17 Mayıs 2011 Salı

KADİR GECESİ



Allah-ü Tealâ, Musa (A.S.) şöyle buyurmuştur
Allah-ü Tealâ, Musa (A.S.) şöyle buyurmuştur

Allah-ü Tealâ, Musa (A.S.) şöyle buyurmuştur:

Ey Musa! Ben Kadir Gecesi’nde Arş’ı taşıyan meleklere, o gece dua edenlerin duasına amin demeleri için, ibadet etmemelerini emrederim. O gece dua edenlerin duasına icabet ederim. Yarattığım her şey; O gece filden sivrisineğe kadar, denizlerde, karalarda, nehirlerde, ağaçlarda, çöllerde, dağlarda, havada, semavât ve arzda, Arş-ı Âlâ’ dan yeryüzüne kadar her şey Kadir Gecesini ihyaya çalışanlar için mağfiret taleb ederler.

Ey Musa! Ümmeti Muhammed’in ibadet için toplandığı hiçbir yere ben azâb ve ceza indirmem.

Ey Musa! Kıyamet günü bana yakın olmak istersen,

Kadir Gecesinde uyanık ol.

Ey Musa! Seninle meleklerime karşı iftihar etmemi istersen,

Kadir Gecesi’nde tesbih et

Ey Musa! Sana iyilik etmemi istersen,

Kadir Gecesi’nde anne ve babana iyilik ve merhamet et.

Ey Musa! Sana merhamet etmemi istersen,

Kadir Gecesi’nde zayıflara ve yoksullara merhamet et.

Ey Musa! Güneş, ay, yıldızlar ve bulutların senin için dua etmesini istersen,

Kadir Gecesi’nde güzel ahlâklı ol.

Ey Musa! Ölümünün kolay olmasını, kabrinin geniş olmasını istersen,

Kadir Gecesi’nde ilim öğren.

Ey Musa! Cehennemi ebediyen görmemek istersen,

Kadir Gecesi’nde istiğfar et.

Ey Musa! Selâmetle Cennet’e girmek istersen,

Kadir Gecesi’nde sadaka ver.

Ey Musa! Muhammed (A.S.)’ a arkadaş olmak istersen,

Kadir Gecesinde ona salât oku.

Ey Musa! Benim cemâlime bakmak istersen,

Kadir Gecesi’nde beni zikret.

Ey Musa! Açlık ve susuzluk gününde sana yiyecek vermemi istersen,

Kadir Gecesi’nde bir oruçluya iftar ettir.

Ey Musa! Kıyamet gününün korkularından seni korumamı istersen,

Kadir Gecesi’nde benim mescidlerimden birine yakın ol.

Ey Musa! Sırat üzerinden çakan şimşek gibi geçmek istersen,

Kadir Gecesi’nde hastaları ziyaret et, esirlere yardım et.

Ey Musa! Eğer mü’minler Kadir Gecesinde benim katımdaki ikramları bilmiş olsalardı;

sabaha kadar hem kendileri uyumazlar, hem de aile efradını uyutmazlardı.



YMUBÂREK GÜN - KADİR GECİSİ
MUBÂREK GÜN - KADİR GECİSİ

MUBÂREK GÜN – KADİR GECİSİ

Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tevbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır.

Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günü öğle namazı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan zamandır. Yalnız, Arefe ve üç kurban günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört gece, bu günleri takip eden gecelerdir.

Bu geceleri ihyâ etmeli, yâni kazâ namazları kılmalı, Kur’ân-ı kerîm okumalı, duâ, tevbe etmeli,Tesbih namazi kilmali, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevaplarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememek ve ibâdet etmekle olur.

Mübarek günler ve geceler, Cenâb-ı Hakkın bu ümmete ihsanıdır. Geçmiş ümmetlerin ömürleri uzundu. Beşyüz, binyıl yaşayan ümmetler vardı. Ömürleri uzun olduğu için elde ettikleri sevaplar da o oranda fazlaydı.

Peygamber Efendimiz, ümmetinin ömrü kısa olduğu için sevapları da az olacak diye üzülüyordu. Allahü teâlâ, mübarek gün ve geceleri ihsan buyurarak, bu gecelerde verdiği kat kat fazla sevaplarla diğer ümmetlerden daha çok sevap kazanmalarına imkan verdi.

Nitekim, Peygamberimiz geçmiş ümmetlerin işledikleri amelleri, aldıkları sevapları anlatırken, Eshab-ı kiram hayret edip, “Biz bu kısa ömrümüzle bu sevaplara nasıl kavuşubiliriz?” diye üzüldüler. Bu anda, Cebrâil aleyhisselâm geylerek:

Ya Resullallah! Sen ve Eshâbın geçmiş ümmetlerin bin ay ibadet edip, bu müddet içinde göz açıp kapayacak kadar Allahü teâlâya isyanda bulunmadıklarına hayret ettiniz. Allahü teâlâ sana bundan hayırlısını indirdi. Kadir suresinde beyan olunun faziletler, sen ve Eshabının hayret ettiğiniz şeylerden üstündür.

Ayet-i kerimede bildirilen “Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır” müjdesine Resulullah ve Eshabı çok sevindiler.

Müslümanların on mubarek gecesi vardır:

KADİR GECİSİ

Ramazan-ı şerîf ayı içinde bulunan bir gecedir. İmâm-ı Şâfi’î hazretleri onyedinci, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, yirmiyedinci gecesi olması çok vâkı’ olur dedi. Yirmi ile otuzuncu geceleri arasında arayınız denildi. Kur’ân-ı kerîmde medhedilen en kıymetli gecedir. Kur’ân-ı kerîm, Resûlullaha bu gece gelmeğe başladı.

Ayların içinde, Receb, Şa’ban ve Ramazan ayları diğerlerinden daha fazîletlidir. Bu ayların içinde de, bazı geceler ve günler, diğerlerine göre daha fazîletlidir. Receb ve Şa’bân ayındaki günler, geceler bellidir. Ramazan-ı şerîfin içinde gizlenmiş olan Kadir Gecesi ise, kesin olarak bildirilmemiştir. Ramazan-ı şerîfin başından sonuna kadar, herhangi bir gecede olabileceği, hadîs-i şerîflerle bildirilmiştir. Âlimlerimiz buyurdu ki:

Allahü teâlâ, beş şeyi beş şey içinde gizlemiştirRızâsını tâ’atta, gazabını günahlarda, kıymetli olan orta namazı beş vakit namaz içinde, evliyâsını insanlar içinde, Kadir Gecesini de Ramazan ayında gizlemiştir.

Bir kimse, Peygamber efendimize gelerek, Kadir Gecesi’nin ne zaman olduğunu suâl etti. Resûlullah efendimiz, cevaben buyurdu ki: “Ramazanın birinci gecesi idi, geçti.

Bir seferinde de hazret-i Âişe vâlidemiz Peygamber efendimizden Kadir Gecesi’nin ne zaman olduğunu suâl etti. O zaman da Resûlullah efendimiz buyurdu ki:”On üçüncü gece idi geçti.

Değişik zamanlarda Kadir Gecesi’nin vakti ile alâkalı sorulan suâllere, Peygamber efendimiz, değişik cevaplar vermiştir. İslâm âlimlerinden bazısı, hadîs-i şerîflerdeki bildirilen değişik zamanlar sebebi ile, Kadir Gecesi’ni, Ramazan-ı şerîfin başından i’tibâren aramak lâzım olduğunu bildirmişler ve bunun için de mümkün olduğu kadar her geceyi ihyâ etmeye çalışmalıdır, buyurmuşlardır. Kadir

Gecesi, çok kıymetli bir gecedir. Böyle kıymetli bir gecenin fazîletinden mahrûm kalmamak için, Ramazan-ı şerîfin her gecesini ibâdetle, tevbe etmekle, Kur’ân-ı kerîm okumakla ihyâ etmeye çalışmalıdır.

Kadir Gecesi’nin fazileti hakkında hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

Kabirde aydınlık istersen, Kadir Gecesi’nin karanlığında ibâdet eyle!

Kadir Gecesi’ni ihyâ edene, bir saatlik sevap olarak, yüz senelik ibâdet sevabı verilir.”

Allahü teâlâ: İzzet ve Celâlime yemin ederim ki, Kadir Gecesi’ni ihyâ edenin günahlarını bağışlarım. Kıyâmette suâl sormam. Onu Cehennem ateşinde yakmam.’ buyurdu.”

Mübârek ayların, gecelerin, günlerin kıymetini bilmeli, böyle zamanlarda, çok tevbe istigfâr etmeli, ağlamalı, affolunmak için yalvarmalıdır. Herkes kendi hâline göre bir miktar ibâdet etse, o geceyi ihyâ etmiş sayılır.

Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için hiçbir tâ’ati küçük görmemelidir. Gazabı, günahlar içinde saklı olduğu için, hiçbir günahı küçük görüp işlememelidir. Orta namazı kaçırmamak için beş vakit namazı vaktinde kılmalıdır. Evliyâsı insanlar arasında gizli olduğu için herkese iyi muâmele etmelidir.

Kadir gecesinin rastladığı geceleri ihyâ etmek de çok kıymetlidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kadir gecesine rastlamış bir geceyi ihyâ eden, Kadir gecesini ihyâ etmiş gibidir.”

Bu hadîs-i şerîfe göre, Ramazan-ı şerîfin yirmiyedinci gecesini, Kadir gecesine daha önce çok tesadüf etmiş olduğu için ihyâ eden büyük sevâba kavuşur.

Kadir gecesi hakkında İmam-ı a’zam, yirmi ilâ otuzuncu geceleri arasında aranması da bildirilmiştir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

Kadir gecesi Ramazanın 21, 23, 25, 27 29′uncu tek geceleri veya son gecesidir.”

Ramazan-ı şerîfin yirmiyedinci gecesini ihyâ edenin Cennete girmesine ben kefilim.”

Ramazan-ı şerîf ayının yirmi yedinci gecesini ihyâ edenin, amel defterine yirmiyedibin senelik ibâdet sevâbı yazılır. Cennette ona yirmiyedibin köşk yapılır. Her köşk, hatırdan hayâlden geçmediği şekildedir.

Kadir gecesinin alâmetleri hakkında hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “O gece ne soğuk, ne sıcak olur. Sabah güneş doğunca, sisli olmaz, tatlı ve hoş bir hava olur. Fırtına olmaz.”

Bazı âlimler, Kadir gecesinde köpek sesinin duyulmadığını, ertesi günü güneşin şuasız doğduğunu, Kadir gecesinin gününün de fazilette gecesi gibi olduğunu bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîte “Allahü teâlâ katında en sevgili gece, Kadir gecesidir.” Buyuruldu.

Bu gecede okunacak duâ

Peygamber efendimiz, Âişe vâlidemize, Kadir gecesinde şu duâyı okumasını bildirmiştir:

Allahümme inneke afüvvün tühıbbül afve fa’fu annî.

Bu gece çok kelime-i tevhid okumalıdır. Hadis-i şerifte;

Kadir gecesinde üç defa lâilâhe illallah diyenin, birincisinde bütün günahları affolur. İkincisinde Cehennemden kurtulur. Üçüncüsünde Cennete girer.” buyuruldu.

Kaynak : 365 Gün dua
..


MUBAREK KADİR GECENİZ KUTLU OLSUN

Başta degerli ziyaretçılerimizin ve bütün islam aleminin mubarek Kadir gecesini kutlar hayırlara vesile olmasını Hz.Allah’tan temenni ve niyaz ederiz.
MUBAREK KADİR GECENİZ KUTLU OLSUN
MUBAREK KADİR GECENİZ KUTLU OLSUN


KADİR GECESİ – VAAZ – Hüseyin Kumaş Hocaefendi.



 






Kadir Gecesi
Kadir Gecesi
Kur’ân’ın indirildiği gece: Kadir Gecesi 
1- “Muhakkak ki biz onu (Kur’ân’ı Levh-i mahfuz’dan dünya semâsına/Beytü’l-ma’mûr’a bütün olarak) Kadir Gecesi’inde indirdik. 
2- Kadir Gecesi’nin (o fazilet ve şerefini) sana bildiren nedir? 
3- Kadir Gecesi, (içinde Kadir Gecesi bulunmayan) bin aydan daha hayırlıdır. 
4- Onda melekler ve Ruh, Rableri’nin izniyle her bir iş için (yani, o seneden gelecek seneye kadar Allâh Teâlâ’nın hüküm ve kazâ buyurduğu her bir iş sebebiyle yeryüzüne) iner. 
5- O (gece) fecrin tulûuna kadar (yani tan yeri ağarıp sabah oluncaya kadar süren) bir selâmdır, selâmettir. (O vakte kadar melekler uğradıkları her mü’mine selâm verirler. Onların her türlü dert-sıkıntı, kusur-noksanlık vb. şeylerden uzak ve emin olmalarını; hayırlı son, halâs ve necata/kurtuluşa ermelerini dilerler. Yani o gece aynı selâmettir.) (1) 
* * *
Kur’ân-ı Kerim’de Kadir Gecesi’nin kıymeti/değeri bu İlâhi beyanlarla anlatılıyor. Cenâb-ı Hak, Ümmet-i Muhammed’e hâs, bir ömre bedel bir geceyle onları taltif ediyor, mükâfatlandırıyor.Kur’ân’ın Kadir Gecesi’nde indirildiğini bildirerek bu gecenin değerini, itibarını ve faziletini/üstünlüğünü anlatması da yine onun kıymet ve şerefini açıklamaktadır. 
Şâir bunu anlatırken, 
“Azîzim bin aya değer 

Hilâlin bin aya değer 

Yıl var ki, bir güne değmez 

Leyl var ki bin aya değer” 
diyor. 
Hasılı, zamanın katlanarak değer kazandığı mübârek Kadir Gecesi ve onun gibi İlâhi rahmetin coşup zirveye ulaştığı gün ve geceleri, değerli zaman dilimlerini onlardaki esrarı anlatmak istiyor. 
Bir tek gece… Ama bin aydan daha hayırlı, daha bereketli… Bir ömre bedel… 
Kadir Gecesi hakkında bin aydan hayırlıdır denilmesi, bin ayın onun hayrının ölçüsünü vermesi için değil, hayrının çok fazla olduğunu göstermek içindir. Çünkü “daha hayırlı” olunca, onun hayrının bin ayla beraber daha’sının, yani fazlalığının da olduğu açıktır. 
İşte bu fazlalığın miktarını ancak Allah Teala bilir. Bununla beraber “bin ay” denmesi hususunda bazı rivayetler de vardır. Müslümanların, eski İsrail Oğulları’ndan bir mücahidin bin ay cihad etmesine, ya da dört kişinin seksen yıl (yaklaşık bin ay) durmadan ibadet etmelerine gıpta etmeleri… Veya Rasûlüllah Efendimizin kendi ümmetinin ömürlerini kısa görüp, bu kısa ömürde yeterli ahiret azığı hazırlayamayacaklarından endişe etmesi, “bin ay” denmesinin sebebidir. 
Böylece Allah Tealakulu, Rasûlü-Habibi Efendimizi (s.a.v.) ve onun ümmetini mükafatlandırmıştır denir. (2)
Hallâc-ı Mansur hazretleri, “saymak, sıralamaktır” diyor. Kadir Gecesi’nin faziletini bin ayla sınırlamak da öyledir. Zira Cenâb-ı Hak“bin aydan daha hayırlı”dır buyuruyor ki, bu fazlalığın miktarını da ancak Zâtı bilir. 
Evet, madem Kadir Gecesi Cenâb-ı Hak tarafından bizim için bir ilâhi ihsandır, ikramdır, lutuftur; o halde biz de, bizim için olan bu gecenin kıymetini bilmeli ve ona göre ihya etmeye gayret göstermeliyiz. 
İki Cihan Serveri Efendimiz (s.a.v.), “Kim Kadir Gecesi’nde (sevabına) inanarak, ihlâs ile kâim olursa, (o geceyi ibâdetle ihyâ ederse), geçmiş günahları bağışlanır”(3) buyuruyor.
Demek ki bu geceyi değerlendirmenin birinci şartı “kâim olmak”, yani gafletle geçirmemektir.Resûlüllah Efendimiz Ramazan ayını ve hususiyle son on gününü diğer gün ve gecelerden daha farklı bir şekilde ihyâ eder, âile efrâdını da kaldırır, ibâdet hususunda daha çok gayret gösterirlerdi. 
Kadir Gecesi’nin Ramazan ayında, bilhassa son on gününde saklı oluşunun bir hikmeti; insanların, ona güvenip diğer zamanlarda isyâna dalmamaları için… Bir diğer hikmeti de, yine buna bağlı olarak, Kadir Gecesi’ne tesadüf etme ümidiyle bütün bir Ramazan ayını ihyâ etmelerini istemek olabilir.
Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) bir başka hadîs-i şeriflerinde, “Kadir Gecesi yatsı namazında cemaatte hazır bulunan, ondan nasîbini almıştır” (4) buyurur. 
Kadir Gecesi’nin gündüzünde de gecesi gibi ibâdet ve tâatten uzak kalınmamalı… Zira mâlumdur ki, yeryüzünde bir yerde gece olurken, diğer bir yerde gündüz olmaktadır. Böylece her iklimde bulunan, kendi gecesini ihyâ etmek suretiyle aynı hayır ve selâmetten istifade etmektedir. 
Mü’minlerin annesi Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatıyor: 
“— Dedim ki: Yâ Resûlüllah, Kadir Gecesi’ni bilirsem onda ne şekilde duâ edeyim?Buyurdu ki, şöyle söyle (duâ et): 
“— Allâhümme inneke afüvvün kerîmün tühibbul afve fa’fü annî: Allah’ım! Şüphesiz ki sen çok afvedicisin, affı seversin; o halde beni de affet.” (5)



Kadir Gecesi’nde kılınacak olan nâfile namazın ardından okunacak olan tekbir, İnşirah ve Kadr surelerinden sonra da 100 defa bu duâ okunacaktır. 
Rabbimiz cümlemize ve bilcümle Ümmet-i Muhammed’e, bu geceye erişip ihyâ ederek; rahmet-mağfiret ve feyzinden â’zamî derecede istifâde-istifaza edebilmeyi nasip ve müyesser eylesin. 



***
KADİR GECESİ’NDE NE YAPILIR? 
Öncelikle aşağıda târif edeceğimiz ibâdetleri yerine getirmeliyiz. 
Sonra da; zekâtların, fitrelerin tam olarak verilip verilmediğini kontrol etmeli; varsa noksanlarımız, bayramdan önce, verilmesi gereken yerlere mutlaka ulaştırmalıyız
Çünkü bu ayda yapılan bedenî-mâlî bütün farz ibâdetlere, diğer aylardakilerin yetmiş katı sevap veriliyor. Yine bu ayda edâ edilen nâfile ibâdetlere, verilen hayır ve hasenâta da diğer aylarda îfa olunan farzların karşılığı olan ecir/mükâfat veriliyor
***
KADİR GECESİ NAMAZI 
Bu gece dört rek’at Kadir Gecesi namazı kılınır: 
- 1’inci rek’atte: 1 Fâtiha, 3 İnnâenzelnâhü…, 
- 2’nci rek’atte: 1 Fâtiha, 3 İhlâs-ı şerif, 
- 3’üncü rek’atte: 1 Fâtina, 3 İnnâenzelnâhü…, 
- 4’üncü rek’atte: 1 Fâtiha, 3 İhlâs-ı şerif okunur. 
Namazdan sonra; 
- 1 defa tebir: “Allâhü ekber Allâhü ekber. Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber. Allâhü ekber ve lillâhi’l-hamd.” 
- 100 Elem neşrah leke…, 
- 100 İnnâenzelnâhü…, 
- 100 defa da Resûlüllah Efendimiz’in Hz. Âişe vâlidemize öğrettiği “Allâhümme inneke afüvvün kerîmün tühıbbü’l-afve fâ’füannî” duâsı okunup, ondan sonra duâ edilir. 
Mümkünse, kandil gecesi olması hasebiyle bir de tesbih namazı kılmalıdır. (6) 

***
Son söz olarak, bu fırsatları kaçırmamaya gayret edelim, diyor ve; 
Tüm üye ve okurlarımızın, topyekün İslâm âleminin “bin aydan daha hayırlı olan Kadir Geceleri”ni şimdiden tebrik ile sağlık ve âfiyetlerle dolu daha nicelerine de kavuşmamızı Rabbimizden niyâz ediyorum. 
DİPNOTLAR

(1) Kadr suresi, 97/1-5.

(2) Bu rivayetler için bkz. Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 9, 5972.

(3) Buhârî, Sahih, Kadr, 1.

(4) Kurtubi, Tefsir, 20, 131.

(5) İmam Ahmed, Müsned, 6, 182.

(6) Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat, İstanbul, 1983, s. 43.


Şemûnel-Gâzi aleyhisselâm ve Kadir Gecesi
Şem'ûne'l-Gâzi aleyhisselâm ve Kadir Gecesi
Şem’ûne’l-Gâzi aleyhisselâm ve Kadir Gecesi  



Şem’ûne’l-Gâzi hazretlerinin doğum ve vefat tarihleri hakkında kayıtlarda kesin bir bilgi yoktur.Hz. İsa’dan (a.s.) sonra dünyaya geldiği, ancak hangi asırda geldiği belli değildir. III. asırda IV. asırda yaşamış olabilir. 
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), ashabına bir gün, İsrâiloğulları’ndan bir kişiyi anlatmıştı. Bu zât (ki o Şem’ûne’l-Gâzî’dir)bin ay Allah yolunda silâh kuşanarak cihâd etmiş, gecelerini de ibadetle geçirmişti. Müslümanlar hayretler içinde kalarak ona gıpta ettiler/imrendiler… ‘Keşke bizim ömrümüz de onunki gibi uzun olsaydı da, biz de din uğruna Allah için cihad etseydik’ dediler. Bunun üzerine Allah Tealâ, Ümmet-i Muhammed’e olan lûtuf ve merhametini beyan etmek üzere Kadir Sûresi’ni inzal edip;‘(Size Kur’an’ın indirildiği) Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır’ buyurdu. (Bkz. el-Vâhidî, Kitabu’l-Megazî, s. 486)



*** 
Bir başka kaynakta ise, şöyle denilmektedir: 
Rum beldelerinden bir beldede ismine Şem’ûn bin Mesih denilen bir zat vardı. Bu zat, İncilehlindendi. Annesi onu Allah yolunda hizmet etmesi için nezretmişti. Kavmi putlara tapıyordu.Şem’ûn’un evi şehrinden uzak bir yerdeydi. 
Şem’ûn, Allah Teala’yı inkâr eden, putlara tapan sapık kavmi ile cihad edip onları Allah’a imana çağırıyordu… Tek başına yaptığı mücadelelerde-savaşlarda çok ganimet elde ediyordu… Savaşırken susadığı zaman Allah onun için bir taştan gayet leziz bir su akıtırdı. Bu su, o içip kanasıya kadar akardı… Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti. 
Ana hatlarıyla vasıflarından/özelliklerinden söz ettiğimiz bu mübarek zatın Erciyes‘in batısında bulunan ve bugün adı “Evliya Dağı” diye anılan bir dağda yaşadığı rivayeti yaygındı… Çevre halkının arasındaki adı, “Şem’ûn el-Gâzi”dir. Hatta XII. Asırda Anadolu’ya gelen Selçuklularonun mezarının üzerine güzel bir türbe yaptırmışlardır. 
Çevreden derlenen hayat hikâyesindeki benzerlik, peygamberler tarihinde zikredilenlerle aynıdır. 
***
Hikâye şöyledir: 
Şem’ûn el-Gâzi, benzeri görülmemiş bir kahraman-yiğit olup kendisini hangi bağ ile bağlasalar o bağı kırıp kurtulurdu. 
İman etmeyenlere karşı Allah yolunda cihad ederdi. İnanmayanlar onun karşısında aciz ve çaresiz kalmışlardı. Bu halden kurtulmak için bir hile ile çare arıyorlardı…



Yaşadıkları beldenin hâkimi, Şem’ûn’un hanımına haber gönderip, 
- “Eğer kocanı öldürmede bize yardımcı olursan, seni kendime alıp istediğin her şeye kavuştururum.” dedi. 
Kadın buna aldandı ve, 
- “Size nasıl yardımcı olurum?” diye sordu. O da, 
- “Gece uyurken onu iple iyice bağla ve bize haber ver” dedi. 
Kadın bu teklifi kabul etti. Bir gece Şem’ûn uyurken onu sağlam bir iple sıkıca bağladı. Şem’ûnsabahleyin uyanıp kendisinin bağlandığını görünce, hanıma bunu niye yaptığını sordu. O da, 
- “Senin çok kuvvetli olduğunu, seni bağlayan her ipi koparacağını söylerdin… Kuvvetini denemek için yaptım bunu” dedi. 
Şem’ûn ses çıkarmadı… Gerildi ve bütün ipleri kırdı. 
Kadın yaptığı işte başarısız kaldığını şehrin hâkimine bildirdi. 
Onlar bu defa zincir gönderdiler. Onunla bağlamasını tembihlediler… 
Kadın Şem’ûn’u bu defa zincirle bağladı… Şem’ûn uyanınca bu defa zincirleri bir hamlede dağıttı. 
Karısına bunu niçin yaptığını sorunca,”Şem’ûn neyle bağlanırsa bağlansın hepsini kırar diye duymuştum. Onun için denedim” dedi. 
Şem’ûn, 
- “Doğrudur” diye cevap verdi ve ilave etti: “Ben ancak kendi saçımın teliyle bağlanırsam onu kıramam” dedi. 
Kadın bunu öğrenince, bir gece de onun ellerini ve ayaklarını saçından aldığı kıllarla bağladı. 
Sabahleyin uyanınca, Şem’ûn bunları kıramadı… 
Kadın durumu şehrin hâkimine bildirdi… Askerleri gelip onu şehrin hâkiminin huzuruna götürdüler… 
Şehrin Kralı, dört sütun üzerine inşa edilmiş bir köşkte oturuyordu. 
Halkı sarayının önüne topladı… 
Şem’ûn aleyhisselâmın asılması için darağacı kurdurdu… Orada asılmasını emretti. 
Askerler onu, elleri kendi saçının kıllarıyla bağlı olarak darağacının önüne getirdiler… 
Büyük bir kalabalık taş kesilmiş bu ezeli düşmanlarının asılacağını sabırsızlıkla bekliyorlardı… 
Şem’ûn aleyhisselâm, yağlı ip boğazına geçirilmeden, darağacına baktı ve hafif tebessüm ederek, gözlerini yumup, sessiz bir şekilde Allah Telala’ya şu duada bulundu: 
“Ya Rabbi! Dünyada yaşamayı, senin yolunda kâfirler ile cihad etmek için isterim. Eğer bu isteğim kalpten ve samimi ise, duamı kabul buyur ve beni kurtar. Senin yolunda cengime-cihadıma devam edeyim. Değilse zaten sana geliyorum bundan sürûr ve mutluluk duyarım.” 



Şem’ûn aleyhisselâmın bu duasından sonra bir melek geldi,ellerini ve ayaklarını çözdü… 
Bunun üzerine Şem’ûn aleyhisselâm şehrin hâkiminin sarayını avuçladığı gibi kendisinin asılmasını seyre gelen halkın üzerine savurdu… Böylece hem azılı düşmanı Kral hem de halkı ortadan kaldırdı… 
Evine dönünce de kendisine ihanet eden kadını cezalandırdı… 
Bundan sonra da yine gazalarına devam etti… 
Vadesi gelince de her fani gibi vefat etti. 
Ona inananlar bu defa, onu götürüp Erciyes’in zirvesine yakın bir yerde toprağa verdiler. Bu küçük tepede kendisinin zaten kuyusu vardı. Bugün halk tarafından, “Evliya Dağı” diye adlandırılan bu yerde, pâk ecdadımız Selçukluların, kabri üzerine yaptırdığı güzel bir türbenin altınde yapmaktadır. 
Kabrinin boyu 4 metredir… 
Başucunda ise iki çocuğuna ait mezarlar vardır. 
(Aleyhi ve aleyhimüsselâmu ve alâ Nebiyyinâ hâssah)


Kadir Gecesi’ni düşünürken…
Hemen her mübârek gün ve gecelerde aynı şeyleri düşünür, değişmeyen hakikatleri hatırlarız. Mü’min için bu vaziyet hiç değişmez; hakikat hep aynı hakikattir.
Dilerseniz, bu mübârek gece için düşünüp hatırladıklarımıza bir göz atalım…
Bildiğimiz gibi Ehl-i Sünnet inancına göre, “Hayrı da şerri de yaratan Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes hazretleridir. Ancak onun, şerre rızâsı yoktur.” Yani Cenâb-ı Hak, yarattığıkullarının cennete gitmesini, Cemâl-i İlahi ile şereflenmelerini istiyor, cehenneme müstehak duruma düşüp azap çekmelerine ise rızâsı yok.
Bunun için de cennete gidebilme vesilelerini çoğaltmış, cehenneme gitme sebeplerini ise azaltmıştır. Nitekim şu âyet-i celîle bunun açık delillerinden biridir:
“Kim (huzûr-i İlâhîye) bir iyilikle gelirse, ona getirdiğinin on katı (ecir) vardır. Kim de bir kötülükle gelirse o, sadece onun misliyle cezâlandırılır. Onlar (yani iyilik edenler de fenalık yapanlar da) haksızlığa uğratılmazlar. (Sevapları eksik verilmediği gibi, azapları da artırılarak zulme uğratılmazlar.) (1)
Evet, bir kötülüğe bir günah; ama bir iyiliğe/bir hayra bir sevap değil, on sevaptan başlayan bir yükseliş!.. Çünkü Rabbimiz kullarının, gadabına/öfkesine mâruz kalıp cehenneme girmelerini değil, rızâsına muvâfık/uygun amel ve ibadetlerde bulunup cennet ve Cemâl-i İlâhîsi ile müşerref olmalarını istiyor…
Bunun içindir ki, bütün gün ve geceleri kendisi yarattığı halde bazılarına birtakım farklılıklar, üstünlükler vermiş… Yapılan iyiliklerin, işlenen amellerin sevâbını daha da yükselterek yetmişe, yedi yüze, kandil gecelerinde daha fazlaya çıkartmış… Özellikle Kadir Gecesi’nde ise, rakamların ifade edemeyeceği kadar zirveye tırmandırmıştır. Hatta Kadir Gecesi’ne öylesine kudsî bir ulviyet lutfetmiş ki; bu geceyi ihyâ ile bin aylık nâfile ibâdet sevâbından daha fazla kazanmayı bile mümkün kılmıştır.
Niçin?
Çünkü Rabbimiz kullarının cennete gitmelerini istiyor, cehennemlik olmalarına rızâsı yok. Bunun için de bahaneler halk ediyor, sebepler-vesileler ihdâs ediyor; günahların cezâsını bir yazdırıyor, iyiliklerin sevaplarını ise on’dan başlatıyor… Yedi yüze, yedi bine, yetmiş bine, yedi yüz bine, milyonlara kadar çoğaltıyor… Hatta Kur’ân-ı Kerim’de, “… Sabredenlere ecirleri-mükâfatları hesapsız verilecektir”(2) buyuruluyor.
Hadis-i şeriflerde ise orucun insanı, ruhi terbiye vasıtası olan en mühim hasletlerden sabra alıştıracağı belirtilir. Bunlardan birinde Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:“Temizlik îmânın yarısı, oruç da sabrın yarısıdır”(3) Kadir Gecesi de, oruç ayı olanRamazan-ı şerif içerisdedir malum…
***
“SEN HİÇ KADİR GECESİ’Nİ YAŞAMADIN MI?”
İrşad ve mev’izaya dair bazı eserlerde şöyle anlatılır:
Bir kul “kabir azâbı” çekerse, mezarlıktaki arkadaşları ona sorarmış:
“Sen hiç Ramazan ayına ulaşmadın mı, Kadir Gecesi’ni yaşamadın mı?
Şayet, “Yaşadım” derse, hayret ederlermiş… Nasıl olup da kendini affettiremedin; sel gibi akan, çağlayanlar gibi coşan sevaplarla amel defterini dolduramadın da kabir azâbına mâruz kaldın? diye…
Mezardakilerin bu hayreti de, Kadir Gecesi’nin kadrini/kıymetini anlamamız bakımından oldukça mânidar değil midir?
***
Velhâsıl, bu mübârek ay, gün ve gecelerde kabını dolduran doldurmakta, dolduramayan da lâyık olduğu kötü âkıbeti beklemektedir. Rahmet-i İlâhî sağanak yağmurlar gibi yağmakta, mağfiret-i İlâhî bembeyaz karlar gibi üzerimize inmektedir. Kaçanlar elbette istifade edemeyecek; letâifini-gönüllerini açanlar ise, mutlaka bu İlâhî feyzden mahrum kalmayacak, umduklarına nâil, korktuklarından emin olacaktır.
İşte bu noktada önemli olan hususulardan biri de; insanın kendini kontrol etmesi, kimlerin arasında ve yanında olduğuna dikkat etmesidir… İlâhî rahmetten kaçan bedbahtların/manevi felakete uğramış kimselerin mi, yoksa kalbini-gönlünü açıp nûr-i İlahi, feyz-i Muhammedî ile alâkadar olan bahtiyarların mı?
***
Rabbimiz bizleri rahmet-mağfiret-feyz ve bereketinin yağmurlar, karlar gibi yağdırmakta olduğu Kadir Gecesi’nden a‘zamî derecede istifade ve istifaza edebilen seçkin kulları zümresine ilhak buyursun.
***
KADİR GECESİNİ GÖZETMEK
Kadir Gecesi’nin, Ramazân-ı Şerif’in 20’sinden sonraki tek gecelerinde aranmasına dair müteaddit hadîs-i şerifler vârid olmuştur.
Birinden itibaren tek gecelerde aranmasını tavsiye eden büyükler de vardır. İmâm-ı Şâ’rânîhazretleri Kadir Gecesi’nin kaçıncı gece olduğunu, Ramazân-ı Şerif’in giriş günlerine göre şöyle tesbit etmiştir:
- Pazar günü girerse, 28’i 29’a bağlayan gece.
- Pazartesi günü girerse, 20’yi 21’e bağlayan gece.
- Salı günü girerse, 26’yı 27’ye bağlayan gece.
- Çarşamba günü girerse, 18’i 19’a bağlayan gece.

- Perşembe günü girerse, 24’ü 25’e bağlayan gece.
- Cuma günü girerse, 16’yı 17’ye bağlayan gece.

- Cumartesi günü girerse, 22’yi 23’e bağlayan gece.
İmâm-ı Şâ’rânî hazretleri 30 sene Kadir Gecesi’yle bu târife göre müşerref olmuşlardır. Birçok ehlüllah bu usûlle Kadir Gecesi’ni bulmuşlardır.
Malumunuz, Kadir Gecesi’nin bu ay içerisinde hangi gece olduğunun gizlenmesi, mü’minlerin her geceyi Kadir Gecesi bilip, her gece çokça ibâdet etmeleri için ve diğer bazı sebeplerden dolayıdır.
***
Netice olarak şunu ifade edebiliriz;
Ramazan-ı Şerif hangi gün girerse girsin, bu hesaba göre Kadir Gecesicumartesiyi pazara bağlayan geceye isabet etmektedir. Ramazan-ı Şerif’in ikinci yarısında ise, iki adet cumartesi vardır. Bunlardan gecesi tek sayıya isabet eden, Kadir Gecesi’dir.
DikkatBu sene (H. 1430 / M. 2009) Ramazan-ı şerif Cuma günü girmiş olduğuna göre, yukardaki hesabe göre gerçek Kadir Gecesi 5 Eylül Cumartesi gününü 6 Eylül Pazar’a bağlayan gece yani 17′inci geceye isabet etmektedir. Bu usulden haberdar olan mü’minler, mutlaka o geceyi de ihya etmelidirler.
Ayrıca şunu da hatırdan uzak tutmamak gere;
Ümmet-i Muhammed bir bütün olarak 27′nci geceyi Kadir Gecesi olarak ihya ettikleri için, Cenab-ı Hak, asıl Kadir Gecesi‘ndeki bütün esrar ve tecelliyatını bu gecede de ihsan ediyor. O bakımdan mü’minler, 21′inci geceyi ihya etmiş bile olsalar, 27′nci geceyi de aynu şuur ve uyanıklılıkla ihya etmelidir, boş geçirmemelidirler.

***
KADİR GECESİ’NİN ALÂMETLERİ
- Kadir Gecesi’nde hava berrak ve güzel olur.
- O gece her şey Allah’a secde eder.
- Denizlerin suyu bir an için tatlılaşır.
- Mü’minler afv-ı ilâhi ve mağfiret-i sübhânîye mazhar olurlar. (4)
DİPNOTLAR(1) En‘âm suresi, 160.

(2) Zümer suresi, 10.

(3) İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4, 260.

(4) Dua ve İbadetler, Fazilet Neşriyat, İstanbul, 1983, s. 41.










Kadir Gecesinde Ne Yapılır?




Bu gece 4 rek’at Kadir gecesi namazı kılınır:
1′inci rekatte: 1 Fâtiha-i şerîfe, 3 „İnnâ enzelnâhü fî leyletil-kadr…“


2′nci rek’atte: 1 Fâtiha-i şerîfe, 3 İhlâs-ı şerîf,


3′üncü rekatte: 1 Fâtiha-i şerîfe, 3 „İnnâ enzelnâhü fî leyletil-kadr…“


4′üncü rek’atte: 1 Fâtiha-i şerîfe, 3 İhlâs-ı şerîf, okunur.


Namazdan sonra:
1 defa:


اَللهُ اَكْبَرُ اَللهُ اَكْبَرُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ واللهُ اَكْبَرُ اَللهُ اَكْبَرُ وَِللهِ الْحَمْدُ
 „Allâhü ekber. Allâhü ekber. Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber. Allâhü ekber. Ve lillâhil-hamd“




100 „Elem neşrah leke sadrak…“

100 „İnnâ enzelnâhü fî leyletil-kadr…“
100 defa da Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in Hazret-i Âişe (r.a.) Vâlidemiz’e öğrettiği şu duâ okunup, sonra duâ yapılır:
اَللَّهُمَّ اِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنِّى
„Allâhümme inneke afüvvün kerîmün tühibbül-afve fa’fü annî“
Mümkünse kandil gecesi olması hasebiyle bir de tesbih namazı kılınır.

Ölüm Büyük Bir Belâ Ve Öğüttür

 

Ve (iyi) bil ki ölüm, en büyük musîbet ve en büyük belâdır.

Ölümden daha büyük olan belâ ve musîbet ise, ölümden habersiz ve gaflet içinde olmak, ölümü anmaktan yüzçevirmek ve ölüm üzerine az tefekkür etmek ve ölüm için ameli terketmektir.

Sadece ölüm bile, ibret alacaklar için, ibretler ve tefekkür edecek olanlar için büyük bir düşünme kaynağıdır.

Vaiz olarak ölüm yeter,” denildiği gibi. Kim ölümü hakîkî olarak zikrederse, dünya arzularından el ve etek çeker. Kişiyi gelecekte ölümü temenni etmekten alıkoyar. İnsanı dünyada olan bütün şeylerde zâhid kılar. Lakin gafil olan kalbler ise, hep vaizlerin uzun uzadıya anlatmalarına süslü kelimelerle meseleyi aktarmalarına muhtaçtırlar. Yoksa, Allahü Teâlâ Hazretleri’nin: Her canlı ölümü tadacaktır.[1] Âyeti kerimesiyle Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin;

Lezzetleri yok edeni çokça zikredin, yani ölümü anın[2] hadîs-i şerifleri bir kişinin gaflet uykusundan uyanmaları için yeterli olurdu. Bu âyeti kerime ve hadîs-i şerifleri dinleyen kişi, onlara bakar, kendine çekidüzen verir ve onunla meşgul olurdu. Akıllı kişiye gereken şey, zoraki ölüm gelip çatmadan önce kendi isteğiyle ölümden sonrası için çalışması ve nefsini ahlâkın rezalet ve sefaletinden kurtarması gerekir.

Sadî (k.s.) buyurdu:

Ey kardeşi Âkibet topraktır.

Önü toprak olan şeylerin, iyi bilki sonu da topraktır.

Allahim bizlere yolu kolaylaştır. [3]

Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri

HARAM YİYENİN İBADETİ KABUL OLMAZ.



Peygamber Efendimiz ( s.a.v.) ‘’ Kıyamet günü, Tihame dagları kadar sevapları olan topluluklar gelecek.Onlar Allah’ın huzuruna getirildiginde, Allahü Teala onların sevaplarını heder edecek ve onları cehenneme atacaktır.’’ Buyurdu.

Ebu Huzeyfe’nin ( r.a.) azatlı kölesi Salim ( r.a.): ‘ Anam babam sana feda olsun, ya rasülallah! Bu toplulukların kim oldugunu bize bildir, bizde bilelim. Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben onlardan olmaktan korkuyorum,’ dedi.

Rasülullah (s.a.v.): ‘ Ey Salim! Onlar namaz kılarlar ve oruç tutarlardı. Ancak kendilerine haramdan bir şey verildigi zaman hemen atılıp onu alırlardı.Bundan dolayı Allah onların amellerini kabul etmedi,’ buyurdu.

Hadisler:

‘’Büyüklarimize hürmet göstermeyen,Küçüklerimize merhamet etmeyen bizden degildir.’’

( Hadis-i Şerif , Müsned-i Ahmed b. Hanbel.)

‘’ Haramdan beslenen her vücuda cehennem layıktır.’’

( Hadis-i Şerif ,Tabarani el-Mu’cemü’l Kebir )

‘’Bir müslümanın başka bir müslümanı ( şaka bile olsa ) korkutması helal olmaz.’’

( Hadis-i Şerif , Sünen-i Ebu Davud )

Kaynak : Fazilet takvimi – 14.mart.2010

BEYTÜLMÂLE RİAYET



Lügat itibariyle mal evi, hazine manasına gelen beytülmal; ilk zamanlar sanki mücerred bir mefhum idi. Elde edilen ganimetler hiç bekletilmeden ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı. Hz. Ömer (r.a) devrinde ise gelir kaynakları artarak Medine-i Münevvere’ye pek çok mal gelmeye başladığından, toplanan malların muhafazası için hazine tesis edilerek buna “Beytülmal” adı verildi.

Allah ve Rasulü’nün her emir ve tavsiyelerine harfiyen uymakta olan Ashab-ı Kiram, Beytülmal hususunda da kıyamete kadar gelecek Müslümanlar için, numune-i imtisal olacak hassasiyet ve itina göstermişlerdir. 
1- Sıddık-ı Ekber (r.a) ölüm döşeğinde, beytülmalden maaş almak istemediğini,

Müslümanların hazinesini genişletmeyi çok arzu ettiğini ve o zamana kadar hazineden aldığı toplam miktar karşılığında, filan yerdeki tarlasının hazineye verilmesini, kendisine tahsis edilen köle, deve ve elbisenin de vefat ettiği zaman Hz. Ömer’e teslim edilmesini vasiyet etmiş ve bu vasiyeti yerine getirilmişti. (Ayni 5/419) 
2- Abdurrahman bin Avf hazretleri, Hz. Ömer halife iken ziyarete gelmişti. Selam

verip oturdu. Hz. Ömer (r.a) kendisiyle hiç meşgul olmuyor, hatta selamını bile almıyordu. Hayretle neticeyi beklerken, Hz. Ömer işini bitirince, Beytülmal’e ait olan mumu söndürüp, kendi şahsına ait olan mumu yaktıktan sonra “Ve aleykümüs-selam” deyip selamını aldı. 
3- Hz. Ömer (r.a), bir yere Vali tayin ederken, onlara şahitler huzurunda, ince

elbiseler giymeyeceklerine, has undan yapılmış ekmek yemeyeceklerine, halkın ihtiyaç ve şikayetlerine kapılarını kapatmayacaklarına ve muhafız edinmeyeceklerine dair yemin ettirirdi. (Ebu Yusuf, Kitabü’l-Harac s.125-126) 
4- Hz. Ali (r.a), Rey valisi Yezid bin Huceyye’yi hesabın 30 bin dirhem eksik

çıkması üzerine muhakeme edip hapsetmiş.

PEYGAMBER EFENDİMİZ ŞÖYLE BUYURMUŞLARDI: “Bizim kendisine vazife verdiğimiz bir kimse zekat olarak aldığı küçük bir iğneyi bile bizden gizlerse o (yaptığı şey) bir hıyanet ve bir hırsızlıktır.” (Ebu Yusuf, Kitabü’l-Harac s.121)

Rasulüllah Efendimiz (sav), İbnü’l-Lütbiyye ismindeki zekat memuruna hediye aldığı için çok kızmış ve halka hitaben “Ne oluyor da bizim göndermiş olduğumuz bir memur, dönüp geliyor ve; bu size aittir ve şu ise bana hediye olarak verilmiştir, diyebiliyor. O, anasının veya babasının evinde oturup kalsaydı da, görseydi bakalım kendisine herhangi bir hediye gelecek miydi! ” (Buhari, Ahkam 24) diyerek bu nevi hediyelerin meşru olmayacağını haber vermiştir.
BEYTÜLMÂL VE KUL HAKKI CEHENNEME GİRMEYE SEBEPTİR. 
Kişi beytülmaldeki bir iğneden dahi hesaba çekileceğini unutmadan, kullanmak ve istifade etmek için kendisine tahsis edilen varlıkları, gözü gibi muhafaza ederek, kendi malından daha fazla hassasiyet ve i’tina göstermelidir. (12/13.11.2003 Fazilet Takvimi)
KOPUK YULARIN HESABI
Hz. Ömer’in vefatından bir sene sonra oğlu Abdullah (r.a) babasını rüyasında görmüş ve mescide gelerek gördüğü rüyayı anlatmıştı. 
“Dün akşam babamı –ölümünden ancak bir sene sonra- rüyamda görebildim. Halbuki babamı rüyamda görebilmek için her akşam dua ediyordum. Ancak dün akşam müyesser oldu. Babamın rengi değişik bir haldeydi. “Sevgili babacığım! Mübarek yüzünün rengi neden böyle oldu?” diye sordum. Babam da “Oğlum, yeni kurtuldum; Şimdiye kadar hesaplarla meşgul idim. Çünkü hesapların biri bitiyor, diğeri başlıyordu. Nihayet hesap, sadaka develerinin bir yularına gelmişti. O eskimiş yular bir çok yerinden bağlanmış, artık deveye bağlanacak hali kalmadığından atmıştım.

 HZ. ALLAH “O YULARI NEDEN ATTIN, MÜSLÜMANLARIN MALLARINI HEDER ETTİN.” diye sordu, dedi. 

Peygamberimizin Kendisine Haram Olanlar

 

Peygamberimizin Kendisine Haram Olanlar
Peygamberimizin Kendisine Haram Olanlar

Peygamberimizin Kendisine Haram Olanlar

Bunun hikmeti de şöyle açıklanmıştır: “Peygamberimiz’e has olmak üzere bazı şeylerin haram kılınmış olması, hiç şüphesiz O’nun şeref ve keremini artırmak, O’nu, küçük düşürücü bazı şeylerden korumak ve ahlakın en güzellerine yöneltmektir. Aynı zamanda, haram olan bir şeyin terkedilmesindeki sevab, şüphesiz mekruh olan bir şeyin terkedilmesindeki sevaptan daha büyüktür.” [35]

Peygamberimize zekat ve sadakaların haram kılınması

Evet, Peygamber’in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, O’na ve O’nun ev halkına, kendisinin ve ailesinin kölelerine, âzadlılarma, zekâd ve sadaka almanın haram kılınmış olmasıdır. Bu hususta Müslim, Muttalib bin Rabia’dan rivayetle, Peygamber’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirmektedir:

Bu, sadakalar, insanların mallarının kirleridir. Muhammed’e ve O’nun âline helâl değildir!

îbni Sa’d'ın Ebû Hüreyre, Aişe ve Abdullah bin Büsr’den naklettiği rivayete göre, “Peygamber Efendimiz hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmezdi.”

(Yine îbni Sa’d, Hasan’dan rivayetle, Peygamber’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Yüce Allah, bana ve benim ev halkıma sadakayı haram kılmıştır!“)

îmam-ı Ahmed de Ebû Hüreyre’nin şöyle söylediğini nakleder: “Peygamber (s.a.v.), dışarıdan yemek getirildiği zaman, onun hediye olup olmadığım sorardı. Eğer hediye olduğu söylenirse, o yemekten yerdi. Eğer, sadaka olduğu söylenecek olursa, ondan yemezdi.

Taberâni’nin îbni Abbas’tan olan rivayeti de şöyledir: “Peygamber (s.a.v.), Erkam el-Zühri’yi, zekat toplamak üzere görevlendirdi. O da yanında Peygamberimiz’in âzadlısı Ebû Râfî’i götürmek istedi. Ebû Rafı’ ise Peygamberimiz’e sormaya gitti. Peygamberimiz kendisine dedi ki:Ey Ebû Rafı’, sadaka (zekât), Muhammed’e ve O’nun âline haramdır!

(Bunu, Ahmed ve Ebû Dâvûd da rivayet etmiştir. Ancak Ebû Davud’un rivayetinde: “Gerçekten sadaka bize helal değildir ve bir topluluk ve ailenin, âzadlısı da; onlardan sayılır” denilmiştir.)  [36]

Müslim ve îbni Sa’d Muttalib bin Rabia’dan şöyle rivayet eder: Ben ve Fadl bin Abbas Hz. Peygamber’e gidip müracat ettik ve dedik ki: “Ey Allah’ın Resulü, biz sana, bize zekat toplama hususunda emir ve yetki vermeni istemek için geldik.” Peygamber Efendimiz, biraz sükut etti, sonra başını yukarı kaldırdı. Biz ise kendisiyle konuşmak istiyorduk. Zeynep validemiz de bize işaretle, O’nu konuşturmamamız hakkında perdesi arkasından tenbihte bulunuyordu. Biz de bekledik. Sonra Peygamberimiz bize dönerek buyurdu ki: “Sadakalar, Muhammed’e, O’nun âline helal değildir! Bunlar, insanların mallarının kiridir.”

Alimlerimiz bu konuda demişlerdir ki: “Zekat ve sadakalar, insanların mallarının kirleri olduğu içindir ki, Peygamber Efendimiz’in yüksek makamları bundan korunmuştur. Peygamberimiz sebebiyle o’nun ev halkı da bundan korunmuştur. Sonra sadakalar, verilecek kimselere acınarak verilir ve alan kişi için bunda, ne de olsa bir zül vardır. ‘Bu sebeble Peygamberimiz ve o’nun yakınları, alan için zül bu-lunan sadakadan korunmuş, bunun aksine alan için izzet, veren için zül bulunan ganimet malları kendilerine helal kılınmıştır.

Alimlerimiz, diğer peygamberlerin durumlarının da böyle olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Bazıları ki Hasan-ı Basri de onların ara¬sında bulunmaktadır, birinci kavli seçmişlerdir. Yani sadaka ve zekatın diğer peygamberlere de haram olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise ki Süfyan bin Uyeyne de bunlar arasında bulunmaktadır, ikinci kavli seçip: “Bu, Peygamberimiz’in bir Özelliğidir. Yani o’na mahsustur, önceki peygamberlere zekat ve sadakalar haram değildi” görüşünü ileri sürmüşlerdir.  [37]

Sonra Peygamberimiz’e haram oluşu bakımından, zekat ve nafile sadakalar aynıdır. Fakat ev halkı hususunda, nafile sadakaların da haram olup olmadığı konusunda, mezhebimiz âlimlerince (Şafiî) ihtilaf edilmiştir. Mezhebimizde, en sahih görülen kavle göre, Peygamberimiz’in ev halkına nafile sadakalar haram değildir. Onlara, sadece zekat almaları haramdır. Yine bizim mezhebimizdeki bir kavle ve Mâliki mezhebine göre, onlara nafile sadakalar da haramdır. Üçüncü bir kavle göre ise, onlara özel olan sadakalar haramdır; eğer sadaka umum müslümanların menfaati içinse, mesela yapılan mescidler, açılan kuyular gibi, bunlardan onların faydalanmaları da helal olur. Ibni Salâh’m bildirdiğine göre, keffâret ve nezirler, keza zekât tahsili için verilecek görevler de, en sahih kavle göre, Hâşimiler’e helal değildir. Az önce geçen hadisler de bunu teyid eder mahiyettedir. [38]

Peygamberimize Ve Onun Ev Halkına, İsmail Oğullarından Birinin Fidyesinin Haram Olması

Hakkında rivayet edilen bir hadise göre, Peygamber Efendi m iz’e ve o’nun yakınlarına; ismail oğullarından birinin fidyesinin de haram olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayet şöyledir:

Ahmed, İmran bin Husayn’dan nakleder, O şöyle der: “Bana ada¬mın biri anlatmıştı: İsmail oğullarına mensub kabilenin birinde ihtiyar bir adam varmış. Adamın oğlu, kaçarak Resûlüllah’m yanma gitmiş. Adam, oğlunu getirmesi için birini göndermiş. Fidye istenirse diye, fidyesini de birlikte göndermiş. Aracı adam, Resûlüllah’a gelip durumu anlatmış. Resûlüllah Efendimiz de:işte adamın oğlu! Götürüp babasına teslim edebilirsin” buyurmuş. Adam: “Fidyesini istemeyecek misiniz?” demiş. Resûlüllah da: “Bana ve benim ev halkıma, ismail oğullarından birinin fidyesini yemek, helal değildir” buyurmuştur. [39]

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Kokusu Hoş Olmayan Bir Şeyi Yemesinin, Haram Oluşu İdi

Evet, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Özelliklerinden biri de; kokusu hoş olmayan bir şeyi yemesinin, kendisine haram oluşu idi. Nitekim Ahmed ve Hâkim Câbir bin Semura’dan şöyle rivayet eder: “Peygamber (s.a.v.), Ebû Eyyub’un evine indiği zaman, Peygamberimiz yediği yemeğin artanını Ebû Eyyub’a gönderirdi. O da Resûlüllah’ın yemekte kalan parmak izleriyle teberrük ederdi. Birgün, yemekte Resûlüllah’m parmak izlerini göremeyince, O’na gidip sordu: “Ey Allah’ın Resulü, yemekte parmağınızın izini göremedim. Siz bu yemekten yememişsiniz” dedi. Peygamberimiz de ona şu karşılığı verdi: “Bu yemekte sarımsak vardı.” Ebû Eyyub tekrar sordu: “Sarmısak haram mıdır?” Peygamber Efendimiz de: “Hayır, haram değildir. Fakat sen benim gibi değilsin. Bana melek gelir” buyurdu. (Ve onlara bu yemeği yemelerini emretti. Es-Siratün-Nebeviye Ibni Hişam,  [40]

Buhari ile Müslim ise, Cabir’den şöyle naklederler: Peygamber Efendimiz’e içinde bazı yeşillikler bulunan bir yiyecek getirildi. Peygamberimiz, onun kokusunu iyi bulmadı ve bu yeşilliklerin ne olduğunu sordu. Kendisine bilgi verildi. O da: “Bunu ashabıma götürünüz, onlar yesinler” buyurdu. Peygamberimiz, kokusu hoş olmayan bu yiyeceği yemek istemedi ve bu münasebetle: “Ben, bazen meleklerle buluşurum! Sizin gibi değilim” buyurdu.  [41]

Peygamberimizin Dayanarak Yemek Yemesinin Haram Oluşu

Peygamber’in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, dayanarak yemek ye¬mesinin haram oluşudur. Bu hususta sahih hadisler vardır. Bunlardan bazılarını görelim:

Buharı, Ebû Cüheyfe tarikiyle, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Bana gelince: Ben, dayanarak yemek yemem.” [42]

tbni Sa’d ise, tbni Amr’in “Peygamber (s.a.v.) Efendimizin dayanarak yemek yediği hiç görülmemiştir!” dediğini rivayet eder.

Yine îbni Sa’d, Ebû Yala, güzel bir senedle Aişe’den şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.v.) bana hitaben dedi ki: “Ey Aişe, eğer ben istemiş olsam, benimle beraber yürüyen altından dağlar olurdu. Bana bir melek gelip şöyle dedi:Allah, sana selamını okumakta ve seni, melik bir peygamber olmakla, kul ve peygamber olmak arasında seçim sapmakla serbest bırakmaktadır.” O sırada yanımda bulunan Cebrâîl de bana, tevâzû göstermemi işaret ediyordu. Ben de, kul bir peygamber olmayı seçtiğimi söyledim…” Aişe validemiz derler ki: “işte ]bu olaydan sonra Peygamber Efendimiz, hiç dayanarak yemek yememiştir. Yine bu olaydan sonradır ki, Peygamberimiz: “Ben, bir kulun yediği gibi yerim! Ve bir kulun oturduğu gibi otururum!” buyururlardı.

Yine îbni Sa’d Zührî’den nakleder: O şöyle der: “Bize ulaşan haberlere göre, Peygamber Efendimiz’e, daha önce hiç gelmemiş olan bir melek iner, yanında Cebrâîl de bulunur. Melek Peygamberimiz’e hitaben: “Allah seni, melik bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olma arasında muhayyer bırakmıştır. Bunlardan hangisini seçersin?” der. Peygamberimiz bu sırada, Cebrail’e bakar. O da: “Kul peygamber olmayı seç!” diye işarette bulunur. Peygamberimiz de: “Kul peygamber olmayı seçiyorum” buyurur, işte bu olaydan sonra, peygamberimiz’in ölünceye kadar dayanarak yemek yemediğini söylerler.”  [43]

(Taberâni, Ebû Nuaym ve Beyhakî îbni Abbas’tan rivayet ederler. Onların bu rivayeti de, aşağı-yukarı bundan önceki rivayet gibidir.)

îbni Sa’d'ın, birdeAtâ bin Yesâr’dan rivayeti var. O, şöyle demiştir: “Birgün Peygamberimiz Mekke’nin üst tarafında idi ve dayanmış olarak yemeğini yiyordu. Bu sırada Cebrail gelip:Ey Muhammed, hükümdarlar gibi mi yemek yiyorsun!” dedi. Peygamberimiz de bunun üzerine derhal oturdu.”

îbni Adiyy ile îbni Asâkîr’in Enes’ten rivayetleri de şöyledir: Cebrail Peygamberimiz’e geldiği bir sırada, Peygamber (s.a.v.) dayanmış olarak yemeğini yemekte idi. Peygamberimiz’e hitaben: “Dayanarak yemek, nimete dalmak (keyfîlik)tir!” dedi. Peygamberimiz de bunun ü-zerine derhal doğrulup oturdu. Artık bundan sonra, dayanarak yemek yediği hiç görülmedi ve şöyle buyurdu: “Ben ancak bir kulum. Kul gibi yer, kul gibi içerim.

Dayanarak yemenin şeklini tarif etmek maksadıyla el-Hattâbî şöyle demiştir: “Buradaki dayanarak yemenin mânâsı: Altındaki yaygıya veya mindere iyice yerleşik bir şekilde oturmaktır...” Hattâbî’nin bu tarifini Beyhakî de kabul etmiştir. Keza îbni Dıhye ve Kâdî Ayyâd da kabul etmişler ve muhakkik âlimlere göre, manânın bu olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise: “Bundan maksad, yanını yere dayamış, yâni yannamış olarak yemektir” demişlerdir.  [44

Aziz Mahmut Hüdai Hz. Hayatı

 

Sivrihisar o yılların kültür merkezlerinden biridir. Yeni nesiller sağlam bir tedrisattan geçirilir. Ancak içlerinden biri dikkat çeker. Bu çocuk okuduğunu hafızasına nakşeder ve akıllara durgunluk veren bir seziş kabiliyeti vardır. Hocaları “Oğlum Mahmud!” derler, “Senin önün açık, hiç buralarda durma, doğru İstanbul’a!”Mahmud çeker çarığını, Dersaadet’e koşar. Zamanın gözde medreselerinden Ayasofya’nın kapısını çalar. Osmanlı’da istidadı olanların önü açıktır. Nitekim İmparatorluğun âlimleri bu pırlantayı keşfeder, hususi bir eğitimden geçirirler. Hele müderris Nasırzade hususi bir ihtimam gösterir ona.

Genç Mahmud, Edirne’de, Şam’da, Kahire’de kalır, çok alim tanır. Eşi zor bulunan sohbetlere katılır. Nitekim Ferhadiye Medresesine müderris atanır. Derken genç yaşta kadı olur Bursa’ya.

GARİP DAVAÜftade Hazretleri’nin dergâhına devam eden bir garip vardır. Bunu öyle bir Haremeyn hasreti sarar ki sormayın. İşini gücü bırakır, hacı uğurlar, hacı karşılar. Onlara sarılır, koklar, ayaklarının tozuna sürer yüzünü. Bir tek hurmayı, bir yudum zemzemi saklar yıllarca. Söz Mükerrem Mekke ya da Münevver Medine’den açılmaya görsün, aha şuracığını bir ılıklık basar, gözleri dolar.

Ama paranın gözü körolsun. Meret bir türlü denkleşmez ki. İşte o yıl da hacılar denklerini hazırlar, yola çıkarlar. Garibin hayvanı yoktur, uzun süre peşlerinden koşar, ancak ilk molada böyle olamayacağını anlar, döner geri. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dağıtır. O Hicaz sevdası ile yanıp tutuşadursun arefe gelir çatar. Milletin bayram neşesiyle sağa sola koşturdukları demlerde iyiden iyiye mahzunlaşır.

OLUR MU OLURÜftade Hazretleri onu bir kuytuda hıçkırırken görür. “Sen Eskici Mehmed Dede’yi bul” der, “selâmımı söyle, seni hacca götürsün!”

Garip adam “Öyle şey olur mu?” demez. Eğer Üftade Hazretleri diyorsa olur, mutlaka olur. Zerre kadar ‘acaba’sı yoktur. Sevinçle Mehmed Dede’yi bulur. Büyük veli, garip aşığın elinden tutar ve göz açıp kapayıncaya kadar Arafat’a uçarlar.

Orada hemşehrilerini bulurlar. Birlikte konaklar, birlikte otururlar. Hatta emanet alır, emanet bırakırlar. Sonra geldikleri gibi dönerler geri. Karısı adama inanmaz. O, üç günün hesabını sorar. Hatta işi büyütür, kadıya çıkar. “Bu yalancıyla yaşamak istemiyorum!” der. “Yok efendim hacca gitmiş de, tavaf etmiş de, zemzem içmiş de… Bir sürü maval işte!”

Kadı Mahmud önce adamcağızı, sonra Eskici Mehmed Dede’yi dinler. İkisi de üç aşağı, beş yukarı aynı şeyleri söylerler. “Bir anda şeytanı iklim iklim dolaştıran Allah, sevdiklerini de gezdirmeye kaadirdir!”

TEKKEYE GELEN KADI

Nihayet Bursalı hacılar döner, hadiseyi doğrularlar. Kadı Mahmud bir hoş olur. Makam, mertebe gülünç gelir gözüne. O saatte gemileri yakar, niyetlenir dervişliğe. Önce Eskici Mehmed Dede’nin kapısını çalar. Ama mübarek “senin nasibin bizden değil!” der, “Üftade hazretlerine gitsen gerek!”

Kadı Mahmud adamlarına “tez atım hazırlansın!” der, kurulur eyere. Üftade Hazretlerinin dergâhına yaklaştığı sırada atının ayakları kayalara saplanır. Gelgelelim, henüz yaşadıklarını muhakeme edecek halde değildir. Atı bırakır, yürür kapıya. Karşısına ilk çıkana “Ben!” der, “Bursa kadısıyım. Geldiğimi söyleyin, Şeyh Üftade’yi göreceğim!” Kapıdaki yaşlı derviş önce acı acı güler, sonra “Üftade benim evladım!” der, “Ama bu kapı yokluk kapısıdır, eğer malını, mülkünü, itibarını, rütbeni silemeyeceksen var git işine.” Kadı Mahmut mahçup ve pişmandır. Üftade Hazretleri kadife gibi yumuşak bir sesle devam eder: “Bak yavrum bu yol çilelidir, görmüyor musun atın bile döndü geriye!”

ZOR İMTİHANBunlar ne mânâlı sözler, bu ne içe işleyici sestir. İşte o an tevhid denizine yelken açar, sıyrılır yalan dünyanın girdaplarından. “Bu huzur hiç bitmese” der. Ama şimdi çetin imtihanlar bekler onu.

Koca Kadı, denilen herşeyi yapar, mesela sırmalı kaftanıyla mahalle mahalle dolaşır ciğer satar. Peşinde yalınayak veledler, arsız kediler.

Alay edenler, fıkır fıkır gülenler. Eski memurları “deli mi ne?” derler. Ama o direndikçe üstüne yürür, nefsinin burnunu sürter yerlere.

İşte helâları temizlediği günlerden birinde avluyu bir davul sesi doldurur, sonra tellâlın gür sesi duyulur. Bursa’ya atanan yeni kadıyı ilan ederler. Bir şaşaa, bir depdebe, bir gulgule…

Alçak nefis diklenmek ister. “Sen sürün bakalım” der, “Elin oğlu bıraktığın makama oturdu bile!” Ama o vesvelere güler geçer, “Boşversene!” der, “Sen buna lâyıksın. Hatta buna bile lâyık değilsin ama...”

İşte, tam o an ufuklar görünür, gökler duvak duvak açılır. Kalbine anlatılmaz bir huzur ve sürur dolar. Üftade hazretleri develer yükü kitabın veremeyeceğini bir bakışıyla talebesinin kalbine nakşeder. Artık bulutların üstünü, yerin altını görür, zikreden zerreleri işitir. İşte bu yüzden çimlere basamaz, çiçekleri koparamaz.

Ve Sivrihisarlı Kadı Mahmud, Aziz Mahmud Hüdayi olur. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, hocasına çok hizmet eder, ömrünün son demlerinde yanında olur, duasını alır. Üftade Hazretleri öylesine hoşnut olurlar ki anlatılamaz. Hatta açar ellerini “Allah ne muradın varsa versin” der, “Padişahlar ardınca yürüsün e mi?”

Hocamın duası yerine gelsin’

Bir gün Sultan Ahmed Han yolda Hüdayi Hazretlerine rastlar, derhal atından inip eyeri gösterir. “Efendim buyurmaz mısınız?” Talebeleri Hüdayi Hazretleri gibi mütevazı bir velinin bu teklifi reddedeceğini sanır. Ancak Hudayi Hazretleri hayvana biner, Koca Padişahı ardından yürütür. Ama birkaç adım ya gider, ya gitmez iner.

Bunu sırf hocamın duası yerine gelsin diye yaptım” der, “Yoksa Padişahımın atına binmek ne haddime!”

Hüdayi Hazretleri hocasının vefatı üzerine Hoca Saadettin’in tavsiyelerine uyar, İstanbul’a yerleşir. Küçük Ayasofya tekkesinde talebe okutur. Sonra Fatih Medreselerinde fıkh, hadis, tefsir dersleri verir. Ama onun gönlünde sevenleri ile başbaşa olacağı bir tekke yatar. Üsküdar’da bir arazi alır ve gönlüne göre bir dergâh kurar. İstanbullular akın akın sohbetine koşar, himmetine kavuşurlar. Gel zaman, git zaman namı ötelere yayılır. Tam dört sultan (III. Murat, III. Mehmed, II. Osman ve IV. Murat Han) eşiğine gelir, diz çökerler yanıbaşına. Mübarek, o güçlü feraseti ile onlara gölge olur. Kâh tedbir gösterir, kâh hedef çizer. Ferhat Paşa ile birlikte İran seferine katılır, askeri zafere inandırır.

Gün gelir Hüdayi dergâhı Hakk aşıklarına yetmez olur. Mübarek derslerini Sultanahmed Camii’ne taşır. Ancak koca cami dahi dar gelir. I. Ahmed Han bir gece çok sıkınılıdır. Ruyasında Avusturya kralı ile güreşir, lâkin sırt üstü yere düşer. Görünüşte kabus gibi bir şeydir. Büyük bir telâşla rüyasını yazar ve Hüdayi dergahına yollar. Ancak Aziz Mahmud Hazretleri ulağı kapıda karşılar pusulayı okumadan cevabi mektubu sıkıştırır eline. Onun tabirine göre toprak “kuvvet” demektir. Sırtının yere değmesi arkalarında ki himmete işarettir. Hulasa zafer bizimdir. Nitekim zaman büyük veliyi haklı çıkarır. Osmanlı muzaffer olur.

ALTIN MI İSTİYORSUN, AL!Aziz Mahmud Hazretlerine hanım olmak kolay değildir. Zira mübarek elindekini avucundakini dağıtır ve fukara gibi yaşar. Kadıncağız hamiledir ama karnını bile doyuramaz. Ev rutubetli ve soğuktur, dahası ne yemek yağı vardır, ne kandilin yağı. Bir gün kadının gırtlağına gelir. “Yetti gayri!” der, “sen tut Bursa Kadılığı gibi bir makamı bırak, malını mülkünü ona, buna dağıt. Sonra köleler gibi sürün. Bebeğimizi saracak çaputumuz bile yok. Yaptığın iş mi yani?” Aziz Mahmud Hüdayi sesini çıkarmaz, sadece mânâlı mânâlı güler. İşte tam o sıra kapı çalınır. Sarayağaları altın dolu torbaları eşiğe bırakırlar. “Sultanımız Efendimiz, ellerinizden öpüyorlar” derler, “Hadiseler aynen tabirinizdeki gibi gelişti. Lütfen, bunları kabul edin, sevindirin bizi!” Hanımı mahçup ve pişmandır. Eh, o altınlar da geldiği gibi gider tabii, anında bulur yerini. Üsküdar garibi bol semttir, fukara bol bol sebeblenir.

DALGALAR KUBBE KUBBE

Sultanahmet Camii’nin açılacağı gün cuma hutbesini okuma şerefi Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerine verilir. Ancak o gün deniz kabına sığmaz, rüzgar kamçı kamçı dolanır. Dalgalar kubbe kubbe gelir, sahili döverler. Sular zeminde patlarlar gülle gibi. Ama Hüdayi Hazretleri fırtınaya aldırmaz, Sarayburnu’na doğru açılırlar. Teknenin geçtiği yerde derya sütliman olur. Talebeleri ardısıra ilerler, adeta tünelden geçerler.

İşte bu ehline aşikar yol zaman zaman sandalcılar tarafından kullanılır. Hoş, Üsküdarlı kayıkçıların tamamı ona intisaplıdır. Netameli havalarda “Ya Rabbi şeyhimin hatırına” der, sığınırlar Hüdayi yoluna. Sözkonusu geçit daima sakin, daima emindir.

İŞTE KERAMET

Hüdayi Hazretleri bir gün saraydadır. Feyzli bir sohbetin ardından namaz vakti girer. Mübarek taze bir abdest almaya niyetlenirler. Sultan Ahmet koşar ibrik getirir. Şehzadeler seccadeleri sererler. Valide Sultan kafes arkasında peşkir hazırlar. Kadıncağız kalbinden “Ah” der, “Ah mübareğin bir kerametini göreydim.” Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine malum olur. “Hayret!” buyururlar, “Bazıları hâlâ keramet görmek istiyor. Koca Halife-i rûy-i zemin bizim gibi bir garibe ibrik tutsunlar, muhterem anneleri peşkir hazırlasınlar. Bundan âlâ keramet mi olur.”

ÖLECEKLERİNİ BİLSİNLER

Birgün padişah, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinden dua ister. Mübarek ellerini açar “Ya Rabbi bizi sevenler, denizde boğulmasınlar, yaşlılıklarında muhtaç olmasınlar, imanlarını kurtararak ölsünler ve öleceklerini bilsinler!” diye dua eder.

Ahmed Han, ömrünün son günlerinde meçhul kimselere selam vermeye başlar. “Neler oluyor?” diye soranlara, “Hayret!” der, “Görmüyor musunuz? Sahabenin büyükleri ve Hülefa-i Raşidin yanımızdalar. Bana hazırlan diyorlar. Yarın Efendimize gidecekmişiz”.

Mübârek nice hazırlanır, onu bilemiyoruz. Ama bildiğimiz o ki ertesi gün kavuşur özlediklerine.

Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri Üsküdar’da kendi adını taşıyan dergâhın bahçesinde medfundur.

Hüdâyî dergahına ulaşmak için Üsküdar meydanından içeriye doğru biraz yürümek gerekir. Hakimiyet-i Milliye Caddesi üzerinde Yeni Valide Camii’ni geçtikten sonra biraz ilerde sağa doğru yokuş çıkan Tepsi Fırın Sokağı vardır. Merdivenli kaldırımdan yavaş yavaş çıkınca sağda üzeri tuğralı, açık yeşil-beyaz boyalı kapı görülür. Kapıdan girip birkaç basamağı çıkarken huzuru gönlünüzde hissetmeye başlarsınız. “Edeple gelen lütufla gider” sözüyle karşılar sizi Hüdâyî Hazretleri. Nasibi olan buradan aldığı edep dersini hayatının ilk rüknü yapar, aynı kapıdan çıktıktan sonra. Dergahın avlusunda bulunan kabir ehline Fatihalar gönderirken Hüdâyî Hazretleri’nin, Üsküdar’a hakim bu noktadan boğazı, Sarayburnu’nu, Haliç’i, Galata’yı hâlâ seyretmekte olduğu fark edilir. Türbeye girişte ikinci bir edep uyarısı gelir ziyaretçiye:

Bu meşhed, mecma-ı ervah-ı ecsad-ı Hüdâyî’dir;

Edeple gir azizim, türbe-i pak-i Hüdâyî’dir!”

Bir ziyaret makamı olan bu meşhed; aşk şehidinin medfun bulunduğu kıymetli bir mekan olarak, Allah’ın ahseni takvim üzere yarattığı beden ile ruhların bir araya toplandığı yerdir. Çünkü burası Hüdâyî Hazretleri’nin temiz ve mübarek türbesidir. O halde ey ziyarete gelen muhterem kişi, içeriye edeple gir!”

Hz.Allah Sefeatlerine nail eylesin . Amin.

Alinti

TAKVA

 

Takva, lügatte “korumak, muhafaza etmek” manasına gelir. Kur’an-ı Kerim’ de takva üç manada kullanılmaktadır:

1- İttekullah Allah’ tan korkun ayetindeki haşyet(korku) manasınadır.

2- “Ey iman edenler, Allah’ tan hakkıyla ittika ediniz.”(Al-i İmran,102) ayetinde taat manasına olup Allahü teala’ ya hakkıyla ibadet ediniz demektir.

3- Allah’a ve Resul’üne itaat eden ve Allah’tan haşyet eden(korkan) ve ondan ittika eden (ona sığınan) kimseler yok mu? İşte onlardır fevz ve necat bulanlar, kurtuluşa erenler. (Nur, 52) ayet-i kerimesinde “kalbin günahlardan temizlenmiş olması” demektir.

Hulasa; takva, dinde zarar vereceğinden korkulan her şeyden kaçınmak demektir. Takvanın üç mertebesi vardır:

1-Şirk ve küfürden beri(uzak) olmakla ebedi azaptan korunmaktır.

2-Yapılması veya terk edilmesi haram veya tahrimen mekruh olan şeylerden küçük günah bile olsa korunmaktır. Takva denince bu akla gelir. Harama götürme ihtimali bulunan her şey de bu kısma dâhildir.

3-Kalbini Allah’ü Teala’ dan meşgul eden her şeyden korumaktır.

Takva, İmanın ziyneti ve Allah’ü Teala yanında terakki edip yücelmenin merdivenidir. Kur’an-ı Kerim’ de mealen; Allah katında en ekreminiz (itibarlınız) en takvalınızdır.” (Hucurat,13) buyrulmuştur. “İnsanın melekler üzerine fazileti ancak takva sebebiyledir. İnsanın terakki edip Allahü teala katında derecesinin yükselmesi takva iledir.

Vera ve Takvaya riayet, İslam dininde mühimlerin en mühimidir. Dinin en zaruri sayılan işler arasındadır. Esası haramlardan kaçınmak olan vera’ ve takvanın tam manası ile yapılabilmesi mubahların fazlasından kaçınıp zaruri miktarı ile yetinmekle olur. Nefsin dizgini mubahları işlemekte sanılırsa nefis şüpheli olanlara girer. Şüpheli olanlar ise harama yakındır.” (Mektubat-ı İmam-ı Rabbani)

Bir Hadis :
Allah korkusu her hikmetin başıdır.Vera (şüpheli şeylerden kaçınmak) amellerin efendisidir.” (Hadis-i Şerif, Kuzai, Şihabü-l-Ahbar)

SABIR VE ŞÜKÜR AYI RAMAZAN

 



Ramazân-ı şerif oruç ayı olduğu gibi, aynı zamanda bir sabır ve şükür ayıdır.

Sabır, hem zirvedeki insanların hâli hem de o yolda mesafe katetmeye çalışanların güç kaynağı…

Şükür de, insana bahşedilen duygu-düşünce ve â’zâlarla bu mübarek ayda zirve noktada îfa edilen ve maddi-manevi nimetlerin artarak devamını sağlayan bir kulluk vazifesi…

En uzun ömürlüler, en çok yaşayanlar değil, uhrevî bakımdan, hayatlarından en çok semere almasını bilenlerdir.

İşte Ramazan ayı, böylesine bir ömür sürmek isteyenlerin, acziyet ve fakirliklerini îtiraf ile hazîneden bolca istifade edebilecekleri bir zaman dilimidir. Zira bu ay Bin aydan daha hayırlı olan bir geceyi, yani Kadir gecesini içinde barındırmaktadır.

Bize düşen; sadece rahmet-mağfiret ve felah ayı olan Ramazan’da değil, onun dışındaki günlerde de Rabbimize müteveccih bir hayat yaşayıp bütün bir seneyi Ramazanlaştırmak… İslâm’ın ulvî düsturlarını/ilkelerini hayatımıza esas kılmak… Ve Efendimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyelerine sımsıkı sarılmaktır.

***





TERÂVİH NAMAZI



Kamerî takvimde günler akşamla yani hilâlin akşam vakti görülmesiyle girer. Meselâ yarın oruç tutacaksak, terâvih bu geceden itibaren kılınmaya başlar. Önce terâvih, sonra sâhur ve oruç

Terâvih ayrı bir ibâdet, oruç da ayrı bir ibâdettir. O bakımdan özründen dolayı oruç tutamayanlar, terâvihi terk etmemelidir. Orucu tutamayabilir ama, terâvihi kılmalıdır. Biri yapılamazsa diğeri terk edilmez.

Terâvih 20 rek’atli müekked bir sünnettir. Yatsının farzı arkasından kılınan iki rek’at sünnetten sonra, vitirden önce kılınır.

İki rek’atte bir selam vermek efdâldir. Dört rek’atte bir de selâm verilebilir. Sekizde, onda, hatta yirmi’de bir selâmla da kılmak câizdir, fakat mekruhtur. Selâmlar ne kadar azalırsa sevâbı da o kadar azalır.

Memleketimizde umumiyetle dörtte bir selâmla kılınmaktadır. Tabii her iki rek’atte oturtulur, Tahıyyât’tan sonra salevâtlar okunur, selâm verilmeyip ayağa kalkılınca namaza yeniden başlanıyormuş gibi Sübhâneke okunur, Eûzü-Besmele çekilir, sonra Fâtiha’ya başlanır. Cemaatla kılınıyorsa, cemaat Sübhânekeden sonra sadece Eûzü çeker, Besmeleyi okumaz, onu imama bırakır.

Terâvihin müekked sünnet oluşu, yalnız erkekler için değildir. Hanımlar için de aynı kuvvete sahip bir sünnettir. Bu mevzuda erkekle kadın arasında hiçbir fark yoktur. Cemaatle de tek başına da kılınabilir.

***

ORUÇ

Oruç lûgatte, bir şeye karşı kendini tutmaktır. Nitekim Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Meryem’den hikâyeten şöyle buyurmuştur: “Ben, Rahmân (olan Allah) için oruç adadım. (Yani söz söylememeyi nezrettim.) Onun için bugün hiçbir kimseye kat’iyyen söz söylemeyeceğim.”[26] Kısaca Meryem vâlidemiz burada, konuşmamayı adadım demek istemiştir.

Şeriat lisânında ise oruç, tutmakla mükellef kimselerin niyet ederek, fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar orucu bozan şeylerden korunmalarıdır.

Yukarıdad da ifade ettiğimiz üzere oruç, İslâm’ın beş temel şartından biridir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur: “Ey iman edenler! Takvâ üzere olasınız diye, sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılınmıştır.(el- Bakara, 183)Kim o aya (Ramazan ayına) erişirse oruç tutsun.(el-Bakara, 185)

Hadîs-i Şeriflerde de, “Eğer kullar Ramazan ayındaki fazileti bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını isterlerdi.”[27] “Ramazan ayı gelince, cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır.”[28] buyurulmuştur.

Ramazan orucu, Hicret’in ikinci yılı Şâban ayının onunda, kıble Kâ’be’ye döndürüldükten bir buçuk sene sonra farz kılınmıştır.

Gerek âyet-i kerîmelerden gerekse hadîs-i şeriflerden anlaşılacağı üzere, orucun ruhî ve bedenî yönden pek çok hikmetleri vardır. Ancak, hepsinden önce oruç, Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes hazretlerine itaat ve ibâdettir. Mü’min kul, bu itatinden ötürü hudutsuz bir şekilde ecir kazanır, Allâh’ın rızâsına nâil olur. Çünkü oruç, sadece ve sadece Allâh içindir. Allâh’ın keremi/cömertliği ise pek geniştir. Keza, Reyyan denilen ve sadece oruçlulara tahsis edilen cennetin o özel kapısından içeri girme hakkı elde edilmiş olur.

Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“(Allah’ın, cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın aldığı kişiler); tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar[1], rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O mü’minleri müjdele!” [29]

Âyet-i celilede geçen “es-Sâihûn” kavramı oruç tutanları içine aldığı gibi, cihad edenler ve yeryüzünde Allah’ın kudretini, güzel eserlerini ve ibret alınacak şeyleri görmek, ilim elde etmek veya gönlünce ibâdet ve tâatını yapabilmek için seyahat edenler mânâsına da gelir.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde buyururlar ki:

Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır ki, kıyamet günü oradan ancak oruçlular girecek, onlardan başka kimse giremeyecektir. Bu kapıdan girenler ebediyyen susuzluk hissetmezler…” [30]

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“– Allah yolunda çift sadaka veren kimse, cennetin muhtelif kapılarından, ‘Ey Allah’ın sevgili kulu! Buraya gel, burada hayır ve bereket vardır diye çağrılır. Sürekli namaz kılanlar namaz kapısından, mücâhidler cihad kapısından, oruçlular Reyyân kapısından, sadaka vermeyi sevenler de sadaka kapısından cennete davet edilirler.”

Her zaman farklı ve üstün olan Hz. Ebû Bekir (r.a.), burada da farkını ve faziletini gösterdi ve:

“– Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın Rasûlü! Gerçi bu kapıların birinden çağrılan kimsenin, diğer kapılardan çağrılmaya ihtiyacı yoktur; lâkin bu kapıların hepsinden birden çağrılacak kimseler de var mıdır?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.):

“– Evet, vardır. Senin de o bahtiyârlardan olacağını ümit ederim” buyurdu. [31]

Mü’min oruç sebebiyle, daha önce hasbelbeşer işlediği günahlardan dolayı hak ettiği azaptan da kendini uzaklaştırır. Oruç, bir yıldan öbür yıla kadar işlenen küçük günahlara keffârettir. Oruçtan hâsıl olan itaat sebebiyle mü’min, Allah’ın çizdiği hak yolda dosdoğru gider. Çünkü oruç, Allah’ın emirlerini tutmak ve yasaklarından sakınmaktan ibaret bulunan takvâyı gerçekleştirir, irâdeyi kuvvetlendirir, gayreti bilir, sabrı öğretir, zihnin berraklaşmasına, tefekkürün parlamasına yardımcı olur.

Lokman Hekim oğluna şöyle demiştir: “Oğlum, mide dolduğu zaman tefekkür uyur, dil hikmetsiz olur, â’zâlar/organlar Allah’a ibâdetten geri kalır.”

Oruç insana, düzen ve disiplini öğretir. Çünkü oruç, oruçluyu muayyen bir vakitte yemeye içmeye mecbur eder.

Oruç, insandaki merhamet ve kardeşlik bağlarını geliştirir. Müslümanlar’ı birbirine bağlayan yardımlaşma ve ictimaî tesânüd (sosyal dayanışma) bağlarını kuvvetlendirir. Oruçlu kişinin meselâ, açlık ve ihtiyaç hissetmesi onu başkalarına iyilik yapmaya sevk eder… Fakirlik, hastalık ve açlık sıkıntıları mevzularında başkalarının derdine ortak olmaya teşvik eder.

Oruç, fiilen insanın hayatını yeniler; vücuttaki fazlalıkları atar, mideyi ve hazım organlarını rahatlatır, yiyecek ve içeceklerin bıraktıkları kokuları yok eder. Hadîs-i şerifte de bulunduğu gibi, oruç tutan sıhhat bulur. Oruç, fakirlere karşı şefkatli ve merhametli olmayı öğretir. Çünkü nefis bazı zamanlarda açlığın acısını tadınca, bu acıyı diğer bütün zamanlarda da hatırlayarak, onlara karşı merhametli davranır; dolayısıyla Allah indinde güzel bir mükâfata kavuşur.

Hulâsa, yukarıdan beri saymaya çalıştığımız bütün bu faydalı ve güzel hasletleri kazandıran orucun farz olduğu mübârek Ramazan ayına kavuşmak üzereyiz. O bakımdan her şeyden önce bizleri bu aya kavuşturan yüce Rabbimiz’e şükretmeliyiz. Zira, geçen yıl beraber iftar ettiğimiz bazı insanlar, ne yazık ki bu aya ulaşamamıştır.

Rabbimiz bizleri ve topyekün Ümmet-i Muhammed’i Ramazan ayının rahmet-mağfiret ve feyz deryasından mahrum etmesin, azami derecede istifade ve istifaza ile felâha ermeyi nasip ve müyesser kılsın.

Peygamberimizin Üzerine Vacib Olan Özelliklerden Biri De, Borçlu Ölen Bîr Müslümanın Borcunu Ödemesidir

 

Evet, Peygamberimiz’in özelliklerinden biri de borçlu olarak ölmüş ve karşılığı mal bırakmamış bir müslümanın borcunu ödemesidir. Nitekim îbni Mâce’nin Câbir bin Abdullah’tan rivayet ettiği bir hadîslerinde ayner şöyle buyurmuşlardır:

Bir müslüman öldüğü zaman, bir miktar mal bırakmış olursa, bu bıraktığı mal, onun ehlinindir. (Vârislerinindir.) Eğer borç bırakır, bunun karşılığı olarak da mal bırakmamış olursa, onun bu borcunu Ödemek bana aittir! Bıraktığı çoluk çocuğuna bakmak da bana aittir.“  [16]

Buhari ve Müslim Ebû Hüreyre’den şöyle rivayet ederler: Müslümanlardan biri vefat ettiği zaman, Peygamber’e (s.a.v.) getirildi. Peygamberimiz de onun namazım kıldırmazdan önce: “Borcunu ödeyecek miktarda mâl bırakmış mıdır?” diye sorardı. Eğer, kendisine “Evet” cevabı verilirse, getirilen o cenazenin namazını kıldırırdı. Eğer “Borç bırakmıştır amma, mal bırakmamıştır!” cevâbı verilecek olursa, o cenazenin namazım kılmaz ve müslümanlara hitaben: “Arkadaşınızın namazını siz kılınız!” buyururdu Fakat islâmî fetihler başlayıp Beytü’l-Mâl meydana geldikten sonra, Peygamber Efendimiz’in cenazelerle ilgili sözü de değişti. Bu sefer şöyle buyurmaya başladı:

Ben, müslümanlara kendi öz canlarından daha yakın bulunmaktayım! Mü’minlerden her kim vefat eder ve geride borç bırakacak olursa, onun borcunu ödemek benim üzerime vâcibdir! Eğer mal bırakacak olursa, şüphesiz bu mâl, onun vârislerine aittir!” [17]

Peygamberimizin Ailelerini Muhayyer Kılması Ve “Allah Ve Resulünü Seçenleri” Tutması Ve Asla Onları Boşamaması Da Kendisi İçin Vacibdi…

Anmed ve Müslim, Câbir’in şöyle dediğini bildirirler: Ebû Bekir ve Ömer Peygamber’in (s.a.v.) yanina gittiler. Peygamberimizin etrafında ise hanımları vardı. Kendisi ise hiç konuşmuyordu. Ömer dedi ki: “Ben, Resûlüllah’ın yanına sokulup O’nunla konuşacağım… Belki kendisini güldürebilirim…” Sokuldu ve konuştu… Şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü, Zeyd’in kızı olan hanımım bana, dünyalık talebinde bulundu. Ben de kensinin sırtına bir yumruk attım…” Peygamber Efendimiz bunu duyunca güldü ve: “işte etrafımdaki benim hanımlarım da, benden nafaka istemek için toplanmış bulunuyorlar!” buyurdu. Bunu duyan Ebû Bekir ve Ömer, Peygamberimiz’in hanımları arasında bulunan kızlarını dövmek istediler ve onların üzerlerine yürüyerek: “Siz, ne cesaretle, Pey-gamberimiz’in yanında olmayan bir şeyi O’ndan istiyorsunuz?” diyerek bağırdılar. İşte bu olay üzerine Yüce Allah, Peygamber Efendimiz’e, hanımlarını, Allah ve Resulü ile dünyâ malı arasında bir seçim yapmaya çağırmasını emretti ve ilgili âyetini inzal buyurdu. Bu âyet şu mealde idi: “Ey Peygamber! Eşlerine şöyle: Eğer siz, dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size müt’a (boşama bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım!“  [18]

Peygamberimiz de, Allah’ın emri gereği eşlerini iki seçim arasında muhayyer (serbest) bıraktı… Önce ise Aişe’den başladı. Ona dedi ki: “Sana Allah’ın emrini tebliğ ediyorum… Fakat seçimini yaparken acele etme… Ana ve babana danışırsan, senin için daha iyi olacağı kanâatindeyim…” Peygamberimiz ona böyle söyledi ve Allah’ın inzal buyurduğu ilgili âyeti okudu. Aişe validemiz ise, hiç tereddüt etmeksizin: “Ben, Senin hakkında mı anam babamla istişare edeceğim? Ben, hiç kimseyle istişare etmeksizin Allah’ı ve Resûlü’nü seçiyorum! Kararını budur ve kesindir!” cevâbını verdi.”

îbni Sa’d Ebâ Cafer’den şöyle rivayet eder: “Bir gün Peygamberimiz’in hanımları kendi aralarında konuşurken, Peygamberin vefatından sonra, nikâhta kadına bir hak olarak terettüp eden mehr bakımından, en pahalı kadınlar biz oluruz… şeklinde konuştular. Bu Yüce Allah’ın gayretine dokundu ve Peygamberine, onları yirmi dokuz gün yalnız bıraktıktan sonra muhayyer kılması için emretti… Peygamberimiz de kendilerini çağırıp durumu anlattı ve onları muhayyer bıraktı...”

Yine îbni Sa’d, Amr bin Şuayb kanalıyla onun dedesinden şöyle nakleder: “Peygamber Efendimiz kadınlarını toplayıp iki seçim arasında muhayyer kıldığı zaman, önce Aişe’yi çağırıp durumu anlattı… Aişe ve diğerleri, hep Allah’ı ve Resulü’nü seçtiler. Ancak el-Amiriye, dünyâyı ve kendi kavmini seçti ve kavmine döndü… Fakat sonra buna çok pişman olup: “Ben bir şakıyyeyim; bedbahtım… Allah ve Resûlü’nü bırakıp dünyayı seçtim” derdi. Deve dışkısı toplar onları satardı. Bâzan Peygamberimiz’in eşlerine gelir onlardan birşey ister ve: “Ben bir şakıyyeyim!” diye konuşurdu…” -

(Yine Ibni Sa’d'ın, tbni Mennâh’tan rivayetine göre, Allah ve Resûlü’nü değil de dünyâsını seçen bu hanım, sonraları aklını yitirmiş, ve ölünceye kadar dâ bu durumdan kurtulamamıştır.)

îbni Sa’d, bu sefer de Ikrime’den şöyle bir haber naklediyor: Resûlüllah Efendimiz, eşlerini muhayyer bıraktığı zaman, Yüce Allah şu âyetini indirdi:Habîbim! Bundan sonra artık sana başka kadınlarla evlenmek, bu kadınlarını başka eşlerle değiştirmek helal değildir.“  [19]işte bu âyetiyle Yüce Allah; o sırada Peygamberimiz’in nikâhında bulunan dokuz kadın ki, bunlar hep Allah ve Resûlü’nü seçmişlerdir, bunlardan başka kadınlarla evlenmesini Efendimiz’in üzerine haram kılmış oldu.”  [20]

îbni Sa’d'ın Aişe’den de bir rivayeti var.- O şöyle demiştir: Peygamberimiz (s.a.v.) vefat etmeden önce, başka kadınlar alabilmesi için Yüce Allah tarafından serbest bırakılmıştı. Bir başkasının nikahında olmayan herhangi bir kadınla evlenebilecekti. Fakat evlenmedi. Bu izni kendisine veren şu mealdeki âyet idi: “Onlardan dilediğini geri bırakır dilediğini de yanma eş olarak alabilirsin.”  [21]

(Ibni Sa’d'ın; Ümmü Seleme, tbni Abbas, Ata bin Yesâr ve Muhammed bin Ömer bin Ali bin Ebû Tâlib’ten de bu anlamda bir rivayeti vardır.)

Peygamberimizpin bu şekilde eşlerini muhayyer kılmasının hikmeti üzerinde, âlimlerimiz muhtelif görüşler bildirmişlerdir, tmam-ı Gazali demiştir ki: “Kişinin eşi hakkındaki gayreti, onu başkasından kıskanır olması; onun kalbinde sıkıntı ve kin duygularının meydana gelmesine sebep olur. Peygamberimizin kalbinde böyle bir şeye mahal bmkmamak üzere Yüce Allah; O’na hanımlarını muhayyer kılmasını emretmiş, onlar da onu seçmişler. Dünyada ve ahirette O’nun eşleri ol¬muşlardır.”

İmam-ı Râfîi ise şöyle demektedir: ‘Yüce Allah, Peygamberimizi fakirlikle zenginlik arasında muhayyer bırakmış, O da fakirliği seçmiş, fakirliğin getireceği çeşitli sıkıntılara katlanmayı tercih etmişti. Bu sefer eşlerini muhayyer kılması emredilmiş, o da eşlerini muhayyer kılmış, eşleri de severek fakirliğe (nafaka istememeğe) razı olmuşlardır. Böylece, O’nun eşleri de, kendi serbest iradeleriyle, vaktiyle o’nun kendi nefsi için seçip razı olduğu şeye razı olmuşlardır.”

Bazıları da bu hususta şöyle demişlerdir: “Peygamberimiz’in onları muhayyer kılmasının hikmeti: Onların kendisi için en hayırlı eşler olması içindir,” Nitekim El-Ravza adlı kitapta ve diğerlerinde bildirildiği gibi, onlar bu en güzel seçimi yaparak, hem o’nun en hayırlı eşleri olmuşlar, hem de cennetlik olmuşlardır. Nitekim: “Biliniz ki Allah, sizden güzel hareket edenlere büyük bir mükafat hazırlamıştır!“  [22] mealindeki âyette de buna işaret ve delâlet bulunmaktadır!” Sonra Yüce Allah; Peygamber Efendimiz’e eşlerinin üzerine eş almasını haram kılmak ve onları boşayıp yerlerine başka kadınlar nikahlamasını yasaklamak suretiyle imtihana tabi tuttuğu Peygamber eşlerini böylece şereflendirmiş oldu. Daha sonra ise, Resûlüllah’m eşleri üzerinde tam bir iyilik ve minneti olması bakımından nazil olan bir âyetle, bu yasak kaldırılmıştır. Peygamberimiz de yasak olmamasına rağmen, eşlerinin üzerine bir başkasını almadığı gibi, onlardan herhangi birinin yerini de değiştirmemiştir. Yukarıda sözü edilen yasağı kaldıran âyet şu mealdedir: “Ey peygamber, Biz sana, mehrlerini verdiğin eşlerini helâl kılmışızdır.“  [23] Böylece hanımları üzerindeki minnet de, Peygamberimiz’e ait olmuştur.” [24]

Ahmed, Tirmizi, îbni Hıbban ve Hâkim Aişe’den şöyle rivayet e-derler: “Peygamber (s.a.v.) vefat etmezden önce, başka kadın alması kendisine helâl kılınmıştı.”

Bu rivayetin isnadı sahihtir.

Peygamber Efendimiz’e nikahlanması helâl kılinan kadınların, hangi kadınlar olduğu üzerinde ihtilâf edilmiştir. Bir başkasının nikahında olmayan bütün kadınlar mı, yoksa sadece hicret etmiş olan kadınlar mı, diye üzerinde ittifaka varılamamış ve böylece iki görüş belirmiştir. Her iki görüşü de îmam el-Mâverdi nakletmiştir. ikinci görüşe göre, demek oluyor ki; hicret etmemiş bir kadınla evlenmenin haram oluşu da, Peygamberimiz’e has bir şey olmakta ve bu görüşü Tirmizi’nin Ümmü Hâni’den olan rivayeti teyid etmektedir. Bu riyayet şöyledir: “Ben, hicret eden kadınlar arasında bulunmadığım için, Resûlüllah’a helal kılınmış bulunanlardan değildim,” Fakat buna rağmen, birinci görüş tercih edilmiş ve: “Nikah meselesinde ümmetten birine helal olanın, Peygamber’e helal olmayarak bu hususta o’nun ümmetinden eksik kalması, doğru değildir. Hem o, bundan sonra Safiye ile evlenmiştir. Safîye ise, hicret eden kadınlardan değildi” denilmiştir.

Evet, böyle denilerek bu kavil tercih edilmiştir amma, buna da şu cevab ve itiraz verilmiştir: “Peygamberimiz, nikah mevzuunda ümmetinden daha eksik olamaz” denilmesi, çok sağlam bir söz değildir. Zira ümmetine ehl-i kitaptan olan bir kadınla evlenmesi caiz iken, Peygamber hakkında bu caiz değildir. Peygamberimiz’in Safîye’yi nikahlamış olmasına gelince: Bu, âyetin inişinden önce idi. Binâenaleyh, ileri sürülen iddia hakkında delil olmaz. Tarihen bilinen bir husustur ki, Peygamberimiz Safîye’yi yedinci hicret yılında Hayber’de nikahlamıştır, ilgili âyet ise, dokuzuncu senede nazil olmuştur.”

Şafii mezhebi âlimleri: “Peygamberimiz için, hanımlarından bazısını boşamak ve yerine başka bir kadınla evlenmek mübâh kılınmış idi. Bunu haram kılan âyet, bir başka âyetle neshedilmiştir” derler. Hanefi mezhebi imamı Ebû Hanife ise, Şâfiilerin bu görüşünü kabul etmemiş ve şöyle demiştir: “Bunun, Peygamber Efendimiz için haram oluş hükmü devam etti ve neshedilmedi.”  [25]

Yukarıda arzedilen iki görüşten bize göre en sağlamı ve İmam-ı Şafii’nin kelâmı ve Mâverdi’nin kesin olarak hükmettiği şudur: “Peygamber’in (s.a.v.) üzerine, o’nu tercih etmiş bulunan eşlerini boşamak haram idi. Nitekim o’nu seçmeyen bir eşini de tutması haram idi. (Bu mes’ele az ileride müstakil olarak da ele alınacaktır.) Imam-ı Şafii’nin mezhebinde bulunan âlimler ise bu hususta iki şık üzerinde durmuşlardır. Birinci şık: O’nu seçmeyen eşinden ayrıldıktan sonra, artık dünyayı tercih etmiş bulunan bu eşini bir daha ebediyen nikahına alması Efendimiz’in üzerine haram olması idi. Artık ahirette dahi bu, O’nun eşi olamazdı. Bu birinci kavle göre, işte bu husus da O’nun özelliklerinden birini teşkil ediyordu. Zira o’nun ümmetinden olan herhangi bir kimsenin eşi, bu şekilde muhayyer bırakıldıktan sonra, kocasını seçmemiş ve bu suretle kocasından ayrılmış olsa; ebediyen bu kocasına haram olmaz. Bir başkasıyla evlenip, ondan da ayrıldıktan sonra, bu eski kocasıyla tekrar evlenmek isterse, evlenebilir. Fakat Peygamberimizin durumu¬nun böyle olmadığını gördük. [26]

Peygamberimize Vacib Olan Bazı Özelliklerine Ait Bir Bölüm

Denilmiştir ki: “Peygamberimiz’in özelliklerinden biri de, O’nun hoşuna giden bir şey gördüğü zaman,Lebbeyk! înnel-ayşe ayşü’l âhirâtidemesi, üzerine vacibdi.” Bunu, el-Râfii nakletmiştir.  [27]

Yine denilmiştir ki: “Peygamberimiz’in farz namazlarını, hiç bir halel ve eksik bırakmaksızın edâ etmesi üzerine vâcib idi.” Bunu da bu şekilde nakleden el-Mâverdi olmuştur. Başkaları da bunu benimsemiştir.  [28]

Îbnü’l-Kâs’m Telhis adlı kitabında anlattığına, el-Kaffâl’m dediğine ve Nevevi’nin Zevâidur-Ravza’da naklettiğine göre; Peygamber’e (s.a.v.) vahiy geldiği zaman, kendisinden ve dünyasından geçerdi. Fakat bu halde dahi kendisinden namaz, oruç ve diğer hükümler sakıt olmazdı.” Bunun böyle olduğunu, Ibni Seb’ ise, kesinlikle hükmetmiştir.  [29]

Peygamberimiz’in üzerine vacib olduğu kabul edilen özelliklerinden biri de, niyet edip başlamış olduğu nafile ibâdetlerden herhangisi olursa olsun, onu tamamlamasıdır. Bu da Ravza adlı kitapta anlatılmıştır.”  [30]

O’nun vacib olan özelliklerinden biri de, insanlarla haşirneşir o-lurken, onların arasında bulunup onlarla konuşurken bile Allah’ı müşâhade etmekten hiç ayrılmamasıdır.  [31]

Keza o, bütün insanların tamamı itibariyle mükellef bulundukları ilim ve irfana, tek basma mükellef idi ve herhangi bir şeye, en güzel karşılık ne ise, onunla karşılık vermekle mükellef idi.  [32] Keza bir diğer özelliği de, bazen kalbine darlık veya dalgınlık gelirdi. O da Rabbi’ne günde yetmiş defa istiğfarda bulunurdu. [33]

Bunların hepsini, Şafii mezhebi âlimlerinden Îbnü’1-Kâs, Telhis adlı kitabında anlatmıştır. îbni Seb de… Allame Cürcani ise, el-Şâfîi adlı eserinde, O’nun özelliklerinden biri olarak da şunu söylemiştir: ‘İmamlığın fazileti, Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)’in hakkında, müezzinlikten daha üstündür. Başkaları hakkında ise böyle değildir. Zira Peygamber Efendimiz, sehiv ve galat üzerinde bırakılmaz. Başkaları ise, sehiv ve galatından haberdar olmamış olabilirler,”

Ben de derim ki: Peygamberimizin bu özelliği üzerinde; kesin ola¬rak bunun böyle olduğuna hükmetmek suretiyle ihtilafa mahal bırakmamak lazımdır. Fakat başkaları hakkında, imamlık mı af dal, yoksa müezzinlik mi afdal diye, ihtilaf edilebilir.” [34

Uhud dağından ağır gelen amel



Uhud dağından ağır gelen amel

Hz. Aişe validemiz,rüyasinda kiyametin koptuğunu,insanlarin mahşer yerine toplandiklarinigördü.
Bir kadinin ameli uhud dagindan da agir geldi.

Hz. Aise o kadini taniyordu.

Uyaninca onu cagirtti ve amelinin ne oldugunu sordu.

Kadin söylemekten cekindi.Hz. Aise israr edince dediki;




´´Su yedi hususla amel etmeye cok dikkat ederim
1-Kendimi hep korudum.Hic bir zaman beni mahremimden baskasi görmedi.
2-Elimde oldukca benden bir sey isteyeni hic bos cevirmedim.
3-Hic bir zaman yalniz yemek yemedim.
4-Ezan okumadan önce Namaza hazirlandim.
5-Müezzin ezan okuyunca onun söylediklerini bende söyledim.
6-Istisare etmeden, danismadan bir sey yapmadim.
7-Akrabamdan benden alakayi kesmis olani ,ben aradim ziyaret ettim.´´ 

Bunun üzerine Aise validemiz
´´Senin mizanin´,iste bununla agir oldu´ buyurdu.
16 Nisan 2006 Fazilet takvimi

VAZİFE BAŞINDA ÖLMEK



Hz. Osman b. Affan r.a. Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’in bugünkü tertibe göre derlenip çoğaltılmasını sağlamıştır. Halifeliğinin son yıllarında, yahudi asıllı İbn-i Sebe’nin başını çektiği entrikalar ve halifenin kâtibi Mervan b. Hakem’in halkı soğutan kaba tavırları, bazı bölgelerde hoşnutsuzluğa yol açmıştı. Sonunda Mısır, Kûfe ve Basra’dan çıkıp Medine’ye gelen silahlı gruplar, bir ay kadar süreyle halifenin evini kuşatma altında tutmuş, halifelikten çekilmesini istemişlerdi.
Hazreti Osman r.a. ise, ölse bile taşıdığı halifelik gömleğini çıkartmayacağını bildirmiş, isyancıların istifa isteğini geri çevirmişti. Onlarla savaşmak isteyen sahabi arkadaşlarına da, Medine’de kan dökülmesine izin vermemişti.
Bütün çıkış yollarını kapatan kuşatma, Hz. Osman r.a.’ın susuz kalmasına yol açmıştı. Vefatından bir gece önce rüyasında, iki halifesiyle birlikte Rasulullah s.a.v.’i görmüş ve onun elinden su içmişti. Allah Rasulü s.a.v. ona: ‘Yarın yanımızda iftarını açarsın’ demişti. Ertesi gün, kuşatma altındaki evinde Kur’an-ı Kerim okurken, Hz. Osman r.a. isyancı katiller tarafından şehit edildi.
Bu olaydan sonra Hz. Osman r.a.’ın neden halifeliği bırakmayıp, ölmeyi göze aldığı merak konusu oldu. İnsanların merakına Hz. Aişe r.a. karşılık verdi:
‘Allah Rasulü, bir gün Osman’ı yanına çağırdı. Başbaşa birşeyler konuştu. Sonunda Osman’ın omuzuna dokunarak üç kere şöyle dedi:
- Ey Osman! Umulur ki Allah sana bir gömlek (halifelik gömleği) giydirecek. Eğer kimi münafıklar senden onu çıkartmayı (vazifeyi bırakmayı) isterlerse, bana kavuşuncaya kadar o gömleği çıkarma!’
O gün bu haberi alan Hz. Osman r.a., halifeliğinin en zor günlerini yaşarken bile sabretti. Rasulullah s.a.v.’in emrine uydu ve nihayet vazifesi başında şehit edilerek O’na kavuştu.