13 Mayıs 2011 Cuma

erkek isimleri ve anlamları

Abbas (a): Keskin bakışlı, sert bakan, arslan, gazanfer.
Abdülalî: Alî’nin kulu.
Alî, Esmâ-i hüsnâdan, yüceler yücesi.
Abdülalîm: Alîm’in kulu.
Alîm, Esmâ-i hüsnâdan, gizli açık, geçmiş ve gelecek her şeyi ezelî ve ebedî ilmi ile çok iyi bilen.
Abdülazîm: Azîm’in kulu.
Azîm, Esmâ-i hüsnâdan, büyüklükte benzersiz.
Abdülazîz: Azîz’in kulu.
Azîz, Esmâ-i hüsnâdan, mağlup edilemeyen,hep galip olan
Abdülbâkî: Bâkî’nin kulu.
Bâkî, Esmâ-i hüsnâdan, varlığı ebedî olan.
Abdülbâri: Bâri’nin kulu.
Bârî, Esmâ-i hüsnâdan, herşeyi kusursuz en güzel yaratan.
Abdülcebbâr: Cebbâr’ın kulu.
Cebbâr, Esmâ-i hüsnâdan, dilediğini yapan ve dilediğini yaptırmaya gücü yeten, kuvvet ve kudret sahibi olan.
Abdülcelîl: Celîl’in kulu.
Celîl, Esmâ-i hüsnâdan, celâl ve azamet sahibi.
Abdülehad: Ehad’ın kulu.
Ehad, yegâne tek olan, varlığının evveli olmayan Rabbimiz.
Abdülfettâh: Fettâh’ın kulu.
Fettâh, Esmâ-i hüsnâdan, her türlü sıkıntıları gideren zorlukları çözen ve kolaylaştıran.
Abdülgaffâr: Gaffâr’ın kulu.
Gaffâr, Esmâ-i hüsnâdan, günahları affeden, affı pek çok olan.
Abdülgafûr: Gafûr’un kulu.
Gafûr, Esmâ-i hüsnâdan, acıması, affı çok olan.
Abdülganî: Ganî’nin kulu.
Ganî, Esmâ-i hüsnâdan, ihtiyaçsız, sonsuz zengin.
Abdülhâdî: Hâdî’nin kulu.
Hâdî, Esmâ-i hüsnâdan, irşad eden, hidayet veren.
Abdülhak: Hakk’ın kulu.
Hak, Esmâ-i hüsnâdan, varlığı hiç değişmeyen, hakkı ortaya çıkaran.
Abdülhakîm: Hakîm’in kulu.
Hakîm, Esmâ-i hüsnâdan, her şeyi hikmetle yaratan.
Abdülhâlık: Hâlık’ın kulu.
Hâlık, Esmâ-i hüsnâdan, yaratan, yoktan var eden.
Abdülhalîm: Halîm’in kulu.
Halîm, Esmâ-i hüsnâdan, ceza vermekte ve intikam almakta, kudreti olduğu hâlde acele etmeyen, hilm sahibi.
Abdülhamîd: Hamîd’in kulu.
Hamîd, Esmâ-i hüsnâdan, her türlü hamd ve senaya lâyık olan, övülen.
Abdülhay: Hayy’in kulu.
Hay, Esmâ-i hüsnâdan, Ezelî ve ebedî bir hayat ile diri.
Abdülkâdir: Kâdir’in kulu.
Kâdir, Esmâ-i hüsnâdan, herşeye gücü yeten.
Abdülkerîm: Kerîm’in kulu.
Kerîm, Esmâ-i hüsnâdan, keremi bol, karşılıksız veren.
Abdülkuddûs: Kuddûs’un kulu.
Kuddûs, Esmâ-i hüsnâdan, her eksiklikten uzak.
Abdullah: Allah’ın kulu.
Allah, Esmâ-i hüsnâdan her ismin vasfını ihtiva eden zatının adı.
Abdüllatîf: Latîf’in kulu.
Latîf, Esmâ-i hüsnâdan, lütfeden, her şeye vâkıf.
Abdülmâcid: Mâcid’in kulu.
Mâcid, Esmâ-i hüsnâdan, keremi ihsanı bol.
Abdülmecîd: Mecid’in kulu.
Mecîd, Esmâ-i hüsnâdan, zatı şerefli ihsanı sonsuz.
Abdülmelik: Melik’in kulu.
Melik, Esmâ-i hüsnâdan, hükümdar, kâinâtın sâhibi.
Abdülmennân: Mennân’ın kulu.
Mennân, ihsânı bol olan Rabbimiz.
Abdülmuhyî: Muhyî’nin kulu.
Muhyî, Esmâ-i hüsnâdan, ihyâ eden, dirilten.
Abdülmü’min: Mü’min’in kulu.
Mü’min, Esmâ-i hüsnâdan, iman nurunu veren.
Abdülvâhid: Vâhid’in kulu.
Vâhid, Esmâ-i hüsnâdan, tek ve eşsiz olan, zatında, sıfatlarında, işlerinde ortağı ve benzeri, dengi bulunmayan.
Abdülvâsi: Vâsi’nin kulu.
Vâsi, Esmâ-i hüsnâdan, ilmi ile her şeyi ihata eden.
Abdülvehhâb: Vehhâb’ın kulu.
Vehhâb, Esmâ-i hüsnâdan, karşılıksız nimet veren.
Abdünnâfi: Nâfi’nin kulu.
Nâfi, Esmâ-i hüsnâdan, menfaat verici şeyler yaratan.
Abdünnâsır: Nâsır’ın kulu.
Nâsır, yardım eden, yardım edenlerin en hayırlısı olan Rabbimiz.
Abdürrahîm: Rahîm’in kulu.
Rahîm, Esmâ-i hüsnâdan, ahirette sadece müminlere rahmet edecek olan.
Abdürrahmân: Rahmân’ın kulu.
Rahmân, Esmâ-i hüsnâdan, dünyada dost düşman, mümin kâfir, fark gözetmeden her mahlûka acıyan ve ihsan eden.
Abdürraûf: Raûf’un kulu.
Raûf, Esmâ-i hüsnâdan, çok acıyan, şefkatli.
Abdürreşîd: Reşîd’in kulu.
Reşîd, Esmâ-i hüsnâdan, irşada muhtaç olmayan.
Abdürrezzak: Rezzak’ın kulu.
Razzak, Esmâ-i hüsnâdan, her varlığın rızkını veren.
Abdüssamed: Samed’in kulu.
Samed, Esmâ-i hüsnâdan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herkesin muhtaç olduğu merci.
Abdüsselâm: Selâm’ın kulu.
Selâm, Esmâ-i hüsnâdan, zevalsiz, kederlerden salim olan, tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran, cennetteki bahtiyar kullarına selâm eden.
Âbidin (a): İbadet edenler, kulluk yapanlar.
Adnan (a): Üstün insan.
Affan (a): Çirkin şeylerden kaçınan, iffetli, namuslu.
Âgah (f): Bilgili, basiretli, haberdar, uyanık.
Âhi (a): Arkadaş, dost, cömert, yiğit.
Ahmed (a): Çok övülmüş, beğenilmiş.
Ahmer (a): Çok kırmızı, kıpkırmızı.
Alâeddîn (a): Dinde yüce, şerefli, büyük olan.
Âlemşah (f): Cihanın padişahı, âlemin hükümdarı.
Alican (f): Cana yakın, kanı sıcak içtenlikli, candan.
Âlişah (f): Padişahlığı büyük olan hükümdar.
Âlişan (f): Şan ve şerefi yüce olan, namı yüksek.
Alişir (f): Arslan Ali.
Alkame (a): Acılık, acı tat, acı hıyar.
Alpaslan: Korkusuz, yiğit, güçlü, kuvvetli.
Alper: Cesur asker, yiğit asker.
Alperen: Hem din adamı hem komutan olan yiğit.
Altemur: Demirin korlaşmış kırmızı hâli.
Âmir (a): İmâr eden, emreden, komutan.
Ammâr (a): Mamûr eden, bir yeri bakımlı hâle getiren.
Amr (a): Uzun müddet yaşamak, uzun ömürlü olmak.
Arslan (a): Güçlülük sembolü yiğit, cesur.
Aşkın: Aşmış, ileri, üstün, çok ziyade, fâik, seçkin.
Ata: Baba, dede, yaşlı ve tercübeli, bilgili adam.
Atacan: Babacan hoşgürülü.
Atahan: Han soyundan gelen.
Atakan: Ata kanından gelen.
Atalay: Tanınmış, ünü yaygın.
Atâullah (a): Allahın hediyesi, bahşişi, ihsanı, lütfu.
Attâr (a): Güzel koku satan, miskçi.
Avşar: Çevik, ava meraklı.
Ayhan: Işıklı hükümdar.
Aykan: Kanı parlak ve canlı.
Aykut: Armağan, mükâfat, ödül.
Aytekin: Ay gibi tek ve biricik olan, çok değerli.
Aytuna: Parlak suları olan tuna.
Aytimur: Ay gibi parlak demir.
Ayvaz: Eskiden konaklarda ayak işlerini gören uşak.
Babacan: Cana yakın, güvenilir, kalender, olgun, anlayışlı.
Baha (a): Değer, kıymet, fiyat, güzellik, zariflik, üstünlük.
Bahadır (f): Yiğit, cesur, kahraman, çengaver, dilaver.
Behâeddîn (a): Dinin değerlisi, üstünü, kıymetlisi.
Behaullah (a): Allah katında değerli ve kıymetli olan.
Bala: Çocuk, yavru, küçük.
Bârân (f): Yağmur.
Barbaros: Kırmızı sakallı.
Barış: Sulh, kırgınlıkların uzlaşması.
Battal (a): Kahraman, cesur, çok büyük.
Batu: Güçlü, kudretli.
Bayhan: Zengin han.
Bayram: Sevinç ve eğlence günü.
Bedir (a): Dolunay, ayın on dördü. Ayın ondördü gibi güzel.
Bedirhan: Padişahın en iyisi, en güzel ve sevimlisi.
Bedreddin (a): Dinin sevimli zatı.
Behcet (a): Sevinçli, güler yüzlü, şirin.
Behlül (a): Çok gülen, hayır sahibi, cömert.
Behnan (f): İyi huylu, güler yüzlü, güleç, herkesçe sevilen.
Behram (f): Merih yıldızı.
Behzat (f): Soyu güzel, doğuştan asil.
Bekir (a): Herşeyin evveli, ilk çocuk. Genç, taze.
Bektaş: Akran, eş, benzer.
Berkan: Şakıma, parıldama.
Berkem: Tahkim edilmiş [sağlamlaştırılmış] kale.
Berkin: Güçlü, sağlam.
Bertan (f): Şafak yemişi.
Beyhan: Padişahların beyi, hükümdarların üstünü.
Beşer (a): İnsan.
Beşir (a): Müjdeleyen, iyi haber getiren.
Bîcan (f): Cansız, ruhsuz, fedâî.
Bilal (a): Su, ıslaklık, ıslatan.
Bilgehan: Derin bilgi sahibi hakan.
Bişr (a): Güler yüzlü.
Buğra: Erkek deve, hindi, aslan.
Burak: Peygamber efendimizin Mirâcda bindiği at.
Burhan (a): Delil, sağlam delil, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayıran.
Burhaneddin (a): Dinin delili, hak yolu gösteren kimse.
Bülent (f): Yüksek, yüce, uzun.
Bünyamin: Hz. Yusufun öz kardeşi.
Cafer (a): Çay, dere, küçük akarsu.
Câbir (a): Cebreden, gâlip gelen, sağlam olan.
Can (f): Ruh. Aziz, sevgili. Gönül. Hayat. Kuvvet, kudret.
Candar (f): Silahlı asker.
Caner: Can dostu.
Cânib (a): Yan, taraf, yön.
Cârullah (a): Allaha yakın olan, Allah dostu.
Celâl (a): Azâmet, şeref, kemâl ve ikrâm sâhibi.
Celâleddin (a): Dinin azametlisi, ulusu, büyüğü.
Çelebi: Efendi, görgülü ve ince insan.
Cem (f): Hükümdâr, şah.
Cemal (a): Yüz güzelliği. Çirkinliği gideren, vekar sahibi olan ve Allahü teâlâya şükretmek için Onun nimetini gösteren, çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine hakaret etmelerine sebep olacak şeyleri yapmayan, yok eden.
Cemaleddin (a): Dinin güzeli, dinin cemali.
Cemali (a): Yüzü güzel olan, güzellik sahibi.
Cenab (a): Büyük, şerefli
Cerrah (a): Yaralayan, ameliyat yapan, operatör doktor.
Cevat (a): Çok cömert, eli açık, çok çok ihsan eden.
Cevdet (a): Güzel, kusursuz, cömert, büyük, olgun.
Cevheri (a): Cevher sahibi.
Cezmi (a): Azimli, kararlı.
Cezzar (a): Kasap, can yakıcı, zâlim, gaddar.
Cihad (a): Din uğrunda düşmanla savaşan.
Cihandar (f): Cihana hâkim olan hükümdar.
Cihangir (f): Cihanın büyük bir bölümünü ele geçiren.
Civan (f): Genç, taze, delikanlı.
Cihanşah (f): Dünyanın padişahı, cihanın hükümdarı.
Cumhur (a): Halk topluluğu.
Cübeyr (a): Küçük kahraman, küçük yiğit.
Cüneyt (a): Küçük asker, askercik.
Dâhî (a): Üstün zekalı, son derece zeki, anlayışlı.
Dâî (a): Duâ eden, duâcı, davet eden, hak dine çağıran.
Dânâ (f): Çok bilen, bilgili.
Dâniş (f): Bilgi, bilme, biliş, ilim.
Dânişmend (f): Bilgili, âlim.
Dâver (f): Doğru ve insaflı olan, âdil hükümdar.
Derviş (f): Allah için alçak gönüllüğü kabul eden.
Dilhan (f): İçten, gönülden söyleyen.
Dilaver (f): Yiğit, yürekli, erkek.
Doğan: Atılgan ve yiğit.
Durmuş: Son olması istenilen çocuklara verilen ad.
Dülger: Kapılanların kaba ağaç ve tahta işlerini yapan kimse, marangoz.
Ecehan: Hanların başı, hükümdarların reisi.
Ecmel (a): En güzel, en yakışıklı.
Ecvet (a): En cömert, varını yoğunu dağıtan. En iyi olan.
Edhem (a): Kara donlu ve yağız at.
Efe: Batı anadolu yiğidi, kahraman, zeybeklere denir.
Efendi: Terbiyeli, kibar, anlayışlı.
Efken (f): Atıcı, yıkıcı.
Eflah (a): Tamamıyle kurtulan, en çok talihe kavuşan.
Eflatun (a): Açık mor. Leylak ile erguvan arası bir reng.
Egemen: Hâkim.
Ekmel (a): En olgun, en kâmil, kusursuz, mükemmel.
Ekrem (a): Çok cömert, çok eli açık, iyiliksever, keremi lütfu çok olan, şeref sahibi.
Elvan (a): Renkli, renk renk.
Emced (a): Çok şerefli, pek onurlu ve haysiyet sâhibi.
Emîr (a): Bir kavmin, şehrin başı, reîsi.
Emre: Aşık, dost, büyük erkek kardeş. Beylerbeyi.
Enbiya (a): Nebi.
Enes (a): İnsan.
Engin: Çok geniş, uçsuz bucaksız, açık deniz, umman.
Enver (a): Çok nurlu, çok ışıklı, çok parlak, en güzel.
Ercan: Er canlı, korkusuz, yiğit.
Ercümend (f): Muhterem, şerefli, itibarlı, haysiyetli.
Erdal: Erken yeşeren dal, bir ağacın en kalın dalı.
Erdem: Fazilet. İyilik etmede, kötülükten çekinmede kararlı.
Erdoğan: Doğuştan yiğit.
Ergun: Sert başlı, oynak ve hızlı giden at, terbiye görmemiş kısrak.
Erhan: Yiğit hakan, kahraman hükümdar.
Erkam (a): Rakamlar, isimler.
Erkan (a): Esaslar, direkler, reisler.
Erkin: Bağımsız hareket eden.
Erman: Arzusu, isteği olan.
Erol: Sözünde duran er.
Ersin: İsteğine kavuşsun, muradına ersin.
Ertan: Erken, gün doğma zamanı.
Ertuğrul: Temiz, yürekli, doğru insan.
Erva (a): Çok güzel, son derece cesur ve yiğit.
Esat (a): Çok uğurlu ve mutlu.
Esed (a): Arslan, gazanfer, cesur, kahraman.
Esved (a): Siyah,  esmer.
Etem (a): Kusursuz, noksansız.
Evliya (a): Keramet sahibi, ermiş.
Evran: Baht, büyük yılan. Ölçülü, endamlı, yakışıklı.
Ezgi: Nağme, makam, hava.
Ezrak (a): Mavi, gök renkli. Su gibi saf ve temiz olan.
Eşfak (a): En çok şefkatli olan.
Eşref (a): En çok şerefli, itibarı en çok yüksek olan.
Fazlı (a): İyilik, fazilet, erdem, lütuf.
Fahreddin (a): Dinin büyüğü, dinde övülmeye layık.
Fâlih (a): İsteğine kavuşan, başaran. Çiftçi.
Fâris (a): Yiğit, mert, binici, at yetiştiricisi.
Faruk (a): Hak ile batılı ayıran, bu işte mahir olan.
Fasih (a): Güzel, düzgün ve açık konuşan, iyi söz söyleme kabiliyetinde olan.
Fatih (a): Fetheden, zapteden, aşan.
Fatin (a): Zeki, anlayışlı.
Faysal (a): Kesin hüküm ve karar sahibi. Keskin kılıç.
Fazlullah (a): Allahü teâlânın lütfu, fazlı. Üstün ve değerli
Feda (a): Kurban olma, gözden çıkarma.
Fedai (a): Canını esirgemiyen, can vermeye hazır.
Feramuz: Şanlı, şerefli, ün kazanmış.
Feramuş (f): Unutma, hatırdan çıkma, unutulan.
Ferhan (a): Sevinçli, neşeli, ferahlı, şen, memnun.
Ferhat (f): Sevinç, neşe sahibi, gâlib, üstün.
Feridüddin (a): Dinin en üstün, din bakımından eşsiz ve benzersiz olan.
Feridun (f): Tek, eşi ve benzeri olmıyan, kıymetli cevher.
Ferman (f): Emir. Padişahların tarafından verilen emir.
Ferruh (f): Uğurlu, kutlu, mübarek, yüzü nurlu, aydınlık.
Fethullah (a): Allahın fethi müyesser kıldığı.
Fettah (a): Fetheden, her türlü müşkülleri kolaylaştıran.
Feyyâz (a): Feyz, bereket ve bolluk veren.
Feyzullah (a): Allahü teâlânın feyzi.
Fuat (a): Kalp, yürek, gönül.
Fudayl (a): Faziletli, erdemli.
Furkan (a): Vahiy, iyi ile kötü, doğru ile yanlış arasındaki farkı gösteren şey.
Fuzuli (a): Fazla, anlamsız, yersiz, fazîletli.
Gazanfer (a): İri arslan, korkusuz insan, yiğit, cesur, yürekli, kahraman.
Gazi (a): Gaza eden, savaştan sağ ve muzaffer dönen, din uğrunda savaşan.
Gevheri (f): Elmas gibi, pırlanta gibi temiz insan, asaletli, değerli, kuyumcu.
Gıyas (a): Yardım, yardım eden, bir şeyin aslına ulaşma.
Gıyaseddin (a): Dinin yardımcısı, dinin yayılmasına yardımı dokunun zat.
Giray: Kırım hanı. Müstehak, layık.
Gizay: Gizli olan.
Gökdal: Yeşil dal.
Göker: Havacı.
Gökmen: Mavi gözlü, sarışın.
Gökmete: Mavi gözlü mete.
Gülbay: Gösterişli gül.
Gürbüz: Toplu, güçlü dinç erkek. Gösterişli delikanlı.
Gürhan: Hanlar topluluğu.
Gürkan: Delikanlı.
Habbab (a): Seven, sevgili, dost.
Habil: Yumuşak ve temiz huylu. [Hz. Ademin oğlu.]
Hacib (a): Kapıcı, kapıcı başı.
Hacı (a): Hacca giden, kâbeyi ziyaret eden.
Hafi (a): Güleryüzlü, çok ikramcı, gizli.
Hafid (a): Torun.
Hakan: Türk hükümdarı.
Hakem (a): Hüküm veren, haklı ve haksızın ayrılmasında aracılık eden.
Hâkî (a): Hikâye eden, anlatan.
Hakkı (a): Doğru olan, irfan sahibi, insaflı.
Haldun (a): Devamlı, sürekli, yaşlanıp ihtiyarlamayan.
Hâlet (a): Durum, takdir.
Halîfe (a): Birinin yerine geçen kimse.
Halil (a): Dost, sevgili, samimi dost, içten arkadaş.
Haluk (a): İyi ve güzel huylu, geçim ehli, İslama yakışır.
Hamdullah (a): Allahü teâlâya hamdeden.
Hamza (a): Arslan, heybetli, azametli.
Han: Devlet reisi, hakan veya hakana bağlı hükümdar.
Hanefi (a): İstikamet üzere olan, Hanefi mezhebinden.
Hani (a): Yumuşaklık ve vekar sahibi.
Hasan (a): Güzel, iyi, hoş.
Haseki (a): Hükümdarların hizmetlerine tahsis edilen.
Hasibi (a): Cömert, hayırhah.
Hasin (a): Kuvvetli, metin, sağlam, muhafaza eden.
Hassan (a): Çok çok güzel, iyiliği hoşgörülüğü çok olan.
Hâtem (a): Mühür, üstü mühürlü yüzük, son, en son.
Hattâb (a): Çok güzel söz söyleyen, en güzel konuşan, vaz ve nasihatı berecen. Oduncu.
Hatip (a): Hitabeden, güzel söz söyleyen.
Hayali (a): Hayal eden, gerçeklerden uzak olan.
Haydar (a): Arslan. Cesur, yiğit, kahraman.
Hayrani (a): Hayran olan.
Hayreddin (a): Dinin hayırlısı.
Hazım (a): ihtiyatlı, basiretli, gözü açık, hazımlı.
Haşim (a): Ezen, parçalayan. Hürmet ve ikram eden.
Haşmeddin (a): Dinin büyüğü, heybetlisi, dinin haşmeti.
Haşmet (a): Heybet ve ihtişam sahibi. Tevazu gösteren.
Hızır (a): Yeşil. Hıdır da denir.
Hicabi (a): Mahcup, utangaç, hâyâlı, edepli, terbiyeli, perdeli, nâmuslu, iffetli.
Hilmi (a): Yumuşak huylu, sabırlı, vakarlı, sakin.
Himmet (a): Lütûf, gayret. Bütün kuvvetiyle mukaddes değerlere bağlanan. Bir evliyânın, tasarrufu ile birisini koruması, yardım etmesi.
Hişam (a): Hayâ eden, utanan.
Hud (a): Büyük, çok hürmet eden.
Hulusi (a): Halis, saf, samimi, candan, içi temiz.
Hurşid (f): Güneş, afitab, hûr, mihr, şemse.
Huzeyfe (a): Küçük testici, çömlekçi çırağı.
Hüccet (a): Senet, vesîka, delîl.
Hüdâvendigâr (f): Hükümdâr, sultan, âmir, hâkim.
Hüdaverdi (f): Allahın hediyesi.
Hüdayi (f): Hüdânın kulu.
Hümayun (f): Mübarek, mutlu, padişaha olan.
Hüsameddin (a): Dinin keskin kılıcı.
Hüseyin (a): Küçük güzel, küçük sevgili.
Hüsrev (f): Padişah, hükümdar, sultan.
İhsan (a): Hakkından fazlasını veren.
İhvan (a): Sadık, samimi, candan dostlar.
İkrime (a): Kerem sahibi, cömertlik yapan.
İlhami (a): İlham sâhibi, kalbine ilahi düşünce doğan.
İlhan:Hükümdar, hakan.
İlker: İlk erkek çocuk.
İmadeddin (a): Din direği, devleti ayakta tutan.
İmam (a): Nümune, rehber, önder, başkan.
İmdat (a): Yardım.
İnayetullah (a): Allahın lütfu, ihsanı.
İshak (İb): İbranice gülen, neşelenen.
İskender (a): Doğuya ve batıya hakim olduğu için Zülkarneyn denilen zat.
İslâm (a): Müslümanlık, Hakka teslimiyet, itaat ve inkıyat, birbirinin iyiliğini isteme.
İsmâil (İb): Allahü teâlâya çok ibâdet eden.
İzzet (a): Değer, şeref, kudret, hürmet ve ikram sahibi.
İşcan: İş yapmayı seven, çalışkan kimse.
Kaan: Kağan. Hanların hanı, şahinşah.
Kabil (a): Kabul eden, istidatlı, önde ve ileride olan.
Kadem (a): Ayak, adım.
Kâdir (a): Tükenmez güç ve kudret sahibi.
Kadı (a): Hüküm, karar ve hakimlik.
Kahraman (f): Yiğit, cesur, bahadır.
Kaid (a): Rehber, kumandan, reis.
Kalender (f): Dünyadan el etek çekip boş dolaşan derviş.
Kamran (f): İsteğine kavuşmuş, mutlu, bahtiyar.
Kasım (a): Taksim eden, bölen, dağıtan, bahşeden.
Kays (a): Sıkıntı, kıtlık, mağrur tavır.
Kâzım (a): Öfkesini, gazâbını Allah rızası için yenen.
Kemal (a): Olgunluk, bilgi ve fazilet sahibi.
Kemaleddin (a): Dinin olgun kişisi.
Kerameddin (a): Dinin kerameti.
Keramet (a): Kerem, ihsan, evliyada görülen harika.
Kerami (a): Soylu, şerefli.
Kerem (a): Asalet, izzet ve şeref sahibi. Cömert, eli açık.
Keremşah (f): Çok cömert, çok eli açık, çok suylu.
Keşşaf (a): Keşfeden, sırları çözen, gizlileri açığa çakıran.
Kılıç: İki yüzü keskin eski bir silâh.
Kıymet (a): Değer, baha, bedel, onur, itibar, makbul oluş.
Kiram (a): Soyu temiz olanlar, şerefli ve cömert olanlar.
Korkut: Büyük dolu tanesi.
Kuddusi (a): Mukaddes, ulvi, pak.
Kutman: Hayırlı.
Kutbuddin (a): Dinin kutbu, dinin ulusu.
Lala: Çocuğun eğitimiyle görevlendirilen bakıcı.
Levent (f): Boylu boslu, yakışıklı, çevik, sıhhatli, yiğit.
Levni (a): Renkli, boyalı.
Mahdum (a): Hizmet edilen, evlat.
Mahmud (a): Övülmüş, medhedilmiş, sena edilmiş.
Mahmur (a): Sarhoş, uykulu, baygın gözlü.
Murat (a): İstek, arzu, maksat. Seçilmiş kimse
Mazhar (a): Nail olan, şereflenen, bir iyiliğe kavuşan.
Memun (a): Korkusuz, tehlikesiz, sağlam, emin.
Mecdeddin (a): Dinin büyüğü.
Mecnun (a): Deli, divâne, delice seven.
Medeni (a): Kentli, şehirli, görgülü.
Mert (f): Sözünün eri, yiğit, bahadır.
Mestan (f): Mest olmuş, bayılmış..
Metin (a): Sağlam, dayanıklı.
Mevlânâ (a): Efendimiz, sâhibimiz.
Mir (f): Amir, kumandan, bey, vali, hükümdar.
Miraç (a): Merdiven, yükselen, yükseklere çıkan kimse.
Mirkelam: Kibar konuşan, hoş sohbet, sohbet adamı.
Mirza (f): Hükümdar soyundan gelen, beyzade.
Mithat (a): Medhetme, övme.
Muammer (a): Uzun ömürlü, ömür süren, yaşayan, talihli.
Muaz (a): Sığınan, korunan, sarılan.
Muhammed (a): Yerde ve gökte çok övülen, Allahü teâlânın ve büyük varlıkların medhine mazhar olan. Cenâb-ı Hakkın habîbi, gelmiş ve gelecek bütün varılkların, her bakımından en üstünü, âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihânın efendisi son peygamber.
Muharrem (a): Haram kılınmış, dinen yasak edilmiş.
Muhibbüddin (a): Dini seven, dindar.
Muhtar (a): Seçilmiş, seçkin.
Muhterem (a): Saygıdeğer, sayın, kıymetli, şerefli.
Muhteşem (a): Görkemli, göz kamaştıracak büyüklükte, güzellikte olan.
Muhyiddin (a): Dini ihya canlandıran.
Muktedi (a): İktida eden, tâbi olan, uyan.
Muktedir (a): iktidarlı, gücü yeten.
Muktefi (a): İktifa eden, izinden takib eden, örnek tutan, birine uyan.
Murat (a):Arzu, istek, istenilen.
Murtaza (a): Razı olunan, beğenilen, seçkin.
Mus’ab (a): Güçlü, dayanıklı, zorlu.
Muslih (a): Islah eden, düzelten.
Mustafa (a): Saf hale getirilmiş, süzülmüş, güzide.
Mutahhar (a): Temizlenmiş, mübarek.
Mutasım (a): Günahtan çekinen, eliyle tutan, yapışan.
Muteber (a): Kadri bilinen, kıymeti takdir edilen.
Mutemed (a): Kendisine itimat edilen, güvenilen.
Mutlu: Halinden, memnun, mesut, bahtiyar.
Muttalib (a): Taleb eden, isteyen.
Mübarek (a): Bereketli, feyizli, kutlu, uğurlu, hayırlı, mutlu, beğenilen, anlamına.
Mübeşşir (a): Müjdeci, hayırlı haber verip sevindiren.
Mücteba (a): Seçilmiş, seçkin, kıymetli.
Müjdat (f): İyi haber, müjdeli haber.
Mükerrem (a): Şerefli, muhterem, hürmete erişmiş.
Mülayim (a): Yumuşak huyl, medenice hareket eden.
Mümtaz (a): İmtiyazlı, üstün tutulmuş, seçkin, seçilmiş.
Müren: Akarsu, nehir, ırmak.
Mürsel (a): Gönderilmiş, yollanmış, nebi.
Müşir (a): İşaret eden, yol gösteren, mareşal.
Müzdad (a): Artmış, çoğalmış, uzun.
Nabi (a): Haberci, haber veren.
Nasreddin (a): Dine yardım eden.
Nasrullah (a): Allahü teâlânın yardımı.
Nebi (a): Haberci, haber getiren, peygamber.
Necat (a): Kurtuluş, selamet.
Necati (a): Kurtulan, selâmete eren.
Neccar (a): Dülger, marangoz, doğramacı.
Necdet (a): Kahraman, yiğit, efe.
Necih (a): Başarılı, galip, muzaffer.
Necmeddin (a): Dinin yıldızı.
Nefi (a): Kazançlı, kârlı.
Nejat (f): Soy nesil, nesep, tabiat.
Nesim (a): Hoş ve mülayim.
Neşat (a): Sevinç, neşe, keyif.
Neşet (a) Yetişen, ileri gelen, doğan.
Nevfel (a): Deniz, derya.
Nevzat (f): Yeni doğmuş çocuk.
Nihat (f): Tabiat, huy, yaratılış, bünye, karetker.
Nijad (f): Soy.
Nimetullah (a): Allahın lutfu, ihsanı.
Niyazi (f): Yalvaran, yakaran, niyaz eden, dua eden.
Nizam (a): Düzen, usul, tertip, yol, kaide, sıra, dizi.
Nizameddin (a): Dinin nizamı, düzeni.
Nuaym (a): Hayat güzelliği, refah.
Nûh (a): Rahat, ağlayan, inleyen.
Numan (a): Refah, konfor.
Nureddin (a): Dinin nuru.
Nurullah (a): Allahın nûru.
Nusret (a): Yardım, başarı, üstünlük, zafer, galebe, fetih.
Nüzhet (a): Neşe, sevinç, eğelence, temizlik, ferahlık.
Oğuz: Doğru, sağlam, güçlü, genç.
Oğuzhan: Oğuzların hükümdarı.
Okan: Anlayışlı, kavrayışlı.
Oktay: Hiddetli, kızgın, sinirli.
Onur (t): Şeref, izzetinefs.
Orhan: Şehrin hakimi.
Osman (a): Peygamberimizin damadı, 3. halifenin adı.
Ozan: Halk şairi, geveze.
Ömer (a): Diri, canlı, yaşayan hayat süren. İkinci halife.
Önder: Lider, şef, reis.
Özer (t): Özü er, yiğit.
Özhan (t): Padişah soyundan gelen.
Özkan (t): Temiz kanlı, soylu kandan olan.
Pertev (f): Parlak, ışık.
Peyami (f): Haberci.
Poyraz: Kuzey doğudan esen soğuk, yel.
Raci (a): Rica eden, yalvaran, ümitli, dileyen.
Racih (a): Tercih edilen.
Rafet (a): Merhamet etme, acıma, esirgeme.
Ramazan (a): Çok sıcak olan, yakan, günahları yakan.
Ramiz (a): İşaret koyan, işaretle konuşan.
Rauf (a): Pek esirgeyen, çok merhamet eden.
Recai (a): Rica eden, dua eden, Allahü teâlâya yalvaran.
Recep (a): Mübârek, muazzam, muhterem; kıymetli. 
Refiuddin (a): Dinin yükseği.
Reha (f): Kurtuluş, halas.
Reis (f): Baş, başkan.
Resül (a): Yeni bir kitap ile gönderilen peygamber, elçi.
Reşat (a): Hak yolunda yürüme, doğru yol.
Reşid (a): akıllı, iyi ve olgun.
Rifat (a): Yükseklik, yücelik, büyük rütbe.
Rüçhan (a): Üstünlük, üstün olma.
Rükneddin (a): Dinin temel direği.
Rıdvan (a): Razı, memnun. Cennetin kapısındaki melek.
Rızâ (a): Kadere râzı olan. Tasavvufta irâdenin yok edilmesiyle elde edilen makam.
Sadeddin (a): Dinin mübarek kişisi.
Sadreddin (a): Dinin önderi, lideri.
Sadullah (a): Allahü teâlânın saadeti.
Sadun (a): Uğurlu olan, uğur getiren.
Safa (a): Saf, berrak, temiz, kedersiz, gönlü şen.
Saffet (a): Saf, halis, temiz. Hile ve dubaradan uzak olan.
Safiyyuddin (a): Dinde temiz kimse.
Safvan (a): Saf, halis.
Sakıp (a):Tesirli, parlak, delip geçen.
Salahaddin (a): Dine bağlı, dini düzgün.
Sâman (f): Servet sahibi, zengin, rahat, dinç, düzenli.
Sancar (t): Saplar.
Sebati (a): Sabırlı, kararlı.
Sedat (a): Doğru ve haklı olan.
Selam (a): Barış, rahatlık, sonu hayırlı ve iyi çıkma.
Selami (a): Barış, huzur ve selamet sahibi.
Selçuk: Sel gibi akan.
Selman (a): Barışçı, sulhçu.
Serdar (f): Asker başı, kumandan, komutan, reis.
Serhat (f): Sınır boyundaki asker.
Sertaç (f): Başa konan taç.
Server (f): Baş, reis, seyyid, bir topluluğun ileri geleni.
Sevban (a): Elbiseli, giyinmiş, kuşanmış.
Seyfeddin (a): Dinin kılıcı, dinin askeri.
Seyfi (a): Kılıç kuşanmış, asker.
Seyfullah (a): Allahın kılıcı, askeri.
Seyhan (a): Çizgili elbise. Akarsu.
Seymen: Çiftlik bekçisi.
Seyyid (a): Efendi, bey, Hz.Hüseyinin soyundan gelen.
Sezâi (f): Layık, uygun, münasib.
Sezgin: Sezen sezici, duygulu, hassas.
Sinan (a): Mızrak, süngü.
Sirac (a): Lamba, ışık, güneş, ay.
Siraceddin (a): Dinin kandili.
Siyami (a): Oruçlu, kendini kötülüklerden men eden.
Soner: Bir işte son yardımı yapan.Son olması istenen.
Suheyb (a): Arkadaşcık, küçük arkadaş.
Sunullah (a): Allahın kudreti, meydana getirdiği varlığı.
Sühâ: Yıldız adı.
Süreyya (a): Yıldız topluluğu.
Sürûri (a): Sevinçli, neşeli.
Şaban (a): Aralık, fâsıla.
Şabi (a): Cemaat ehli.
Şadan (f): Sevinçli, keyifli, neşeli, bahtiyar.
Şahap (a): Alev, ateş parçası, akan yıldız.
Şahin (f): Kısa ve kanca gagalı kuş.
Şahbaz (f): Bir cins akdoğan.
Şahinalp: Şahin gibi yiğit.
Şahsüvar (f): Usta binici, çok iyi ata binen.
Şâfi: Şefaat eden, şifa veren.
Şecaeddin (a): Dinin kahramanı, dinin yiğidi.
Şehlevent (f): Uzun boylu, yakışıklı genç.
Şekîb (f): Sabırlı, tahammüllü.
Şemseddin (a): Dinin güneşi.
Şemsî (a): Güneş gibi parlıyan.
Şener (t): Neşeli, şen erkek.
Şerafeddin (a): Dinin şereflisi.
Şeref (a): Asil, yüksek, şanlı, şöhretli atalara sahip olmak.
Şevket (a): Büyüklük, kudret ve kuvvetten doğan haşmet.
Şeyban (a): Saçlarına ak düşmüş, ihtiyar, yaşlı.
Şihab (a): Cesur, parlak yıldız, kıvılcım.
Şihabeddin (a): Dinin parlak yaldızı.
Şinasi (f): Tanıyan, tanıyıcı, bilen, anlayan.
Taceddin (a): Dinin tacı.
Taci (a): Tacı olan.
Tahsin (a): Kale gibi sağlamlaştırma. İyilik eden.
Tâib (a): Tevbe eden, pişman olan.
Taki (a): Günahtan kaçınan, dinine bağlı.
Takiyeddin (a): Dinine bağlı, günahtan kaçan.
Talat (a): Yüz, surat, çehre, dindar.
Talha (a): Bir zamk ağacı.
Tamer: Tam erkek.
Taner: Şafak gibi canlı erkek.
Tanju: Çinlilerin Türk imparatorlarına verdikleri isim.
Tarkan: Dağınık, perişan.
Tarık (a): Sabah yıldızı, zühal yıldızı, parlak yıldız.
Tayfun (Çince): Korkunç fırtına, rüzgar.
Tayfur: Uçan, yükselen. Hz. Bayezid-i Bistaminin ünvanı.
Taylan: Uzun boylu.
Tayyar (a): Uçan, uçucu uçma kabiliyeti olan.
Tekin: Uğurlu, hayırlı.
Tekinalp (t): Uğurlu, hayırlı, yiğit.
Temel: Asıl, esas.
Tevfik (a): Uygun getirme, Allahın yardımına kavuşma.
Timur: Demir gibi sağlam.
Timurtaş: Demir ve taş gibi sağlam.
Tufan (a): Afet, felaket, çok şiddetli yağmur.
Tuğrul (t): Gagası ve pençesi güçlü kuş.
Tuğtekin (t): Uğurlu tuğ.
Turan: Cesur atılgan, yiğit.
Turanşah: Cesur Türk hükümdarı.
Turgay: Küçük kuş, sığırcık.
Turgut: Belde, yerleşme merkezi, mesken, konut.
Turgutalp (t): Kahraman turgut.
Turhan (t): Tuğrası olan padişah.
Ubade (a): Kul, köle.
Ubeydullah (a): Kulcağız, kölecik.
Uğuralp (a): Uğurlu yiğit, kahraman.
Uluğbey (a): Büyük bey.
Ünal (t): Ünlü, namlı.
Üsame (a): Bir arslan cinsi.
Vahab (a): Vehhabın bozulmuş şekli. Çok hibe eden, ihsan eden.
Vahideddin (a): Dinin tek ve eşsiz siması.
Vakkas (a): Savaşçı, okçu.
Vakur (a): Ağırbaşlı, temkinli.
Vâlâ (f): Yüksek, yüce.
Varol (t): Çok yaşa.
Vecdi (a): İlahi aşka dalan, vecde gelen, kendinden geçen.
Vecihi (a): Bir kavmin büyüğü.
Vedat (a): Sevme, sevgi, dostluk
Vefa (a): Sözde durma, sevgi ve dostluğu sürdürme.
Veliyyullah (a): Allahın velisi, dostu.
Veliyyüddin (a):Dinine bağlı, dinin velisi.
Veysî (a): Fakir, yoksul.
Veysel (a): Üveys’den bozma.
Yahya (a): Canlı, hayat süren.
Yalçın (t): Çıplak, sarp, dik.
Yâsin (a): Bir sûre.
Yaşar (t): Hayatta, canlı.
Yaver (f): Yardım edici, imdada koşan.
Yavuz: Yaman, korkusuz.
Yekta: Tek, eşsiz, benzersiz, yalın, tek kat.
Yener (t): Üstün gelen.
Yıldırım: Gök gürültüsü ve şimşekle gelen elektrik akımı?
Yılmaz: Korkusuz, yılmayan, sebatkâr.
Yusuf (ib): Hüzün, ek, ilave.
Yücel (t): Yükselmiş.
Zafer (a): Maksada ulaşma, barışma, düşmanı yenme.
Zâfir (a): Zafer kazanan, üstün gelen.
Zamir (a): Yürek, iç, vicdan.
Zekai (a): Çabuk anlayışlı, keskin zekalı.
Zeyd (a): Artan, çoğalan.
Zeynel: Süslü.
Zeynelâbidin (a): İbadet edenlerin süsü.
Zeyneddin (a):Dinin süsü.
Zeyyât (a): Zeytinci, zeytin.
Ziyaeddin (a): Dinin nuru.
Ziver (f): Süs, zinet ehli.
Ziya (a): Işık, aydınlık, nur.
Ziyad (a): Fazlalık, çokluk, bolluk.
Zuhurî (a): Kendiliğinden ortaya çıkan.
Zübeyr (a): Akıllı.

İMAM EBUL-HASAN EŞ’ARÎ

İMAM EBUL-HASAN EŞ’ARÎ

Mutezile Mezhebi Fitnesi Ve İmam Ebul-Hasan Eş’arî

Mutezile’nin İlmî Gücü Ve Etkileri

(Mutezilenin hâmisi olan) Mu’tasım ve Vâsık’ın ölümü üzerine Mutezile’nin gücü kırıldı. Vâsık’ın yeri­ne geçen Mütevekkil, Mutezile mezhebinden usanmıştı ve bu mezhebin bağlılarına da düşmandı. Kıyı bucak arayarak Mutezile’nin gücünü, haşmetini tüketti, izle­rini sildi, devletteki tesirlerine tamamen son verdi. Ama ilmî ortamda hâlâ Mutezilenin etkisi vardı. Kur’an-ı Kerim’in mahluk olduğu inancı eski azgınlığı­nı yitirmişti, ama diğer iddia ve görüşleri henüz canlı ve taze idi.

Mutezile mezhebi mensupları; zekâları, ilmî yete­nekleri ve göze gelen bazı ünlü kişileri yüzünden ilmî otoritelerini kurmuşlar, adliye ve fetva makamlarım, devlet idaresi içinde bazı yüksek mevkileri ele geçir­mişlerdi. Hicrî üçüncü asrın ortalarında büyük bir güç elde etmişlerdi. Genellikle; Mutezile mezhebi âlimleri ince görüşlü, geniş ve güçlü anlayışlı ve incelemeci (tahkikatcı) olurlar, onların araştırıp buldukları şeyler akla daha yatkın olur, diye kabul edilmeye başlanmış­tı. Pek çok genç, talebe ve şöhret düşkünü kimse Mute­zile mezhebini moda gibi benimsedi.

İmam Ahmed b. Hanbel’den sonra Hanbelîler için­de büyük bir otorite, ilmî ve dinî bir büyük şahsiyet or­taya çıkmadı. Hadis âlimleri ve onun mezhebinde olan­lar aklî ilimlere, yeni araştırma ve görüş tarzına yönel mediler. (Bu tarz, Mutezile mezhebinden olanların ve filozofların eserlerinden etkilenenlerin bayrağıydı.) So­nunda tartışma toplantılarında, ders ve eğitim çevrele­rinde hadisçüerin ilim açısından zayıf oldukları, felsefe ilkelerinden haberleri olmadığı, buna karşılık Mutezile mensuplarının kefesinin ağır bastığı görülüyordu.

Derin bilgisi olmayan kimseler, basit zekânın Mu-tezile’yi desteklediğini, olgun ve keskin zekânın sonun­da hadisçüerin mezhebini, görüşlerini desteklediğini sanıyorlardı, Hadisçüerin, şeriatın kesin hükümlerini kabul ettiklerini bilmeyenler, Mutezile mensuplarının güzel konuşmalarının, hazır cevaplılıklarmm ve ilmî nüktedanlıklarının etkisi altında kalıyordu. Bu da şeriatın dış görünüşünün ve selef mezhebinin ilim açı­sından güçsüz olduğu duygusunu ve ona güvensizliği doğuruyordu. Hatta hadis âlimleri ve öğrencileri züm­resinden çok kimse, acizlik duygusuna kapılmış, Mute­zile’nin akılcılığı ve filozof geçinmesi karşısında yılmıştı.

Bu durum dinî otorite ve sünnetin hâkimiyeti için çok tehlikeli idi. Kur’an-ı Kerim’in tefsirleri ve İslâm akaidi, o filozof görünüşlü tartışmacılar için çocuk oyuncağı haline geliyor, müslümanlar arasında bir ham akılcılık ve basit bir felsefecilik yayılıp gidiyordu. Bu ise sadece bir beyin sporu ve terimlerin savaş düze­ni alıp sıraya girmesi idi.

Bu duruma karşı koymak ve artıp giden seylâbı durdurmak için ne hadisçüerin ne de Hanbelîlerin dinî gayreti ve coşkusu yeterliydi; ne âbid ve zâhidlerin zühd ve ibâdeti, ne de fıkıhçılarm fetvaları ve meselele­ri ayrıntıları çok iyi bilip hazır cevap oluşları yeterliy­di, [1]

Sünnetin Vakarı İçin Büyük Bir Kişiye İhtiyaç Duyulması:

Bunun için beyin ve zekâ yetenekleri yüksek, akıl­cılığın inceliğini sadece bilmekle değil, o güne kadar akücıhğı kimseye bırakmayıp tekeline alan Mutezi-le’den akıl ve mantık gücü çok daha üstün olan birine ihtiyaç vardı.

Bu kimsenin üstün kişiliği ve müctehid kafa yapısı önünde o devrin akılcılık ve felsefe öncüleri, henüz yeni öğrenmeye başlayan talebe durumuna düşmeliydi ve öyle aşağı ve âdi görülmeliydi ki, sanki dev gibi bir in­sanın Önünde cüce bir insan veya tıfıl bir çocuk gibi durmalıydı. İslâm’ın böyle bir sünnet imamına süratle ihtiyacı vardı. Ve Ebu’l-Hasan Eş’arî’nin kişüiğinde iş­te bu ihtiyacını elde etti. [2]

İmam Ebu’l-Hasan Eş’arî

Adı, Ebu’l Hasan Ali, babasının adı İsmail’dir. Meş­hur sahâbilerden Hz. Ebu Musa el-Eş’arî’nin evladm-dandı. H. 250 yılında Basra’da doğdu. Babası İsmail’in ölümünden sonra annesi, Ebu Ali el-Cübbâî ile evlen­mişti. Bu zat ise Mutezile mezhebinin lideri ve bu mez-hebden olanların imamı idi. Şeyh Ebu’l Hasan onun el­lerinde yetişti ve en kısa zamanda onun güvenini sağ­layıp sağ kolu haline geldi.

Ebu’l Hasan el-Cübbâî iyi bir öğretmen ve iyi bir ki­tap yazan idi. Tartışma konusunda fazla gücü yoktu. Ebu’l Hasan Eş’arî ise başlangıçtan beri iyi bir hatip ve hazırcevap biri idi. Ebu Ali, tartışmalarda daima onu ileri sürerdi. En kısa zamanda toplantılarda başta du­ran, tartışmalarda önde tutulan biri oldu.

Bütün dış görünüş ve tahminler, hocasının yerine geçeceğini ve itizal mezhebini himaye edip yaymakta belki ondan da ileri gideceğini gösteriyordu. Fakat tak­dir ve düzenlemesi enderesan olan Allah Teâlâ sünne­tin korunup üstün gelmesi için, o güne kadar bütün ömrünü itizal mezhebini doğru göstermeye ve onu ko­rumaya çalışan ve kendisine mezhebin başkanlık ma­kamı hazır olan bu kişiyi seçti.

Şeyh Ebu’l Hasan Eş’arî’nin içinde itizal mezhebin­den bir soğuma, ona karşı bir tepki doğdu. Mutezilenin tevillerinden (dolaylı yorumlarından), mukayese tarz­larından nefret etmeye başladı. Bütün bunların zekâ

oyunları olduğunu, kendi mezhebinin inadı olduğunu, gerçeğin bir başka olduğunu ve gerçeğin de sahabe-i kiram ve selef âlimlerinin mehzebi (anlayışı) olduğunu, en sonunda aklın bu kapı önünde baş eğeceğini anladı.

Kırk sene boyunca Mutezile’den olanların mezhebi­ni, inancını himaye edip isbatlamaya uğraştıktan son­ra gönlü bundan tamamen soğudu, kafasında ona karşı isyan doğdu. Onbeş gün evinden hiç çıkmadı. Onaltıncı gün çıkıp doğru büyük camiye gitti. Cuma günüydü. Cami-i Kebir dopdolu idi. Minbere çıkarak yüksek sesle şöyle konuştu:

“Beni bilen bilir. Bilmeyenlere söylüyorum. Onlar bilsinler ki, ben Ebu’l Hasan el-Eş’arî’yim. Ben itizal mezhebindendim. Falan, falan akideleri kabul eder­dim. Şimdi ise tevbe ediyor, eski düşüncelerimden vaz­geçiyorum. Bugünden itibaren işim; Mutezile’yi reddet­mek, onun hatalarını, zayıf noktalarını ve yanlışlıkları­nı göstermek olacaktır.”

O günden itibaren hayatının en son gününe kadar bütün zekâsını, ilmî tecrübelerini, güzel konuşma kabi­liyetini, yazma gücünü itizal mezhebini reddetmeye, selef ve ehl-i sünnet mezhebinin görüş ve inançlarını desteklemeye harcadı. Düne kadar Mutezile’nin sözcü­sü ve onların en büyük avukatı olan kimse, bugün ehl-i sünnetin sözcüsü ve onun en büyük hâmîsi olmuştu. [3]

Eş’arî’nin İslâm’ı Yayma Aşkı ve Hakkı Müdafaası

İmam Eş’arî bu görevi, Allah’a yakın olmayı, onun rızasını kazanmayı istediği, bunu davet ve cihad kabul ettiği için yapıyordu. Bizzat itizal mezhebinde olanla­rın toplantılarına giderek, onların ileri gelenleri ile bu-

hışarak, onları ikna etmeye ve doğruyu, hakkı anlatıp kabul ettirmeye çalışıyordu.

Biri ona: “Bid’at ehli ile niye görüşüyorsunuz, ne­den bizzat siz onların ayağına gidiyorsunuz? Halbuki onlarla ilişki kesmeyi bildiren hüküm vardır” deyince, şöyle cevap verdi:Ne yapayım, onlar çok büyük ma­kam ve mevkiierdeler. Onların kimi şehrin valisi, kimi baş hâkimi (kadısı)dır. Onlar mevkilerinden, debdebe­lerinden dolayı benim yanıma gelemiyorlar. Ben de on­ların yanına gitmezsem hak ve gerçek nasıl belli ola­cak? Ehl-i sünnetin de bir destekçisi, delillerle onun doğruluğunu isbat eden bir yardımcısı olduğunu nasıl anlayacaklar?” [4]

Zekâ Kabiliyeti ve İlmî Üstünlükler

Önceden beri Ebu’l Hasan Eş’arî tartışmada, isbat ve kanıtlamada üstün yeteneği olan biriydi. Bu onun yaratılıştan gelen hali ve Allah vergisi bir yeteneği idi. Hak olan mezhebi destekleme coşkusu, Allah’ın lütuf ve yardımı onun bu güç ve yeteneklerini daha da kes­kinleştirdi. O, kendi döneminin akılcılığı seviyesinden daha yukarıdaydı, aklî bilgilerde ve Kelâm ilminde müctehid kafasına sahibti. Mutezile’nin sorularına, iti­razlarına rahatlıkla, kolaylıkla cevap veriyor, onları hemen susturuyordu.

Talebelerinden Ebu Abdullah b. Hafif, ilk buluşma­sını ve bu toplantıyı şöyle anlatıyor:

Ben Şîraz’dan Basra’ya geldim. Ebu’l Hasan Eş’arî’yi ziyaret etmeyi çok arzu ediyordum. Bana ad­resini verdiler. Geldiğimde gördüm ki toplantı halinde­ler ve bir meselenin tartışmasını yapıyorlar. Yanında bir Mutezile grubu vardı ve onunla tartışmalı olarak konuşuyorlardı. Onlar sözlerini bitirip de susunca Ebu’l-Hasan Eş’arî konuşmaya başladı. Herkese ayrı ayrı muhatap olarak: Sen şöyle dedin cevabı şu, sen şöyle dedin cevabı şu diyerek tek tek cevap verdi.

Toplantıdan kalkıp gitmek üzere yürümeye başla­yınca arkasına düştüm. Tepeden tırnağa süzmeye baş­ladım. Bunun üzerine bana dönerek: Neden bakıyor­sun? dedi. Ben de: Kaç dilin var, kaç kulağın, kaç gö­zün var? diye bakıyorum dedim. Bunun üzerine sözü­me gülmeye başladı.”

Bir başka rivayette şöyle bir ilâve var:

Bütün sözlerinizi anladım, ama önceleri neden su­suyor, Mutezile ehlinin konuşmasına fırsat veriyordu­nuz, onu anlamadım. Size yakışan ancak sizin konuş­manız ve itirazlara kendiliğinizden cevap vermenizdir, dedim. Buna karşılık o: O meseleleri ve sözleri ben kendi ağzımla kendiliğimden ifade etmeyi doğru bul­muyorum. Ama şüphesiz o başkasının dili ile söylenirse ona cevap vermeyi, o sözleri reddetmeyi ehli hakkın gö­revi kabul ediyorum, buyurdu.

İmam Ebu’l Hasan Eş’arî, ilimde müctehid idi, ilm-i kelâmın da kurucusuydu. Ondan sonraki kelâmcılar onun Allah vergisi muhteşem bir zekâya sahib olduğu­na, sözünün derin manalar taşıdığına, nüktedanlığına, olgun ve isabetli görüşleri bulunduğuna inanmaktadır­lar.

Düzgün konuşmasından, güzel hitabetinden, güçlü yazarlığından dolayı çağdaşlarının kendisine “ümmetin dili” adını verdikleri Kadı Ebu Bekir Bâkıllânî’ye ada­mın biri: “Sizin sözleriniz, Ebu’l Hasan Eş’arî’nin sözle­rinden daha yüksek manalı ve daha açık ifadeli geliyor bana” dedi. Ebu Bekir ona: “Ebu’l Hasan’ın sözlerini anlayabilmem benim için şereftir” diye cevap verdi.

Büyük bilgin Ebu İshâk İsferâînî’nin ilm-i kelâm­daki yeri ve fıkıh usûlü ilmindeki mevkii herkesçe bili­nir, kabul edilir. O diyor ki: “Ben; Şeyh Ebu’l Hasan Bâhilî (Eş’arî’nin talebesi)’nin karşısında, deniz içinde damla ne ise öyle idim.

Ebu’l Hasan Bahîlî ise: “Ebu’l Hasan Eş’a-rî’nin karşısında benim durumum; denizin yamnda bir damla ne ise öyledir.” diyor. [5]

Mezhebi ve Hizmetleri:

Eş’arî; Mutezile ve hadisciler arasında ılımlı ve or­ta bir yol tuttu. O ne Mutezile gibi, aklın ilahiyat konu­sunda ve tabiat ötesi konularda da görevini yerine geti­rebileceğine, Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatları konusunda hüküm ve karar verebileceğine inanmaktaydı, ne Mu­tezile gibi aklın sınırsız gücüne ve hükümranlığına ina­nıyordu, ne de bazı heyecanlı hadisciler ve Hanbelîler gibi dini desteklemek, İslâm inançlarını korumak için aklı inkâr etmeyi ve onu basit görmeyi gerekli görüyor­du. Dönemin etkileri ile başlayan kelâm ve itikad ko­nularındaki tartışmalarda tedbirli olmayı ve sessiz kal­mayı şart kabul ediyordu.

O; Mutezile ve felsefe bağlısı âlimlerle, Mutezile ve felsefenin terim ve tabirleriyle ve ilmî bir dille konuşu­yordu. Bu da ehl-i sünnet inancının ve mezhebinin va­kar ve ağırlığını artırıyor, ona değer kazandırıyordu,

O, “İnsanlara, akıllarının seviyesine göre konu­şun.” hadis-i şerifine göre hareket ediyor, halkın umumî akıl seviyesi ne ise onu gözönünde bulundura­rak konuşuyor, akıl ve ilim sahiplerinin akıl seviyesi neyi gerektiriyorsa bunu da gözönünde bulundurmayı gerekli görüyordu.

Ebu’l Hasan Eş’arî, bütün güç ve netliğiyle Mutezi-le’yi tenkid etti. Onların dini anlama ve kabul etmede kendi arzularının peşinden gitmelerini, mezheblerinin önderlerine uymalarını tenkid etti. Kitap ve sünneti inançlarının kaynağı kılmayıp aksine Kur’an-ı Kerim âyetleri ile kendi inançları arasmda bir terslik, çelişki görülünce çekinmeden âyeti, görünürdeki manasının dışında bir manaya çekmelerinin yanlışlığını onlara her zaman açık bir dille anlattı. Mutezile’den ayrılma­sından sonra ilk yazdığı eserlerinden olan Kitabul-îbâne an Usûli’d-Diyâne’ de şöyle yazıyor:

Hamd ve salâttan sonra biline ki; Mutezile ve Ka­deriye mezhebleri haktan ayrılmışlar, kendi arzuları­nın peşine takılarak önderlerine ve mezhebdeki liderle­rine uymuşlardır. Kendi görüş ve kanaatlerine uydur­mak için Kurrari-ı Kerim’de öyle teviller yapmışlardır ki böyle bir te’vile gidecek hiçbir işareti Allah indirme-miştir. Ayrıca onlar bu te’villerine hadisten, sahabe-i kiramın ve tabiînin amellerinden de bir delil gösterme­mişlerdir.” [6]

Onun temel başarısı; ehl-i sünnet mezhebine ve se­lef itikadına uyum göstermesi ve onu anahatları ile desteklemesi değildir. Bunu zaten hadis âlimleri, bü­tün Hanbelîler yapıyorlardı. Onun asıl başarısı; Kitab ve sünnetin gerçeklerini, doğru olan bilgilerini ve ehl-i sünnetin inanç ve akidelerini akıl yolu ile, aklî deliller­le isbatlaması, Mutezile’nin ve diğer fırka ve mezheble-rin her meselesini, her görüş ve kanaatini teker teker onların kendi deyim ve tâbirleri ile tartışarak ehl-i sünnet akidelerinin doğruluğunu, onların akla ve nakle uygun olduğunu açıkça göstermesidir.

Dinin bu en önemli hizmetini başarması, devrinin bu çok önemli görevini yerine getirmesi sırasında o, Mutezile ve diğer sapık fırkalar tarafından protesto edildi. Öylesi gayet normaldi. Ama o, katı hadisçiler ve donuk Hanbelîler tarafından da itirazlara hedef oldu. O Hanbeliier ve hadisçiler ki, onlara göre bu meselele­re dalmak, felsefî terim ve tâbirleri kullanmak, nakille gelen mesele ve konularda akıl metodunu kullanmak bir “kayma ve sapma“dır.

Ebu’l Hasan Eş’arî; ilahiyat ve metafizik’e (tabiat ötesine) âit meselelerin, ilm-i kelâmın ve akidelerin kaynağının kitap, sünnet ve Peygamberin öğrettikleri bilgiler olup tek başına aklın ve Yunan ilahiyat kıyas­lama ve isbatlamaları olmadığına inanan biri oluşuna rağmen, o; zamanın değişmesi, müslümanlarm diğer din ve milletlerle iç içe yaşamaları ve sonunda yukarı­daki esaslar üzerine bir takım mezheblerin vücud bul­ması neticesinde bu konulara tamamen yabancı kalma­yı da doğru bulmuyordu.

Bu meselelere yabancı kalıp sükût etmenin İslâm’a zarar vereceğine, sünnetin azamet ve heybetini kaybet­tireceğine, bunun sonucu olarak da ilmî ve aklî sahada sünnetin zayıflayacağına, din âlimlerinin bu azgın sal­dırılara karşı koymaktan âciz kalacaklarına, yolunu sapıtan kimselerin bunu fırsat bilerek yeni hileler pe­şinde koşacaklarına, sünnete ve gerçek akideye ina­nanları bozup onları dinî üstünlük ve şereflerinden uzaklaştırarak içlerine şüphe tohumlan ekeceklerine,, zeki ve kültürlü gençleri kendilerine çekeceklerine ina-nıyorlardu.

Ebu’l Hasan Eş’arî’ye göre; inanç ve akidelerin kay­nağı şüphesiz ki vahy (Allah’ın bildirdiği Kur’an-ı Ke­rim) ve Hz. Muharamed’in bjr peygamber olarak bildirdikleridir. Bunları öğrenmek ise kitap ve sünnetle, sa-habe-i kiramın sözleri ve rivayetleri ile mümkün olabilir.

Bu konuda Eş’arî’nin metodu Mutezile’den ve filo­zoflardan tamamen ayrı ve farklıdır. Ama o, bu gerçek­leri, inançları isbatlamada destek sağlamak için akıl metodunu, o dönemin yaygın olan deyim ve terimlerini kullanmayı sadece caiz görmemekte, hatta zamanın ge­rektirmesinden dolayı zorunlu ve cihadın en üstünü kabul etmektedir. Bir de akıl ve hislerle ilgili konular vardır ki, Mutezile ve filozoflar onları (zorla) inançlar konusunun bir parçası haline sokmuşlar, zekâları ve lafazanlıkları ile onları hak ve bâtılın ölçüsü kabul et­mişlerdir. Ebu’l Hasan Eş’arî’ye göre bunlardan uzak durmak doğru değildir. Şeriatın savunucusu ve sözcü­sü, bu konularda da onlara karşı koymak zorundadır. Aklî ve hissî yönden onları reddetmek, yanlışlıklarını anlatmak ve ehl-i hak olanların mezhebinin doğruluğu­nu isbât etmek farzdır.

Ona göre; Hz. Peygamber’in ve sahabenin susuşu, bilmemezlik değildi. Sebebi; o dönemde bu konuların ve isbatlama tarz ve metodlarınm olmamasıydı. Fakat devirlerin değişmesi ve yeni durumların ortaya çıkma­sı, nasıl fıkıh sahasında detayları ve küçük bir takım meseleleri ortaya çıkardıysa ve nasıl yeni meselelere bir çözüm bulup ictihad yapmaya mecbur ettiyse, ve nasıl devri iyi tanıyan ihlâslı müctehidler, fakîhler içti-haddan faydalanarak olaylara ve sorunlara çözüm geti­rerek ümmeti yeni fitnelerden, dinden sapma ve amel-sizlik akınlarından kurtardılarsa, aynı şekilde şeriatı koruyanların ve ehl-i sünnet kel âmâlarının da inanç­lar ve ilahiyat konusunda yeni ortaya çıkan sorunlara veya yeni ortaya çıkan itirazlara cevap vermeleri ve devrin mantığına uygun biçimde doğru akideleri delillendirmeleri, doğruluğunu isbat etmeleri şarttır, bo­yunlarının borcudur. Ebu’l Hasan Eş’arî bu iddiasını isbât için îstihsân el-Havdı fil-Kelâm adında bir eser yazmıştır.

Herşeye rağmen o, iki zümreye de kulak asmadan, onların memnuniyetine ve memnuniyetsizliğine aldırış etmeden dine yardım edip onu korumak, iman ve akideyi muhafaza için gerekli gördüğü davranış biçimi­ne cesaretle, zekice yöneldi ve sözle, yazıyla bu uğurda çalıştı, didindi, mücadele verdi. Sonunda, Mutezilenin ve felsefecilerin kabaran seylâbının önüne set çekti, ye­rinden sökülüp kopmuş pek çok ayağı yerine tekrar yerleştirdi. (Şüpheye düşen, tereddütler geçiren bazı ilim adamlarını yeniden inanç ve görüşlerinde tatmin etti.)

Ehl-i sünnet inançlarını, selef yolunu güçlü ve delil­li savunma ve himaye etmesinden dolayı ehl-i sünnette yeniden kendine güven ve canlılık meydana geldi. Üm­metin içine kurt gibi girip kemirerek onu eritmekte olan acizlik, yetersizlik duygusu tükendi. Mutezile de arka arkaya yaptığı hücumlardan geri çekildi ve kendi­lerini koruma ve mezheblerinin varlığını ayakta tutma düşüncesine kapıldı.

Ebu Bekir b. Sayrafî diyor ki:

Mutezile çok azıtmıştı. Allah Teâlâ onlara karşı İmam Ebu’l Hasan Eş’arî’yi ortaya çıkardı. O, zekâsı ve mantığı ile, davasını delillerle güçlendirme siyle Mute-zile’nin mantık oyunlarını, fikir ve isbatlama yollarını tıkadı. Bu başarısından dolayı insanlar onu, sünnetin koruyucuları ve müceddidler arasında saydı.

Ebu Bekir İsmail gibi keskin görüşlü biri; dini yeni­leme, şeriatı koruma çizgisinde İmam Ahmed b. Han-bel’den sonra onun adım zikretmektedir. [7]

Eserleri:

İmam Ebu’l Hasan Eş’arî, sadece tartışmalar ve sözlü ifadeler ve nutuklarla yetinmedi. Bâtıl itikadları reddetme yolunda muazzam kitaplar yazdı. Ehl-i sün­net akidesine uygun olarak Kur’an-ı Kerim’i tefsir etti. Zehebî’nin anlattığına göre bu kitap otuz cüzden oluş­maktadır.

Bazı yazarlar ve âlimler, İmam Ebu’l Hasan’m ki­taplarının 250-300 kadar olduğunu bildirmişlerdir. Bunların çoğu Mutezileyi reddetme yolunda yazılmış­tır. Bir bölümü de diğer mezhebleri, dinleri, fırkaları reddetme yolunda yazılmıştır.

Bu kitaplardan biri olan Kitâb el-Fusûl’ de tabiatçı filozofları, ateistleri, Hinduları, Yahudileri, Hristiyan-ları ve Mecusîleri reddeden bilgiler verilmiştir. Bu ki­tap 12 kitabın bileşimi olan büyük bir kitaptır.         ;

îbn Hallikân; el-Lem’u, el-Mûciz, îzâh el-Burhân, et-Tebyln an Usûlıddîn, eş-Şerhu ve’t-Tafsîl fı’r-Reddi alâ Ehli’l İfki ve’t-Tadlîl   kitablarmı da zikretmekte­dir.

Aklî ilimler ve kelâma ek olarak şeriat ilimlerinde de onun çeşitli eserleri vardır. Kitâb el-Kıyâs, Kitâb el-İctihâd, Haber el-Vâhid,   bu tür eserlerindendir. İb-nü’r-Râvendî’nüı tevatürü inkârını reddetme konusun­da da ayrı bir eseri vardır.

Kendi eseri el-Umd ‘da H. 320‘ye kadar, yani ölü­münden dört yıl öncesine kadar yazdığı kitapların lis­tesini vermektedir. Buradaki sayı 68‘i bulmaktadır. İç­lerinden bazıları onar, on ikişer cild tutmaktadır. Ha­yatının son dört senesi içinde de birçok eser yazmıştır.

Çok önemli bir eseri olan Makâlât el-îslâmiyyîn ki-

tabının incelenmesinden onun sadece kelâma olmadı­ğı, hatta akâid ilminin çok değerli, üstün pâyeli bir âlimi ve ihtiyatlı bir tarihçi olduğu anlaşılmaktadır. Bu kitabında; Mutezile ve diğer fırkaların sözlerini, iddia­larını naklederken dürüstlük ve tedbirle hareket et­miştir. Bizzat muhaliflerinin kitabından bunun böyle olduğu anlaşılmaktadır. [8]

İbâdet ve Takvası:

Ebu’l Hasan Eş’arî sadece ilim ve akıl sahibi değil­di. Hatta o, ilim ve akılda imamet derecesine ulaşmak­la birlikte ibâdet, takva ve güzel ahlâkla da süslenmiş biriydi. Bu, selef imamlarının genel özelliğidir.

Ahmed b. Ali Fakîh diyor ki: “Ben Hasan Eş’arî’ye yirmi sene hizmet ettim. Ondan daha ibâdete düşkün, takvâiı, tedbirli, haramdan sakınan, haya sahibi, dün­ya meselelerinde utangaç, âhiret meselelerinde istekli birini görmedim.

Ebu’l Hüseyin Herevî şöyle anlatıyor: “Eş’arî, sene­lerce yatsı abdestiyle sabah namazı kılmıştır. Hizmet­çisi Bendar b. el-Hüseyin’in anlattığına göre; İmam Hasan sadece dedesi Bilal’in vakfettiği bir mülk üze­rinden geçimini sağlıyordu. O mülkün geliri de günlük onyedi dirhem idi.” [9]

Vefatı:

İmam Ebu’l Hasan, H. 321 yılında vefat etti ve Bağdat’ın Meşra* el-Zevâyâ bölgesinde defnedildi. Ce­nazesi sırasmda o tanıtılırken, “Bugün sünnetin yar­dımcısı ölmüştür” diye ilân edilmişti. [10]

İmam Ebu Mansur Mâtürîdî:

O devirde İslâm dünyasının öteki ucunda, Mâverâ-ünnehir’de bir diğer âlim ve kelâma Ebu Mansur Mâtürîdî (ö. 332 H), Kelâm ilmine ve İslâm akaidine yöneldi. O çok ölçülü bir anlayışa sahip insandı. Mute­zile ile her zaman savaş halinde olmasından dolayı, İmam Ebu’l Hasan Eş’arî’nin Kelâm ilminde bazı aşırı sözleri ve ifadeleri geçmekte idi. Daha sonraki eş’arîler bunları daha da ileri götürmüşlerdi. İmam Ebu Man­sur, Mutezileye karşı Eş’arî ilm-i kelâmının ayrılmaz bir parçası haline gelen ve isbât edilmesi, delillere da­yandırılması çok zor olan bu fazlalıkları, suçlamaları kelâm ilminden çıkardı. Ehl-i sünnet ilm-i kelâmını da­ha fazla düzene koyup, biçime sokarak onu daha da ılımlı ve cami’ (bütün konulan içine alır) hâle getirdi.

İmam Ebu Mansur ve ona bağlı olanların Eş’arî-lerden ayrıldıkları meseleler, basit ve çok sınırlı idi. Bütün bunlar 30 veya 40 meseleden fazla değildir. Bu ihtilaf daha çok kelimelerden ibarettir.

İmam Ebu Mansur Mâtürîdî, amelî (fıkhî) mezheb bakımından Hanefî mezhebinden idi. Nasıl Şâfıî kelâm ilmi âlimleri akîde ve temel inançlar açısından Eş’arî iseler, aynı şekilde Hanefî âlimler ve kelâmcılar da ge­nellikle Mâtürîdîdirler.

İmam Ebu Mansur Mâtüridi çok büyük bir musan­nif idi. (Pek çok kitap yazmıştı.) Mu’tezile’nin, Râ-fızîlerin, Karmatîlerin reddedilmesi konularında onun çok kıymetli eserleri vardır. Te’vîlât el-Kur’ân isimli eseri, konusunda çok etkili ve değerli bir eserdir. Bu eserden, onun normalden üstün bir yeteneğe, aklî ilim­leri bilip üstün derecede bir zekâya sahip olduğu anla­şılmaktadır.

İmam Ebu’l Hasan Eş’arî, itizal mezhebiyle ve bu mezheb mensuplarıyla doğrudan doğruya savaştığı ve bunun da Mutezilenin çok güçlü olduğa, İslâm âle­minin ilmî merkezi olan Irak’ta olmasından dolayı, Ebu’l-Hasan Eş’arî’nin bu savaşı ilmî ortamları fazla­sıyla etkilemişti. Bu yüzdendir ki, ilm-i kelâm tarihin­de onun adı ve yaptığı hizmet daha çok göze çarpıyor ve öne çıkıyordu. [11]

Eş’arî Âlimleri ve Etkileri:

İmam Eş’arî’den sonra onun çizgisinde çok değerli kelâm âlimleri ve üstadlar zuhur etmiş, onlar bütün İslâm dünyasında zihnî üstünlüklerini, zekâ ve yete­neklerini oturtmuşlardır. Bu sebeplerden dolayı İslâm dünyasının ilmî ve fikrî idaresi Mutezile’nin elinden çıkmış, ehl-i sünnet âlimlerinin eline geçmiştir.

Hicrî dördüncü yüzyılda Kadı Ebu Bekir Bâkıllânî (ö. 403 H.) ve Şeyh Ebu İshâk İsferâînî (ö. 418 H.) bü­yük kelâm âlimleri, haşmetli ve azametli bilginlerdi. Beşinci yüzyılda Allâme Ebu İshak Şîrâzî (ö. 476 H.) ve İmam el-Haremeyn Ebu’l Meâlî Abdülmelik el-Cüveynî (ö. 468 H.), bilgileri ve üstün şahsiyetleri ile dünyaya hükm etmişlerdi.

Allâme Ebu îshâk Şirâzî, Bağdat’daki Nizamiye Üniversitesi’nin rektörü ve baş müderrisi idi. Halife Muktedîbillâh onu, elçi olarak Selçuklu hükümdarı Melikşah’a göndermişti. O Bağdat’tan Nişâbur’a öyle bir saltanat ve tantana ile gitti ki, geçtiği her şehrin bütün halkı onu karşılamak ve uğurlamak için yollara dökülüyor, coşkun saygı ve sevgiden dolayı insanlar onun ayağının bastığı toprakları avuçluyorlardı. Tica­ret erbabı dükkânlarmdaki eşyayı onun uğruna dağıtıyor; tatlılar, meyveler, değerli kumaşlar yağmur gibi yağıyor, insanlara ikram ediliyordu. Nişâbur’a geldi­ğinde bütün şehir onu karşılamak için ayağa kalkmıştı. İmam el-Haremeyn, onun heybesini omuzlarına atarak hizmetçi gibi önünde yürüyor ve, bu hareketimle övü­nüyorum diyordu.

Selçuklu Hükümdarı Alparslan’ın imparatorluğun­da ve Nizâmülmülk un sadrazamlığı altındaki idarede, yani en büyük İslâm devletinde İmam el-Haremeyn en büyük dinî değere sahipti. Nişabur’un hatibi, impara­torluğun İslâm evkafının yöneticisi ve Nizamiye Üni­versitesi’nin baş müderrisi (rektörü) idi.

îbn Hallikân diyor ki:

Otuz sene süreyle o, dinî ve ilmî sahada bir benze­ri bulunmaz şekilde kaldı. O, mihrâb ve minberin süsü idi. Eğitim, öğretim, va’z ve bilgi ona ait bir yetki kabul edilirdi.”

Onun tesiri, etkinliği ve üstün değeri o noktada idi ki; bir gün Selçuklu hükümdarı Melikşah bayram hilâlinin görüldüğünü ve yarın bayram olacağını ilân etmişti. İmam el-Haremeyn nazarında hilâlin görülme­si kesinlik kazanmamıştı. Bu bakımdan, yarın Rama­zanın devam ettiğini, bayram olamıyacağını ilân ettir­di. Melikşah meseleyi kendisinden sorunca, İmam el-Haremeyn dedi ki: “Sultanın buyruğuna bağlı olan şey­lere itaat etmek bize farzdır. Fetvaya bağlı olan şeyleri de sultanın bizden sorması şarttır. Çünkü şeriatın em­rine göre âlimlerin fetvaları sultanın fermanı ile eşit­tir. Oruç tutmak, bayram yapmak fetvaya bağlı şeyler­dir. Sultanın bunlarla ilgisi ve yetkisi yoktur.” Nitekim Sultan ilânlar yaptırarak şu emrini duyurdu: “Benim kararım aslında yanlıştı. İmam el-Haremeyn’in sözü doğrudur.”

Vefat ettiği gün bütün Nişâbur çarşısı kepenklerini kapattı. Câmi-i Kebir’in minberi kırıldı, dört yüz civa­rındaki talebelerinin hepsi kalemlerini kırdı. Halk bir­birine başsağlığı diliyordu. Sene boyu onun matem ve üzüntüsü sürdü.

O devrin en büyük devleti olan Selçuklu İslâm dev­letinin ruhu, canı durumunda olan ve itikad olarak da Eş’arî mezhebinde olan baş vezir Nizâmülmülk saye­sinde Eş’arilik çok gelişti. Bir nevi resmî himaye ve destek gördü. Bağdat ve Nişâbur’daki Nizamiye üni­versitelerinin kurulması ve idaresi Eş’arî âlimlerinin ve müderrislerin elinde idi. Bu da Eş’arîliğe ilmî derin­lik ve güçlülük sağladı. Büyük saygı ile bakılan Bağ­dat’taki Nizamiye Üniversitesi, İslâm dünyasının en büyük ilim yuvası idi. Orada okumak ve okutmak, tale­be ve hoca olmak, âlimler için ve talebeler için şeref meselesi idi. Bu sebepten dolayı öğencilerin ve halkın Eş’arîlikten, Eş’arî düşünce ve akidesinden etkilenmesi normal bir şeydi.[12]

Ebussu’ûd Efendinin Hayatı:

Ebussu’ûd Efendinin Hayatı: 
Ebussu’ûd el-İmâdî 17 safer 898 (30 kânunevvel 1490) tarihinde, İskilip’te doğmuştur. “Hünkâr Şeyhi” diye tanınan Muhyiddîn Muhammed el-İskilîbî’nin oğludur.
Babasından, Müeyyed-zâde Abdurrahman Efendi’den, Mevlânâ Seyyidî Karamânî’den ve rivayete nazaran Kemalpaşa zâde’den ders gördü… Babasından icazet aldı. Tahsili sırasında Sultan İkinci Bâyezid’in dikkatini celb etmiş ve yevmiye 30 akça “çelebi ulufesi” ile taltif olunmuştu.

922 (1516) da, İnegöl İshak Paşa medresesi müderrisliğine yapılan ilk tayininden sonra sırasıyla: 926 (1520)  de Davut Paşa, 928 (1522) de Mahmud Paşa, 931 (1525) de Gebze, 932 (1526) da Bursa Sultaniye medreselerine ve 934 (1527) de Sahn-i Semanın “müftî medresesi” denilen kısmına tayin olundu, 939 şevval (1533) de Bursa ve 940 rebîulâhirinde İstanbul kadısı oldu. 944 (1537) de Kânûnî’nin Korfu seferi sırasında Rumeli kazaskerliğine getirildi. 8 yıl bu hizmette kaldıktan sonra; Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi’nin yerine 952 şaban’ında (1545) şeyhülislâm nasb olundu. Bu makamda 5 cemaziyelevvel 982 (23 ağustos 1574) deki vefatına kadar hicrî hesapla 30 yıl kaldı. 
Şahsiyeti:
“Kaynaklar Ebussu’ûd Efendi’yi zayıf, uzun boylu ve uzunca sakallı, nûrânî yüzlü, vakur, mehib, gayet sâde giyinir, etrafındakilere rıfk ile mu’amele ettiği halde mehabetinden meclisinde kimse ağız açamaz, sözleri hürmetle dinlenir, âbid ve zahid bir zat olarak tarif ederler. Mu’âsırları tarafından, Ebû Hanîfe-i sânî, Hâtemetül-müfessirîn, Mu’allim-i sânî (muallim-i evvel: Kemalpaşa-zâde) vasıfları ile yâd edilen bu zat, Osmanlı şeyhülislâmlarının tefsir ve fıkıh sahalarında en âlimlerinden biri sayılmaktadır. Adına yazılmış kasidelerden başka, tarihlerde, tezkirelerde ve terâcim kitaplarında medhi için söylenen sözlere bakarsak, kendisinin zamanını aşan bir şöhret kazandığını anlarız”.
Devrinin en nüfuzlu adamlarından biri olmakla beraber siyâsete karışmayan Ebussu’ûd Efendi’ye Kânûnî, büyük bir hürmet ve itimad beslemiş, mühim Mes’elelerde onun re’yine baş vurmuştur. Pâdişâhın, Zigetvar yolundan yazdığı “hâlde hâldaşim, sinde sindaşım, âhiret karındaşım, tarîk-i hakta yoldaşım…” diye başlayan mektup, aralarındaki rabıtanın kuvvetini gösterir.
İkinci Selim tarafından da büyük saygı gören Ebussu’ûd Efendi, bu pâdişâhın zamanı ile 3. Murad ve 3. Mehmet devirlerinin başlıca ilmîye ricalinin hocasıdır.
Arapça tefsiri ve şiirleri, arap âleminde meşhurdur. Türkçe nesirde ise en müzeyyen üslûbdan en sâde halk diline kadar her vâdîde kalem kullanmıştır.
Elhâsıl, Ebussu’ûd Efendi, sultanı Kânûnî, sadrâzamı Sokullu kaptân-ı deryası Barbaros, mimarı Sinan ve şâiri Bakî olan ebed-müddet bir devletin kendine lâyık şeyhülislâmı idi.
ŞEYHÜLİSIAMLIK MÜESSESESİ
Şeyhülislâm” unvanı Osmanlılarda resmî bir sıfat olarak kullanıl¬madan çok önce İslâm âleminde görülmüştür. “Fahrülİslâm, burhanülİslâm. hüccetülİslâm...” gibi ta’zim ifâde eden birçok vasıflardan biri olarak, büyük âlim ve fakihlerin bazılarına unvan olmuştu.
Osmanlı Devletinin kurulduğu yıllarda Anadolu’da da bu unvanı taşıyan zevat mevcud idi. Fakat bu kimseler, daha sonra bu unvanın ifâde ettiği ma’nâda, devlet tarafından resmen tayin olunmuş ve azl olunabilir şahsiyetler olmayıp, ilim ve kemâlleri dolayısile bu unvana hak kazanmış idiler.
Henüz kat’ı bir şekilde bilinmemekle beraber “şeyhülislâm” tabirinin resmî unvan olarak kullanılmasına ikinci Murad devrinde başlanıldığı ileri sürülmektedir. Daha önceki yıllarda ise feth olunan yerlere kâdî, müftî, müderris ve büyük bir ihtimalle, bunların başı olarak bir de “baş müftî” gönderilmekte idi. Bir diğer rivayete göre ise bu hal Kânûnî devrine kadar sürmüş ve “şeyhülislâm” ta’biri o vakte kadar müftîleri ta’zim için kullanıla gelirken, ondan sonra, “baş müftîlik” yerinde resmî bir unvan sayılmıştır.

İslâm hukukunun (fıkıh) en büyük bilgini olan şeyhülislâm, müftî, müderris ve kâdiler gibi, âlimlerin teşkil ettiği “ilmiye sınıfı”nın başkanı idi… Bu sınıfı, dinin koyduğu esaslara dayanan devletin ve cemiyetin asıl idarecileri olarak kabul edebiliriz… Müftî ve kâdîler bulundukları, şehir ve kasabalarda îmânî ve hukukî Mes’elelerin son mercii idiler. Şeyhülislâm, ayrıca, devlet idaresi, harp ve sulh Mes’eleleri, çıkarılacak yasaklar ve şâir mühim hususlarda söz sahibi ve bazan ilmiye ve asker sınıfları ile birleşerek pâdişâhı tahtından indirecek derecede nüfuzlu idî.
Bütün şeyhülislâmların ilim ve dirayet bakımından aynı derecede bulunmadığı muhakkaktır. Fakat, Kemalpaşazâde ve Ebussu’ûd Efendiler gibi zatların değerleri herkesçe malûmdur. Bunlar gibi zatların fetvalarının ve diğer eserlerinin tetkîki çok faydalı olacaktır.
Osmanlı tarihinde katledilen sultan, şehzade ve sadrazam yekûnunun oldukça kabarık bulunmasına rağmen, adedleri yüz ellinin üzerinde olan şeyhülislâmlardan öldürülenlerin ancak üç tane oluşu da birşey ifâde eder.
Merhum Ali Emirî Efendi “İlmiye Salnamesi” ne yazdığı “Meşîhat-i İslâmiye Tarihçesi” nin sonuna, Teşrifat Kanunundan “Müftüenâm ve şeyhülislâm hazerâtının ulviyet-i mekâm ve celâdet-mesned-i bâihtirâmları” ın tarif eden kısmı şöylece nakl eylemektedir:
Kaanûn-i Teşrîfât-i Devlet-i Aliyye’de, müfti-1-enâm ve şeyhülislâm hazerâtının uviyet-i mekâm ve celâdet-mesned-i bâihtirâmları şu surette ta’rif olunuyor:
Bu makâm-ı sâmînin rütbe-i celîlesi gayet âlîdir. Zira bu rütbe-i aliye-i dîniyye ve vazîfe-i nazîfe-i ilmiyye sahibi, vâris-i ulûm-i elmme-i müctehidîndir. Ve asrında halîfe hazret-i bû-Hanîfe-i güzîndir. Selâtîn-i ‘izam (Eyyedehumül-melikül-’dllam) bunlara ta’zîm ve kıyam, ederler ve mecâlis-i mülûkânelerinde kıyam ettirmeyip, mahsûs ihram ferş ettirip ve izn-i ku’ûd ile teşrif ve muvakkar buyururlar. Fî-asrinâ hazâ, merâsîm-i devlet muktezâsınca sâhib-i mühr-i vekâlet olan vekîl-i saltanattan gayri cümleye bunlar tekaddüm ve tesaddur ederler. Tarîk-i ilmiyye ve tarîk-i seyfiyye ricalinin) uzemâsı ale-l-umûm bunların dest-i şeriflerini takbîl ile iktisâb-i şeref etmek için makâm-i lâzım-ül-ihtiramlarına varırlar. Ve bu zât-i sütûde-sıfât, ‘uzemâ ve kibardan bir ferdin ziyaretine varmazlar. Ba’zı umûr-i mühimme ve mesâlih-i mu’zama için mükâleme ve istişare iktizâ etse vezîr-i a’zam hazretleri bun¬ları saraylarına da’vet ederler. Ve da’vetine dahi merâtib-i umûmiyede olan kimseler gönderilmeyip eşref-i menâsıb-ı kalemiyye olan riyâset-i küttâb makamında bulunan zat gönde¬rilir. Ve da’vet olunur. Teşrif ettiklerinde istikbâl ve tesyilerinde bizzat sâhib-i devlet hazretleri kemâl-i ta’zim ve tevkîr ederler. Ve i’lâm ve işârâtına min gayri tereddüdin vaz’-ı kalem-i kabul buyurup re’y ve kavli savâblarını tenfîz ederler. Ve mu’zamât-i umurun cümlesinde bunlarla meşveret ve ümmehât-i dîn devlette rey-i fâzılâne ve içtihâd-i muhakkikâ-nelerinden istimdâd ve isti’ânet buyurmalarında dünyevî ve uhrevî nice fevâid-i ‘azîme ve menâfi’-i cesîme olduğu muhtac-i beyan değildirler.

Yukarıya kendi lisânı ile aldığımız parçayı ana noktaları ile hülâsa edersek:
Bu makamın rütbesi çok yücedir. Çünkü bu rütbenin sahibi müçtehid imamların ilimlerine vârisdir ve zamanında Ebû Hanîfe Hazret¬lerinin halifelidir. Sultanlar ona ayağa kalkarlar ve meclislerinde onu oturtarak şeref ve vakar verirler. Zamanımızda, vezir-i a’zamdan başka herkese üstündürler. İlim ve askeriyenin büyükleri onu ziyaret ederler; o kimsenin ziyaretine gitmez. Bazı büyük ve mühim meselelerde kendisiyle müşavere etmek lâzım olunca, vezir-i a’zam kendisini sarayına davet eder. Fakat bu davet ancak başkâtip vasıtası ile yapılabilir. Geliş ve gidişinde vezir-i a’zam kendisini karşılar ve geçirir. Onun fikir ve reylerini yerine getirirler. Din ve devlete dair mühim meselelerde onlarla mü¬şavere etmenin ve yardımlarını istemenin dünya ve ahirete ait nice büyük faydalar sağlayacağı beyâna muhtaç değildir”.

FETVA MÜESSESESİ 
Fetva ve Müfti:
Fetva, fıkhî bir Mes’elenin şer’î hükmünün beyanı manâsında bir ıs¬tılahtır. Müşkil Mes’elelerin hal ve beyanı için sorulan suâlin cevabına denir. Fetva, fakîhin (İslâm hukuku âliminin) hüküm mahiyetinde olmaksızın verdiği cevaptır. Fetvayı veren fakîhe “müftı” denir. Hüküm veren fskîhe ise “kâdî” denilir. Böylece müfti, şer’î kanunları, delillere dayanarak tedvin eder; kâdî, bu kanunlardan kendisine arz olunan hadiseye ait olan hükmü bulup tatbik eder. Müftînin fetvasını tatbik edip etmemek serbest olup, kâdînin hükmü mecburîdir.
Kadılık ve hâkimlik resmî, yani tayin ile olduğu halde, müftîlik öyle değildir. Fetva vermek iktidar ve ilmine sahip olan kimseye, etrafı “müfti” der. Müftîlik unvanındaki bugünkü resmîlik, delillere dayanarak bizzat hüküm çıkarılamayan ve geçmiş fetvaların örnek alındığı taklitçilik devirlerinde başlamıştır.
Fetva vermek dînen çok mes’uliyetli bir iştir. Çünkü bu suretle “Allah nâmına” dînî bir hüküm beyan olunmaktadır. Bu sebeple bir delile dayanmadan fetva verilmesi haramdır. Müftînin düşeceği bir hatâ hâkiminkinden çok daha mes’uliyetlidir. Çünkü fetva suretindeki cevaplar, hem sorana hem de başkalarına taallûk eden umûmî hükümlerdir ve Kur’an ile Sünnetin beyânı demektir. Hâkimin hükmü ise tamamen dünyevî olacağı gibi ancak muayyen bir şahsa münhasırdır.

Erkek veya kadın, aşağıya sadece birkaç tanesi alınan şartlara sahip olan her müslim müftî olabilir:
1. Müftî müçtehid olmalıdır. Veya sözünün sıhhatine, Kur’an, Sün¬net veya Kiyas’dan kuvvetli bir delil çıkarmağa kadir olmalıdır.
2. Müftî, âlim kimselerden tahsil etmiş ve fıkıh ilminde meleke sa¬hibi olmuş bulunmalıdır. Fıkıh kitaplarını mütalaa etmiş olmak kâfi değildir.
3. Müftî, sâlih bir kimse olmalıdır.
4. Müftî, halkın hîle ve desiselerine vâkıf olmalı; Böyle hallerde ha¬sımları toplayıp sorguya çektikten sonra cevap vermelidir.
5. Müftî iyi huylu olmalı ve sağır olmamalıdır.
6. Müftî, kavliyle hüküm vereceği müçtehidin, fakîhin bilgi ve dirayet derecesini bilip seçim yapabilmelidir.
7. Müftî, icâbında ilim sahipleri ile müşavere etmelidir.
8. Müftî kimseye muhtaç olmayacak kadar zengin olmalı, tesir altında bulunmamalıdır…

Osman Gâzî’nin, devletin ilk yıllarında kayınpederi Şeyh Edebâlî’yi müftî ve dâmâdı Dursun Fakîh’i hâkim tayin ettiği rivayet olunmaktadır.

ULUBATLI HASAN

ULUBATLI HASAN
29 Mayıs 1453 günü Konstantiniyye önlerindeki İslam ordusunda büyük bir hazırlık göze çarpıyordu. İslam askerleri sabah namazından önce en temiz elbiselerini giymişler, birbirleriyle helalleşmişler, cemaatle namazı kıldıktan sonra ordudaki yerlerini almışlardı. Kainatın Efendisinin müjdelediği “Mesud askerler”den olmak ve Cenab-ı Hakkın huzuruna şehid olarak gitmek için yanıp tutuşuyorlardı. Hele içlerinden birisi vardı ki, heyecandan yerinde duramıyordu. Bir gün önceden komutanlarına yalvarmış en ön saflarda vuruşan birlikte yer almak için çok dil dökmüştü.
Ulubatlı Hasan adlı bu yiğit Bursa Karacabey’deki Ulubat gölünün kuzeybatı kıyısının yakınında bulunan Ulubat köyünde dünyaya gelmişti. Yiğitler yiğidiydi. At yarışlarında, ok atmada, güreşte birinciydi. Daha sırtını yere getiren çıkmamıştı. Öyle ki çoğu defa iki kişiyle birden güreşir, ikisini de yenerdi. Ulubatlı Hasan’ın gönlü Allah için cihad etme aşkıyla yanıp kavrulmaktaydı “İla’yi kelimetullah” uğruna can vermek en büyük emeliydi.
Büyük hücum’un yapılacağı gün en ön safta vuruşacağı için çocuklar gibi seviniyordu. Otuz tane gözüpek yeniçeri seçmişti. Hep birlikte aynı noktaya hücum edeceklerdi.
Nihayet beklenilen an gelip çatmıştı. Mehter “hücum” havası çalınca Ulubatlı Hasan ve arkadaşları “Allah Allah” sesteriyle ileri atılmışlardı. Ulubatlı’nın bir elinde sancak, diğer elinde kalkan vardı. Sura dayanan merdivenlerden süratle tırmanıyordu. Atılan oklara, taşlara, üzerlerine dökülen kızgın yağlara kalkanını siper ediyordu. Nihayet surların üzerine varmayı başarmıştı. O anda kalkanını fırlatıp atmış, uzun palasını çekmiş, arslanlar gibi vuruşmaya başlamıştı. Önüne çıkan düşman askerlerine vuruyor, vuruyordu. Yahya Kemal’in tasvir ettiği gibiydi manzara. Şöyle demektedir şair:
Vurpençe-i Alî’deki şemşîr aşkına
Gülbangi asmanı tutan pîr aşkına
Ey leşker-î müfettihü’l-ebvab vur bugün
Feth-î mübîni zamin o tebşir aşkına
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilal içün
Gelmiş bu şehsüvar-ı cihangir aşkına
Düşsün çelengi Rum’un eğilsün ser-i Firenk
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdir aşkına
Son savletinle vur ki açılsın bu surlar
Fecr-i hücum içindeki Tekbîr aşkına
Ulubatlı’nın şimşek gibi çakan kılıcından ürken düşman askerleri uzaktan ok yağdırmaya başlamışlardı. Oklar peş peşe Hasan’ın vücuduna saplanıyordu. Ayakta duramayacağını anlayan Ulubatlı, sancağı Topkapı’daki surların üzerine dikivermişti. Sancağın surların üzerinde dalgalandığını gören askerler coşmuştu. Tekbir getirerek büyük bir gayretle surlara hücum ediyorlardı. Ulubatlı Hasan da vücudunun oklarla delik deşik olmasına rağmen yaralı arslan gibi sancağın yanına düşman askerlerini yaklaştırmıyordu. Nihayet diğer arkadaşları yanına gelmiş, Hasan’ın etrafına halka olmuşlardı. Sancağın artık emin ellerde olduğunu gören Hasan yüzünde mes’ud bir tebessümle ruhunu Rahman’a teslim etmişti. Kendisiyle birlikte surlara tırmanan arkadaşlarından 18′i de şehid olmuş, kalan 12′si sancağı düşürmemişti.
Çok genç yaşta şehitlik rütbesini kazanan Ulubatlı Hasan’ın vücuduna 27 ok saplanmıştı. Arkadaşları bu okları çıkardılar ve bu mübarek şehidi Fatih’in huzuruna götürdüler. Fatih, İslam’ın bu bahadır evladına dua ettikten sonra şöyle demiştir: “Ulubatlı Hasan’ım! Ne kadar şanlısın. Eğer sultan olmasaydım, Ulubatlı Hasan olmak isterdim!”

En fazla Müslüman hangi ülkede yaşıyor?‏

En fazla Müslüman hangi ülkede yaşıyor?‏

Amerika’dan Avustralya’ya, Rusya’dan Güney Afrika’ya kadar 1,5 milyarın üzerindeki Müslüman nüfusun büyük bir coşkuyla kutladığı Ramazan Bayramı etkinlikleri sona ererken, kutlamaların gerçekleştiği ülkelerden biri olan Endonezya en fazla Müslüman nüfusu (207 milyon-yüzde 88) barındıran ülke oldu. Son verilere göre, dünya Müslümanlarının en fazla yaşadığı ülkeler sıralamasında Endonezya birinci, Pakistan ikinci, Hindistan üçüncü, Bangladeş dördüncü, Mısır beşinci ve Türkiye altın sırada yer aldı.

Dünya nüfusunun üçte birine yakınını oluşturan Müslümanlar Ramazan Bayramı’nı büyük bir coşku ve heyecanla kutluyor. Amerika’dan Avustralya’ya, Rusya’dan Güney Afrika’ya kadar dünyanın her tarafına dağılan 1,5 milyarın üzerindeki Müslümanların en fazla olduğu ülke Endonezya olarak biliniyor. Asya Pasifik bölgesinde bulunan son verilere göre nüfusunun yüzde 88′den fazlası (207 milyon) Müslüman olan Endonezya’yı ikinci sırada nüfusunun yüzde 97′si (160 milyon) Müslüman olan Pakistan takip ediyor. Müslüman nüfusun en fazla olduğu ülkeler sıralamasında ise Türkiye yüzde 99′la (69 milyon) altıncı sırada bulunuyor.

EN FAZLA MÜSLÜMAN NÜFUS ASYA KITASINDA

ABD’nin en son yayınladığı dini özgürlük raporuna göre, dünya Müslümanlarının en fazla yaşadığı kıta Asya kıtası olarak yerini korudu. Rapora göre 6,5 milyara yaklaşan dünya nüfusunun 1,5 milyardan fazlasını Müslümanlar oluşturuyor. Müslümanların kıtalara göre dağılımı sırasıyla Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Avustralya (Okyanusya) olarak belirlendi. Buna göre, 1 milyar 30 milyonun üzerindeki Müslüman nüfus Asya’da (kıtanın toplam nüfusu 3,9 milyar) yaşarken, 415 milyonu Afrika’da (kıtanı toplam nüfusu 900 milyon), 45 milyona yakını Avrupa’da (kıtanın toplam nüfusu 730 milyon), 10 milyonu Kuzey ve Güney Amerika’da (kıtanın toplam nüfusu 885 milyon), 500 bine yakını da Avustralya’da (kıtanın toplam nüfusu 30 milyon) yaşıyor.

HİNDİSTAN ÜÇÜNCÜ, TÜRKİYE ALTINCI

Raporun ülkelere göre dağılımında ise Endonezya en fazla Müslüman nüfusu barındıran ülke olarak birinci geldi. Nüfusunun yüzde 88′inin (2007 milyon) Müslüman olduğu Endonezya’yı ikinci sırada nüfusunun yüzde 97′si Müslüman (160 milyon) olan Pakistan takip ederken, Müslümanların azınlık olarak kaldığı ve 1 milyardan fazla nüfusu olan Hindistan üçüncü sırada geldi. Hindistan, yüzde 15′e yakın Müslüman nüfusuyla (151 milyon) Müslümanların en çok yaşadığı üçüncü ülke oldu. Yüzdelik sıralamasında ise nüfusunun yüzde 100′ü Müslüman olan Suudi Arabistan birinci geldi. Türkiye’nin yüzde 99′luk Müslüman (69 milyon) nüfusuyla hem sayı hem de oran bakımından altıncı sırada geldiği sıralamadaki diğer ülkeler Müslüman nüfus sayısı ve oranları şu şekilde oluştu:

İŞTE SIRALAMA (NÜFUS-ORAN)

1-Endonezya 207,000,105 88.20%

2-Pakistan 159,799,666 97%

3-Hindistan 151,402,065 13.4%

4-Bangladeş 132,446,365 88%

5-Mısır 70,530,237 85%

6-Türkiye 68,963,953 99%

7-Nijerya 64,385,994 45%

8-İran 64,089,571 98%

9-Cezayir 32,999,883 99%

10-Fas 32,300,410 99%

11-Afganistan 31,571,023 99%

12-Suudi Arabistan 26,417,599 100%

13-Sudan 26,121,865 65%

14-Irak 25,292,658 97%

15-Özbekistan 23,897,563 89%

16-Etiyopya 22,533,500 31.2%

17-Rusya 21,513,046 15%

18-Yemen 20,519,792 99%

19-Çin 19,594,707 1.5%

20-Suriye 16,234,901 88%

21-Malezya 14,467,694 60.4%

22-Tanzanya 12,868,224 35%

23-Mali 11,062,376 90%

24-Nijer 10,499,343 90%

25-Senegal 10,459,222 94%

26-Tunus 9,974,201 99%

27-Somali 8,548,670 99%

28-Gine 8,047,686 85%

29-Azerbaycan 7,584,311 93.4%

30-Burkina Faso 7,449,626 52%

31-Kazakistan 7,137,346 47%

32-Tajikistan 6,805,330 95%

33-Fildişi Sahili 6,677,043 38.6%

34-Demokratik Kongo Cumhuriyeti 6,008,500 10%

35-Libya 5,592,596 97%

36-Ürdün 5,471,745 95%

37-Çad 5,306,266 54%

38-Amerika Birleşik Devletleri 4,558,068 1.5%

39-Türkmenistan 4,407,352 89%

40-Filipinler 4,392,873 5%

41-Fransa 4,214,790 6.9%

42-Kırgızistan 4,117,024 80%

43-Uganda 4,090,422 15%

44-Mozambik 3,881,340 20%

45-Sierra Leone 3,610,585 60%

46-Gana 3,364,776 16%

47-Kamerun 3,276,001 20%

48-Tayland 3,272,218 5%

50-Moritanya 3,083,772 99.9%

51-Almanya 3,049,961 3.7%

52-Umman 2,971,567 99%

53-Arnavutluk 2,508,277 70%

54-Malawi 2,431,784 20%

55-Kenya 2,368,071 7%

56-Eritre 2,280,799 50%

57-Sırbistan-Karadağ 2,274,126 21%

58-Lübnan 2,142,570 55%

59-Kuveyt 1,985,300 85%

60-Birleşik Arap Emirlikleri 1,948,041 76%

Hadislerde Beş Rakami

Hadislerde Beş Rakami

Şu beş şey çoğalınca, ümmetim helâk olur:
1- Lânetleşme.
2- İçki içme.
3- İpekli giyme.
4- Çalgı.
5- Eşcinsellik.
Mümin beş çeşit şiddet arasındadır:
1- Müslüman kardeşi onu çekemez.
2- Münafık ona buğzeder.
3- Kâfir ona kasteder.
4- Nefsi onunla uğraşır.
5- Şeytan onu şaşırtmaya çalışır.

Şu beş şey ibadettir:
1- Az yemek.
2- Camide oturmak.
3- Kâbe’ye bakmak.
4- Mushafa bakmak.
5- Âlimin yüzüne bakmak.

Şu beş şeyi bir gün içinde yapan cennet ehli olur:
1- Hasta ziyaret etmek.
2- Cenazede bulunmak.
3- Cuma günü oruçlu olmak.
4- Cuma namazına gitmek.
5- Sadaka vermek.

Şu beş şeyin kefareti yoktur:
1- Allaha şirk koşmak.
2- Haksız yere adam öldürmek.
3- Mümini dehşete koymak.
4- Harp gününde cepheden kaçmak.
5- Hakkı olmadığı malı almak için yalan yere yemin etmek.

Şu beş şeyin cezası gecikmez:
1- Devlete isyan etmek.
2- Gadr etmek.
3- Anaya, babaya asi olmak.
4- Akrabaya ziyareti kesmek.
5- İyiliğe karşı şükretmemek.

Şu beş şey oruç ve abdestte hayır bırakmaz:
1- Yalan söylemek.
2- Gıybet etmek.
3- Söz taşımak.
4- Harama bakmak.
5- Yalan yere yemin etmek.

Beş şeyden beş şeye davet eden âlimle beraber olun:
1- Şekten yakîne [sağlam imana].
2- Kibirden tevazua.
3- Nefretten hayırhahlığa.
4- Riyadan ihlâsa.
5- Dünyaya düşkünlükten zühde.

Kıyamette herkes şu beş suale cevap verecektir:
1- Ömrünü nerede tüketti?
2- Gençliğini nerede geçirdi?
3- Malını nasıl, nereden kazandı?
4- Malını nereye harcadı?
5- İlmi ile nasıl amel etti?

Hiçbir peygambere verilmeyip bana verilen beş şey:
1- Bir aylık mesafeden düşmanların kalbine korku salarım.
2- Yeryüzü bana temiz ve mescit kılındı.
3- Ganimetler bana helâl kılındı.
4- Kıyamette umumî şefaat izni verildi.
5- Her peygamber kendi kavmine, ben ise bütün insanlığa gönderildim.

Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilmeli:
1- Ölüm gelmeden önce hayatın.
2- Hastalık gelmeden önce sağlığın.
3- Meşguliyetten önce boş vaktin.
4- İhtiyarlamadan gençliğin.
5- Fakirlikten önce zenginliğin.

Şu beş durumda dualar kabul edilir:
1- Kur’an-ı kerim okunurken.
2- Düşman ordusuyla karşılaşınca.
3- Yağmur yağarken.
4- Zulme uğrandığı vakit.
5- Ezan okunurken.

Müslümanın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır:
1- Karşılaşınca selâm vermek.
2- Davetine icabet etmek.
3- Nasihat isterse yol göstermek.
4- Aksırıp Elhamdülillah derse, Yerhamükellah demek.
5- Hastalanırsa ziyaretine, ölürse cenazesine gitmek.

Beş şey, beş şeyin karşılığıdır:
1- Verilen sözde durulmazsa, düşmanlar musallat olur.
2- Allahın emrine uyulmazsa, fakirlik yaygınlaşır.
3- Fuhuş yaygınlaşırsa, ölümler çoğalır.
4- Ölçü ve tartıda hile yapılınca, bereket kalkar ve kıtlık gelir.
5- Zekât verilmezse, yağmur yağmaz olur.

Şu beş gecede yapılan dua kabul olur:
1- Regaib Gecesi.
2- Berat Gecesi.
3- Cuma Gecesi.
4- Ramazan Bayramı Gecesi.
5- Kurban Bayramı Gecesi.

Şu beş şey imandandır:
1- Allaha teslim olmak.
2- Onun takdirine razı olmak.
3- İşinin sonunu O’na havale etmek.
4- Ona güvenmek.
5- Musibete sabretmek.

Şu beş şey sünnettir:
1- Hacamat.
2- Misvak.
3- Güzel koku.
4- Hayâ.
5- Hilm.

Şu beş şeye sahip olan dine uymada mazeret bulamaz:
1- Dindar bir hanım.
2- Hayırlı çocuklar.
3- Herkesle güzel geçinme kabiliyeti.
4- Geçim kaynağının şehrinde olması.
5- Çoluk çocuğunu sevmesi.

Şu beş şeyin cezası gecikmez:
1- Zulüm.
2- Hainlik etmek.
3- Anne babaya eziyet etmek.
4- Akraba ile irtibatı kesmek.
5- Yapılan iyiliği görmemek.

Şu beş kişinin duası makbuldür:
1- Zulüm bitene kadar mazlumun.
2- Evine dönünceye kadar hacının.
3- Cihad bitene kadar gazinin.
4- İyileşinceye kadar hastanın.
5- Arkadaşının arkasından dua edenin

MELEKLER YIKADI

MELEKLER YIKADI
Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretlerinin henüz yeni evlendiği günün gecesiydi. Sevgili Peygamberimiz, eshâbını toplayarak islâma saldırmak ve yok etmek için bütün savaş hazırlıklarını tamamlayan Mekkeli müşriklere karşı harp yapılması kararını vermişlerdi. Harbe katılacak sahâbiler tek tek evinden çağırıldı. Harp haberini duyuran haberci, Hanzala’nın evine uğradı. Bu karar ve resûlullah Efendimizin emri ona da ulaştı. Emri duyan Hanzala, boy abdesti alma fırsatını bulmadan Uhud’a gitmek üzere hemen sahâbenin arkasından koşmaya başladı ve eshâbının arasına katıldı.
Harp sona erince Müslümanlar Medine’ye dönmeye başladılar. Harbe iştirak edenlerin yakınları acaba bizden geriye dönen olacak mı heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı.
Bunların arasında henüz bir günlük evli olup, gece yarısı sevgili peygamberimizin emrine uyarak harbe giden ve şehitlik şerbeti içen hazreti Hanzala’nın dul hanımı da vardı.Herkes büyük bir heyecanla harpten dönenlere yakınlarını soruyor, fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu. Ancak sorulan soruları sevgili peygamberimiz”aleyhisselâm” cevaplıyordu. En son olarak soru sorma sırası, şehit olan Hanzala’nın hanımına gelmişti. Resûlullah Efendimize yaklaşarak:
-Ey! Allahın Resûlu! Hanzala nerede, demesi üzerine sevgili peygamberimiz cevabında:
-”Hanzala şehit oldu”, buyurdu.
Bunun üzerine Hanzala’nın hanımı:
-Yâ Resûlullah, şu anda söyleceğim bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki, kocamla daha henüz ilk evlendiğimiz geceydi. Kocam Hanzala, sizin mübârek emrinize uyarak boy abdestini alamadan harbe katıldı. Bildiğiniz gibi şehit oldu. Bu sebeple, emir veriniz de kocamı bulsunlar ve yıkasınlar, dedi. Bunun üzerine sevgili peygamberimiz yarı hüzünlü bir şekilde (sen Hanzala için hiç merak etme! Ben Hanzala’yı rahmet suları ile melekler tarafından yıkanırken gördüm) buyurdu.Bunun üzerine bütün sahâbiler Uhud yolunu tuttu ve herkes Hanzala’yı aramaya başladı. Daha sonra sahâbiler Hanzala’nın henüz vücûdu kurumamış ve ıslak bir şekilde buldular. Sevgili peygamberimizin müjdesini bizzat gözleriyle gördüler. Bunun için O’na ”Gasilül- melâike” yani (Meleklerin gusül ettirdiği Hanzala” denir. Bu evlilikten Eshâbın büyüklerinden hazret-i Abdullah dünyaya geldi.

Meleklere iman

Meleklere iman

Sual: İmanın ikinci şartı nedir?CEVAP
İmanın ikinci şartı,
Meleklere imandır. Amentü`deki, (Ve melaiketihi) ifadesi, Allahü teâlânın meleklerine inanmayı, iman etmeyi bildirmektedir.
Sual: Meleklere iman nasıl olmalıdır?CEVAP
Melekler, Hayat sahibi, diri, nurani yaratıklar olup, akıl sahibidirler. Allahü teâlânın sevgili ve kıymetli kullarıdır, ortakları ve kızları değildir. Allahü teâlânın emirlerine itaat ederler, isyan etmezler. Günah işlemezler. Erkek ve dişi değildir. Evlenmezler, doğurmazlar, çoğalmazlar, çocukları olmaz, yiyip içmezler. Allahü teâlâ, bunlardan bazılarını peygamber olarak seçmiştir. Diğer meleklere vahiy [haber] götürmek görevi ile şereflendirmiştir. Peygamberlerin kitaplarını ve sayfalarını getiren de bunlardır. Mesela Enam suresini Cebrail aleyhisselam ile birlikte 70 bin melek getirmiştir. Bunlar hata etmez, unutmaz. Hile yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur, şüpheli, ihtimalli değildir. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur.

En üstünleri 4 tanedir:
Cebrail aleyhisselam: Meleklerin en üstünüdür. Vazifesi, Peygamberlere vahiy getirmek, emir ve yasakları bildirmektir. Cebrail aleyhisselamın günah işleyeceğini veya yanlış bir iş yapacağını sanmak çok tehlikelidir. Çünkü Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Ey Resulüm de ki; “Cebrail`e düşman olan, Allah`a düşmandır.” Çünkü o, Kur`an-ı kerimi, Allah`ın izniyle, kendinden önce gelen kitapları doğrulayıcı, bir hidayet rehberi ve müminler için müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.) [Bekara 97]
İsrafil aleyhisselam: Sura üfürmekle vazifelidir. Birinci üfürmesinde hasıl olan sesi işiten, Allahü teâlâdan başka her diri ölecek, ikincisinde hepsi tekrar dirilecektir.
Mikail aleyhisselam: Rızk gönderilmek, ucuzluk, bolluk, kıtlık, pahalılık ve her maddeyi hareket ettirmekle vazifelidir.

Azrail aleyhisselam: İnsanların ruhunu almakla vazifelidir.

Bunlardan sonra dört sınıf melek vardır. Hamele-i Arş denen melekler dört tanedir. Huzur-i ilahide bulunan meleklere, Mukarrebin denir. Azab meleklerinin büyüklerine Kerubiyan, rahmet meleklerine Ruhaniyan denir. Cennet meleklerinin büyüğünün adı Rıdvan, Cehennem meleklerinin büyüğünün adı Malik`tir. Cehennem meleklerine Zebani denir. Bunlar, Cehennemde emredilen vazifelerini yapar. Denizin balığa zararlı olmaması gibi, Cehennem ateşi de bunlara zarar vermez. İnsanların iki omuzunda bulunup, iyiliklerini ve kötülüklerini yazan Kiramen katibin ismindeki iki melek ile, cinden koruyan meleklere, Hafaza melekleri denir. Sayısı en çok olan mahluk meleklerdir.
“Zebani gibi bir zalim”, “Azrail gibi cani, işkenceci bir Zebani”, “Çocuğunuzu terbiye etmezseniz, anarşist olur, Azrail ve Zebani olur” gibi sözler uygun değildir. [Bunları mecaz olarak da örnek vermek uygun değildir. Allahü teâlânın emrine uyarak iman eden, emir ve yasaklara uyan müslümanlara mesela namaz kılan, oruç tutan, kul hakkı yemeyen, zina etmeyen müslümanlara ahmak, gerici, örümcek kafalı denir mi hiç? Bunun gibi, Allahü teâlânın emrini yerine getiren meleklere cani, işkenceci, zalim denir mi hiç? Mecazı da, örneği de, şakası da çok çirkindir.] Meleklere hakaret eden Müslüman dinden çıkar. Bütün melekler günahsızdır, cani, işkenceci, zalim değildir. Allahü teâlânın emrini yerine getirirler. (Feraid-ül-fevaid)

İman nedir

İman nedir
Sual: İman nedir?CEVAP
İman, Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ tarafından getirdiği emir ve yasaklara inanmak ve inandığını dil ile söylemek demektir.
Âmentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rüsülihi vel yevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel ba’sü ba’del mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resülühü.
[Yani, Allah�a, meleklerine, gönderdiği kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah�tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanıyorum. Allah�tan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın da Allah�ın kulu ve son Peygamberi olduğuna şehadet ediyorum.]
(Onlar gayba [görmedikleri halde Resulümün bildirdiği her şeye] iman ederler) buyuruyor. (Bekara 3) Resulü de, (Dini [hükümleri, dinde bildirilenleri] aklı ile ölçenden daha zararlısı yoktur) buyurdu. (Taberani)
İman, Amentü�de bildirilen altı esasa inanmak ve Allahü teâlâ tarafından bildirilen emir ve yasakların tamamını kabul etmek ve beğenmektir.
Amentü şöyledir:
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. Tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ,
Nazara yani göz değmesine inanmayan bir kimse, (Bugün fen, gözle görülemeyen şuaların iş yaptığını açıklıyor. Mesela bir kumanda ile TV�yi, radyoyu veya arabamızı açıp kapatabiliyoruz. Bunun için gözlerden çıkan şuanın zarar verebileceğine artık inanıyorum) dese bunun kıymeti olmaz. Çünkü bu insan dine değil, kumandadan çıkan şuaya inanıyor. Yahut şua ile birlikte Peygambere inanıyor. Yani fen kabul ettiği için, şuaların etkisini gözü ile gördüğü için inanıyor ki bu iman olmaz. Dinde bildirilen her şeyi, fen ispat edemese de, fayda veya zararını gözü ile görmese de, yine inanmak lazımdır. Hakiki iman gayba inanmaktır yani görmeden inanmaktır. Gördükten sonra artık o iman olmaz. Gördüğünü itiraf etmek olur. Bekara suresinin 3. âyetinde, gayba inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın altı şartı da gayba inanmayı gerektirmektedir. Çünkü hiç birisini görmüş değiliz.

Kitaplara iman

Kitaplara iman

Sual: İmanın üçüncü şartı nedir?CEVAP
İmanın üçüncü şartı,
kitaplara imandır. Amentü`deki, (Ve kütübihi) ifadesi, Allahü teâlânın kitaplarına inanmayı, iman etmeyi bildirmektedir. Allahü teâlânın gönderdiği kitaplar çoktur. Din kitaplarımızda bildirilen ise, 104 kitaptır. Bunlardan 100`ü küçük kitaptır. Bu küçük kitaplara suhuf denir.
100 suhuf kitap şu Peygamberlere inmiştir:
10 suhufu, Âdem aleyhisselama,
50 suhufu, Şit aleyhisselama,
30 suhufu, İdris aleyhisselama,
10 suhufu, İbrahim aleyhisselama.

Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir:
Tevrat, Musa aleyhisselama,
Zebur, Davud aleyhisselama,
İncil, İsa aleyhisselama,
Kur’an-ı kerim, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselama.

Kitapların hepsini, Cebrail aleyhisselam getirmiştir. Kur’an-ı kerim, bütün ilahi kitapların hükümlerini nesh etmiş, yani yürürlükten kaldırmış ve bu hükümleri kendisinde toplamıştır. Bugün, bütün insanların Kur’an-ı kerime tâbi olmaları lazımdır. Şimdi, hiçbir memlekette, hakiki Tevrat ve İncil yoktur. Bozulmuş İnciller vardır. Bu kitaplar sonradan tahrif edilmiş, yani insanlar tarafından değiştirilmiştir. Bozulmamış olsaydı bile, geçerliliği yoktu, hepsi Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiştir.
Kur’an-ı kerimin gelmesi âyet âyet olmuş ve 23 senede tamamlanmıştır. Kur’an-ı kerim, kıyamete kadar geçerlidir. Geçersiz olmaktan ve insanların değiştirmelerinden korunmuştur. Kur’an-ı kerimde eksiklik veya fazlalık olduğuna inanan, Allahü teâlâya inanmamış olur.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Kur`anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9](Kur`an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42]
Sual: Peygamberlere kitaplar nasıl indi? Bu kitapların mahiyeti nasıldır?CEVAP
Allahü teâlâ, kitapları, melek ile, bazı Peygamberlerin mübarek kulaklarına söyleyerek, bazılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, bazılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi Allahü teâlânın kelamıdır. Ebedi ve ezelîdir. Mahluk değildir. Bunlar, meleklerin veya Peygamberlerin kendi sözleri değildir.

İmanın tadını aldıran üç şey


 
Abdullah b. Muâviye (r.a.) anlatıyor:
Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Üç şey vardır ki, kim onları yaparsa îmânın tadını, lezzetini almış olur. Bunlar;
1) Sadece Allâh’a kulluk etmek, Allah’tan başka ilah olmadığını bilmek.
2) Her yıl gönül hoşnutluğu ile zekât vermek. Zekâtı; yaşlı, uyuzlu, hasta, değersiz hayvanlardan değil, mallarının orta hallisinden vermek. Çünkü Cenâb-ı Hakk, zekâtınızı, ne mallarınızın iyisinden vermenizi emretmiştir, ne de kötüsünden vermenize râzı olmuştur.
3) Nefsini tezkiye etmek (tertemiz kılmak).
Bir sahâbî, ‘Nefsi tezkiye etmek nasıldır? diye sordu. Resûlüllah (s.a.v.), ‘Kişinin nerede olursa olsun, Allâh’ın kendisi ile beraber olduğunu bilmesidir” buyurdu. (Ebî Dâvud, Sünen, Zekât, 5)