7 Mayıs 2011 Cumartesi

Hz.Mevlana'nın Yedi Öğüdü


Cömertlikte ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörürlülükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün
Ya göründüğün gibi ol


Hz.Mevlana

ALLAH’a ulaşan yolda 4 esas vardır.

1 – İslam olmak, kurtuluşun tek yolu olduğunu anlamak.
2 – İman etmek, İslamın getirdiği kurallara iman yoluyla yaklaşmak.
3 – İhsan sırrıyla Hakk’ı müşahadeye başlamak.
4 – İkan ile de gerçek tevhid-i  (birliği) oluşturmaktadır.
Sadece şekil ve duyguda değil,  akıl ve gönülde de mü’min ve muvahhid olmamız gelmektedir.
Tefekkür hayatımızı geliştirdiğimiz kadar İslam-ı yükseltmiş olacağız.
O’nun gerçek gayesi Ruyetullah’tır, ve o da akl-ı küll-e ulaşmakla mümkün olmaktadır.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN HILYE-İ ŞERİFESİ

6 Mayıs 2011 Cuma

Şeyh Seyda Hazretleri (K.S) (1889-1968)

 

Son asır Anadolu velilerdendir. Adı, Muhammed Said olup, Şeyh Seyda diye meşhur olmuştur. Şeyh Ömer Zenganî, annesi Halime Hatun'dur. 1309 (m.1889) yılında Cizre'de doğdu, 1387 (m. 1968) yılında yine Cizre'de vefat etti. Muhammed Said, henüz bir yaşında iken, babası Ömer ez-Zenganî hac yolculuğu sırasında 1890 yılında Cidde'de vefat etti. Küçük yaşta yetim kalan Muhammed Said, yedi yaşın­dan sonra ilim tahsiline başladı. İlk tahsilini ağabeyi Şeyh Siraceddin Efendi'den aldı. 17 yaşına geldiğinde ağabeyi icazetini verdi. Yirmi üç yaşında müderris oldu. Bundan sonra dayısı Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî'nin sohbetlerine ka­tıldı. Kısa zamanda mertebeler aştı. Dayısı onu en kısa zamanda irşad olması için her gittiği yere yanında götürdü. Otuz yaşında dayısının kızı ile evlendi. Nihayet bir gün dayısı Şeyh Muhammed Nuri Hazretleri ölüm döşeğine yattı. Oğullarını ve halifelerini yanına çağırarak: "Artık bundan sonra şeyhiniz Seyda'dır" buyurarak, Muhammed Said Efendi'yi yerine görevlendirdi. Şeyh Seyda Hazretleri o sırada kırk yaşında bulunuyordu. Bir yandan medresede dersleri devam ettirirken, diğer yandan da ir­şada susayanların gönüllerini aydınlattı. İlim ve irşad döneminde kendisinden yüz elli kişi icazet, yüz kişi de tasavvuftan hilafet aldı. Halifeleri Suriye, Irak, Arabistan gibi memleketlere dağıldılar. Seyh Şeyda Hazretleri, sık sık cezbeye kapılır, bazen kış aylarının dondu­rucu soğuğunda Dicle Nehri'ne inerdi. Nehrin buzlarını kırarak içeri sarkar ve sa­atlerce öyle kalırdı. Bazen de yazın kavurucu sıcağında soba yaktırdığı olurdu. Şeyh Seyda Hazretleri'nin vücudu çok yumuşaktı. Elini öpenler, sanki ellerinde hiç kemik yok sanırlardı. Orta boylu ve şişmanca idi. Küçüklüğünden beri kimse yüzüne bakamazdı. Şeyh Seyda Hazretleri’nin yüzüne bakan kimse anlayamadığı bir hisle ürperir ve vücudunu bir titreme kaplardı. Sohbetlerinde daha çok ilim ve ibadete teşvik ederdi. Kendisi teheccüd namazını hiç terk etmezdi. İlmi salih amelle tamamlayan kimsenin doğuyu ve batıyı elde edilen nurla aydınlatacağını ısrarla söylerdi. Neye bakılsa ibret al­mak gerektiğini ısrarla vurguladı. Kaba ve sert davranışlardan şiddetle kaçınan Şeyh Seyda Hazretleri herkese karşı çok yumuşak davranırdı. Şeyh Muhammed Seyda Hazretleri cömert ve ihsan sahibi olup, ziyareti­ne gelen binlerce insana yemek yedirir, fakir zengin ayırt etmeden herkese eşit ilgi gösterirdi. Ayrıca devamlı dergâhta bulunan yüzden fazla âmâ, sakat ve çaresiz düşkünlere yemek yedirir, onların kalplerini asla kırmaz, incitmezdi. Kendisine eziyet edenleri affeder, kimseye kin beslemezdi. İlmî seviyesi çok yüksek olan Şeyh Muhammed Said Seyda Hazretleri'nin sayısız kerametleri görülmüş, o bunların hiçbirisine değer vermemiş, Ehl-i Sünnet inancı doğrultusunda irşad hizmetlerine devam etmiştir. 1387 (m.1968) yılı Ramazan bayramında bütün yakınları ve sevenleriyle bayramlaştı. Bundan yedi gün sonra da evlatlarına ve halifelerine vasiyette bulunup, yeri­ne oğlu Nurullah Efendi'yi bıraktığını bildirdi. Yanında yalnız Hacı Kasım adında bir zatı bıraktı. Sonra da Yüce Allah'a emanetini teslim etti. Şeyh Muhammed Said Seyda Hazretleri, Nakşibendiyye dışında Kadiriyye ve Rifaiyye tarikatlarında da mürşid idi. Yüce Allah sırrını mukaddes ve mübarek kılsın Son asır Anadolu velîlerinden. İsmi Muhammed Saîd olup Şeyh Seydâ diye meşhûr olmuştur. Babası Şeyh Ömer Zengânî, annesi Halîme Hâtundur. 1889 (H. 1309) senesinde Cizre'de doğdu. 1968 (H. 1387) senesinde Cizre'de vefât etti. Kabri oradadır. Muhammed Saîd henüz bir yaşındayken, babası Ömer ez-Zengânî hac yolculuğu sırasında 1890 senesinde Cidde'de vefât etti. Küçük yaşta yetim kalan Muhammed Saîd, yedi yaşına kadar konuşmadı ve yürümedi. Yedi yaşından sonra yavaş yavaş konuşan MuhammedSaîd Efendi ilim öğrenmeye başladı. Ağabeyi Şeyh Sirâceddîn Efendiden ilim tahsil etti. İlim tahsil ettiği müddetçe hiç evine gitmez, medresede kalırdı. Medresede kaldığı zaman geceleri bir hasırın içine sarınarak uyurdu. Annesi Halîme Hâtun oğlunu çok özler, hasretliğine dayanamayarak ağlardı. Muhammed Saîd Efendi annesinin isteği sebebiyle bâzan eve giderek ziyâret ederdi. 17 yaşına geldiği zaman ilim tahsilini tamamlayarak ağabeyi Şeyh Sirâcüddîn Efendiden icâzet aldı. Genç yaşta müderrisliğe başlayıp talebe okuttu. 23 yaşına geldiğinde medrese tamamen kendisine kaldı. İlim ve fazîlette emsâllerini geçip zamânın ileri gelenleri arasına girdi. Dayısı Şeyh Muhammed Nûrî Dirşevî'nin sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerledi. Dayısı onu irşâd için gittiği yerlere beraberinde götürdü. 30 yaşına gelince dayısı ve hocası Şeyh Muhammed Nûrî'nin kızıyla evlendi. Nihâyet bir müddet sonra Şeyh Muhammed Nûrî hazretleri ölüm döşeğinde yatarken oğullarını ve halîfelerini yanına çağırarak; "Artık bundan sonra Şeyhiniz Seydâ'dır. buyurarak Muhammed Saîd Efendiyi yerine vazifelendirdi. Şeyh Seydâ bu sırada 40 yaşında bulunuyordu. Medresede talebe okutmasının yanı sıra, hizmetinde bulunanlara ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların iki cihan saâdetine kavuşmaları için gayret ediyordu. Kendisinden icâzet almış, 150'ye yakın talebesi ve ayrıca 100 kadar halîfesi vardı. Talebeleri ve halifelerini Sûriye, Irak, Arabistan gibi memleketlere gönderdi. Şeyh Seydâ hazretleri tasavvuf yolunda zaman zaman Cezbeye kapılırdı. Bu cezbe sırasında bâzan kışın dondurucu soğuğunda Dicle'ye iner nehrin buzlarını kırarak içeri sarkar ve saatlerce öyle kalırdı. Bâzan da yazın kavurucu sıcağında soba yaktırırdı. Şeyh Seydâ hazretlerinin vücûdu çok yumuşaktı. Elini öpenler sanki ellerinde hiç kemik yok zannederlerdi. Orta boylu ve şişmanca idi. Küçüklüğünden beri kimse yüzüne bakamazdı. Şeyh Seydânın yüzüne bakan kimse anlayamadığı bir hisle ürperir ve vücudunu bir titreme kaplardı. Şeyh Seydâ hazretleri, teheccüd (gece) namazlarına devam ederdi. Güzel sözleri ve örnek ahlâkıyla insanlara yol gösterirdi. Sohbetinde bulunan en âsî insanlar dahi onun duâsı bereketiyle, hallerine pişman olup hidâyete kavuşurlardı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: "Dil ve kalbin bozukluğuna sebep olan cehâleti terk ederek ilim ile meşgûl olunuz. Takvâ (haramlardan sakınma) ile bu ilminizi aydınlatarak ay ve güneş gibi parlayınız. İlmin zamanı ve erbâbı geçmiştir demeyiniz. İlmi sâlih amellerle tamamlarsanız elde ettiğiniz nurla şark ve garbı aydınlatırsınız. Nerede altın sâhipleri! Nerede altın ve gümüşü toplayanlar. Onların hepsi gittiler. Nerede dünyâ malı için çalışıp çabalayanlar? Ey kardeşlerim gözlerinizi açıp ibretle bakınız! Altın gümüş toplamak ve dünyâ malı elde etmek için didinenler, yanakları çürüten toprağa girdiler. Nerede seslerini yükseltenler ve hak dâvâ uğruna kan akıtanlar? Ay ve güneş gibi safâda bulunanlar. Nerede gece gündüz çalışıp süslü köşkler yapanlar. Nerede onlar! Hiç bir göz onları görmüyor. Onlar tamamiyle öldüler. Sevgili kardeşlerim ibretle bakınız ve hüsrandan kendinizi kurtarınız. Size hak nasihati bildirenleri can kulağıyla dinleyiniz. Tâ ki gözleriniz doysun. Ya Rabbî! Fazlınla, rahmetinle bizi affet. Bizleri başkasına bırakmadan kurtar. Çünkü kurtardığın kişi Cennet'te seâdete kavuşacaktır. Yâ Rabbî kâinâtın Efendisine, âl ve eshâbına salât, selâm ve duâlar olsun. Hamd, kâinâtı yaratan Allahü teâlâya mahsustur".Kaba ve sert darvanışlardan şiddetle sakınan Şeyh Seydâ yumuşak davranırdı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatma yolunda çeşitli sıkıntılara ve hakâretlere mârûz kaldığı halde, onlara tatlı bir dille ve yumuşak bir edâyla muâmele ederdi. Nitekim kendisini tutuklamağa gelen askerleri hoş davranışıyla yola getirmiş ve nicelerinin de kendisine talebe olmasını sağlamıştı. Allahü teâlâ ona olgunluk ve cemâl yâni yüz güzelliği ihsân etmişti. Sohbetinde bulunan herkes onun cemâline bakmaktan sohbetinden ayrılmak istemezdi. Onun üstünlüğünü duyan herkes kâfile kâfile ziyâretine gelir, Şeyh Seydâ onları şefkat ve merhametle karşılar, bağrına basardı. Şeyh Seydâ hazretleri fakirlere karşı gayet merhametli ve şefkatli davranırdı. Onlara dâimâ yardım ederdi. Birgün bir köyün ileri gelenlerinden biri gelerek; "Şu işim olursa, falanca arâziyi sana hibe edeceğim." dedi. Şeyh Seydâ hazretlerinin duâsı bereketiyle işi oldu. O kimse, vâdettiği arâziyi Seydâ'ya bağışladı. Şeyh Seydâ hazretleri de arâziyi Cizre'nin fakirlerine paylaştırdı. Şeyh Seydâ'nın asıl gâyesi talebe toplamak olmayıp insanlara yol göstermek ve onları ıslâh etmeye çalışmaktı. Onun için önemli olan insanların ıslâh olmalarıydı. Bu hususta şöyle buyururdu: "Zamânımızın bâzı şeyhleri, köy ağalarının etbâ (tâbi olan kimseler) toplamaya çalıştığı gibi, talebe toplamaya çalışıyorlar. Halbuki gâye, mürîd (talebe) toplamak değil insanları ıslâh etmek, onların nefsin ve şeytanın kötülüklerinden kurtulmalarına yardımcı olmaktır." Şeyh Seydâ hazretleri cömert ve ihsân sâhibi olup, ziyâretine gelen binlerce insana yemekler yedirir, fakir zengin ayırd etmeden herkese aynı ilgiyi gösterirdi. Ayrıca devamlı dergâhında bulunan yüzden fazla âmâ, sakat, çaresiz ve düşkünlere yemek yedirir, onların kalblerini aslâ kırmaz ve incitmezdi. Kendisine eziyet edenleri affeder, kimseye kin beslemezdi. Çünkü o her hareketiyle ve davranışıyla Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem örnek alırdı. Hattâ hakkında konuşan kimselere duâ ederdi. Sabır ve tevâzû sâhibi olan Şeyh Seydâ, nefsini herkesten aşağı görür ve onlardan duâ isterdi. Hemen herkese; "Siz benim büyüğümsünüz. Ben ise sizin küçüğünüzüm" derdi. Fakir ve düşkün kimselerle oturur, onlarla yemek yer ve herkese de böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Bir gün üstü başı dağınık bir kıyâfetle ziyâretine gelen bir hamalın yük taşımak için sırtında gezdirdiği ipi öperek helâl kazancın ehemmiyetine ve teşvikine işâret etti ve; "Allah için tevâzû edeni Allahü teâlâ yükseltir." hadîs-i şerîfini okudu. İlim ve irfânda yüksek bir derece sâhibi olan ve büyük bir velî olan Şeyh Seydâ hazretlerinin pekçok kerâmetleri görüldü. İbrâhim Ay adındaki bir kimse şöyle anlattı: "Ben Şeyh Seydâ'yı ziyârete ilk gittiğimde Pakistan'dan bir zengin gelmiş, dört gün beklediği halde Şeyh Seydâ'yı görememişti. Akşam vakti varmıştım. Sabah oldu. Şeyh Seydâ, erkenden İzmit Kağıt Fabrikasının Müdürünü çağırdı. İki memuru ile birlikte onlar içeri girince ben kapıda bekledim. İsmimle çağırılmadıkça girmemek düşüncesindeydim. İsmimi kimseye de söylememiştim. Baktım Şeyh Seydâ'nın oğlu Şeyh Muhammed Nûrullah ile beni; "İbrâhim Adıyamânî de gelsin!" diye çağırtmış. İçeri girdim. Beni karşısına oturttu. Sağımda İzmit Kâğıt Fabrikası Müdürü, solumda da iki memuru vardı. Bize bîat verdi yâni talebeliğe kabûl etti. Yapacağımız vazifeleri anlattı. Ben kendi kendime; "Önceden duydum ki bu zât Nakşî, Kâdirî ve Rufâî yollarının üçünden de bîat veriyor. Bu nasıl olur?" diye düşündüm. Başımı kaldırıp yüzüne doğru bakınca, bana bakarak "Evet biz kök olarak Nakşî'yiz. Fakat hem Kâdirî, hem de Rufâîliği vermekle vazîfeliyiz." buyurarak benim zihnimden geçen soruya cevap verdi. Molla Muhammed adında bir kimse, Şeyh Seydâ hazretlerine; "Kurban! Allahü teâlânın rızâsına nasıl erebiliriz?" dedi. Şeyh Seydâ hazretleri; "Cenâb-ı Allah lutf ederse erersin." buyurdu. O kimse aynı soruyu ikinci ve üçüncü defa sorunca aynı cevâbı aldı. Dördüncü defa sorunca Şeyh Seydâ hazretleri; "Bana bak MollaMuhammed! Kalbinin üzerindeki paraları ne zaman yakarsan, işte o zaman Allah'a erersin." buyurdu. Görünüşte mütteki bir insan olan Molla Muhammed, parayı çok seviyormuş. Onun kalbindekileri kerâmet olarak bilip bu şekilde cevap verdi. Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmeye, öğretmeye, insanlara anlatıp onların dünya ve âhirette kurtuluşa ermelerine sarfeden Şeyh Seydâ hazretleri ömrünün sonuna doğru etrafında kendisine tâbî binlerce insanı görebiliyordu. 1968 (H. 1387) senesi Ramazan bayramında binlerce kişi onun ziyâretine gelip, bayramını tebrik etti. Şeyh Seydâ da gelen binlerce insana sevinçle, muhabbetle ve tâzimle mukâbelede bulundu. Bayramın birinci günü câmiye çıktı, öğle namazını kıldırdıktan sonra câmide kaldı. Ziyâretçilerle bayramlaşıp ikindiye kadar onlarla sohbet etti. Kalabalık bir cemâate ikindi namazını kıldırdıktan sonra evine döndü. Yedi gün sonra pazar gecesi evlatlarına vasiyette bulundu. "Benden sonra şeyhiniz Nûrullah'tır. Çünkü onu hem zâhir ve hem de bâtında imtihan ettim. İmtihanı başarıyla kazandı." buyurdu. Yanında bulunan Hacı Muhammed Bûzî'ye evine gitmesi için izin verdi. Yanında yalnızcaHacı Kâsım vardı. Kıbleye karşı namaz kılıyormuş gibi oturdu. Kendisinde hiç ölüm alâmeti yoktu. Birdenbire ağzını açtı yumdu ve sustu. Hacı Kâsım dokunduğunda Şeyh Seydâ hazretlerinin vefat ettiğini anladı ve âilesine bildirdi. Ertesi sabah MollaSüleymân el-Hüseynî gasl ve tekfin işlerini yürüttü. Sonra binlerce insanın iştirâkiyle cenâze namazı kılındı ve evine defnedildi. Tâziyesine yakın ve uzak yerlerden kar, tipi ve şiddetli soğuğa rağmen, halifelerinden, talebelerinden onbinlerce insan geldi. Devlet adamları dahi onun üstünlüğünü kabûl ederlerdi. Birgün Cizre kaymakamı, belediye başkanı, hâkim ve diğer vazîfelilerden bâzıları anlaşarak Şeyh Seydâ'yı ziyârete karar verdiler. Serhadlı köyüne ziyârete gittiler. Yolda giderken; "Eğer bu kimse hakîkaten velî ise bize şunu şunu yedirsin." diye her birisi ayrı ayrı şeyler istediler. Öğleden sonra köye ulaştılar. Şeyh Seydâ'nın evine gittiler. Oturup sohbet etmeye başladılar. Bu sırada yemekler geldi. İstedikleri yemekler geldikçe orada bulunanlar biribirlerinin gözüne bakmaya başladılar. Yemekler yendikten sonra ikindi vakti girdi. Şeyh Seydâ ziyârete gelenlerden biri hâriç diğerlerine; "Haydi abdest alın namaz kılalım." dedi. Ayağında çizme olan misâfire ise; "Sen dur, senin çizmelerini çıkarman zor olur." dedi. Namaz kılındıktan sonra misâfirler müsâde istediler ve oradan ayrıldılar. Yolda giderken namaz kılmayan misâfir dedi ki: "Ben pis idim. Şeyh Efendi, benim durumumu anladı. Bana onun için "Sen dur." dedi. Yoksa çizmelerimi çıkarıp giymek zor değildir." Ekseriya bu şekilde gezmeyi âdet edinen o şahıs, bu hâdiseden sonra kötü hareketini terk etti. Eserleri: 1) Kitabü Ahkâmü'l-Envât, 2) Ed-Dâbıta fir-Râbıta, 3) Et-Te'lif fit-Te'lif, 4) Et-Tasavvuf, 5) Manzumeler, 6) Tenbîhü'l-Müsterşidî, 7) El-Mecmeu's-Sağîr. Kaynak:

Seyyid Muhammed bin Alavî Mâlikî Hasenî [K.S.]

Seyyid Muhammed bin Alavî Mâlikî Hasenî [K.S.]

HAYATI ve İLMÎ ŞAHSİYETİ
Seyyid Muhammed bin Alevî Mâlikî Hasenî hazretleri, Mekke?de dünyaya gelmiştir. Henüz 6 yaşında iken hafızlığını tamamlamıştır. İlk öğrenimini, Medresetu?l Felahiye?de bitirdikten sonra, başta Mekke Müftüsü olan babası, Seyyid Alevî bin Abbas Maliki olmak üzere dönemin meşhur alimlerinden ilim tedrîs etmiştir. Bu alimler arasında Şeyh Hasan Meşhat, Şeyh Yahya Emân, Seyyid Muhammed Emin Kütbî, Seyyid Hasan Yemani, Şeyh Sehanfori, Seyyid Bekri Şetha başlıcalarıdır.
Seyyid Muhammed bin Alevî Mâlikî, bir keresinde talebelerine ilim öğrenme konusunda verdiği nasihatler arasında şunları söylemişti: ?Muhammed bin Alevî, hiçbir ders halkasına hocalarının emri olmadan oturup dinlememiştir. Üstadlarım, hangi dersi almamı istiyorlarsa, onun programını hazırlarlar ve o sıraya göre ders almamı emrederlerdi. Ders alacağım hocamı ve ders konusunu titizlikle seçerlerdi?.
Kendisi hocalarına karşı bu şekilde hürmetli ve bağlı bir talebe iken, hocaları da onu bir nakış gibi işlemişler, Allah?ın bahşettiği güzel ahlak ve üstün zekasını sadece faydalı ilimlerle teçhiz etmeyi amaçlamışlardı. Seyyid Muhammed bin Alevî Mâlikî, hocalarından 7 kıraat ve 4 mezheb fıkhı, tefsir ve hadis konularında icazetler alır.
Daha sonra Mısır?a giderek Ezher üniversitesi Usulu?d-din Fakültesi Hadis bölümünü bitirir. Burada ihtisas ve doktorasını da tamamlar. Bir yandan üniversitede ilim tahsil ederken, aynı zamanda Mısır?daki büyük alimlerden de istifade etmiştir. Muhammed Ticani ve Ezher şeyhi olan Muhammed Âkîl ve Şeyh Haseneyn bu alimlerin başlıcalarıdır. Daha sonra Libya?ya gider. Oradan Fas?a geçer ve buralarda karşılaştığı ve meclislerinde bulunduğu alimlerden de icazetler alır. Öyle ki, karşılaştığı alimler, onun ilminin derinliğini fark ederek teberrükken ders okutup icazetler vermektedirler. Daha sonra Pakistan?a giden Seyyid Muhammed bin Alevî Maliki orada İbrahim Binnuri?nin yanında ders görür. Bu esnada Sühreverdi Tarikatından icazet alır. Oradan Hindistan?a geçer. Hindistan'da Kandehlevi kardeşlerden ders görür. Daha sonra Suriye üzerinden Mekke?ye döner. Mescid-i Haram?da ders vermeye başlar. Diğer yandan Mekke?deki Ümmü-l Kurrâ Üniversitesi?nde Profesör unvanı ile Hadis Kürsüsü Başkanlığı görevine gelir. Bu esnada Rabıta Teşkilatı Genel Sekreteri olur. Bu dönemde Suriye'deki birçok alimi Mekke?ye getirerek onlara dersler verdi ve onların Mekke ve Medine'deki medreselerde ders vermelerini sağladı. Genel Sekreterlik görevinde iken Müslümanları Kur'ân?a yöneltmek amacıyla Uluslararası Kur'ân-ı Kerîm Yarışması tertip eder ve 5 yıl sonra da bu yarışmaya başkanlık eder.
Bu esnada İslam aleminde büyük yankılar uyandıran ve 16 dile tercüme edilen ve ehli sünnetin büyük alimlerinin görüşlerinden oluşan ?Mefâhîm? isimli eserini telif eder. Bu eserde, özellikle şefaat, tevessül, teberrük, Peygamber Efendimizin (Aleyhisselam) Kabr-i Şerifi?nin ziyareti gibi konular işlenmekte, konu ile ilgili ayet, hadis ve selefin büyük imamlarının sözleri sunulmaktadır.
Ancak bu eser, Suudi Arabistan'daki siyasî otoritenin mezhep görüşleri ile ters düştüğü için Suudî yönetim bundan rahatsızlık duymuştur. Seyyid Muhammed bin Alevî Malikî bu eseri sebebiyle bir süre hapis hayatı yaşar. O, Medrese-i Yusufiyye? de iken bir çok Müslüman ülke devlet adamları ve İslam alimleri Suud yönetimine bu kararlarından dolayı büyük tepki göstermiş ve onları bu karardan vazgeçirmek için baskı yapmışlardır.
Nihayet bu tepkiler neticesinde Suud hükümeti onu Endonezya?ya sürgün olarak gönderir. Orada 1,5 yıl kalır. Ama bu 1,5 yılda talebeleri Endonezya, Malezya ve Singapur'da yüz binlere ulaşmıştır. Bu ülkelerde onun talebelerinin açtığı 90?dan fazla okul, medrese, lise ve üniversitesi vardır.
Daha sonra tekrar Mekke'ye döner ve Rusayfe semtindeki özel medresesini kurar. Mekke'de ilim ve tasavvuf eğitimini başlatır. Bu çalışmasının yanında dünyanın her tarafında özel medreseler, okullar, yurtlar ve Güney Yemen?de bir üniversite onun yönlendirmeleriyle kurulmuştur. Diğer ülkeler arasında Türkiye, Bangladeş Rus devletleri, Yemen, Nijerya, Kenya, Sudan, Fas, Kanada ve özellikle Endonezya ve Malezya ön sıradadır. Bu yoğun çalışma esnasında fıkıh, tefsir, akaid, hadis, tasavvuf, siyer özelliklede günümüzdeki ehli sünnet çizgisi dışına çıkmış mutaassıp akımlara karşı 100'e yakın eser telif etmiştir.
Görüldüğü gibi, Allah?ın Seyyid Muhammed bin Alevî Mâlikî hazretlerin muyesser kıldığı çalışmalar normal bir insanın ömrüne sığmayacak kadar çok ve bereketlidir. Attığı ilim tohumları dünyanın her bir yerinde yeşermiş, çoğalmış ve Allah?ın lutfu ile Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat çizgisine kuvvet katmıştır. Sanki ?tek başına bir ümmet? olma konusunda bizlere örnek olmaktadır. Allah, başımızdan gözümüzün nuru olan âlimlerimizi eksik etmesin, bizleri onlara lâyık ve bağlı olan lutfettiği kullarından eylesin...âmîn.
NESEBİ
Seyyid Muhammed bin Alevî Malikî'nin soyu, baba tarafından Hz Hasan (R.A.) yoluyla, anne tarafından da Hz Hüseyin (R.A.) yoluyla Peygamber Efendimize (Aleyhisselam) ulaşmaktadır. Ayrıca, annesinin soyu, Abdulkâdir Geylânî ile birleşmektedir. Dedelerinden Mevlânâ İdrîs, Emevîler dönemindeki karışıklıktan dolayı Mağrib'e (Fas'a) hicret etmiştir. Orada halk tarafından büyük bir ilgi ile karşılanmış ve kendisine hürmet edilmiştir. Yüzyıllar boyu bu coğrafyada nesilden nesile hizmetlerini sürdürmüşler ve soyları hep hayır ile bilinir olmuştur. Tarihte Seyyidlerin kurduğu ilk ve tek devlet olan İdrisiyye Devleti'ni Fas'ta kuranlar da bu soyun büyükleridir. Yine dedelerinden olan Abdurrahim bin Abdulaziz, Mağrib'ten tekrar Mekke'ye yerleşmiş ve hizmetlerine burada devam etmiştir. Merkezi Fas'ta olan İdrisiyye tarikatinin kurusucu olan büyük velî Ahmed bin İdris hazretleri, Üstâdımızın dedelerindendir.
Her asırda onlar arasında nice büyük alimler, ârifler ve veliler çıkmıştır. Aldıkları ilimlerini babadan dedeye, şeyhten şeyhe senedleri kesilmeden Peygamberimize kadar ulaşarak almışlardır.
Bu soyun fertlerinin Allah yolunda gayretleri de çok üstündür. Sayısız meşakkatlere katlanarak yeryüzünün her yerine dağılırlar ve Müslümanlığın yayılmasına çalışırlar. İslâm'ın Endonezya?ya, Filipinler?e, Malezya?ya, güneydoğu Asya ülkelerine, Güney Hindistan?a, Doğu Afrika sahillerine, ve karşısındaki adalara ilk defa yayılmasında en büyük hisse ve şeref onlara aittir. Bu sebeple bu sayılan ülkelerde Müslümanlar Bâlevî yolları üzere, itikadda ehl-i sünnet ve?l-cemaat üzere, amelde Şafiî mezhebi üzere, ahlak, ilim ve zikir meclislerinde, evrad ve ezkâr okumalarında sûfiyye âdâbı üzerindedirler.
Seyyid Muhammed bin Alevî Malikî?nin babası, Seyyid Alevî bin Abbas Maliki Hazretleri bu sülalenin diğer büyükleri gibi zamanının en saygın âlimlerindendi ve aynı zamanda Mekke müftülüğü görevini yerine getiriyordu. Onun vefatından sonra, medresede verdiği derslere, üstadımız Seyyid Muhammed bin Alevî Malikî devam etmiştir. Babasının vefatı sebebiyle Mekke?nin ileri gelen âlimleri şöyle demiştir:
?...Bugün yeryüzünde çok kıymetli ve büyük bir âlimi kaybettik; ancak dostumuz Seyyid Alevî bin Abbas Maliki, kendisinden daha büyük bir âlimi bize emanet ve miras bırakmıştır. Bu emanet, onun oğlu Seyyid Muhammed bin Alevî Malikî?dir...?
Vefatı:
Seyyid Muhammed bin Alevi el-Mâlikî hazretleri, 29 Ekim 2004 cuma sabahı, Ramazan ayının 15. günü ikamet ettiği Mekke'de 63 yaşında vefat etmiştir. Vefatından bir hafta önce, vefat edeceği haberini günlük konuşmaları arasında bazı talebelerine bildirmiştir. Yine vefat ettiği gün, o gün vefat edeceğini bildirmiş ve sabaha doğru son nefesler yaklaşınca, etrafındakilere Yâsîn-i Şerîf okumalarını söyleyip, kendisi de diliyle 'Allah Allah,,...' diye zikretmeye başlamış ve nihayet bu hal üzereyken son nefesini vermiştir.
Seyyid Muhammed bin Alevi el-Mâlikî hazretleri,kendisine verilen vazifelerini bi-hakkın ifa etmiş, emaneti yerine getirmiş ve asıl menziline, Rabbine kavuşmuştur. Hayatıyla bizlere örnek olduğu gibi, ani, sessiz ve mütevazi vefatı ile bizlere ahiretin dünyadan daha önemli olduğunu, son nefese kadar Allah yolunda çalışmak gerektiğini göstermiştir.
Halef Tayini:
Biz evlatları için geriye büyük bir külliyat bırakmış, bununla birlikte vefatından evvel ilim ve irfan hizmetine devam etmesi için kendisi gibi bir ilim ve maneviyat imamı olan evlâdı Seyyid Ahmed bin Muhammed el-Mâlikî'yi kendi yerine halef tayin etmiştir.
Allah, onun makâmını âlî eylesin, ilminden, himmetinden, sırrından ve şefaatlerinden bizleri de nasiplendirsin. Üstadımızın halefi, Şeyh Seyyid Ahmed bin Muhammed bin Alevi el-Mâlikî'ye uzun, hayırlı ve sağlıklı bir ömür nasib etsin... Amîn.
TASAVVUFÎ ŞAHSİYETİ
Seyyid Muhammed bin Alevî Malikî, ilk tarikatını babası ve şeyhi olan Seyyid Alevî bin Abbas Maliki Hazretlerinden Bâlevî yolu üzere almıştır. Bunun dışında, Kâdirî, Rufaî, Şazelî, Nakşibendî, İdrisî, Ticanî ve Sühreverdî yolları üzerinde de icazet almış, talebelerinin durumlarına göre tüm bu kollardan ders vermeye başlamıştır. Ancak esas yol Bâlevî yoludur. Dünyanın pek çok ülkesinde tüm bu yollardan ders verdiği talebeleri mevcuttur ve onlar da bu kutlu yolda Allah ve Resulullah (Aleyhisselam) aşkı ile çalışarak nefislerini bu yola adamışlardır. Seyyid Muhammed bin Alevî Malikî hazretlerinin ölçü olarak talebelerine söylediği şu sözü, İslâm tasavvufunun özünü ne güzel ifade etmektedir:
?Evlatlarım, bizim yolumuz, ilim, amel, tebliğ ve zikir yoludur?
Yine başka bir sözünde günümüz tasavvuf erbabının düştüğü duruma dikkat çekerek çözüm yolunu dile getirmektedir:
?...Allah?ın inayeti ile Dünyanın pek çok ülkesini gezip gördük, müslümanlarla tanıştık ve şahit olduk ki; alimlerimiz, ilim öğreniyorlar, ancak İslâm?ın ahlak ve nefis terbiyesi yönünden uzak kalıyorlar. Bununla birlikte tasavvuf ehli de evrâd-u ezkâr yoluna devam ediyor, ancak ilimden nasiplenmiyorlar. Bu her iki durumda da fayda kazanmaktadırlar; fakat İslâm?ın arzu ettiğine göre noksan içerisindedirler. Bizim yolumuz bu ikisini birleştirmek üzere çalışmaktır. Bu sebeple sizler, meclislerinizde edeb derslerinin yanına mutlaka akaid, tefsir, fıkıh, hadis ve siyer derslerini de yerleştiriniz ve iki pınardan da içiniz...Büyüklerimizin söylediği gibi ilimsiz tasavvuf zındıklıktır. Edeb ilminden nasibi olmayan âlim ise ziyandadır.?
Eserleri
Birçok çalışmanın yanı sıra, Seyyid Muhammed bin Alevî Malikî hazretlerinin ömrü birçok kıymetli eserin telifi ile geçmiştir. Eserlerinin içeriği son derece ilmi konularla doludur ve müslümanları Allah, peygamber ve Kur?ân sevgisine davet edip birlik olmaya davet etmektedir. Bununla birlikte itikadî, fıkhî ve ahlakî konularda ehl-i sünnetin görüşlerini Selef-i Salihîn?in dilinden tekrar dile getirmeye gayret etmiştir. Örnek bir davetçi gibi kendisine değil, İslâm?a davet etmiş, eserlerinde, kendi görüş ve düşüncelerine neredeyse hiç yer vermeden, selef-i salihînin görüşlerini aktarmış, ayet ve hadisleri onların açıklamaları ile tefsir ederek, bugün en çok ihtiyacımız olan ilmî itidâli sergilemiştir. Bu mütevazî tavır, eserlerinden herhangi birini okuyan kişiye gayet açık bir şekilde kendisini gösterecektir.
Müslümanlar arasında fitne çıkartabilecek hususlarda son derece dikkatli davranmış, özellikle son birkaç asırda palazlanan müfrit akımlara karşı mücadelesini ilmî ortamda Kur?ân ve Sünnet ışığında deliller getirerek sürdürmüştür.
Eserlerinde yeri geldikçe İslâm?ın kolaylık dini olduğunu ve insanların dini kendi kendilerine zorlaştırmamaları için temel ölçüleri tekrarlamıştır.
Seyyid Muhammed bin Alevî Malikî hazretlerinin Allah?ın inayeti ve bereketi ile ve bu minvâl üzere te?lîf ettiği 100'e yakın eseri vardır. Bunların hemen hepsi Arapça dışında birçok dillere tercüme edilmiştir. Kendisinin Türkçe?ye tercüme edilmiş eserleri de vardır. Eserlerinin en önemlileri arasında şunlar sayılabilir:
- Mefâhîm Yecibu en Tusahhih
- Ebvâbu-l Ferec
- Muhammed (Aleyhisselam) El İnsânu-l Kâmîîl
- Huvallah
- Ve Huve Bi-l Ufuki-l Â?lâ
Birçok eseri halen Türkçe'ye tercüme edilmekle birlikte, şimdiye kadar tercümesi tamamlanmış bazı eserleri şunlardır:
Kamil İnsan Hz Muhammed (SAV), 'El İnsanu'l Kâmil Muhammed (SAV)'
Akaid, 'Huve Allah'
Ölüye Fayda Veren Ameller, 'Mâ Yenâlü'l Meyyit'
Hadis Istılahında Temel Kaideler, 'Kavâid ve Esasiyye fi İlmi Mustalaha'l Hadis'
En Güzel Örnek Hz Muhammed, 'Kudve-i Hasene'
Cennetin Nimetlerini Hiçbir Göz Görmedi.

Sultan BABA [K.S.]

 

1904 Arvin'Arhavi doğumlu olup iki yaşındayken babaları, 6 yaşındayken anneleri vefat ediyor. Hem yetim, hem öksüz kalıyor. Ömrü gurbetlerde geçiyor. 1954'de İstanbul'a geliyor. 54'ten bu yana Zeytinburnu'nda ikamet ediyor. 63 yaşına kadar Dağıstanlı Şeyh Şerafeddin-i Veli (R.A.) hazretlerinin manevi tasarrufunda yoğrulup, tezkiye-i nefs döneminden sonra da mürşitlik postuna oturup irşad vazifesine başlamışlardır. Bu dönemle Allaha kavuştuğu süre arasında yüzlerce binlerce talebe yetiştirmiştir. Millete karşı çok merhametli, o kadar müşfik idi. Herkesin derdini dinler, hasta olanları okur, manevi ve dini öğütler verirdi. Halk arasında çok sevildiği için ona "Baba" dediler. Manevi kudretinden dolayı da "Sultan" ismi verilmiştir. Her halinde tevazu, şefkat, hassasiyet ve fevkalâdelik olan Sultan Baba'nın çok geniş çapta millete hizmetleri vardır. Sultan baba her şeyden önce halkla temas edip onların dertlerini dinlemek, deva olup yol göstermek, hastaların şifa bulması için çalışmasından başka Kuran kursları ve okulları gibi müesseseler tesis etmiştir. Birçok yerde cami ve ibadethaneler yaptırmıştır. Memleket meseleleriyle yakından ilgilenir, iktisadi ve manevi bozukluklara çok üzülürdü.

VİRD VE TESBİHAT

Onun bütün hayatı Kur'an'dı. Sünneti seniyye hayatınınher noktasına ve zerresine nüfuz etmiştir. Yatsı namazından sonra hemen yatarlar; 12'de kalkarlardı. Gece vird ve tesbihatlarını yapıp, sahur yemeğini yerlerdi. Sabah namazına kadar 5 cüz Kuran-ı Kerim okurlardı. Sabah namazı ve sabah tesbihatından sonra işrak vaktine kadar cemaatle beraber sesli olarak dua yaparlardı. Bu duadan ziyade bir münacat ve iltica idi. Katıla katıla ağlarlardı. Her Cuma bir hatim ümmet-i Muhammed için bağışlardı. Haram olan günlerin dışında bütün ömrünü oruçlu geçirmiştir. Sultan Baba'nın sık sık dile getirdiği bir söz vardı. Derlerdi ki; "Bu kapı Allah'ın kapısıdır. Biz bir vasıtayız. Bizim Allah'a verdigimiz bir sözümüz var, kim gelirse gelsin geri çevirmeyeceğiz ve reddetmeyeceğiz." En rahatsız olduğu zamanlarda bile, gelenlerin derdini dinler, rahatsızlıklarını sorar, eğer tıbbi müdahale gerekiyorsa doktora gönderir, eğer buna gerek yoksa hastaların durumuna göre, bir ay belki daha fazla bir zaman dergâha gelmelerini isterlerdi. Bu süre zarfında o kimseye her gün istigfar ve salavat-ı şerifeyi önerir. İstiğfarla Allah'a (c.c.), salavat-ı şerifeyle Rasulullah Efendimize (sav) yaklaşan o kişi manevi bir besıenmeye başladığında bir de bakardınız gelen şahıs şayet İslâm'ın emirlerine duyarsızsa, farzlarını yerine getirmeye başlamış, maddi-manevi şifaya kavuşmuş ve cephedeki yerini almış bile.
CİHADA ÖNEM
Sultan Baba'nın en çok dikkat ettiği konulardan biri cihaddı. Memleketin iktisadi durumu olsun, sosyal ve içtimai durumları olsun her konuda bilgi verirlerdi. Memleketin Müslümanların mı yoksa Yahudilerin mi elinde olduğu konularını çok anlatırlardı. Resulullah Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde, Yahudileri toplayıp ekonomik ve iktisadî yönlerini araştırıp ona göre hareketin siyasi yönlerini anlatırdı. Yahudilerin gerçek maskelerini gerçek kimliklerin bize açıklardı. "İslâm'da milliyetçilik olsaydı, Kuran-ı Kerim Arapça indiğine göre Arapları methetmesi gerekirdi. Oysa 'Cahil Araplar yeryüzünde fesat çıkarırlar diyor Cenab-ı Allah. İkincisi renk ayrımı yapmayın, siyah, beyaz, sarı diye. Üçüncüsü mezhep ayrımı yapmayın, Şafi, Hanefi,Maliki. Mezhepler amelidir, herkes kendi amelinden sorumludur. Bunu bir dava haline getirmeyin. Dördüncüsü, tarikatlarda da tefrikaya şiddetle karşıydı. Nakşiymiş, Kadiriymiş... Benim şeyhim, senin şeyhin, gibi ayırımlar ümmeti parçalayan unsurlardır. Çizgisi Hakk'a dayanan ve Hak nizamın devlet nizamı olmasını arzulayanher tarikat sağlayanın temel şartı bu dört unsura riayet etmektir' derdi, İHSAN EFENDİ. Bu konuları devamlı müritlerine hatırlatırdı.
ÜMMET İÇİN HARCANAN OMÜR
Sultan Baba, gece gündüz herkesin müşkilini halletmeye çalışır, herkese çare olmaya, her nefesini ümmet için harcamaya önem verirdi. Sultan Baba, Hz. Muhammed (sav) ümmetinin tevhid sancağı altında toplanmasını, Allah yoluna dönmesi, Ümmet i Muhammed'in başına adil, imanlı, Hakk'a riayet eden amirlerin, hükümetlerin başa gelmesi için gayret etmişlerdi. O Sultan, her tarafa gece gündüz bütün gücüyle koşar, herkesin imdadına yetişir, herkese çare olmaya çalışır, çok önem verirdi. Bir nefesini Ümmet-i Muhammed'den ayrı geçirmedi, bir nefesini Rabbimiz den ayrı geçirmedi.
ALLAH VE PEYGAMBER AŞKI
Allah Rasulünün aşkı gönüllerde öylesine çağlardı ki; onun ümmetinin affı için canı tenden edercesine, Allah'ayalvarırdı. Dünyada ki Müslümanların üzerindeki maddi-manevi zulmün Yahudi kaynaklı olduğuna dikkatçekerlerdi. Dünyadaki siyonist ve haçlı ittifakıyla kurulan sömürü düzeninin ancak Müslümanların maddi manevi cihadıyla yıkılacağını bunun içinde Müslümanların devlete talib olmalarını, Osmanlı ruhunun canlanması gerektiğini her fırsatta dile getirirlerdi. Peygamber Efendimiz'in siyasi görüşünü çarpıtarak örnek gösterip "Din siyasete girmemeli" inancında olan efendilere karşı "siyaseti dinin emrine vermeliyiz' görüşünü savunurlardı. Allah Rasülünün (sav) sadece takva ve ibadet yönünü rehber edinmeyip, o'nun aynı zamanda ordusunun başında bir kumandan, devletin başında bir idareci, camide bir imam oluşunu dile getirir, böylece topyekûn olarak örnek alınmasının gerekliliği vurgularlardı. Cihadın sonu şehadettir,buyururlardı. Daima yapıcı ve toparlayıcı olmayı tavsiye eder, en güzel ve tatlı bir üslupla konuşulmasını isterlerdi. Ümmeti parçalamak için basın, yayın organlarını birer menfi propaganda aracı olarak kullanıldığını onun için önce bu organların sahiplenmek gerektigini söylerlerdi. Sultan Baba keramete katiyyen kıymet vermezlerdi. Hatta en büyük kerametin İslâm ve Kuran üzerine kurulu bir hayatın son nefese kadar davam etmesi olduğunu söylerlerdi. Fakat birçok keramet ve fevkalâdeliğini müritleri yaşamıştır. İ'la-i Kelimetullah için ervahtan beri yolda olan erdemli, onurlu, arif bir insan. Hak, halk dostu olan Sultan Baba 24 Kasım 1991'de sevenlerini gözyaşları ile geride bıraktı. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Ruhuna El-Fatiha (AMİN) Kaynak: http://www.davetci.com/ Sultan Baba Hazretleri Gönüllere taht kurarak “Sultan Baba” ünvanını kazanan Hacı İhsan Tamgüney... Dağıstanlı Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri'nin manevi tasarrufunda yoğrulan Sultan Baba, Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin vefatından sonra halkı irşad vazifesine başladı. Rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar yüzlerce talebe yetiştiren gönül sultanı; herkesin derdini dinler, müşkili olanların dertleriyle hemhal olurdu. Sultan Baba yazımıza da O’nun öğrettiği şekilde Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı, Peygamber Efendimize (s.a.v.) selatu selam ile başlıyoruz. Asıl ismi H. İhsan Tamgüney... Ancak halk arasında çok sevildiği için Ona "Gönül Sultanı" olarak "Sultan Baba" denirdi. 1904 yılında Artvin’in Arhavi ilçesinde dünyaya gelen Sultan Baba’nın, 2 yaşında babası, 6 yaşında da annesi vefat etti. Yetim ve öksüz olarak büyüyen H. İhsan Tamgüney, 1954 yılında İstanbul’a gelerek Zeytinburnu ilçesine yerleşti. Dağıstanlı Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin manevi tasarrufunda yoğrulan Sultan Baba, Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin vefatından sonra halkı irşad vazifesine başladı. Rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar yüzlerce talebe yetiştiren gönül sultanı, herkesin derdini dinler, müşkili olanlara nasihat vererek çözmeye çalışırdı. Halk arasında çok sevildiği için yaşça O’ndan büyük olanlar bile O’na "Baba" demeye başladı. Manevi tasarrufu ve kuvvetinden dolayı da kendisine "Sultan" ismi verilince "Sultan Baba" olarak meşhur oldu. Her halinde tevazu, şefkat, nezaket, hassasiyet ve fevkaladelik olan Sultan Baba’nın milletimize çok büyük hizmetleri vardı. Dünyaya elveda... Cömertliğiyle meşhur olan Sultan Baba, Hicri Cemaziyel Evvel ayının 17’si, Miladi 24 Kasım 1991 Cumartesi günü dünyaya elveda, ukbaya merhaba dedi! Ulvi davete icabet etti. Bir kuş misali uçtu, Canana kavuştu. Allah rahmet eylesin. Fatiha en büyük ikram. Bunu kimse esirgemesin. Ukbanın şeref konuklarından biri olan Sultan Baba, güneyden Seyyidlerden gelen soylu bir ailenin çocuğu. Soy adından da anlaşılacağı gibi (Tamgüney); binlerce seveni tarafından Yalova’ya bağlı Güneyköy’de Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin türbesine yakın bir yerde toprağa verildi. Allah ve Resulünü insanlara sevdiren ve ondört yıl önce fani alemden beka alemine hicret eden Gönül Dostu’nu rahmetle anıyoruz. Mekanı Cennet olsun. Okul gibi dükkanı vardı İstanbul’a geldikten sonra Zeytinburnu’nda açtığı bakkal dükkânı manevi derslerin okutulduğu bir okul gibiydi. Dükkânına gelen müşterilerin dertlerine şifa bularak ayrıldığı dükkânın yanında bir de kulübe gibi küçük bir evi vardı. Gündüzleri saim, geceleri kaim olarak geçiren Sultan Baba’nın ikamet ettiği mütevazı evi, dergah olarak kullanılıyor, gelen-giden misafirler için yemekler pişiriliyor, haram olan günler dışında her gün iftar ve sahur sofraları kuruluyordu. Ümmetin kurtuluşu için Sultan Baba’nın talebeleri, Allah Dostu’nun en büyük özelliklerinden birisinin de Allah’a niyazda bulunurken asla kendi nefsi için dua etmediğini belirtiyorlar. Sultan Baba, dualarında, Ümmet-i Muhammed’in esaretten, sıkıntılardan ve baskılardan kurtuluşu için yalvarır, kuşlar gibi çırpınırdı. Etrafında bulunanlara, çocuklarına ve sevenlerine Allah yolu’nda yürüyen, Müslümanların birliği için çalışan, yürekli ve dürüst olan siyasi lidere yardımcı olmalarını öğütlerdi. Çaresizlerin çaresi, yoksulların ve yetimlerin manevi babası, gönül saraylarımızın sultanı, en zor şartlarda yaşama mücadelesi verdi . Terazisi şaşmaz Bir yanda dava, bir yanda yuva, ancak o hiç vermedi mola... Sultan Baba, Arhavi, Bilecik, Zeytinburnu adreslerinde ikamet etmiş dört erkek, biri kız, toplam beş çocuk babası idi. Helal lokma için çalışan Zeytinburnu esnaflarındandı. 2 Bayramın dışında sürekli oruç tutardı. Az konuşur öz konuşur idi. (ya sus, ya hakkı söyle, imana düşmesin gölge.) Tartısı şaşmaz, yaratılandan korkmazdı. Dik ve sert yürür, hikmetli bakar, ağzından bal akardı. Uzun boylu olmadığı halde çok heybetli gözükürdü. İslamın emirlerine göre yaşayan cefakâr ve vefakâr bir insandı. Bazen bir komutan. Sanki hükmeder. Bazen öyle yumuşak, gören melek der. Evet böyle celal cemal özelliğine, güzelliğine sahip efendi hazretleri Gaye İnsan ve Ufuk Peygamberinden, O yaratılanın en güzelinden örnek almış, güzel mi güzel bir insandı. Sultan Baba’nın Yolu O’nu okşar esen yel, O mürşidi mükemmel, O peygamberî bir model idi. İcazeti 12 imam lehçesinden, rahleyi tedrisinden olup, fazıl bir medrese talebesiydi. Allah’a yakınlaşma yolunda salihler makamından şeyhliğe yükselmiş, tevazuda çok ileri gitmiş üçlerdendi. Büyük imamlardan Şerafeddini Veli hazretlerinin müntesibi olan Sultan Baba, Yalova’nın Güney köyünde, Cennet Tepesi’nde medfundur. Asude görünümlü selvi ağaçlarının altında şeyhinin makamının yanında. Sultan Baba, "Şeyh Şerafettin Hazretleri’ni ziyaret etmeden, kimse bize gelmesin" buyurmuşlardır. Sultan Baba tam bir gizli ilimler hazinesiydi. Gayb insanı denecek kadar gayb ilmine sahipti. Peygamberi ahlaka sahip olan Sultan Baba’nın himmeti ve hikmeti sayılamıyacak kadar çoktu. Gerçek dervişler ve sahteleri Bir gün genç bir üniversite talebesi Sultan Baba’yı ziyarete gider. Elini tazimle öper ve Sultan Baba’ya sorar: “Sultan Baba, sahte dervişleri gerçek dervişlerden nasıl ayırabiliriz. Yani ölçü nedir?” Sultan Baba, O’na şefkat nazariyle bakarak şu cevabı verir: “Bak evladım, sana üç tane temel ölçü söyleyeceğim. Bunlara uyanlar gerçek, diğerleri sahte derviştir: 1- Gerçek dervişler, haramlardan kaçınırlar, 2- Gerçek dervişler, farz olan ibadetleri mutlaka yerine getirirler. Sünnetleri de terk etmezler. 3- Gerçek dervişler, dünya işleriyle de ilgilenir ancak, hiç bir zaman ahireti unutmazlar.” Yanlışta ısrar eden şeytanın oyuncağı olur Sultan Baba’nın kızı Fatma abla Babasına sormuş. “Sultan Babam, ‘Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ sözünden maksad nedir?” Sultan Baba, orada bulunanlara da hitap ederek “Kulaklarınızı açın ve beni iyi dinleyin” demiş ve şu cevabı vermiş: “Bâyezid-i Bestâmî’ye atfedilen bu söz, eski tasavvuf kitaplarımızdan itibaren hemen bütün kaynaklarda yer alır. Buradaki "şeyh" kelimesi mutlak manada mürşid demektir. Bütün uygulamalı ilimlerde o ilmin öğrenilmesi, bir üstad aracılığı ile olur. O konuya dair eserleri okumak, o ilmi öğrenmek için yetmez. Meselâ İslâmî ilimlerden "Kırâat" uygulamalı bir ilim olduğundan fem–i muhsin"den (yetkili ağız) öğrenilir. Tecvid ve kıraat kitapları okunarak kurrâ olunamaz. Marangozluk, kaportacılık gibi çağdaş işler, futbol gibi oyunlar bile mutlaka bir ustadan öğrenilir. Futbol kitabı yazan biri, iyi bir futbolcu olmayabilir. Marangozluğun kitabını yazan da öyle. Hatta Tıp Fakültesini bitiren kimse nasıl bir uzmanın yanında ihtisas görmeden uzman doktor olamaz ve olmaya kalkıştığında insanları canından ederse, aynı şekilde bir üstadın yanında tasavvufi eğitim görmeden kendi kendine şeyhlik etmeye kalkışan bir kimse mutlaka yanılır ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Bu sözde şeyhsizlikten maksad da tasavvuf ilminin şeyhsiz öğrenilip uygulanamayacağıdır. Yoksa herkesin mutlaka bir şeyhe bağlanması anlamına gelmez.” Sultan Baba’nın sadık talebelerinden Rahmi amca sormuş: “Sultan Baba, Osmanlı padişahları tasavvuf a nasıl bakıyordu?” Sultan Baba, Rahmi amcanın bu sorusuna şöyle cevap vermiş: “Osmanlı sultanları genelde iyi bir devlet adamı olmanın yanısıra gönül dünyası zengin deryâ-dil insanlardı. Amaçları kuru bir cihangirlik kavgası değildi. Dışa yansıyan atak ve savaşçı kişiliklerinin derinliğinde içli bir ruh dünyaları vardı. Bu özellikleri onların tasavvuf, edebiyat ve şiirle de ilgilenmelerinde etkili olmuştu. Devlete adını veren Osman Gazi'den itibaren son padişaha kadar genelinde bu özellikleri görmek mümkündür. Osman Gazi'nin bir ahî şeyhi olan Şeyh Edebâlî’nin kızı ile evlenmiş olması belki bu yakınlığın en bâriz ve ilk örneğidir. Osmanlı, altıyüz yıl yaşayacak olan muhteşem imparatorluğun temellerini ordu, medrese ve tekke üzerine binâ etmiştir. Sultan Baba’nın tasavvuf tarifi: Mürşidden alınan hâl ilimdir Talebeleri bir gün Sultan Baba’ya sordular: “Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?” Sultan Baba, talebelerinin sorularına şu cevabı verdi: “Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için şu ölçülere ihtiyaç vardır. 1- Ehl-i sünnet ve ve'l-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç, 2- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel), 3- Düzgün bir muâmelât , 4- Muhammedî bir ahlâk.” Sultan Baba, Tasavvuf’un ölçüleri içinde taşıdığı özellikleri talebelerine ve sevenlerine anlatırken şöyle sıralardı: a- Tasavvuf manevi tecrübe ile anlaşılan hal ilmidir, b- Tasavvufi bilginin konusu ma'rifetullah'tır, c- Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir, d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübe ilmidir. e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı olarak kabul edilir. f- Tasavvufi eğitim, “tarikat” denilen özel yollarla kat’edilir. Şifa ayetleriyle tedavi Kendisine tabiplik icazeti verilen Sultan Baba, devrinin insanlarına Kur’an-ı Kerim’den şifa ayetlerini okuyarak Allah’ın izniyle tedavi ederdi. Sultan Baba’nın sadık talebelerinden rahmetlik Harun abi bir gün: “Sultan Baba, dervişlik nedir?” diye sormuş. Sultan Baba, Harun abinin bu sorusuna Yunus Emre’nin dilinden ve yine O’nun mısralarıyla cevap vermiş: “Beni iyi dinle Harun evladım. Burada bulunanlar da iyi dinlesinler. Çünkü dervişlik, pirimiz Yunus Emre’nin dediği gibidir. Yani: ‘Dervişlik olaydı tâc ile hırka/ Biz dahi alırdık otuza kırka’ Yine Yunus Emre diyor ki: ‘İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsin/ Bu nice okumaktır’ Kısaca, tasavvuf; insanlara önce kendini sonra Rabbini tanıtma (ma'rifet) yolunu gösterir. Yolun kenarındaki trafik işaretleri gibidir.” Şifa pınarı Sultan Sultan Baba’nın, cihadı keramet, kerameti cihaddı. Küçük dükkânının etrafına kasıtlı olarak iki defa gaz döküp kibrit çaktıkları halde tutuşmamış, yanmamış. "Kul, Cenab-ı Allah ile, O’nun yolunda olunca, yol boyunca kimse zarar veremez " diyordu. Kendisine tabiplik icazeti verilen Sultan Baba, devrinin insanlarına Kur’an-ı Kerim’den şifa ayetlerini okuyarak Allah’ın izniyle tedavi ederdi. Şahin abi naklediyor: “Hakikaten Sultan Baba kendisine okunmaya gelenleri hiç kırmaz, hemen okumaya başlardı. Okurken, Meşrep, Mezhep ayrımı yapmazdı. Hastalar, O Kur’an okuyunca huzur bulurlardı. Yarım saat önce inleyerek okunmaya gelen hasta insanların inlemeleri durur, yüzleri gülerdi. Sultan Baba’nın ılık nefesi, sanki Medine rüzgârıydı. Allah’ın izni ile okunan herkesi iyi ederdi.” Ermeniye abdest aldırdı Sultan Baba’nın talebelerinden olan Malkaralı Ahmet abi, enterasan bir olayı anlatmadan geçemiyor: “Bir Ermeni vatandaş, herkes gibi, Sultan Baba’nın şifa pınarı olduğunu duymuş, ‘Ben de nasipleneyim’ diye okunmak için dükkanına gelmiş. Sultan Baba, Ermeni vatandaşı tebessümle karşılamış, talebelerine: ‘Efendiye abdest yerini gösterin" demiş. Abdesthaneyi gösteren kardeşimiz, Ermeni vatandaşa abdest almasını da öğretmiş. Aynı onun gibi besmele çekerek abdestini alan Ermeni vatandaş, Sultan Baba’ya okunmuş ve iyi olmuş.” Dilinde deva, kalbinde vefa vardı “Sultan Baba’nın dilinde deva, kalbinde vefa vardı. O herkese yardı, dertli, keyifli hep onu arardı. Çünkü o Peygamber Efendimizin ahlâkıyla ahlâklanmış bir insandı. O’nun gibi ibadet eder, O’nun gibi zikir yapardı. O mübarek sultanımız bize ‘Dünya bir misafirhane, asıl yurdumuz ahirettir’ diyordu.” Sultan Baba’nın sadık talebelerinden Malkaralı Ahmet abi diyor ki: “Sultan Baba insanların ayıbını yüzüne vurmaz, İslam’ın emirlerini bilmeyenlere öğretir, yaratılanı yaratandan ötürü hoş görürdü. Sultan Baba’nın işine akıl-sır ermezdi. Sultan Baba’nın çok vefakar olduğunu bildiren sadık talebelerinden Kastamonulu Recep abi diyor ki: “Sultan Baba’nın dilinde deva, kalbinde vefa vardı. O herkese yardı, dertli, keyifli hep onu arardı. Çünkü o Peygamber Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmış bir insandı. O’nun gibi ibadet eder, O’nun gibi zikir yapardı. O mübarek sultanımız bize ‘Dünya bir misafirhane, asıl yurdumuz ahirettir’ diyordu” Sultan Baba’yı ziyarete gelen Gaziantepli bir emekli öğretmen: “Sultan Baba, seyr-i sülük ne demektir?” diye sormuş. Sultan Baba, şu cevabı vermiş: “Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad seyr-i sülûktür. Lügatte seyr gezmek ve yürümek demektir. Sülûk ise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr, cehâletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kulun fânî varlığından Hakk’ın varlığına yönelmektir. Sülûk tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan ahlâkî eğitimdir. Bir başka ifâdeyle seyr u sülûk, tasavvuf ve tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçen safahatın adıdır. Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da vusûl; yani Hakk‘a vuslattır. Hakk’a vuslat Allah’ı görüyormuşçasına kulluk (ihsân) şuûruna ermek, dâimâ Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilâhiyye) bilincini yakalamak O’na teslim olup O’ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek fâilinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiâsından kurtulup gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk’ı hâkim kılmaktır.” Bir insanın kalbini kırmak Sultan Baba, insanların kalbini kırmamaya dikkat ederdi. Talebelerine de kimsenin kalbini kırmamalarını tavsiye ederdi. Sultan Baba bu konu üzerinde çok dururdu. Bir insanın kalbini kırmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu ise şöyle açıklardı: "Gerekirse Kâbe’yi yık, ama bir insanın kalbini yıkma. Çünkü Kâbe’nin mimarı, insan. O’nu yıkarsan yine yapılır. Fakat bir insanın kalbini yıkarsan o yapılamaz. Çünkü ustası yok.” Kime oy verelim? 20 Ekim 1991 seçimleri yapılacak. Üç tane üniversite öğrencisi Sultan Baba’ya “Kime oy verelim?” diye sormuş. Sultan Baba da: “Evladım benim kıyafetimi görünce tavsiye edeceğim partiyi veya şahsı da tahmin etmişsinizdir. Siz en iyisi bir tane Papaz ve bir Haham’a sorun. Onlar kime oy vermeyin derse O’na verirsiniz” karşılığını verir. Gençler giderler, bir Papaz ve bir de Haham bulup sorarlar. Cevap, malumunuz: “Erbakan ve partisine (Refah’a) oy vermeyin de kime verirseniz verin” Bu cevaptan sonra Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a ve partisi Refah’a oy veren gençler, siyaset gerçeğini de öğrenmiş olurlar. Millî Gazete ve sabun Malkaralı zeytinci Ömer abi anlatıyor: “Sultan Baba, Zeytinburnu’ndaki dükkânına gidenleri boş çıkarmazdı. Adam hiçbir şey almadan çıkacak olsa, Sultan Baba, “Evladım bir Millî Gazete ile bir de sabun alır mısın” derdi. Adam, itiraz etmeden alırdı ama, parayı öderken içinde bir ukde kalmış gibi Sultan Baba’ya bakardı. Sultan Baba o insanın içinden geçenleri okurcasına: “Bak evladım, bu gördüğün sabun insanın bedenindeki maddi pislikleri temizler. Milli Gazete ise insanın kalbini ve ruhunu manevi pisliklerden temizler.” Zakir ile Şakir’in manası... Sultan Baba Allah için hiddetlenir, Allah için sevinirdi. Dünya için gam çekmezdi. Azimliydi ama haset değildi. Dilinde devamlı Mevla’nın ismi. Kısaca zikirle meşguldü. Dünya lezzetlerine küsmüş, mevki makam hırsı yoktu. Sultan Baba, “İman var ya iman; işte o ne büyük hazine. İnsan bir düşünebilse” derdi. Sultan Baba’nın zikir meclisi zahiriydi. Yani sesli zikir yapar ve yaptırırdı. Birgün H. Ahmet amca Sultan Baba’ya sordu: “Zakir ile Şakir’in manası nedir?” H. Ahmet amcayı çok seven Sultan Baba şu cevabı verdi: Zakir; Cenab-ı Allah’ın isimlerini zikreden, Şakir ise Cenab-ı Allah’ın verdiği nimetlere şükreden demektir.” Benlik duvarını yıkmış, maddeye asmıştı. Neşesi, eğlencesi, şükür ve zikirdi onun (Entel hadi, entel Hû) dilindeki terennüm, dilindeki ilahisi. En büyük kahraman kimdir? Sultan Baba diyordu ki; "En büyük kahraman, çavuşu (nefisi) esir alandır. Sen ona emret, o sana emretmesin. Onun ifadesi ile nefsin ismi çavuş. Öldür onu, Rabbine kavuş. Hak tokmağı ile vur, beynini patlat. Bu en büyük cihad. Bütün azalar kalbe, kalp teslim olmuş Rabbe. Gece feryat, gündüz cihad, Tam bir ömür hey hat!.. Ne muhteşem bir manzara. Yaratanla yaratılanın muhabbet tablosu. (Elhamdülillah) Onlar din, iman, mümin. Onlar peygamberimin sağ kolu. Sultan Baba, yurt içinde ve yurt dışında ikamet eden yüzlerce talebeye sahip. Talebelerine eğitimlerinde sadece kurtulmayı değil, başkalarını kurtarma iradesini empoze ediyor. Ashab-ı Kiram’ı, o gökteki yıldızları örnek gösteriyordu. Aynı coşkuyu bulamazsın Sultan Baba’nın talebelerinden Mevlüt Hoca: "Sultan Baba, tasavvufî hayat ferdî olarak yaşanamaz mı?" diye sormuş Sultan Baba şu cevabı vermiş: "Bu soruyla iki şey kasdedilmiş olabilir? Birincisi evrad ve ezkârıyla, riyâzat ve mücâhedesiyle, seyr-i sülûk ve tarikatıyla tasavvufun ferdî olarak yaşanıp yaşanamıyacağı; ikincisi kişinin kendi başına kitap ve sünnete uygun bir kulluk yapıp yapamayacağıdır. Tasavvuf öğrenileni yaşamayı fiilî olarak öğreten bir eğitim kurumudur. Eğitimde güçlü şahsiyetlerin başkalarını etkileyerek kendi boyası ile boyaması söz konusudur. Çünkü terbiye, olgunlaşmış şahsiyetlerin, insanın eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı olumlu etkidir. Türkçe’deki: "Kır atın yanında duran ya huyundan, ya suyundan" sözü bu etkileşimi gösterir. Birinci şekliyle; yani tasavvufun seyr-i sülûk ve tarikatıyla ferdî olarak yaşanması mümkün değildir. Tasavvufun amacı bir mürebbî ve mürşidi gerekli kılmaktadır. Bütün uygulamalı ilimlerde olduğu gibi tasavvufi terbiyede de üstâda ihtiyaç vardır. Bu konuda Şeyh ve mürşide âit meselelerde daha ayrıntılı bilgiler verilmiştir. İkinci şekliyle; yani insanın kendi kendine kitap ve sünnete göre kulluk yapması elbette mümkündür. Eldeki yazılı bilgilerden yararlanarak insan iyi bir müslüman olabilir. Ancak birlikteliğin heyecan ve coşkusu daha farklıdır." “Tasavvuf; Peygamber Efendimizi örnek alarak yaşamaktır” Sadık talebelerinden Erzurumlu rahmetlik Sadrettin amca bir gün: “Sultan Baba, tasavvuf ne demektir?” diye sormuş. Sultan Baba, Sadrettin amcanın bu sorusuna şu karşılığı vermiş: “Tasavvuf; Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır Sadrettin efendi. Yani kalp ve ruhunu, Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu sıfatlarla donatmaya çalışmaya tasavvuf diyoruz. İlahi ahlâk ise, en kısa ifadesiyle, Kur’an ahlâkıdır" Sultan Baba, tasavvuf ile ilgili tarifini şöyle sürdürmüş: “Tasavvuf; Sünnet-i seniyyeye ittibadır. Yani, Peygamber Efendimizin hayatını örnek almak, Onun gibi yaşamaya çalışmaktır. Sünnete ittiba, velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zenginidir. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle Peygamber Efendimiz, "usve-i hasene"dir (Ahzab, 51) Yani, model insandır, yani en güzel örnektir. O halde bizim modelimiz de örneğimiz de O’dur.” Sultan Baba, “Nefsi terbiye nasıl izah edersiniz?” şeklindeki bir soruyu da şöyle cevaplar: “Günahlara meyilli olan nefis, ilk haliyle ham petrole benzer. Arındırılmazsa işe yaramaz, hatta zarar verir. İyi bir terbiyeden geçerse, ondan çok istifade edilir.” Müslümanların her türlü derdiyle uğraşan Sultan Baba, halkın gönlünde taht kurar. Sultan Baba’yı dükkanda ya da sokakta gören eline yapışır, nezaketle öperdi. O da "Cenab-ı Allah hayırlı ömürler versin. Allah doğru yolundan ayırmasın. Ayağını kaydırmasın" diye el öpenlere dua ederdi. Sultan Baba Zeytinburnu'nda küçük bir dükkan, İçinde nur yüzlü bir Sultan vardı. Müşteriye şefkat ile bakardı; Milli Gazete'yle sabun satardı. Yüzünü görene bir hal olurdu, Kapısına gelen şifa bulurdu. O’na dert olurdu ümmetin derdi. Ve "Edep ilimden üstündür" derdi. İnsanları kumaş gibi dokurdu, Dudakları her an Kur'an okurdu. Düşmezdi dilinden hiç Allah virdi, Uyurken, yürürken işi zikirdi. Eli gibi gönlü bol bir insandı, Bu güzel Sultan'ın ismi İhsan'dı. Bir Cumartesi vuslata erdi, Emanetleri ehline verdi. Bütün ilimleri serdi önüne; Herkesi çağırdı Güneyköy'üne. Alemi bir anda matem bürüdü, Ve Sultan Babamız Hakk’a yürüdü. Gönül dünyamızdan bir yıldız kaydı, Yıldızdan ziyade bir harikaydı. Selami Çalışkan 24 Kasım 1992 İslam Birliği’ni savunurdu Sultan Baba hayatı boyunca İslam Birliği’ni savunur, bu birliğin kurulması için elinden gelen çabayı harcardı. Müslümanlar arasında nifak çıkaranları kınar, ihanet edenlerin çok büyük bir azaba düçar olacaklarını söylerdi. Sultan Baba’nın talebelerinden Hüseyin Hoca (Sarıyer) “Sultan Baba, uzlet nedir? Faydaları ve zararları nelerdir?” diye sorar. Sultan Baba, Hüseyin Hoca’nın sorusuna şu cevabı verir: “Uzlet halkın arasından süresiz uzaklaşıp yalnızlık ve inzivâyı tercihtir. İnsanın maddî varlığı ile halktan uzaklaşmasıdır. Böyle bir uzlet ve yalnızlık genelde kabûl gören bir davranış değildir. Bu yüzden İmam Gazzâlî, uzletin fayda ve zararlarını değişik açılardan ele almıştır. Onun tesbitine göre uzletin faydaları şöyle özetlenebilir: Uzletin faydaları ve zararları 1- Huzûr içinde ibâdet ve tefekkür, kâinâttaki sırları araştırma imkânı, 2- İnsanlar arasında bulunmaktan doğacak gıybet, riyâ ve nemîme gibi âfetlerden, emr bi’l-ma’rûf yapamama gibi günahlardan kurtulmak, 3- Toplumun fitnelerinden ve onlarla mücâdele ile insanların şerrinden kurtulmak, 4- Kişinin insanlardan, insanların da kendisinden ümid kesmesi. Gazzâlî uzletin insana vereceği zararları da şöyle sıralar: 1- Okumak ve ilim öğrenmekten mahrûmiyet, 2- Çalışmak ve kazanç elde etmekten mahrum kalmak, 3- Terbiye ve edeb öğrenmekten mahrûm olmak, 4- İnsanlarla sevişmekten mahrum kalmak, 5- Sevap kazanmak ve kazandırmaktan mahrûmiyet, 6- Tevâzu sâhibi olmayı öğrenememek, 7- Tecrübe sâhibi olamamak. Görüldüğü gibi, uzletin zararları faydalarından daha çoktur. Bu yüzden dervişler devamlı inzivâ anlamına gelecek uzlet yerine halvet, çile veya erbaîn denilen süreli yalnızlığı tercih ederler.” Üzerine güneş doğmamıştı Sultan Baba, devrinin Mevlana’sı ve Yunus’u gibiydi. Çünkü O’nun da Hak’tan gayrısından korkusu yoktu. İnsanları incitmemeye çalışır, ayıplarını örter, kusurlarını görmemezlikten gelirdi. Talebelerine de “Settar’ıl Uyup olun” derdi. Çünkü o bir rehberdi. Yani narı nur edenlerdendi. Sultan Baba’nın hayatı boyunca, üzerine gün doğmamış, güneş onu yatakta bulamamış. Kerem sahibi Efendimizin “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış” Hadisi Şerif’ini Sultan Baba hayatında düstur edinmişti. Kerem sahibi Efendimizin iradesi, ifadesini bulunca ortaya maddi ve manevî gayretleri, talebelerinin de katkıları ile meydana gelen “Sultan Baba Külliyesi” kıyamete kadar hizmete açıktı. Adres: İstanbul, Yalova, Ankara Yozgat. “Bugün Allah için ne yaptın?” prensibine inanan ve bu inançla hizmet eden Sultan Baba, dünya ve Türkiye gündemini yakından takip eder, Millî Gazete okur ve okuturdu. Ziyarete gelene bir gazete bir sabun, hikmetini siz bulun... Mücahid şeyh Doğuştan mücahid Sultan Baba,”Müslüman nerde darda, nerde narda ise biz oradayız. Orada olmaya mecburuz. Bizi olur olmazla meşgul etmeyin”derdi. Sultan Baba’nın büyük oğlu Ahmet abi (Tamgüney) anlatıyor: “Bir Afgan mücahidi. Hindikuş Dağları’ndan kalkmış, Sultan Babamın Zeytinburnu’ndaki dükkânını aramış bulmuş. İçeri girer girmez, Sultan Baba’mın ayaklarına kapandı ve şöyle dedi: “Sizi verdiğiniz adresten buldum Ey Allah dostu. Ve Size mücahidlerden çok selam getirdim. Aç susuz yiğitlere su veren, sepetinden simit dağıtan sizdiniz? Buldum sizi.” Afganlı mücahit, masadaki zemzem tasını görünce, O’nu tanıdı. O da biz de şok olmuştuk.” Yine Sultan Baba’nın oğlu Hüseyin abi anlatıyor: “Arafat’ta bulunuyorduk. Bir anda Afgan mücahidleri Sultan Baba’mın etrafını sarıp ellerine sarılıp öpmeye başladılar. ‘Mücahid Şeyh!.. Mücahid Şeyh!.. Hindikuş Dağları’nda bizimle savaştın. Sen O’sun’ dediler. Ben de ‘Dergahından hiç ayrılmayan gözleri görmeyen babam nasıl olur?’ dedim ve hayretler içinde kaldım. Sultan Babam sanki bir ayıp işlemiş gibi, ‘Yapmayın, etmeyin, gençler. Açık vermeyin’ diyordu. Sultan Baba da diğer Allah Dostları gibi; tayyi mekân tayyi zaman sırrına sahip çağlar üstü insanlardan biriydi. Güzide insan Muhammet ümmetinin Hadimi idi. Şafak sökene kadar, makamı Hüda’da bazan kıyamda, bazan secdede yalvarır, ağlar dua yapardı. O yaralı kalplerin tercümanı idi. Geceleri sessiz sesiz ağlardı. Mübarek göz yaşları sakalını tel tel ıslatırdı. O bir Kur’an Aşığıydı O mübarek insan sihir yapanların dinden çıktığını ve kafir olduğunu söylerdi. Kendisi devamlı Kur’an okurdu. Çünkü O Kur’an aşığıydı. Hz. Osman gibi her sohbetine Rahman ve Rahim olan Allah’ın Kur’anı ile başlar, sohbetini yine Fatiha ile bitirirdi. Zikir sohbetlerinden önce 3 defa “Allahu ekber, Allahu ekber, La ilahe illallahu vallahu ekber” diye tekbir getirilir, tekbirin Türkçesi olan “Ya yücelerin yücesi Allahım, Sen’den başka ilah yoktur. Vallahi Sen Ekbersin. Bütün Hamdü Senalar Sana aittir” cümlesi yine üç defa tekrar edilirdi. Sonra yine üç defa “Eşhedü en la ilahe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu” denilerek kelime-i şehadet getirilirdi. Bunun Türkçesi olan “Şehadet ederim ki Allah’dan başka ilah yoktur. Yine Şehadet ederim ki Muhammed (a.s.) Allah’ın kulu ve elçisidir” cümlesi üç defa tüekrar edilirdi. Sonra 500 defa “Estağfirullah el azim” diye istiğfar edilirdi. Bir Fatiha-i şerif, 11 İhlas-ı şerif okunurdu. Felak ve Nas surelerinden sonra yine Fatiha-i Şerif okunur, bu surelerden sonra 500 kere “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammedinin ve ala alihi ve sahbihi vesellim” selavat-ı şerif okunurdu. Sultan Baba “Faelemennehu” dedikten sonra 1000 defa Lailahe İllallah=Yoktur İlah Allah’dan başka” denirdi. Bin defa da “Allah” denirdi. Sonra 100 defa Cenab-ı Allah’ın güzel isimlerinden (Bütün güzel isimler Allah’ındır) “Ya Tabib”, 100 defa “Ya Müsebbibel Esbab” 100 defa “Ya Hay”, 100 defa “Ya Kayyum” denir. Tekrar 100 defa “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammedinin ve ala alihi ve sahbihi vesellim” denir. Tekbir ve şehadet getirilir. Fatiha okunduktan sonra Sultan Baba’nın “Amin” demesiyle duaya başlanırdı. Okunan Kur’an-ı Kerim, tevhid, şehadet ve selavat-ı şeriften hasıl olan sevaplar Evvela bizzat,? Hace-i Kainat, sebeb-i mevcudat, Hz. Muhammed Mustafa (S.a.v.) Efendimize, ondan hasıl olan sevap Hz. Adem’den (as) Hz. Muhammed’e (a.sv.) kadar gelmiş geçmiş ne kadar Nebi, Resul Peygamber-i Zişan Efendimiz varsa cümlesinin ruhlarına bağışlanır. Ondan hasıl olan sevap, müctehid imamlarımızın, alimlerin, zahidlerin, meşayih-i kiram’ın, bütün akraba ve taallukat ve bütün Ümmet-i Muhammed’in ruhlarına bağışlanır, Allah Rızası için okunan Fatiha ile ders sona ererdi. Dersten sonra mutlaka çay ikram edilirdi. Ümmetin kurtuluşu için Sultan Baba, dualarında “Atma, ateşine atma Muhammed ümmetini, Yakma, Ümmetini yakma, Ciğerini yakma efendimin” diye yalvarıyordu. Beden ikliminde dert (aşk) ateşi çok yüksekti ki, gözlerini kaybetmişti. Cennet mekân Sultan Baba, gönül gözü ile görür, gönül gözü ile yürürdü (Son zamanlarda). O er oğlu er, “Ya Rabbi Adil ve Bayraktar Müslüman Türk Milleti’ni yeniden şahlandır” diye dua ederdi. Gelini’nin dilinden Sultan Baba Aynı zamanda iyi bir hatibe olan gelini Fatma Tamgüney, Sultan Baba’yı bir dörtlüğünde şöyle anlatıyordu: “Bu ne fevkalade ne güzel halmiş /Aşkın yaşları kitabın sayfalarını delmiş/ Her seher vakti mukabele okur. / Okur da muhabbet kemerini dokurdu..” Sultan Baba: "Şeyh Şerafeddin hazretlerini ziyaret etmeden kimse bize gelmesin” Sultan Baba’nın mürşidi Şeyh Şerafeddin hazretleri (r.a.), Yalova’nın Güneyköyü’nde medfun bulunuyor. Köyde şeyhin, türbesi, camisi ve çeşmesi var. Kafkasyalı Şeyh Efendi Camiyi yaptırırken ustalar işi ağırdan alırlar. Şeyh ile ustalar arasında şu konuşma geçer: “– Camiyi Ramazana yetiştirecektiniz. Niçin yavaş çalışıyorsunuz? – Bize verecek paranız yokmuş. – Onu size kim söyledi? (Yerden bir avuç çakıl alır ve ustalara uzatır) – Para istiyorsanız, alın size para. (Ustaların gözleri açılır. Çünkü şeyhin avucundaki çakıllar birer sarı altın oluvermiştir. Şeyh Şerafeddin hazretlerinin ünü Sultan Reşad’ın kulağına kadar gider. Saraya giden bir grup papaz, “Padişahım, bir Müslüman alimi çağırın. Sorularımıza cevap verirse, Müslüman olacağız. Veremezse, o hristiyan olacak” derler. Padişah kabul eder. Şeyh Şerafeddin çağrılır. Bütün sorulara cevap verince 8 papazdan 2’si Müslüman olur. Padişah, Şeyh Şerafeddin’e: “Dile benden ne dilersen” der. Şeyh Şerafeddin de “Bir çeşme yaptırın” der. Güneyköy’de Sultan Reşad’ın tuğrası bulunan bir de çeşme yapılır. Sultan Baba, “Şeyh Şerafeddin’i ziyaret etmeden kimse bize gelmesin” derdi ve kendisi 45 günde bir talebeleriyle birlikte Şeyh Şerafeddin hazretlerini ziyarete giderdi. Tekke, Mescid-i Nebevi örneğindeki Ashab-ı Suffe’den örnek alınmıştır Meşhur talebelerinden Fethi abi (Albayrak), Sultan Baba’ya: “Tekke, câmiin fonksiyonunu yerine getirebilir mi? Tekke, câmiin asr-ı saadetteki fonksiyonlarını kaybetmesi yüzünden mi doğmuştur?” diye sordu. Sultan Baba, Fethi abinin sorusuna şu cevabı verdi: “Bilindiği gibi câmi, asr-ı saâdette bir mabed olmanın yanısıra pekçok sosyal hizmetin icrâ edildiği bir merkezdi. Câmi bir istişâre, öğretim ve eğitim yeriydi. Çünkü hem devlet başkanı, hem ilmî otoritenin sâhibi, hem de manevî otoritenin temsilcisi olan Peygamber Efendimizin yeri câmi idi. Peygamber Efendimizden sonra otoriteler ayrılınca her otorite için ayrı mekân zarûreti oldu? Çünkü Peygamber Efendimizin yerine geçen 4 halifeden sonra onların yerine geçen halîfeler bütün otoriteleri değil, sadece siyâsî otoritesyi temsil ettiği için böyle bir durum ortaya çıkmış. Bununla birlikte tekkenin de medresenin de ilk merkezi câmidir. Öğretim için medreseler, eğitim için tekkeler, askerî hizmetler için ribat ve ordugâhlar kurulmuş. Bu müesseselerin hiçbiri diğerinin alternatifi değildir. Bu yüzden tekkenin câmiin yerini tutması ve onun bütün fonksiyonlarını yerine getirmesi mümkün değildir. Tekke, Mescid-i Nebevî örneğindeki ashab-ı suffeden alınmıştır. Nasıl mescidin yanında yatıp kalkan ashâb-ı suffe, Allah Rasûlü’nün devamlı talebeleri idiyse, aynı şekilde tekkelerin derviş hücrelerinde barınan müridler de tekke şeyhlerinin eğitiminden geçen talebeleridir. Tekkeyi câmiin asr-ı sâdetteki fonksiyonlarını kaybetmiş olmasından ortaya çıkmış bir kurum olarak görmek yerine onun hizmetlerini paylaşan bir kurum olarak görmek gerekir. Çünkü tekke, farklı karakter yapısına sahip insanların birbirine yakın olanlarını eğitmektedir. Câmi ise mezhep, meslek ve meşrepleri ne olursa olsun bütün müslümanlara mabed görevi yapmaktadır. Ayrıca tekkelerde mûsikî, semâ, riyâzat, mücâhede ve halvet türü özel eğitim yöntemleri uygulanır. Bu da câmi ile tekke ortamlarının farklı olmasını gerekli kılar.” Peygamber kabri üstünde namaz kılınır mı? Bindokuzyüzdoksanyedi’de Sultan Baba’nın talebeleriyle birlikte Umre ziyaretine gitmiştik. Yanımdaki arkadaşıma Beytullah’ın yanındaki hilal şeklindeki duvarı göstererek, “– Bu duvarın içinde namaz kılmak çok faziletliymiş” deyiverdim. Bu sırada konuşmamızı duyan bir Hacı Abi: “– Bilmeden konuşmayın. O duvarın çevrelediği yerde en az 15 Peygamber’in kabri bulunduğu rivayet edilir. Peygamber kabri üstünde namaz kılınır mı?” dedi. Serde gazetecilik var ya. O Hacı Abi’ye tekrar sordum: “– İyi de orada 15 Peygamberin kabri olduğunu siz kimden duydunuz?” Hacı Abi, gayet sakin: “– Sultan Baba’dan” Mescid-i Aksa’nın altını oyuyorlar Sene bindokuzyüzdoksan. Türkiye Gazetesi’nde muhabirim. Bir yakınım dedi ki: “– Yahudiler, yıkmak için Mescid-i Aksa’nın altını oyuyormuş.” Ona: “– Bunu kimden duydun?” diye sordum. “– Sultan Baba’dan” cevabını verdi. “– Peki Sultan Baba Kudüs’e gitmiş mi?” “– Ne gerek var, o bir Allah dostu” dedi. Aradan bir hafta geçmeden arkadaşım Şeref Özata, gazetenin yönetimine “Kudüs’e gidip röportaj yapmak istiyorum” diye teklif vermiş. Şeref’in röportaj teklifi olumlu karşılanmış. Ancak gazetenin sahibi Enver Ören, “Yanına akıllı bir adam alsın” demiş. Şeref iki arkadaşımın ismini vermiş, Enver Ören: “– Bunlarla yola çıkılmaz. Mesela Selami Çalışkan olabilir” demiş. Teklif bana geldi. Balıklama daldım ve “Hemen kabul ediyorum. Ne zaman gidiyoruz?” diye Şeref’e sordum. Arkadaşım: “– Her şey hazır, sadece İsrail’in İstanbul Başkonsolosluğu’ndan vize almamız gerekiyor” dedi? Onu da temin ettik? Tam bir haftalık seyahate çıktık? Gazze, Ramallah, Hayfa’yı da gezdik ama, günlerimizin çoğu Kudüs’te, tabii ki Mescid-i Aksa’da geçti. Mescid-i Aksa’nın altının “Tarihi eser arıyoruz” bahanesiyle Yahudilerce oyulduğunu gözlerimizle gördük ve fotoğrafını çektik. Ve Sultan Baba, Hakk’a yürüdü Bir cumartesi vuslata erdi. Emanetleri ehline verdi. Bütün ilimleri serdi önüne. Herkesi çağırdı Güneyköy'üne. Alemi bir anda matem bürüdü. Ve Sultan Babamız Hakk’a yürüdü. Gönül dünyamızdan bir yıldız kaydı. Yıldızdan ziyade bir harikaydı. Rahmi Amca (Aygör), Sultan Baba’ya sorar: “İnsan nasıl büyür? Ya da insan-ı kâmil nasıl olur?” Sultan Baba, Rahmi Amca’ya şu cevabı verir: “Kesb-i kemal, seyr-i cemâl. Yani Rahmi efendi, bedenen büyüyen insan, ruhen de büyümelidir. Büyük insan bedenen büyük olan değil, manen büyük olandır. Çekirdeğin ağaç olmaya çalışması gibi, insanın da hedefi, insan-ı kâmil derecesine ulaşmak olmalıdır. Bu dereceye gelen insan, İlâhi san’at eserlerini seyir ve temaşadan büyük bir haz ve lezzet alır. Kainat kitabının anlayışlı bir okuyucusu olur.” Kurbiyet ne demektir? Mansur abi sormuş: “Sultan Baba, Kurbiyet, ne demektir?” Sultan Baba, Mansur abiye şu cevabı vermiş: “Evladım Kurbiyet; Allah’a yakınlık demektir. Tasavvuf’ta bir makamdır. Yani insan belli bir mesafe kat ederek Allah’a yakınlık kazanır. Şüphesiz, bu kurbiyet, mekanî manada bir yakınlık değildir. Bir subayın rütbece ilerlediğinde padişaha daha yakın olması, veya bir talebenin ilimde ilerledikçe hocasıyla daha iyi muhatab olması gibi bir yakınlık.” İhsan mertebesi nedir? Bir ismi de “İhsan” olan Sultan Baba’ya Harun abi “Tasavvuf’ta ihsan ne demektir?” diye sormuş. Sultan Baba, Harun abi’nin sorusuna şu cevabı vermiş: “Bu sözlerimi iyi dinle Harun efendi. Tasavvuf’ta ulaşılan İhsan mertebesini en iyi izah eden Alemlerin Sultanı Peygamber Efendimizdir. Bu soruyu (Yani İhsan nedir’i) Cebrail aleyhisselam Peygamber Efendimize sormuş. O da buyurmuş ki, ‘Allah’ı görür gibi ibadet etmektir.’ Bir Müslümanın bu mertebeye erdiğini düşünsenize. Kendinizi Allah’ın huzurunda görüyorsunuz, o huzur içinde yaşıyorsunuz ve daha cennete girmeden, iç aleminizde cennetin lezzetlerini hissediyorsunuz. O zaman insan günah işler mi?” İhlasın zıddı, riya Sultan Baba’nın sevdiği talebelerinden birisi de şüphesiz Hüseyin Hoca idi. Bir gün Hüseyin Hoca, Sultan Baba’ya, “İhlas nasıl elde edilir?” diye sormuş. Sultan Baba, Hüseyin Hoca’ya şu cevabı vermiş: “İhlası elde etmek için güzel ameller işlemeliyiz. Bunun için de yaptığımız her ameli bizi yoktan var eden Allah emrettiği için yapmalıyız. Kurtuluş, ancak ihlas ve sıdk ile mümkündür. İhlasın zıddı, riyadır. Riya ise, yapılan işin Allah emrettiği için değil de, gösteriş için, yani desinlere yapılmasıdır. Ey Hüseyin Hoca, şunu hiç unutma, kendi haline bırakılan nefis, riyaya yönelir. Terbiye edilen nefis ise, böyle aşağı şeylere tenezzül etmez; doğrudan doğruya Allah’a müteveccih olur.” Mürşid-i Kâmil kime denir? Sultan Baba’nın talebelerinden Erzurumlu merhum Sadreddin amca Sultan Babaya sormuş: “Mürşid-i Kamil kime denir?” Sultan Baba, Sadreddin amcaya şu cevabı vermiş. “Mürşid; rehber, kılavuz ve yol gösteren demektir Sadreddin Efendi. Mürşid-i kamil ise Sırat-ı Müstakimi (dosdoğru yol, yani İslam’ı) gösteren, dalaletten hidayete sevkeden kişidir. Mürşid-i Kamil, tasavvufta seyr-i sülûkunu tamamlayıp, irşada ehliyetli ya da icazetli olan kişiler için kullanılan bir tabirdir. Şeyh ile aynı manaya gelir. Kamil bir mürşide bağlanmanın hükmü kişilerin durumuna göre değişir.” Huzura kavuşmak için neler yapmalıyız? Sultan Baba’nın talebelerinden Türkistanlı Taceddin abi: “Dünya ve ahirette huzura kavuşmak için neler yapmalıyız?” diye sormuş. Sultan Baba, Taceddin abi’ye şu cevabı vermiş: “İki cihan saadeti istiyorsanız, yani her iki dünyada da iyiliklere, rahat ve huzura kavuşmak istiyorsanız, şu sayacaklarıma sahip olmanız gerekir. Bunlar: 1- Sağlam ve doğru bir imana sahip olmak. Böyle bir imana kavuşmak için de, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmek ve inanmak gerekir. 2- İnsanların saadeti için, dinin emir ve yasaklarını öğrenmek. (Dinimizde bildirilen helalı, haramı ve diğer hususları öğrenmek ve buna uygun hareket etmek.) 3- Kalbin kötülüklerden temizlenmesi ve nefsin terbiye edilmesi. Çünkü nefs hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak ve Allah sevgisini kalbe yerleştirmek için, tasavvuf âlimlerinin eserlerini okuyup onlar gibi amel etmek gerekir. 4- Bir kimse doğru imana kavuşur, dinin emirlerini seve seve yerine getirirse enbiyaya, evliyaya ve melaikeye benzer ve onlara yaklaşır. Aynı cinsten olan şeyler, birbirini çektiği gibi onlar tarafından yanlarına çekilir. Çok büyük bir mıknatısın bir iğneyi çekmesi gibi onu yüksekliklere çekip Cennete kavuşmasına sebep olurlar.” Zikirin önemi nedir? Sultan Baba, bu konuyu enteresan bir misalle açıklamaya şöyle devam etmiş: “Taceddin efendi bu sözlerimi sakın unutma! Manen yükselmek, dünya ve ahiret saadetine kavuşmak; bir uçağın uçmasına benzetilirse, iman ile ibadet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, yani benzinidir. Tasavvufun iki gayesi vardır: Birincisi, imanın yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmamasıdır. Ancak, akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen iman, böyle sağlam olmaz. Cenab-ı Allah, Rad Suresi’nin 28. ayetinde buyuruyor ki: ‘Kalblere imanın yerleşmesi ancak ve yalnız zikir ile olur.’ Şimdi zikirin önemini anladınız mı? Yine Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Zikir sofraları Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Yer yüzünde Cennet Bahçelerinin kokusunu almak isteyenler, Cenab-ı Allah’ın zikredildiği yerlere gitsinler ve Allah’ı zikretsinler”. Ayrılık günü geldi Sultan Baba’nın merhum olduğunu Cumartesi günü duyduk. Pazar günü Tuzla’dan Zeytinburnu’na gittik. Talebelerinden kimi Kur’an okuyor, kimi tesbih çekiyordu. Dillerde tekbir, gözlerde yaş, gönüllerde hüzün vardı. Gökyüzü hüzünlüydü. Sultan Baba’nın evi ve dükkânının önü ana-baba günüydü. Arabası olanlar, kendi arabalarıyla, olmayanlar otobüs ve minibüslerle yola çıktılar. Biz de 50 kişilik bir otobüsle yola çıktık. Eskihisar-Topçular arasında çalışan arabalı vapurlar, Sultan Baba’nın talebeleriyle doluydu. Güneyköy Camii tıklım tıklım. Hafızlar hatimler indirirken, Caminin kubbesinde toplanan güvercinler de, sanki birbirine “Başın sağ olsun” diyordu. Öğle namazından önce bir de Güneyköy’de sela okundu. Öğle namazının ardından Hüseyin Hoca Sultan Baba’nın cenaze namazını kıldırdı. Cenazede kimler yoktu ki? Eski Bakanlar, Milletvekilleri, emekli askerler, hakimler, Belediye Başkanları ve Sultan Baba’nın talebeleri? Adalet eski Bakanı ve İstanbul Milletvekili Şevket Kazan

MUSTAFA İHSAN KARADAĞ (TURABİ) HAZRETLERİ'NİN VASİYETNAMESİ

1) EY İHVANI DİN! HER FANİ GİBİ ARANIZDAN BENDENİZ AYRILIYORUM. SİZLER ŞAHİT OLUN, BU ACİZ KARDEŞİNİZ EHLİ SÜNNET VEL CEMAATTENİM. (CENAB-I HAKK'IN) BÜTÜN EMİRLERİNE İNANDIM VE GÜCÜM DAHİLİNDE YAPABİBİDİĞİM KADARINI FERAİZİ İLAHİYESİNİ İFA'YA ÇALIŞTIM. SÜNNETİ RESÜLULLAH'I CANIMA MİNNET BİLEREK ALAUKULİHİM KADERİHAL İFAYA ÇALIŞTIM. TARİKATI ALİYELERİN NAKŞİ VE GEREKSE KADRİ EHLİ ZİKİR MUHİPLERİ OLMAYA ÇALIŞTIM. ŞAHİTSİNİZ ELİMDEN GELDİĞİ KADAR BİNAYRTİLLAH İHVANI KİRAMA EMRİ BİL MARUF VE NEHİY ANİL MÜNKERİ SÖYLEMEYE ÇALIŞTIM.

2) EY KARDEŞLERİM SİZLER ŞAHİT OLUN SON NEFESİM HALİ İTİZARIMDA ŞEYTANI ALEYHİ MAYESTAHİK BENDENİZE İCVA EDEREK İMANIMI SELP ETMEK İSTERSE ŞİMDİDEN KABUL ASLA ETMİYORUM. (LAİLAHE İLLALLAH MUHAMMEDUR RESÜLULLAH) (YA RABBİ!) BENİ BU İTİKATLA GELMEME MUİN VE NASIRIM SENSİN. (YA RABBİ!) İMANDA KUVVETLİ, AMELDE ZAYIF BİR MÜCRİM KULUN GELİYOR. HABİBİ EBİDİN HÜRMETİNE BÜTÜN ÜMMETİ MUHAMMEDİ AFFEYLE.
3) CENAZE NAMAZIM KILINMADAN EHLİ KUR'AN İHVANLARIMIZ HAK RIZASI İÇİN BİR HATİM OKUSUNLAR. YOLCU HEDİYE İLE GİDER, ARKADAN GELEN HEDİYE PEK MAKBUL DEĞİLDİR. YIKANIRKEN 3 KİŞDEN FAZLA KİMSE BULUNMIYACAK. CENAZE NAMAZIM AZİZ MAHMUD HÜDAYİ HAZRETLERİNİN CAMİİ ŞERİFİNDE KILINACAK.
4) CENAZE NAMAZIM KILINDIKTAN SONRA DEFİN YAPILIRKEN YİNE ŞU CİHETLE DİKKAT EDİLMESİNİ VASİYET EDERİM. MEZARIM KAPANDIKTAN SONRA, DUADAN EVVEL (150 KELİME-İ TEVHİD), (100 LAFZAİ CELAL) AYAKTA SESLİ ÇEKİLECEK DUA BİLAHERE YAPILACAK VE TELKİNİME DURULDUĞUNDA LÜTFEN CEMAAT KALKMASIN, FAKİR İÇİN ÇOK YALVARSIN. SİZLERE HAKKIMI HELAL EDİYORUM.
5)EY EVLATLARIM! ÖLÜMÜMDEN BİR AY ZARFINDA MAHKEMEYE MÜRACATLA VERASET İLAMI ÇIKARIN. NEM VARSA ŞER'İ ŞERİF ÜZERİNE TAKSİM EDİN.
6) BENDEN SONRA SEVDİKLERİMİ ZİYARET EDİN. BENİ ZİYARET ETMİŞ GİBİ OLURSUNUZ. RUHUM İÇİN KUR'AN OKUYUN, SADAKA VERİN, MEVLİT OKUTURSANIZ BİZİ SEVENLER EVİMDE OKUSUN. CUNA GECELERİ HATMİHACE YAPARSINIZ. ALLAH'IN RAHMETİ ÜZERİNİZE OLSUN GAFLET ETMEYİ, NAMAZLARINIZI KILIN. BÜTÜN HARAMLAR DAN İCTİNAB EDİNİZ. EVLATLARIMA BÜTÜN MÜSLÜMANLARA HAKKIMI HELAL EDİYORUM. SİZLERDE HAKKINIZI HELAL EDİN. NAMAZIM KILINMADAN YÜKSEK SESLE SESLENİNİZ. CEMATINDA HAKLARINI HELAL ETMESİ İÇİN SESLENİN.
MUSTAFA KARADAĞ

Seyyid Hacı Mevlüt Baba

Seyyid Hacı Mevlüt Baba

Seyyid Hacı Mevlüt Baba, Hz. Resûlüllah�ın Hüseyin nesebinden 39.torunudur. Seyyid Hacı Mevlüt Baba (KS), miladi 1887 yılında Erzurum�un Horasan ilçesine bağlı Hacı Ahmed (Sanamer) Köyü�nde, mütevazi bir evde dünyaya gelmiştir. Bu ev Seyyid Hacı Ahmed Baba�nın binlerce insanı irşad ettiği Rifâî tekkesiyle iç içe olup, takriben 80 m2�lik bir ahşap evdir. Günlerinin büyük bir kısmı dedesiyle birlikte dergahta geçmiştir. 17 Yaşlarına kadar Ahmed Baba ile aynı mekanı paylaşmışlardır. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle Kayseri�nin Maksutlu Köyü�ne hicret etmek zorunda kalmıştır. İki yıl sonra tekrar Erzurum�a dönmüş, Hacı Ahmed Baba�nın bir halifesinin yanına yerleşerek, Erzurum�daki muhtelif medreselerde İslâmi ve Tasavvufî eğitim görmüştür. Dervişlerin büyük arzusuyla köydeki dergaha gelmiş ve yıkılan dergahı yeniden inşa ettirmiştir. Yaklaşık bir asırlık irşad mekanının temeli de böylece atılmış oldu. Bu mekanda Seyyid Ahmed Baba�dan kalma bir de çilehane bulunmaktadır. Mevlüd Baba sadece köydeki dergahta irşad faaliyetlerini yürütmemiş, özellikle bahar aylarında başta çevre köyler olmak üzere değişik mekanlarda irşad görevini sürdürmüştür. 1971 yılına kadar köyde yaşamış, aynı yıl Erzurum�a hicret etmiştir. Erzurum�da da müstakil bir ev almış. 3 odalı olan bu evin bir odasını dergah yapmıştır. Şehir merkezinde bulunan bu evde ahşap olup, hâlen özüne ve ruhuna uygun olarak kullanılmaktadır. Yüzlerce insanı irşad ettiği bu evin eski ve küçük olması nedeniyle başka bir eve taşınmıştır. 1994 yılına kadar da bu hanede irşad görevini yürütmüştür. Vefatlarıyla bu evi de Hacı Ahmed Baba Camii�ne vakfedilmiştir. Mevlüd Baba�nın yaşadığı mekanlar, lüks ve gösterişten uzak, bir tasavvuf mekanı havası içinde olmuştur. Evlerinde tasavvufun inceliklerini ve sanatını gösteren eşyalar, tablolarda bulunmaktaydı. Seyyid Mevlüd Baba, ilk önce Zekiye Hanım ile evlenmiş, Mustafa ve Abdulkadir isminde iki oğlu, Rukiye isminde de bir kızı olmuştur. Birinci hanımının vefatından sonra halasının kızı Fatıma Hanım ile evlenmiş, bu evliliğinden Talib, Yakub ve İlhami isminde üç erkek ve Dürdane isminde bir kızı olmuştur. Fatıma Hanım�ın vefatından sonra Emine Hanım ile evlenmiştir. Emine Hanım�dan herhangi bir çocuk dünyaya gelmemiştir. Kendisi sıhhatli bir yaşam geçirmiş, hiç doktora gitmemiş ve ilaç kullanmamıştır. Zaten 107 yıl yaşam sürmesi de bunun bir göstergesidir. Mevlüd Baba, 107 yaşına gelmişti. 28 Ekim�i 29 Ekim�e bağlayan gece saat 00.20�de evlatları ve dervişlerinin Kur�ân tilavetleri arasında mübarek alınları terlemiş, gözleri yaşarmış, burun kanatları genişlemiş ve asırlık çalışan kalbi kelime-i tevhid ile son kez atmıştır. Ve kelime-i tevhid ile ruhunu Hakk�a teslim etmiştir. 1887 yılında başlayan hayat 29 Ekim 1994 yılında noktalanmıştır. Mevlüd Baba�nın vefatı müridleri ve yakınlarını derin bir üzüntüye sevk etmiştir. Yurdun dört bir yanından gelen müridler, dervişler, büyük zâtlar ve yakınları artık Mevlüd Baba�ya son görevini yapmak üzere Erzurum�da toplanmışlardır. Cenaze namazı ikindi namazını müteakip Emir Şeyh Camiinde kılınır. Büyük bir kalabalığın iştirak ettiği cenaze namazını Erzurum�un manevi dinamiklerinden Abdulğafur Has Hocaefendi kıldırır. Namazın akabinde binlerce insanın tefekkür ve tevhidleri ile cenazesi Hacı Ahmed Baba Camii bahçesine getirilerek tekbir ve gözyaşları arasında ebedi istirahatgahına uğurlanır.

Dr. Münir Derman

1910 yılında Trabzon'da annesi Şehvar Hatun ve babası Ahmed Rasim Efendi'nin ailesine doğdu, Baba tarafından büyük dedesi Kafkasya'dan Şeyh Şamil, ana tarafından büyük dedesi Hâcegân silsilesine mensub Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi'dir. Büyük ninesi yöresinde "evliya kadın" olarak bilinen Gül Hatun'dur.

Trabzon'da 4 yaşından itibaren Buharalı hocası Ömer İnan Efendi'nin manevi eğitiminde ilerlemiş ondan feyz almış, 9 yaşında hafız olmuştur.
İlkokulu Özel Fransız Okulu'nda bitirip liseden sonra üniversite öğrenimi için Devlet Bursu ile Fransa'ya gönderilmiş, önce Felsefe-Psikoloji tahsili yapmış ; sonra Tıp Fakültesi'ni de bitirerek doktor olmuştur.Mısır'da El-Ezher'e de kaydolmuş ve ilahiyat tahsil etmiştir.
Askerlik yıllarında Kore Savaşı'nda bulunmuş, burada askeri doktor olarak hizmet vermiştir. Bu yıllarda bir süre Japonya'da da bulunmuştur.
Yurda dönünce A.Ü. Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde Felsefe dalında öğretim üyesi olup kısa süreli bir görev ifa etmiştir. Kısa süre sonra bu görevinden ayrılarak Tıp doktorluğu hizmeti için Doğu Anadolu'da görev almıştır. Daha sonra "Hükümet Tabibi" olarak Bozuyük'te görevlendirilir. Burada Hükümet tabibi iken evlenir ve bir kız evladı olur. Halen bir kızı ve üç torunu vardır.
Davet üzerine gittiği Almanya'da 15 yıl "anatomi" öğretim üyeliği yaptıktan sonra tekrar yurda dönmüştür. Almanya'da bulunduğu sürede resmi görevi dışındaki saatlerde camilerde vaazlar vermiş, çok sevilmişlerdir.
Fransızca, Almanca, Rusça, Arabça'yı mükemmel bilir, konuşurdu. Bu dillerin kültür ve edebiyatları hakkında derin bilgi sahibi idi. Yabancı dillerin yanı sıra bilhassa Fizik, Kimya Matematik gibi fen bilimlerinde, astronomide şaşılacak derecede bilgiliydi. Daha sonra Eskişehir'de "Genel Cerrahi" uzmanı olarak doktorluğuna devam etti ve buradaki görevinden emekli oldu. Eskişehir'de Akademi'de misafir öğretim üyesi olarak ders vermiş; aynı zamanda çeşitli camilerde kürsüye çıkarak halka vaazlar da yapmıştır..
Manevi ilimlerde ise , "velayet ve tasarruf sahibi" "ilm-i ledün sultanı", "arif-i billah" olarak tanınmıştır. ... Eserleri başka kitaplardan derleme değildir.
Yazıları önceleri "İslam" dergisinde yayınlanmıştır; bu dergideki yazılarında okurlardan kendisine ulaşan ve çoğunlukla manevi incelikler dair soruları da cevaplandırdığı bilinmektedir. Daha sonra "Allah Dostu Der ki" başlığı ile yayınlanan notlarını titizlikle hazırlar ; yanlışsız olması için dikkatle yazdırırlardı.
Derman hazretleri, hiç bir maddi servete sahip değildi. Almanya�dan döndükten sonra Ankara'da bir otel odasının mütevazi şartlarında yaşadı son demlerini... Evi yoktu. Eşi ile birlikte yalnız başına, eski tanıdığı dostlarıyla yetindi.
Ömürlerini ağır riyazat ve çilelerle, büyük sıkıntılar, dertler içinde insanlardan uzak, namsız-nişansız bir kul olarak geçirdiler. Tarikat kurmamışlardır. Tavır ve anlayış olarak günümüz dergah, tekke gibi kurumlaşan örgütlenmelerine rağbet etmemişler; "talebe", "mürid", "şeyh" namları altında etrafına kalabalık insan yığınları toplamamışlardır. Ancak vaazlarından ve doktorluğundan kendisini tanıyan ve hakiki seven sayılı kimseler O'na yanaşmışlar, ilminden istifade etmeye çalışmışlardır.Hakk'ın heybetini taşıdığı mübarek bedeni daima güzel kokar, cezbesi tesir altına alırdı insanı...
Rasulullah ve Ehl-i beyt- Rasulullah sevgisi hücrelerine kadar yayılmış görünür bir ahlak idi O'nda...
Nokta kadar şikayet, bıkkınlık taşımayan duru, sükun ve teslimiyetin göründüğü tertemiz bir sima... Ağır sıkıntılar çileler ve dertlere rağmen yüz buruşturduğu, �off� bile dediği görülmemiştir.
Dertlilere, hastalara şifa verir; yardımlarına bıkmadan, usanmadan koşardı. Kendisini ele vermeyen, içini göstermekten uzak duran celalli yapısının altında, derya gibi sevgi, merhamet ve şevkat görünürdü... Çok celalliydiler. Bazen gürler konuşurlar, fakat aynı zamanda da gözlerinden yaşlar akar; yine konuşurlardı.
Sakal bırakmamışlardır. Fakat omuzlarına sarkan yele gibi beyaz ipek saçlarına itina gösterir, onları ensesinde toplardı.Kıyafeti; tertemiz giydiği zevkle seçilmiş bir-iki gömlek ve pantolondan ibaretti, gösterişi sevmezlerdi.
Manevi emanetlerini, kendisine yakinen hizmet eden ona yanaşmış sevdiklerinden birine bırakacağını söylemiş, fakat isim açıklamamışlardır.
Son zamanlarını -ikibuçuk sene- Hastane'de geçirdi. Vasiyetlerinde "Dünyaya garib geldim, garib gitmem lazım. Garibin yeri tenhadadır" ifadesiyle sessiz bir köy kabristanına gömülmek istediler.
2 Aralık 1989 Cumartesi günü Hakk'a yürüdü. Sevenleri O'nu kar yağarken sevdiği iri kar taneleri altında Ankara'nın kuzeybatısında yaklaşık 15 kilometre mesafedeki Memlik köyü yakınında toprağa verdi. Açık bir kabir şeklinde olan türbesindeki kitabede sahife başındaki şiiri yer almaktadır. Aynı kabristanda Eşi ve diğer bazı sevenlerinin de kabirleri mevcut olup sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.

Ali Haydar Ahıskavi (K.S)

 


Ahıskalı Ali Haydar Efendi (K.S)
Ali Haydar Efendi (K.S.),
Ahmed Hamdi Hoca'nın derslerine devam ederken, o devirde kadı yetiştiren Medresetü'l-Kuzat'a ( o zamanın Hukuk Fakültesi ) giderek, oradan da diploma almıştır. (1906) İlk adli vazifesi Burdur kadılığıdır. Sonra Uşak kadılığı ve sonra Denizli kadılığı olmuştur. Daha sonra İstanbul İstinaf Mahkemesi ( dava mahkemeleri ile temyiz mahkemeleri arasında bir derece yüksek mahkeme) üyeliğine getirildi.. Bu vazifede iken hukuk mektebinde Mecelle ve Usul-i Muhakematı Hukukiye derslerini okutmaya başladı. Ardından sırasıyla İstanbul Bidayet Mahkemesi, İkinci Hukuk Dairesi Başkanlığı, Bidayet Mahkemesi Başkanlığı, İstinaf Mahkemesi İkinci Hukuk Dairesi Başkanlığı, Temyiz Mahkemesi üyeliği, aynı mahkemenin hukuk dairesi üyeliği, sonra başkanlığı ve temyiz mahkemesi başkanlığı görevlerinde bulundu. Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, Hukuk-u İslâmiye ve Islahatı Fıkhiye Kamusu eserinde Ali Haydar efendiden bahsederken, "Yüksek çalışkan fukahamızdan sayılır" der ve devamla, "Mahkeme-i Temyiz riyasetinde, mülga fetvahane-i ali emanetinde ve adliye nezaretinde bulunmuştur. Mecelle-i ahkamı Adliye'ye yazmış olduğu 4 ciltlik mufassal şerhi, kıymetli bir eserdir. Birçok çalışmanın faideli bir semeresidir. Arazi, evkaf, mefkud, ahkâmına dair eserleri, intikal kanununa şerhi de vardır. Medresetül Kuzat'ta ve Darül Fünun'da mecelle vesaire müderrisliğinde bulunmuştu" diye övmüştür. Sene 1914 Fatih Camii'nde talebe okutmaya başlamıştır. Fetvahanede fetva vermiş, gösterdiği büyük iktidarla, 1914 yılında Sahn Medresesi Fıkıh Müderrisliği'ne tayin edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı ardından, 14 Kasım 1914'te ilan edilen Cihad-ı Ekber fetvasını, Fetva Emini sıfatıyla Fatih Camii'nde okudu. Aynı zamanda 23 Kasım 1914'te Cihad Beyannamesinde bulunan 29 imzadan birisi de Ali Haydar Efendi'dir. 1915 yılında Şeyhü'l-İslamlık'ta yeni kurulan "Telif i Mesail Heyeti Reisliği"ne tayin edilmiştir. 1916 yılında Huzur Dersleri baş muhatablığına tayin edilmiştir. Rumeli Kazasker payeliğini elde etti. Aynı yıl emekliye ayrıldı. Tevfik Paşa'nın ikinci sadaretinde (Baş vezirlik) kısa bir süre Adliye Nazırlığı (Adalet Bakanlığı) yaptı. Bu görevde iken Medine'yi teslim etmeye yanaşmayan Fahrettin Paşa'ya Padişah'ın teslim konusundaki iradesini götürdü. Ahıskalı Ali Haydar Efendi (KS), zahiri ilimlerin hepsini ikmal etti. Varılacak noktanın en üst kademesine ulaştı. Üstelik kendisi de, şanlı şöhretli, celadetli idi. Efendi , sert mizaçlı biri idi. Taviz vermeksizin şeriatın hükümlerinin yerine getirilmesini isterdi. Hatta Maide suresindeki şu ayeti kerime sanki düsturu olmuştu. "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin, fasıkların, kafirlerin ta kendileridir." (Maide Suresi ayet 44-45) Hitabeti çok kuvvetli, fakihliği 4 mezhebe fetva verecek kadar kuvvetli idi. Tesir ve ikna gücü de yerinde idi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi , kaynaklar, tarih olarak kesin belirtmemekle beraber, 1913 ve 14 yılları, Bandırma'ya gider. Bir Ramazan günü talebelere yardım maksadı vardır. Tabii ki vaaz edecektir. İstanbul ulemasından olduğu için her yerde rağbet çok olur. Vaazları genelde tasavvuf ve tarikatlar aleyhinde olur. Hatta bir gün sabah namazında kişiyi isimlendirerek, "Burada Bezzaz Ali Rıza Efendi var, esnaftır, tarik ehlidir, şöyle yapar, böyle yapar" diye aleyhinde konuşur. Cemaatin içinde Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin talebelerinden Börekçi Hasan Efendi de vardır. Vaazı dinler ve namazdan sonra olup biteni Rıza Ali Bezzazi Efendiye anlatır. Meşayih sevinir. Efendi de "Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecektir" der. Gönülden gönüle yol var ya. Onların sözleri ok gibidir, gider hedefini vurur. Ali Haydâr Efendi'nin gönlüne bir ateş düşer. Tasavvuf ve tarikat ehline karşı bir sevgi ve alaka başlar. Kalbi vecd, istiğrak ve cezbe ile dolar. Dev cüsse, cübbeyi ve sarığı atarak camiden çıkar. Pazar yerinde bez atan Ali Rıza Bezzaz Efendi'nin yanına varır. Söylediklerinden pişmanlık duyduklarını ve affetmesini ve evlatlığa kabul etmesini söyler.Bezzaz Ali Rıza Efendi (K.S.), Ali Haydar Efendi'nin kolundan tutar, sırtını okşar ve "İstanbul'da Hacı Ahmet Efendi var ona git" der. Bandırma'dan İstanbul'a dönüş Ahıskalı Ali Haydar Efendi, İstanbul'a gelip Hacı Ahmet Efendi'yi bulur. O da "Topkapı'da Ali Efendi var ona git" dedi. İmtihanlar, sabır, teslimiyet. O ona, o da ona gönderiyor? Topkapı'ya giden Ali Haydar Efendi (KS), kendisine bildirilen köhne, dökük bir evin kapısını çaldı. Yarım saat kadar kapıda bekledi. O an nefsi ile başbaşa kaldı ve nefsi içerden konuştu: "Ey Ali Haydar, sen ki padişahın huzur dersleri baş muharrir ve baş muhatabısın, böyle bir adamın böyle köhne evin ününde kapısını bekliyorsun, bu sana yakışır mı?" diye iç geçirdi. Daha sonra kapı açılıp bir kız çocuğu çıktı. "Buyurun içeri" dedi. İçeri giren Ali Haydar Efendi, bir saat daha bekledi. Bu sırada saçı-başı birbirine karışmış, kambur bir adam içeri girdi. Bu kimsenin Ali Efendi olduğunu anlayan, Ahıskalı Ali Haydar Efendi, hemen elini öpmek istedi. Fakat o kimse, "Çek, çek elini, ben samimiyetsizliklere el veremem" dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kendi sıfatlarını ve makamlarını saymaya başlayınca, o zat "Sus, sus" diye azarladı. Ahıskalı Ali Haydar ağlamaya başlayınca da, "Ya! Amma da cümbüş hocacıymışsın, şaka yaptım" dedi. O anda bazı değişiklikler hisseden Ahıskalı Ali Haydar Efendi, karşısındaki Ali Efendi'ye talebe olup sohbet ve derslerine devam etti. Tasavvuf yolunda ilerledi. Bandırma'daki Nakşi Şeyhi Ali Rıza Bezzazi'nin vefatı üzerine postnişinliğe getirildi. Dergâhta vakıf şartı gereğince Ali Rıza Bezzazi'nin talebeleri arasından seçildi ( 1914). Bu dergâh, Fatih ilçesi Çarşamba mevkii, Cebecibaşı mahallesinde İsmail Ağa Camiinden Fener Kilisesi'ne doğru giden sokağın sonundadır. Burası, Şeyh Mustafa İsmet Garibullah Hazretleri'nin dergâhıdır. Nakşi silsilesinden 32.'dir. Yanında 33. Şeyh Halil Nurullah Zağravi Hazretleri vardır. Yan yana kabri şerifleri oradadır. 34. silsile zinciri az önce bahsettiğiıniz Ali Rıza Bezzazi'dir ve Bandırma'da medfundur. 35. Ali Haydar Ahıskavi olmuştur. Allah onlardan razı olsun. İttihat ve Terakki hükümeti, Ahıskalı Ali Haydar Efendi'nin bu seçimini reddetti. Postnişinliğine el koydu. Fakat Efendi Hazretleri bu işi yine devam ettirdi. Birinci Dünya Savaşı boyunca aynı zamanda da padişahın huzur dersleri başmuhatablığını da yürüttü. Beş yıl sonra müridlerden Hafız Halil Sami Efendi tarafından yazılan istida (dilekçe) ile postnişinliğin gasp işi saraya intikal ettirildi. Nihayet hicri 1338, miladi 1919'da Ali Haydar Efendinin postnişinliği bizzat padişah tarafından tasdik edilmiş oldu. Huzur dersleri de 1923'e, padişahlığın kaldırılmasına kadar devam etti. . Cumhuriyet sonrası alimlerin çile devri başladı. Sorgular, mahkemeler, hapisler, beraatler birbirini izledi.Tahirül Mevlevi, basın aleminde "Hayatım ve istiklal mahkemeleri" adlı hatıraların, polis nezaretine gittiklerini uzun uzadıya anlattıktan sonra, koğuşta kimlerle kaldıklarını tarif ederek yazıyor: "Kapıdan girince sağdan birinci karyolada Dağıstanlı Seyyid Tahir Efendi, ikinci karyolada Kâtip Aziz Mehmet Efendi, üçüncü karyolada kitapçı Aziz Efendi, dördüncü karyolada Ömer Rıza Bey, beşinci karyolada AbdiAcz (kendi), altıncı karyolada Suud Bey, yedinci karyolada her akşam orada yatan bir memur. Soldan birinci ve ikinci minderde Yağlıkçı Hasan ve Mustafa efendiler, soldan birinci karyolada Dersiam ve Çarşamba'daki İsmet Efendi Tekkesi şeyhi Ahıskalı Ali Haydar Efendi, bir de onlara mücavir ( komşu) Seydişehirli Hasan Efendi, ikinci karyolada vaiz Sofi Süleyman Efendi, Kitapçı Mihran Efendi de tam orta yerdeki karyolayı seçmişti. Ali Haydar Efendi ve Süleyman Efendi'nin birer zembili ve bir de pöstekisi vardı. Tahirül Mevlevi koğuştakilerin hususi hallerini bir bir süzdükten sonra Ali Haydar Efendi için şunları da ekleyivermiş: "Şeyh Ali Haydar Efendi, kulakları az işittiği için mütalaayı ve tilaveti muhasebeye (sohbete) tercih ediyor, kendisine tane tane ve yavaş söylenilmek şartıyla bir şey sorulacak olursa müfid ve mukni (faydalı ve ikna edici) cevaplar veriyor, mangalda kendi eliyle kaynattığı çayı sessizce içip hususi aleminde bulunuyordu." Tahirül Mevlevi bir gece rüya görür, namazdan sonra Ali Haydar Efendi'ye gelir anlatır. "Şeyh Ali Haydar Efendi ile ikimizin müşterek bir maaş cüzdanı varmış. Bu cüzdanla vezneye müracaat etmiştim. Maaş alacakmışım. Veznedar, bir iki kâğıt para verdikten sonra; -İstersen bir de altın vereyim teklifinde bulundu. -Aman lutuf etmiş olursunuz, çoktandır ruyetinden mahrumum. Gurbette hemşehri görmüş gibi olurum, dedim. Vezneci kenarı kırık bir altın verdi. Bunu görünce; -Aman bir lütuftur ettiniz, bari tamam olsun, şunu değiştiriverin ricasında bulundum. Onu aldı. Mevlevi külahı şeklinde altından mamul tam bir sikke verdi. Aldım ve uyandım." O mübarek de iyiye yorar: -Altının değişmesi hakkında hükmün değişeceğine, maaş cüzdanının müşterek olması da ikimizin beraatine işarettir, der, Gerçekten birkaç saat sonra da tabiri gibi olur. Bir zaman sonra telgrafhanede Şeyh Ali Haydar Efendi'yi görür ve: -Efendi rüya tabiriniz gibi çıktı, deyip elini öper, hatta telgraf kâğıdını yazıverir. Türkiye'de yeni kurulan idareye karşı olduğu öne sürülerek Ankara'ya götürülür. Ankara'da İskilipli Atıf Hoca ile beraber aynı koğuşta kalır. Hapishanede kaldığı sırada rüyasında şeyhini görür ve şeyhi ona bir rivayetle 33, başka bir kaynakta 41 defa Fetih suresini okursan kurtulursun der. Ali Haydar Efendi okumaya başlar. Bir yandan da okuduğu sayıyı ranzaya işaretler. Onun böyle yaptığını gören İskilipli Atıf Hoca, (Allah rahmet eylesin); -Hoca ne.yapıyorsun, der. Ali Haydar Efendi de: -Rüyamda şeyhim böyle söyledi, sen de oku kurtulursun inşaallah der. İskilipli Atıf Hoca da: -Bu gece ben de rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm (sav). "Atıf ben seni çağırıyorum, sen savunmanı hazırlıyorsun" buyurdu. Ben de savunmamı (müdafaaname) yırttım" der. Bilindiği üzere Atıf Efendi şehadet, Ali Haydar Efendi hizmet şerefiyle Allahu Teala'nın nimetine vasıl oldular. Ahıskalı Ali Haydar Efendi (KS), yıllarca ilim öğrenmek, ilmi öğretmek ve insanlara İslâmı anlatmak için meşgul oldu. Edebin birinin dahi terkine rıza göstermezdi. Pek çok ilim erbabı yetiştirdi, kıymetli müridleri oldu. Vaktinin büyük bir bölümünü Kur'an-ı Kerim okumakla geçirirdi. "Sülbümden değil, yolumdan gelen benim evlâdımdır" derdi. Uzaktan yakından ziyaretine kimler gelmez ki? Erzurum'dan Alvarlı Muhammed Lutfi Efendi, Ramazanoğlu Sami Efendi, Hasip Efendi, Mehnet Zahid Kotku ve nice alim, fazıl kişiler... Siyasetten uzak durur. Talebelerinin de uzak durmalarını tavsiye ederdi. Ali Haydar Efendi , derin bir bilgiye sahipti. Dînî ilimleri bihakkın kavrayan bir zekâya sahipti. Hitab ettigi cemaati hemen te'siri altına alırdı. . Uğrunda hayatı boyunca mücadele ettiği en büyük gayesi; Allah'ın indirdiği ile hükmetmekti. Maruz kaldığı çile ve meşakkatlara gögüs germiştir. Emr'i bi'l-ma'rufa büyük önem verirdi. "Din-i Mübin-i İslâm'ın devam ve bekası, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerin devamına; dîn-i mübin-i İslâm'ın inkırazı (yıkılması) ise emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerin ( iyiliği emredip kötülükten alıkoyma) terkine bağlıdır." derdi. Ali Haydar Efendi (K.S.), tasavvuf ehli olarak Nakşbendiyye'nin Halidî koluna mensuptu. Silsilede sırası otuzbeşinciydi. Şeyhi ise, Bandırma'da medfun bulunan Mevlana Ali Rıza el-Bezzaz (K.S) idi. Ali Haydar Efendi Nakşbendi tarikatının şeyhlerinden olan ve silsilede 32. sırada bulunan, Mevlana Muhammed Mustafa İsmet Garibullah (K.S) Efendi'nin Fatih Çarşamba'da Cebecibaşı mahallesindeki konağını tekke edinerek, Şeyh İsmet Efendi Dergahı adı verilen bu tekkede, irşad makamında oturmuştur. Dergahının bulunduğu mahalde bulunan evinde, 1 Ağustos 1960 tarihinde vefat etti. Vefatında, âyetler okuyarak, etrafındakilere nasihatler ederek, tebessümler saçarak, dar-ı bekaya göç etti. Arkasında binlerce gözü yaşlı mürid bıraktı. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır. Kaynak: Son Devrin Kutub Yıldızları