15 Mayıs 2011 Pazar

Hz. Fatımatü'z-Zehra


Hz. Fatımatü'z-Zehra
[ R.A. ]
Fatımeh Ez-Zehra veya Fatıma'tüz-Zehra  olarak bilinir. Fatıma'tüz-Zehra İslam Peygamberi Hz. Muhammed ve Hz. Muhammed'in ilk eşi Hz. Hatıce'nin kızı ve seyyidlerin anasıdır. Arabistan'ın kuzeybatısında Mekke'de 614 veya 606 yılında doğmuş ve Medine'de Rasulullah (s.a.v.)in vefatından 6 ay sonra 632 yılında ölmüştür. 624 yılında babasının amcası Ebu Talib'in oğlu Ali ile evlenmiştir. Eşi Hz. Ali, Hz. Muhammed'in sağlığında yardımcısı, daha sonra da 4. halife olarak müslümanların lideri olmuştur.
Hz. Fatıma'nın Hz. Ali'den 3 oğlu (Hz. Hasan ibn Ali ve Hz. Hüseyin ibn Ali, Muhsin) ve 2 kızı (Ümmü Gülsüm binti Ali ve Zeyneb binti Ali) olmuştur.
Hazreti Fâtıma radıyallahu anhâ Rasûlullah'ın kızlarının en küçüğü ve  son çocuğudur. Hz. Ali Kerremallahu veche (K.V.)'in  eşi ve Hz. Hasan ve Hüseyin'in anneleri olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in dünyada neslini devam ettiren evladıdır.  Hz. Ali Kerremallahu veche (K.V.)  ve çocuklarıyla ehl-i beyt'i teşkil eden ümmetin hanımlarının seyyidesidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in nübüvvetinden yaklaşık bir yıl önce Mekke'de doğdu. Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz ona Fâtıma adını verdi. Deylemî'nin Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte: "Onu sevenleri, Allah'ın Cehennem'den uzaklaştıracağı için kızıma Fâtıma adını verdim." buyurdu. Fâtıma, "sütten kesilmiş" anlamına gelmektedir.
Lakabları , Zehra ve Betül'dür. Zehra; "Ak yüzlü, parlak, ve aydınlık yüzlü, nurâni kadın", Betül ise; "Dünyevi heveslerden uzak, ibadet için kendisini Allah'a yönelten, iffetli ve namuslu kadın" anlamına gelmektedir.
Hz. Fâtıma (r.anhâ),  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  sevgi ve şefkati altında büyüdü. Babasındaki merhameti ve güzel ahlâkı, annesindeki asâleti, cömertliği, eşine karşı hizmeti, hürmet ve muhabbeti gördü. İslâm uğruna çektiği sıkıntılara nasıl katlandığını ve o yolda fedakârlığın en güzel örneklerini bizzat görerek yaşadı  ve  öğrendi. Peygamber babası ve Hz. Hatice'nin gözetiminde eğitimini tamamladı. Tam bir iffet ve şeref örneği olarak bütün nebevi güzellikleri hayatına nakşederek büyüdü.
Fatıma'tüz-Zehra, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'den  18 hadis-i şerif rivayet etmiştir.
Fatıma'tüz-Zehra bilhassa annesi Hz. Hatice (r.anhâ)'nın vefatından sonra babasının yanından hiç ayrılmadı. Müşriklerin işkencelerine maruz kalan babasına yardımcı olmağa çalıştı. Fatıma'tüz-Zehra bir gün babasıyla Kâbe'ye gitmişlerdi. Kureyş Müşrikleri onları görünce toplandılar ve fısıltı halinde birbiriyle konuşmaya başladılar. Babası Kâbe'nin yanında namaza durdu. Secdeye vardığında Ukbe İbni Ebî Muayt adındaki azgın bir müşrik, bir deve işkembesi getirerek babasının sırtına koydu. Geriye çekilip uzaktan birbirleriyle gülüşmeye ve dalga geçmeye başladılar. Buna çok öfkelenen küçük Fâtıma babasının sırtından o ağırlığı kaldırıp elbisesini temizleyemedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) secdeden başını kaldırdı ve  ellerini açarak: "Allah'ım bu azgınları sana havale ediyorum Ya Rabbî! Kureyşi sana bırakıyorum" o azgın kişileri rabbine havale etti. Abdullah İbni Mesûd (r.a.) Kâbe hareminde Resûlullah (s.a.v.) Efendimize eziyet edenlerin tamamının sonlarının çok fecî olduğunu şöyle anlatır: "Allah Hakkı için o azgın müşrikleri Bedir günü gördüm. Hepsi katledildi. Bir kısmını sürüyerek Bedir kuyusuna attılar".
Fatıma'tüz-Zehra yine bir gün  babası ile Kâbe'ye gtmişlerdi. Müşrikler babasıının etrafını sararak: "Şunu şunu söyleyen sen değil misin?" diye hakaret ettiler. Hatta azgın bir müşrik Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in yakasından tutup sıkıştırdı. Fâtıma çok korktu ve titreyerek yere yıkıldı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) ise hiçbir telâşa gerek duymadan hak olarak söylediği sözleri tekrar ederek: "Evet bunları söyleyen benim" buyurdu. Bu esnada Hz. Ebû Bekir (r.a.) yetişti ve: "Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürecek misiniz?" diyerek müdahale etti ve azgın müşrikleri oradan uzaklaştırdı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) bir gün yolda giderken azgın bir müşrik, üzerine toz-toprak ve pislik attı. Üstü başı toz-toprak olan ve elbiseleri kirlenen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) eve döndü. Fâtıma, kapıyı açınca babasıını tanıyamadı ve ağlamağa başladı. Ablaları da ağlıyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) ise kendilerine gülümseyerek "Zararı yok, su ile temizlenir" diyordu. Böylece çocukları sakinleştirmeğe çalıştı. Fakat hıçkırıklarını tutamayan  Fâtıma'yı susturabilmek için: "Ağlama kızım. Allah, babanı koruyacaktır." buyurdu ve O'na Allah'ın koruması altında olduğunu anlatmak zorunda kaldı.
Fatıma'tüz-Zehra bu şekilde hayatının ilk yıllarında çok çilelere tanık oldu. Bütün çocukluğu Kureyş'in zulum, baskı ve ambargoları altında geçti. Daha henüz ömrünün baharını yaşarken annesini yitidi. Mekke'de Müslümanlara ezâ ve cefalar, işkenceler dayanılmaz hal alınca   Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'e hicret izni verildiğinde Fatıma'tüz-Zehra da  ailesi ile birlikte Medine-i Münevvere'ye hicret etti. Hz. Fâtıma (r.anhâ) bu göç ile çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Mekke-i Mükerreme'ye vedâ etti.
Fatıma'tüz-Zehra'nın Hz. Ali (K.V.) ile Evliliği
Fatıma'tüz-Zehra ve ailesi Medine-i Münevvere'de nisbeten daha  huzurlu bir ortamda yaşamağa başladılar. Babası Hz. Âişe (r.anhâ) ile,  ablaları da Hz. Osman (r.a.) ile evlendiler. Kendisi de evlilik çağına ulaşmış 16-17 yaşlarına girmişti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'e  akraba olabilmek  için Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) de dahil ashâb-ı kiramdan bir çok izdivac talebi ile karşılaştı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) bu dostlarını: "Fâtıma hakkında Allah'ın işaretini bekleyelim." diyerek geri çevirdi. Bu haberler Medine'de yayılınca Ebû Tâlib ailesi ve dostları Hz. Ali'yi Fatıma'tüz-Zehra ile evlilik hususunda acele etmesi için uyardılar.  Fakat Hz. Ali : "Ebû Bekir ve Ömer'den sonra bana verirler mi?" diyerek çekindiğini söylese de  yakınları ikna ederek Fatıma'ya talib olmağa yönlendirdiler.
Hz.  Ali (K.V.) Fatıma'tüz-Zehra ile evliliği konusunu şöyle anlatır:
"Halk arasında konuşulanları duyan kölem bir gün bana: "Ey Ali! Fâtıma'nın Rasûlullah (s.a.)'den istendiğini biliyor musun?" dedi. Ben de: "Bilmiyorum." dedim. Tekrar bana: "Ey Ali! Rasûlullah'a gidip Fâtıma'yı sana nikâhlamasını istemekten seni alıkoyan nedir?" dedi. Ben de: "Yanımda birikimim yok." dedim. O da: "Rasûlullah'a gidersen, muhakkak sana Fâtıma'yı nikâhlar!." diyerek bana gitmemi ısrar etti. Ben ise bu konu için Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna çıkmaktan çekiniyordum. Fakat akrabalarımın hepsi bana: "Fâtıma'yı Rasûlullah'tan bir de sen iste." diye teşvik ediyordu. Sa'd ibni Mu'az (r.a.), bu hususta beni ikna eyledi. Nihayet çekinerek, sıkılarak da olsa Rasûlullah (s.a.)'e bu teklifi götürmek üzere evden çıktım.
Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz'i, Ümmü Seleme (r.anhâ) annemizin evinde buldum. Kapıyı çaldım ve selâm verdim. İçeri buyur ettiler. Efendimiz bana yanında yer gösterdi. Ben de edebli, mahcub ve heyecanlı bir vaziyette başımı öne eğip oturdum. Halimi anlayan Efendimiz "Ya Ali! Öyle zannederim ki bir murâdın var." buyurdu. Ben de: "Ya Rasûlallah! Anam-babam sana fedâ olsun. Senin bereketinle sırat-ı müstakimi bulduk. Nice zamandır  cüret edip söyleyemedim." diye söze başlayınca bana tebessüm etti ve: "Herhalde Fâtıma'yı istemeye geldin." buyurdu Ben de: "Evet" dedim. Bunun üzerine: "Fâtıma'ya mehir olarak verebileceğin neyin var?" diye sordu. Ben de: "Bir kılıcım, bir devem bir de küçük zırhım var." dedim. Efendimiz: "Kılıcın sana lazımdır. Deven bineğindir. Zırhını sat Ya Ali!"  buyurdu ve sözüne devamla: "Hak Teâlâ kendi katında Fâtıma'yı sana nikâhladı. Senden önce melek gelip, bana bu hâli haber verdi." dedi.
Hz. Ali (r.a.), Rasûlullah (s.a.)'in huzurundan gayet neşeli bir şekilde çıkıp mescide vardı. Peşinden Efendimiz teşrif etti ve Bilâl'e yönelerek; Muhâcir ve Ensar'ı toplamasını söyledi. Ashâb-ı kiram mescidde toplanınca Fahr-i Kâinat (s.a.) minbere çıktı ve:
"Hamd olsun Allah'a ki, verdiği nimetlerle övülen O'dur! Kuvvet ve kudretinden dolayı kendisine ibadet edilen O'dur! Mülk ve saltanatından dolayı kendisine boyun eğilen O'dur! Azabından korkulan, yanındaki nimetleri umulan O'dur! Yerde ve göklerde hükmünü yürüten O'dur! Kudretiyle halkı yaratan, hikmetiyle mümtaz kılan ve izzetiyle sağlamlaştıran O'dur! Gönderdiği dini ve Peygamberi Muhammed'le halkı şereflendiren O'dur!
Yüce Allah, karşılıklı hısımlıklarla nesebleri birbirine katmayı emir buyurmuş ve bununla günahları ortadan kaldırmıştır.
Ey müslümanlar! Yüce Allah Fâtıma'yı Ali'ye nikâhlamamı bana emir buyurdu. Sizler şâhit olunuz; Fatıma'yı 400 miskal gümüş mehirle Ali'ye nikâhladım." buyurarak kısa ve öz bir hitabede bulundu. Sonra Hz. Ali (r.a.) kalktı ve: "Söze Hak Teâlâ'ya hamd ederek başladı. Peşinden Rasûlullah kızı Fâtıma'yı bana nikahladı. Onun mehri benim küçük zırh gömleğimdir. Ben buna râzı oldum. Sizler de bu akde şahid olun" dedi. Ashâb-ı Kiram bu hayırlı işe çok sevindi. Cümlesi ayrı ayrı Hz. Ali'yi tebrik etti. Sonra Resûl-i Ekrem (s.a), Ali'nin evine geldi ve: "Ya Ali! Var git küçük zırh gömleğini sat, parasını bana getir."  buyurdu.
Hz. Ali (r.a.) zırhını alıp çarşıya çıktı. Yolda Hz. Osman (r.a.) ile karşılaştı. Zırhını satacağını söyleyince Hz. Osman istediği bedeli 480 dirhemi verdi ve satın aldı. Sonra ona: "Ya Ali! Bu zırha sen benden daha lâyıksın. Lütfen hediyem olarak kabul eyle." diyerek geri verdi. Hz. Ali (r.a.), bu muhabbet ve hediyeye çok sevindi. Zırh gömleğini ve parayı alarak İki Cihan Güneşi Efendimize getirdi. İki seçkin ashâbının karşılıklı muhabbetinden ve yardımlaşmasından pek memnun kalan Efendimiz. Hz. Osman'a dua etti. Onun nazik davranışını takdir etti.
Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz, o paradan bir miktarını alıp Bilâl'e verdi. Bununla çarşıdan koku almasını tenbih etti. Düğün için gerekli zarûrî ihtiyaçları çeyizleri almak üzere bir miktar daha aldı ve Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e uzattı. Paranın kalan kısmını da müminlerin annesi Ümmü Seleme (r.anhâ)'ya emanet olarak gönderdi. Hz. Ebu Bekir (r.a.), Selman ve Bilâl yardımcıları birlikte çarşıya çıkıp çeyizlik eşyaları ve diğer ihtiyaçları temin ettiler.
Hz. Fatıma'ya çeyiz olarak alınan eşyalar şunlardı: 1 adet kadife yorgan, 1 adet yüzü deri içi lif dolu yastık, 3 adet minder. 2 döşek, 1 koç postu, 1 adet topraktan yapılmış su testisi, 1 su tulumu, 1 elek, 1 kilim,  2 adet Yemen işi gümüşle işlenmiş elbise, 2 adet el değirmeni, 1 meşin su bardağı, 2 adet çanak çömlek, 1 adet hurma yaprağından örülmüş sedir.
"O Benden Bir Parçadır"
Hz. Fâtıma (r.anhâ)'nın çeyizleri alınmıştı. Düğün hazırlıkları tamamlanmış fakat günü belirlenmemişti. Hz. Ali ile kardeşi Akil düğün mevzuunda görüşmek üzere birlikte Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizin hanesine geldiler. Kapıda Ümmü Eymen'e rastladılar ve durumu ona açtılar. O da: "Bu iş için bana biraz müsaade edin. Ben size yardımcı olayım. Meseleyi önce Resûlullah'ın zevcelerine açar ve bir cevap almaya çalışırım." diyerek onları geri döndürdü.
Rasûlullah (s.a.)'in hizmetinde bulunan dadısı Ümmü Eymen bu meseleyi Ümmü Seleme'ye söyledi. O da Hz. Âişe (r.anha)'nın evinde toplandıkları bir sıra da Efendimize durumu arzetti ve: "Yâ Rasûlallah! Haticetü'l-Kübrâ hayatta olsaydı bize söz düşmezdi. O bu işi tamamlardı." diyerek söze başladı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.), Hz. Hatice annemizin ismini duyunca; "Onun gibi hatun nerede bulunur? Herkes beni yalanlarken o tasdik etti. Bütün malını İslâm yoluna sarfetti." buyurdu.
Ümmü Seleme annemiz söze devamla: "Ya Rasûlallah! Hakîkaten Hatice dediğiniz gibiydi. Cenâb-ı Hak onu ve bizleri Cennette cemeylesin. Şimdi onun kızı Fâtıma'yı düşünsek. Amca oğlun Ali düğünlerinin yapılmasını istiyor. Siz ne buyurursunuz?" dedi. Efendimiz: Ali bana böyle bir şey söylemedi." buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de: "Ya Rasûlallah! Ali mahcûbiyetinden, edebinden size söyleyemez." dedi. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz: "Öyleyse Ali'yi çağırın." buyurdular. Ümmü Eymen koşup Hz. Ali'yi çağırdı. Mahcubiyetinden sıkılarak huzura giren Ali (r.a.) bir kenara oturdu. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz: "Yâ Ali düğününüzün olmasını arzu ediyor musun?" buyurdu Ali de: "Evet" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz: "Fâtıma'nın çeyizi tamamdır. İnşallah bu vazifede yerine gelecektir." buyurdu. Ümmü Seleme annemize haber gönderip 10 dirhem istedi. Gelen parayı Hz. Ali'ye uzattı ve: "Ya Ali! Bir miktar hurma, biraz tereyağı biraz da yoğurt al gel" buyurdu.
Hz. Ali siparişleri alıp huzura getirdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) hurmaları bir kaba boşaltıp mübarek elbisesiyle ezdi. Biraz un, yoğurt ve tereyağı ile karıştırarak tatlı bir düğün yemeği yaptı. Arapların meşhur "Hays" adını verdikleri bu yemeği tabaklara koydu. Bu velîme hazırlığından haberdâr olan Sa'd İbn Ubâde (r.a.) katkı olmak üzere derhal bir koyun kesti getirdi. Bir başka sahâbî yağ, un v.s. getirdi. Hazırlıklar tamam olunca Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz: "Yâ Ali! Ashab-ı Kiramı davet et! Dostlarını davet et!" buyurdu. O da dışarı çıkıp ashâbı davet etti. Gelenler onar onar içeri alınıp sıra ile sofraya oturtuldu. Bu şekilde sofralar dolup taştı. Gönülleri bereket, rahmet kuşattı. Hz. Ali (r.a.) o gün velîme yemeğinden yediyüz kişinin yediğini nakletmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) Ümmü Seleme annemizle Ümmü Eymen'den Fâtıma'yı giydirip kuşatmalarını istedi. Bir deve getirilip süslendi. Hz. Fâtıma bindirildi. Yuları Selman-ı Fârisî (r.a.)'ın eline verildi. Huzur ve neşe içerisinde Hz. Ali'nin evine getirildi. Böylece insanlık kadınlarının tacı Hz. Fâtıma (r.anhâ) şânına yakışan bir sadelik içinde hicretin 2. yılının Zilhicce ayında gelin oldu.
Ümmü Eymen'in anlattığına göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)kendisi gelinceye kadar Hz. Ali'nin Fâtıma'nın yanına gerdeğe girmemesini emir buyurmuştu. Efendimiz gelip kapıyı çaldı. Dadısı Ümmü Eymen karşıladı. Selam verdi. İçeri girmek için izin istedi. İzin verilince girdi ve: "Kardeşim burada mı?" diye sordu. Ümmü Eymen: "Ya Rasûlallah! Kardeşin kim?" dedi. Efendimiz de: "Ali ibni Ebî Tâlib" buyurdu. Dadısı: "Sen kızını onunla nikâhladığına göre o nasıl kardeşin olur?" dedi. Efendimiz: "Evet! o öyledir." buyurdu. Yani o benim dinde kardeşim olur. Fâtıma ile evlenmesinde bir sakınca yoktur dedi. Sonra bir kapla su getirtti. Abdest aldı ve Hz. Ali'yi çağırdı. Abdest suyundan göğsüne iki omuzunun arasına serpti. Sonra Hz. Fâtıma'ya da aynı şekilde davrandı ve: "Allahümme bârik fîmâ ve bârik lehüma fi neslihimâ= Allah'ım bu evliliği mübarek kıl! Onlara ve nesillerine mübarek kıl." buyurdu ve: "Ey Allah'ım ! Fâtıma ve zürriyeti hakkında kovulmuş şeytandan sana sığınırım." diye duâ etti. Hz. Ali için de aynı duâyı tekrar ederek: "Allah'ın ismi ve bereketiyle gir zevcenin yanına." buyurdu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) evlenecek bir kimseyi tebrik edeceği zaman "Allah bunu senin için mübarek kılsın! Allah'ın bereketi senin üzerine Olsun! Allah ikinizi hayırda birleştirsin!" diye duâ ederdi.
Yeni gelin ve damata bu duâları yaptıktan sonra onların arasındaki muhabbeti kuvvetlendirmek için kızına: "Vallahi Ey Fâtıma! Ben seni, ailemin en hayırlısına nikâhladım! Allah hakkı için erin iyi erdir. Sahâbenin evvelidir. İslâm'da büyüğüdür. İlim de en derinidir. İmamların kadısı, İslâm'ın kahramanıdır. Zinhar ona isyan eyleme ve emrine muhalefet etme!" diye nasihatta bulundu. Damadına da: "Ey Ali, Fâtıma'nın hakkına riâyet eyle! O'nu hoş tut. O benden bir parçadır. Eğer onu üzersen, beni üzmüş olursun." buyurdu. Her ikisini de Allah'a emanet ederek oradan ayrıldı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in neslini devam ettirecek bu evlilikten "seyyid"  ve "şerif" ünvanlarıyla anılan ve Seyyidler neslinin kaynağı olan insanlar dünyaya gelecektir.
Fatıma'tüz-Zehra'nın evinde sevgi, saygı, şefkat, merhamet, hizmet, firaset, nezâket ve nezâhet gibi üstün ahlâkî meziyyetler yeşerdi ve  dünyanın güzellikleri paylaştıkları gibi gibi sıkıntılarını da birlikte sabır ve rıza ile göğüslediler.
Hz. Fâtıma (r. anhâ) maddi olarak yoksul bir evde ve fakirlik içerisinde bir hayat sürdü; el değirmeninde un öğütürken taş çevirmekten avuçlarının içi kabarsa da arpa öğütüp ekmek yaptı. Ama yokluktan, yoksulluktan hiç şikâyet etmedi. Zâhidece ve sufiyâne  bir hayat yaşarken  kimseye dert yanmadı.
O, hassas ruhlu, zayıf yapılı idi. Yaşından beklenmeyecek derecede yüce bir ahlâka sahibti. Üstün bir zekâsı, halîm ve selîm bir yapısı vardı. Son derece mütevaziydi. Söz ve davranışlarında vakurdu. Çok az konuşurdu. Ağzından çıkan sözler inci danesi gibi hikmetler saçardı. Cömertti, zâhidâne yaşamayı severdi. Ev işlerinde maharetli ve becerikliydi. İki Cihan Güneşi Efendimizin bir parçası ve kalbinin meyvesiydi.
Hz. Âişe (r.anhâ) annemizin bildirdiğine göre insanlardan Rasûlullah (s.a.)'e en sevgili olan Hz. Fâtıma idi. İçeri girdiğinde Efendimiz ayağa kalkar ve yerine oturturdu. Bir sefere çıkarken veya seferden döndüklerinde önce mescide girer, iki rekat namaz kılar ve sonra sevgili kızına uğrardı. Onunla bir müddet sohbet ederdi. Hz. Fâtıma (r.anhâ) da babacığını çok seviyordu. Onu gölge gibi takib etmek istiyordu. Uhud savaşında babacığının yaralandığını duyunca bütün tehlikeleri göze alarak yanına vardı. Yanağına doğru akan kanı temizledi ve kül bastırarak durdurdu. Yarasını tedavi etmeye çalıştı.
Hazret-i Fâtıma radıyallahu anhâ'nın hayatı, kıyamete kadar gelecek İslâm kadınlarının örnek alacağı ibretlerle, ahlâkî meziyyetlerle doludur. O'nun evliliği, çeyizi, ev işlerindeki becerisi, mahareti, beyine karşı samimi, sevgi dolu hizmetleri, komşuluk münasebetleri, ilmi, irfanı ve infakı günümüze ışık tutmaktadır. O, eşyanın kölesi, hizmetçisi olmadı. Allah ve Rasûlünün sevdiği yolda samîmî kul olabilmek için gayret etti. Hayatını bu hedef ve gaye içerisinde geçirdi.
Hz. Fâtıma (r.anhâ) vefat ettiğinde geride gözü yaşlı sevgili kocası Hz. Ali ve beş çocuk bıraktı. Hasan 8; Hüseyin 7; Ümmü Gülsüm 5; Zeyneb 3; Rukiye 2 yaşlarındaydı. Üç ablasının ismini, üç kızında yaşatmak istemişti. Kendisi de 28 yaşlarındaydı. Bir çocuğu da küçükken vefat etmişti.
Hz. Fâtıma (r.anhâ)vefatına yakın günlerde Hz. Esmâ'ya: "Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum." demişti. O zaman kadınların cenâzesi kefene sarılıp perdesiz götürülürdü. Hz. Esma, Habeşistan'da hanım cenazelere hurma dalından çadır gibi örgü yaptıklarını görmüştü. Hz. Fâtıma (r.anhâ)'ya bunu anlatmıştı da hoşuna gitmişti. O zaman böyle bir tabut yapılmasını söylemişti. İslâm'da tabuta konarak kabre götürülen ilk kadın cenazesi Onun mübarek nâşı olmuştur. Cenaze-sini Hz. Abbas veya Hz. Ali kıldırmıştır. Vasıyyeti üzerine geceleyin Hz. Ali, Hz. Abbas ile oğlu Fazl tarafından Cennetü'l-Baki'aya defnedildi.
Fatıma'tüz-Zehra'nın Örnek Hayatından Kesitler:
Allah'ın Övgüsü
Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Fâtıma (r.anhâ)'nın yuvası hizmet, iltifat, saygı, edeb, iffet ve kıymet bilme gibi üstün ahlâkî meziyyetlerle donatılmıştı. Birbirlerinin fikir ve düşüncesine çok değer verirler; görüş ayrılığı olsa dahi ortak bir noktada birleşirlerdi. Dâvâ şuûruna sahib, samimi bir muhabbet ocağı, sıcak bir aile kurmuşlardı. Ebedî hayatı kazanmak ve Allah'ın rızasına erebilmek onlar için her şeyden önce gelirdi. Kendileri yemez, ihtiyaç sahiplerine yedirirlerdi. Kapısına gelen fakiri reddetmezlerdi. Kendileri muhtaç oldukları halde başkalarına verirlerdi. Onların bu güzelliklerini, cömertliklerini ve îsâr halindeki davranışlarını Allah, Kitâb-ı Kerîm'inde övülmüştür.
"Hz. Ali ile Hz. Fâtıma'nın nâfile oruç tuttukları bir akşam vakti kapılarına bir fakir gelir. "Allah için" diyerek birşeyler ister. Onlar da kendileri için hazırladıkları iftarlıkları olduğu gibi fakire verirler. Peşpeşe üç gün aynı vakitte akşam ezanı okunacağı zaman değişik kılık ve kıyafette yoksul, garib birileri kapılarına gelir; "Allah için" diyerek dilekte bulunur. Hz. Ali ile Hz. Fâtıma (r.anhûm) birlike hazırladıkları iftarlıkları olduğu gibi bu yabancı garib kimseye verirler. Kendileri üç gün birşey yemeden peşpeşe su ile oruç tutarlar. Onların bu güzel hali, gönüllerindeki engin infak şuuru Allah Teâlâ'nın hoşuna gider ve şu âyet-i celîle ile taltif edilirler.
"İyiler şüphesiz (güzel kokulu ve serin) kâfur katılmış bir kadehten içerler. Bu Allah'ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır. O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne bir teşekkür bekliyoruz. Biz çetin ve belalı bir günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan) korkarız." (derler)" (İnsan Sûresi; 5 - 10)
Vahiy tamamlandığında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) bu müjdeyi kızına ve damadına bildirdi. Her ikisi de sevinçlerinden üç günlük açlığın verdiği sıkıntıyı bir anda unuttular.
***
Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Fâtıma (r.anhâ) arasında kurulan evlilik ümmete ibretler dolu, karı-koca arasındaki sevgi, saygı, samimiyet ve güzel geçime örnek bir yuva olmuştu. Bu yuvanın fertlerinden birisi üzgün olsa diğeri onun üzüntüsünü gidermek için gayret eder ve evdeki eksikleri görmezden gelerek musâmaha ile karşılar;  birbirlerini dinler ve dertleşirlerdi. Fakat beşer olarak bu mutlu yuvada da küçük kırgınlıklar da olmaz değildi.
Birgün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) kızını ziyarete gitmişti. Damadını evde göremeyince kızına: "Amcanın oğlu nerede?" diye sordu Hz. Fatıma da: "Aramızda ufak bir şey geçti. O sebeple çıkıp gitti." cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) dışarı çıktı ve Sehl İbni Sa'd (r.a.)'a: "Ya Sehl, git Ali'ye bak. Nerede ise bana haber ver." buyurdu. Sehl doğru mescide koştu. Hz. Ali'nin orada uyumakta olduğunu gördü. Dönüp geldi ve mescidde yattığı haberini verince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) kalktı mescide gitti. Hz. Ali toprak üzerine uzanmış, uyuyakalmıştı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) damadını bu vaziyette görünce mübarek elleriyle yüzündeki tozları sildi. Üstü-başı toprak olduğu için "Ey Ebû Tûrâb kalk!" diye seslendi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in sesini duyan Hz. Ali derhal ayağa kalktı. Üstü başı toz toprak içinde olmuştu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) elbisesini temizlemeğe yardım etti ve elinden tutarak evine götürdü.
***
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  damadını ve kızını evliliklerinin ilk altı ayında sabah namazına çıkarken kapılarının önünde durup: "Ey Muhammed'in ev halkı! Haydi Namaza!" diye devamlı  çağırmış ve peşinden; "Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden günah kirini gidermek, sizi tertemiz yapmak ister." meâlindeki Ahzâb sûresi 33. âyetini okumuştur. Bir defasında da sabah namazı dönüşünde damadının evine uğramış ve kızını uykuda bulunca, namazını kılmadı zannederek şöyle seslenmişti: "Kızım Fâtıma! Muhammed Mustafa'nın kızıyım diye sakın namazı terk edeyim deme. Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a andolsun ki, beş vakit namazı vakti içinde kılmadıkça cennete giremezsin" buyurdu.
***
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) bir gün kızının hastalandığını duydu ve ziyaretine gitti. İmran İbni Husayn (r.a.) da yanında idi. Kapıya varınca tıklattı ve selâm verdi. Hz. Fâtıma (r.anhâ) derhal kapıyı açtı ve : "Buyurun babacığım" diyerek içeriye aldı. Sevincinden hastalığını unutmuş gibiydi Efendimiz: "Kızım yanımda İmrân İbni Husayn var başını ört!" buyurdu. Hz. Fâtıma (r.anhâ): "Babacığım bundan başka örtüm yok. Onunla başımı örtsem vücudum açıkta kalıyor." dedi. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz: "Örtüyü düz olarak değil, köşeli olarak ört ki her tarafını kapasın" buyurdu. Sonra İmran İbni Husayn da içeri alındı. O da "geçmiş olsun" dileğinde bulundu; dua ederek izin istedi.
***
Namaz Tesbihatı
Hz. Fâtıma (r.anhâ) birgün arpa öğütmek için el değirmenini çevirmekten avuçlarının içi kabardı. Bunu Hz. Ali'ye göstererek bir çare aramasını istedi. Hz. Ali (r.a.) da "dilersen babana durumu açabilirsin" dedi. Medine'ye esirlerin getirildiğini duyan Hz. Fâtıma (s.a.) babasından kendisine bir hizmetçi verilmesini istedi. Rahmet Peygamberi (s.a.) Efendimiz kızına: "İstediğinden daha hayırlısını size haber vereyim mi?" Cebrâil'in bana öğrettiği şu kelimeleri her namazın sonunda okursan, hizmetçiden daha iyidir. Bunlar: Otuz üç defa: "Subhânallah" otuz üç defa: "Elhamdülillâh" otuz üç defa da: "Allahü Ekber" demenizdir.
***
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) çok sevdiği kızını ve torunlarını görmek için sık sık damadının evine giderdi. Bir defasında kapıya vardı ve içeri girmeden geri döndü. Hz. Fâtıma buna çok üzüldü. Hz. Ali eve geldiğinde hanımını üzüntülü gördü. Sebebini sordu. O da: "Ya Ali: Rasûlullah geldi kapıdan içeri girmeden geri döndü, gitti" dedi. Buna Hz. Ali (r.a.) da çok üzüldü. Derhal sebebini öğrenmek üzere Rasûlullah'a koştu, Fâtıma'nın üzüntüsünü arzetti. Eve niçin girmediğini sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) birazcık sitemle: "Benim dünya ile ne işim var? Benim işlemeli perde ile ne işim var?" buyurdu. Hz. Ali (r.a.) meseleyi anladı ve hemen ailesine döndü ve Efendimizin hoşnutsuzluğunu haber verdi. Bunun üzerine Hz. Fâtıma (r.anha): "O perdeyi ne yapmamı emrediyor" dedi. Yine Rasûlullah'ın huzuruna varan Hz. Ali'ye: "Fâtıma'ya söyle; O perdeyi filan oğullarına göndersin" buyurdu. Rasûlullah'ın istemediği bir şeyi onlar hiç istemezlerdi. Allah Rasûlü babasını memnun etmek onların en büyük arzusu olduğundan O'na karşı kusur etmemeğe son derece dikkat ederlerdi. Bu emir  üzerine o perde yerinden indirilip ihtiyaç sahiplerine gönderildi.
***
Bir defasında Hz. Ali ile Hz. Fâtıma karşılıklı sohbet ediyorlardı. Birbirlerine iltifatlarda bulunuyor ve: "Hangimiz Allah'ın Rasûlü'ne daha sevgilidir? Kızı mı? Damadı mı?" diye konuşuyorlar ve tatlı tatlı gülüyorlardı. Tam bu sırada Resûl-i Ekrem (s.a.) yanlarına çıkageldi. Onları neşeli görünce pek sevindi. Babasına çok düşkün olan Hz. Fâtıma (r.anhâ) gülümseyerek: "Babacığım. Ali ile sizin yanınızda hangimizin daha sevimli olduğumuz üzerinde konuşuyorduk." dedi. Bunun üzerine Rahmet Peygamberi Efendimiz hem kızına hem de damadına beslediği derin sevgiyi şöyle ifade etti: "Kızım sen, babanın evlâdına olan tabii sevgisinden dolayı bana Ali'den daha sevgilisin. Fakat Ali de benim gözümde senden daha kıymetli ve daha çok izzet sahibidir." buyurdu. Her ikisini de değişik yönlerden sevdiğini duyurdu. Her fırsatta Onların aralarındaki muhabbetin artmasına gayret etti.
***
Hz. Fâtıma (r.anhâ) vahyin muhatabı olan babası Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in sohbetlerinden çok yararlanmıştı. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz Hz. Ali'ye: "-Ya Ali, Allah Teâlâ'yı sever misin?" diye sordu. O da: "Evet! Ya Rasûlallah severim." dedi. Efendimiz: "O'nun Rasûlünü de sever misin?" dedi.Hz. Ali heyecanlanarak: "Evet yâ Rasûlallah!" dedi. Efendimiz tekrar: "Kızım Fâtıma'yı da sever misin?" diye sordu. Hz. Ali hiç tereddüt etmeden. "Evet"dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  "Hasan ve Hüseyin'i sever misin?" dedi. O da: "Evet ya Resûlallah severim." diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.): "Ya Ali, gönül bir tane, sevgi ise dört. Bir kalbe bu kadar sevgi nasıl sığıyor? buyurdu. Hz Ali bu soruya bir türlü cevap bulamadı. Düşünceli bir vaziyette evine döndü. Onu düşünceli ve durgun görünce Hz. Fâtıma (r.anha)  ne olduğunu ve  zihninden geçirdiklerini öğrenebilmek için: "Ya Ali seni durgun görüyorum. Üzücü bir şey mi oldu?" diye söze girdi ve; "Eğer bu dünya ile ilgili ise kederlenmeğe değmez. Ahiret ile ilgili bir husus ise nedir seni üzen şey?" dedi. Nazlı eşinin sorusunu cevapsız bırakmak istemeyen Hz. Ali (r.a.) başından geçen olayı anlattı ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in sorduğu soruya cevap veremediğini söyledi. Hz. Fatıma (r.anhâ) soruyu öğrenince gülümsedi ve "Ya Ali! Babamın yanına git ve şöyle cevaplandır." diyerek açıklamalarda bulundu. Hz. Ali bu izâhatten memnun oldu. Gönlüne hoş geldi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in  huzuruna koştu: "Ya Rasûlallah! Sağ, sol, ön, arka diye insanın yönleri vardır. Kalbin de böyle. Ben Allah'ı aklım ve imanımla, sizi ruhum ve imanımla, Fâtıma'yı, insânî nefsim ile, Hasan ve Hüseyini de babalığın tabii icabı ile seviyorum." dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  bu cevaba tebessüm etti ve: "Ya Ali! Bu sözler ancak Peygamber ağacının dalından alınmış meyvelerdir." buyurdu.
***
Hz. Fâtıma (r.anhâ) çok hassas ve yufka yürekliydi. Kimsenin üzülmesini istemez, acı çekmesine dayanamazdı. Allah Rasûlü babası rahatsızlandığı zaman hemen yanına koşardı. "Vah babacığım!..." diyerek üzülürdü. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  de: "Sabret kızım! Sabır güzeldir!" buyurarak onu teselli ederdi. Birgün şiddetli ateşler içinde iken etrafındakilere:
"Ey insanlar! Siz bana karşı hiçbir şeyle delil bulamazsın! Zira, Ben ancak Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim'in helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım.
"Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye! Allah katında makbul olan ameller işleyiniz. Bana güvenip tembellik etmeyiniz. Çünkü ben, sizi, Allah'ın azabından kurtamam!..." buyurdu. İnsan için ancak çalıştığının karşılığının verileceğini duyurdu. Kişiyi ancak iman ve amelinin kurtaracağına dikkat çekti.
Hastalığı ağırlaştıkça ümmetini daha çok düşünüyor ve onları cehennemin korkunç alevlerinden kurtarmak istiyordu. Yine etrafında bulunanlara: "Namaza... Namaza dikkat... Namaza... Namaza... devam ediniz!..." buyurarak İslâm'ın ana direği namazı  muhafaza etmek gerektiğini vurguluyordu.
Bana İlk Kavuşacak Sensin !..
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in hastalığı  iyice ağırlaştığı birgün kızı Hz. Fâtıma'yı yanı başına çağırdı. Babasının ateşler içinde yandığını gören Hz. Fâtıma: "Vah babam, vah Allah'ın Rasulü babam" dedi. İçinin yanıklığını bu ifadelerle dile getirdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)  biricik kızının başını kendine doğru çekip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fâtıma hıçkırıklara boğularak ağlamağa başladı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) kızının ellerinden tutarak tekrar kendisine doğru çekti ve kulağına yine bir şeyler söyledi. Bu sefer Hz. Fâtıma'nın yüzünde tebessüm belirdi. Üzüntü ile sevinç bir arada yaşanınca Hz. Aişe annemiz merak edip bu hali Hz. Fatıma'ya sordu. O da şimdi söyleyemiyeceğini belirteyerek özür diledi. Daha sonra açıkladığına göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) sevgili kızına ilk defasında "Cebrâil aleyhisselâm her sene bana bir kere Kur'an-ı Kerim'i arz ederdi. Bu sene iki kere okudu. Anladığım ecelim yaklaşmıştır..." buyurmuştu.  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.) onu teselli etmek ve sabrını artırabilmek için Fatıma'tüz-Zehra ile fazla ayrı kalmayacaklarını duyurarak sabır dilemek için ikinci defasında kulağına tekrar fısıldayıp: "Ehl-i beytimden bana ilk kavuşacak olan sensin." buyurunca ağlamasına son veren Fatıma gülümsemişti. 
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in Vefatı ve Sonrası
Hz. Fâtıma (r.anhâ) babasının ateşinin yükseldiğini gördükçe adeta kendi kendine eriyordu. İçinin yanıklığını, ıstırabını: "Vah babama!.. Vay babamın çektiği ıstıraba..." diyerek dışa vuruyordu. Efendimiz de sevgili kızını teselli edebilmek için: "Kızım! Bugünden sonra baban hiç ıstırab çekmeyecektir. Kızım! Sakın ağlama! Ben vefat ettiğim zaman 'İnnâ Lillâhi ve innâ ileyhi râciûn' de!.." buyurdu.
O, babası Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in ruhu dâr-ı bekâ'ya uçtuğu zaman elem ve kederini: "Ey Allah'ın davetine koşan babam!.. Ey mekanı Firdevs olan babam! Ey ölüm haberini Cebrâil'den alan babam!... Ey Rabbine kendisinden daha yakını bulunmayan babam!..." ifadeleriyle dile getirdi.
Hz. Fâtıma (r.anhâ)'nın acıları bitmeyecek ve yüreğinin ateşi sönmeyecekti. Sevgili babasından ayrıldığı günden sonra güldüğü hiç görülmemiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in kabr-i şerîfini ilk ziyaret eden Hz. Fâtıma oldu. Gözyaşları içerisinde kabre bakarak bir süre öylece kalakaldı. Sonra eşi Hz. Ali'ye dönerek: "Allah'ın Rasûlü'nün üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl râzı oldu?" dedi. Yüreğinin yanıklığını isyana varmayan ağıtlarıyla şöyle dile getirdi: "Üzerime öyle musîbetler döküldü ki, şayet onlar gündüzlerin üzerine dökülseydi, kararır da gece olurdu."
Hz. Fatıma (r.anhâ) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in  kendisine sır olarak söylediği sözlerle teselli bulmağa çalışıyordu. Beş çocuğu, üçü kız, ikisi erkek etrafında pervane gibi dönüyorlardı. Ama o ilahî kaderin kazâ safhasına çıkacağı zamanı bekliyordu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (s.a.v.)'in vefatından altı ay geçmişti. Hz. Fâtıma da hastalanıp yatağa düştü. Hicretin on birinci yılı, Ramazan ayına girilmişti. Rahatsızlığı şiddetlenince çocuklarının dışarı çıkarılmasını Hz. Ali'den istedi. İçeriye "anneciğim" dediği Ümmü Râfi' ile Hz. Esma binti Umeys girdi. Kendisine abdest aldırıp yalnız bırakılmasını istedi. "Rabbime duâ ve niyazda bulunmak istiyorum" dedi. Derin bir niyaz halindeyken nazenin bedenini odanın içinde bırakarak ruhunu Rabbine teslim etti. Rahmetullahi aleyh.

ALİ HAYDAR AHISKAVÎ


ALİ    HAYDAR   AHISKAVÎ
[ Kaddesallahu  Sırrahulaziz ]
    Batum'un Ahıska beldesinde 1870 senesinde dünyaya geldi. Babası Şerif Efendi'dir. İki yaşında annesini, dört yaşında da babasını kaybeden Ali Haydar Efendi  ilk ilim tahsilini memleketinde yapmıştır. Daha sonra Erzurum'da medrese tahsiline devam etmiştir. Erzurum'dan sonra İstanbul'a gelen Ali Haydar Efendi , Fatih Camii Şerifi'nde derslere devam ederek, Beyazıd dersiâmlarından Çarşambalı Hoca Ahmed Hamdi Efendi'den 1901 yılında icazet almıştır.

     Ali Haydar Efendi (K.S.), Ahmed Hamdi Hoca'nın derslerine devam ederken, o devirde kadı yetiştiren Medresetü'l-Kuzat'a ( o zamanın Hukuk Fakültesi ) giderek, oradan da diploma almıştır. (1906) İlk adli vazifesi Burdur kadılığıdır. Sonra Uşak kadılığı ve sonra Denizli kadılığı olmuştur. Daha sonra İstanbul İstinaf Mahkemesi ( dava mahkemeleri ile temyiz mahkemeleri arasında bir derece yüksek mahkeme) üyeliğine getirildi.. Bu vazifede iken hukuk mektebinde Mecelle ve Usul-i Muhakematı Hukukiye derslerini okutmaya başladı. Ardından sırasıyla İstanbul Bidayet Mahkemesi, İkinci Hukuk Dairesi Başkanlığı, Bidayet Mahkemesi Başkanlığı, İstinaf Mahkemesi İkinci Hukuk Dairesi Başkanlığı, Temyiz Mahkemesi üyeliği, aynı mahkemenin hukuk dairesi üyeliği, sonra başkanlığı ve temyiz mahkemesi başkanlığı görevlerinde bulundu.

     Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, Hukuk-u İslâmiye ve Islahatı Fıkhiye Kamusu eserinde Ali Haydar Efendi'den bahsederken, "Yüksek, çalışkan fukahamızdan sayılır" der ve devamla, "Mahkeme-i Temyiz riyasetinde, mülga fetvahane-i ali emanetinde ve adliye nezaretinde bulunmuştur. Mecelle-i ahkamı Adliye'ye yazmış olduğu 4 ciltlik mufassal şerhi, kıymetli bir eserdir. Birçok çalışmanın faideli bir semeresidir. Arazi, evkaf, mefkud, ahkâmına dair eserleri, intikal kanununa şerhi de vardır. Medresetül Kuzat'ta ve Darül Fünun'da mecelle vesaire müderrisliğinde bulunmuştu" diye övmüştür.

     Sene 1914 Fatih Camii'nde talebe okutmaya başlamıştır. Fetvahanede fetva vermiş, gösterdiği büyük iktidarla, 1914 yılında Sahn Medresesi Fıkıh Müderrisliği'ne tayin edilmiştir.

     Birinci Dünya Savaşı ardından, 14 Kasım 1914'te ilan edilen Cihad-ı Ekber fetvasını, Fetva Emini sıfatıyla Fatih Camii'nde okudu. Aynı zamanda 23 Kasım 1914'te Cihad Beyannamesinde bulunan 29 imzadan birisi de Ali Haydar Efendi'dir. 1915 yılında Şeyhü'l-İslamlık'ta yeni kurulan "Telif i Mesail Heyeti Reisliği"ne tayin edilmiştir. 1916 yılında Huzur Dersleri baş muhatablığına tayin edilmiştir. Rumeli Kazasker payeliğini elde etti. Aynı yıl emekliye ayrıldı. Tevfik Paşa'nın ikinci sadaretinde (Baş vezirlik) kısa bir süre Adliye Nazırlığı (Adalet Bakanlığı) yaptı. Bu görevde iken Medine'yi teslim etmeye yanaşmayan Fahrettin Paşa'ya Padişah'ın teslim konusundaki iradesini götürdü.

    Ahıskalı Ali Haydar Efendi (K.S.) zahiri ilimlerin hepsini ikmal etti. Varılacak noktanın en üst kademesine ulaştı. Üstelik kendisi de, şanlı şöhretli, celadetli idi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi , sert mizaçlı biri idi. Taviz vermeksizin şeriatın hükümlerinin yerine getirilmesini isterdi. Maide suresindeki  "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin, fasıkların, kafirlerin ta kendileridir." şeklindeki 44-45. ayetleri sanki düstur edinmişti.  Hitabeti, tesir ve ikna gücü yerinde; fakihliği dört mezhebten fetva verecek kadar güçlü idi.

     Ahıskalı Ali Haydar Efendi , kaynaklar, tarih olarak kesin belirtmemekle beraber, 1913 ve 1914 yıllarında, Bandırma'ya gider. Bir Ramazan günü talebelere yardım maksadı vardır. Tabii ki vaaz edecektir. İstanbul ulemasından olduğu için her yerde rağbet çok olur. Vaazları genelde tasavvuf ve tarikatlar aleyhinde olur. Hatta bir gün sabah namazında açıkça isimlendirerek, "Burada Bezzaz Ali Rıza Efendi var, esnaftır, tarik ehlidir, şöyle yapar, böyle yapar" diye aleyhinde konuşur. Cemaatin içinde Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin talebelerinden Börekçi Hasan Efendi de vardır. Vaazı dinler ve namazdan sonra olup biteni Bezzaz Ali Rıza Efendi'ye anlatır. Meşayih sevinir. Efendi de "Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecektir" der. Gönülden gönüle yol olduğundan Ali Haydâr Efendi'nin gönlüne bir ateş düşer. Tasavvuf ve tarikat ehline karşı bir sevgi ve alaka başlar. Kalbi vecd, istiğrak ve cezbe ile dolar. Dev cüssesiyle, cübbeyi ve sarığı atarak camiden çıkar. Pazar yerinde bez satan Bezzaz Ali Rıza  Efendi'nin yanına varır. Söylediklerinden pişmanlık duyduklarını ve affetmesini ve mürid olarak kabul edilmesini istirham eder ve seyr ü süluku başlar.

     Bezzaz Ali Rıza Efendi (K.S.), Ali Haydar Efendi'nin kolundan tutar, sırtını okşar ve "İstanbul'da Hacı Ahmed Efendi var,  sohbet için O'na git" der. Bandırma'dan İstanbul'a dönen Ahıskalı Ali Haydar Efendi, İstanbul'a gelip Hacı Ahmed Efendi'yi bulur. O da "Topkapı'da Ali Efendi var ona git" dedi. İmtihanlar, sabır, teslimiyet: O O'na, O da başkasına gönderiyor... Topkapı'ya giden Ali Haydar Efendi (K.S.), kendisine bildirilen köhne, dökük bir evin kapısını çaldı. Epeyce  kapıda bekletildi. O an nefsi ile başbaşa kaldı ve nefsi içerden konuştu: "Ey Ali Haydar, sen ki padişahın huzur dersleri başmuharrir ve başmuhatabısın, böyle bir adamın böyle köhne evin ününde kapısını bekliyorsun, bu sana yakışır mı?" diye iç geçirdi. Daha sonra kapı açılıp bir kız çocuğu çıktı. "Buyurun içeri" dedi. İçeri giren Ali Haydar Efendi, bir saat daha bekledi. Bu sırada saçı-başı birbirine karışmış, kambur bir adam içeri girdi. Bu kimsenin Ali Efendi olduğunu anlayan, Ahıskalı Ali Haydar Efendi, hemen elini öpmek istedi. Fakat o kimse, "Çek, çek elini, ben samimiyetsizlere el veremem" dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kendi sıfatlarını ve makamlarını saymaya başlayınca, o Zat "Sus, sus" diye szöünü keserek adeta azarladı. Ahıskalı Ali Haydar üzülerek ağlamaya başlayınca da : "Ya! Amma da cümbüşcü hocaymışsın, şaka yaptım" der. O anda imtihan edildiğini ve kendisinde bazı değişiklikler olduğunu hisseden Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Ali Efendi'nin sohbetine devam ederek tasavvuf yolunda ilerler.
     Bandırma'daki Nakşi Şeyhi Ali Rıza Bezzazi'nin vefatı üzerine postnişinliğe getirildi. Dergâhta vakıf şartı gereğince Ali Rıza Bezzazi'nin talebeleri arasından seçildi ( 1914). Bu dergâh, Fatih ilçesi Çarşamba mevkii, Cebecibaşı mahallesinde İsmail Ağa Camiinden Fener Kilisesi'ne doğru giden sokağın sonundadır. Burası, Şeyh Mustafa İsmet Garibullah Hazretleri'nin dergâhıdır. Nakşi silsilesinden 32.'dir. Yanında 33. Şeyh Halil Nurullah Zağravi Hazretleri vardır. Yan yana kabri şerifleri oradadır. 34. silsile zinciri az önce bahsettiğiıniz Ali Rıza Bezzazi'dir ve Bandırma'da medfundur. 35. Ali Haydar Ahıskavi olmuştur. Allah onlardan razı olsun. İttihat ve Terakki hükümeti, Ahıskalı Ali Haydar Efendi'nin bu seçimini reddetti. Postnişinliğine el koydu. Fakat Ali Haydar Efendi Hazretleri silsileyi devam ettirdi. Birinci Dünya Savaşı boyunca aynı zamanda da padişahın huzur dersleri başmuhatablığını da yürüttü. Beş yıl sonra müridlerden Hafız Halil Sami Efendi tarafından yazılan dilekçe ile postnişinliğin gaspedilme konusu Topkapı sarayına intikal ettirildi. Nihayet  1919'da Ali Haydar Efendi'nin postnişinliği bizzat Sultan tarafından tasdik edilmiş oldu. Huzur dersleri de 1923'e, padişahlığın kaldırılmasına kadar devam etti. .

     Cumhuriyet sonrasında Ali Haydar Efendi için de bir çile devri başladı. Sorgular, mahkemeler, hapisler, beraatler birbirini izledi. Tahirül Mevlevi, basın aleminde "Hayatım ve İstiklal Mahkemeleri" adlı hatıralarında, polis nezaretine gittiklerini uzun uzadıya anlattıktan sonra, koğuşta kimlerle kaldıklarını tarif ederek şunları yazıyor: "Kapıdan girince sağdan birinci karyolada Dağıstanlı Seyyid Tahir Efendi, ikinci karyolada Kâtip Aziz Mehmet Efendi, üçüncü karyolada kitapçı Aziz Efendi, dördüncü karyolada Ömer Rıza Bey, beşinci karyolada abd-i aciz (kendileri), altıncı karyolada Suud Bey, yedinci karyolada her akşam orada yatan bir memur. Soldan birinci ve ikinci minderde Yağlıkçı Hasan ve Mustafa efendiler, soldan birinci karyolada Dersiam ve Çarşamba'daki İsmet Efendi Tekkesi şeyhi Ahıskalı Ali Haydar Efendi, bir de onlara mücavir ( komşu) Seydişehirli Hasan Efendi, ikinci karyolada vaiz Sofi Süleyman Efendi, Kitapçı Mihran Efendi de tam orta yerdeki karyolayı seçmişti. Ali Haydar Efendi ve Süleyman Efendi'nin birer zembili ve bir de pöstekisi vardı. Tahirül Mevlevi koğuştakilerin hususi hallerini bir bir süzdükten sonra Ali Haydar Efendi için şunları da ekleyivermiş: "Şeyh Ali Haydar Efendi, kulakları az işittiği için mütalaayı ve tilaveti muhasebeye (sohbete) tercih ediyor, kendisine tane tane ve yavaş söylenilmek şartıyla bir şey sorulacak olursa müfid ve mukni (faydalı ve ikna edici) cevaplar veriyor, mangalda kendi eliyle kaynattığı çayı sessizce içip hususi aleminde bulunuyordu."

     Tahirül Mevlevi bir gece rüya görür, namazdan sonra Ali Haydar Efendi'ye gelir anlatır. "Şeyh Ali Haydar Efendi ile ikimizin müşterek bir maaş cüzdanı varmış. Bu cüzdanla vezneye müracaat etmiştim. Maaş alacakmışım. Veznedar, bir iki kâğıt para verdikten sonra; -İstersen bir de altın vereyim teklifinde bulundu. -Aman lutuf etmiş olursunuz, çoktandır ruyetinden mahrumum. Gurbette hemşehri görmüş gibi olurum, dedim. Vezneci kenarı kırık bir altın verdi. Bunu görünce; -Aman bir lütuftur ettiniz, bari tamam olsun, şunu değiştiriverin ricasında bulundum. Onu aldı. Mevlevi külahı şeklinde altından mamul tam bir sikke verdi. Aldım ve uyandım." O mübarek de iyiye yorar: -Altının değişmesi hakkında hükmün değişeceğine, maaş cüzdanının müşterek olması da ikimizin beraatine işarettir, der, Gerçekten birkaç saat sonra da tabiri gibi olur. Bir zaman sonra telgrafhanede Şeyh Ali Haydar Efendi'yi görür ve: -Efendi rüya tabiriniz gibi çıktı, deyip elini öper, hatta telgraf kâğıdını yazıverir.

     Türkiye'de yeni kurulan idareye karşı olduğu öne sürülerek Ankara'ya götürülür. Ankara'da İskilipli Atıf Hoca ile beraber aynı koğuşta kalır. Hapishanede kaldığı sırada rüyasında şeyhini görür ve şeyhi ona bir rivayetle 33, başka bir kaynakta 41 defa Fetih suresini okursan kurtulursun der. Ali Haydar Efendi okumaya başlar. Bir yandan da okuduğu sayıyı ranzaya işaretler. Onun böyle yaptığını gören İskilipli Atıf Hoca, (Allah rahmet eylesin); -Hoca ne.yapıyorsun, der. Ali Haydar Efendi de: -Rüyamda şeyhim böyle söyledi, sen de oku kurtulursun inşaallah der. İskilipli Atıf Hoca da: -Bu gece ben de rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm (sav). "Atıf ben seni çağırıyorum, sen savunmanı hazırlıyorsun" buyurdu. Ben de savunmamı (müdafaaname) yırttım" der. Bilindiği üzere Atıf Efendi şehadet, Ali Haydar Efendi hizmet şerefiyle Allahu Teala'nın nimetine vasıl oldular.

     Ahıskalı Ali Haydar Efendi (KS), yıllarca ilim öğrenmek, ilmi öğretmek ve insanlara İslâmı anlatmak için meşgul oldu. Edebin birinin dahi terkine rıza göstermezdi. Pek çok ilim erbabı yetiştirdi, kıymetli müridleri oldu. Vaktinin büyük bir bölümünü Kur'an-ı Kerim okumakla geçirirdi. "Sülbümden değil, yolumdan gelen benim evlâdımdır" derdi. Uzaktan yakından ziyaretine gelenler arasında Erzurum'dan Alvarlı Muhammed Lutfi  Efendi, Ramazanoğlu Sami Efendi, Hasip Efendi, Mehnet Zahid Kotku, Mustafa Karadağ  ve daha nice alim, fazıl kişiler sayılabilir.

     Ali Haydar Efendi , derin bir bilgiye sahipti. Dînî ilimleri bihakkın kavrayan bir zekâya sahipti. Hitab ettigi cemaati hemen te'siri altına alırdı. .

     Uğrunda hayatı boyunca mücadele ettiği en büyük gayesi; Allah'ın indirdiği ile hükmetmekti. Maruz kaldığı çile ve meşakkatlara gögüs germiştir. Emr'i bi'l-ma'rufa büyük önem verirdi. "Din-i Mübin-i İslâm'ın devam ve bekası, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerin devamına; dîn-i mübin-i İslâm'ın inkırazı (yıkılması) ise emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerin ( iyiliği emredip kötülükten alıkoyma) terkine bağlıdır." derdi.

      Siyasetten uzak durur, ihvanın da uzak durmalarını tavsiye ederdi.

     Ali Haydar Efendi (K.S.), tasavvuf ehli olarak Nakşbendiyye'nin Halidî koluna mensuptu. Selefi Bandırma'da medfun bulunan Mevlana Ali Rıza el-Bezzaz (K.S) idi. Ali Haydar Efendi,  Nakşbendi tarikatının şeyhlerinden olan ve  Mustafa İsmet Garibullah (K.S) Efendi'nin Fatih Çarşamba'da Cebecibaşı mahallesindeki konağını tekke edinerek, "Şeyh İsmet Efendi Dergahı" adı verilen bu tekkede  irşad makamında oturmuştur.

     Dergahının bulunduğu mahalde bulunan evinde, 1 Ağustos 1960 tarihinde vefat etti. Vefatında, âyetler okuyarak, etrafındakilere nasihatler ederek, tebessümler saçarak, dar-ı bekaya göç etti. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

      Silsile-i Şerifi  halen İstanbul Fatih ilçesi Çarşamba semtindeki İsmailağa Camii merkezli olarak Mahmud Ustaosmanoğlu [K.S.] ile devam ettirilmektedir.

Mezhep nedir?

Mezhep nedir?
  • Herhangi  bir İslam müçtehidinin şer'i  delillerden çıkardığı hükümlerin bütünüdür.
        Mezhepler kaça ayrılır, nelerdir?
  • İkidir. İtikatta mezhep, amelde mezhep.
        İtikatta mezhepden bahseder misiniz?
  • İtikadda hak mezhep : "Ehl-i sünnet ve cemaat" mezhebidir. Bu mezhep Peygamber Efendinmizin ve ashab-ı Kiramın itikad ve ameli üzerine olan mezheptir. Buna "Fırka-i naciye" kurtulan fırka denir. Bunun dışında bazı fırkalr vardır, onlara da "Fırak-ı dalle" denir ki, başlıca yedidir: 1.Mutezile, 2.Şia, 3.Havariç, 4.Mürcie, 5.Neccariye, 6.Cebriye, 7.Müşebbihadır. Bunlar bütün kollarıyla beraber yetmişili  fırkaya çıkar.
    İtikattaki mezhep imamları ikidir. İmam Ebu Mansur Muhammed Matüridi ve İmam Ebü'l Hasani'l Eşari Hazretleridir. Bizim itikattaki mezhebimizin imamı Ebu Mansur Muhammed Matüridi Hazretleridir. Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhebine mensup olanların itikatta imamları Ebü'l Hasani'l Eşari Hazretleridir.
        Amelde mezhepten bahseder misiniz?
  • Amelde mezhep dörttür. Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli mezhepleridir. Bir kimse, canı istediği zaman Hanefi  mezhebine, canı istediği zaman diğer mezhebin  hükümlerine göre hareket edemez.
        İslamiyet bir olduğuna göre mezhep  ne için dört olmuştur?
  • El bir tane olduğu halde, parmakların beş tane oluşu nasıl bizim iş görmemizi kolaylaştırmakta ise, mezheplerin durumu da aynen böyledir. Hepsi İslam esaslarına bağlı olup, halkın kolaylığı içindir.
        Mezhepler niçin, nasıl ve ne zaman çıkmıştır?
  • Ashab-ı kiram devrinden sonra, Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden hüküm çıkarma kudretine sahip müçtehidler azalmıştı. Bunun üzerine müslümanlar, içtihad kudretinde bulunan fakihlere tabi olma yolunu tuttular. Onların derslerinde bahs ettikleri mevzular, sorulara verdikleri cevaplar ve fetvalar halkın takip ettiği bir yol ve fıkhi bir mezhep olarak doğmuş oldu. Mezheb sahibi olan bu büyük alim ve imamlar hiç bir zaman, biz bir mezheb kuruyoruz, bize uyunuz, diye halkı görüşlerine uymaya çalışmazlardı.
  • Peygamberimiz, müçtehidlerin içtihadında isabet edrse, iki sevab, iyi niyetle Allah rızası için yaptığı içtihadında hata ederse, bir sevab alacağını söylemiştir.
        Müçtehidde bulunması gereken özellikler nelerdir?
  • Arapça bilmelidir. Çünkü Kur'an bu dille inmiş, Peygamberimiz sünneti de aynı dille ifade etmiştir.
  • Kur'an ilmine sahip olmalıdır.
  • Sünneti bilmelidir.
  • Üzerinde icma ve ihtilaf edilen konuları bilmelidir.
  • Kıyas bilmelidir. İçtihad, bütün şekil ve metoduyla kıyası bilmeyi  gerektirir.
  • Doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmalıdır

Nakşilik Nedir?

Nakşilik Nedir?

Nakşibendi terbiye okulu, hicri: 791, miladi: 1389 taihinde vefat eden Hace Muhammed Bahauddin Nakşibend Hz.lerinin temel usullerini belirlediği bir manevi terbiye sistemidir.


NAKŞİBENDİLİK NEDİR?
Nakşibendi terbiye okulu, hicri: 791, miladi: 1389 taihinde vefat eden Hace Muhammed Bahauddin Nakşibend Hz.lerinin temel usullerini belirlediği bir manevi terbiye sistemidir. Onun adına nispet edilerek Nakşibendilik diye anılmaktadır.

Bu terbiye yolu ve usûlü, Şahı Nakşibend Hz.leri ile başlamış değildir. Kendisi bu yolun usul, adap ve feyzini önceki büyüklerden almıştır. Bu terbiye yolunun usul ve adabı, silsile yolu ile Hz. Ebu Bekir Sıddıka (r.a) ve ondan Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimize ulaşmaktadır. Terbiyenin başında ve merkezinde alemlere rahmet olan Hz. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bulunmaktadır. Bu terbiye yolunun temel özelliği gizli zikir ve ilahi muhabbetir. Bu zikir ve terbiye yolu, tarih içinde gelen mürşidlerin ismiyle farklı adlarla anılmıştır.

Hz. Ebu Bekir Sıddıktan (r.a.) sonra bu yola Sıddıkiyye ismi verildi. Hz. Beyazidi Bistamîye (k.s) kadar bu isimle anıldı. Ondan sonra Tayfûriyye ismi verildi. Tayfir, Beyazidi Bistami'nin bir diğer adıdır. Hace Abdulhalik Gücdevani Hz.lerine kadar bu isimle anıldı. Ondan sonra, Hâcegâniyye ismi verildi. Bu yol bu isimle İslam alemine yayıldı, meşhur oldu. Diğer kollardaki isimler zamanla unutuldu. Bu yol, Mevlana Halid Bağdâdiden sonra Nakşibendî Hâlidiyye ismiyle de anılıp yayıldı. Bu gün Anadolumuzda yagın olan kol Halidiyye koludur. Bu yol, günümüzde ŞahI Nakşibend Hz.lerine nispet edilen meşhur ismiyle Nakşibendîlik şeklinde anılmaktadır.
? ? ? ? : Tevbe ~ Tevbe Edenler'in Sitesi! ! http://www.tevbe.org/forum//showthread.php? t=130326

Nakşibend, nakş ile bend kelimelerinden oluşmuş bir terkiptir. Bir isim değil sıfattır ancak isim gibi meşhur olmuştur.

Nakş, bir şeyi bir yere nakşetmek, nakış gibi işlemek, hiç çıkmayacak hale getirmek, mühür gibi kazımaktır.

Bend, Farsça bir isim olup, dilimizde hem isim, hem sıfat olarak kullanılmaktadır. isim olarak, bağ, kelepçe, baraj, bent, kemer gibi manalara gelmektedir. Sıfat olarak, sıkıca bağlı, iyice bağlayan, kuvvetlice bağlanmış manalarına gelir.
Kalbe zikrini hiç çıkmayacak şekilde nakış gibi işledikleri ve ondan hiç kopmadıkları için, gizli zikir sahiplerine Nakşibendi denmiştir.

Tarikat yol ve usul manasındadır. Tarikat bir din ve mezhep değil, dini anlama ve yaşama şeklidir. İnsanı terbiye için kurulmuştur. Tarikatlar terbiye için tercih ettikleri usullere ve zikirlere göre farklı adlarla anılmışlardır. Tasavvufun kaynağı, doğunun felsefesi, batının batıl dinleri değil, Kur'an ve sünnettir.

Bütün manevi terbiye yollarına kısaca tasavvuf denir.

Nakşibendi terbiyesi, gizli zikir usulü üzerine kurulmuştur. Bu usulü benimseyen büyük veliler tarafından geliştirilerek günümüze kadar gelmiştir. Bu usul ve adaplar bizzat Kur'an ayetlerinden, rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin sünnetinden ve O'nun şerefli ashabının (r.anhüm) hallerinden alınmıştır. Her şeyi ile Kur'an ve sünnete bağlıdır. Bu yolun usul ve adapları, Kur'an ve sünnette ya açıkca belirtilmiş, ya da işaret, delalet ve sükût yoluyla kabul edilmiştir. Yani, İslamın ruhuna uymayan hiçbir şey yoktur.

Fakihler nasıl fıkıh alananda içtihat yapma yetkisine sahiplerse kâmil mürşidler de, ahlak ve terbiye alanında içtihat etme, yeni usuller belirleme yetkisine sahiptirler.

Bu terbiye sistemi yeni bir din değildir; dinin ahlak derslerini talim ve tatbik eden bir okuldur. Hedefi, insanı güzel ahlaka ve rızasına ulaştırmaktır. Metodu, muhabbetle kalpleri Yüce a bağlamaktır Temel usulü gizli, zikir, toplu zikir, muhabbet, sohbet, rabıta, teveccüh, tasarruf, hizmet ve edeple nefsin çirkin sıfatlarını ıslah etmektir.Dinimizin bize öğrettiği amel ve edepler iki kısımda özetlenebilir:

1) Zahiri Hâller: Vücudumuzun dış azaları ile yaptığı bütün ibadetleri içine alır. Yeme içme, temizlik, alış-veriş, aile hukuku gibi vazifeler de bu kısma girer. Bu vazife ve edepler fıkıh kitaplarında anlatılmaktadır. Hangi vazifeyi yapıyorsakonunla ilgili ilahi emri ve edebi öğrenmemiz gerekir.2) Batıni Hâller: Kalbin gafletten uyanması ve zikirle ihya edilmesi, nefsin manevi hastalıklardan arındırılması, ruhun ilahi huzura yükselmesi, böylece insanın ilahi nur, ilim, aşk, edep ve güzel ahlaka ulaşmasıdır. Zahiren ve batınen terbiye olan insanın elde edeceği en büyük inmet güzel kulluktur. Bu hale kısaca ihsan mertebesi denir. İhsanı yukarıda tarif ettik. Bu yol herkese açıktır. Bütün insanlar bu edeplere ve nimetlere davet edilmiştir.

Zâhirî ve bâtınî edepleri koruyan kimse ihsan mertebesini elde eder. Bu mertebeyi elde eden kimse Yüce tarafından sevilir, O'nun huzurunda kabul görür. Kalbi ilahi sevgi, huşu, haya ve haşyet ile dolar.

Tarikat nedir?

Tarikat nedir?

Yazar: Şadi Eren (Doç.Dr.) 2006-05-15
Tarikat, tasavvufun sistemleşmiş şeklidir. Tarîkatlar, hakikatlerin yollarıdır. (1)
Tarîkatlar, şeriatın birer delili, ab-ı hayat dağıtan bir kevser kaynağıdırlar. (2) Asırlardır nice ehl-i iman, bu menba’dan içmiş, bu muazzam hazineden istifade etmiştir.

Tarîkat, Resulullah’ın miracının gölgesinde kalb ayağıyla ruhanî bir seyr ü sülûktur. (3)

Tarîkat, hakîkate giden bir yol olmakla beraber, tek yol değildir. Bütün hak tarikatlar, esaslarını Kur’ândan almışlardır.
Tarîkatı kabul etmek istemeyen bazı kimselerin, “Hz. Peygamber devrinde tarikat mı vardı?” şeklindeki soruları, bir cerbezeden ibarettir.

Zira, tarîkatın bütün esasları, zaten Resulullah’ın tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir. Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması , hicri 3. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar.

Kaynaklar:
1. Nursi, Sözler, s 464
2. Bkz. Nursi, Mektubat, s. 444-445
3. Bkz. Nursî, Mektubat, s. 443

TASAVVUF EDEBİYATI

TASAVVUF EDEBİYATI
Halk edebiyatının “tasavvufi halk edebiyatı” ya da “tekke edebiyatı” denilen türü 12’nci yüzyılda Ahmed Yesevi ile başladı. Ama Anadolu’nun bu alandaki ilk ve en büyük şairi Yunus Emre’dir. Anadolu’da 19′uncu yüzyıla değin çeşitli tarikatlarla gelişen bu edebiyat geleneğinin sürmesinde en önemli rolü Alevi-Bektaşi ve Melami-Hamzavi şairler oynadı.
Tekke edebiyatı şairleri, yalın bir dille, hece ölçüsüyle ya da aruzun heceye yakın yalın kalıplarıyla şiirler yazdılar. Tekke şiirinin genel adı, özel bestelerle okunan ve tarikatlara göre değişik isimlerle anılan ilahilerdi. Nazım birimi dörtlüktü. Ama gazel biçimde yazılmış ilahiler de vardır. Bu edebiyatın düzyazı biçimini ise evliya menkıbeleri, efsaneler, masallar, fıkralar ve tarikat büyüklerinin yaşamlarını konu alan yapıtlar oluşturur.
Tekke Şiiri :
Tekke şiiri, dini ve tasavvufi halk şiiri adı ile de anılmakta olup XI. ve XII.yy’larda tanrı aşkı ve ahiret duygularını dile getiren aşıkların yarattığı bir edebiyat türünün ürünüdür. Dini ve tasavvufi halk şiirinin en önemli ustaları Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli vb.’dir.
Tekke Şiirinde Türler :
1- İlahi : İlahiler, tasavvuf görüş ve anlayışını anlatan bunun inceliklerini, ilahi hikmetleri ve sırları dile getiren manzumeler olup herhangi bir tarikatın izini taşımaksızın Tanrı’yı öven, Tanrı’nın büyüklüğü ve gücünü telkin eden şiirlerdir. Dini törenlerde ve dergahlarda kendine özgü bir makamla söylenir. İlahiler dörtlükler ya da beyitlerle yazılırlar. Dörtlüklerle yazılanlar genellikle 7′li, 8′li bazen de 11′li hece ölçüsü ile koşma uyak düzeninde yazılır. Beyit ile yazılanlar ise genellikle 11,14 ve 16′lı hece ölçüsü ile bazıları ise aruz ölçüsüyle yazılır.
2- Nefes : Dini temellere bağlı aşık edebiyatı nazım şekillerinden ilahilerin Alevi-Bekteşi aşıklarınca yazılanlarına denir. Konusu genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücud, Alevi-Bektaşi ilkeleri tarikat kurallarıyla ilgilidir. Dili sade bir Türkçe olan nefesler biçim olarak koşma gibidir. Dörtlükler halinde hece ölçüsünün 7,8,11′li kalıpları ile ya da az da olsa aruzla yazılanlara rastlanmaktadır.
3- Ayin : Mutasavvuflara has bazı hal ve hareketleri ifade etmek için ilk defa İranlılar tarafından kullanılan ayin terimi daha sonra Türk Tasavvuf Edebiyatına da geçmiş Mevlevilerin sema meclislerinde söyledikleri ilahilere verilen ad olmuştur.
4- Tapuğ : Gülşeni tarikatında ayinler sırasında okunan şiirlere tapuğ denir.
5- Durak : Mevlevi dışındaki tarikatların hemen hepsinde bulunan fakat genellikle Halveti Tarikatına mensup kişilerce zikrin birinci bölümünü teşkil eden Kelime-i Tevhidden sonra İsm-i Celal zikrine geçmeden önce verilen orada bir yada iki zakir tarafından her makamdan okunan, serbest olarak bestelenmiş Türkçe manzumelerdir.
6- Cumhur : Mevlevi ve Bektaşi dergahları dışında topluca okunan ilahilere verilen addır.
7- Hikmet:Dini ve tasavvufi halk şiirinde şairin anlayış ve sezgilerine göre din konularını işleyen şiirlere denir.
8- Devriye : Dini ve tasavvufi halk edebiyatında devir nazariyesini işleyen şiirlerdir.
Devriye; evrenin ve insanın Tanrı’dan çıkıp, tekrar Tanrı’ya dönmesi felsefesine göre yazılan tasavvufi şiirlerdir.
9- Şathiye : Dini ve tasavvufi halk şiirinde genel olarak mizahi manzumelere şathiye adı verilir. Şathiyeler, mutasavvuf şairlerce söylenmiş ya da yazılmış, tasavvufi inançları dile getiren, anlaşılması yorumlanmasına bağlı şiirlerdir.
10- Tevhid : Allah’ı, yaratılış ve kainatın aslı gibi unsurları bir arada yorumlayan manzumelere “tevhid” denir. Divan edebiyatı nazım türlerinden gazel, kaside ve mesnevi biçimlerinde kaleme alınmışlardır.
11- Nutuk : Tekkelerde tarikat ulularının özellikle eğitici mahiyette olmak üzere söyledikleri şiirlere verilen addır.
12- Deme : Alevi tarikatından olan tasavvuf şiirlerinin tarikatlarını ve hareketleriyle ilgili temaları işleyen, sorunlarını konu edinen şiirlerine “deme” adı verilir. Genellikle 8′li hece ölçüsüyle yazılan demeler saz eşliğinde kendine özgü bir makamla söylenir.
13- Duvaz : Düvaz imam, düvaze, imam da denilen duvazlar On İki İmam’ı öven nefeslerdir.

TEKKE VE TASAVVUF EDEBİYATI SANATÇILARI
YUNUS EMRE (1249–1322)
*Eskişehir’de doğup öldüğü söylenir.
*Hayatı efsanelerle örülmüştür.
*Dili sadedir.
*Allah inancını ve insan sevgisini işler.
*Şiirlerinde coşkun bir lirizm vardır. Lirik bir şairdir.
*Şiirlerinde hem aruz hem de hece vezni kullanılmıştır.
*İşlediği konular yönüyle evrenseldir.
Eserleri: Divan, Risaletün Nushiye
PİR SULTAN ABDAL (?-1560)
*16.yy! da yaşamış bir Bektaşi şairidir. Sivas’ın Banaz köyünde doğmuştur. Hızır Paşa tarafından Sivas’ta öldürülmüştür.
*Tasavvuf, tabiat, aşk ve halkın gerçek yaşayışıyla ilgili konular işler.
*Divan edebiyatında etkilenmemiştir. Dili sadedir.
HACI BEKTAŞ-I VELİ (1209-1270)
13.yy’da yaşamıştır, Türkistan’ın Nişabur şehrinde doğmuştur. A.Yesevi’nin isteğiyle Anadolu’ya gelmiştir.
Bilinen en önemli eseri ‘’Makalat’’tır. Sohbetler sözler anlamına gelir. Hz Adem’in yaratılışı, Şeytan ve Şeytani işler, Allah’ın birliği gibi konuları ele almıştır.
Dini Tasavvufi Halk Edebiyatı
Tasavvuf, Türklerin İslamiyet’i kabulunden sonra Anadolu’da kendini göstermiştir. Tasavvuf düşünürlerine “mutasavvıf” denir. Mutasavvıflara göre, Allah’a bilmeden O’na ulaşılamaz. Dini tasavvufi halk edebiyatı, Allah aşkı, doğruluk, nefse hakim olma, ahlak, toplum gibi konuları işler.
Manzum Eserler
Şiirsel özelliğe sahip, dini tasavvufi halk edebiyatı ürünleridir.
İlahi
Türk Halk Edebiyatı’nda din ve tasavvuf konularında, ezgiyle söylenen şiir türüdür. İlahinin özel bir biçimi yoktur. Koşma, semai biçimlerde olur. 7-8 heceli olanları genellikle dörtlüklerden, 11 ve daha çok heceli olanları ise beyitlerden oluşur.
Nefes
Alevi ve Bektaşi şairlerin, ayinlerde, meclislerde ezgiyle okunan, koşma biçimindeki şiirleridir.
Nutuk
Tarikata yeni giren dervişlere, tarikat derecelerini, tarikat adâbını öğretmek için söylenmiş şiirlerdir.
Deme
Tükmen Alevi Bektaşilerinin, aşık tarzı halk edebiyatı nazım türü olan nefese verdiği isimdir.
Devriye
Özellikle Alevi-Bektaşi Edebiyatı’nda, tasavvuf düşüncesinin devir kuramını konu edinen şiirlerdir. Destan, koşma, nefes, ilahi gibi biçimlerde yazılırdı.
Şathiye
Tekke şairlerini,n tasavvuf konularını örtülü bir biçimde işledikleri, Tanrı’ya senli benli bir söyleyişle seslendikleri şiir türüdür. Şathiyelerde, dinsel inançlar konu edilinirken yer yer alaycı bir dil kullanılır. İlk bakışta saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği görülür. Şeriata aykırı ya da anlamsız gibi söylenmiş şathiyeler, varlık birliği inancına bağlı türlü görüşleri yansıtır.
Mensur Eserler
Düz yazı (nesir) olarak yazılmış yapıtlardır.
Fütüvvetname
Fütüvvetle ilgili değerlendirmelerin, geleneklerin yer verildiği, fütüvvetin ilkelerini, tarihini, niteliklerini, törelerini konu edinen yapıtlara verilen addır. Bu yapıtlarda, fütüvvetlerin özellikleri açıklanır, fütüvvet yoluna girerken uyulması gereken kurallar belirtilir. Günümüze ulaşan en eski fütüvvetname, 10. yüzyılda mutasavvıf Sülemi tarafından yazılan Arapça Kitab ül-fütüvve’dir.
Silemi, yapıtlarında, füttüvetin kurallarından, yol ve yordamından söz eder; fütüvveti uygunsuz davranışlardan kaçınmak, Tanrı’ya itaat etmek, ahlak üstünlüklerini, güzelliklerini korumak şeklinde tanımlar.
Gazavetname
Türk Edebiyatı’nda, savaşları konu edinen yapıtlara verilen isimdir. Gazavetname ile daha çok din düşmanları üzerine, gazilerin düzenledikleri akın ve savaşları, bu sırada gösterilen kahramanlıkları anlatan yapıtlar kastedilir. Bu kentin ya da bir kalenin alınmasını konu edinen yapıtlara “fetihname”, düşmanın yenilgisiyle biten savaşları konu edinenlere ise “zafername” denirse de, bu gibi farklılıklar daha sonra birbirine karıştırılmış ve bunların tümüne birden “gazavetname” denilmiştir.
Menakıbname
Menakıbnamelerde, kahramanların, din ulularının, tarikat büyüklerinin yaşamları, gösterdikleri kerametler yer alır. Kahramanlar, olağanüstü nitelikler taşır, olağanüstü işler yaparlar.
Battalname
Battal Gazi’nin menkıbeleşmiş hayatı üzerine kurulmuş destansal halk hikayesidir. Yapıtta, Battal Gazi’nin tarihsel kişiliği çerçevesinde oluşan menkıbelerin yanısıra, başkalarına ait kahramanlıkların Battal’a mal edilmesi ve hikâyecinin düşsel katkısı ile oluşan; böylece gerçek tarihten iyice uzaklaşan serüvenler anlatılır. Battal’ın adı çerçevesinde oluşmuş iki halk hikayesi vardır: Arapça “Z’at ül-himme” (halk ağızında Zelhimme) ile Türkçe “Battalname”.

Tasavvuf nedir?

NAMAZ kılmayan

Hz.Musa – ve – Firavun – Belgesel

Hz.Musa – ve – Firavun – Belgesel

Hz. Musa`nın mücadelesi

Hz. Musa`nın mücadelesi

Hz. Mus’ab Bin Umeyr

Hz. Mus’ab Bin Umeyr

Mevlana Celaleddini Rumi - BELGESEL

Mevlana Celaleddini Rumi - BELGESEL

Mevlana ve Şemsi Tebrizi (Belgesel)

Mevlana ve Şemsi Tebrizi (Belgesel)

H.Z EYYUB – Dini Film

H.Z EYYUB – Dini Film

1.BÖLÜM


2.BÖLÜM


3.BÖLÜM


4.BÖLÜM


5.BÖLÜM

H.Z MERYEM Dini Film – Toplam 10 CD

H.Z  MERYEM Dini Film – Toplam 10 CD

CD – 1

CD – 2

CD – 3

CD – 4

CD – 5

CD – 6

CD – 7

CD – 8

CD – 9

CD – 10

İslami Filmler – Ebu Hanife’nin Hayatı

İslami Filmler – Ebu Hanife’nin Hayatı

1. Bölüm


2. Bölüm

CENNETLE MUJDELENENLER


CENNETLE MUJDELENENLER – CD – 7

CENNETLE MUJDELENENLER – CD – 6

CENNELE MUJDELENENLER – CD – 5


CENNETLE MUJDELENENLER – CD – 4

CENNETLE MÜJDELENENLER – CD – 3


BATMAYAN GÜNEŞ dini film

BATMAYAN GÜNEŞ  – CD – 1


BATMAYAN GÜNEŞ  – CD – 2

İslami Film – Selahaddin Eyyubi – Dini Film.

İslami Film – Selahaddin Eyyubi – Dini Film.

1. Bölüm

2. Bölüm

Eba Eyyub el-Ansari - Eyüp Sultan – İstanbulun Manevi Fatihi ( çizgi film )

 Eba Eyyub el-Ansari - Eyüp Sultan – İstanbulun Manevi Fatihi ( çizgi film )

TOPRAGIN OGLU – EBU TURAB – Dini Film.

TOPRAGIN OGLU – EBU TURAB – Dini Film.


Hasan-i Basri – Dini Film….

Hasan-i Basri – Dini Film….


 

ASHAB-I KEHF – DİNİ FİLM

ASHAB-I KEHF – DİNİ FİLM

Ashab-ı Kehf  Dini film  – 1. Bölüm

Ashab-ı Kehf  Dini film  – 2. Bölüm

HZ. NUH ve TUFAN – ÇİZGİ FİLM

HZ. NUH ve TUFAN – ÇİZGİ FİLM

Abdulkadir Geylani (Belgesel)

 

  

TEYEMMÜM


TEYEMMÜM
Teyemmüm; ellerinin içiyle yeryüzü cinsinden bir şeye vurup yüzünü yıkar gibi bir defa sıvazlamak, tekrar aynı şekilde vurup, sol eliyle sağ kolunu, sağ eliyle de sol kolunu dirseklerle beraber birer defa sıvazlamak ve bunları temizlenme niyyetiyle, yani rastgele değil de, teyemmüm kastıyla yapmaktır.
Teyemmümün farzı ikidir: niyyet ve yüzü ve kolları sıvazlamak üzere, ellerle iki vuruş. Buna kısaca "iki darp bir niyyet" denir.
Teyemmümün sağlam olabilmesi için; suyu kullanmaktan aciz olmak, teyemmüm edecek şeyin temiz olması, teyemmüm edilen organların heryerini sıvazlamak şarttır.
Toprak, kum, kiremit, tuğla; beton ve taş gibi şeylerle, tozları olmasa dahi teyemmüm yapılır.
Cünüp, âdetli, lohusa ve abdestsizin teyemmümleri aynıdır.
Su soğuk olduğu ve ısıtma imkânı bulamadığı için, hasta olmaktan korkuyorsa gusul yerine teyemmüm yapabilir, ama bu durumda abdest yerine teyemmüm yapamaz. Gusul yerine teyemmüm eder ve ibadetler için ayrıca abdest alır.
Su bulunmadığı sürece teyemmüm abdest gibidir, vakit girmeden de alınabilir ve onunla istenildigi kadar namaz kılınabilir.
Teyemmüm yapmak isteyen kimsenin; su bulma ihtimalı varsa, dörtbir yanına doğru bir ok atımı kadar yeri araması, parası varsa normal olan fiyatla suyu satın alması, su alabileceği bir kimsede su varsa istemesi gerekir. Su bulma ihtimalı yoksa aramaz.
Teyemmüm edecek kimsenin, namazı vaktin sonuna kadar geciktirmesi müstehap (hoş) tır. Belki su bulabilir.
Teyemmümü; abdesti bozan şeyler ve abdeste yetecek kadar suyu kullanma imkânı bulunması bozar. Bu imkân, namazda iken bulunursa o namaz batıl olur ve su ile alınmış abdestle kılınması gerekir. Namaz bittikten sonra bulunursa, tekrar kılması gerekmez.

Soru ve Cevaplarla Gusül



Cünup olan kadın çocuğunu nasıl emzirir?  


Emzikli bir kadının çocuğu ağlarsa, gusül fırsatı  da yoksa, göğsünü yıkayarak çocuğuna süt verebilir. (1)



Dövme ve Gusül Abdesti



İnsanın bedeni dahi, kendinin istediği gibi kullanabileceği malı değildir, Allah’ın (cc) ona bir emanetidir. Vücudunda kalıcı dövme yapmak, Allah’ın yaratışını beğenmeyip bozmak ve emanete hıyanet etmek sayılır. Bu sebeple Allah Rasulü (sa) vücuduna dövme yaptıran ve bu işi yapan/icra eden insanların lanetlik oldukların bildirmiştir. Bu yüzden dövme yapmak ya da yaptırmak kötü bir günahtır. Kötü olmasının sebeplerinden birisi de, bundan dönüşün mümkün olmamasıdır. Böyle bir operasyonun yasak olmasının sebeplerinden birisi de her halde, sağlığa zararlı bir uygulama oluşudur. Nitekim son zamanlarda tabipler tarafından bunun zararları ile ilgili çok şeyler söylendi. Ancak bilindiği gibi, İslam’a girmek, önceki bütün günahları siler ve Müslüman olan için adeta tertemiz bir sayfa açar. Müslüman olan birisi artık önceki günahlarından ötürü hesaba çekilmez. Ne var ki, dövmeyi de çıkaramaz. Ama bunun da bir sakıncası olmaz, çünkü insanlar yapamadıkları şeylerden ötürü sorumlu tutulmazlar. Üzerinde dövme bulunanın namazı olmaz diyenler, dövmenin deriye işlenmiş olması sebebiyle, altına su geçirmeyeceği, bu yüzden de abdest ya da gusle engel olacağı varsayımıyla bunu söylemektedirler ki, bu doğru değildir. Çünkü böyle bir durumda suyu ulaştırabildiği yere kadar ulaştırması yeterlidir. Ancak dövme, çok zor olmayacak bir yolla çıkarılabiliyorsa çıkarılmalıdır.
(3)
(Allah’u a’lem)




Gözkapaklarındaki çapak gusle mâni midir?


Çapak, gusle mânidir. Yıkarken çapakları temizlemek lâzımdır. Su ile temizlemek mümkün değilse, akşamdan çapak ilâcı sürmek lâzımdır.(5)


Göze takılan lensin gusle mani olacağını söyleyenler var, doğru mu?

 
Doğru değildir. Çünkü gözün içi gusülde yıkanması farz olan kısımdan değildir. Bu itibarla lensin altında kuru yer kalması gusle engel olmaz. (5)



Gusülde cinsel organı yıkamak gerekir mi? 


Hayır, guslederken kadının cinsel organının dışının yıkanması vaciptir.  Kadın guslederken, cinsel organının içini değil dışını yıkar. (4)



Gusülden önce saç kesmek, tıraş olmak caiz midir?

Bir şeyin yapılması caiz olması başka, efdal olması başkadır. Konuya bu açıdan bakacak olursak, cünüpken beden tıraşı olmak, muayyen halde olanın da saç kestirmesi gibi beden temizliği ve bakımı caizdir. Bu temizliğin arkasından yapılan gusül de sahihtir. Gusle mani bir durum söz konusu değildir. Bu açıdan gusülden önceki temizlikte bir yasak yoktur.
Ancak daha tedbirli olanı, cünüplükten çıkınca tıraş yapıp saç kestirmektir. Yani ‘bedenden ayrılan saç, tüy ve tırnak gibi parçaların beden temizken ayrılması daha uygun olanıdır’ diyenler olmuştur.
Bunun bir sebebi şudur. İnsan bedeninden ayrılan saç, tırnak ve benzeri parçalar sonunda yine dirilirken insan bedenine dönecek, tekrar bedende yerini alacaktır bu görüşe göre. Öyle ise beden temizken ayrılsın ki, bedene yine temiz olarak dönmüş sayılsın... Şayet beden kirli iken ayrılırsa kirli olarak dönmüş sayılacaktır... Bir de insan mübarek ve muhteremdir. Bedenden ayrılan parçalar da bu mübarekliğe uygun düşecek şekilde temizken ayrılmalı, temiz olarak toprağa düşmelidir. Mükerrem insanın parçası kirli ve pis olarak ayrılıp da kalmamalıdır. Bu sebeple de cünüpken değil de temizken tıraş olmalı, saç, tırnak kesmelidir. Konuyu, mecburiyet yok, tercih etmekte isabet vardır, diye özetlemek de mümkündür. Nitekim muayyen halde iken de diş dolgusu ve kaplaması yaptırılır, gusle mani bir sonucu söz konusu olmaz. Ama bunu muayyen hal bittikten sonra yaptırmayı tercih etmek elbette mecburi olmadığı halde daha güzel olanıdır.


Gusülden sonra meni çıkarsa yıkanmak gerekir mi?


Gusülden sonra kadından gelen meni;
Kendisine değil de, kocasına aitse, guslü tekrarlamaz, yalnız abdest alması gerekir.Kadın meninin kandisine ait olduğu kanaatine varırsa, yani meni sarı ve ince olursa guslü tekrarlar.


Guslederken konuşmakta mahzur var mıdır?


Guslederken anında asla konuşmamalıdır. İster insan kelamıyla olsun ister gayri olsun konuşmamak sünnettir. İhtiyaç yokken konuşmamalıdır.


Gusülde Şüphe Duyarsanız 


Gusül alırken şüphe duyarsanız "Acaba guslüm oldu mu?" diye içiniz kemirilirse, şeytandandır deyiniz. İiçinizden gelen sese "guslüm gusüldür. Kör olası şeytan, sen kahrından çatla" diye onunla alay etmek gerekir.
(4) 


Cünupluk konularında ise asla vesveseye itbar etmeyin. Kesin cünup olduğunuzu bilmedikten sonra gusül almanıza gerek olmadığını da bilin. (3)


Karı-koca yataklarında ıslaklık bulurlarsa gusül gerekir mi?


Karı-koca yataklarında meni görürler de ihtilam olduklarını hatırlamaz herbiri diğerine ait diye söylerse, ikisininde gusletmesi vacip olur. (1)


Meni gelmeyen cinsi ilişki için gusül gerekir mi?



Erkek cinsel organını sünnet mahalline kadar uykuda veya uyanıkken, isteyerek veya istemeyerek kadının  fecrine sokarsa her ikisinede gusül gerekir. Kadının sünnet mahalli ile erkeğin sünnet mahalli birbirine kavuşursa boşalma olmasa dahi gusül vaciptir.



Oje ve Benzeri Şeyler Gusle Mani mi?



Guslün sahih olması için suyun deriye ve tırnağa temas etmesi gerekir. Bu temasa mani olan şey gusle manidir. Kadın guslederken tırnağının altında, üstünde veya vücudunun başka bir yerinde suyun temasına mani olan hamur, balık pulu, ruj, oje  gibi şeyler olursa bunları gidermesi vaciptir. Bunlar giderilmeden gusül caiz olmaz.
Oje, gusül abdestinden sonra sürülmüş olsa bile onunla ne gusül ne de abdest olmaz. Dolayısıyle  oje ile  hiçbir ibadet olmaz.


Saç örgülerini kadın gusülde çözmek zorundamıdır?

Kadın örülmüş saçlarını gusülde çözmek zorunda değildir. Kadını örgülü saçının dibine suyun ulaşması yeterli görülür, bundan maksat güçlüğü önlemektir. Ancak örülmemiş saçların tamamını yıkamak farzdır. Eğer örgüler bir madde ile birbirine yapışmışda dibine suyun erişme imkanı yoksa, sahih görüşe göre saçını çözmesi gerekir.
Ümmü Seleme dedi ki:
"Ya Resulallah! Ben saçlarını bağlayan bir kadınım. Cünupluk ve hayızdan gusledeceğim zaman saç örgümü çözeyim mi?"
Allah Resulü şöyle buyurdu:
"Hayır, başına iki avuç dolusu üç kere su dökmen senin için yeterlidir."
Eğer erkeğin uzun ve örülmüş saçı olursa onları çözüp yıkamak mecburiyetindedir.




Sevişmek ne zaman gusül gerektirir?


Cinsel ilişki dışındaki sevişme ve oynamalardan dolayı guslün farz olması için, kadında aşırı bir heyecanın meydana gelmesi, bu heyecan sonucu göğüsten aşağıya doğru meninin ayrıldığını hissetmesi yahut sarı bir suyun akması gerekir.
Erkeğin menisi beyaz ve kalın, kadınınki ise ince ve sarı renklidir.Kadınlarda sarı olmayan ve göğüsten geldiği hissedilmeyen sıvılar, yıkanmayı gerektirmez.




Saç Boyası Gusle Mani midir?


Eğer saç boyası saç telleri üzerinde bir tabaka teşkil  ederse gusüle manidir. (1)
Su saçların aralarına ve altlarındaki deriye kadar geçecektir. Bunlar sık olsa bile, suyun ulaşması sağlanacaktır. Bunların araları ve dipleri kuru kalsa, gusül tamamlanmış olmaz. .... önemli olan diplerine suyun geçmesidir. (2)


Saç Ekilmesi Güsle Mani mi?



Ektirilmiş saçın gusüle mani olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü deriye işlenen saç kökleri olsa dahi, temizleme görevi onların üzerine intikal eder ve üzerinin yıkanmasıyla gusül tamam olmuş olur. (Allahu alem) (3)



Saça Sürülen Jöle ve Boya Ne Zaman Gusle Mani Olur?

Jölenin gusle mani olduğunu söyleyebilmemiz için, sürüldüğü saçın üzerinde tabaka oluşturması, altına suyu geçirmemesi lazımdır ki, jöle gusle manidir diyebilelim. Yani soru, ‘Sürüldüğü saçın üzerinde tabaka teşkil ediyor mu, yıkanırken üzerine dökülen suyun saçı ıslatmasını önlüyor mu?’ sorusudur. Önlüyorsa, yani saçın kuru kalmasına sebep oluyorsa, iddia doğru sayılır, jöle gusle manidir, denebilir. Şayet, yıkanırken suyun saçı ıslatmasına mani olmuyorsa, suyla birlikte o da akıp gidiyorsa, elbette böyle bir engelden söz edilemez, jöle gusle manidir denemez. Yanlış anlamayı önlemek için tekrar edelim: Başa dökülen suyla jöle de sabun köpüğü gibi akıp gidiyor, saçta jöle denen boyadan eser kalmıyor, böylece saçlar, baştan aşağı dökülen suyla ıslanıyorsa, jölenin gusle mani olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Çünkü başa dökülen suyla jöle de akıp gidiyor, boyasız kalan saç suyla temasa geçiyor, temizlenmiş oluyor, saçta ve başta kuru kalmıyor. Bu durumda, başın ve saçın kuru kalmasına sebep olmuyor ki, gusle mani oluyor, diyelim.
Böyle bir tespiti, başına bunu sürenler daha iyi yaparlar. Jöle sürdükten sonra dimdik duran saçlar, suyun altına girince yine aynı şekilde dimdik duruyor, suyun saça temasına engel oluyor mu, yoksa su, jöleyi yıkayıp götürüyor, saçlar bundan sonra tertemiz halde ıslanıp yıkanıyor mu?.
Aslında bu ölçü, sadece jöle için değil, saça sürülen her türlü boya için geçerlidir. Saçı kuru bırakan her türlü boya gusle manidir, kuru bırakmayıp yıkanmasına engel olmayan boya ise gusle mani değildir.. Bu ölçü içinde baktığımızda, kınanın gusle mani olmadığını görmekteyiz. Çünkü kına yıkanırken akıp gitmese de, tabaka teşkil etmez. Saçların ıslanmasına mani olmaz. Ayakkabı boyasının da gusle mani olmadığını söylemek mümkündür. Çünkü o da tabaka teşkil etmez. Ancak kalın yağlıboyanın bulaştığı yerde tabaka teşkil edip altına suyun geçmesini önlediği için gusle engel olduğunu söylemek mümkündür. Gusülde ve abdestte önce suyun altına geçmesini önleyen kalın boyalar ve hamur gibi yapışkanlar sökülüp çıkarılarak satıh temizlenmeli, gusül böylesi engeller kaldırıldıktan sonra yapılmalı, demek tedbire daha uygun düşer.. (7)

RESİMLERLE ABDESTİN ALINIŞI