6 Mayıs 2011 Cuma

TOPBAŞZÂDE Musa Efendi (Musa Topbaş)

 



TOPBAŞZÂDE Musa Efendi
Musa Topbaş 1917 (1333) yılında Konyanın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Tüccârândan Ahmed Hamdi Efendinin oğludur. Büyük dedesi Topbaşzâde Ahmed Kudsî Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî hulefâsındandı. Babasının işi sebebi ile İstanbula yerleştikleri için Mûsâ Efendinin çocukluğu ve hayatı İstanbulda geçti. İlk eğitimine Erenköydeki Fransız mektebinde başladı, daha sonra Nuruosmaniyedeki İnkılap Lisesinde devam etti. Orada iki yıl kadar okuduktan sonra ayrıldı. Ailesinin dînî bir eğitim almasını istemesi sebebiyle, Elmalılı M. Hamdi Yazırdan Kuran ve din dersleri okudu. Bir ara Âyân Meclisi âzâsı Mustafa Âsım Yörük Hocadan eski usülde Arapça ve dînî bilgiler aldı. Prof. Angel isimli bir Mûsevîden dört beş yıl kadar özel Fransızca dersleri gördü. Fransızcasını bu dilden tercüme yapacak seviyeye getirdi. Nitekim onun imzâsıyla yayınlanmış bir Fransızca kitap da bulunmaktadır. Küçük yaşlardan itibâren güzel sanatlara özellikle hüsn-i hatta meraklıydı. Hattat Hâmid Aytaçdan hatt dersleri aldı. Hatt ile meşgul olduğu dönemde oluşturduğu zengin hatt koleksiyonunu tasavvuf yoluna girince kalbimi meşgul etmesin düşüncesi ile çevresindeki hatt meraklılarına dağıttı. İlim ve hizmet özellikleri ile tanınan Topbaş âilesi, âilenin İstanbuldaki ilk büyüğü Ahmed Hamdi Efendiden itibâren dînî ve ilmî muhitlerin destekçisi oldu. Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Âyân âzâsı Mustafa Âsım Efendi gibi âlimlere maaş tahsis ederek sıkıntılarını gidermeye çalıştı. Daha sonraki dönemlerde ailenin büyükleri İlim Yayma Cemiyetinin kuruluşunda ve hizmetlerinin devâmında müessir rol oynadı.  Mûsâ Efendi gençlik yıllarında Bekir Hâkî Efendi, Ali Yektâ Efendi ve Ömer Nasûhî Bilmen gibi devrin önemli âlimleri ile görüşür, ziyâretlerine giderdi. İstanbula geldiği zamanlarda Bediuzzaman Said Nursîye de arabasıyla hizmet ettiğini kendisi anlatırdı.  Sultanhamamında babası Ahmed Hamdi Efendi ile başladığı ticarî hayâtını, kardeşleri ile sürdürdü. Daha sonra kardeşleri ile tekstil sanayine yöneldi. 1970 yılına kadar fiilen ticaret ve sanayiin içinde bulundu. Tasavvufî ifadesiyle halvet der-encümen temel esası çerçevesinde iş hayatı ile mânevî hizmetleri birlikte yürüterek el kârda, gönül yarda ilkesini kendi hayatında fiilen gerçekleştirdi. 1970 yılından sonra sanayi ve ticaret işlerini oğullarına devrederek kendisini tamamıyla hizmete verdi. Vâkıa yine de ticarî hayattan bütünüyle kopmadı. Kardeşi ve oğullarının yönettiği fabrikasının üretimi ve ticârî işleri ile yakından ilgilenirdi.
Mûsâ Efendinin hayatında en büyük değişiklik Ramazanoğlu M. Sami Efendiyi tanıdıktan sonra gerçekleşmiştir. Kendisi ile ilk defa 1950 yılında Bursada tanıştı. Bu tanışmadan sonra zaman zaman Sami Efendinin ziyaretine gitse de esas intisabı 1956 yılındadır. Kendisi manevi tecrübesini ve intisabını şöyle anlatır: Muhterem Üstâdımızın huzûr-i âlîlerine girdiğimizde tasavvufa dair hiçbir malumatım yoktu. Bize evrad verecekler yapacağız, o kadar sanıyordum. Manevi terakkî gibi şeyleri bilmiyordum. Maneviyatı zâhirî ders gibi telakki ediyordum Oysa kalbe kuvvetli bir aşk aşısı yapılıyor. Sâlik zeki ve anlayışlı ise onun farkına varıyor, kıymetini biliyor ve o hali muhâfaza ile terakkî ediyormuş.
Sami Efendiyi tanıdıktan sonra hizmete ve insanlığa bakışı daha derin bir anlam kazanan Musa Efendi 1980 yılında Erkam Yayınlarının kurulmasına öncülük etti. 1986 yılında da Altınoluk dergisinin çıkarılmasına ön ayak olduğu gibi, aynı yıl Üsküdarda Aziz Mahmûd Hüdayi Vakfının kuruluşuna maddî ve mânevî katkılar sağladı.
Kendisi başlı başına bir müessese ve vakıf gibiydi. Hayır hizmetlerinin her türü için ayrılmış fonu vardı. Kitap, yetimler, hastalar, cami ve okul yapımı için ayrılmış tahsisatı bulunurdu. Bu fonlardan her birini bir seveni vasıtasıyla yürütür ve kendisi de kontrol ederdi. Kitap fonunu kitap almaya mali gücü olmayan, okumaya meraklı kişilerle pek çok insanın istifade edebileceği kütüphaneler için kullandırırdı. Yetimler fonunu ebeveyninden birini kaybetmiş okumaya istidadlı, bilhassa hafız gençler için tahsis ederdi. Nitekim Bosna-Hersek zulmünün devam ettiği günlerde bu savaşta ebeveynlerini kaybeden Boşnak çocukları için bir yetimler yurdu tesisine öncülük etmiş, ancak bürokratik engeller sebebiyle maalesef bu yetimler Türkiye'ye getirilememişti.
Hasta ve ilaç fonunu ise hastanelerde parası olmayan hastalara ilaç, ameliyat ve tedavi masraflarına katkıda bulunmak üzere sarf ettirirdi. Cami ve okul inşaatı için de özel bir fonu bulunur, bunu da camisi ve okulu bulunmayan yer ve yöreler için ayırırdı.
Hastalar ve yaşlılar onun merhametini en çok celbeden kesimdi. 1987 yılında evlerinden ve yuvalarından olmuş yaşlı ihtiyarlar için: "Bunlar haklarında Allah'ın üff bile demeyin buyurduğu kimselerdir." aslında bunları evlerimizde barındırmalıyız. Madem bunu yapamıyoruz, öyleyse onlara yuva sıcaklığında hizmet verecek huzur yurtları kurmalıyız, demiş ve Hüdayi Vakfına bağlı olarak tesis olunan huzur yurdunun kuruluş masraflarını bizzat kendisi ve yeğenleri karşılamıştı. Yoksul hastalar için bir poliklinik ve bir hastane açarak onların acılarını paylaşmak arzusundaydı. Bu maksatla gerçekleştirilen polikliniğin açılışında onun yüzündeki mutluluk ve heyecan herkesi sevindirmişti. Polikliniğin hizmetlerini takib için zaman zaman ziyârete gelmesi ve hizmetleri görmesi ona hazz veriyordu.
İnsanların gençlik çağlarından itibaren güzel alışkanlıklar kazanmasına özen gösterirdi. On beş yıl kadar önce Topbaş âilesinin çocukları için bir özel eğitim başlatmış ve onlara harçlıklarından infâk ve hediye için mutlaka pay ayırmalarını söylemişti. Hattâ onların bu iş için bir defter tutmalarını ve harçlıklarından infâka ayırdıkları miktarı yazıp kendisine göstermelerini çocuk rûhunun anlayıp algılayacağı bir üslûpla öğretmeye çalışmıştı.
Onun şefkat ve merhameti sessiz ve derinden her türlü ehl-i derde ulaşırdı. Şairin dediği gibi: "Dert çok, hemdert yok, düşmen kavî, tâli' zebun." düşmanın zalim, derdin çok ve talihin yaver gitmediği zor zamanlarda onun şefkat eli Hızır gibi yetişirdi. Hem de adını vermeyen isimsiz bir kahraman olarak. Yakın dönemlerde Afganistan ıstırabını, Bosna sancısını, Çeçenistan sıkıntısını, Kosova sızısını ve Filistin acısını yüreğinde hissedip himmetini esirgemeyen oydu. Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek'teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu sırada o, büyük bir meblağ uzatmış ve: "Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!" diyerek takdim etmişti. Orada bulunanların çoğunda, verilen bu paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım intibaı uyandı. Ancak onun emanet dediği kendi malı, dost dediği de Allâh'tı...
Endonezya'da ekonomik sıkıntıyı istismar eden Batılı bazı devletlerin misyonerler aracılığıyla oralara girmesi ve kiliseler inşa ederek Hıristiyanlığı yaymaya çalışması söz konusu olduğunda "Şimdi dil bilen insanlar olsa da oralara gönderilebilse.." diyerek teessürünü ifade etmişti.
Yaptığı hizmetlerin faili imiş gibi görünmesinden rahatsız olur, maslahat gereği kendisi ile alakalı bir şey anlatacağı zaman daha çok meçhul sîgası kullanırdı. "..şöyle şöyle yapıldı, filan yere gidildi" derdi.
Onun üzerinde çok durduğu meselelerden biri de günümüzün en yaygın hastalığı olan ferdiyetçi yaşamaktı, içtimâîleşme zarûretine verdiği önemdi. Sohbetlerinde dâimâ Hz peygamberin ashab-ı kirama sorduğu Bugün Allah için bir yetim başı okşadın mı? Bir hasta ziyaretine gittin mi? Bir cenaze teşyiinde bulundun mu? hadisini sık sık gündeme getirirdi. Her sene örf haline getirdiği toplu düğünlerde birçok gencin mutlu bir aile yuvası kurmasına vesile olur, bu gençlere maddi olarak da yardımda bulunurdu. Ayrıca hem Türkiyede hem de Medinede Ramazan aylarında iftar sofraları kurdurur, iftar sevincini Müslümanlarla paylaşırdı.
O, Hakk'ın cemâl sıfatına mazhar bir güzel insandı. Hem surette, hem sirette güzeldi. Hâli, kâli ve ahlâkı ile mükemmeldi. Yaradanına açık gönlünde, herkese yer vardı. Nebatattan hayvanata, oradan insanlara ulaşan bir sevgiydi bu. Her türlü güzelliğin çiçek açtığı gönlünde çiçeklerin ve güzellik timsali güllerin ayrı bir yeri vardı. Onları şefkatle seyreder, sevgi ile büyütürdü. Evinin bahçesindeki kediler ve köpekler bile ayrı bir şefkate mazhardı. Birbirlerinin hasmı olan bu iki cins, ondan gördükleri şefkatle husumeti unutmuşlar, adeta kardeş olmuşlardı. Kedi ile köpeğin birbirlerini yaladıkları onun bahçesinde çok görülmüştür.
Ona göre tasavvuf demek sadece ibadet hayatı manasına gelmezdi. İnsanlığa ve canlılara hizmet onun hem hayatında hem de terbiye sisteminde muazzam bir ehemmiyete sahipti. Fakir fukaranın hasta olanları için açılmasına vesile olduğu Hüdayi kliniğine hastalığı sebebi ile bedenen hizmet edemediği için üzülür: -Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bil-fiil hizmet ederdim. derdi.
Musa Efendiye göre tasavvufun gayesi kalbi olgunlaştırmak ve insanı Hakka vâsıl eylemektir. Tasavvuf bir derya, çok dereceleri var. Mesela, kalp, ruh, sır hafi, ahfa diye gidiyor, muhabbetle bitiyor. Ama o kâfî mi? Hayır kafî değil. İlla Fahr-i Kainat Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmak, edebiyle edeplenmek. Yani her an Cenab-ı Hakla beraber olabilmek.
Tasavvufun aslı istikamet üzere olmaktır. Çok insan istikamet ehlidir ama onlara keramet verilmemiştir. Aksine bazen de istikamet ehlinin daha alt seviyesinde bulunanlardan keramet sadır olabilir. İstikamet Cenab-ı Hakkın emirlerini yerine getirmek, ahlakî bakımdan durumunu düzeltmektir.
Musa Efendi hizipçiliği kalp eğitimi almamış, noksan kalmış insanların bir hastalığı olarak görürdü. Kalp olgunlaşmış olsa ne hizipçilik kalır, ne de Müslümanlar arasında ihtilaflar. Bir güzel herkes birbirini bağışlayıverir. Diyelim ki hayırlı bir iş var; Efendim illa ben yok. Kabiliyetli ise ona bırak, sen de onun muavini gibi çalış. Yani yol sarih. Herkes onu yapamıyor. Ene mani oluyor. Ama tasavvufun tam zevkini alanlar müstesna. Ayrıca ona göre hizmete giren kimse şöhretten kaçınmalıdır. İslam yolunda yapılan bazı fedakarlıklar insanı gurura sevk etmemelidir.
O, mânevî yolun bütün büyükleri gibi ne dünyâyı ne ukbâyı istedi. Sadece Allâh'a yöneldi. Cümle lezzetleri ifnâ ederek, gerçek lezzetin mârifetullâh olduğunun idrâki içinde yaşadı. Hiçbir meşguliyet, onu Hakk ile beraber olmaktan alıkoymadı. Âhıret amelini dâimâ dünyâ ameline takdim etti. Gönlü, nisan yağmuru damlalarından iri inciler peydâ eden sedefler gibiydi.
Son günlerini büyük hastalıklar içinde geçiren Musa Efendinin en zor zamanlarında bile dilinden sadece Allah kelimesi dökülmüş, böylece zikir terbiyesinin en güzel örneğini sunmuştur. Ömrünün son üç yılında ve bilhassa vefatına yakın aylarda sıhhî iptilâ ve sıkıntılar, üst üste geldi. Evvelâ böbreklerini kaybetti. Devam eden iptilâlarla ıstırap, halsizlik ve dermansızlıktan konuşamaz hale gelmişti. Buna rağmen bütün gücüyle "Allâh, Allâh..." diye zikir hâlindeydi. 16 Temmuz 1999 Cuma günü Cuma ezanları okunurken Hakkın rahmetine kavuştu.
Mustafa Kara, Musa Efendinin vefatına şöyle tarih düşmüştür.
Gönül bu, iki hece
Esrarlı bir bilmece
Tarihin üçler dedi
Vâh "ŞAM-I HATM-İ HÂCE"
Hayatın mânâsını bilir sahib-i iz'an
Kalblerin esrarını çözer sahib-i ihsan
Bir ney çıkıp söylesin vefatın tarihini
İki anahtar lâfız, işte "HUZUR VE İRFAN"
Musa Efendinin ömrünün son demlerinde hasta yatağında ara sıra gözünü açıp yakınlarıyla göz göze geldiği anlarda dudaklarından dökülen bazı sözleri:
-Bütün mahlûkatı sevdim. Hayvânâtı, nebâtâtı sevdim. Her şeyi, herkesi sevdim. Bir insan yanlış söylese de onu yine sevmek lazım. Allah düşmanları müstesnâ.
-Hizmetle yorulan hizmetle dinlenir.
-Merhamet her şeyin başıdır.
-Dünya da boş, ukbâ da; illa Hakkın rızâsı.
ESERLERİ:
Musa Efendinin bütün Eserleri, İstanbulda Erkam Yayınları tarafından ve Sâdık Dânâ müstear ismiyle yayınlanmıştır.
1- İslâm Kahramanları üç ciltlik bir eserdir. Birinci cildi Hz. Peygamber ve ashâbının cesâret ve kahramanlıklarını, ikinci ve üçüncü ciltleri ise Selçuklu ve Osmanlı döneminde yaşayan kahramanları anlatır.
2- Altınoluk Sohbetleri beş ciltlik bir eserdir. Altınoluk Dergisi�nde aylık olarak yayınlanan makâlelerinin toplanmış hâlidir. Zikir, istikâmet, sabır, şükür, edeb, tevbe, misâfirperverlik, Allah için sevmek, güzel ahlâk, merhamet, hizmet, ana-baba hakkı, cömertlik, tevekkül, temkîn ve telvîn, gözyaşı, çocuk terbiyesi gibi ahlâkî ve tasavvufî konulardaki yazılardır.
3- Sultânü�l-arifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu Mürşidi Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu Efendi�nin hayatı, ahlâkı ve tanıyanların dilinden bazı hâtırâlarını ihtivâ eden bir eserdir.
4- Allah Dostunun Dünyasından - Hacı Musa Topbaş Efendi ile Sohbetler Ömrünün son yıllarında kendisi ile yapılan ve peyderpey Altınoluk Dergisi�nde yayınlanan röportajların bir araya getirilmiş şeklidir. Hayatı ve dünya görüşü ile ilgili en mühim bilgiler bu eserde bulunmaktadır.
Bu eserler hâricinde küçük cep boyu hâlinde yayınlanan Âhiret Hazırlığı, Tasavvuf -Mârifetullah, Hizmet İnsanı ve Âile Seâdeti isimli eserler Altınoluk Sohbetleri adıyla yayınlanan makâlelerden seçilmiş olup yeni ve müstakil eser değildir.
KAYNAK:Altınoluk dergisi

Şeyh Muhammed Nazım HAKKANÎ

Kıbrıs’ın Larnaka şehrinde 21 Nisan 1922 (26 Şaban 1340) Cuma günü doğdu. Soyu, baba tarafından, ehl-i beyte ve Gavs-ı âzam Abdülkadir Geylanî'ye ulaşır, anne tarafından ise Mevlevi tarikatı kurucusu Mevlana Celaleddin Rumi Hazretlerine dayanır.
Çocukluğunda Kadiri tarikatı şeyhi olan dedesinden bu tarikatın disiplin ve maneviyatını öğrendi. Daha küçükken olağanüstü özellikleri vardı. Tavırları mükemmeldi: kimseyle kavga etmez ve tartışmazdı. Her zaman gülümser ve çok sabırlı idi.
Bir genç olarak, olağanüstü yüksek manevi mertebesi sayesinde büyük ilgi görüyordu. Larnaka’da herkes onu tanıyordu, çünkü genç yaşta insanlara fikir veriyor ve gelecek hakkında konuşabiliyordu. Beş yaşından itibaren annesinin onu bulamadığı zamanlar oluyordu. Uzun aramalardan sonra annesi onu ya camide ya da Hala Sultan Tekkesi’nde (Peygamberimizin süt halası) bulurdu. Türbenin üzerinde havada asılı duran büyük taş, oraya bir çok turist çekmektedir. Annesi onu eve götürmeye çalıştığında; “Beni burada bırak, o bizim ceddimizdendir.” derdi. Sık sık, 14 yüzyıl önce gömülen Hala Sultan ile konuştuğu görülürdü. Biri onu rahatsız ederse; “Bırakın, burada gömülü olan büyük annemle konuşuyorum.” derdi.
Gündüz dünya ilmini öğrenmek için normal okula gidiyor, geceleri ise vaktini din ilimlerini ve Mevlevi ve Kadiri tarikatını öğrenmekle geçiriyordu.
Şeriat, Hadis, Fıkıh ve Tefsir öğreniyor bütün İslami konularda fetva verebiliyor, bütün manevi mertebelerden konuşabiliyordu. Zor hakikatleri açık ve kolay şekilde anlatma kabiliyeti vardı.
Kıbrıs’ta liseyi bitirdikten sonra (1940- Hicri 1359) iki ağabeyi ve bir kız kardeşinin yaşadığı İstanbul’a gitti. Beyazıt’ta bulunan İstanbul Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği okudu. Aynı zamanda şeyhi Cemaleddin el-Alasuni (vefatı: 1955-Hicri 1375) ile hem şeriat ilminde ilerliyor, hem de Arapça lisanı öğreniyordu. Kimya Mühendisliğinde de çok iyi gidiyor ve arkadaşlarını hep geride bırakıyordu. Üniversite hocaları onu araştırma yapmaya teşvik ediyor ama o; “Modern ilim beni cezbetmiyor, kalbim hep manevi ilimlere çekiliyor” diyordu.
İstanbul’da bulunduğu ilk sene içerisinde ilk manevi şeyhi olan Nakşibendi tarikatı şeyhi Süleyman Erzurumi hazretlerini (vefatı: 1948) buldu. Üniversiteye devam ederken aynı zamanda şeyhinin sohbetlerine de devam edip Nakşibendi tarikatını öğreniyordu.
Sultanahmet camisinde, bütün geceyi tefekkürle geçirdiği sık sık görülürdü. Kendisi şöyle anlatıyor:
“Orada, kalbime rahmet ve selamet geliyordu. Sabah namazlarını o camide, şeyhlerim Şeyh Cemaleddin el-Alasuni ve Şeyh Süleyman Erzurumi ile beraber kılıyordum. Beni eğitiyor ve kalbime manevi ilim yerleştiriyorlardı. O zamanlar beni Şam’ın mübarek topraklarına çağıran bir çok rüya gördüm fakat henüz şeyhimden izin yoktu. Bir çok kez rüyalarımda Peygamber Efendimizi beni huzuruna çağırırken gördüm. Kalbimde her şeyi bırakıp Peygamberimizin mübarek şehrine göç etmek için derin bir arzu vardı.
Bir gün, kalbimdeki bu hasret çok yoğun olduğu bir zaman, Şeyhim Süleyman Erzurumi Hazretlerini gördüğüm bir zuhurat hasıl oldu. Gelip beni omzumdan salladı ve bana: “İznin şimdi geldi. Senin sırların ve manevi eğitimin benimle değil. Ben seni sadece emanet olarak tuttum ta ki senin gerçek şeyhin olan Abdullah Dağıstani Hazretlerine (ki benim de şeyhimdir) hazır olana kadar.
O senin anahtarlarını tutuyor. Git onu Şam’da bul. Bu izin sana benden ve Peygamberimizden geliyor (Şeyh Süleyman Erzurumi, Nakşibendi tarikatının 313 büyük evliyasından biri idi).”
Zuhurat bitmişti ve ben Şam’a gitme iznini almıştım. Bu olayı söylemek için şeyhimi aradım. Onu yaklaşık iki saat sonra camiye gelirken buldum. Yanına koştum, bana kollarını açıp: “Oğlum, zuhurattan memnun musun?” dedi. Olan biten her şeyden haberdar olduğunu anladım. Bana: “Bekleme, hemen Şam’a doğru yola çık.” dedi. Adres veya başka bilgi vermemişti, sadece Şam’da Şeyh Abdullah Dağıstani demişti. İstanbul’dan Halep’e trenle gittim. Oradan Şam’a geçmeye çalıştım ama mümkün değildi. Şam’ı işgal eden Fransızlar İngilizlerin hücumuna hazırlanıyordu. Ben de Peygamberimizin sahabesi Halid bin Velid’in türbesinin bulunduğu Humus’a gittim. Türbeyi ziyaret edip camiye girdim ve namaz kıldım. Sonra yanıma bir kişi geldi ve bana şöyle dedi: “Akşam rüyamda Peygamberimizi gördüm; bana ‘Torunlarımdan biri yarın buraya geliyor, onunla ilgilen’ dedi. Sonra bana senin nasıl olduğunu gösterdi. O kişinin sen olduğunu görüyorum.”
“Dediğinden o kadar etkilendim ki davetini kabul ettim. Bana caminin yanında bir oda verdi. Orada bir yıl boyunca kaldım. Namaz kılmak ve Humus’lu iki büyük alimin meclislerinde bulunmak dışında odamdan çıkmıyordum. Bu alimler tecvid, tefsir, hadis ilmi ve fıkıh öğretiyorlardı. İsimleri Şeyh Muhammed Ali Uyun ed-Sud ve Humus müftüsü Şeyh Abdülaziz Uyun es-Sud idi. Aynı zamanda, iki nakşibedi şeyhinden de manevi eğitim alıyordum. Bunlar Şeyh Abdülcelil Murad ve Şeyh Said es-Subai idi. Şam’a gitmek için can atıyordum. Savaşın yoğunluğu yüzünden, önce Trablus’a oradan Beyrut’a, Beyrut’tan da Şam’a daha güvenli bir şekilde gitmeye karar verdim.”
1944 yılında (Hicri 1364) Şeyh Nazım otobüsle Trablus’a gitti. Otobüs onu limanda bıraktı. Orada bir yabancı idi ve kimseyi tanımıyordu. Limanda dolaşırken yolun diğer tarafından kendine doğru gelen birini gördü. Bu kişi Trablus müftüsü Şeyh Münir el Melik idi. Aynı zamanda, şehirdeki bütün tarikatların şeyhiydi. Yaklaştı ve şöyle dedi: “Sen Şeyh Nazım mısın? Rüyamda Peygamberimizi gördüm, bana ‘Torunlarımdan biri Trablus’a geliyor’ dedi ve senin görünüşünü bana gösterdi. Bu bölgede seni aramamı ve seninle ilgilenmemi söyledi.”
Şeyh Nazım şöyle devam ediyor: “Şeyh Münir el Melik ile bir ay kaldım. Sonra Humus’a gitmemi ve oradan da Şam’a geçmemi sağladı. Şam’a 1945’te (Hicri 1365) bir Cuma günü Hicri yılbaşında vasıl oldum. Şeyh Abdullah’ın, Peygamber ailesinden bir çok kişinin ve Bilal Habeşi Hazretlerinin türbesinin bulunduğu Hayy el-Meydan bölgesinde yaşadığını biliyordum ve oraya gittim.
“Şeyhin evinin hangisi olduğunu bilmiyordum. O anda sokakta dururken bir zuhurat hasıl oldu. Şeyh evinden çıkıp beni içeriye çağırıyordu. Zuhurat bittiğinde sokakta kimseyi göremiyordum. Fransız ve İngiliz bombardımanlarından dolayı etraf bomboştu. Herkes korkuyor ve evinde saklanıyordu. Sokakta yalnızdım. Şeyhin evinin hangisi olduğunu bulmak için kalbime bakıyordum. Sonra bir zuhurat daha oldu ve özel kapısı olan özel bir ev gördüm. Zuhurat bittiğinde, o kapıyı bulana kadar aradım. Kapıyı çalmak için yaklaştığımda Şeyh kapıyı açtı ve ‘Hoşgeldin, oğlum, Nazım Efendi’ dedi.
“Olağan dışı görünüşü beni hemen cezbetmişti. Daha önce hiç böyle bir şeyh görmemiştim. Yüzünden ve alnından nur akıyordu. Kalbinden ve gülümseyen yüzünden sıcaklık geliyordu. Beni yukarıya, odasına çıkardı ve ‘Seni bekliyorduk’ dedi.
“Kalbim onunla olmaktan çok mutluydu fakat Peygamber Efendimizin şehrini ziyaret etmeyi de çok istiyordum. Ona ‘Ne yapacağım?’ diye sordum. ‘Cevabını yarın vereceğim. Şimdilik dinlen’ dedi. Bana akşam yemeği ikram etti. Yatsı namazını onunla kıldım ve uyudum. Sabaha karşı beni teheccüd namazı için uyandırdı. Daha önce hiç bu namazdaki kadar güç hissetmemiştim. Kendimi ilahi huzurda hissettim. Kalbim giderek ona daha fazla bağlanıyordu.
“Sonra bir zuhurat hasıl oldu ve namaz kıldığımız yerden gökyüzünün Kabe’si olan Beyt-ül Ma’mur’a merdivenle tırmandığımı gördüm. Her adım bir makam idi ve her makamda kalbime daha önce hiç bilmediğim ve duymadığım bilgiler geliyordu. Beyt-ül Ma’mur’a varıncaya kadar kelimeler ve cümleler muhteşem bir şekilde bir araya geliyor ve yükseldiğim her makamda kalbime veriliyordu. Orada, Peygamber Efendimizin imam olduğu, namaza durmuş 124 000 peygamberi gördüm. Onların arkasında safa durmuş Peygamberimizin 124 000 sahabesini gördüm. Onların da arkasında, Nakşibendi tarikatının 7007 evliyasını gördüm. Sonra diğer tarikatların
124 000 evliyasını saflar halinde namaza durmuş olarak gördüm.
“Hazreti Ebu Bekir’in hemen sağ yanında iki kişilik boş yer kalmıştı. Büyük Şeyh Efendi, o boş yere gitti, beni de oraya çekti ve sabah namazını beraber kıldık. Bu namazın tatlılığını daha önce hiç yaşamamıştım. Peygamber Efendimiz namazı kıldırırken kıratının güzelliği tarif edilemezdi. Hiç bir kelime tarif edemezdi çünkü bu ilahi bir şeydi. Namaz bitince zuhurat da sona erdi ve Şeyhim benden sabah namazı için ezan okumamı istedi.
“Sabah namazını kıldı, ben de arkasında kıldım. Dışarıda iki ordunun da bombardımanlarını duyuyordum. Beni Nakşibendi tarikatına süluk etti ve bana ‘Oğlum, bizde müridimizi bir saniyede kendi makamına ulaştıracak kuvvet vardır’ dedi. Bunu söyler söylemez gözleriyle kalbime baktı ve gözlerinin rengi sarıdan kırmızıya, sonra beyaza, sonra yeşile ve siyaha döndü. Her renge ait bilgi kalbime aktıkça gözlerinin rengi değişiyordu.
“İlk renk sarı idi ve kalp haliyle alakalı idi. İnsanların günlük hayatlarıyla ilgili gerekli bütün bilgileri kalbime döktü. Sonra Hazreti Ali’den gelen 40 tarikatın ilminden, Sır Makamından, kalbime verdi ve kendimi bu tarikatlarda üstad olarak buldum. Bu bilgileri aktarırken gözleri kırmızı idi. Sırrın Sırrı denilen üçüncü makam, sadece, Hazreti Ebu Bekir’den gelen Nakşibendi tarikatının şeyhlerine izin verilen makamdı. Bu makamdan kalbime verirken gözleri beyaz idi. Sonra beni gizli manevi bilgilerin olduğu Gizli Makama çıkardı. O anda gözleri yeşile dönmüştü. Daha sonra beni hiç bir şeyin görünmediği en gizli makam olan Tam Yok Olma makamına götürdü. Bu arada gözlerinin rengi siyaha dönmüştü. Burada beni Allah’ın huzuruna çıkardı sonra geri varlığa getirdi.
“Ona olan muhabbetim o anda o kadar yoğundu ki ondan ayrı kalmayı düşünemiyordum. Sonsuza kadar onunla beraber kalıp ona hizmet etmekten başka hiç bir şey istemiyordum. Sonra fırtına geldi ve sükuneti tehdit etti. İmtihan çok büyüktü. Bana, ‘Oğlum, halkının sana ihtiyacı var. Şimdilik sana yeterli olanı verdim. Bugün Kıbrıs’a git’ dediği an ümitsizliğe düşmüştüm. Ona ulaşmak için bir buçuk sene geçirmiştim. Onunla bir gece kaldım. Şimdi bana, beş yıldır görmediğim Kıbrıs’a geri gitmemi emrediyordu. Bu benim için müthiş bir emir idi fakat, tarikatta, mürit şeyhinin arzusuna teslim olmalı idi.
“Ellerini ve ayaklarını öpüp izin aldıktan sonra Kıbrıs’a gitmek için bir yol bulmaya çalıştım. İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşıyordu. Ulaşım yoktu. Sokakta bu düşüncelerle ilerlerken yanıma bir kişi geldi ve “Şeyh Efendi, vasıtaya ihtiyacınız var mı? diye sordu. ‘Evet! Nereye gidiyorsunuz?’ dedim. ‘Trablus’a’ dedi. Beni tırına bindirdi ve iki gün sonra Trablus’a vardık. Oraya gelince, ‘Beni limana götür’ dedim. ‘Niye?’ dedi. ‘Kıbrıs’a giden bir gemi bulmak için’ dedim. ‘Nasıl? Bu büyük savaşta kimse denizde seyahat etmiyor ki!’ dedi. ‘Boşver, sen beni oraya götür’ dedim. Beni limana götürüp bıraktı. Şeyh Münir el Malik’in bana doğru geldiğini görünce yine şaşırdım. Bana şunları söyledi “Büyük dedenin sana karşı nasıl bir sevgisi varmış! Peygamber Efendimiz yine rüyamda bana gelip ‘Oğlum Nazım geliyor, onunla ilgilen” dedi.”
“Onunla üç gün kaldım. Kıbrıs’a gitmem için bana yardım etmesini istedim. Denedi ama savaş ve yakıt eksikliği yüzünden mümkün olmuyordu. Kayıktan başka hiç bir şey bulamadı. Bana, ‘Gidebilirsin ama çok tehlikeli’ dedi. ‘Gitmeliyim, çünkü bu, şeyhimin emridir’ dedim. Şeyh Münir, kayık sahibine beni Kıbrıs’a götürmesi için çok yüklü para verdi. Yola koyulduk. Normalde dört saatte gidilen yolu yedi günde aldık.
“Kıbrıs’a adımımı atar atmaz kalbimde bir zuhurat hasıl oldu. Şeyhim Abdullah Dağıstani Hazretlerini gördüm, bana şöyle dedi: ‘Oğlum, hiçbir şey seni, emirlerimi yerine getirmekten alıkoymadı. Dinleyip kabul etmekte çok başarılı oldun. Bu andan itibaren sana her zaman görüneceğim. Ne zaman kalbini bana doğrultsan ben orada olacağım. Ne zaman bir soru sorsan İlahi Huzurdan doğrudan cevabını alacaksın.Ulaşmak istediğin herhangi manevi makam, tam teslimiyetin sayesinde sana verilecektir. Peygamber Efendimiz ve bütün evliyalar senden memnundur’. Bunu söyler söylemez onu yanımda hissettim ve o zamandan beri, beni hiç terk etmedi, her zaman yanımdadır.
Şeyh Nazım, Kıbrıs’ta İslami eğitimi ve manevi terbiyeyi yaymaya başladı. Bir çok insan gelip Nakşibendi tarikatını kabul etti. Maalesef bu zaman, dinin Türkiye’de kısıtlandığı bir zamandı ve Şeyh Nazım Kıbrıs Türk toplumunda yaşadığı için orada da dini ibadetler kısıtlanmıştı. Ezanı Arapça okumak yasaktı.
Doğduğu yere gittiğinde yaptığı ilk şey camiye gidip Arapça ezan okumak oldu. Hemen tutuklanıp bir hafta hapis yatmak zorunda kaldı. Serbest kalır kalmaz Lefkoşa büyük camisine gidip minaresinde ezan okudu. Bu olay, resmi makamları çok kızdırdı ve aleyhine dava açtılar. Mahkemeyi beklerken bütün Lefkoşa ve yakın köyleri dolaşıp minarelerden ezan okudu. Neticede, aleyhine toplam 114 dava açıldı. Avukatlar, ezan okumaktan vazgeçmesini tavsiye etti fakat o, “Yapamam, insanların ezanı duyması lazım.” diyordu.
Davaların okunma günü gelmişti. Eğer yargılanır ve suçlu bulunursa 100 yıl üzerinde hapisle cezalandırılacaktı. Aynı gün, Türkiye’den seçim sonuçları geldi: Adnan Menderes yeni başbakan seçilmişti. Başkan olarak ilk işi bütün camileri açıp arapça ezan okunmasına izin vermek oldu. Bu, Büyük Şeyh Efendinin bir kerameti olmuş ve Şeyh Nazım bu sayede serbest bırakılmıştı. Oradaki yılları esnasında, Şeyh Nazım, Kıbrıs’ın her yerini dolaştı ve Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan ve daha birçok yeri ziyaret edip tarikatı öğretti.
1952 yılında Şam’a yerleşip büyük Şeyh Efendinin müridlerinden Hacı Emine Hanım ile evlendi. Bundan sonra Şam’da yaşayıp her sene Recep, Şaban ve Ramazan aylarında ailesi ile beraber Kıbrıs’ı ziyarete gidiyordu. Bu arada iki kızı ve iki oğlu olmuştu. Eşi Hacı Emine Hanımefendi 16 Kasım 2004 tarihinde vefat etmiştir.(Rh.a.)
SEYAHATLERİ
Şeyh Nazım her sene Kıbrıslı hacı kafilesine lider olarak Hacca giderdi. Toplam 27 kez Hacca gitmiştir.
Bir keresinde, Büyük Şeyh Efendi, Şam’dan Halep’e yürüyerek gitmesini ve her köyde durup iman, Tasavvuf ve Nakşibendiliği yaymasını istedi. Şam Halep arası yaklaşık 400 km idi ve gidip gelmek bir yıldan fazlasını almıştı. Bir iki günlük yürüyüşten sonra bir köye varıyor, insanları eğitmek, Nakşibendi tarikatını yaymak ve zikir yaptırmak için orada bir hafta kalıyor sonra diğer köye gitmek için tekrar yola koyuluyordu. Kısa zamanda, ismi Ürdün sınırından Türkiye sınırına kadar her ağızda söyleniyordu.
Aynı şekilde, Büyük Şeyh Efendi, Şeyh Nazım’ın Kıbrıs’ı da baştan başa yürüyerek dolaşmasını istemişti. Bir köyden diğerine gidiyor, insanları islama çağırıp, dinsizlik ve maddeciliği bırakmalarını istiyordu. Kıbrıs’ta o kadar tanınmış ve sevilmişti ki, renkleri koyu yeşil olan sarık ve türbanının rengi adada “Şeyh Nazım yeşilbaş” olarak bilinir olmuştu.
1978’den beri Türkiye’yi de benzer şekilde dolaşmıştır. Hemen hemen Türkiye’nin her yerini ziyaret eden Şeyh Nazım, dolaştığı bölgelerde, bir yerden diğer yere, bir camiden diğer camiye gidiyor, Allah kelamını, maneviyatı ve iman nurunu yayıyordu.
Gittiği her yerde halk tarafından olduğu kadar, resmi ve hükümet yetkilileri tarafından da hoş karşılanmıştır. Türkiye’de ‘Kıbrısi’ lakabıyla tanınmaktadır. Peygamberimizin tavsiye ettiği orta yolda yürüyüşü laik hükümet ve İslami gruplar arasında ince bir çizgi oluşturmasını sağlamaktadır. Bu ise umum halkın ve gizli servislerin akıl ve kalplerine huzur ve sükunet getirmektedir.
1974’ten itibaren Avrupa’yı ziyarete başlamıştır. Kıbrıs’tan Londra’ya uçak ile gidip dönüşünü kara yoluyla yapmıştır. Halen her ülkeden, değişik inanç ve kültürden her çeşit insanla görüşmeye devam ediyor, insanlar huzurunda şehadet getirip tarikata giriyor ve ondan manevi sırlar alıyor.
1986’da uzak doğu seyahatini gerçekleştirmiş ve Brunei, Malezya, Singapur, Hindistan, Pakistan ve Sri Lanka’yı ziyaret etmiştir. Buralarda da sultanlar, başkanlar ve umum halk tarafından heyecan ve coşkuyla karşılanmış, büyük ikram ve iltifatlarda bulunulmuştur.
1991’de Amerika seyahatine çıkmış ve 15 eyalet dolaşmıştır. Bu esnada değişik din ve inançlardan birçok kişiyle görüşmüştür ve bunun neticesinde Kuzey Amerika’da Nakşibendi tarikatına ait 15 merkez açılmıştır. İkinci ziyaretini 1993’te yapmış ve yine birçok yeri dolaşmıştır. Sayesinde, Kuzey Amerika’da 10 000 kişi müslüman olup tarikata girmiştir.
HALVETLERİ
İlk halvetini 1955’te Ürdün Süeyl’de Abdullah Dağıstani Hazretlerinin emriyle yapmıştır. Halvette altı ay geçirmiştir.
Henüz ilk iki çocuğu var iken, Abdullah Dağıstani Hazretleri onu çağırmış ve şöyle demiştir: “Bağdat’ta Abdül Kadir Geylani Camisinde halvet yapman için Peygamber Efendimizden emir aldım. Oraya git ve altı ay halvete gir”.
Bu olayı Şeyh Nazım şöyle anlatıyor: “Şeyhime hiçbir soru sormadım. Eve bile uğramadan şehir merkezine doğru yürümeye başladım. ‘Elbiseye, paraya veya erzağa ihtiyacım var’ diye hiç düşünmedim. Bana ‘Git’ deyince ben de gittim. Abdül Kadir Hazretlerinin huzurunda halvet yapmayı çok istiyordum. Şehir merkezine ulaşınca bana bakan bir adam gördüm. Beni tanıyıp ‘Şeyh Nazım, nereye gidiyorsun?’ dedi. ‘Bağdat’a’ dedim. Bu kişi Büyük Şeyh Efendinin müridi idi. Bana ‘Ben de Bağdat’a gidiyorum’ dedi. Bağdat’a bir tır dolusu eşya götürüyordu. Beni de beraberinde götürdü.
“Abdül Kadir Hazretlerinin Camisine ulaştığımda, Caminin kapısını kapatan kocaman bir adam vardı. Bana ‘Şeyh Nazım!’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Sen buradayken sana hizmet edecek olan kişi benim, benimle gel’ dedi. Buna şaşırmıştım ama kalbimde sürpriz diye bir şey yoktu çünkü tarikatta her şeyin Allah tarafından tanzim edildiğini biliyordum. Onu takip ederek Gavs-ul Azam’ın kabrine yaklaştık ve ben büyük büyük dedem olan Abdül Kadir Geylani Hazretlerine selam verdim. Sonra beni bir odaya götürdü ve ‘Sana her gün bir tas mercimek çorbası ve bir parça ekmek getireceğim’ dedi. Odamdan sadece beş vakit namaz için çıkıyordum. Öyle bir duruma gelmiştim ki bütün Kur’an-ı Kerimi dokuz saatte okuyabiliyordum. Dahası, 124 000 kelime-i tevhid, 124 000 salavat ve bütün Delail-i Hayrat’ı okuyordum. Buna ek olarak, günde 313 000 ‘Allah Allah’ çekiyor ve bana vazife verilen diğer namazları kılıyordum. Her gün zuhurat üzerine zuhurat oluyordu. Bunlar, beni ta ki İlahi Huzurda yok olana kadar bir makamdan diğerine taşımışlardı.
“Bir gün Abdül Kadir Geylani Hazretlerini gördüğüm bir zuhurat oldu. Beni kabrine çağırıyor ve bana ‘Oğlum, seni türbemde bekliyorum, gel’ diyordu. Hemen duş alıp iki rekat namaz kıldım ve odamın sadece birkaç metre yanında olan kabrine gittim. Oraya varınca, ‘Selamün aleyküm, dede’ dedim. Hemen mezarından kalkıp yanıma geldiğini gördüm. Arkasında nadir taşlarla süslü bir büyük taht vardı. Bana ‘Benimle gel ve tahta otur’ dedi.
“Dede torun gibi tahta oturduk. Bana gülümsüyor ve şöyle diyordu: ‘Senden memnunum. Senin Şeyhin Abdullah el Faiz ed-Dağıstani’nin Nakşibendi tarikatında yeri çok yüksektir. Ben senin büyük dedenim, Gavs-ul Azam olarak taşıdığım gücü doğrudan kendimden sana aktarıyorum ve seni Kadiri tarikatına süluk ediyorum.’
Şeyh Nazım halvetini bitirip ayrılacağı vakit vedalaşmak için Abdül Kadir Geylani Hazretlerinin türbesine uğradı. Hazret, etten ve kemikten görünüp şöyle dedi: ‘Oğlum, Nakşibendi tarikatında eriştiğin makamlardan çok mutluyum. Kadiri tarikatında bana olan biyatını yeniliyorum. Ziyaretin için sana bir hediye vereceğim.’ Şeyh Nazım’a sarıldı ve ona on madeni para verdi. Bu paralar, şimdiki zamanın değil, Geylani Hazretlerinin kendi zamanının paraları idi. Bugüne kadar Şeyh Nazım bu paraları muhafaza etmiştir.
Şeyh Nazım, 40 günden bir seneye kadar süren birçok halvete girmiştir. Kendisi şöyle anlatıyor:
“Kimseye kendi şeyhiyle halvete girme ayrıcalığı verilmemişti. Ben Medine-i Münevvere’de şeyhimle aynı odada halvet yapma ayrıcalığına sahip oldum. Peygamberimizin camisinin yanında eski bir oda idi. Bir kapısı ve bir penceresi vardı. Şeyhim odaya girer girmez pencerenin üzerini boydan boya örttü. Odadan, sadece beş vakit namazı camide kılmam için çıkmama izin veriliyordu. Şeyhim ise odayı hiç terk etmiyordu.
“Namazlara giderken, şeyhim tarafından ‘Nazar ber kadam’ (adımlara bakmak) uygulamasını tatbik etmekle emredilmiştim. Bakışları kontrol etmek, kişinin Allah dışında her şeyle ilişkisini kesmesi için bir yoldu.
“Bu halvette, şeyhimin bir yıl boyunca hiç uyuduğunu görmedim. Yemeğe de hiç dokunmuyordu. Bize hergün bir tas mercimek çorbası ve bir parça ekmek veriliyordu. Kendi payını hep bana verirdi. Sadece su içerdi. Gecenin bitip gündüz olduğunu namaz vakitleri geldikçe anlıyordum.
“Günler ve geceler boyunca şeyhim lamba ışığında Kur’an okuyor, zikir yapıyor ve ellerini saatlerce dua için kaldırıyordu. Bütün sene boyunca yaptığı hiçbir dua daha öncekine benzemiyordu. Bazen yaptığı duanın lisanını anlamıyordum, çünkü semavi lisanı kullanıyordu. Bu duaları sadece kalbime gelen ilham ve zuhuratlarla anlayabiliyordum.
“Birgün şeyhimin şöyle dediğini duydum: ‘Allah’ım, bana şefaat gücü ver, Habib’ine verdiğin şefaat gücünden, ahirette insanları senin ilahi huzuruna yükseltebilmek için...’ Bunları söylerken bende bir zuhurat hasıl oldu. Mahşer gününde Allah insanları hesaba çekiyordu. Peygamber Efendimiz İlahi Huzurun sağ tarafında, Büyük Şeyh Efendi, Peygamberimizin sağ tarafında, ben ise Büyük Şeyh Efendinin sağ tarafında idim.
“Allah insanların hesabını gördükten sonra Peygamber Efendimize şefaat izni verdi. Peygamber Efendimiz şefaat edip bitirince, Büyük Şeyh Efendi Hazretlerine, kendine verilen manevi kuvvetle insanları kutsamasını emretti. Bu zuhurat, Şeyhimin ‘Elhamdülillah, Elhamdülillah, Nazım Efendi, cevabı aldım’ sözlerini duyunca sona erdi.
“Bu zuhuratlar daha sonra da devam etti. Bir gün, sabah namazından döndüğümde bana, ‘Nazım Efendi, bak!’ dedi. Nereye bakmalıydım? Yukarı mı, aşağı mı, sağa mı, sola mı? İçime kalbine bakmak geldi. Kalbine bakar bakmaz bütün perdeler kalktı ve AbdülHalık el Gücdavani Hazretlerini fiziki bünyesine bürünmüş olarak gördüm. Bana, ‘Oğlum, senin şeyhin emsalsizdir. Daha önce onun gibi kimse gelmedi’ dedi. Sonra, Büyük Şeyh Efendi ve benim kendisiyle gitmemizi istedi.
“Anında, kendimizi AbdülHalık Hazretleri ile dünyanın başka bir yerinde bulduk. Bir kayaya yaklaşıp, ‘Allah bu kayaya gelip vurmamı emretti’ dedi. Kayaya vurduğunda, oradan daha önce hiç görmediğim inanılmaz güçlü bir su fışkırdı. AbdülHalık Hazretleri ‘Bu su bugün çıkıyor ve kıyamete kadar böyle akmaya devam edecek’ dedi.
“Sonra şöyle dedi: ‘Allah bana bu suyun her damlasından Kendini kıyamete kadar tesbih edecek nurdan bir melek yarattığını söyledi ve şöyle emretti : Ey Kulum AbdülHalık el Gücdavani, senin vazifen, her meleğe bir isim vermektir.Bir ismi iki kere koyamazsın. Her birine farklı isim vermeli ve tesbihlerini saymalısın. Tesbihlerinin ecirlerini Nakşibendi tarikatının müridleri arasında paylaştırmalısın. Bu mesuliyet sana aittir!’ Zuhurat bittiğinde AbdülHalık el Gücdavani Hazretlerine bağlanmış ve bu inanılmaz vazifesi karşısında hayrete düşmüştüm.
“Halvetimizin son günü, sabah namazından sonra, odamızın dışında ağlama sesleri duydum. Bunlar, çocuk ağlamasına benzeyen, bir büyük ve birçok küçük seslerdi. Sesler kesilmiyordu. Dışarı çıkıp kimin ağladığını göremiyordum, çünkü iznim yoktu. Ağlama sesleri artarak devam etti ve saatlerce sürdü.
“Sonra Büyük Şeyh Efendi bana baktı ve ‘Nazım Efendi, kimin ağladığını biliyor musun?’ diye sordu. İnsan ağlaması olmadığını bildiğim halde ‘Şeyhim, siz daha iyi bilirsiniz’ dedim. Bana ‘Bunlar İblis ve askerleridir’ dedi ve ‘Niye ağladıklarını biliyor musun?’ diye sordu. Ben de ‘Siz daha iyi bilirsiniz’ dedim. Bana, ‘Şeytan, askerlerine yeryüzünde iki kişinin kontrollerinden kaçtığını bildirdi’ dedi.
“Sonra bana, şeytanın ve askerlerinin, Şeyhime ve bana ulaşmalarını önleyen bir zincirle çevrildikleri zahir oldu. Bu zuhurat bitti ve Şeyh Efendi bana ‘Elhamdülillah, Peygamber Efendimiz senden memnun kalmıştır, ben de senden memnun kaldım’ dedi. Sonra elini kalbime koydu ve o anda Peygamber Efendimizi, 124 000 peygamberi, 124 000 sahabeyi, 7 007 Nakşibendi evliyasını, 313 Büyük evliyayı, 5 Kutbu ve Gavsı gördüm. Her biri beni tebrik ediyor ve manevi ilimlerinden kalbime akıtıyorlardı. Onlardan Nakşibendi tarikatının ve diğer kırk tarikatın sırlarını miras aldım.
ZUHURATLARINDAN
1971’de Şeyh Nazım, Recep, Şaban ve Ramazan aylarını geçirmek üzere Kıbrıs’ta bulunmaktaydı. Şaban ayında birgün Beyrut havalimanından bir telefon geldi. Şeyh Nazım arıyor ve kendisini gidip almamızı istiyordu. Onu beklemediğimiz için geldiğine çok şaşırmıştık. Hemen gidip onu aldık. Bize ‘Peygamberimiz tarafından bugün size gelmem emredildi. Çünkü babanız yakında ölecek. Benim de onu yıkamam, kefenlemem, gömmem ve sonra Kıbrıs’a geri dönmem gerekiyor’ dedi. Biz, ‘Şeyh Efendi, babamız sağlıklı, hiçbir sorunu yok’ dedik. ‘Bana böyle emredildi’ dedi. Şeyh Nazım çok emindi ve biz de, Şeyh Efendi ne derse kabul edilmesi gerektiğini bildiğimiz için, ona teslim olmuştuk.
Bize aileyi toplayıp babamı son kez görmelerini söyledi. Biz de bütün aileyi çağırdık. Herkes şaşırmış, bazıları da inanmamıştı. Kimileri gelmiş, kimileri de gelmemişti. Babamın olan bitenden haberi yoktu ve akrabaların kendini normal ziyarete geldiklerini düşünüyordu. Saat yediye çeyrek var idi. Şeyh Nazım, ‘Yukarıya babanızın dairesine çıkıp ruhunu teslim ederken ona Yasin-i Şerif okumam gerekiyor’ dedi. Yukarıya çıktı, kapıda babam tarafından karşılandı. Babam, ‘Oo Şeyh Efendi, Kur’an okuduğunuzu duymayalı çok oldu, bize okur musunuz?’ dedi. Sonra Şeyh Efendi Yasin-i Şerifi okumaya başladı. Tam bitirirken, saat yediyi vurdu. Tam o anda babam ‘Kalbim, kalbim!’ diye bağırdı. Hemen koşup onu yatırdık ve doktor olan erkek ve kız kardeşlerim kontrola geldiler. Kalbinin yavaşladığını tesbit ettiler. Bir iki dakika sonra babam son nefesini verdi. Herkes Şeyh Efendiye korku ve hayretle bakıyordu. Herkes nasıl bildi diye merak ediyordu. Kıbrıs’tan sadece bu olay için nasıl gelmişti? Saatini bu kadar kesin nasıl biliyordu?
Bir keresinde de, Şeyh Nazım hac mevsiminde iki aylığına Lübnan’ı ziyaret ediyordu. Trablus valisi, Aşar ed-Daya, resmi hac kafilesinin başıydı. Şeyh Nazım’ı kendisiyle beraber hacca gitmeye davet etti.
Şeyh Nazım, ‘Seninle hacca gelemem ama inşallah seninle orada karşılaşırız’ dedi. Vali ısrar etti: ‘Eğer gidiyorsan, lütfen benimle git, başkasıyla gitme’. Şeyh Nazım, ‘Henüz gidip gitmeyeceğimi bilmiyorum’ diye cevap verdi. Hac mevsimi geçtikten ve vali de döndükten sonra hemen Şeyh Efendinin kaldığı eve koştu. Yüz kişinin önünde ‘Şeyh Efendi, niye benimle gelmeyip başkasıyla hacca gittin?’ diye sordu. Biz, ‘Şeyh Efendi hacca gitmedi ki! Burada kaldığı iki ay boyunca bizimle Lübnan’ı dolaştı’ dedik. ‘Hayır’ dedi, “Hacdaydı, şahitlerim var. Bir gün, Kabe’yi tavaf ederken Şeyh Nazım bana gelip, ‘Oo Aşar, burada mısın?’ dedi. Ben ‘Evet Şeyhim’ dedim. Sonra benimle tavaf etti. Geceyi Mekke’deki otelimizde beraber geçirdik. Arafat’ta günü bizim çadırımızda geçirdi. Üç gün Mina’da bizimle kaldı. Sonra bana ‘Medine’ye Peygamberimizi ziyarete gitmeliyim’ dedi”.
Vali bunları anlatırken, dikkatlice Şeyh Nazım’ı izliyorduk, çünkü Lübnan’ı hiç terk etmediğini çok iyi biliyorduk. Onun benzersiz, gizli gülümsemesini gördük. Adeta şöyle demek istiyordu: “Bu, Allah’ın evliyalarına bahşettiği kuvvettir. Onun yolunda olduklarında, onun ilahi aşkına ve ilahi huzuruna ulaştıklarında, Allah onlara her şeyi bahşeder”.

Şeyh Muhammed El-Haznevi (K.S.)

 


Şeyh Muhammed El-Haznevi (K.S.)

Kısa Hayatı

Şeyh Muhammed (k.s.); Şeyh İzzeddin (k.s.) hazretlerinin en gözde talebesi, en mükemmel takipçisi, onun gözünün nuru gibi koruyup, adeta bir gül gibi yetiştirdiği, tüm müslümanlara ve insanlık ailesine faydalı olması için elinden gelen tüm himmeti kullandığı, en yüce ahlaki, imani ve irfani değerlerle süslediği bulunmaz, mümtaz, eşine az rastlanır kamil-i mükemmil bir mürşid-i ekmel bir şahsiyet idi. Şeyh İzzeddin Hazretleri vefatından önce pek çok defa değişik vesilelerle Şeyh Muhammed (k.s.)'dan övgü ile bahsetmiş ve onun hem kâmil bir iman sahibi, muhabbetullah ile dopdolu arif bir zat olduğunu belirtmiş ve hem de insanları idare ve irşat etmede tam ve mükemmel bir hal üzere olduğunu dile getirmiştir. Bu durum sadece Şeyh İzzeddin Hazretleri ile sınırlı değildir. Bundan yaklaşık elli yıl öncesinden Şeyh Ahmed (k.s.) Hazretleri de onu övmüş, ondaki yeteneklere, üstün değer ve özelliklere dikkat çekmiş ve 'Bu zat bizim şanımızı yükseltecektir.' buyurarak konumunun önemine dikkat çekmişlerdir.
Sohbetler
Rahman ve Rahim Olan Allah´in AdiylaEy müslümanlar, mübarek kurban bayraminizi tebrik ediyorum. Cenab- Hak hem bize hem size hem Islam Ümmetine bu bayrami, bu yüce firsati, bu münasebeti tekrar tekrar nasip eylesin.Cenab-i Hak bu mübarek bayrami bütün müslümanlarin kelimesini birlestirmeye, daginikligini bir araya toplamaya, düsmanlarinin karsinda bir set olup engel teskil etmeye ye isgal edilmis arazilerini siyonistlerin ve gasp edenlerin elinden kurtarmaya onlari muvaffak eylesin. Birlik ve beraberlik içinde yasamayi nasip ve müyesser eylesin.
Sözleri
Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de: "İşte bu benim yolum, dosdoğru olan yoldur. Bundan başka doğru yol yoktur. Buna tabi olun, başkasına asla tabi olmayın." buyuruyor. Demek ki buraya gelmenin bir gayesi de Allah'ın ipine sımsıkı sarılmaktır. Peygamberler, veliler, alimler hepsi bunu anlatmaya geldiler ve insanların dosdoğru yürümesi için teblig ettiler, gayret sarfettiler.Eğer biz İslam ile amel etmez, çocuklarımıza İslamı öğretmez isek öldükten sonra pişman oluruz ve hem biz hem de çocuklarımız helak oluruz.
Vasiyeti ( Bu zarf ancak kardeşlerimin,alimlerin ve hazır bulunan cemaatın huzurunda açılacaktır.Açıldıktan sonra muhtevasının mümkünse Üstad Molla Abdullah veya Molla Ali El-Esvet ya da bu işe ehil olan kişilerden birisi tarafından okunmasını arzu ve temenni ederim. Bu zarfın içinde vasiyetimin olduğuna ; Abdülaziz Atakul,Molla Ebu Zeyd, Molla Selim Dağ, Molla İzzeddin Ankara, Hacı Şevket ve Hacı Mustafa'ları şahit kıldım. ) Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adı İle;Yüce zatı şerifinden başka baki olmayan ve kendi mülkünden başka daim olmayan Allah'a hamd ; kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan Resul-ü Ekrem'ine ve O'nun mübarek izini takip ederek yoluna devam eden pak Ehl-i Beytine ve güzide Ashabına salat ve selam olsun.

Muhammed el-Konyevi (Kuddise Sirruh)

 


HAYATI
Seyda-i Muhammed el-Konyevi (Kuddise Sirruh), miladi 1942 yılında Mardin ilinin merkezine bağlı Konaklı köyünde doğdu. Şu an hayatta olup Konya sivil havaalanı civarında bulunan Reyhani köyünde insanlara Allah-u Zülcelal'ın emir ve nehylerini anlatmak suretiyle insanların dünyada ve ahirette kurtuluşlarına vesile olmaktadır. Sevenleri arasında Seyda namıyla tanınmıştır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), anne tarafından Hz. Ömer (Radiyallahu Anh)'in soyundan olup, daha küçük yaşlarda büyük bir zat ve insanlara hidayet rehberi olacağı belliydi. İlim tahsiline başlamadan önce bir süre kendi keçilerine çobanlık yaptı.
O zaman köyleri kuraklık idi. Keçileri otlatmak için gece yola çıkarken, sabah namazını düşünerek suyunu yanında götürürdü. Herhangi bir sebeble suyu zayi olduğu zaman;
"Sabah namazının abdestini nasıl alacağım." diye geceyi uyumadan, hep düşünerek geçirirdi. Epey uzaklıktaki köye doğru karanlıkta giderdi.

Köye gelirken sabah namazının vaktinin geçmesinden, güneşin doğmasından hep endişe ederdi. Köye vardığında ise Allah-u Zülcelal'in bir lütfu olarak henüz sabah namazı vakti girmemiş olurdu.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bunların hepsinin Allah-u Zülcelal'in bir ikramı, O'nun bir ni'meti olduğunu ifade ederdi. Bütün bunları; kendi kemalatı olduğunu açıklamak için değil, Allah-u Zülcelal'in kendi üzerindeki bir ni'meti olduğunu açıklamak için söylerdi.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) daha küçük yaşlardayken bile cemaati kaçırmazdı. Köy halkından o yaştakiler arasında camiiye gelende yoktu. Köyün imamlığını yapan akrabası, ona nazar değmesinden korkardı. Bunları, hiç kimse ona zahiri irşad yapıp, tavsiye etmediği, anlatmadığı halde ibadetlerine devam ediyordu. Bu da gösteriyor ki bütün bunlar, Allah-u Zülcelal'in ona bir ikramıydı.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bir süre sonra ilim uğruna bir medreseye yerleşti. Medrese günlerinden bahsederken şöyle buyurdu;
"O günlerin tadı bambaşka idi. İlim ve din aşkı bizi öyle sarmıştı ki; eve geldiğim zaman, akrabalarımız, ilim ve din aşkından deli olacaksın diye üzülürlerdi."

Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh)'nin zahiri hocalarından birisi onun için; "Yalnız o talebeliğin hakkını veriyordu." buyurmuştu.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), Muhammed Diyauddin (Kuddise Sirruh)'in torunlarından molla Takyeddin'in halifesi molla Abdulbaki ve Seyda-i Süleyman Banihi'den de ilim tahsil etti. Birkaç Alimden daha ilim tahsil ederek en son Gavs-ı Bilvanisi (Kuddise Sirruh)'nin halifelerinden Abdussamed-i Ferhendi (Kuddise Sirruh)'nin yanına geldi. Onun yanında bir yıl kaldıktan sonra zahiri ilimlerden icazet aldı. Daha sonra Allah-u Zülcelal nasip ettiğinden, Abdussamed-i Ferhendi (Kuddise Sirruh), onun güzel ahlakından dolayı kızıyla evlendirdi.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), Abdussamed-i Ferhendi (Kuddise Sirruh)'nin yanında iken icazetine iki ay kala şöyle bir rüya gördü;
"Şah-ı Hazne (Kuddise Sirruh)'nin oğlu, Şeyh Aleaddin'nin bir elçisi, şeyh Aleaddin'in;
"Ben filan yerdeyim, bekliyorum, acele gel!" dediğini nakletti. Bu rüyanın işaretiyle Şeyh Aleaddin'nin yanına giderek ona intisap etti. Kısa bir zaman sonra Şeyh Aleaddin vefat edince, köyüne döndü. O zamanlar dayısı o köyün imamı idi. Dayısı görevden ayrılınca, köy halkı ona imamlık yapmasını teklif ettiler. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) kendi köyü olması sebebiyle ilk önce kabul etmek istemedi. Ancak çok ısrar üzerine onlara iki şart koştu.

Bu şartlardan birincisi; çalgılı düğünlerin terkedilmesi ve kadınlarla erkeklerin bir arada oynamamaları idi. ikincisi; beraberinde getirdiği talebelerin, bakımının üstlenilmesi idi. Köylüler bu şartları kabul ettiler. Orada küçük bir medrese yaparak üç yıl ikamet etti.
Üç yıl sonra kendi tabirleriyle oradaki nasibi bitti. Köylülerden birisi düğününü çalgılı bir şekilde yapınca, oradan ayrıldı. Bazı geceler hayırlı bir yer ve hayırlı bir nasip dileyerek ağladığı söylenir. Allah-u Zülcelal onun bu duasını kabul etti.
O sıralarda Gavs-ı Bilvanisi (Kuddise Sirruh) vefat etmiş ve oğlu Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh), insanlara Allah-u Zülcelal'in emir ve nehylerini anlatmak suretiyle irşada başlamıştı. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin daveti üzerine, kayınpederi Abdussamed-i Ferhendi (Kuddise Sirruh) ile birlikte Menzil köyüne geldi. Yirmi yıldan fazla Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin yanında kaldı ve hizmetinde bulundu. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) o günleri anarken;
"Keşke bütün ömrümüz onun hizmetinde geçseydi." buyurmuştu.

Bazı insanlar, Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh)'nin, bazı nedenlerle oradan ayrılma söylentisi üzerine, Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin şöyle dediğini nakletmişlerdir;
"Ey Molla Muhammed! Senin Menzilden ayrılman benim yüz ölümüme bedeldir. Ben bulunduğum müddetçe burada olacaksın. Benimle geldin ve benimle gideceksin."

Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh), Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh)'yi çok severdi. Hatta bazı insanlar söyleyemedikleri meseleleri onun aracılığıyla Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'e iletirlerdi. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh)'ye;
"Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh) sizi çok seviyor. Bunun hikmeti nedir?" dedikleri zaman; "O benim kemalatımdan değil, Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin şevkat ve merhametindendir." buyururdu.

Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin vefatından sonra bir yıla yakın teberrüken Menzil'de kaldı. Daha sonra Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin işareti üzerine Konya'ya hicret etti. Halen Konya'da insanlara Allah-u Zülcelal'in emir ve nehylerini anlatmak suretiyle onların dünyada ve ahirette saadete kavuşmalarına vesile olmaktadır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), sevenlerine daima Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in ve ashab-ı kiramın yolundan gitmelerini tavsiye ederdi. Sevenlerine, Allah-u Zülcelal'in rahmetinden, nefsin ve dünyanın kötülüğünden çok bahsederdi. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ashab-ı kiram ve ilmiyle amel eden alimlerin ahlakından bahseder ve onlar gibi ahlaklanmalarını söylerdi.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), bu kitaptan başka insanların dünyada ve ahirette saadete kavuşmaları için manevi ilaç niteliğinde başka kitaplar da yazmıştır.
Bu kitaplardan birincisi: "CENNET YOLUNUN REHBERİ" isimli kitaptır.
Bu kitapta; cennete giden yolu ve Cemalullah'ı görmenin yollarını, yani Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmanın ilacını sunmaktadır. Bu yolda hangi engeller ile karşılaşılabilir ve bu karşılaşılan engellerden nasıl kurtulup Allah-u Zülcelal'in yoluna dahil olunur ve insanları bu yoldan uzaklaştırmaya çalışan düşmanlar nasıl bertaraf edilir, bunları anlatmaktadır. Bu kitap ayrıca, insanların istikametini bozmadan Allah-u Zülcelal'in yoluna gidebilmenin, bu günah asrında imanı muhafaza edebilmenin, salih amel yapabilmenin ve cennet yolunun sırlarının ipuçlarını vermektedir.
İkinci kitap: "Mü'minin Kendine Nasihati NEFSE HİTAP" isimli kitaptır.

Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta, insanlara nefsini bilmek yolunda Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in tavsiye ve emirlerini aktarmıştır.
Nefsin mahiyeti, mertebeleri, nefsi kontrol altında tutmanın ehemmiyeti ve yolları, insanın iç dünyası, akıl, nefs ve kalb gibi manevi aletlerin nasıl işlediği ve işleyişi insanın ahiret hayatı açısından karlı bir duruma nasıl getireceği anlatılmaktadır.
Ayrıca; Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in, ashab-ı kiramın ve ilmiyle amel eden alimlerin vakit ni'metini en güzel şekilde değerlendirdikleri yer almaktadır. Hayatlarını Tasavvufun kural ve kaidelerine uyarak nasıl verimli kıldıkları anlatılmaktadır.

Bir sohbet ve nasihat tarzında olan bu kitap, gerçek yönüyle dünyaya ve içindekilere gönülden bağlı olan nefsin, ahtapot gibi kollarını dünyadan ve kalb'ten sökecek ve Allah-u Zülcelal'e bağlanmanın o en taze ve enfes soluklarına ulaşmaya vesile olan bir kitaptır.
Üçüncü kitap: "İSLAMİ HAYAT" isimli kitaptır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta, insanlara kul olmanın ve kulluk yapmanın eşsiz hazzını tattırırken, Allah-u Zülcelal'in ayetleri ve Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in hadis-i şerifleri ışığında saf ve temiz ibadet yolunu anlatmaktadır. Bu eser, Allah-u Zülcelal'in emrettiği gibi yaşamak isteyen ve Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in sünnetine uymak isteyen insanlar için eşsiz bir kaynak ve rehberdir.
Dördüncü kitap: "ÂDÂB" isimli kitaptır.

Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in hadis-i şerifleri ışığında her müslümanın günlük hayatında karşısına çıkan adabları anlatmıştır.
Beşinci kitap: "İLMİHAL" isimli kitaptır.

Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta, Allah-u Zülcelal'in ibadet konusunda emir ve nehylerini yalnızca bir pencereden bakarak değerlendirmek yerine, zahiri pencerenin yanında insanlara birde gönül penceresinin olduğunu ve o pencereden bakıldığında ibadetlerin, emir ve yasakların nasıl bir sır ve manevi zenginlik içerisinde bulunduğunu öğretmiştir.
Bu kitap insanlara ilim öğretirken, öğrenilen ilimle amel ettiğinde manevi olarak neler kazanabileceğini açıklarken ve yapılan amellerin sırlarına vakıf olmanın hazzını da tattırmaktadır.

Altıncı kitap; "TASAVVUF" isimli kitaptır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta tasavvufu, Kur'an'ı anlamaktan ve idrakten yoksun bazı gönüllere, içine düşmüş oldukları inkar bataklığından kurtulabilmeleri ve Allah-u Zülcelal'e zahiri ve manevi manada, saf kulluk yapabilmeleri için bulunmaz reçeteler ve nasihatler sunmaktadır.
Yedinci kitap: "MÜ'MİN KARDEŞLİĞİ" isimli kitaptır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta, tüm insanlara Allah-u Zülcelal'in ayet-i kerimelerde emrettiği, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in hadis-i şeriflerde tavsiye ettiği mü'min kardeşliğini kendi uslubu ile anlatmakta ve insanların faidesine sunmaktadır.
Sekizinci kitap: "HAC ve UMRE REHBERİ" isimli kitaptır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta, Haccın zahiri ve manevi şartlarını ve Haccın edeblerini ve Hacc'da okunacak duaları yazmıştır.
Dokuzuncu kitap: "MANEVİ HAYAT" isimli kitaptır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta, insanın dünya hayatı boyunca kendisini en üst derecede meşgul eden ve tüm zamanını alan zahiri hayatının yanı sıra, ebedü'l-ebed olan ahiret hayatını düzenlemede ve ebedi saadete ulaşmada en önemli temel nokta olan ama dünyanın meşguliyeti ve nefsin hileleri yüzünden dikkatlerden kaçan manevi hayatımızın da, aynı zahiri hayatımız gibi bir düzen ve güzellik içerisinde olması gerektiğini anlatırken, bunun nasıl ve ne şekilde olabileceğinin yollarını ve manevi hastalıklardan kurtulabilmenin reçetelerini sunmaktadır. Allah-u Zülcelal'in emirlerine uymanın ve nehylerinden sakınmanın faydalarını, ihlas, muhabbet ve amele teşvik hallerini anlatmaktadır.
Onuncu kitap: ASRIMIZ MESELELERİNE FETVALAR isimli kitaptır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta, insanların kötülüklerden kurtulup, yanlış yollardan dönüp kudret ve kudret sahibi Allah-u Zülcelal'in pak yoluna dönmeleri için insanların güncel sorularına Kur'an ve sünnet ışığında verdiği cevapları insanların faidesine sunmaktadır.
Onbirinci kitap: EBEDİ HAYATIN HUZURU isimli kitaptır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta, her müslümanın bilmesi ve uyması gereken dini konuları, herkesin anlayabileceği bir biçimde ele almış ve ebedi hayatta huzur bulma yollarını göstererek insanlığın istifadesine sunmuştur.
Onikinci kitap: ÖLÜM VE KIYAMETE BAKIŞ isimli kitaptır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu kitapta, ölümün gerçekliğini, kıyametin alametlerini ve sonrasında oluşabilecek hadiseleri bizlere anlatırken, her zaman olduğu gibi yine dünya gözümüzü kullanarak olaylara bakmak yerine, bu kitapta okuduğumuz konulara hiçbir şekilde yanılgıya düşmeyen gerçek gözümüzle, yani kalp gözümüzle bakmamızı tavsiye etmektedir.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) ayrıca, "Namaz Hocası" ve "Hanefi ve Şafiilere Göre Tesbihat" isimli küçük kitaplarda yazmıştır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh)'nin, insanları dünyada ve ahirette saadete kavuşmaları için yapmış olduğu nasihatler, sohbetler isimli sekiz ciltlik kitaplarda toplanmıştır. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bu sohbetlerde, ilim eczanesinden insanlara kıymetli terkiplerden oluşan reçeteler hazırlamış ve insanoğlunun istifadesine sunmuştur. Manevi bir ilaç niteliğinde olan bu sohbetlerinden bazıları şöyledir;
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) tevbe ni'meti hakkında buyurdu ki;
"İnsanoğlunun gece gündüz Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe etmesi lazımdır. Tevbe, Allah-u Zülcelal'in öyle büyük bir merhamet kapısıdır ki, maalesef onun kıymetini idrak edemiyoruz. Ancak kıyamet gününde onun kıymetini tam olarak bileceğiz. İnsan bilhassa mürid çok şuurlu olmalıdır. Nasıl bir hasta kendi hastalığının azaldığını veya çoğaldığını hissedebiliyorsa, müridde bu şekilde kendisinin doktoru olmalıdır. İnsan günahların içinde manen hasta olur. Bu hastalığı tedavi etmek için tevbeye kaçan ve kendisine verilen görevleri yerine getiren kimse, gün gün nasıl ilerlediğini kendisi de görebilir. Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur;
'Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve Allah'a sımsıkı sarılanlar, Allah'ın rızası için dinlerini halis kılanlar müstesnadır. Çünkü bunlar mü'minlerle beraberdirler. Mü'minlere ise Allah çok büyük mükafat verecektir.' (Nisa; 146)

Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;
'Ancak tevbe edip inanan ve salih amel işleyenler, işte Allah onların günahlarını sevaplara çevirecektir. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir' (Furkan;70)

Tevbe, mü'min için imandan sonra en büyük ni'mettir. Tevbe, insan için çok mühimdir. Bilhassa bu ahirzamanda, sokaklar ve çarşılar günah denizi gibi olduğu için çok daha mühim olmuştur. Bir insan denize girdiği halde ben ıslanmadım diyebilir mi? Her kim olursa olsun bu günah denizinin içinde mutlaka ıslanır.
İşte bundan muhafaza olmanın çaresi tevbedir. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur;
'Ben Allah'a günde yüz defa tevbe ederim.' (Müslim)

Biz onun ümmetinden değil miyiz? O böyle ederken, ben tevbe etmeyeceğim deyip sonra da onun ümmetindenim demek çok yanlıştır. Tevbe insanın kurtulmasına sebebtir.
Tevbenin değerini ne kadar anlatsam da sonunu getiremem. İnsanlar dünyada perişan olmamak için bir sanat sahibi oluyorlar. İnsanın ahiret yönünden de sanat sahibi olması gerekir. Çünkü orada baki olan bir hayat vardır. İnsan, ahirette perişan olmamak için tevbeyi kendine sanat yapması lazımdır. Tevbekar olan kimse anasından doğduğu günkü gibi tertemiz olur.
Tevbe'nin bir Allah dostunun yanında yapılması çok makbuldür. O Allah dostu ki, bir zincirin halkaları gibi Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e kadar ulaşır. Oradan Hz. Cebrail (Aleyhisselam)'e, Hz. Cebrail (Aleyhisselam)'den de Allah-u Zülcelal'e ulaşır. Çünkü Allah-u Zülcelal Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla emirleri yeryüzüne nazil etti. Cebrail (Aleyhisselam), Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e, ondan Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (Radiyallahu Anh)'a, ondan da Selman-ı Farisi (Radiyallahu Anh)'ye olmak üzere, şu an hayatta olan hayatta olan halkaya kadar birbirlerine izin vermişlerdir.
Nakşibendiyye yolu bizlere bu yolla ulaşmıştır. Onların himmet ve bereketi, hatta Allah-u Zülcelal'in kuvveti o tevbe eden kişinin üzerine gelir. Onun içindir ki, o insan tevbesinde istikameti yakalayabiliyor.
İnsan tevbe ettikten sonra da yalnız o tevbe ile kalmamalıdır. Olabilir ki yine bir hata işler, daha sonra yine tevbe etmelidir. İşte tevbe insanın görevidir. Çünkü insan, tevbe ile Allah-u Zülcelal'e kulluk vazifesini yerine getirebilir. Tevbe tüm hayırların anahtarıdır ve Mü'minlerin kurtuluşu tevbededir. Bu yüzdendir ki, Allah-u Zülcelal her mü'mine tevbe etmeyi emrederek şöyle buyurmuştur;
'Ey Mü'minler! Nasuh tevbesi ile tevbe ederek Allah'a yöneliniz.'(Tahrim; 8)

Rivayete göre Allah-u Zülcelal, şeytanı dergahından kovduğu zaman, şeytan Allah-u Zülcelal'den kıyamet gününe kadar yaşama mühleti istedi. Allah-u Zülcelal bu isteği kabul edince, Şeytan;
'İzzetin hakkı için, kulunun canı çıkmadıkça, bende onun kalbinden çıkmayacağım.' dedi. Şeytanın bu sözlerine karşılık, Allah-u Zülcelal de;
'İzzet ve celalim hakkı için, kulumun canı çıkmadıkça, yüzüne tevbe kapısını kapatmayacağım.' buyurdu.
İşte Allah-u Zülcelal'in kullarına dönük rahmetine ve esirgeyiciliğine bakın! O ne kadar çok merhamet sahibidir. O kullarını affetmek için küçük bir bahane arıyor. Onun için her zaman tevbe ederek Allah-u Zülcelal'e yönelmeliyiz ve beş vakit namazı zamanında kılmaya gayret etmeliyiz.

Çünkü Allah-u Zülcelal, beş vakit namazı, büyükleri dışında kalan tüm günahlardan arınma vesilesi kılmıştır. Allah-u Zülcelal bizlere çok büyük fırsatlar vemiştir. İşte bu fırsatları vakit geçirmeden değerlendirmek gereklidir."
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) dünyanın kötülüğü hakkında buyurdu ki;
"Bilindiği gibi Allah-u Zülcelal insanı dünyaya göndermiştir. Bu dünya da nefsinin arzularına uyan ve dünyaya dalan kimse nefsine çok büyük haksızlıklar yapmış olur. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;
"Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın." (Lokman; 33)

Çok kısa olan dünya hayatı için rahatsız olmayıp keyf-ü sefaya dalmak, nefsin arzularının peşinde koşmak ve ebedü’l-ebed olan ahiret hayatını azabla geçirmeye razı olmak büyük akılsızlıktır.
Dünya hayatı ahiret hayatının yanında denizden bir damla gibidir. Deniz gibi olan ahiret hayatını terkedip, bir damla misali olan dünya hayatına dalmak, hep onunla meşgul olmak, insanın nefsine yaptığı en büyük haksızlık ve zulümdür.
İnsan dünyaya nasıl geldiğini ve nasıl gideceğini biraz düşünmelidir. Bu dünya bizim değil, bizden sonrakilerinindir. Bu dünya bizden öncekilerden bize emanet kaldı. Bizde kendimizden sonrakilere emanet edeceğiz.

İnsanlar bu dünyayı birbirlerine emanet olarak teslim ederler. Son olarak hakikatte herşey Allah-u Zülcelal'indir. Allah-u Zülcelal bu dünyayı bizlere emanet olarak vermiştir. Peki emanetin kimseye faydası var mıdır? Bir kişi birisine bir müddet sonra almak üzere bir emanet bıraktığında, bu emanetin o kişiye bir faydası olmaz. Nihayet müddet dolduktan sonra sahibi gelir ve geri alır.
İşte dünya da böyledir. Herkesin elinde emanettir. Onun için insanın hakiki malı, Allah-u Zülcelal'e karşı yaptığı salih amellerdir.
Bu dünya insanoğlu için imtihan yeridir. İnsan dünyada iken bir şey yapmayıp, kıyamette hakikatı görünce, artık hiçbir şey elinden gelmez. Bizden öncekiler şimdi tekrar hayata dönmek, ibadet, zikir ve hizmet etmek istiyorlar. Şimdi onlar çok pişman olmuşlardır. Biz ise şimdi onların temenni ettiği fırsata sahibiz. Onun için bu dünyaya aldanmayıp, Allah yolundan, O'nun zikrinden, ibadetinden ve hizmetinden ayrılmamamız gerekir.
Bir gün Hz. Ömer (Radiyallahu Anh), Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in yanına geldi. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in bir hasır üzerinde yatmakta ve hasırın izinin mübarek teninde izler taşımakta olduğunu görünce ağlamaya başladı. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem);
"Niçin ağlarsın ya Ömer!" diye sordu. Hz. Ömer (Radiyallahu Anh) dedi ki;
"Niçin ağlamayayım Ya Resulallah! Kisra ve Kayser, bunca ni'metler içinde, kalın yataklarda gark olup yatarlar. Onlar Allah'ın düşmanlarıdır. Sen Allah'ın habibi iken, mübarek tenin hasır iziyle yol yol almuş. Ya Resulallah! Altına aba'dan bir döşek alsan olmaz mı?"

Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hz. Ömer (Radiyallahu Anh)'in bu sözlerine karşılık şöyle buyurdu;
"Ya Ömer! Onlar öyle bir kavimdirler ki, ahiretin hoşnutluğunu istemeyip dünyanın rahatlığını tercih edip isterler. Biz ise öyle bir kavimiz ki, dünya ra-hatlığını terk ile ahiret rahatlığını tercih edip isteriz.

Ya Ömer! Bu dünya, ahirete nisbetle şuna benzer ki, bir kimse denize serçe parmağını soksa, o serçe parmakta ne kadar su ve yaşlık mevcut olursa olsun, sıcak bir yaz gününde ve kısa bir zamanda o yaşlık, buhar olup uçup gider. Dünyanın var olması serçe parmaktaki su gibidir. Bel bağlamaya gelmez. Bu dünyanın, bunun gibi olan hayaline aldanan kimseye yazıklar olsun!
Ya Ömer! Bu dünyayı hoşluk ile geçirenin, ahirette nasibi olmaz. Bu dünyayı zahmet ile geçiren ise, ahiretini rahat ve huzur içinde geçirir." (Ahmed b. Hanbel, Beyhaki, İbn Hıbban)
İşte işin gerçeği budur. Bu fani dünya, ne gönül verilecek ve ne de aldanacak bir yer değildir. Dünya ile mağrur olmayalım ve ona aldanmayalım.

Allah-u Zülcelal'in o bol rahmetine layık olabilmek için çareler arayalım. Allah-u Zülcelal kulunu affetmek için küçük bir bahane arar.
Mademki Allah-u Zülcelal bahane arıyor, bizde gayret edelim. Çok kıymetli bir sermaye olan ömrümüzü boşu boşuna sarfetmeyelim."
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) evliya-ı kiramın faziletinden bahsederek buyurdu ki;
"İnsanın, Allah dostlarının, ilmiyle amel eden alimlerin cemaatinde bulunmaya gayret etmesi, onlara yakın olmaya çalışması, onların sohbetlerine devam etmesi lazımdır. Bunlardan daha faydalı bir şey yoktur. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." (Tevbe; 119)

Sadıklarla (Allah Dostları) beraber olmak ve sohbet etmek; İnsan da muhabbete yol açması bakımından, nafile namaz ve nafile oruç kadar faydalıdır. Bunun için Allah Dostlarına tabi olmak ve kötü ahlaktan kurtularak, Allah-u Zülcelal'in rahmetine mazhar olmaya çalışmak lazımdır.
Evliyalarla beraber olmak paha biçilmez bir cevherdir. İnsan onlardan ayrıldığı müddetçe zarar eder. Ayrılık müddeti ne kadar uzun olursa, zarar da o nisbette olur. Evliyalarla beraber olmayan, onların bakışından, nazarından geçmeyen kimse bozulmaya yüz tutar. Nitekim Gavs-ı Bilvanisi (Kuddise Sirruh) şöyle buyurmuştur;
"Bizler Şah-ı Hazne (Kuddise Sirruh)'nin evinden dönüp, on onbeş gün ara verip evine gitmediğimiz zaman, muhabbetimiz azalır, bizlerde bir gevşeme olurdu. Böyle olunca hemen Şah-ı Hazne (Kuddise Sirruh)'nin evine gidip çorbasını içerdik ve sohbetini dinlediğimiz zaman muhabbetimiz yine eskisi gibi yerine gelirdi."
Evliyaların hallerini, ahlaklarını, amellerini anlatmak ve dinlemek de, büyük bir menfaat ve amel-i salihtir. Çünkü onlar Allah-u Zülcelal'in askerleri gibidirler. Onlar Allah-u Zülcelal'in ipine sımsıkı sarılmışlardır. Onların meşrebi Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in meşrebi gibi olmuştur.
Onlarsız yola çıkmak, geceleyin bilinmeyen bir yola ışıksız ve yalnız gitmek gibidir. Onların hallerinden bahsetmekle, insanın kalbine Allah-u Zülcelal'in muhabbeti girer. Onun için elimizden geldiği kadar birbirimize onların hallerini, ahlaklarını anlatmamız ve denizden bir damla gibi de olsa onların ahlakı ile ahlaklanabilmek için gayret göstermemiz lazımdır."
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) nefsin kötülüğü hakkında buyurdu ki;
"Allah-u Zülcelal, nefsin istek ve arzularını yaratmış bir tarafa koymuştur. Bunun karşısına da rızasını koymuştur. Bunun için;
"Kullarım benim rızamı mı seçecek, yoksa nefsinin arzularını mı seçecek!" diye imtihan etmektedir.
Nefsin hilelerine karşı çok dikkatli olmamız lazımdır. Nefs hiçbir insana şeref getirmemiştir. Nefs kendi sahibini cehenneme atmak için çaba sarfetmektedir. Nefs o kadar tehlikelidir ki, Firavun'a 'Ben Rabbim', Şeytana da 'Ben Adem'den üstünüm' dedirtmiştir. Nefs çok yaramaz ve günaha meyilli olarak yaratılmıştır.

Bütün bunlara rağmen nefsin arzularına uymak akılsızlıktır. Dünya hayatındayken Allah-u Zülcelal'in uyarılarına rağmen, hesap gününü unutarak, nefislerinin arzusuna tabi olup, Allah-u Zülcelal'in doğru ve saadete götüren yolundan ayrılanlar için, ahirette büyük ve çetin bir azab vardır. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;
"Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unutmaları yüzünden, şiddetli bir azab vardır." (Sa'd; 26)

Akılsız insan odur ki, yaşadığı süre içinde, ahiret mutluluğunu düşünmeden, kendi ateşini kendi eliyle tutuşturur. Ne yazık ki insan Allah-u Zülcelal'den o kadar gafildir ki, arkasında cehennem olduğunu bildiği halde, gülmeye devam eder. Halbuki tek kurtuluş yolu, çok ağlamak ve daima Allah-u Zülcelal'e yalvarmaktadır.
Bütün kötülüklerin anası nefsin isteklerine uymaktır.Bundan dolayı firavun'nun durumunu daima akılda bulundurmak lazımdır. İnsan nefsini serbest bırakıp gem vurmadığı zaman, tabii ki nefiste günaha sürüklemeye devam eder.
Bu ahir zamanda insanın nefsi, Allah-u Zülcelal'e yönelmeye engel olmak için, oldukça büyük çaba sarfetmektedir. İnsanın ibadet, zikir, sohbet ve hizmet yapmasını istemediğinden, türlü türlü bahanelerle onu bu işlerden alıkoymaya gayret eder.
Nefis ve şeytanla mücadele, insan için çok büyük bir mücadeledir.

Çakmak taşında ateşin gizlenmesi gibi, nefsin istekleri de kalb de öyle gizlidir. Çakıldığı zaman parlar kendi haline bırakıldığı zaman gizlenir. Tabii ki bu insanoğlu için bir imtihandır. Bu imtihanı kazanmak için biraz mücadele etmek lazımdır.
Kim ki hayata nefsinin isteklerinin gözüyle bakarsa, daha dünyada iken kendi cehennem ateşini yakmış demektir. Onun için insan hata ve günahlar üzerinde konaklamadan kendisini Allah-u Zülcelal'e yöneltmelidir."
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), Allah-u Zülcelal'in rahmeti hakkında buyurdu ki;
"Allah-u Zülcelal kullarına karşı çok merhametlidir. O'nun rahmeti boldur. O'nun rahmeti hiç kimsenin rahmeti ve şevkatine benzemez. Fakat kendimizi onun merhametine layık etmeye çalışmamız lazımdır. Anlatıldığına göre Süfyan-ı Sevri (Kuddise Sirruh) Hammad ismindeki bir zata;
"Ben Allah-u Teala'nın hakkını yerine getiremiyorum. Acaba Allah-u Teala benim gibi bir zatı affeder mi?" diye sordu. Hammad bu soru karşısında ona;
"Eğer kıyamet gününde beni, annem ve babamın hesaba çekmesiyle, Allah-u Teala'nın hesaba çekmesi arasında serbest bıraksalar, annem ve babamın beni hesaba çekmesini değil de Allah-u Teala'nın hesaba çekmesini isterim. Çünkü Allah-u Teala kuluna, bana karşı, anne ve babamdan daha şevkatlidir." demiştir.

Yine anlatıldığına göre, kıyamet gününde bir kişi mizanın önüne getirilerek, sevap ve günahları tartılır. Bu kimsenin günahları sevaplarından bir zerre kadar ağır gelir. Bu kimse cehenneme sevkedilirken, Allah-u Zülcelal'e;
"Ya Rabbi! Bana müsaade et. Dünyada iken bana karşı en merhametli davranan annem idi. Onun yanına gideyim bir zerre kadar bana sevabından versin de bu azabtan kurtulayım." diye yalvarır. Allah-u Zülcelal bu kuluna müsaade eder ve bu kimse annesinin yanına gidip;
"Anne, bir zerre kadar hayır eksik geldiği için cehenneme gidiyorum. Bana bir zerre kadar hayır hediye edersen, ben bu azabtan kurtulurum." der. Annesi;
"Ey Oğul! benim amellerim daha tartılmadı. Belki benim günahlarımda sevaplarımdan bir zerre kadar ağır gelebilir. Benim durumum belli olmadığından dolayı, sana bir şey veremem." diye cevap verir.

Bu kul annesinden ümitsiz kalınca geri döner ve cehenneme götürülmek üzere zebanilere teslim edilir. Bu sırada dünyada Allah için sevdiği dostlarından biri;
"Beni dünya da Allah için sevdiğinden dolayı sevablarımı sana hediye ettim." der ve hemen bu kulu cennete sevk ederler. Bu kimse cennetin yolunda aniden secdeye kapanarak;
"Ya Rabbi! Senin için bana sevaplarını hediye eden kulunu affetmedikçe bende cennete girmem." diyerek münacaatta bulunur. Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Zülcelal, bu durum karşısında ikisini de affederek cenneti nasip eder.
Gerçekten de Allah-u Zülcelal çok merhamet sahibidir. Bir anne ve baba çocuğuna karşı ne kadar merhamet gösterebileceğini hepimiz biliriz. Allah-u Zülcelal ise kuluna onlardan daha fazla merhametlidir. Allah-u Zülcelal kullarına bu kadar merhametli ise İnşallah-u teala bizi de affedecektir. Fakat, kendimizi az da olsa O'nun merhametine layık hale getirmemiz lazımdır. Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;
"Kim kötülük işler veya kendine zulmeder de sonra Allah'tan af dilerse, Allah'ı tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak bulur." (Nisa; 110)

İşte Allah-u Zülcelal bu kadar şevkat ve merhamet sahibidir. O'na dönmek lazımdır. Bizim günahlarımızı affetmek O'nın yanında hiçbirşey değildir. Ne olur bizde kendimizi, O'nun merhametine layık hale getirelim. O'nun rahmetine müstehak olabilmek için de Allah-u Zülcelal'e çok yalvarmak ve tevbe etmek lazımdır."
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) Allah-u Zülcelal'in rahmetinden o kadar çok bahsederdi ki, çoğu zaman şöyle buyururdu;
"Ben dünyada yaşadığım sürece, daima Allah-u Zülcelal'in rahmetinden bahsedeceğim. Ümit ediyorum ki, Allah-u Zülcelal mahşer gününde bizlere, İnşallah-u Teala rahmeti ile muamele edecektir."

Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), bir defasında sevenlerine şöyle bir nasihatte bulundu;
"Ey kardeşlerim! Kendime ve sizlere tavsiyem şudur; bu dünyaya bir defa geldik. Öldükten sonra bir daha gelmeyeceğiz. Zaman azdır. Bütün azalarımızı seferber yapmak suretiyle, yani Allah-u Zülcelal azalarımızı, hangi işi yaparak rızasını kazanmak için yaratmışsa onları o işte kullanarak, Rabbimizin rızasını kazanmaya çalışalım.

Çünkü bu bize fayda verecektir. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ashab-ı kiramın ve sadat-ı kiramın bütün hayatını gözönüne alarak elimizden geldiği kadar onlara mutabaat yapmak büyük bir ahiret kazancı ve ticaretidir."
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), bir defasında şöyle anlatmıştı;
"Nasıl ki dünyadaki bazı ni'metleri elde etmek için istemek yeterli gelmeyip, çaba göstermek gerekiyorsa, ahiretin ni'metlerini kazanmak için de yalnızca istemekle kalmayıp, biraz çaba göstermek lazımdır. Bizden önceki insanlar da Allah-u Zülcelal'in kuluydular. Allah-u Zülcelal'in yanındaki ni'metlere o kadar meraklıydılar ki, gece gündüz hiç akıllarından çıkmazdı.

Anlatıldığına göre, Rabia-i Adeviyye,
"Niye evlenmiyorsun?" diye ısrar edenlere şu şekilde cevap vermiştir;
"Benim üç büyük derdim vardır. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı garanti ederseniz, o zaman evlenirim.
Birincisi; acaba son nefesimde imanımı kurtarabilecek miyim?
İkincisi; Kıyamet gününde amel defterimi sağ taraftan mı, yoksa sol taraftan mı verecekler?

Üçüncüsü; Herkesin hesabı görüldükten sonra bir grup cehenneme ve bir grup cennete giderken, acaba ben hangi grupta bulunacağım?" dedi. O kimseler;
"Biz bu suallere cevap veremeyiz. Bunları ancak Allah-u Zülcelal bilir." dediler. Bunun üzerine Rabia-i Adeviyye;
"O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu günlere hazırlanmak elbette lazım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim?" buyurdu.

İşte herkes böyle olmalıdır. Rabia-i Adeviyye'nin hali bizim için büyük bir derstir. Eğer bunları bu dünyada biraz olsun düşünmeyip, önümüze her geleni yaparsak, kıyamet gününde perişan oluruz. Tabii ki o gün pişmanlık günüdür. Ama oradaki pişmanlığın kimseye faydası dokunmayacaktır."
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh)'ye;
"Sizce Tasavvuf nedir?" diye sorulduğunda;
"Tasavvuf; nefsin bütün kötü hasletlerden sıyrılıp, güzel ahlakla süslenmesidir." buyurmuştu.
"Tasavvuf ehli nasıl olmalıdır?" diye sorulduğunda da;
"Cüneyd-i Bağdadi (Kuddise Sirruh)'nin dediği gibi; Tasavvuf ehli, içine hertürlü pislik atıldığı halde ondan hep güzel şeyler çıkan toprak gibi olmalıdır. Tasavvuf ehli bulut gibi olmalıdır ki, herkesi gölgelendirsin. Tasavvuf ehli yağmur gibi olmalıdır ki, herkes ondan istifade etsin." buyurmuştur.

Seyda-ı Konyevı (Kuddıse Sırruh)'nın Kalblere Şıfa Olan Sözlerınden Bazilari Şunlardir
"Dünya bir emanettir. Emanetin kişiye faydası yoktur. Kişinin gerçek malı yapmış olduğu salih amelleridir."
"Nefis insanın bineğidir. Bu dünya imtihanında başarılı olmak ve menzile varmak için bir bineğe ihtiyacımız vardır. Biz ancak nefsimizi terbiye etmekle mükellefiz. Hedefe ulaşmak için ona çok iyi bakmak lazımdır. Ama fazlaca şımartırsak, bu bizim için felaket olur.

Nefsimizi kendimize hizmet ettirmeliyiz. Biz nefsimizin hizmetine girersek, tehlike başlamış demektir. Onun için nefsin mertebelerini bilmek ve ona göre hareket etmek lazımdır."
"İnsan günah işlediği zaman hemen nefsine hitap ederek şöyle demelidir ve o günahtan hemen dönmelidir; Ey Nefsim! Bu günahı işlerken hiç mi utanmadın. Hiç mi Allah-u Zülcelal hatırına gelmedi? Diyelim bu dünyada hatırlamadın ve utanmadan bu hayasızlığı ve günahı işledin, peki yarın mahşerde Allah-u Zülcelal bu gizli yaptığın günahını açığa çıkardığında o kadar insanların arasında nasıl edecek ve utancından nereye kaçacaksın. Eğer yarın utanmak ve rezil olmak istemiyorsan, bu dünya da iken ve henüz fırsatın varken zamanını iyi değerlendir."
" Allah-u Zülcelal'e kulluk temiz bir kalb ile olur. Temiz bir kalb ise zikir ile olur. Zikir ise ilmiyle amel eden alimlerin yanında, onların gözetiminde bütün hastalıklara şifa ve ilaç olur. Bunları düşünüp, tevbe etmek ve Allah-u Zülcelal'e dönmek gereklidir."
"Ey İnsan! Eğer gerçekten Allah-u Zülcelal'in sevgisine talib isen, o zaman henüz vakit varken elinde olan fırsatları değerlendir. Ve sende Allah-u Zülcelal'in sevdiği kullarının arasına girmeye gayret et, yoksa bu fırsat elinden kaçacak ve pişmanlık sana fayda vermeyecek.
Öyle ise, cennetin, cehennemin ve bütün kainatın yaratıcısı olan, kudret ve azamet sahibi Allah-u Zülcelal'in sevgisini ve rızasını kazanmaya çalış. Çünkü kazandığın zaman, ebedü'l-ebed baki olan hayatını çok güzel bir şekilde kazanmış olursun. O zaman ne mutlu sana!"

"İnsan amel yaptığı halde, bu amelini hiç görmemeli ona hiç güvenmemelidir. Çünkü Allah-u Zülcelal öyle kudret ve azamet sahibidir ki, ne kadar amel yaparsak yapalım yine de O'na karşı eksik ve hatalıdır. Onun için ilmiyle amel eden alimler bütün amellerin arkasından yirmi beş sefer Estağfirullah demeyi adet edinmiş, bize de tavsiye ve emretmişlerdir.
"Mü'min iman ve maneviyat bakımından kuvvetli olmazsa, nefsin arzu ve isteklerinden kendisini kurtarıp manevi olarak tedavi olmazsa, şeytana karşı mücadele ve harb edemez."

"Ey İnsan! Senin önünde cennet ve cehennem vardır. Bir gün öleceğini ve bunlardan birisine gideceğini bilmiyor musun? Hesap günü gibi büyük bir güne adım adım yaklaşırken, başına gelecek tehlikelere hiç aldırmadan zevk ve sefa içinde kalmayı nasıl istiyorsun. Ölümün bir gün hiçbir elçi ve haber göndermeden sana ulaşacağını ve bitmez sandığın bu dünya hayatına son vereceğini bilmiyor musun?"
"Allah-u Zülcelal'in merhameti olmazsa, hiçbir mahlukat kendisini kurtaramaz. Onun için Allah-u Zülcelal'in merhametinden bahsetmek, daima O'nun merhametine sığınmak ve O'na yalvarmak lazımdır."
"Kim Allah-u Zülcelal'in koyduğu kural ve kaideye karşı gelirse, cehennemde azab bulacak, kim de O'na itaat ederse, ondan razı olup cennetine koyacaktır. Demek ki insanoğlunun tek çaresi, Allah-u Zülcelal'e hakiki bir kul olmaktır."
"İnsan devamlı zikir ve sohbet meclisine gittiği zaman, günahkar da olsa Allah-u Zülcelal'in af ve mağfiretine mazhar olur."
"Bir mü'min diğer mü'min kardeşlerine ne kadar menfaatlı olursa, Allah-u Zülcelal'in yanında da o kadar hayırlı ve kıymetli olur. Bu şekilde Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in ahlakını ve bize verilen dersleri kendimizde bulundurduktan sonra, mü'min kardeşlerimize de daima nasihatte bulunmak, onlarla sohbet etmek, Allah-u Zülcelal'in yanında çok kıymetli ve değerlidir."

"İnsanın başına ne gelirse, nefsinin şerrinden ve dünya keyf-ü sefasından gelir. Dünya ve içindeki keyf-ü sefa başımıza bela olmuştur. Onun için Allah-u Zülcelal'in kuvvet ve rahmetine sığınalım. Çünkü bundan başka çaremiz yoktur. O'nun ibadetinden ve zikrinden geri kalmayalım."
"Nasıl ki bir insan evini temizlemez de o ev pislik dolar ve pis kokarsa, insanın kalbi de aynen böyledir. İnsan zikir ile kalbini temizlemezse, onu zulmet ve nedamet kaplar."
"Ben Allah-u Zülcelal'den korkuyorum demekle korkmak olmaz. Korkunun alametleri, izleri görünmesi lazımdır. Kişi gerçekten Allah-u Zülcelal'den korkuyorsa, Allah-u Zülcelal'in haram kıldığı, gazaba geleceği şeylerden kendisini muhafaza etmelidir. Allah-u Zülcelal korkulmaya çok layıktır."
"İslam ahlakı bizden daima iyilik, yumuşaklık ve güler yüzlü olmamızı ister. Onun için daima mü'min kardeşlerimizle karşılaştığımız veya onlarla arkadaşlık yaptığımız zaman, onların bizden memnun olması gerekir."
"Ey İnsan! Yoksa öldüğün zaman, yok olup kurtulacağını mı sanıyorsun? Yoksa başı boş bırakılacağını mı sanıyorsun? Seni bu günkü haline getiren, öldükten sonra diriltemez mi? Hiç düşünmüyor musun? Seni nutfeden meydana getiren, sana doğru yolu gösteren kimdir? Ve seni öldürüp mezara koyacak olan kimdir? Bütün bunlara rağmen hala neden davranışların aynı kıyamet ve hesap gününe inanmayanların davranışlarına benziyor.
Şayet ahirete ve kıyamete inanıyorsan, o zaman neden hazırlık yapmıyorsun? Gayr-i müslim bir doktor en sevdiğin bir yemeğin senin için zararlı olduğunu ve onu yememeni söylese, onu yememek için gayret edersin de, mucizeler içinde ispat edilen, Allah-u Zülcelal ile Peygamberlerin buyurdukları ve ilmiyle amel eden alimlerin tavsiyeleri senin nazarında bir gayr-i müslim doktorun sözü kadarda mı değerli değil?"
"Namaza dikkatli olmamız ve bu konuda ailemize ve akrabalarımıza yardımcı olmamız lazımdır. Çünkü kıyamet günü ilk soru namazdandır. Eğer kişi namazı hakkıyla yerine getirmişse, ondan sonrası kolaydır. Eğer namazı hakkıyla yerine getirmemişse baştan helak olur! Allah muhafaza."
"Nefse, şeytana ve dünyaya aldanmak doğru değildir. Herkesten önce kendimize bakalım ve elimizdeki ömür fırsatını kaçırmayalım. Unutmayalım! Nefesimiz sayılı ve bir gün mutlaka bitecektir!"
"Eğer insan, Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametini layıkı ile bilseydi, bülbülün güle aşık olduğu gibi, Allah-u Zülcelal'e aşık olurdu ve her nereye giderse gitsin, daima O'ndan bahsederdi."
"Allah-u Zülcelal'e karşı yapılan ibadetlerin en faziletlisi namazdır. İnsana ezan okunduktan sonra kıldığı namazdan aldığı sevap kadar hiçbir ibadette mükafat verilmemiştir. İnsanın Allah-u Zülcelal'e yönelişindeki samimiyeti ve aldığı mükafatı kıldığı namaza göredir."
"Ey insan! Allah-u Zülcelal kullarına o kadar merhamet ve rahmet sahibi ki, kullarının kendisine yönelmesini, feyzinden ve rahmetinden istifade etmelerini istediği için namazı emretmiştir.
Sen ise namazı bir yük gibi görüp namazdan kaçıyorsun. Bilmiyor musun ki namaz mü'mine verilen en büyük ikram ve Allah-u Zülcelal'in bir ihsanıdır. Dünya da sıcak ve yumuşak halıların üzerinde kılmadığın namazlarını, Allah-u Zülcelal kıyamet günü kızgın sacların üzerinde kıl diye emredecektir. O zaman sen ne yapacak ve nasıl bir hale düşeceksin. Ey insan! Tevbe et ve Allah-u Zülcelal'e dön!"
"Her gün görüyoruz ki, dostlarımızdan komşularımızdan falan kimse vefat etmiştir. Bir gün bizim için de falan kimse vefat etti diyecekler. Gün be gün toprağın altına doğru gitmekteyiz. Ancak Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmış olarak gitmek başka, gazabını kazanmış olarak gitmek daha başka!.."
"Akıllı olan kişi, istirahat etmek için baki olan ahiret hayatını seçmelidir. Dünyada yapılacak bir dakikalık istirahati, ebedi olan istirahate tercih etmek çok yanlıştır."
"İnsanın önünde cennet ya da cehennem vardır. Herkes hazırlığını hangisine gitmek istiyorsa ona göre yapmalıdır."
"Bizim sermayemiz ömrümüzdür ve o da kısadır. Ömür gidince sermaye de gider. Kar ve kazançtan mahrum kalınır. Bu günler bizim için ne büyük bir sermayedir. Bu sermayeyi en iyi şekilde değerlendirmek lazımdır."

"Bu dünyada Allah-u Zülcelal'in zikrinin ve ibadetinin mükafatını görmediğimiz için onun kıymetini bilmiyoruz. Ahirete gittiğimiz zaman bu zikir ve ibadetin mükafatını göreceğiz ve kıymetini o zaman anlayacağız. Ama orada iş işten geçmiş olur."
"Sabahlara kadar ben anlatsam ve sizlerde sabahlara kadar benim anlattıklarımı dinleseniz, benim içimdeki derdime derman olamazsınız. Benim derdime ancak dinlediklerinizle amel ettiğiniz ve ha-yatınıza tatbik ettiğiniz zaman derman olabilirsiniz."
"İnsanın evliyalara karşı muhabbeti ne kadar fazla ise, o kadar menfaat görür. Mesela Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (Radiyallahu Anh)'ın zahiri ameli diğer ashab-ı kiramdan fazla değildi. Fakat Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e karşı muhabbeti, diğer ashab-ı kiramdan fazla olduğundan dolayı ümmetin en faziletlisi oldu."

'Hepimiz kıyamet gününde, Allah-u Zülcelal'in bizi hesaba çekeceğini, cennet ve cehennemin olduğunu biliyoruz. Fakat bu dünya da biraz düşünmeli, biraz hesabımızı görmeliyiz. Eğer bu dünya da iken biraz hesabımızı görmez de hepsini kıyamet gününe bırakırsak kıyamet gününde hesabımız çok ağır olur."
"Bizim Allah-u Zülcelal'den başka yardımcımız yoktur. Öyleyse kendimize biraz çeki düzen vermemiz lazımdır. Yoksa birde bakarız ki Allah-u Zülcelal ufak bir hatamız yüzünden, halimizi değiştirivermiş. Ve O'nun bu şekilde yapmasına mani olacak kimse yoktur. Onun için çok dikkatli olmamız lazımdır."
"İnsan nefsini, Allah-u Zülcelal'e köle yapması lazımdır. O'nun karşısına kulluk, fakirlik ve zillet içinde çıkmamız lazımdır. Böyle olduğu zaman o nefsten güzel neticeler meydana çıkar. Çünkü insan kulluk vazifesini yerine getirdiği zaman, bu hal Allah-u Zülcelal'in çok hoşuna gider."
"Bu dünya hayatı bizim için çok büyük bir fırsattır. İnsan dünyaya Allah-u Zülcelal'i tanıyıp, O'na ibadet yapmak için gelmiştir. Yoksa yiyip içip, keyf-ü sefaya dalmak için gelmemiştir."
"İnsan yalnız kaldığı zaman daha ziyade Allah-u Zülcelal'e ibadet edip, O'ndan korkması lazımdır. İnsanların yanında kendisini muhafaza edip de yalnız kaldığı zaman muhafaza etmezse, sanki Allah-u Zülcelal kendisini görmüyormuş gibi bir davranış içinde olmuş olur."
"Her insan, Allah-u Zülcelal'in hangi işlerden dolayı gazablandığını az çok bilir. Bu bilindiğine göre insan için en mühim vazife , kalbini Allah-u Zülcelal'e karşı düzeltmeye gayret etmesidir. Sürekli olarak Allah-u Zülcelal'in razı olduğu işleri niyet edip yapmaya çalışması, şer olan işlerden de kendini muhafaza edebilmek için çaba göstermesi lazımdır."
"Ey kardeşlerim! Nefsimize daima şu şekilde hitap edelim; Ey Nefsim! Diyelim ki sen öldün. Fakat Allah-u Zülcelal sana ömür verseydi çok amel yapıp ömür sermayesini en iyi bir şekilde değerlendirecektin ve bunun için bir çok temennide bulunacaktın. Şimdi kabul et ki sen öldürüldün ve geri çevrildin de sana mühlet verildi. Sakın bu günleri boşa geçirme! Her nefes paha biçilmeyen bir cevherdir. İyi bil ki; bir gün, gece ve gündüzü ile yirmi dört saattir."

Tekirdağ'lı Mustafa Feyzi Efendi

 

  • TEKİRDAĞLI MUSTAFA FEYZİ EFENDİ
(1851 - 1926)
Dr. Abdüllatif Duygulu
a. Tahsil Hayatı
Mustafa Feyzi Efendi Hazretleri, 1267/1851 yılında Tekirdağ'ın KılıçlarKöyü'nde doğmuştur. Babası çiftçilikle meşgul olan Emrullah Ağa'dır.
İlk bilgileri memleketinde tahsil ettikten sonra 1285/11868 yılındaİstanbul'a gelerek, Bayezid Camii dersiamlarından olan ağabeyi TekirdağlıMehmed Tâhir Efendi'nin ders halkasına katılmıştır. İkmâl-i nüsah ederek(eğitimi tamamlayarak) 1300/1882'de ulûm-u aliyyeden icazetname almıştır.1301/1883 yılında yapılan ruus imtihanında ehliyetini isbat ederek, tedrise me'zun (ders vermeye yetkili) kılınmıştır.
5 Receb 1301'de ders vekili sıfatıyla Bayezid Camii'nde ders vermeyebaşlamış ve 1316/1898 yılında ders halkasına devam eden talebelerine ilkicazetini vermeye muvaffak olmuştur.
Usûlüne göre, 5 Safer 1305/1887 yılında kendisine ibtidâ-i haric rütbesiile beraber İstanbul müderrisliği tevcih olunmuştur. Tedricen yükselerek27 Ramazan 1325/1907 yılında mûsıla-i sahn rütbesiyle Şehzadebaşı İsmâilPaşa Medresesi'nde müderrisliğe tayin edilmiştir. Daha sonra, 4. Osmânîve 4. Mecidî nişanı ile taltif edilerek 1326/1910 senesinde Huzur Derslerimuhataplığına tayin edilmiştir. En son huzur dersinin yapıldığı 1338/1919senesine kadar bu vazifesine devam etmiştir. (1)
b. Tasavvufî Hizmetleri
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî Hazretleri'ne intisâb eden Mustafa FeyziEfendi, seyr-i sülûkünü Gümüşhaneli dergâhında tamamlamış ve GümüşhànevîHazretleri'nden hilâfet icazetnâmesi almıştır. Dağıstanlı Ömer ZiyâüddînEfendi'nin 18 Rebîül-evvel 1339/1921 senesinde vefatından sonra, GümüşhâneliDergâhı postnişîni olarak irşad vazifesine başlamış, 30 Kasım 1925 senesindetekke ve zâviyelerin kapatılmasına kadar bu vazifeyi sürdürmüştür.
Yeni Cami'de bir müddet hadis dersleri okutan Mustafa Feyzi Efendi'ninömründe yirmidört defa halvete girdiği, halifelerinden Mehmed Zahid KotkuRh.A tarafından ifade edilmiştir.
Mustafa Feyzi Efendi, Gümüşhânevî Hazretleri'nin dördüncü halîfesi olarakbeş sene kadar vazife yapmış, pek çok talebe ve 10'a yakın irşad salâhiyetliâlim yetiştirmiştir. Her sene bir kere hatim etmek üzere Râmûzül-Ehàdîsokutmuştur.
Son halvetinde talebelerinden Serez'li Hasib (Yardımcı) Efendi, Kazan'lıAbdülaziz (Bekkîne) Efendi ve Bursa'lı Mehmed Zahid (Kotku) Efendi'ye hilafetvermiştir. Aynı silsile, sırasıyla bu zatlar tarafından devam ettirilerekgünümüze kadar canlı bir şekilde intikal ettirilmiştir.
Serez'li Hasib Efendi 1926-1949 yılları arasında, Kazan'lı Abdülaziz(Bekkine) Efendi 1949-1952 yılları arasında, Mehmed Zahid Kotku Hazretleride 1952-1980 yılları arasında irşad vazifesinde bulunmuşlardır.
Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri zamanında dergah hizmetleri yurt çapındaçok yaygınlaşmış, imamlık görevi yaptığı camiden dolayı İskenderpaşa Cemaatiadıyla meşhur olmuştur. Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin vefatından sonrairşad vazifesine gelen Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi zamanında (1980-2001)ise irşad çalışmaları yurtdışına taşmış; Kanada'dan Avustralya'ya, Sudan'danOrta Asya'ya geniş bir alanda hizmetler yürütülmüştür. Halen bu hizmetlerM. Nureddin Coşan Hocaefendi tarafından devam ettirilmektedir.
* * *
Mustafa Feyzi Efendi Hazretleri, zàhirî ve bâtınî ilimlerde bir deryaolup, mahviyet-i kâmile sahibi ve ahlâk-ı hamîdesiyle (güzel ahlâkıyla)mümtaz idi. Orta boylu, dolgunca, mübarek sakallarının beyazı daha çoktu.Nur yüzü yuvarlak idi. Çok zikreder ve çok namaz kılarlardı.

Başta devlet, dilde himmet, elde fırsat var iken,
Tut elinden düşmüşlerin, sana saadet yâr iken!
Kimseye bâkî değildir milk ü devlet, sîm ü zer,
Bir harab olmuş gönlü tamir etmektir hüner!
mısraları kendi feyiz ve uzun ömürlerinin bir tercüme-i hâli ve mukaddesgayelerinin ifadesi olmuştur. (2)
c. Vefatı
Mustafa Feyzi Efendi 23 Muharrem 1345 (1 Ağustos 1926) senesinde, yetmişbeşyaşlarında iken dâr-ı bekâya irtihal eylemişlerdir. Kabri Süleymaniye Camiihaziresinde, tekke arkadaşlarının yanındadır. Mezar taşı kitâbesinde şunlaryazılıdır: (3)

Tekfurdâğî Mustafa Feyzi,
Gümüşhaneli'den almıştı feyzi.
Post-nişîn-i sâbık-ı dergâhında,
Hem de mu'ciz idi ilim râhında.

İrciî hitâbı erişti nâ-gâh,
İcâbetine evvelce olmuştu âgâh.
Kabrini ziyâret eyleyen ihvân,
Ruhuna Fâtiha kılsınlar ihsân!
1345 fî muharrem 23 (1926)
d. Prof. Yusuf Ziya Binatlı'dan Bir Hatıra
Mustafa Feyzi Efendi celâl sıfatlı bir zât idi. Ömer Ziyâeddin DağıstânîHazretleri'nin oğlu Prof. Yusuf Ziya Binatlı, dergâh hatıralarını şöyleanlatıyor:
Zaman olurdu, kendisine (Mehmed Zâhid Kotku Hz.) rica ederdim:
"--Ne olur beni de minareye çıkar, bir defa da ben ezan okuyayım!" diye...
Bir iki defa çıktık. Minarenin kıble tarafının sağ tarafı, Mustafa FeyziEfendi'nin oturduğu dairenin penceresine dönüktü. (Babamın vefatından sonraolan olayı söylüyorum.)
Beni çıkartırdı minareye... Fakat, Şeyh Efendi'ye görünmeyeyim diye,"Sen buraya çömel!" derdi bana... Ben çömelirdim, o ezanını okurdu. Sonraberaber aşağıya inerdik. Minareden etrafı seyretmek çok hoşuma giderdi.Şeyh Efendi namazı kılmak için ordan uzaklaştığı zaman, ben etrafı seyrederve büyük bir zevk alırdım.
Bir defa dedim ki:
"--Ezanı ben okuyayım!"
"--Peki, oku..." dedi. Bu sefer kendisi sindi."Allàhu ekber!.. Allàhu ekber!.." diye ben ezan okumağa başlayınca; Şeyh Efendi ordan bana seslendi:
"--Ne yapıyorsun?.." dedi.
Ben de ona yukardan:
"--Ezan okuyorum!" dedim.
Mustafa Feyzi Efendi ordan yine bana:
"--Sen akıl bâliğ oldun mu?.." dedi.
Ben dedim ki:
"--Çoktan oldum..." dedim ama, akıl baliğ olmak ne demek, mânâsını bilmiyorum.Olmadın mı diye sorsaydı, olmadım diyecektim. Oldun mu diye müsbet konuştuğuiçin, oldum dedim.
"--Peki, öyleyse oku!" dedi.
Ezanı okudum. Bir de baktım ki, rahmetli Mehmed Efendi'nin eli ayağıtitriyor, çok heyecanlanmış. Bizim minaredeki konuşmamızı herkes duyuyor.Orda Arnavutların bir hanı vardı; o handa da onlar bizi dinliyorlar, "Neyapıyor Şeyh Efendi ile yukardaki minarede?" diye... (4)
e. Abdül'aziz Bekkine Hazretleri'nden Hatıralar
Abdül'aziz Efendi, yakın arkadaşı Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin vasıtasıyla Mustafa Feyzi Efendi'ye gidip intisab etmiştir. O sırada GümüşhaneliDergâhı Bâb-ı Alî'de, vilâyet karşısında Fatma Sultan Camii'nde idi. MustafaFeyzi Efendi'nin 1926 yılında yaptığı son halvete katılmış ve seyr-i sülûkunutamamlayıp, hilâfet icazetnâmesini almıştır. O halvetle ilgili hatıralarınışöyle anlatıyor:
Mustafa Feyzi Hazretleri halvete girileceği haberini verince, herkespostunu alıp halvet salonunun önüne gelmişti. Ben de bir post alıp geldim.Şeyh Efendi kapıda durarak, gelen ihvanı teker teker içeri alıyordu. Sırabana gelince:
"--Git, yatağını al gel!" dedi.
Bu benim bedenen çok zayıf ve narin olduğumdan kaynaklanıyordu. Bu işeçok üzülmüştüm. Gittim, yatağımı aldım geldim. İçimden de, "Herkes halvetepostla girerken, ben yatakla giriyorum..." diye düşünüyordum. Bu düşünceylekapıya geldiğimde, içeri girerken Şeyh Efendi (Mustafa Feyzi Efendi Hz.)kulağıma eğilerek:
"--Evlâdım, verecek olan Allah postta da verir, yatakta da verir!" buyurdular.
Halvetteyken, bir gün içimden çok şey söylemek geliyordu. Gelenleriyazmağa başlasaydım, sayfalar dolacaktı. Fakat ben söylememek için elimleağzımı sıkı sıkıya kapattım. Fakat şu cümlenin çıkmasına mânî olamadım:
"Cemâlullàh nurudur, nûr-u cemâlin yâ Rasûlallah!"
Tam o sırada Şeyh Efendi içeri girdi ve yanıma yaklaşarak: "Yut, yut,yut!" buyurdular. Ondan sonra ağzımdan hiçbir söz çıkmadı.
Beraber halvete girdiğimiz bir doktor vardı. Akşam yenilen mercimekçorbasını ve sahurda yenilen 21 adet kuru üzümü az görüp, kalbinden şöylegeçirmiş:
"--Biz burada bu azıkla idare ederken, Şeyh Efendi kimbilir neler yiyordur?.."
Bunun üzerine o doktor, gece rüyasında yüzüne Şeyh Efendi'nin bir tokatattığını görmüş. Sabah kalkınca, rüyada yediği tokadın izi yüzünde görüldü.O gün Mustafa Feyzi Efendi onu halvetten çıkarttı. (5)
* * *
Abdül'aziz Efendi, Mustafa Feyzi Efendi ile ilgili bir hatırasını daşöyle anlattı:
Dergâhta iken aynı medresede okuyan samîmî iki arkadaş vardı. Bunlarcuma namazlarını mürşidleri Mustafa Feyzi Efendi ile aynı camide kılmakisterlerdi. Hocaları ise cumayı ya Bayezid Camii'nde, ya da Ayasofya Camii'ndekılardı.
Bu iki arkadaş Çarşıkapı'daki medreseden çıkar, önce Bayezid Camii'negelir, kapının perdesini kaldırıp içeriyi koklarlardı. Hocalarının kokusunualırlarsa, içeri girerler; almazlarsa, burada yokmuş diyerek Ayasofya Camii'negirerlerdi.
Abdül'aziz Efendi'nin bahsettiği bu iki arkadaştan birisi Mehmed ZâhidEfendi, diğeri de kendisi idi. Bu koku da aslında Peygamber SAS Efendimiz'inkokusu idi. (6)
f. Mustafa Feyzi Rh.A'in Söylediği Bir İlâhî
Mustafa Feyzi Efendi'nin zikir halkası esnasında şu ilâhiyi söyledikleri,Mehmed Zâhid Kotku Rh.A tarafından bildirilmektedir: (7)

Ey derde derman isteyen,
Yetmez mi derd dermân sana?
Ey râhat-ı cân isteyen,
Kurban olandır cân sana!

Yağma edersin varlığın,
Gider gönülden darlığın
Mahv eyle sen ağyarlığın,
Yar olısar mihmân sana!

Sermâye bu yolda hemân,
Teslîm olur, buna inan,
Sıdk ile Allah'a dayan,
Etmez mi gör ihsân sana!

Tevhîde tapşur özünü,
Kimseye açma râzını.
Şeyh izine tut yüzünü,
Şeyhin yeter burhân sana!

Yalnız kişi yol alamaz,
Maksùdunu tez bulamaz.
Bekle maârif kapısın,
Yüz göstere irfân sana!

Dünyâ ile ukbâyı ko,
Ulâ ile uhrâyı ko,
Var o kuru sevdâyı ko,
Matlab yeter Sübhân sana!

Candan özge kıl yârını,
Ver cânı bul dîdârını,
Yok eyle kendi vârını,
Ki vâr ola cânân sana!

Çürüklerin hep sağ olur,
Zehrin kamu bal-yağ olur,
Dağlar meyvalı bağ olur,
Cümle cihân bostân sana!

Güçdür katı Hakk'ın yolu,
Dergâhı hem gâyet ulu;
Sıdk ile olmazsan kulu,
Etmez yolu âsân sana!

Kulluğa bel bağlar isen,
Şâm ü seher ağlar isen,
Sular gibi çağlar isen,
Tez bulunur ummân sana!

Bülbül oluben ötegör,
Gül gibi açıl tütegör,
Aşk oduna can atagör,
Gülzâr olur nîran sana!

Yüzün Niyâzî eyle hâk,
Derdiyle bağrın eyle çâk,
Kalbin sarayın eyle pâk,
Şâyet gele Sultan sana!
Niyâzî-yi Mısrî
g. Mustafa Feyzi Efendi'nin Kabrinin Nakledilmesi
Mustafa Feyzi Efendi'nin 1926 yılında vefatının üzerinden otuz senegibi uzun bir süre geçtikten sonra, [1957'de] vuku bulan ibret dolu birhadiseyi Mehmed Zâhid Kotku Rh.A Hazretleri şöyle anlatıyor:
İşte sana bu âlim-i âhiret olan kimselerden gördüğüm bir canlı hâdiseyianlatırken, umarım ki yerlerin yiyemediği bu âlim kimseleri de öğrenmişoluruz:
İstanbul yollarının genişletildiği ve türbelerin etrafları açıldığıbir devirde, bizim rahmetlik hocamız Tekirdağlı, Bayezid Camii Şerifi müderrisive Gümüşhaneli Dergâhı postnişîni Hacı Mustafa Feyzi Efendi Hazretleri'ninkabri de Kanûnî Sultan Süleyman Câmii Şerifi'nin kıblesinde ve Kânûnî SultanSüleyman'ın türbesinin yanında, dış tarafında idi. Orda sekiz-on kadarkabir vardı ki, rahmetli Menderes bunların da kaldırılıp yanındaki boşluğagömülmelerini istemiş. Bu suretle nakl-i kubur yapılmak üzere, bizim deo merasimde murakıp olarak bulunmamızı istemişler.
Biz de orada bulunduk. Mezarlar açıldı. İçinden çıkarılan kemikler,hazırlanmış torbalara konarak hazırlanan mezarlarına naklediliyordu. Sırabizim üstadımız Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi'nin mezarına geldi. Mezar,zeminden hemen bir metre yüksek olduğundan, bazı taşlar kopmuş ve mezarıniçerisi gözükmekte idi.
Nihayet mezar açıldığı zaman, definden zannedersem otuz sene kadar birzaman geçmiş olduğu halde, rahmetlik Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi'ninhenüz sakalının bile bir kılı değişmemiş. Bütün bir cesedin sanki henüzyeni gömülmüş olduğunu hem biz hem bütün hàzırûn, büyük bir cemaat kalabalığıtarafından görüldü. Demek ki, toprağın hakîkî âlimleri yiyemediği hakîkatenmüşahedemiz olmuştur. Rahmetullàhi aleyhi rahmeten vâsiah. (8)

h. Mustafa Feyzi Hazretleri'nin Nasihatleri
Kendime ve bütün kardeşlere nasihatim şudur:
1. Kendinde varlık görmeyi yok etmelerini,
2. Ahidlere vefayı,
3. Mevcutla kanaati,
4. Mâbud olan Rabbimize tevekkülü,
5. Ehl-i Sünnet vel-cemaat görüşlerine uygun olarak itikadları tashihi,
6. Sahabe (Radıyallàhu anhüm) arasında geçen olaylara dalmamayıve onlara hüsn-ü zan beslemeyi,
7. İmâmül-müslimînin (müslümanların önderinin), onun yardımcılarınınve adil idarecilerinin iyiliğini düşünüp, onların iyiliğe yönelmelerinisağlamayı,
8. Aşağılık kâfirlere karşıehl-i İslâm'a yardımı,
9. Yalan iddiaları terk etmeyi,
10. Emrolunan makbul işleri yapmayı,
11. Helâl bir şekil hariç, nefis için dünya malından bir şey almayıterk etmeyi,
12. O malı, yüce Melik'in rızası için taatlerde sarf etmeyi,
13. Gençlerle haşir neşir olmaktan kaçınmayı,
14. Kötülük ehli ile konuşup beraber olmamayı,
15. Denî dünyada zühd üzere olmayı,
16. Mahlûkàtın Rabbi için ihlâslı niyeti; çünkü niyet ibadetlerin ruhudurve Efendilerin Efendisi SAS: "Ameller ancak niyetlere bağlıdır." buyurmuştur.
17. Bütün harekât ve sekenâtta (hareket ederken ve dururken, her zaman)kalb zikrine devamı,
18. Nafile namazlarla vakit geçirmeyi ve,
19. "Sübhànallàhi ve bihamdihî adede halkıhî, ve rıdà nefsihî, vezinete arşihî, ve midâde kelimâtihî, küllemâ zekerehüz-zâkirîn, ve gafelean zikrihil-gàfilûn." zikrine devam etmelerini tavsiye ederim. (9)
NOTLAR:
(1) Dr. İrfan Gündüz, Gümüşhànevî Ahmed ZiyâüddînKS, s. 153,Seha Neşriyat, İstanbul 1984.
(2)MZK, Tezkiretül-Evliyâ arkasında, (M. Cemil Solakoğlu, GümüşhaneliHazret-i Ahmed Ziyâüddin) s. 323, Bahar Yayınevi, İstanbul 1975.
(3) Dr. İrfan Gündüz, Gümüşhànevî Ahmed ZiyâüddînKS, s. 154,Seha Neşriyat, İstanbul 1984.
(4) Dr. Metin Erkaya, Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A, s. 119,Seha Yayınevi, İstanbul, 1996.
(5) Prof. Osman N. Çataklı, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi,s. 43, İstanbul 2001.
(6) a. g. e., s. 52, İstanbul 2001.
(7) Mehmed Zâhid Kotku, Tasavvufî Ahlâk, c. 2, s. 32, Seha Neşriyat,İstanbul 1979.
(8) Mehmed Zâhid Kotku, Hadislerle Nasihatler, c. 2, s. 32, SehaNeşriyat, İstanbul 1985.
(9) Prof. Osman N. Çataklı, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi,s. 140, İstanbul 2001