyordu.

Abdurrahmân Tâgî hazretleri son hastalığı sırasında, ağır hastalığına rağmen âilesine ve yakınlarına:

"Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü sevmeyi, İslâmiyetin emirlerine sıkıca bağlanmayı, yasaklarından şiddetle kaçınmayı ve şeyh Fethullah Verkânîsî'ye itâat etmeyi ve ona tâbi olmayı ihmâl etmeyin." buyurarak, yerine Şeyh Fethullah Verkânîsî'yi halîfe bıraktığını bildirdi.

Son zamanlarında çevresindekilere ve bağlılarına şefkatle muâmele etti. Onlara rahmet nazarıyla baktı. Evlatlarına ise fazla iltifât göstermedi. Oğlu Molla Muhammed Ziyâüddîn'e şöyle buyurdu: "Oğlum, Şeyh Fethullah senin hakkında benden daha hayırlıdır. Çünkü ben seni başkalarından ayırmam, ama o seni diğerlerinden üstün tutar."

Bir ara kendisinden geçti. Kendine geldikten sonra; "İki meleğin rûhumu almaya geldiklerini gördüm. Onlara;"Sizin rûhumu almanıza râzı değilim. Ben çok sayıda âlime hizmet ettiğim için rûhumu âlimlere mahsûs meleklerin almasını istiyorum." dedim. Bir müddet sonra benim rûhumu almaya gelen meleklere Allahü teâlânın; "Onun rûhunu benim dostlarımın rûhunu alan alsın." buyurduğunu duydum. Bu emri duyunca; "O çabuk gelsin." dedim." buyurdu.

Daha sonra talebelerinden Molla Abdülkahhâr'a dönerek; "Güzel sesinle üzerime Kur'ân-ı kerîm oku." buyurdu. Talebeleri başından ayrılmayıp Kur'ân-ı kerîm okudular.

Gece yarısına doğru çok sevdiği bir âile ferdini çağırdı. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefât etmek üzere iken hazret-i Âişe'ye çok yakınlık gösterdiğini, hattâ başını onun göğsü ve çenesi arasına dayanarak öyle vefât ettiğini bildiği için son anlarını aynı şekilde geçirmek istedi. Vücûdunu âilesinin koluna dayadı, elini eline koydu. Bir süre sonra elini çekerek sağ göğsünün altına gelecek şekilde tuttu. 1886 (H.1304) senesi Aralık ayının yirmisine rastlayan Perşembe günü kuşluk vaktine doğru saat dokuz civârında vefât etti. Talebeleri ve sevenlerinden meydana gelen kalabalık bir cemâat tarafından cenâze namazı kılındıktan sonra Nurşîn'de defnedildi. Kabri Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn nâhiyesinde olup ziyâret edilmektedir.

HAYATTAKİ GİBİ!..

Abdurrahmân bin Yûsuf Rûmî'nin vefâtından sonra, sevdiklerinden birisi şöyle anlatmıştır:

Bir gece, rüyâmda Abdurrahmân Rûmî'yi gördüm. Bana; "Bursa'da Seyyid Neccârî'nin evinde misâfir var. Beni ziyâret etmek istiyor. Gidip onu al ve kabrime getir." dedi. Sabah olunca derhâl oraya gidip misâfiri buldum. Bir arzusunun olup olmadığını sordum. "Abdurrahmân Rûmî'nin kabrini ziyâret etmek istiyorum." dedi. Onu alıp Abdurrahmân Rûmî'nin kabrine götürdüm. Biraz sonra onun yalnız kalmak istediğini sezip, oradaki bir mescide girdim ve bekledim. Çok geçmeden, o ziyâretçi ile Abdurrahmân Rûmî'nin konuşmaları kulağıma geldi. Aynen hayattaki gibi konuşuyordu. Konuşması bitince mescidden çıktım. Kabrin yanına geldiğimde kimseyi bulamadım.

YOLUMUZ SOHBET YOLUDUR

Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir sohbetinde, sohbetin fazîleti ile ilgili olarak, buyurdu ki:

Yolumuz sohbet yoludur. İnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti istemezler, niçin sohbet meclisine katılmazlar, niçin Allah adamlarının yanında bulunmazlar? Halbuki sohbet ehlinin ev sâhibi Allahü teâlâ, teşrîfâtçısı hazret-i Ali, sâkîsi yâni su dağıtanı Hızır aleyhisselâmdır. Şâyet sohbet etmek için yedi kişi bir araya gelse, yüksek makamlara erişirler ki, Aralarında bir Allah dostunun varlığı umulur.

Cehrî, açıktan Kur'ân-ı kerîm okumak ve sohbet evlerden zulmeti giderir. Onun için sohbet olunan evin sâhibi bildiği sûreleri açık olarak okusun.

Sohbet peşinde koşmayı severim. Nerede sohbet ehli varsa oraya gitmek isterim. Mümkün mertebe hiç bir dervişin sohbetini kaçırmak istemem."

1) İşâretler (İbrâhim Çukruşî)
2) El-Minah (Halid Ölehî)
3) Eshâb-ı Kirâm



 

ABDURRAHMÂN MAĞRİBÎ

ABDURRAHMÂN MAĞRİBÎ

Büyük velîlerden. İsmi Abdurrahmân bin Ahmed bin Muhammed bin Abdurrahmân bin Ahmed el-İdrisî'dir. Hazret-i Hasan soyundan olup, şerîflerdendir. 1614 (H.1023) senesinde Mağrib (Fas) beldelerinden Miknâset-üz-Zeytün denilen yerde doğdu. Zamânının teki ve evliyânın seçilmişlerinden idi. 1674 (H.1085) senesi Zilkâde ayının on yedinci günü vefât etti. Vasiyeti üzerine Bender'de Seyyid Sâlim dergâhına defnedildi.

Abdurrahmân Mağribî küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Bulunduğu yerdeki âlimlerden okudu. Evliyânın sohbetlerinde kemâle geldi, olgunlaştı. Kerâmetleri görüldü. İsmi her yere yayıldı. Mısır, Şam, Anadolu da dahil pekçok yeri gezip dolaştı. Anadolu'ya gelişinde âlimlere büyük önem veren Sultan dördüncü Murâd Han ile görüştü. 1633 senesinde hacca gitti. Mekke-i mükerremede mücâvir olup orada bir müddet ikâmet etti.

Talebelerinden olan Şeyh Mustafa bin Fethullah anlatır:

Mekke-i mükerremede iken bir gün, Şeyh Hüseyin bin Muhammed ile birlikte Abdurrahmân Mağribî'nin evine gittik. Tasavvuf ehli hakkında hiç bilgim yoktu. Huzûruna girince bana; "Tasavvuf büyükleri hakkında ne dersin?" diye sordu. Ben de bilgim olmadığı için sükût ettim. O zaman Abdurrahmân Mağribî; "İmâm-ı Gazâlî hazretleri üstün olup İhyâ'sı çok kıymetlidir. Muhyiddîn Arabî'ye düşman olma. Tasavvuf ehlini sev, onların kitaplarını oku." buyurdu. Sözleri kalbimde hemen yer etti. O andan îtibâren kalbim velîlerin sevgisi ile doldu ve Allahü teâlâdan beni onlarla haşretmesini diledim. Abdurrahmân Mağribî; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" kelime-i tayyibesini çok okumamı söyledi ve bana çok duâ etti.

Abdurrahmân Mağribî birkaç sevdiği ile birlikte Yemen'e gitti. Yolda kerâmetleri görüldü. Talebelerinden Seyyid Ömer bin Sâlim anlatır:

Abdurrahmân Mağribî, birkaç sevdiği yanında olduğu halde bir gemi ile Yemen'e gidiyorlardı. Yolda fırtına çıktı ve deniz kabardı. Gemi nerede ise batacaktı. Berâberindekiler ona; "Efendim içinde bulunduğumuz durumu görüyorsunuz. Duâ buyurun da bu tehlikeden kurtulalım." dediler. O da; "Ey Deniz! Allahü teâlânın izni ile sâkin ol!" buyurdu. Hemen fırtına dinip deniz sâkinleşti. O zaman da; "Rüzgâr olmadan gemi gitmez." dediler. O da; "Allahü teâlâ rüzgâr gönderir." buyurdu. Sonra hoş bir rüzgâr esti. Gemi de selâmetle yerine ulaştı.

Abdurrahmân Mağribî hazretleri Yemen'deki âlim ve velîlerle görüştü. Seyyid Abdurrahmân bin Akîl, Yemen'de sohbet ettiği büyüklerden idi.

Mağribî hazretleri Yemen dönüşü Mekke-i mükerremede ders ve sohbet meclisi kurdu. İlim ve edeb öğretti. Çok cömert idi. Verdiği ziyafetlere herkesi çağırırdı. Şöhreti her yere yayıldı.

Hindistan, Şam, Mısır ve başka yerlerden kendisine gönderilen hediyeleri fakirlere dağıtırdı. Herkesten sevgi ve îtibâr görürdü. Borçlu bir kimse kendisine gelip yardım istediğinde, elinden tutup, borcunu öderdi.

Mağribî'nin sohbeti çok tatlı idi. Bir kimse onun meclisinde bulunsa, ayrılmak istemezdi. Herkese iyilik ederdi. Âlimleri çok sever, onlara izzet ve ikrâmlarda bulunurdu. Fakirlere çok yardım ederdi. Hâliyle, sözleriyle insanları Allahü teâlânın dînine çağırırdı. Kış ve yaz giydiği tek elbisesi vardı. Huzûruna gelenleri hayırlı işlere teşvik eder, Kur'ân-ı kerîm, Peygamber efendimize salevât ve çok istigfâr okumalarını tenbih ederdi. Tasavvuf yolunu, bu yolun büyüklerini, onların sözlerini ve hâllerini sevmeyi bildirirdi. Bilhassa Şeyh-ul-Ekber Muhyiddîn-i Arabî'ye rahmetullahi aleyh çok hürmet ve tâzim eder ve ona saygıyı emrederdi.

Abdurrahmân Mağribî Bendermehâ şehrinde idi. Sevdiği iki kişi gelip, Hindistan'a gitmek istediklerini söyleyerek duâ istediler. O da birisine; "Senin deniz yolculuğun çok meşakkatli geçer. Netîcede selâmettesin." buyurdu. Aynen öyle oldu. Diğerine de; "Hindistan'da beni görürsün fakat konuşman nasîb olmaz." buyurdu. O da Hindistan'ın saltanat şehri olan Cihânâbâd'a geldi. Bir gün evinin önünde otururken, karşısında siyah bir elbise içinde Abdurrahmân Mağribî'yi gördü. Dikkatlice bakınca hemen tanıdı. Oradakilere gösterip; "Bu zât Abdurrahmân Mağribî'dir." dedi. Elini öpmek için ilerledi. Fakat hocasının kendisine söylediği sözü hatırladı ve durakladı. Sonra da kendisini bir hal kaplayıp kendinden geçti. Kendine geldiğinde hocasını bulamadı.

O, ALLAHÜ TEÂLÂNIN SEVGİLİ KULUDUR

Seyyid Ömer anlatır:

Abdurrahmân Mağribî, Şeyh Ahmed bin Alvân'ın kabrini ziyâret etmek istedi. O gece İbn-i Alvân, rüyâda hizmetçisine; "Yarın şu şu vasıfta bir zât gelecek. Ona ziyâfet hazırla, hürmet ve hizmette kusûr etme. Zîrâ o Allahü teâlânın sevgili kullarındandır." buyurdu. Hizmetçi sabahleyin hocasının buyurduğu hazırlığı yaptı. Ziyâretçiyi beklemeye başladı. Fakat gelen olmadı. Merakla ve bulurum ümîdiyle şehrin dışına çıktı. Kimseye de rastlamadı. Bir haber elde edemeden geri döndü. Üzgün bir vaziyette hocasının türbesine gitti. Orada hocasının târif ettiği zâtı gördü. Hâlbuki türbenin kapısı kilitli idi. Hemen yanına gidip, ellerinden öptü ve hocasının rüyâda kendisine verdiği vazîfeyi anlattı. Abdurrahmân Mağribî'yi alıp evine götürdü. Ziyâfet verdi. İzzet ve ikrâmda bulundu.

1) Hulâsât-ül-Eser; c.2, s.346
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.66

ABDURRAHMÂN TAFSÛNCÎ

ABDURRAHMÂN TAFSÛNCÎ

Meşhûr velîlerden. Künyesi Ebû Muhammed'dir. Tafsûnc veya Tagsûnc denilen yerde yerleştiği için Tafsuncî nisbesi ile meşhur oldu. Tafsûnc Bağdâd'a bağlı ve Dicle kıyısında bir beldenin adıdır. Doğumu ve nesebi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin talebesidir. 1115 (H.550) senesinden önce hocası Abdülkâdir Geylânî'nin sağlığında vefât etti. KabriTafsûnc'da olup ziyâret yeridir.

Abdurrahmân Tafsûncî, evliyânın büyüklerinden olup, âriflerin gözbebeği, evliyânın baştâcı, yüksek ve kıymetli hâllerin sâhibi, kerâmetleri açık ve tasarrufu kuvvetli bir zâttı. Yüksekçe bir kürsînin üzerine çıkıp, din ve hakîkat ilimlerini anlatırdı. İslâmiyetin emir ve yasaklarını bildirir, evliyâlığın yüksek hâllerini haber verirdi. Onun meclisi, âlim ve velîler ile dolup taşardı. Kendisi, âlimlere hâs bir elbise giyerdi. Katıra binip belde, belde dolaşırdı. Tafsûnc'da bâzı sâlih kimseler, Resûlullah efendimizi rüyâlarında görüp, onun hâlinden suâl ettiklerinde; "O, mukaddes âlem hakkında haber verenlerdendir." buyurdu. Allahü teâlânın katındaki derecesi çok yüksek olan Abdurrahmân Tafsûncî, himmet ve yardımı ile tasarrufu kuvvetli olup, duâ ve murâdı çabuk hâsıl olanlardandı. Gâipten haber verdikleri mutlaka ortaya çıkardı. Gâibi, ileride olacakları ancak Allahü teâlâ bilir. Fakat Allahü teâlânın Peygamberlere mûcize, evliyâya da kerâmet olarak gâipten bildirdikleri aynen zuhûr etmiştir. Abdurrahmân Tafsûncî, böyle kerâmet sâhibi bir velîydi.

Bir gün bir adam ona gelip; "Ey efendi! Benim, on bir seneden beri meyve vermeyen hurmalarım ve üç seneden beri yavrulamayan ineklerim var. Bana duâ edin. Bunlardan başka hiç malım yok." dedi.

Ona duâ etti. O seneden sonra hurmalar meyve verdi. İnekler yavruladı. Hattâ o şahıs, insanlar içinde, hayvan sürüsü ve parası, incisi çok biri olarak tanındı. Hayvanları, dillere destân olacak şekilde çoğaldı.

Abdurrahmân Tafsûncî'nin talebelerinden biri anlatır:

Hocam Irak sahralarının birinde bulunuyordu. O esnâda; "Ey çöldeki vahşî hayvanların, inlerinde tesbîh ettiği Allah'ım! Seni, bütün noksan sıfatlardan tenzîh edip, uzak tutar, kemâl sıfatlarla tesbîh ederim!" buyurdu ve hemen ne kadar vahşî hayvan varsa, yanına geldi, birlikte kendi dilleriyle tesbîh etmeye başladılar. Hattâ öyle oldu ki, aslanlar, tavşanlarla ve ceylanlarla bir araya gelip karıştı. İçlerinden bâzısı, sürünerek onun ayaklarının dibine kadar geldi.

Sonra; "Ey yüce Allahım! Kuşların yuvalarında, seni tesbîh ettiği gibi, ben de seni tesbîh ediyor, bütün noksanlıklardan tenzîh ediyorum!" dedi. Başını yukarıya kaldırınca, her cinsten binlerce kuşun gelip başının üstünde gökyüzünü doldurduğunu gördüm. Her biri, kendince ötüşüyor, seslerini alçaltıp yükseltiyorlardı. Ona yaklaştılar ve sonunda başı üzerinde toplandılar.

Sonra; "Ey fırtınaların kendisini tesbîh ettiği Allahım! Ben de seni tesbîh ediyorum!" der demez, hemen dört bir taraftan, rüzgârlar esmeğe başladı. Ondan daha latîf esen bir rüzgâr görülmedi.

Sonra yine; "Ey Allahım! Şu kocaman ve yüksek dağların, seni tesbîh ettiği gibi, ben de seni tesbîh ediyorum!" dediğinde, o anda, üzerinde bulunduğu dağ sallandı ve ondan büyük kayalar, Allah'ı zikrederek düşmeye başladılar.

Oğlu, Şeyh Ebû Hafs Ömer anlatıyor:

Bir defasında, babam sefer niyeti ile evden dışarı çıktı. Ayağını bineğine koyduğunda bu isteğinden vazgeçip, eve girdi. Kendisine vazgeçmesinin sebebi sorulunca, buyurdu ki: "Ey oğlum! Yeryüzünde ayağımın sığacağı, yâni kalabileceğim daha hayırlı bir yer göremedim. Onun için böyle yapmaya mecbur kaldım." diye cevap verdi. Sonra, ölünceye kadar bir daha Tafsûnc'dan dışarı çıkmadı.

Bir gün adamın birisinin, ezân okunurken şiir söylediğini işitti. Hemen ona, bundan vazgeçmesini bildirdi. Fakat o kişi, söz tutmadı. Ona; "Sus, ancak benim emrimle konuşacaksın. Üç gün hiç konuşma! Sonra, bu yaptığına tövbe edip istigfâr et, yâni bunun günâhından bağışlanmanı Rabbinden iste!" dedi. O da hiç konuşamaz oldu. Üç gün sonra ona; "Abdest al!" deyince, o da abdest aldı, tövbe etti ve konuşmaya başladı.

Evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tafsûncî; "Ben, evliyânın arasında turna kuşu gibiyim. O, kuşlar arasında boynu en uzun olanıdır. Hangi talebemin bir sıkıntısı olursa, yardımına uzanırım." buyururdu. Yüksek hâl sâhibi Şeyh Ebü'l-Hasan Ali el-Hînî, onun böyle söylediğini işittiğinde, bu sözünden pek hoşlanmadı. Elbisesini çıkarıp bâzı şeyler söyledi. Şeyh Abdurrahmân bir müddet sustu. Sonra talebelerine dönüp; "Bu kimse, Allahü teâlânın inâyetine kavuşmuştur. Bedenindeki kılları gibi, vücûdunun her zerresi, inâyet-i Rabbaniyeye erişmiş bir kuldur." dedi ve ona elbisesini giymesini söyledi. O da; "Ben, üzerimden çıkardığım şeyi bir daha giymem." dedi. Şeyh Abdurrahmân da bahçeye döndü ve hanımına hitâb ederek; "Ey Fâtıma! Bana giydiğim elbiseyi getir." diye seslendi. Hanımı, bu sesi işitti ve elbise getirirken yolda karşılaştılar. Hanımının getirdiği elbiseyi alıp ona verdi ve; "Senin şeyhin kimdir?" diye sordu. O da; "Benim şeyhim Abdülkâdir-i Geylânî'dir." diye cevap verdi. O ise; "Ben, onun ismini, ancak bu yerde işitiyorum. Halbuki ben, kırk seneden beri Hak kapısının eşiğini aşındırıyorum. Onu ne girerken, ne de çıkarken aslâ görmedim." dedi ve yanındaki talebelerinden bir grubuna dönüp buyurdu ki:

Bağdâd'a gidip, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî'ye varınız ve kendisine selâmımı söyleyiniz! Ayrıca ona; "Şeyh Abdurrahmân, kırk senedir Hak kapısında imiş. Sizi girerken ve çıkarken orada görmemiş!" deyiniz.

Şeyh Abdurrahmân, bu sözleri söyleyip talebesini yola çıkarırken, Bağdâd'da Abdülkâdir-i Geylânî de, yanında bulunan Muzaffer-ül-Cemâl, Abdülhak el-Harîmî ve Osman es-Sarifînî'ye buyurdu ki:

Sizler, hemen yola çıkınız! Yolda Şeyh Abdurrahmân-ı Tafsûncî'nin talebelerine rastlayacaksınız. Karşılaştığınızda, onları geri çevirin ve berâberce, doğru Şeyh Abdurrahmân-ı Tafsûncî'ye varıp, ona şöyle deyiniz: "Şeyh Abdülkâdir'in size selâmı var. Hak kapısının derekelerinde, eşiklerinde olan kişi, Abdülkâdir'de olanı göremez deyin. Ben oraya sır kapısından girip çıktığım için, beni kimse görememektedir. Ben oraya, bâzı işâretlerle girip çıkarım. Filanca zamanda, filan elbiseyi giymiştin. Sana onu giydiren bendim. O elbise, Rızâ elbisesidir. Filanca gece de, bir işâretle teşrif çıkışı yapmıştın. İşte, fetih teşrifi olan o da benim elimden geçmiştir. Hak kapısının derekelerinde, on ikibin velînin huzûrunda İhlâs sûresi tarzında olan yeşil velâyet elbisesini sana giydirirlerken, söyle bakalım bu da benim elimden geçmemiş miydi?"

Onlar, bu emri alıp, yarı yolda karşılaştıkları talebeleri ile Şeyh Abdurrahmân'ın huzûruna gelerek, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sözlerini tam tamına anlattılar. O da;

Şeyh Abdülkâdir, doğru söylemiştir. Evliyâlıkta vaktin sultânı ve tasarruf sâhibi, şüphesiz odur! demek sûretiyle onun büyüklüğünü tasdîk etti ve ona bağlandı.

Bir gün Cumâ namazını kılmak için evinden çıkmıştı. Katırına binmek için ayağını üzengiye koydu. Sonra tekrar vazgeçti. Bir müddet bekleyip, bindi. Niçin böyle yaptığı kendisine sorulduğunda; "O anda, Bağdâd'da, Şeyh Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî de katırına binmek istiyordu. Ben, önce binerek onun önüne geçmek istemedim." cevâbını verdi.

Abdurrahmân Tafsûncî'nin vefâtı yaklaştığı zaman, oğlu, kendisine vasiyette bulunmasını istedi. O da; "Ey oğlum! Sana şöyle vasiyet ederim ki, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî'ye her zaman saygı ve hürmetini muhafaza edip, emirleri üzere hareket et. Hizmetinden ayrılma!"

Babası vefât edince, oğlu, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına geldi. Şeyh hazretleri, ona ikrâmda bulunarak hırkasını giydirdi. Sonra da öz kızı ile onu evlendirdi. Artık o, hep âlimlere mahsus bu elbiseyi giyerdi.

Abdurrahmân Tafsûncî'nin (r.aleyh) her sözü hikmetlerle doludur. Okuyup dinleyene feyz ve ilâhî bolluk verir. Buyurdu ki:

"Nefsinin ayıplarını, kusurlarını görmeyen kimse, azıp doğru yoldan ayrılır."

"Dünyâda haram, günah olan işlerle meşgûl olan kimseler, herkesin yanında zelîl olur, aşağılanır."

"İlimlerin en faydalısı, kulluk vazîfesi ile ilgili hükümleri öğrenmektir. Ve yine ilimlerin en yükseği tevhîd ilmi olup, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgileri öğrenmektir."

"Dinde farz ve vâcib olan emirler yerine getirilince, tevâzu sâhibi olmakla berâber, kahramanlık göstermenin bir zararı olmaz. Sünnet, nâfile olan bir amel ve taleb edilen bir ilim, kibir ile berâber hiçbir fayda vermez."


1) Kalâid-ül-Cevâhir; s.104
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.146
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.56
4) Nefehât-ül-Üns; s.460
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.375
6) Nesâim-ül-Mehabbe; s.347.

ABDURRAHMÂN BİN ALİ SEKKÂF

ABDURRAHMÂN BİN ALİ SEKKÂF
Evliyânın meşhurlarından. İsmi Abdurrahmân bin Ali bin Ebî Bekr bin Abdurrahmân es-Sekkâf'tır. 1446 (H.850) senesinde Terîm şehrinde doğdu. 1517 (H.923)'de Yemen'de vefât etti. Hadîs, kelâm, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde tanınmış âlimlerdendir. İlim tahsîline başlayınca, önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Seyyid Muhammed bin Abdurrahmân'dan kırâat ilmini öğrendi. Bu ilmin ehline kırâatını, hıfzını dinletti. Ayrıca fıkıh ve nahiv ilmine âit kitaplar okuyup, ezberledi. Haviyu's Sagîr ve Dîvân-ı Şeyh Abdullah bin Es'ad el-Yâfiî'nin çoğunu ezberledi. Ezberlediği bu metinleri hocalarına dinletip kontrol ettirdi. Babasından, amcası Şeyh Abdullah Ayderûs'dan, meşhûr âlim Sa'd bin Ali'den, meşhûr fıkıh âlimi Şeyh Abdullah bin Abdurrahmân'dan ilim öğrendi. Sonra Yemen'e gidip, tahsîline orada devâm etti. Allâme Abdullah bin Ahmed ile Allâme Muhammed bin Ahmed'den ders alıp çeşitli ilimleri öğrendi. Bu âlimlerden işittiklerini rivâyet etmek ve eserlerini okutmak da dahil olmak üzere icâzet, diploma aldı ve dört sene Aden'de kaldı. Aden'den Zebîd şehrine gitti. Orada da Hâfız Yahyâ el-Âmirî'den ve Safiyüddîn Ahmed bin Ömer el-Meczed'den ilim öğrendi, icâzet aldı. Bu tahsîlleri sırasında Hâfız Yahyâ el-Âmirî'den Peygamber efendimizin mübârek parmak izlerinin bulunduğu bir mahalli göstermesini ricâ etti. O da kabûl edip gösterdi. O mahalde parlayan bir nûr gördüler.

Abdurrahmân bin Ali Sekkâf, bir elini devamlı gizli tutar, göstermek istemezdi. Bir defâsında bâzıları ısrarla sebebini sorunca şöyle anlatmıştır:

Peygamber efendimizi methetmek için bir kasîde yazdım. Sonra dünyâya düşkün olan bâzı kimseleri de methettim. Bunun üzerine Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Beni azarlayıp elimi kesmemi emretti. Ben de elimi kestim. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh) bana şefâatçi olup, Resûlullah'dan affetmesini diledi. Bunun üzerine af buyurdular. Kestiğim elimi birleştirdim, eskisi gibi oldu. Uyandığım zaman elime bir baktım, kesilmiş ve birleştirilmiş olan yerde bir iz vardı. Sonra elini çıkarıp o ısrar edenlere gösterdi. Baktılar ki elindeki o izden bir nûr parlıyordu.

1475 (H.880) senesinde hacca gitti. Mekke'de Hâfız es-Sehavî'den ilim öğrenip rivâyetlerini ve eserlerini nakil hususunda icâzet aldı. Hac ve ömre yaptı. Kâbe'yi birçok defâ tavâf etti. Bu ziyâreti sırasında kendisinde üstün hâller hâsıl oldu, kalbi nûr gibi parladı. Sonra Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne'ye gitmeye karar verdi. Yanında amcasının oğlu vardı. Fakat o hasta olması sebebiyle memleketine dönmek istiyor, Ali Sekkâfın da kendisiyle berâber dönmesi için ısrar ediyordu.

Bu duruma çok üzüldü. Resûlullah'ın kabr-i şerîfini ziyâret edemeyeceğim diye derin bir düşünceye daldı.

Abdurrahmân bin Ali Sekkâ bu kederli hâli ile Kâbe'yi tavâf ederken, birdenbire karşısına babası çıktı. Fakat babası memleketleri Terîm şehrinde idi. Bu hâle çok şaşırdı. Babası takdire râzı olması gerektiğini hatırlattı. O günün gecesinde ayrıca rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz başını okşayıp tebessüm ederek; "Bizi ziyâret edememekten dolayı üzüldün. Biz senden râzıyız, seni kabûl ettik. İlerde bizi çok güzel bir hâlde ziyâret edeceksin." buyurdu.

Bu rüyâdan sonra büyük bir sevince gark olan Abdurrahmân bin Ali Sekkâf memleketi Terîm'e döndü. Büyük bir şevkle babasının derslerine devâm etti. Babasının bütün eserlerini okudu. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ-u Ulûmiddîn kitabını babasından baştan sona kırk defâ okuyup bitirdi. Ayrıca memleketinde bulunan diğer âlimlerden de okudu. Din ve edebiyât ilimleri ile tasavvuf ilminde, Arapça'da âlim oldu. Tahsîlinin bu safhasından sonra ilk ziyâretinden altı sene sonra ikinci defâ hacca ve Peygamber efendimizi ziyârete gitti.Aden'e ve Zebîd şehrine, oradan da Cidde'ye varınca Muhammed bin Tâhir adında sâlih bir tüccar ona hürmet gösterip bütün ihtiyâçlarını karşıladı, misâfir etti. Hac ibâdetini büyük bir rahatlık içinde yaptıktan sonra Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne yoluna çıktı. Altı sene önce gördüğü rüyâ artık gerçekleşmek üzere idi. Medîne'ye yaklaştığı sırada kendisini Medîneli çocuklar âdetleri üzere karşıladılar. Yanında yirmi dinar parası vardı. Hepsini bu çocuklara dağıttı. Sonra Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. İçindeki büyük hasret ateşiyle uzun zamandan beri yanan Ali Sekkâf murâdına ermesi sebebiyle tarife sığmaz bir mutluluk ve sevinç içinde idi. Kavuştuğu bu nîmetten dolayı sevinci her an bir kat daha artıyordu. Bu ziyâreti sırasında anlatılamayacak derecede ve ifâdeye sığmayan hâllere ve nîmetlere, üstün derecelere kavuştu.

Medîne'ye vardığı sırada Melik Eşref Kayıtbay'ın yakın adamlarından İbn-i Zaman adıyla meşhur bir tüccar da Medîne'de idi. Tüccar onu görünce çok hürmet ve ikrâmda bulundu. Hattâ sayısız mal ve eşyâ hediye etti.

Abdurrahmân bin Ali Sekkâf hazretleri ziyâretini tamamlayıp memleketi Terîm'e döndü. Bu dönüşünde akrabâları ve memleketin ahâlisi onu büyük bir hürmet ile karşıladı. İnsanlar onun sohbetine ve derslerine toplandılar. O da insanlara ilmi ve mârifeti yudum yudum sundu. Derslerinde velîlerin yazdığı kitapları ve bilhassa İhyâu Ulûmiddîn adlı eseri okuturdu. Hadîs ilminde de âlim olup tâliplere ders verirdi. Bütün hallerinin İslâmiyete uygun olması husûsunda büyük bir titizlik gösterirdi. Az yer, az uyur, az konuşurdu. Fakirleri, garibleri, yetimleri, zayıfları gözetir, yardım ederdi. Pekçok âlim ve velî onu methetmiştir.

Hadîs âlimlerinden ve Gurer kitabının müellifi Muhammed bin Ali şöyle anlatmıştır:

Rüyâmda bana Abdurrahmân Sekkâf'ın üstün hallerini, güzel hasletlerini söyleyip çok methettiler. Sabahleyin yanına gittim, kendi kendime hatırımdan; "Keşf ve kerâmet sâhibi ise ben daha söylemeden gördüğüm rüyâdan haber verir." diye geçirdim.

Evine yaklaşınca onu kapı önünde bekler gördüm. Beni görünce tebessüm edip, akşam gördüğüm rüyâyı anlattı.

Abdurrahmân bin Ali Sekkâf'ın vefâtından sonra kabrini ziyâret ettiğim zaman Kur'ân-ı kerîm okurdum. Bu sırada bir yanlışım çıksa veya bir yer unutsam, kabirden gelen bir ses doğrusunu bildirirdi.

Terîm Sultânı Muhammed bin Ahmed ile Şahar Sultânı arasında harb oldu. Abdurrahmân bin Ali, Terîm Sultânının muzaffer olacağını haber verdi. Dediği gibi oldu.

Abdurrahmân bin Ali'nin sevdiklerinden biri vefât etti. Definden sonra, telkîn için kabrin başında durdu. Bir müddet sonra ayrıldı. Bulunanlar, telkîn vermeme sebebini sordular. Buyurdu ki: "Her kişinin telkîne ihtiyâcı vardır. Lâkin bana bunun ihtiyâcı olmadığı bildirildi."

Abdurrahmân bin Ali, bir gün Mervân Mescidinde talebelerine ders okuturken, mescidin bir kenârına bir şeyin düştüğü görüldü. Oradakilerden birine; "Git, o düşen şeyi getir!" buyurdu.

O kişi, düşen şeyi getirdi. Bu, üzeri mühürlenmiş bir zarf idi. Zarfı açıp içindekini okudu. Sonra bir kâğıda cevâbını yazıp; "Bunu, gelen mektubun düştüğü yere bırakın." buyurdu. Oraya koydular.

Az sonra bir kuş gelip, o mektubu aldı gitti. Talebeleri sebebini sordular. O da;

"Sevdiğimiz Muhammed Ba'bâd bize haber göndermiş. Biz de cevâbını yazdık." buyurdu.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.63
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.210
3) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s.134

ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED ES-SEKKÂF

ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED ES-SEKKÂF
On dördüncü yüzyılda Suriye'de yetişen velîlerden. İsmi, Abdurrahmân bin Muhammed'dir. Hâllerini gizlediği için Sekkâf lakabıyla anılmıştır. 1338 (H.739) senesinde Hadramût bölgesindeki Terîm şehrinde doğdu. Mısır'ın Izz beldesinde doğduğu da bildirildi. 1416 (H.819) senesinde Terîm'de vefât etti. Kabri, Zenbil Kabristanında olup, ziyâret edilmektedir.

Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf zamânının âlimlerinden Ahmed bin Muhammed el-Hatîb'den tecvîd ilmini öğrendi ve Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Zamânının diğer âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsîl etti. Bilhassa fıkıh ilminde yüksek derece sâhibi oldu. Terîm'de Allâme Muhammed bin Alevî bin Ahmed ibni Üstadi'l-azâm'ın huzûrunda İmâm-ı Gazâlî ve Şeyh Ebû İshak'ın kitaplarını mütâlaa etti. Daha sonra Fakih Muhammed bin Sa'd'den İhyâ-ı Ulûm, Risâle-i Kuşeyrî ve Avârifü'l-Meârif adlı eserleri ve başka tasavvufî eserleri okudu. Şeyhulislâm Muhammed bin Ebî Bekr'in hizmetinde ve ilim meclisinde bulundu. Ondan çok istifâde etti. Daha sonra Aden'e gitti. Kâdı Muhammed bin Sa'îd'den sarf, nahiv ve diğer Arabî ilimleri tahsîl etti. Tefsîr, hadîs, meânî, beyân ilimlerinde yüksek derece sâhibi oldu. Şeyh Ali bin Sâlim, Ali bin Sa'd, Ebû Bekr bin Îsâ, İmâm Ömer binSaîd gibi tasavvuf ehli zâtlarla görüşüp onların sohbetlerinde bulundu. Ârif-i billah Müzâhim Ahmed, büyük velî Abdullah bin Tâhir ed-Devânî gibi zâtlardan tasavvuf ilmini öğrendi.

Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükseldikten sonra zamânının büyük âlim ve evliyâları arasına girdi. Bulunduğu beldedeki âlim ve velîlerin imâmı, önderi ve en yükseği olduğunu bütün âlim ve evliyâlar kabûl ettiler.

Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretleri güzel ahlâk sâhibi olup hep iyilik ederdi. Kimseye karşı kırılmaz ve kin beslemezdi. Hızır aleyhisselâmla görüşüp sohbet ederdi. Aralarında kardeşlik akdi yapmışlardı. Yanına ilk defâ bir köylü sûretinde gelen Hızır aleyhisselâm devamlı onu ziyâret ederdi. Bir gün çok güzel bir koku duyan talebelerinden biri bu kokunun kaynağından suâl edince, hazret-i Hızır'dan bahsetti.

Allahü teâlâya çok ibâdet eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf gecenin son üçte birini ibâdetle geçirirdi. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu. Gündüzleri insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatır, onların dünyâ ve âhiret saâdetlerine vesîle olmak için çalışırdı. Otuz sene boyunca gece ve gündüz çok az uyudu. "Neden uyumuyorsun?" diyenlere; "Sağ tarafına yattığında Cennet'i, sol tarafına yattığında Cehennem'i gören kimse nasıl uyur?" diye cevap verdi.

Hûd aleyhisselâmın kabrini ziyâret eder, bâzan bir ay müddetle orada kalır, bu müddet içinde çok az bir şey yerdi. Âlimlerin, evliyâların kabirlerini sık sık ziyâret eder, her gece Terîm'deki mescidlerin hepsinde namaz kılardı. Namaz kıldığı zaman kıyamda çok uzun müddet kalır, onu uzaktan gören cansız bir cisim zannederdi. O; "Biz zâhir (görünen) amellere îtibâr etmeyiz." derdi.

Bir ara hacca gitmek için yola çıktı ve hacdan sonra memleketi olan Hadramut'a dönmeyip başka beldelere seyahat etmeye niyet etti. Cûf denilen yere vardığında Peygamber efendimiz, Eshâbından bir topluluk ve evliyâullahtan bir cemâat rûhânî olarak ona geldiler. Onların yanında babası da vardı. Ona memleketine dönmesini emrettiler ve dediler ki: "Senin memleketinde kalman başka yerlere gitmenden daha efdâldir." Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf bu emir üzerine zâhiren hacca gitmeyip geri döndü. Fakat memleketinden giden hacılar tarafıdan hac ederken görüldü. Yakınlarından bâzıları ona; "Sen hacca gittin mi?" diye sorduklarında; "Zâhiren gitmedim." buyurdu.

Âlimlerden ve evliyâdan birçok zât ona insanları doğru yola dâvet etmek ve kötülüklerden uzaklaştırmak ve talebe yetiştirmek husûsunda icâzet (diploma) verdiler. Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf pekçok talebe yetiştirip hadîs, fıkıh, usûl ve fürû ilimlerini okuttu. Onun ilim ve fazîletteki şöhreti her tarafa yayılıp, insanlar doğudan ve batıdan onun ilim meclisine ve sohbetlerine koştular. Deniz ve kara yoluyla gelerek müşkillerini ve fetvâlarını ona sordular. Büyük cemâatler ondan istifâde etti. İnsanlara tatlı dil ve hoş sohbetle İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp gönüllerine taht kurdu.

Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf'ın ilim meclislerinde yetişen âlimlerden bâzıları; kendi oğulları, kardeşinin oğulları, Ârif-i billah Ebû Bekr bin Alevî eş-Şeybe ve kardeşleri, büyük İmâm Muhammed Sâhib Aydeyd bin Ali, Ârif-i billah Ahmed bin Ömer, İmâm Sa'd bin Ali Müdhac, Şeyh Muhammed bin Abdurrahmân el-Hatîb, Şeyh Şuayb bin Abdullah el-Hatîb, Şeyh Abdurrahîm bin Ali el-Hatîb, Şeyh Ahmed bin Ebî Bekr Baharemî, Şeyh Abdullah İbnü'l-Fakîh Baharemî, Şeyh Abdullah bin Ahmed el-Amûdî, büyük velî Abdullah bin Nâfi', Îsâ bin Ömer bin Behlül, Şeyh Muhammed bin Saîd el-Mağribî gibi sayısız zâtlardır. Burada en meşhûrları zikr edilmiştir. Abdullah bin Muhammed es-Sekkâf ekseriyetle El-Basît vel-Vesît, Mühezzeb, Muharrer adlı eserleri okutur bu vesîleyle kalbindeki gizli mânevî sırları talebelerine açıklardı. O her talebesine anlayabileceği ve seviyesine uygun ders verirdi. Nice kimseler onun bu tatlı üslûbu ve sohbetleri vesîlesiyle tasavvuf yolunda ilerlediler. Pek çok kimseye tarîkat yolunda icâzet verdi ve hırka giydirdi. Nice kimseler onun gönülleri feth eden sohbetleri sebebiyle dünyâdan yüz çevirip, âhirete yöneldiler ve kötü sıfatlardan uzaklaşıp iyi ve güzel huylara sâhib oldular. O talebelerine ve sevenlerine şöyle buyururdu:

"Kalb ile ilgili ameller işleyiniz. Zîrâ kalb ile yapılan ameller zâhirî amelleri güzelleştirir."

Bâzı derslerinde fıkıh ilminin fazîletinden bahsederdi. Bu sebeple oğlu Ömer bütün ömrünü fıkıh ilmini öğrenmeye hasretmişti. Bir gün dersin bitiminde oğluna şöyle buyurdu:

"Ey Ömer! Kalb ile ilgili amellere çalış. Çünkü fıkıh âlimlerinde ateşin alevi, tasavvuf ehlinde ise ateşin kor kısmı vardır."

Bâzı zamanlar talebeleriyle birlikte seyâhate çıkan; peygamberlerin, âlimlerin ve velîlerin kabirlerini ziyâret eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretleri onlardan istifâde ederdi.

Talebelerinden Abdürrahîm bin Ali el-Hatîb şöyle anlattı:

Hocamız ile berâber Hûd aleyhisselâmın kabrini ziyârete gitmiştik. Dönerken; "İnşâallah akşam namazında Rebî' beldesinde oluruz." buyurdu. Hâlbuki bulunduğumuz yer, Rebî' beldesine çok uzak idi ve vakit de isfirâr yâni güneşin, kendisine bakılacak kadar sararıp batmak üzere olduğu bir vakit idi. Hocamın bu sözüne çok hayret ettim. Sözünde bir hikmet bulunacağını düşünerek birlikte yürüdük. Bir taraftan da batmak üzere olan güneşe bakıyordum. Güneş sanki durmuştu. Biz Rebî' beldesine gelinceye kadar aynen o hâlde kaldı. Biz ismi geçen beldeye girince güneş battı. Namazlarımızı kıldık. Bu durum benim çok garibime gitmişti. Hocamın bir kerâmeti olduğunu anladım.

Abdurrahmân bin Muhammed, talebelerinden bâzıları ile bir seferde idiler. Talebeler, çok susadılar. Yollar ıssız, su bulmak ihtimâli de çok zayıf idi. Şaşıran talebeler hocalarına bir şey diyemiyorlardı. Allahü teâlânın izni ile talebelerinin bu sıkıntılarını anlayan Abdurrahmân es-Sekkâf büyükçe bir taşın yanında durdu ve; "Şu taşı çevirin!" buyurdu. Taşı çevirdiklerinde, bir su kaynağı ile karşılaştılar ve çok sevindiler. Kana kana içip, abdest aldılar ve kaplarını doldurarak, yollarına devâm ettiler.

Başka bir yolculukta, yanındakilere; "Şimdi hava çok sıcak. Birazcık konaklayalım. Hava serinleyince yola devâm ederiz." dedi. Öğrencileri; "Bu sıcak, hocamızın yola devâm etmelerine mâni değildir. İsterlerse, bu sıcak havada da yola devâm edebilirler. Burada konaklamalarında başka bir hikmet olsa gerek." diye düşünüp merakla beklerlerken, yanlarına, susuzluktan ölmek üzere olan bir âmâ çıkageldi. Yanında bulunanlara; "Şu yakınlarda su vardır. Bu zavallının ihtiyâcını giderin." diyerek, bir yeri târif etti. Gidip su getirdikten sonra yollarına devâm ettiler. Böylece orada biraz dinlenmelerinin hikmeti anlaşılmış oldu. Biraz sonra oraya bir kimse geldi. Âmâ da orada idi. Biraz önce başından geçen hâdiseyi, gelene anlattı. O kimse; "Bunda bir yanlışlık var. Ben buraları çok iyi tanırım. Bu civarda su bulmak ihtimâli hiç yoktur." dedi. Daha sonra bu hâli öğrenen talebeler, o suyun, hocalarının bereket ve kerâmeti ile bulunduğunu anladılar.

Allahü teâlânın bildirmesiyle talebelerinin ve yanına gelen kimselerin kalplerinden geçenleri bilirdi.

Talebesi Abdurrahmân diyor ki:

"Hocamdan arzu ettiğim, yapması için kalbimden geçirdiğim her şeyi, hocam en güzel şekilde yaptı, yerine getirdi. Allahü teâlânın ona ihsân ettiği basîret gözü ile kalbimizden geçenleri anlıyordu."

Abdurrahmân es-Sekkâf'ın talebelerinden olan Ârif-i billâh Muhammed bin Hasan şöyle anlatır:

Bir gece hocamın mescidinde idim. Hocam da odasında bulunuyordu. Karnım çok acıkmıştı. Bu sırada biri gelerek, hocamın beni istediğini söyledi. Kalkıp, yanlarına gittim. Huzûruna vardığımda, ortada lezzetli yemeklerin bulunduğu çok güzel bir sofra vardı. Karnımı doyurmamı söyledi. Gecenin bu geç vaktinde bu yemekleri kimin getirdiğini suâl ettim. "Birisi getirdi." buyurarak, açıklamak istemedi. Allahü teâlânın izni ile, benim çok aç olduğumu anlayıp bu yemekleri benim için hazırlattığını anladım ve daha nice kerâmetlerine şâhid oldum.

Abdurrahmân es-Sekkâf hazretlerinin bir mikdâr hurması vardı. Hurmaları satmak üzere birisini vekil edince hurmalar satıldı. Fakat paranın bir kısmını vererek geri kalanını gizledi. Abdurrahmân hazretleri, Allahü teâlânın izni ile paranın tam olarak kendisine verilmediğini anlayıp, ona; "Mü'minin firâsetinden korkunuz! Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar." hadîs-i şerîfini okudu. O kimse diyor ki:"Ondan bu sözü duyunca vermediğim paranın, bir yılan olup vücûduma girmek üzere olduğunu hissettim. Yaptığıma çok pişman olup, kendisinden özür diledim ve bir daha hatâ işlememeye ve tevekkül sâhibi olmaya kesin karar verdim.

Talebelerinden biri şöyle anlatır:

Hocam ile birlikte yolculuğa çıkmıştık. Kâhlân denilen yere vardığımızda duhâ, kuşluk namazı kılmak için mola verdik. Ben hâcet için tenhâ bir yere gittim. Abdestimi tâzeleyip geri döndüğümde, hocamın yanında taze hurmalar gördüm. Hâlbuki yakınlarda hurma bahçesi yoktu ve mevsim de hurma mevsimi değildi. Çok hayret edip, kendisinden bunun nasıl olduğunu, nereden geldiğini suâl ettim. Tebessüm etti ve; "Hurmalardan ye! Fakat nereden geldiğini sorma!" buyurdu.

Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf verâ sâhibi, Selef-i sâlihînin yoluna çok bağlı idi. Bu yönden çok meşhurdu. Zühd sâhibi olup, dünyâya îtibâr etmezdi. Cömert ve kerem sâhibi idi. Binlerce dinar para ve çeşitli nîmetlerden ihtiyâç sâhiplerine verirdi. Her hurma ağacını dikerken yanında bir Yâsîn-i şerîf okurdu. Fidan dikilme işi tamamlandıktan sonra bir hatm-i tehlil (70.000 kelime-i tevhîd) okuyarak sekiz oğluna ve altı kızına hediye ederdi. Onlar da bu hediyenin sevâblarını ona bağışlarlardı. Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf on tane mescid, oğulları ise üç tane mescid yaptırmışlardı. ayrıca bu mescidlerin devâm etmesi için her mescide âit vakıflar bırakmıştı.

Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf'ın meclislerinde evliyâdan ve ricâl-i gayb denilen zâtlar da hazır bulunurdu. Bu zâtlar arasında İmâm-ı Gazâlî, Abdülkâdir Geylânî gibi büyükler de vardı. O büyüklerin rûhâniyetlerinden istifâde eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf kutbiyyet makâmına yükselmişti.

Âlimler ve evliyâlar, hâllerini gizlemesi sebebiyle ona Sekkâf lakabını vermişlerdi. Çünkü o insanları hâliyle, makâmıyla ve sözüyle üzmezdi. İlmiyle ve ameliyle insanlara karşı büyüklenmezdi. Şöhretten şiddetle kaçınırdı. Hâlbuki o, zamânındaki evliyânın en yükseği idi. Abdurrahmân es-Sekkâf sâdece Allahü teâlâdan rızâsını kazanmak için çırpınır; "Vallahi kalbim Allahü teâlânın başka, evlâda, mala, âile fertlerine, Cennet'e ve Cehennem'e hiç iltifat etmez. Allahü teâlânın rızâsına muvafık olmayan ne bir ev, ne bir mescid binâ ettim, ne de bir hurma fidanı diktim." buyururdu.

Abdurrahmân es-Sekkâf insanlara karşı güzel huylu, tatlı dilli ve güler yüzlü davranırdı. Kimseyi üzmemeye çok dikkat ederdi. Ancak ona zarar verenler veya onu üzenler başlarına bir hâl gelip pişman olurlardı.

Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen bir kimse vardı. Bu zât, Abdurrahmân es-Sekkâf hazretlerinin hizmetçilerinden birini üzdü. O da, durumu efendisine arz edince, üzüldü. Tam bu sırada, hizmetçiyi üzen kimse, hâfızasında ne varsa hepsinin silindiğini hissetti. Hemen sebebini anladı ve gidip hizmetçiden özür diledi. Tövbe istigfâr ettiğini, bildirdi. Hizmetçi özrünü kabûl edip, durumunu efendisine arz etti ve onu sevindirdi. O sırada özür dileyen kimse, hâfızasının yerine geldiğini hissetti. Başına gelen bu hâl sebebiyle, o zâtın büyüklüğünü daha iyi anladı.

Haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, harama düşmek tehlikesinden dolayı mübâhların fazlasını bile terk ederdi. Malı varsa zekâtını, bahçesinden kalkan mahsüllerinin uşrunu eksiksiz verir, fazlasını tasadduk ederdi. Etrafında hurma bahçeleri bulunan bir bahçesi vardı.

Bir defâsında çocuklar, bu bahçeler arasında oynarlarken ateş yaktılar. Sonunda ateş büyüyerek etrâfı sardı. Bahçelerdeki ağaçlar yanmaya başladı. Bütün ağaçlar bu yangında yandıkları hâlde, mahsüllerinin uşrunu tam olarak verdiği için, bu zâtın bahçesine hiçbir şey olmadı. Ağaçlardan biri bile zarar görmedi. İnsanlar hayret içinde kaldılar.

Tayy-i zaman ve tayy-i mekân sâhibi olan Abdurrahmân bin Muhamed es-Sekkâf her sene hac mevsiminde memleketinde bulunuyordu. Fakat hacca gidenler onu, Hicaz'da hac vazîfesini yaparken görürlerdi. Kendisine bu durumdan suâl edildiğinde; "İşte gördüğünüz gibi, buradan ayrılmadım." diyerek bu kerâmetini setreder, gizlerdi. Yine Abdurrahmân es-Sekkâf, Allahü teâlânın velî kullarına ihsân edip verdiği bir hâl ile bir anda başka başka yerlerde, başka başka hâllerde görülürdü.

Bir defâsında, uzak bir yerden bâzı kimseler, Abdurrahmân hazretlerine misâfir olmuşlardı. Onlara; "Falan gün sizin beldenizde şiddetli yağmur yağmış, çok sel olup, beldenizde bulunan dere taşmış ve sel sizin beldede çok zarara sebeb olmuş." buyurdu. O kimseler bu habere hayret ettiler. Memleketlerine döndüklerinde, Abdurrahmân bin Muhammed'in haber verdiklerinin hepsinin doğru olduğunu, bildirdiği şeylerin aynen meydana geldiğini hayretle gördüler. O zâtın bu hâlleri, kerâmet olarak anladığının ve kendilerine bildirdiğinin farkına varıp daha çok şaştılar. Ona olan muhabbetleri daha çok arttı.

Fazîletler ve kerâmetler sâhibi olan Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretlerinin duâları kabûl olurdu. Bir defâsında, fâsıklardan, açıkça günah işleyen kimselerden bir kısmı yanına gelmişti. Kendisinden duâ istediler. O da hâzır olanlara sâlih ameller işlemek nasîb olması için duâ etti. O fâsık kimseler tövbe edip, sâlih ameller işlemeye başladılar ve tövbelerini bozmadılar.

Bir defâsında da çocuğu olmayan bir kadın, Abdurrahmân binMuhamed'e haber gönderip, çocuklarının olmasını çok istediklerini, fakat olmadığını, bunun için kendisinden duâ istirhâm ettiklerini bildirdi. O da duâ etti. Bundan sonra o kadın hâmile oldu ve çok güzel bir çocuğu oldu.

İşlerinde, masraflarında çok isrâf eden bir topluluk vardı. Abdurrahmân bin Muhammed bunlara duâ edince, tövbe ettiler. Hâlleri, yaşayışları gitgide güzelleşti.

Abdurrahmân binMuhammed es-Sekkâf hazretleri talebelerinin ve sevenlerinin imdâdına yetişirdi. Talebelerinden birisi şöyle anlatır:

Bir yolculukta bulunuyordum. Issız yerlerden geçerken, yolumu kaybettim. Bir taraftan da çok şiddetli susuzluk çekiyordum. Ne kadar aradıysam su bulamadım. Duâ edip, hocamdan yardım istedim. Bu esnâda yanıma biri gelip, su verdi. O sudan kana kana içerek rahatladım. Sonra, yola devâm ettim. Yolculuğum müddetince de su içmek ihtiyâcı hissetmedim.

Abdurrahmân es-Sekkâf'ı sevenlerden biri, bir yolda yalnız başına giderken, önüne yırtıcı bir hayvan çıktı. Kendisine saldırmak üzere iken, yolcu sesinin çıktığı kadar bağırarak, Abdurrahmân hazretlerinden yardım istedi. Bu sırada, kuvvetli ve heybetli bir kimse görünüp hayvanı tuttu. Güçlü kuvvetli olduğundan hayvan, elinde zor hareket ediyordu. Bu sıkıntıdan kurtulan kimse, hocasının yanına döndüğü zaman, henüz bir şey söylemeden, hocası; "Bir sıkıntıda kalırsan, yine bizden yardım iste! Fakat o kadar şiddetle bağırmana lüzum yok. Hafifçe söylesen, hattâ kalbinden bile geçirsen, Allahü teâlânın izni ile onu duyar ve yardımına geliriz." buyurdu.

Talebelerinin ve onların âile fertlerinin giyim ve iâşelerini de düşünen Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretleri bir defâsında talebesi Abdurrahîm ile Şu'ayb'e bir parça kumaş verdi ve; "Bu kumaştan çocuklarınıza üç tane elbise dikiniz." buyurdu. Şu'ayb terzi idi. Kumaşı görünce; "Efendim, bu kumaştan çıksa çıksa iki elbise çıkar. Üç elbisenin çıkması mümkün değildir." dedi. "Siz Besmele ile kesmeye başlayın. İnşâallah bu kumaştan üç elbise çıkar." buyurdu. Dedikleri gibi üç elbise çıktı.

Abdurrahmân hazretlerinin hizmetçilerinden birisi huzurda, bir elbiseye ihtiyâcı olduğunu, bunun için on beş dirhem lâzım geldiğini bildirdi. Hizmetçiye; "Falan yerde bulunan kesenin içinde on beş dirhem olacak. Onu al! İhtiyâcın için kullan!" buyurdu. Hizmetçi, keseye baktığını ve boş olduğunu bildirdi. Bunun üzerine; "Sen git bak! O kesede on beş dirhem bulursun." buyurdu. Bildirilen yerdeki kesenin yanına tekrar giden hizmetçi, kesede on beş dirhem bulunduğunu gördü ve alıp ihtiyâcına sarfetti.

Abdurrahmân es-Sekkâf'ın talebelerinden, Abdürrahîm bin Ali anlatır:

Hocam Abdurrahmân bin Muhammed bana bir mikdâr gümüş para vererek, mutfağın ihtiyaçlarını almak üzere, vekil etmişti. Elimdeki para bitmek üzere iken, gidip; alacağımız nevâle için, bu paranın yetmeyeceğini bildirdim.Biraz düşündü. "Hangi şeyler ihtiyaç ise, siz onları almak üzere gidin. İnşâallah yeter." buyurdu. "Peki efedim" deyip gittim. İhtiyaçlarımızı aldıktan sonra, paranın bir mikdârını artmış buldum ve bunun bir kerâmet olduğunu anladım.

Başka pekçok kerâmetleri de görülen Abdurrahmân es-Sekkâf hazretleri, bir defâsında bulunduğu Izz köyünden bir yolculuğa çıkacaktı. O sırada hanımı hâmile idi. Yola çıkacağı zaman hanımına bir bez verdi ve dedi ki:"Ben yolda iken, belki bir oğlumuz doğabilir. Aynı gün vefât edebilir. Eğer öyle olursa, bu bezi ona kefen yaparsınız." Hanımına bunları söyledikten sonra yola çıktı. Hakîkaten, bir erkek çocuğu oldu. Bildirdikleri gibi, aynı gün vefât etti. Bıraktığı bezi çocuğa kefen yaptılar.

Abdurrahmân bin Muhammed'in hurma ağaçlarından birisinin, boyu çok kısa ve dalları yere yakın olduğundan, gece köpekler gelerek hurmaları yerdi. Bunun için hizmetçilerden birisi, her gece o hurma ağacının yanında bekçilik yapar, köpeklerden korurdu. Bir gece Abdurrahmân hazretleri hizmetçiye; "Sabaha kadar beklemenize ne lüzum var. Ağacın etrâfında genişçe bir dâire çizin! Kendiniz de gidip istirahat edin!" buyurdu. Hizmetçi bildirilen şekilde yaptı. Sabahleyin baktıklarında, çizginin dışında köpek izleri görüldü, gerçekten içeri girememişlerdi.

BENDEN NE FARKI VAR?

Kardeşim Abdurrahmân ile hurmaların taksimi husûsunda aramızda bir husûmet meydana gelmişti. Kendi kendime; "Onun benden üstün yanı nedir, o oruç tutuyorsa ben de tutuyorum, o namaz kılıyorsa ben de kılıyorum. Babamız birdir. Benim misâfirlerim ise ondan çoktur." dedim. Rüyâmda bir kişi bana gelerek; "Kardeşin hakkında böyle böyle söyledin mi?" dedi. Ben de; "Evet söyledim." dedim. "Öyleyse benimle berâber gel." dedi. Birlikte kardeşim Abdurrahmân'ın yanına gittik. Kardeşimin bedeninin nûr ile kaplı olduğunu ve uzuvlarının üzerinde nûr ile "İhlâs" ve "Lâ ilâhe illallah Muhammedürresûlullah" yazılı olduğunu gördüm. O kimse bana, bu makâma ulaştığın zaman böyle böyle konuş, eğer bundan sonra ona inat edersen bu rüyâyı hatırla." dedi. Ben de ondan sonra kardeşim hakkında kötü düşünmekten vazgeçtim.

PİŞMAN OLDULAR!

Bir defâsında, bâzı kimseler gemi ile bir yere gidiyorlardı. Yolcular arasında Abdurrahmân hazretlerinin talebelerinden birkaç kişi de vardı. Bir ara, geminin tabanından bir yer delindi. Ne yaptılarsa delinen yeri tıkayamadılar. Vazîfeliler çâresiz kalıp, geminin batmasından korktular. Onlardaki bu telaşı görüp, vaziyeti anlayan talebeler, hocaları Abdurrahmân bin Muhammed'den yardım istediler. O esnâda hocalarını gemide gördüler. Ayağını, gemiye su giren yere koydu. Sonra bir şeyler ile o delik yeri kapadı. Su girmez oldu. Bu duruma yolcular çok sevindi. Herkes rahatlamıştı. Abdurrahmân hazretleri, birden gözden kayboldu. O büyük zâtın talebeleri hürmetine, diğerleri de kurtuldular ve yollarına devâm ettiler. Bu hâdiseyi işitenlerden bâzıları, onun bu kerâmetini inkâr ettiler. "Böyle şey olmaz." dediler. Îtirâzcılar, bir yolculuğa çıkmışlardı. Yollarını kaybettiler. Üç gün üç gece dolaştıkları hâlde yollarını bulamadılar. Ellerinde bulunan yiyecek ve suları da bitmişti. Başlarına gelen bu sıkıntının, o zâtın kerâmetini inkâr etmekten olduğunu anladılar. Îtirâzlarına tövbe ederek, bu sıkıntıdan kurtulmaları hâlinde mallarından belli mikdârını o zâta vermeyi ve hizmetinde bulunmayı adadılar. Tam bu sırada yanlarına, hiç tanımadıkları biri geldi. Bunlara tâze hurma ve su verdi ve yolu târif edip gitti. O kimseler, hurmalarla karınlarını doyurdular ve sudan içtiler. Târif edilen yere doğru gidince, yollarını kolayca buldular. Memleketlerine vardıkları zaman adaklarını yerine getirdiler.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.58
2) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s.141
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.228

ABDULLAH-I ŞEMDÎNÎ

ABDULLAH-I ŞEMDÎNÎ
Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlim ve velîler silsilesinin otuzuncusudur. Bu diyârda Nakşibendî, Müceddidî, Hâlidî kolunun önde gelen temsilcisidir. İsmi Abdullah'tır. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid Tâha-i Hakkârî'nin amcasıdır. Lakâbı, Sirâcüddîn ve Menba-ul-Hilm'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Şemdinli civârında dünyâya gelmiş, 1813 (H.1228) senesinde Şemdinli'nin Nehrî kasabasında vefât etmiştir. Kabri orada olup, ziyâret edilmekte ve bereketleri hâsıl olmaktadır.

Şemdinli'de dünyâya gelen asîl, temiz ve şerefli bir âileye mensûb olan Seyyid Abdullah Şemdînî, küçük yaşta ilim tahsîline yöneldi. Zamânının usûlüne göre ilk tahsîlini gördükten sonra, Irak'ın Süleymâniye beldesine giderek oradaki medresede ilim öğrenmeye devâm etti. Aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip büyük âlim oldu. Bu medresede ilim öğrenmekle meşgûl iken medrese arkadaşı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile bir kardeş gibi yaşadılar. Yüksek yaratılışı olan bu iki gönül dostu zâhirî ilimleri tahsîl ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan tasavvufa karşı alâka duymaya başladılar. Bu alâka, muhabbet ve aşk derecesine ulaşıp, kendilerini mânevî olarak terbiye edip, bâtınî ilimleri öğreterek yetiştirecek bir rehber, yol gösterici aradılar.

Sonunda aradıkları rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zâttan alacağı mânevî feyz ve bereketin aralarında müşterek olmasını kararlaştırdılar. Bu hususta birbirlerine söz verdiler. Yâni aradıkları o büyük velîyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa hemen diğerinin de o zâtı tanımasına, ona bağlanıp feyz almasına vâsıta olacaktı.

Kendilerine yol gösterecek mânevî bir rehberi aradıkları sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî aldığı bâzı mânevî işâretler üzerine Hindistan'a gitmeye karar verdi. Zâhirî ilimlerde yüksek bir âlim olan Abdullah-ı Şemdînî de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ona; "Ben gideyim, oradan alıp getirdiklerime ortağız." dedi. Nihâyet Hindistan'a gitmek üzere Süleymâniye'den yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Hindistan'a ulaştı. Sonunda Nakşibendiyye mânevî yolunun mürşid-i kâmili Şâh Gulâm-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle şereflendi. Kısa zamanda lâyık ve müstehak olduğu fazîlet ve olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine yükseldi. Hocası ona, İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olabilmek ve talebe yetiştirmek hususunda tam bir icâzet, diploma ve hilâfet verdi. Hocasının tam ve mutlak vekili olarak aldığı yüksek feyz ve kemâlâtı, ilim ve edeb âşıklarına sunmak ve onları yetiştirmekle vazîfeli olarak Bağdâd'a gönderildi.

Bundan sonra bütün âlem, vâsıtalı vâsıtasız irşâd ve feyz kaynağı olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin mânevî nûru ile nûrlanmaya başladı. Böylece Bağdâd'da feyz ve nur saçan rahmet güneşi doğdu.

Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, daha önceki anlaşmalarının gereği bir müddet Bağdâd'da kaldıktan sonra Süleymâniye'ye dönen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ziyâretine gitti. Mevlânâ'nın Hindistan'da elde ettiği mârifet ve kemâlâtı, olgunluğu görünce ona olan muhabbeti daha da arttı. Medrese talebeliğinde arkadaşı olduğunu düşünmeyip o evliyâlık güneşinin sohbetlerine devâm etmeye başladı. Onun önde gelen talebelerinden oldu. Bâzı hasetçi ve inkârcı kimselerin, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin karşısına çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye, türlü türlü iftirâlarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin yolunu kesmeye çalıştıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendisinde bulunan asâlet ve yüksek kâbiliyet ile Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebe yetiştirmek husûsundaki mahâretinin birleşmesiyle kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde yetişerek olgunlaştı. Mevlanâ hazretlerinin binlerce talebesi arasında en yükseklerinden oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona talebe yetiştirmek üzere icâzet, diploma verdi. Mevlânâ hazretlerinden icâzet ve hilâfet alanların baştan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, kardeşi Seyyid Ahmed Geylânî hazretlerinin oğlu Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'yi de, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetişmesine vesîle oldu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir ara, Bağdâd'a gitti. Bu sırada Abdullah-ı Şemdînî talebelerin başına geçip onları yetiştirmekle meşgûl oldu. Daha sonra tekrar Süleymâniye'ye dönen Mevlânâ hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere çeşitli beldelere yetiştirip gönderdiği talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ı Şemdînî'yi de Şemdinli'ye gönderdi. Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şemdinli civârındaki Nehrî kasabasına yerleşti. Nehrî'de medrese, tekke ve zâviyeler yaptırarak talebe yetiştirmeye başladı. Türkiye, İran ve Irak'ın çeşitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koşan pekçok kimseyi zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetiştirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyânın ve İslâm âlimlerinin anlattığı ve yaşadığı İslâmiyeti, güzel ahlâkı insanlara anlattı. Bilhassa edeb ve ahlâktan mahrûm aşîretler üzerinde çok tesirli olup, onların düzelmesine vesîle oldu. Kabîle ve aşîretlere, anlayacakları şekilde güzel nasîhatlar vermek sûretiyle onların doğru yola kavuşmalarına vesîle oldu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onun hakkında Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'ye; "Seyyid Abdullah ne güzel bir şeyhdir. Onda hiç kusûr yoktur. Yalnız kusûru, onun münkiri yâni karşısına çıkıp onun büyüklüğünü inkâr eden kimseler bulunmamasıdır." buyurdu.

Yine buyurdu ki:

"Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ'dan üstün tutmayınız." Eshâbı; "Onlar sizin talebenizdir, nasıl böyle dersiniz?" diye arz ettiklerinde; "Onlar şehzâdelerdir. Pâdişâh olacaklardır. Biz ise, bir müddet onların terbiyesi ile meşgûl olan ve böyle yüksek bir vazîfenin kendisine verildiği bir mürebbiyeyiz. Mürebbî, şah olacak şehzâdeden üstün olabilir mi?" buyurdular.

Berdesûr kasabasında bir medrese yapıp, müderrislik yapan ve mezunlar vermeye başlayan yeğeni Seyyid Tâhâ, arada bir huzûruna gelir, sohbetinde bulunurdu. Her defâsında kendisine tasavvuf yoluna girmesi söylenir, o da; "Bir gün inşâallah o da olur." der ve kendi kendine; "Peygamberlerin, âlimlerin ve evliyânın hep düşmanları, hasetçileri, sevmiyenleri olmuştur. Amcam, dedikleri

ABDURRAHMÂN ARVÂSÎ

ABDURRAHMÂN ARVÂSÎ

Anadolu'da yetişen büyük âlim ve velîlerden. Seyyiddir, yâni hazret-i Hüseyin'in evlâdındandır. İsmi, Abdurrahmân, babasının ismi Seyyid Abdullah'tır. Âlim-i Arvâsî, Kutb-i Arvâsî, Abdurrahmân Kutub lakablarıyla da bilinmektedir. Zamânının kutbu idi. Hicrî on ikinci asrın ikinci yarısında Arvas'ta doğdu. On üçüncü asrın ilk yarısında vefât etti. Kabri Van'ın Hoşab (Güzelsu) kazâsındadır. Ziyâret olunur ve bereketlerinden istifâde edilir. Hacet sâhipleri murâdlarına, isteklerine kavuşur.

Şeceresi şöyledir: Seyyid Abdurrahmân bin Abdullah bin Muhammed bin Muhammed Şehâbeddîn bin İbrâhim bin Âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Kutub Muhammed bin KâsımBağdâdî'dir.

Seyyid Abdurrahmân Arvâsî'nin büyük dedesi Seyyid KâsımBağdâdî hazretleri Hülâgû'nun Bağdâd katliamı sırasında Bağdâd'dan hicret edip, âile fertleri ile birlikte uzun yıllar Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kaldı. Tasavvuf yolunda olgunluk derecesine ulaşan Muhammed Velî veyaKutub Muhammed diye meşhûr olan oğlunu doğu Anadolu'ya gönderdi. Kendisi de Mısır'a gidip Ezher Medresesi müderrisleri reîsi oldu. SonraMedîne-i münevvereye gidip orada vefât etti. Anadolu'ya gelen ve etrâfını aydınlatan Muhammed Velî, Hakkârî Beyi İbrâhim Hanın kızı Fâtıma Hanımla evlendi. Yüksek dağlar arasında geçidi zor bir yere bir dergâhla iki katlı bir ev yaptırdı. Arvas yâni Van'ın Bahçesaray ilçesine bağlı Doğanyayla köyünü kurarak sevenleri ve akrabâlarıyla birlikte oraya yerleşti. Burada nâdide eserlerden bir de kütüphâne teşkil ederek ilim ve feyz neşr etti. Pekçok kimse onun sohbet ve ilim meclislerine devâm edip ilâhî lutfa ve feyzlere gark oldular. Çok talebe yetiştirdi. Neslinden gelenler yolunu tâkib etti. Seyyid Muhammed Velî'nin torunlarından Seyyid Abdullah vefât ettiği zaman oğlu Abdurrahmân Arvâsî küçük yaşta yetim kaldı.

Seyyid Abdurrahmân, önce küçük yaşta kaybettiği babasından, onun vefâtından sonra da vaktin büyük âlimlerinden ilim tahsîl etmeye başladı.

Yedi-sekiz yaşlarında iken Kur'ân-ı kerîmi hatmedip Arabî ilimleri öğrenmeye başladı. Kısa zamanda aklî ve naklî ilimlerle zamânının fen ilimlerinde büyük âlim, allâme oldu.

Büluğ çağına gelince, annesi, Arvâsî soyunun Van havâlisinde devâmı için, genç yaşta onu zorla evlendirdi. Abdurrahmân Arvâsî hazretlerinin MollaAbdullah, Hacı Molla Lütfullah, Molla Efendi (Muhammed), Molla (Muhammed) Zâde, Molla Ubeydullah, Molla Abdülhamîd, Şeyh Seyyid Muhammed, SeyyidTâhir ve ismi bilinemeyen dokuz oğlu olduğu bildirilmektedir.

Dedelerinin yolunu devâm ettiren Abdurrahmân Arvâsî, zâhirî ilimlerde yükseldiği gibi tasavvuf yolunda da ilerleyip kemâle gelmiş, Kâdirî ve Çeştî kollarında irşâd sâhibi, zamanının mürşid-i kâmili olmuştu.

Medresesinde talebe yetiştirmeğe başladığında, her taraftan akın akın yüzlerce hak âşığı huzûruna koştular. Sohbetleriyle şereflenip bereketli feyzlerine kavuştular.

Seyyid Abdurrahmân'ın ömrü, zâhir ve bâtın ilimlerini yaymakla geçti. Arvâs'taki ve Hoşab'daki medrese ve dergâhı dolup taştı. İstanbul, Hicâz, Mısır, Irak gibi memleketlerde çözülemeyen meseleler Abdurrahmân hazretlerine getirilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun irşâd, yol gösterici nûruyla aydınlanmıştı. Bu sebeple Sultan İkinci Mahmûd Han ona çok hürmet gösterir, duâsını ister, husûsî hediyelerle selâmlarını gönderirdi.

Pekçok kerâmetleri görülmüş olan Seyyid Abdurrahmân hazretleri zamânın beylerine, paşalarına mektuplar yazarak nasîhat ederdi. Bu mektuplardan bir kısmını uzak memleketlere de göndermiştir. İrisân beylerinden Emîr Şerefüddîn Abbâsî'ye yazdığı Fârisî mektuplar çok kıymetlidir. Bu mektuplardan birinde Muhammed Kerîm Han, Mustafa ve Feyzullah beylere selâm ve duâ etmektedir. Şerefüddîn Han, Seyyid Abdurrahmân'dan gelen başka bir mektubun sonuna; "Mevlânâ hazretleri bu mektubu bu fakîre 1778 senesinde göndermiştir. Musîbete sabretmek lazım olduğu ve sabrın kıymetini bildirmiştir. Birkaç ay sonra pederim Abdullah Han vefât etmiştir. Mevlânâ'nın kerâmetini buradan anlamalıdır." satırlarını eklemiştir.

Seyyid Abdurrahmân her sene üç-beş ay o havâliyi dolaşır, Vâz ü nasîhat ve irşâdla, halka İslâmın esaslarını anlatır, bilhassa bozuk mezhep ehline karşı hısn-ı hasîn (sağlam kale) vazîfesi görürdü. Bu yüzden memleketimizin sulhuna hizmeti çoktur. Çünkü onların olduğu bölgede bozuk îtikâdlı kimse bulunmazdı. Böyle âlim ve velîlerin Osmanlı Devletine hizmetleri bey ve paşalardan az değildi. Hatta hizmetleri kalıcı olduğundan daha çoktu denilebilir.

Seyyid Abdurrahmân, yakınlarından birini dünyâ malına muhabbeti sebebiyle yanından uzaklaştırmıştı. O zât da Beyrut'a gidip, zekâsıyla vâli olmuştu. Birgün kendisine; "Efendim! O yakınınız Beyrut'ta vâli oldu." dediklerinde; "O, ateşte yanmadı mı?" buyurdu. O günün târihini bir yere kaydettiler. Sonradan haber geldi ki, Beyrut vâlisi bir gece konağında çıkan bir yangın sebebiyle çocuklarıyla birlikte yanmıştı. Târihini sordular, Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin onun hakkında söylediği günün târihini tutuyordu.

Seyyid Abdurrahmân hazretleri çok cömert olup, misafiri ve geleni gideni pek fazla olurdu.

Bir gün hanımı ona; "Efendim gelenimiz gide

ABDULLAH-I İLÂHÎ

ABDULLAH-I İLÂHÎ

Anadolu evliyâsının büyüklerinden. Şah-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunu Buhârâ'da Ubeydullah-i Ahrâr'dan alarak Anadolu'ya ilk olarak getirip yayan âlim. Germiyanoğulları beyliğinin sınırları dâhilinde olan Kütahya'nın Simav kasabası civârında bir köyde doğdu. 1491 (H.897) yılında Rumeli'nde Vardar Yenicesi'nde vefat ederek oraya defnedildi.

İlk tahsîlini Simav'da tamamladıktan sonra İstanbul'a gitti. Zeyrek Medresesinde büyük âlim Alâeddîn Tûsî'nin talebesi oldu. Zahirî ilimlerde ilerledi. Hocası Alâeddîn Tûsî, Hocazâde ile yaptığı münazara netîcesinde İran'daKirman taraflarına gitti. En çok sevip takdir ettiği talebesi Abdullah-ı İlâhî'yi de yanında götürdü. Abdullah-ı İlâhî, Kirman'da da bir müddet ilim tahsîl etti. Fakat bir türlü tatmin olmadı. Zâhirî ilimleri bırakıp bâtınî ilimlerle uğraşmayı arzu etti. Hattâ bütün kitaplarını yakmak veya suya atmak gibi bir düşünceyle karşı karşıya kaldı. Yanına gelen evliyâdan bir zâtın tavsiyesi ile ihtiyâcı olmayan kitapları satıp parasını fakirlere dağıttı. Bilahare Semerkant'a gitti. Bu sırada Semerkant'ta Yâkub-ı Çerhî hazretlerinin talebesi ve halîfesi Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr, Hâce Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî'nin yolunu yaymak ve insanlara İslâm ahlâkını anlatmakla meşgûldü. Binlerce talebe etrafında feyz almak, Allahü teâlânın râzı olduğu yolu öğrenmek için çırpınıyordu. Abdullah-ı İlâhî de, bu seçilmişlerin halkasına dâhil oldu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinin Ehl-i sünnet îtikâdına bağlılığını, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünnet-i şerîfine uymaktaki gayretlerini görüp hayran kaldı. Yıllarca Semerkant'ta kalıp Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetinde bulundu. Feyzlerinden istifâde etti. Hocasının emriyle Buhârâ'ya gidip Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Orada bir yıl insanlardan uzak kalarak yalnız ibâdetle meşgûl oldu. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Çok zaman Behâeddin-i Buhârî'nin kabri yarılarak dışarı çıkar, rüyalarını yorumlar, çeşitli iltifatlarda bulunurdu. Zâhirde hocası Ubeydullah-ı Ahrâr olmasına rağmen, hakikatte tasavvuf yolunu Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinden üveysî olarak tahsîl etti. Daha sonra tekrar Semerkant'a döndü. Bir müddet daha Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetinde bulunup tasavvufta yüksek derecelere kavuşarak icâzet aldı. Sonra Seyyid AhmedBuhârî ile birlikte Anadolu'ya gönderildi. Gelirken Herat'ta Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (v.1492) ve diğer büyükler ile görüşüp sohbet etti. Anadolu'ya gelip memleketi olan Simav'da yerleşti. Hak âşıkları, kısa zamanda onun büyüklüğünü anlayarak etrafına toplandılar. Sohbetinde bulunmayı câna minnet bildiler.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri de, hocasından öğrendiklerini Anadolu'da yaymayı kendisine vazîfe edinip, insanların huzur ve saâdete kavuşmaları için gece gündüz çalıştı. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin dergâhından aldığı feyzleri Anadolu'da ilk yayan velî oldu. Bir müddet sonra Anadolu kâdıaskeri Manisalızâde Muhyiddîn Mehmed Çelebi(v.1483)'nin dâveti üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hanın vefât ettiği günlerde İstanbul'a geldi (1481). Kâdıasker Mehmed Çelebi'nin gösterdiği odaları ve teklifleri kabul etmeyip, daha önce ilim tahsîl ettiği ZeyrekCâmii etrâfındaki vîrâne hâline gelmiş boş medrese odalarını tercih etti. Orada yerleşti. Şeyh Ebü'l-Vefa Konevî gibiAllah dostları ile sohbet etti. İstanbullular onun gelişini rahmet bilip, sohbetine koştular. Az zamanda halktan ve devlet adamlarından birçok kimse, Abdullah-ı İlâhî'nin talebeleri arasında yer aldı.

Bunlardan biri de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin torunlarından Âbid Çelebi idi. Kâdılık hizmetini bırakarak Abdullah-ı İlâhî'ye talebe olmuştu. Bir gün Zeyrek Câmiinde Âbid Çelebiye sâdece onun farkedebileceği bir kerâmet göstererek iltifâtlarda bulundu. Bunun sebebini soran talebesi Uzun Musluhiddîn'e;

"İnsanların meşrebleri ayrı ayrıdır. Avâmın çocukları dayaktan, büyüklerin çocukları lütuftan anlar. Ona iltifât etmesem, beni ve bu büyüklerin yolunu bırakır." buyurdu.

Yine Âbid Çelebi, Abdullah-ı İlâhî'nin dergâhına uzun bir müddet devam ettikten sonra kalbinin açılmadığını fark edip Muhyiddîn İskilibî (Şeyh Yavsî) hazretlerine talebe olmayı kalbinden geçirdi. Kafası bu düşüncelerle dolu olarak Zeyrek Câmiinde namaz kıldı. Namazdan sonra hocası Abdullah-ı İlâhî kendisine dönüp; "Seni namaz kılarken Muhyiddîn İskilibî'nin şeklinde gördüm." buyurdu. Bunun üzerine Âbid Çelebi, özür dileyip hocasının elini öptü ve hizmetine devam etti. Gün geçtikçe gönlü açılıp ard arda gelen feyzlere kavuştu.

Halkın ve devlet erkânının iltifatları, Abdullah-ı İlâhî hazretlerini İstanbul'dan uzaklara gitmeye zorladı. Zâten meşhur Osmanlı kumandanı Evrenos Beyin oğlu Ahmed Bey, sancakbeyi olduğu Vardar Yenicesi (Selanik yakınlarında)' ne dâvet edip duruyordu. Abdullah-ı İlâhî hazretleri çok sevdiği Ahmed Beyin arzusuna uyup Vardar Yenicesi'ne gitti. Seyyid Ahmed Buhârî hazretlerini İstanbul'da yerine halîfe bıraktı. Teşrifi ile Vardar Yenicesi şenlendi. Şehir onun hürmetine îmâr edildi. Câmiler, hanlar, medreseler, darü'l-hadîs, tekke ve türbeler inşâ edildi. İnsanlar bu Allah adamının sohbetinden istifâde etmek, meclisinde bulunmak için yarış ettiler.

Bir gün ihtiyar bir kadın Abdullah-ı İlâhî'nin meclisine gelip bir müşkülü olduğunu arzetti. O gece rüyasında kendisini kurbağa şeklinde gördüğünü söyledi. Abdullah-ı İlâhî; "Hayırdır inşaallah korkacak bir şey yok." buyurup, kendi haliyle meşgul oldu. Ama bu cevap kadını tatmin etmemişti. Bir kenarda bekledi. Biraz sonra başını kaldıran Abdullah-ı İlâhî; "Anacığım! Sen dervişleri evine davet etmek istemiş, sonra da vazgeçmişsin. Bu rüyâ ona alâmettir. Git huzurla işine bak." buyurdu. İhtiyar kadın bu sözleri tasdik edip; "Evet aynen öyle oldu. Evim dar olduğu için davetten vazgeçtim." dedi.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri, Vardar Yenicesi'nde uzun yıllar insanlara Allahü teâlânın dînini anlattı. İnsanlara rehberlik, zevk erbabına pîrlik, şevk, istek sâhiplerine şeyhlik yaptı. Sırların kaynağı, doğruların dayanağı, ilâhî sırların açıklayıcısı oldu. 1491 yılında burada vefat edip, şehir içinde yüksek bir yerde, Evranosoğlu Ahmed Beyin yaptırdığı mescid, medrese, tekke, dârül-hadîs ve türbeden müteşekkil külliyenin türbesine defnedildi. Ahmed Bey, Murâd Baba, Şeyh Feyzullah Efen

Efendi, Yazıcızade Mehmed Efendi oğlu MehmedÇelebi (Yazıcı Çelebi Efendi) de daha sonra burada defnedildiler. Bunlar büyük ihtimalle Abdullah-ı İlâhî'nin VardarYenicesi'ndeki belli başlı talebeleri idiler. Türbe, Osmanlıların son zamanlarına kadar ayakta kalmış, ziyâret edilmiş, fakat daha sonra ortadan kaldırılmıştır.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri, on beşinci asır Türk edebiyatı nesri içinde mühim yer tutan kitaplar yazdı. Keşfü'l-Vâridât li-Tâlibi'l Kemâlât ve Gâyeti'd-Derecât adıyla Şeyh Bedreddîn Simavnevî'nin Varidât'ını şerh ederek yanlışlıklarını ortaya koydu. Tasavvufî hayatın adâb ve erkânını anlattığı Meslekü't-Tâlibin vel-Vâsilîn adlı eserini Türkçe olarak kaleme aldı (1483). Zâdü'l-Müştâkîn kitabında yüzden fazla tasavvufî terimi Türkçe olarak açıkladı. Tasavvufî ahlâkla ilgili olarak yine Türkçe Esrârnâme kitabını kaleme aldı. Vahdet-i Vücûdla ilgili bilgileri, Risâle-i Vücûd adlı eserindeArapça olarak açıkladı. Risâle-i Ahâdiyye adlı eserinde bazı terimleri Farsça olarak açıkladı. Ruzbehân-Baklî'nin Risâle-i Kuds adlı eserini Menâzilü'l-Kulûb adıyla Farsça şerh etti. "İlâhî" mahlası ile şiirler yazdı. Kendisine nisbet edilen bir Dîvân varsa da, bu eserin, çağdaşı ve yine "İlâhî" mahlası ile yazan Ahmed-i İlâhî'ye âid olması kuvvetle muhtemeldir.

Abdullah-ı İlâhî, eserlerinden başka, birçok talebe yetiştirerek vefâtından sonra da hizmetinin devam etmesini sağladı. Muslihuddîn Tavîl ve Âbid Çelebi, talebelerinin meşhurlarındandır. En meşhûr talebesi ise Seyyid Emir Ahmed Buhârî'dir. Tarîkat silsilesi de onun vâsıtasıyla, Ubeydullah-ı Ahrâr, Molla Abdullah-ı İlâhî, Ahmed Buhârî, Hakîm Çelebi, Nakşibendzâde Mustafa, İlâhîzâde Yâkub, Ahmed Tirevî, Ömer Bâkî ve Şeyh Nasrullah şeklinde devam etmiştir. Ancak Nakşibendîliğin Müceddidiyye kolu, Murâd-ı Münzevî ve Mehmed Emin Tokadî (k.sirruhumâ) vâsıtasıyla Anadolu'ya gelinceAnadolu'da Nakşibendiyye silsilesi değişmiştir.

AT HIRSIZI

Abdullah-ı İlâhî'nin sohbetleri çok tesirli ve faydalı olurdu. Sohbetlerinde ve diğer zamanlarda herkesin gönlünü almaya çok dikkat gösterirdi. Sohbette bulunanlardan birinin bir sıkıntısı, bir müşkülü olsa onun hâlini keşfeder sıkıntısını giderirdi. Sohbetiyle, tereddütleri ortadan kaldırırdı.

Yine bir gün sohbette, söz çalışmak ve gayretten açılmıştı ve; "İnsan çalışıp, gayret göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz." buyurmuştu. Bu sırada sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, "at hırsızı kıssası" diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. "Peki onun hâli nasıl oldu?" diye düşündü. Abdullah-ı İlâhî, o âlimin kalbinden geçen düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, ona doğru dönerek; "Söylediğim söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi? Fakat ona da cevap vardır." dedi. Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; "Hiç o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?" diye sordu. Ve hâdiseyi şöyle anlattı:

"Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir defâsında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada, ahırın duvarı yarılıp, içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hırsız bu hali görünce, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr gözüktü. Bu nûr arasında da, o zamânın kutbu, en büyük velîsi olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek selâm verdiler. Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca; "Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik." dediler. Atların sâhibi olan zât; "Onun yerine, at hırsızını tayin ettik." dedi. Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, gübreler arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına varıp, onu gübreler arasından çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek kucakladılar. Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler."

Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi:

"Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz."

Sohbetin başında kalbinde itirazlar bulunan o âlim, Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin bu güzel îzâhını ve tatlı sözlerini dinleyince, içindeki şüphe ve yanlış düşünceler temizlendi. Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin elini öpüp, özür diledi ve hâlis talebelerinden oldu.

1) Nefehât-ül-Üns; s.460
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Mecdî Efendi); s.262
3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1079
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.91
5) Menâkıb-i Molla İlâhî; varak 218 b-220a
6) Fevâid-ül-Behiyye; s. 145
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.7, s.358
8) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.470
9) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.36
10) Bedâyi-ül-Vekâyi; s.410
11) A.History of Ottoman Poetry; c.2, s.373
12) Güldeste-i Riyâzı-ı İrfân; s.143
13) Keşf-üz-Zünûn; s.379,947,1928,1995
14) Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi; c.8, s.175
15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.214

ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i İsfehbezî)

ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i İsfehbezî)

İsfehan'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından. Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî'nin üç büyük talebesinden biridir. İsmi, Abdullah bin Şemseddîn Muhammed bin Eymen en-Nûrî el-İsfehânî el-İsfehbezî, künyesi Ebû Muhammed'dir. Lakabı Kutbüddîn ve Necmeddîn'dir. Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Vefât târihinde de kaynaklarda değişik rivâyetler bulunmaktadır. Nefehât-ül-Üns'te 1321 (H.721) olarak bildirilen bu vefât târihi Keşf-üz-zünûn'da 1361 (H.763) olarak bildirilmektedir. İlim öğrenmek için Şam'a ve başka yerlere gidip oralarda bulunan âlimlerden ilim öğrendi. Kendisinden de birçok kimse istifâde etti.

Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, Acem beldesinde ders okutan bir âlimin kendisine Mısır'a gitmesini, orada zamânın kutbu olan büyük âlim ile görüşmesini söylemesi üzerine yola düştü. Giderken yolda kendisini câsus zannederek yakalayıp bağladılar ve hapsettiler. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatmıştır:

Beni hapsedip yalnız bıraktıkları zaman, nûr yüzlü bir mübârek zât havadan yürüyerek geldi. Yanımda durdu. Beni çözdü ve; "Gel ey Abdullah! Senin matlûbun, aradığın, istediğin kimse benim." dedi ve gözden kayboldu. Fakat, ben o zâtın kim olduğunu bilemedim. Dışarı çıkıp oradan uzaklaştım. Mısır'a ulaştığımda, aradığım zâtın kim olduğunu ve nerede bulunduğunu bilmiyordum. Aradan bir müddet geçti. Birlikte kaldığımız dervişler; "Bulunduğumuz beldeye Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri gelmiş. Haydi gelin, kendisini ziyâret edelim, sohbetinde bulunalım." dediler. Gittik. Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerini gördüğümde, yolda beni zindandan kurtaran zât olduğunu anladım. Bundan sonra kendisine bağlandım. Vefâtına kadar sohbetinde ve hizmetinde bulundum.

Abdullah-ı İsfehânî, hocası Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin sohbet ve hizmeti ile şereflenerek, tasavvufta yetişti. Evliyâlık yolunda çok üstün derecelere, anlaşılamıyan yüksekliklere kavuştu.

Hocasının vefâtından sonra oralarda duramayıp, Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı. Yolda, hocasının hocası olan Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnâda Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri kabrinden seslenerek; "Mekke-i mükerremeye git! Orada otur!" buyurdu. Bu emir üzerine Mekke-i mükerremeye varıp, Harem-i şerîfin etrâfına ulaştığında, gizliden bir sesin kendisine hitâb ettiğini duydu. O ses; "Öyle bir beldeye geldin ki, o belde, hayırlı bir beldedir. Fakat bu beldede bulunanlar bu beldenin kıymetini bilemiyorlar." diyordu.

Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, vefâtına kadar orada ikâmet etti. Vefâtında Fudayl bin Iyâd hazretlerinin yakınına defn olundu.

Evliyâdan bir zât şöyle anlatmıştır:

Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye gittim. Resûlullah efendimizin kabrini ziyâret ettim. Herkes Abdullah-ı İsfehânî'nin Mekke'den ayrılmadığını, orada bulunduğunu söylüyorlardı. Ben ise; "O büyük zâtın Resûlullah efendimizi ziyârete gelmemesi mümkün değildir." diye düşündüm. Bu düşünceler içinde yoluma devâm ediyordum. Bir ara başımı yukarıya kaldırmıştım. Bir de ne göreyim. Abdullah-ı İsfehânî havada yürüyor. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne-i münevvereye geliyordu. Bana ismimle hitâb etti. Bâzı şeyler konuştuk. Sonra ayrıldı. Yolumuza devâm ettik.

Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, Allahü teâlânın velî kullarından birinin cenâzesinde bulundu. Cenâze defnedildikten, kabre konulduktan sonra, birisi telkine başlıyacaktı. Telkîn için kalkınca, Abdullah-ı İsfehânî hazretleri tebessüm etti. Talebelerinden birisi sebebini sordu. Buyurdu ki:

O hoca telkîne başlayınca, kabre koyduğumuz bu mübârek zât bana; "Ey Necmüddîn! Hiç hayret etmiyor musun ki, kalbi ölü olan bu hoca, hakîki hayâta yeni başlayan diri bir kimseye telkîn veriyor." dedi. Bunun için tebessüm ettim.

Kendisinden nasîhat isteyenlere buyurdu ki:

"İlmi, ibâdete zarar gelmemesi için taleb ediniz. İbâdeti de, ilme zarar gelmemesi için isteyiniz. Kulun hakkı, ancak bu ikisiyle meşgûl olmasıdır. Akıllı kimse, îmânını korumak için, Allahü teâlânın emir ve yasaklarında gevşeklik göstermez ve sâlih amellerde kusûr etmez. Allahü teâlânın, mü'minlerin kalblerine verdiği îmân, tabîat ve hevâ zulmetiyle perdelenmiştir. Bunun açılması için perdeleri ortadan kaldıracak şeye ihtiyaç vardır. Allahü teâlâ, sâlih amellerle îmânı kuvvetlendirmek için, emir ve yasak, vâd ve vaîdlerde bulunmuştur. Kökü, yakîn toprağında bitmeyen, dalları amellerle meydana gelmeyen her îmân, Azrail aleyhisselâm canı almaya geldiği zamandaki şiddetli korkular karşısında sâbit kalamaz. Böyle kişinin, sonunda îmânsız ölmesinden korkulur. Bu da ancak son nefeste ve ölüm korkuları zuhûr ettiği zaman belli olan bir durumdur. Bu hâl meydana geldiğinde, çok az insan îmânında sebât eder. Onun için akıllı kimsenin, sâlih amellerin faydasına kavuşması, Ehl-i sünnet îtikâdında olması lâzımdır. Güzel ahlâk sâhibi olmalıdır. Farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Kim Kitâb ve sünnet ilmiyle, Selef-i sâlihîn ve Ehl-i sünnet yoluna göre îtikâdını düzeltmezse, çalışmaları zâyi olur. Gayreti boşa gider."

İlme çok önem verirdi. Talebelerini ve sevenlerini hep ilme teşvik ederdi. İlim husûsunda şöyle dedi:

Hazret-i Ali buyurmuştur ki:

"Allahü teâlâya ilimsiz ibâdet eden kimse, değirmene bağlı merkep gibidir. Gün boyunca yürür, fakat hep aynı yerindedir."

Câhil de böyledir. Cehâletle, Allahü teâlâya çok çok ibâdet eder. Fakat bu ibâdeti, onun Allah indinde yakınlığını arttırmaz. Bâzan kul çok ibâdet yapar, fakat câhil olduğundan ibâdeti emre uygun olarak yapamaz, dolayısıyle boşu boşuna yorulmuş, meşakkat ve zahmet çekmiş olur. Bir iş, ancak emrolunduğu şekilde yapılırsa, ibâdet olur. Bu da ancak ilimle bilinir. Peygamber efendimiz; "İlim öğrenmek, her kadın ve erkek müslümana farzdır." buyurdu. Bu, sâhibinin îmânını, tevhîdini, amelini sahîh kılan, mutlaka bilmesi lâzım olan ilim, ilm-i hal bilgisidir. İnsanı tevhîde ulaştırmayan her ilim bâtıldır. Bu sebeple, ibâdetlerin ancak ilimle doğru yapılabileceği anlaşılmaktadır.

İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeplerinden biri de, haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan; hırs, şehvet, hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. Kim yemede isrâf ederse, kalbi kararır. Kim Allahü teâlâdan gâfil olarak yerse, kalbine kasvet gelir. O zaman ömrü boyunca yaptıkları boşa gider."

Abdullah'ı İsfehânî hazretlerinin Mi'yâr-ül-Mürîdîn, Risâlet-ül-Mekkiyye, Nûr-ül-Akâid, Dıyâ-ül-Fevâid ve Sülûk-ül-Ülemâ gibi kıymetli eserleri vardır.

ELİNDE MİSVAKI VAR

Yemen âlimlerinden birisi şöyle anlatmıştır:

Bir sene hacca gitmiştim. Yola çıktığımda da, babam ağır hasta idi ve yatıyordu. Mekke-i mükerremeye ulaştım. Hac vazîfesini edâ ettim. Fakat devamlı babamın durumunu düşündüğüm için, gönlüm perişân bir vaziyette idi. Abdullah-ı İsfehânî hazretleri de orada idi. Durumumu ona anlattım. Babamın durumunu anlayıp bana bildirmesi için yalvardım. Başını önüne eğip bir müddet düşündü. Sonra; "Babanız o şiddetli hastalıktan kurtulmuş, sedirinin üzerinde oturuyor. Elinde misvâkı var. Etrâfına kitaplarını koymuş." buyurup, babamın şeklini ve şemâlini de tarif etti. Hâlbuki daha önce onu görmüş değildi.

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.111
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.458
3) Keşf-üz-Zünûn; s.893,1744
4) Îzâh-ul-Meknûn c.2, s.685
5) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.648
6) Sülûk-ül-Ulemâ (Süleymâniye Kütüphânesi, Şehid
Ali Paşa kısmında 1358/1 nolu kitap)
7) Nefehât-ül-Üns; s. 521
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.330