6 Mayıs 2011 Cuma

Hacı Abdullah Hasib Efendi (K.S)

 



HACI HASİB EFENDİ
(Abdullah Hasib Yardımcı)
(1864 - 1949)
Dr. Abdüllatif Duygulu
a. Hayat Hikâyesi
Hacı Abdullah Hasib Efendi; 1864 mîlâdi (1280 Hicrî) yılında Serez'dedünyaya gelmiştir. Babası "Muavin" nâmı ile mâruf Halis Efendi oğlu AliEfendi'dir. Ali Efendi Serez'de Cami-i Atik imamı, aynı zamanda da SerezRüşdiyesi'nde öğretmen ve müdür muaviniydi. Muavin lakabı buradan gelmektedir.
Hasib Efendi orta tahsilini Serez Rüşdiyesi'nde tamamladıktan sonra,İstanbul'a gönderilmiş ve tahsiline Çarşamba semtindeki Mahmud Ağa Medresesi'ndedevam etmiştir. Burada on sene kadar kaldıktan sonra, 1893 yılında (1310h) Tokatlı Hacı Şakir Efendi'den müderrislik icazeti almıştır. Bu icazetmerasiminde, Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi de davetli olarak hazırbulunmuştur.
Bu sırada, Nakşî meşayihinden Sandıklılı Hasan Efendi'ye intisab etmişlerdir.Ayrıca, Arap Hoca'dan "tashîh-i huruf" ve Hacı Nuri Efendi'den "ilm-i kıraat"dersleri almış; kendisine kıraat icazeti verilmiştir.
Daha sonra Serez'e dönüp Cami-i Atik'te görev almıştır. Burada Buhàrîokutmuş ve pek çok talebe ve hafız yetiştirmiştir. 1924 senesinde, mübadeledetekrar İstanbul'a gelmişler ve Eyüp semtine yerleşmişlerdir. Bu sıradaAziz Efendi ve Mehmed Zâhid Efendi ile tanışmış ve ilk şeyhi Hasan HilmiEfendi'nin vefatı üzerine, Gümüşhaneli Tekkesi'nin postnişini olan MustafaFeyzi Efendi'ye intisab etmiştir.
* * *
Bu intisab hadisesini Hacı Aziz Efendi şöyle nakletmiştir:
"Hasib Efendi Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab ettiği sırada Şeyh Efendi'ninyanında bulunuyordum. Üç kişi ders almaya gelmişlerdi. İntisabdan hemensonra, Hasib Efendi dışarı çıkarken Şeyh Efendi kendisini işaret ederek:
'--Şu ortadaki kütük yontulur.' buyurdular.
Esasen Hasib Efendi'nin bildirdiğine göre, ilk şeyhi Hasan Hilmi Efendiile sülûku tamamlamış ve fenâ fiş-şeyh mertebesine erişmişti. Bize bunukendileri şöyle tarif etmiştir:
'--Her aynaya baktığımda kendimin yerine şeyhim Hasan Hilmi Efendi'yigörüyordum.'
Gümüşhaneli Dergâhı'na kendisini Hacı Aziz Efendi ile Mehmed Zâhid Efendigetirmiştir. Bilahare Hasib Efendi, Mustafa Feyzi Efendi'den halifelikicazeti almış olup, kendisine irşad yetkisi verilmiştir.
O sırada ikamet etmekte olduğu Eyüp'ten Bab-ı Âli'deki dergâhın bulunduğuFatma Sultan Camii'ne her sabah yaya olarak gelirlermiş. Daha sonra aynıcamide görev alıp, caminin meşrutasına yerleşmişlerdir. Bilâhere ŞehzâdebaşıDamat İbrahim Paşa Camii'nde imam hatiplik yapmış olup, Mahmud Paşa semtindekendi evinde oturmuşlardır. Son zamanlarında ise, Kapalıçarşı içindekiMerdivenli Camii'nde hatiplik görevi yapıyordu.
* * *
Hasib Efendi'nin, teker teker vefat etmeleri üzerine aldıkları dörthanımından onyedi çocukları olmuştur. Şu anda yalnız Sami Efendi hayattadır.Onaltı çocuğunun vefat etiğini bildirirken bize şöyle demişti:
"--Biz onaltı çocuk defnettik."
Hasib Efendi beş defa hacca gitmiştir. Bu yolculukların üçü karadan,ikisi ise denizden olmuştur. Hacca gittiği bir deniz seferinde, ağabeyleriyolculuk sırasında vefat etmiştir. Pederleri Ali Efendi ise Cidde'de vefatetmiş olup, kabri oradadır.
Hasib Efendi 15 Mayıs 1949'da cumartesiyi pazara bağlayan gece, yazsaati ile 23.00'e 2 dakika kala İstanbul'daki evinde rahmet-i Rahmân'akavuştu.
* * *
Son zamanlarında kendisi prostat ameliyatı olmuştu. Hastalığının sonüç ayında hep yatakta kaldığı için kıbleye dönük olarak yatıyordu. Çokzaman gözlerini açmıyordu.
"--Niçin Hoca Efendi gözlerini açmıyor?" diye bu durumu sorduğumuzda,Hacı Aziz Efendi:
"--Hoca Efendi gözünü ahirete çevirdi, artık açmaz. Kendisi ahiretegitmek istiyor." dedi.
Vefatından bir gün önce, Hacı Aziz Efendi bize artık:
"--Hoca Efendi'yi ikişer ikişer yanında kalıp bekleyiniz!" dedi.
O gece Mazhar ve Sırrı Bey'i Hoca Efendi'yi beklemeye gönderdi. Ertesigece de Hacı Aziz Efendi arkadaşlarla sohbet ederken, gelip vefat haberinibildirdiler.
Zeyrek'ten kalkıp Hoca Efendi'nin Mahmud Paşa'daki evine gidildi. Buradaarkadaşlar sabaha kadar yanında kalıp tehlil ve zikir ile meşgul oldular.
* * *
Hocaefendi'nin kabri Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği'ndedir. Cenazenamazı Fatih Camii'nde, kendisinin iki ahiret kardeşinden birisi olan,Eyüp Sultan Camii'nin o zamanki baş imamı Hacı Said Efendi tarafından kıldırılmıştır.Tabutu omuzlarda taşınarak Fatih Camii'nden Edirnekapı'daki ilk kabrinekadar götürülmüştür. Sonradan kabristandan E-5 çevre yolu geçeceği içinkabir nakli yapılmış, halen Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği'nde Hacı AzizEfendi ile yanyana yatmaktadır.
Vefatından evvel bize:
"--Benden sonra Aziz'le devam edersiniz, onun ömrü de kısa görülür beyâhu." demişti.
Bu kerameti çıktı ve Hacı Aziz Efendi kendisinden üç buçuk sene sonraahirete intikal etti.
b. Hasib Efendi'nin Şahsiyeti
Hacı Hasib Efendi uzunca boylu, zayıfça, nur yüzlü, beyaz sakallı, çokyumuşak ve hilm sahibi mübarek bir zât idi.
İhvanının en olumsuz ve basit suallerini bile benimseyerek hilmle cevaplandırırdı.Çok yumuşak ve zarif konuşurlardı. Kelimeleri tane tane söyler ve sözünbaşında veya sonunda, genellikle kendi Rumeli şivesi ile "A be yahu" kelimesiniçok kullanırdı.
Abdullah Hasib Efendi, Allah'ın büyük bir veli kulu idi. Aynı zamandakendisi bir mürşid-i kâmil olup, zamanının kutbu olduğuna herkes ittifaketmişti.
* * *
Bu hususta bir hatıramızı nakledelim:
Biz bir arkadaşımla birlikte 1947 Temmuzunda beş vakit namaz kılmayabaşladık. Ondan sonra bir çok dinî mecmua, tefsir okuduk. Bazı hocaefendilerinsohbet ve derslerine devam ederek dînî bilgimizi artırmaya gayret ettik.1948 baharında Mevlânâ Hazretleri'nin Mesnevî'si elimize geçti ve onu daokumaya çalışırken şöyle bir cümleye rastladım:
"--Evlâdım, aklın varsa zamanın kutbunun eteğine yapış!"
Bunu arkadaşıma söylediğimde, bu fikir onun da hoşuna gitti. Ama zamanınkutbunu nasıl tanıyacak, nasıl bulacaktık?..
O zamanki bilgilerimize göre, kutub tabiatı ile Allah'ın bir velisidir.Veli ise farzları tam yaptıktan sonra, sünnetlere de tam mânâsı ile uyanbir kimse olmalıdır. Derken Haziran 1948'de, Beyazıt Camii'nde Ramûz el-Ehâdisokuturken Hasib Efendi'ye rastladım. Arkadaşıma:
"--Bir zât gördüm, kutub olduğunu bilmiyorum ama, ona yakın bir kimseolsa gerektir." dedim.
Netice, 1 Şubat 1949'da kendisine intisab ettik. Hasib Efendi, 15 Mayıs1949'da rahmet-i Rahman'a kavuştu. Bizler o sırada Hacı Aziz Efendi'ninsohbetlerine devam ediyorduk.
Hasib Efendi'nin vefatından takriben bir ay sonra, arkadaşım şöyle birrüya görmüş: Hacı Aziz Efendi'nin imamlık yaptığı Zeyrek Camii'nde cemaatoturmakta, Hasib Efendi ise bağdaş kurmuş ve şeffaf (nûrâni) bir durumda,havada cemaatin üstünde sağdan sola doğru dönerek uçuyor ve ağzından, "Benkutbum, ben kutbum..." sözleri çıkıyor.
Bu rüyayı Hacı Aziz Efendi'ye anlattığım zaman, Aziz Efendi, "Arkadaşınhakikati görmüş." diyerek, Hasib Efendi'nin kutub olduğunu tasdik etmişoldular.
* * *
Şüphe yok ki Hasib Efendi Allah'ın bir velisi ve dostu idi. Esasen veliliğinbir tarifi de şöyledir: "Hakk'ın kulunu, kulun da Mevlâ'sını dost edinmesi,Allah ile kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk." diğer bir tabirle"Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan."
Bu sevginin bir alâmeti olarak Hocaefendi halvetteyken şu mısralarısöylemiştir:

Giderse cennete ahbâb-ı yârânım,
Beni nâra sokarsa cürm-ü isyânım,
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgànım
Hasib'in başlı arzusu cemâlullah'ı görmektir,
Sana yalvarmaya geldi, şefaat yâ Rasûlallah.

Allah-u Teàlâ velisini sevdiği gibi, diğer insanlara ve mahlûkata daonu sevdirir. Bu hususta Adil Bey isimli bir arkadaş şunu nakletti:
Bir Ramazan günü Hocaefendi'yi iftara çağırmıştım. Yemekte bir ara içimdengeçti ki:
"--Hocaefendi kabul etse de teravih namazını Eyüp Sultan'da kılsaydık."
Yemekten sonra Hocaefendi şöyle dedi:
"--A be yahu, çoktan beri Eyüp'e gitmemişimdir. İşin yoksa teravihiEyüp'te kılalım!"
Yola koyulduk, giderken:
"--Acaba bu akşam nöbet sırası Said Efendi'de midir?" diye sordu.
Said Efendi, Eyüp Camii birinci imamı ve kendisinin ahiret kardeşi idi.Camiye gelince sordum:
"--Evet, Said Efendi'de imiş." dedim.
Bunun üzerine Said Efendi hakkında:
"--O kendini bilmez evliyâdır." buyurdu.
Namazdan sonra önce Uncu Kemal ve Said Efendi, sonra bütün cemaat Hocaefendi'ninetrafında toplandılar, elini, sakalını öptüler ve dua istediler. Dönüşte,bu sevginin Allah'tan olduğunu izah sadedinde, Hoca Efendi şöyle buyurdu:
"--Evlâdım, Allah bir kulunu benimserse, bütün yaratılmışlara onu sevdirirve iltifatını kazandırır."
* * *
Hocaefendi'nin Peygamber SAS'e karşı çok büyük bir muhabbeti vardı.O, sünnetlere her bakımdan uyardı. Hutbe ve sohbetlerde Hazret-i PeygamberSAS Efendimiz'den bahsederken "Efdalül-beşer" tabirini çok kullanır vebunu söylerken gözyaşlarını tutamazdı. Hadis-i şerif naklederken de sıksık ağladığını görürdük.
O zaman Molla Camii'nin şu sözlerini tekrarlardı: "Ağla çeşmim ağla,ağlamaktır aşkın sermayesi."
Kendisinin şu sözleri de daima hatırlanacaktır: "Sahabe ne bahtiyardı,Rasûlullah'ı gördüler." dedikten sonra, duraklayıp: "İyi ama vefatını dagördüler; ona dayanılamazdı." diye ilave ederdi.
* * *
Hocaefendi cuma namazlarından sonra camide sırtını minbere dayayarakoturur, cemaat sıra ile elini öper, duasını alır; bu sırada onların dertlerinidinler ve suallerini cevaplandırırdı.
Bir defasında cemaatten biri:
"--Efendim, rüyamda Peygamberimiz'i görmek istiyorum ama bir türlü göremiyorum.Ne yapmalıyım?" demişti.
Hocaefendi Rumeli şivesi ile ona:
"--A be yâhu! Biz de görmek isteriz ama, her zaman görünmez o Mübarek."demişlerdi.
Burada Hocaefendi'nin Peygamber SAS'e olan sevgisini belirten ve halvettesöyledikleri şu mısraları nakletmeden geçemeyeceğiz:

Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini,
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekàlini
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini
Hasib'in maksadı ancak teşerrüftür cemâlinle
Senin diyarına geldi, şefaat yâ Rasûlallah!..

Hoca Hasib Efendi'nin oturdukları ev iki katlı ahşap ve eski bir evdi.Kendileri ekseriyâ evin alt katındaki bir odada oturur ve yatarlardı. Yatağıise meyva sandıkları üzerine konmuş iki parça ot minderdi. Ameliyat olduktansonra, rahat etmesi için ot minderin üzerine bir pamuk yatak konmuştu.Yatağına oturduğu zaman pamuk yatağı fark edip,
"--Bu yatak nedir?" diye sormuş.
Bunun üzerine:
"--Efendim ameliyatlısınız, böyle daha rahat edeceksiniz." denildiğinde;
"--İyi ama ben o ot minder üzerinde bulunduğumda, Allah'ın Rasûlü ileteşerrüf ederim." diye cevap vermiştir.
Bunun üzerine pamuk yatak kaldırılmıştır.
c. Hocaefendi'nin Tevazuu
Hoca Hasib Efendi tevazu ve mahviyette eşsizdir. Bu hususta Hoca AzizEfendi şöyle buyurmuşlardı:
"Hacı Hasib Efendi mahviyetinde insan dünyaya ender gelir."
Bu mevzuuda Sırrı Bey şöyle nakletti:
Bir gece Hocaefendi ile beraber Şehzadebaşı'ndaki İbrahim Paşa Camii'ndençıkmış durakta tramvay bekliyorduk. O sırada sarhoşun birisi Hocaefendi'yeyaklaştı ve elindeki içki şişesini gösterip:
"--Hocam burada ne var?" dedi.
Hocaefendi de kendisini sükûnetle:
"--Evladım, Cenâb-ı Allah seni bundan kurtarır inşâllah" buyurdu.
Bu söz üzerine sarhoş kendinden geçti ve kendisini yere attı. O sıradatramvay geldi. Bindik, bir sıraya yan yana oturduk. Biraz sonra Hocaefendiağlamaya başladı. Hayretle kendine bakıyordum ki bana döndü:
"--A be yahu neye ağladığımı biliyor musun? Bizi Allah onun yerine koysaydıne olurdu halimiz?" dedi.
Ertesi gün ise o sarhoşun, İbrahim Paşa Camii'ne gelip tevbekâr olduğuve Hocaefendi'nin cemaati arasına karıştığı görülmüştür.
* * *
Hocaefendi çok yumuşak, halim selim bir zât idiler. Herkese hoş muameleyapar, kimseyi kırmaz ve incitmezdi. Kendisinde Allah'ın CC cemâl sıfatıtecelli etmişti.
Evet Hasib Efendi çok yumuşak, hoş görülü olmakla beraber dînî hususlardaasla taviz vermezdi. Şöyle ki: Bir gün sohbet esnasında arkadaşlardan birisifaiz hususunda, ticaret erbabı için bir kolaylık ve kaçamak aramaya çalışıyordu:
"--Şöyle olsa olmaz mı, böyle olsa olmaz mı Hocafendi?.." derken, Hocaefendikendisine şöyle cevap verdiler:
"--Olur, olur be yahu olur ama, haram olur!"
* * *
H. Sırrı Bey naklediyor:
Bir gün Hocaefendi ile yolda giderken bir sarhoş önümüze çıktı, Hocaefendi'ninelini öptü ve dua istedi. Hocaefendi de: "İşte bu iman alâmetidir oğlum."dedi.
Yine bir gün Şehzadebaşı'nda bir düğün salonu önünden geçiyorduk. Cazve saz sesleri dışarıdan duyuluyordu. Hocaefendi'nin gözünden yaş gelerek,"Allah islâh etsin!" diyerek onlara duada bulunmuştur.
Diğer bir gün ise taksiye binerken başını kapıya vurdu ve "İnsan başkaldırmaya gelmiyor." dedi. Bu söz tabi bana idi, zira o gün evde bir huzursuzlukçıkartmıştım.
d. Hocaefendi Hazretleri'nin Takvâsı
Hocaefendi büyük bir takvâ sahibi olup, sünnetleri hiç terk etmezlerdi.Kırk yaşından evvelki namazlarını sonradan iade ettiklerini söylemişlerdi.
Kırk sene kadar Nuh AS gibi, haram günler haricinde her gün oruçlu bulunduktansonra, son zamanlarında bir gün oruçlu, bir gün oruçsuz olmuşlar ve kendiifadeleriyle:
"--A be yahu, artık ihtiyarladık ta oruçlarımızı savm-ı Dâvud'a çevirdik."buyurmuşlardır.
Hocaefendi genellikle çok az yemek yer ve hatta kızarmış ekmek yanındazeytin veya peynirle idare ederdi. Yaşına rağmen otuz iki dişi yerindeidi. Bu durum kendisine sorulunca:
"--A be yahu; çocukluğumdan beri misvak kullanmışımdır." cevabını vermiştir.
Görev yaptığı İbrahim Paşa Camii'ne, Mahmud Paşa'daki evinden ekseriyâyaya olarak sabah namazı için geldikten sonra, iftarını camide yapar, yatsıyıda kıldıktan sonra eve dönerdi. İftarı da evden getirdiği bir miktar ekmek,peynir ve zeytinle yapardı.
* * *
Prof. Dr. Mazhar Özman naklediyor:
Bir misafirlik esnasında Hocaefendi ikram edilenlerin hepsini yemişti.
"--Hocaefendi bu akşam biraz fazla yedi, kendisine dokunmasa?" diyegönlümden geçirdim.
Anında bana dönerek:
"--A be yahu, biz onu zikrullah'la yeriz. O bizim için nur olur ve bizedokunmaz.' buyurdular."
* * *
Kış mevsimine yakın günlerden bir gece, Hocaefendi'ye alınacak kömürişinden bahsediliyordu. Hoca Efendi'nin yanında Aziz Efendi ile ilim tahsiletmiş birkaç kimse bulunuyordu. Onlardan biri dedi ki:
"--İdareden kömür alırken dolduranlara birkaç kuruş verilse de, tozsuztarafından alınsa..."
Onun üzerine Hacı Aziz Efendi:
"--Bu, bir insanın kömürün tozunu para vermeyenlere yüklemesidir." buyurdu.
O zât bu söze itirazla konuşmalarına devam etti. Sonunda konuşmalarrızıklandırma mevzuuna geldi. Bu sefer o zât:
"--Rızık için çalışmak lâzımdır." dedi.
Aziz Efendi ise cevaben:
"--Çalışmak vazifedir ama, rızık için çalışmak gerekmez." dedi ve şumisali verdi:
"Şimdi ben evden çıkacağım; yaşlı, ihtiyar kadınların Allah rızası içinyükünü taşıyacağım veya sırtıma bir küfe kum alıp yollardaki tükürüklerinüzerine atacağım. Allah CC beni rızıklandırmayacak mı?.. Allah CC rızkıtayin ve tekeffül etmiştir." dedi.
* * *
O zâtın bu söylenenleri anlamaması üzerine Hasib Efendi şu hikâyeyianlattı:
Adamın biri bir camide i'tikâfa girmiş, üç beş gün geçmiş, kimse birşey getirmiyor. Derken durum imamın dikkatini çekmiş:
"--Sen ne yersin, ne içersin?" demiş.
Adam da demiş ki:
"--Benim babam karşıdaki yahudi bakkala büyük bir iyilik yapmıştı. Yahudibakkal da bana dedi ki: 'Sen i'tikâfa gir, senin yemeğini ben gönderirim!'dedi."
İmam:
"--O halde pekiyi, oldu." demiş.
Tam giderken, adam imamın bacağından tutarak demiş ki:
"--İmam efendi, Allah rızkı tekeffül ediyorum deyince inanmıyorsun da,yahudi bakkal yemeği ben göndereceğim deyince mi kabul ediyorsun?.."
Bu konuşmanın ertesi günü idi. Hasib Efendi, Hacı Aziz Efendi'ye şöylesöylediler:
"--Yâhu Aziz! O zât dün gece ne halt etti?"
* * *
Hasib Efendi son zamanlarda, geçirdiği prostat ameliyatından dolayıidrarını sonda ile bir şişeye yapar ve bu şişeyi yanında taşırdı. Bu bakımdanimamlık yapmıyor ve fakat Kapalıçarşı Merdivenli Camii'nde hutbeyi kendisiokuyordu.
Ayrıca Çarşamba günleri Beyazıt Camii'nde öğlen namazından sonra cemaateRamûz el-Ehâdis'ten hadis okutuyordu. Beyazıt Camii'ndeki Hünkâr Mahfilialtında mürşidi Mustafa Feyzi Efendi, hadis okuttuğu için kendisine teberrükenburada hadis okutuyordu. Bu bir resmî vazife değildi. Hocaefendi hocasınaolan bağlılığı dolayısı ile 84 yaşında hasta olmasına rağmen, Cağaloğlu'ndanumumiyetle yürüyerek bu hadis dersine geliyordu.
Hasib Efendi hiç bir resmî vazifesi olmadan sadece hocasına bağlılığıdolayısıyla yürüyemeyecek hale gelinceye kadar teberrüken hadis okutmayaBeyazıt Camii'ne devam ettiler.
Hatta bir hastaya dua etmek için, o yaşta evinden (Cağaloğlu'ndan) Kumkapı'yakadar yaya olarak gidip geldiği halde hiçbir şikâyette bulunmamıştır.
* * *
Hocaefendi, Kapalıçarşı Camii'nde hutbe okurken, cemaatin ekserisi esnafolduğu için hutbenin sonuda cemaate şöyle bir uyarıda bulunurdu:
"--Karakola gitseniz, komiserin karşısına çıkarken ceketinizin düğmeleriniilikler ve şapkanızı düzeltirsiniz. Şimdi namazda Allah'ın huzuruna duracaksınız.Kendinize çeki düzen veriniz a be yahu!.. Akıllarınızı da yanı başınızdaolsun, dükkanlarınızda kalmasın..."
Yine bir hutbelerinde cemaat ve talebelerini şöyle uyarmışlar:
"--Şimdi siz cuma namazına gelirken caminin biraz ilerisindeki çayevininönünden geçersiniz. Orada tavla oynayıp, nargile içip, camiye gelmeyenlerigörüp, onları ayıplarsınız. Düşünmezsiniz ve bilmezsiniz ki, onları kahvedetutup sizi camiye getiren Allah CC, --Allah göstermesin-- onları camiyegetirir, sizleri kahveye gönderebilirdi."
Hocaefendi sık sık söylediği bir hususu cemaata misal vererek anlatıyordu:
"--Kendi kusurunuz ile meşgul olunuz. Başkasının kusuruna bakmayınız!"
e. Hocaefendi'nin İhvânına Düşkünlüğü
Hocaefendi ihvanına ve insanlara karşı çok düşkün, çok hassas ve çokmerhametli idiler. Tebiyesini deruhte ettikleri talebelerine karşı da çokkıskanç davranırlardı ve onların başka cemaatlara karışmasından hoşlanmazlar,hatta izin vermezlerdi. Zira mürşidler kendi verdikleri terbiye sistemininbozulmasını istemezler. İşte Hocaefendi de böyle bir mürşid-i kâmil olup,ihvanının kalbinin başka bir tarafa kaymasına ve yanlış bilgiler öğrenmesinekarşı çok dikkatli ve düşkündü.
Hocaefendi'nin bir talebesi şöyle nakletti:
"Bir zaman Mustafa Feyzi Efendi'nin bir halifesine karşı kalbimde birmeyil uyanır gibi oldu. Bir rüya gördüm; o zâtın mağazasında çalışıyormuşum.Kapıya yaklaşıp dışarı baktığımda çok hoş manzaralar görülüyor. Derkenbir takım kimseler hindi, tavuk, yumurta gibi şeyler getiriyor.
'--Hocama götürmek için bana satar mısınız?' dedim.
'--Hayır bunlar satılık değil, filanca zâtın malıdır.' dediler. Meylettiğimzâtın ismini verdiler.
Ertesi gün kendi dükkanıma bazı müşteriler hindi ve yumurta gibi şeylergetirdi. Satın alıp bir kısmını Hasib Efendi'ye götürdüm. Bana:
"--Bİr zuhuratın var mı?" diye sordu.
Ben de rüyayı anlattım. Önce mürakebeye vardı, sonra:
"--Ayrımız, gayrımız yoktur be yâhu!" dedi.
Aynı rüyayı ve hadiseyi Aziz Efendi'ye anlattığımda:
"--Mürşid, ihvânını başkasına vermek istemez, hayatı pahasına da olsa..."dedi.
Arkadaş şöyle devam etti:
Hasib Efendi'ye rüyayı anlatıp hindiyi bıraktıktan sonra, tekrar dükkanagitmiştim. Geri kalan hindi ve yumurtaları eve götürürken, Beyazıt'da azdaha bir tramvayın altında kalıyordum. Nasıl kurtulduğumu halen de anlamışdeğilim. Allah bilir ki, Hocamızın himmeti ile kurtulmuş olmalıyım.
f. Hocaefendi'nin Tasarruf ve Kerametleri
Hocaefendi Hazretleri'nin pek çok tasarruf ve kerametine şahid olunmuştur.İşte birkaç misal:
Rahmetli Sırrı Bey naklediyor:
Maddî olarak sıkıntılı olduğum bir zamanda camide namazdan sonra HasibEfendi'nin karşısında otururken, gene ihvandan Teknik Üniversite muhasebemüdür yardımcısı Şevket Bey yanıma yaklaştı ve yavaş sesle:
"--Sırrı, madem sıkıntıdasın, neden bize söylemiyorsun?" dedi.
Şaşırdım ve bir şey diyemedim. Hayretle yüzüne baktım. Onun üzerineŞevket Bey şöyle devam etti:
"--Hasib Efendi'yi dün akşam rüyamda gördüm. 'Sırrı'nın ihtiyacı var,sen ikramiye aldın, onu bul ve ihtiyacını gider!' dedi."
İşte Hocaefendi bir ihvânının ihtiyacını, diğer ihvânı vasıtası ile,tasarrufuyla böylece gidermiştir.
* * *
Zeyrek Camii eski müezzinlerinden Sadettin Efendi (Allah rahmet eylesin)şöyle nakletmişti:
"Müezzinlik imtihanı için müftülükte imtihan kapısı önünde sıra bekliyordum.Birden Hasib Efendi'nin merdivenlerden çıkıp, imtihan odasına girdiğinigördüm. Sıram gelip içeri girince, Hocaefendi'yi imtihan komisyonu ilebirlikte oturuyor buldum. O gün bana sual olarak en iyi bildiğim yeri sordular,ben de imtihanı rahatça kazanmış oldum. Komisyon azalarının Hocaefendi'yiyanlarında gördüklerini ise zannetmiyorum."
* * *
Hocaefendi'nin ihvanından rahmetlik avukat Sıtkı Bey şöyle anlattı:
"Amerika'da master tahsilinde bulunuyordum. Bir gün sınıftaki bir kızarkadaş, beraberce pikniğe gitmeyi teklif etti. Gitmeye karar verip beraberokuldan çıkıyorduk ki, Hasib Efendi'yi kızgın bir yüzle elinde bastonuile karşımda grödüm. Bunun üzerine korktum ve pikniğe gitmekten vazgeçtim."
* * *
Vedat Özman, Hocaefendi'nin bir tasarrufu ile ilgili olarak şu hatırasınınaktetti:
"Ben önce Tekel Genel Müdürlüğü'nde müfettiş muavini olarak çalşımaktaydım.Bir ara Ticaret Bakanlığı müfettişlik imtihanı açılmıştı. Üç kişi alınacaktı.Ben de müracaat ettim ve Ankara'da imtihana girdim. Ben Ankara'da ikenbabam Hocaefendi'yi ziyaret etmiş. Ankara dönüşümde Hocaefendi'yi görmekiçin Kapalıçarşı Camii'ne gittim. Camiden çıkıp beraberce evine doğru giderkenbana şöyle dedi:
'--Geçen gün babanız gelmişti. İmtihanı size kazandırmadıklarını kendisinesöyleyecektim ama, üzülür diye söylemedim. Onlar adam değil, ama biz genekimsenin kötülüğünü istemeyiz be yahu. Hadi inşâallah seni kazandırmayanterfi eder de, sen de onun yerini alırsın." dedi.
Filhakika imtihan neticesine göre dördüncü sırada idim. Üç kişi alınıncabirinci yedek durumunda kalmıştım ve yer açılmasını bekliyordum. NeticeHocaefendi'nin dediği gibi oldu. O zât dış ticaret reisi oldu. Beni deondan açılan müfettişlik kadrosuna aldılar ve böylece Hocaefendi'nin birtasarrufu daha tahakkuk etmiş oldu.
* * *
Yine Vedat Özmen anlatıyor:
Sene 1947'ler idi. O sırada Ticaret Bakanlığı müfettişi olarak görevyapıyordum. Teftiş görevi ile Anadolu'da dolaşıyordum. Önce Antep'e, sonraİzmir'e geçmiştim. Altı aydır dışarıda idim. Hocaefendi ve ailem gözümdetütüyordu. Bir akşam hislendim, gözüm yaşlandı. İçimden dedim ki:
"--Hocam bizi biraz seviyorsan, tahammülüm kalmadı. Beni al yanına artık."dedim.
Ertesi gün iş yerinde çalışırken, odaya postacı girdi ve bana bir telgrafgetirdi. Telgraf bakanlık teftiş kurulu başkanından geliyordu ve aceleİstanbul'a hareket etmemi istiyordu. İstanbul'a geldim ve gelir gelmez,Hocam Hasib Efendi'yi ziyarete gittim. Elini öptüğümde, gülümseyerek yüzümebaktı ve kendi şivesi ile:
"--Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez be yâhu!" dedi. Hocam bir kere dahatasarrufu ile beni İzmir'den aldırmıştı."
* * *
Yine aynı müfettiş arkadaş anlatıyor:
"Sene 1956-57'ler idi. Bir gün sıkıntılı bir duruma düştüm. Hocam sağolsaydı bu duruma düşmezdik dedim. O akşam kendisini rüyamda gördüm. Bana:
"--Biz seninle her zaman beraberiz ama sen dersini aksatıyorsun!" dedi.
Filhakîka o sıralarda bazen dersimi aksatıyordum.
* * *
Sırrı Tüzer Bey anlatıyor:
"Nureddin Topçu Bey ilk mektepten arkadaşım olup, samimi dostumdur.Kendisi doktorasını Paris'de Sorbon'da vermiş ve sonra İ. Ü.'den doçentünvanını almıştı. 1945'lerde Denizli'de lise öğretmenliği yapmakta idi.Yaz tatilinde İstanbul'a gelmişti. Denizli'de pek sıkılmıştı ve göreveİstanbul'a gelmek istiyordu. Ben de kendisine 'Benim bir hocam var, seniona götüreyim, duasını alalım, o senin işini yapar.' dedim. O da 'Nasılolur, ancak Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bu işi yapar.' dedi.
Nuredin Bey'le Hasib Efendi'ye gittik. Elini öptükten sonra:
'--Efendim, bu benim çocukluk arkadaşımdır. Bir derdi var, dua buyursanızda Denizli'den İstanbul'a gelse.' dedim.
Hasib Efendi başını önce öne eğdi, sonra Nureddin Bey'e dönerek:
'--Tayininiz inşâllah gelir be yahu, hem de terfian gelir.' dedi.
Hocaefendi'nin yanından çıktıktan sonra Nureddin Bey:
"--Acaba olur mu?" diyordu.
Ben de:
'--O derse, Allah'ın izniyle olur.' dedim.
Aradan çok geçmedi Nureddin Bey dükkana geldi:
'--Sırrı seninle bir şey görüşmek istiyorum, bu akşam bize gel." dedi.
O sırada dükkan biraz kalabalıktı. O akşam oğlum Hasib doğduğu içingidemedim. Ertesi akşam gittiğimde cebinden bir telgraf çıkarıp gösterdi.Telgrafta: "İstanbul Haydar Paşa Lisesi'ne tayin edildiniz." diyordu vealtında H. Ali Yücel'in ismi vardı.
Nureddin Bey çok sevindiğini söyledi ve ayrıca şunu ilave etti:
'--Birkaç gün evvel rüyamda Hasib Efendi'yi gördüm. Camisinde hutbeokuyordu. Hutbeden inince cebinden bir defne dalı çıkarıp bana verdi. Rüyatabir kitabı olan Kenzül-Menam'a baktım, 'Müjdeye delâlet eder.' diyordu.
Hem gördüğü rüya, hem de tayininin gelmesi Nureddin Bey'i sevindirmişti.Teşekkür için beraberce Hasib Efendi'yi ziyarete gittik. El öpüp oturduğumuzda:
'--Efendim arkadaşımı getirdim onu tanıyorsunuz.' dedim.
Hocaefendi:
'--Tanımaz olur muyum Nureddin Bey.' dedi.
Bir ara:
'--Efendim bu arkadaşıma ders verirseniz.' dedim.
Hocaefendi:
'--Eh teberrüken verelim!' diye cevap verdi."
g. Hocaefendi'nin Gönülden Geçenleri Bilmesi
Hocaefendi'nin gönülden geçenleri anında anlayıp cevabını verdiğinedair pek çok misaller vardır. Bir arkadaş anlatıyor:
Bir günÊHocaefendi evinde hatm-i hàcegân yaptırmıştı. Sonra çaylar geldi.Sene 1949. Çay bardakları arasında porselen bir tanesi vardı. İçimden,"Şu bardak bana gelseydi." dedim. Sıra bana gelince fark ettim ki, tepsideo istediğim bardaktan başka bardak kalmamıştı. Mecburen aldım. Fakat böylebir düşünceden dolayı da biraz sıkıldım. Kimse o bardağı almamış ve bardakta bana kalmıştı. Bunun üzerine Hocaefendi şöyle buyurdu:
"--A be yahu bu nefis acaip bir şeydir. Bardağın şöyle, böyle olmasıne fark eder? Benim de gençliğimde başıma şöyle bir şey gelmişti. Hatm-ihàcegânda taş dağıtılırken taşlar arasında renkli bir taş gördüm. Onunbana gelmesini istemiştim. Sonradan bir de baktım ki o taş elimde. İştenefis böyledir. Halbuki taş sayı için kullanılır, renginin bir tesiri yoktur

Abdül'aziz Bekkine (K.S)

 


ABDÜL'AZİZ BEKKİNE RH.A
(1895-1952)
Dr. Abdüllatif Duygulu
a. Çocukluğu ve Gençliği
Abdül'aziz Bekkine Hazretleri hicrî 1313, miladî 1895 yılı civarında İstanbul Mercan'daki evlerinde dünyaya geldi. Babası tüccardan Mehmed Molla oğlu Haris Efendi, annesi Fatma Hanımdır.Haris Efendi aslen Kazan'lı (Rusya) olup, 1880'lerde ailesi ile İstanbul'a göç ettikten sonra Asmaaltı'nda toptan yağ ticareti ile meşgul olmuştur. Kazan'ın eşrafından olan Hâris Efendi, orada Sultanoğlu (Sultanof) nâmı ile tanınmaktaydı. Kazan'da 25-30 odalı büyük bir konakları ve geniş arazileri vardı. Konaklarının çoğu odalarında ilim tahsil eden talebeler barınırdı.Hocaefendi'nin ailesi o zamanlar Rus tebaasında idiler. O günkü hükümetin tutumu dolayısıyla 1909 yılında ailesiyle birlikte Kazan'a gitti. Kazan'da bir süre kaldıktan sonra, Buhara'ya geçerek orada beş sene kadar ilim tahsil etti.1917'de Rusya'da Bolşevik ihtilâli olunca, Kazan'da şartlar çok olumsuz hale geldi. Bolşevikler Kazan'a ve Türkmenistan'a doğru ilerliyorlardı. Annesi ve babası da daha önce Kazan'da vefat etmişlerdi. Abdül'aziz Efendi de kardeşlerini alarak İstanbul'a dönmeğe karar verdi. İki anneden 5'i erkek, 11'si kız olmak üzere 16 kardeştiler.1918 yılında Kazan'tan trenle Bakü'ye, ordan Batum'a gelmişler. Batum'dan da İstanbul'a bir Türk gemisi ile gelmişlerdir.Kısa bir müddet erkek kardeşleri ile beraber Asmaaltı'nda bir dükkân açıp çalıştırmışsa da, sonra dükkânı kapatıp, bir müddet Çarşıkapı'daki Bayezid Medresesi'ne devam etmişlerdir.
* * *
Dr. Mazhar Özman diyor ki: Bana çocukluk ve gençlik hayatından bahsettiği hadiseler oldu:"Ben 5-6 yaşından itibaren seherden sonra hiç uyumamışımdır. 7-8 yaşlarımda gene seherde kalkar, sabah namazı vaktine kadar bahçemizdeki ağaçlarda öten kuşların öterek, 'Huu... Huu...' deyip Allah'ı zikrettiğini dinlerdim. Babam bana hiç iş buyurmaz ve yaptırmazdı. İş istediğimde veya yardıma gittiğimde;'--Benim sağlığımda dinlen evliyâ, benden sonra çalışırsın!' derdi.Ben de buna üzülür, anneme gider söylerdim. Annem de:'--Vermek isterse kuluna, getirir koyar yoluna...' derdi.Sonra hayatta çok gayret ettik ama, en sonunda anamızın sözüne geldik.'" (1)

* * *
Çocukluğu garip tecellilerle doludur. Onun sokakta garip bir yürüyüşü vardır. Ellerini arkasına bağlar, öne yıkılacakmış gibi eğilip, ayaklarının üzerine bakar ve sallanarak yürürdü. Kendisine bu garip yürüyüşünün sebebi sorulduğunda:"--Ben bunu büluğ çağına basarken, beni yolda yürürken seyreden komşuların beni aptal sanmalarını arzu ettiğim için bu şekilde yürümeyi adet edindim. Kimsenin beni farketmesini, benimle meşgul olmasını istemiyordum." diye cevap verirdi.Abdül'aziz Efendi'nin gençliği üstüste acılar ve ayrılıklarla doludur. Kendisini dinleyenler ondan şunu naklediyorlar:"Bolşevik ihtilali olmuş, Kazan'dan İstanbul'a geliyorduk. Gençtim, yanımda kız ve erkek kardeşlerim vardı. Bakü'ye geldik. Onları otele bıraktım. Rahat ibadet edebilmek için civar tepelerde ıssız bir yere gittim. Orada bir kovuk buldum. Bakü'de kaldığımız zaman, o kovuğa girip ibadet ediyordum. Son gittiğimde garip bir tecelli içinde kendimi buldum. Adeta Arş'ın üzerinde ve Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nin huzurunda kendimi hisseder gibi oldum. Oradan bütün kainatı seyrediyordum. Ne zaman ki, kardeşlerim aklıma geldi, kendimi kovuğun içinde buldum." (2)
* * *
Gemide geçen bir hadiseyi Hocaefendi bir arkadaşımıza şöyle anlatmıştır:"Birgün sohbet esnasında Hocaefendi'ye şöyle bir sual sordum:'--Efendim bu memleket nasıl kurtulur?'Bunun üzerine Hocaefendi şunları anlattı:'--Rusya'dan İstanbul'a dönerken Batum'dan bir Türk gemisine binmiştik. Gemide bilet kontrolü esnasında yaşlı ve fakir bir adamın bileti çıkmayınca, kontrol memuru adama bir tokat patlattı. Adamcağız yere yurvarlanıp kaldı.Bu durumu kaptan köşkünden gören geminin İtalyan kaptanı, tokat yiyen adamcağızı yanına aldırttı ve istanbul'a kadar da yanında misafir etti.İşte evlâdım bu memlekette İslâmiyet, dolayısıyla insanlık, insanlarımıza teker teker anlatılmadıkça ve o insanlar da İslâmiyeti yaşamadıkça bu memleket için kurtuluş yoktur."Kanaatimizce burada Hocaefendi şu hususa dikkatimizi çekmektedir: Bir İtalyan kaptanın yaşlı fakir bir adama karşı gösterdiği olgun ve insani davranışı, bir Türk ve müslüman olan kontrol memuru, İslâm'ı bilip yaşamadığı için gösterememiştir.Öyleyse insanlarımıza İslâm'ın esaslarını iyice tanıtıp anlatmak ve yaşamalarını sağlamak icab edecektir. (3)
b. Tahsili ve Mânevî Eğitimi
Abdül'aziz Efendi okul öncesi Kaptan Paşa Camii İmamı Halil Efendi'den Arapça ve din dersleri almış, daha sonra Dârüttedris Mektebi'ni bitirmiştir. 1910'da ailesi ile birlikte Kazan'a gittiklerinde orada ilim tahsili yapmış, daha sonra Buhara'ya geçerek orada 5 sene devrin tanınmış âlimlerinden ilim tahsil etmiştir.Babasının vefatından sonra, Kazan'dan mecburi bir göçle 1918'lerde İstanbul'a geldiklerinde bir müddet Çarşıkapı'daki Bayezid Medresesi'ne devam etmişlerdir.Nadide bir yaratılışa sahip olan Hacı Aziz Efendi İstanbul'a döndükten sonra büyük bir azimle mürşid-i kâmil arayışına çıkmış ve feyz alacağı kapıyı kendisi aramaya başlamıştır. Hacı Aziz Efendi mürşid arayışını bize şöyle anlatmıştır:"Kazan'dan İstanbul'a döndükten sonra artık bir mürşide bağlanma zamanının geldiğine inanmıştım. Biliyordum ki insanın mânevî olarak olgunlaşması ve ilerlemesi bir mürşid-i kâmile bağlanıp onun hizmetinde bulunmakla olabilir. Bunu daha çocukluğumda hem öğrenmiş, hem anlamıştım. Bu sebeple İstanbul'daki mürşid-i kâmil olarak tanınmış kimseleri soruşturup onları ziyaret etmeye başladım.İlk olarak Eyüp'te ikamet eden tanınmış bir zâtı ziyarete gittim. Elini öpüp karşısına oturdum. Kendisi murakabe haline geçti. Ben de gözlerimi kapadım ve başımı kalbimin üzerine eğdim. Bir de ne göreyim, o zâtın göğsünde: (Hàzà ebû zeheb) "Bu altın babası" yazılıydı. Hemen müsaade isteyerek yanından ayrıldım.Gene mürşid-i kâmil aramak maksadı ile yaptığım ikinci ziyaretimde zamanın tanınmış büyüklerinden Nakşî şeyhi Küçük Hüseyin Efendi nâmı ile mâruf bir şeyh efendiyi ziyaret ettim. Kendisi Hacı Feyzullah isminde bir şeyh efendinin halifelerinden olup, çok sevilen bir zât idi. Epeyce kısa boylu, mülâyim, zarif bir zâttı.Kendisini ziyarete gittiğimde bir duvar saatinin altında oturmuş, başını göğsüne eğmiş, gözlerini yummuş, tefekküre dalmış bir vaziyette buldum. Ben de karşısına oturdum, gözlerimi kapadım ve başımı kalbime eğerek beklemeye başladım. Derken saatin tik-takları ile Allah'ı zikretmekte olduğunu duydum. Başının üzerindeki saat, 'Allah Allah...' diyordu. O zaman başımı kaldırıp gözümü açtım. O da gözünü açı ve bana saati işaret ederek:'--Bizim dervişin zikrine agâh oldunuz galiba?' dedi.Onun üzerine ben içimden tamam bu hazretten ders alınır diye düşündüm. O zaman bana:'
--Evlâdım senin nasibin bizde değil, ara, bulacaksın. Ama madem ki bize kadar geldin, sana bir nasihatte bulunayım.' dedi. 'Dervişlik çok güzeldir. Ona talip ol, fakat mürşidliğe talip olma, çok zor bir iştir.' dedi." (4)Nihayet takdir edilen vakit, saat gelmiş, Abdül'aziz Efendiyi, Çarşıkapı Medresesindeki yakın arkadaşı Mehmed Zâhid Efendi, kendi mürşidi Mustafa Feyzi Efendi'ye götürmüştür.Mustafa Feyzi Efendi Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi'nin halifesidir. Kendisinden sonra dördüncü postnişin olarak irşad vazifesinde bulunmuştur. O zaman Gümüşhaneli Dergâhı, Bâbıalide vilayetin karşısında, Fatma sultan Camii yanında idi.23 yaşında Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab eden Abdül'aziz Efendi, onun sohbetlerine devam etmiştir. Sonunda Hazret'in himmetiyle mânevî eğitimini tamamlamış, 27 yaşlarında iken hilâfet mertebesine ulaşmış ve kendisine irşad salâhiyeti ve icâzetname verilmiştir. (5)Ayrıca Râmûzül-Ehàdîs kitabını da okutma icazeti almıştır. Bütün hayatı boyunca binlerce talebeye, maddî ve mânevî sahada, ilim, irfan ve insanlık öğrettikleri gibi, bu eseri de defalarca okutmuşlar ve tercümelerini takrir etmişlerdir.İlk vazifeleri Beykoz'da bir camide başlar. Daha sonra Aksaray'da bir camide devam eder. Yazıcı Baba, Kefevî, Ümmü Gülsüm camileri onun feyz kürsüleri olur. 13 yıl Ümmü Gülsüm Camisi'nde vazifesi devam etmiştir.Bu cami Unkapanı'ndan Saraçhane'ye çıkarken Bulvarın sağında biraz içeridedir. Fakat içinde çok feyizli sohbetlerin yapıldığı ahşap meşrutası istimlâke uğramıştır.İkinci haclarından döndükten sonra, yakalandıkları hastalıktan kurtulamayarak, daha genç denilecek bir yaşta, 57 yaşında rahmet-i Rahmân'a kavuşmuşlardır. Tarih 2 Kasım 1952 Pazartesi günü, öğle vakti civârıdır. Kabirleri Edirnekapı Sakız Ağacı Şehidliğindedir. (6)
c. Çeşitli Hal ve Vasıfları
Hocaefendi büyücek başlı, sivrice çeneli, mavi gözlü, yüzleri sarıya çalar buğday renkli idi. Tenleri beyazdı. Sakalları sarı, uzunca ve seyrekçe idi. Pazuları kuvvetli idi. Bir koyunu rahatça yatırır, keser ve yüzerlerdi. Orta boyluydu. Genellikle vasıtaya binmezler ve gidecekleri yere yürüyerek giderlerdi.Allah vergisi olarak kendileri deha mertebesinde bir zekâya sahipti. Hangi meslekten tahsil ve kademeden olursa olsun, onunla konuşup sohbetinde bulunan herkes kendilerinin zekâ ve ilmine hayran kalır ve o zamana kadar böyle bir kimseye rastlamadıklarını kabul ve itiraf ederlerdi.Kendisinin medrese ve yol arkadaşı Bursalı Mehmed Zâhid Efendi de bir sohbetinde: "Aziz Efendi talebeliği zamanında arkadaşları arasında ayrıca zekâsı ile de temayüz etmişti." şeklinde buyurmuşlardı.Esasen veciz hitabeti, ince sual ve sevapları bunun açık işretleri olduğu gibi, kendileri "Mü'minin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah'ın nuru ile bakar." hadis-i şerifine tam mânâsı ile uyan ve insanın iç ve dışını okuyan bir bakışa sahipti. Hiç görmediği bir kimsenin karakterini sadece fotoğrafına bakarak söyleyebilirdi.İnsan her gün, her saat kendisi ile beraber bulunsa gene de ona ve sohbetlerine doyamaz ve ayrıldıktan sonra da, bir an önce yanlarına dönmek için can atardı. Sohbetler genellikle sualli-cevaplı ve ilgi çekici olur ve katılan insan oradan maddî ve mânevî büyük bir zevk alırdı. Bu hususta tahsilli, tahsilsiz, zengin, fakir, yaşlı, genç farketmezdi.Sohbetlerinde zaman da mevzu bahis değildi. Genellikle yatsı namazından sonra oturulur ve icabında sabahlanırdı da. Bir kimse dışarıdan sohbet odasının ışığını yanar görmüşse, gecenin hangi saatinde olursa olsun, çekinmeden kapının zilini çalıp içeri girebilirdi.Sohbetlerinin bu doyulmazlığı hakkında şu iki misalle iktifa edelim:Felsefe mevzuundaki doktorasını Paris'te yapmış olan rahmetli Doç. Dr. Nureddin Topçu Bey, bir gece Hocaefendi'nin sohbetinde bulunduktan sonra saat 02-03.00 sıralarında arkadaşı ile yanından ayrılırlar. Henüz dış kapıdan yeni çıkmışlardır ki, Nureddin Bey bir an duraklar ve arkadaşı Sırrı Bey'e:"--Yahu Sırrı tekrar içeri girsek ayıp olur mu?" demekten kendini alamaz.Diğer bir hadise de şöyledir:Hocaefendi ilk haccına giderlerken hudut köylerini yaya geçmek ve köylerde gecelemek durumunda kalır. Gece kaldığı köylerde akşamki sohbete dayanamamış bir çok kişi, sabah kendisi ayrılırken:"
--Keşke sizi hiç tanımasaydık Hocam." dedikleri vâkî idi.Sabır mevzuunda şöyle söylediği nakletilmiştir:Bir gece sohbetinde Hocaefendi:"--Bir gün gelir danışacak hocalarınız da bulunmaz. Öyle bir günde seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf nedir?" diye bir sual sordular.Herkes bir şeyler söylediyse de tatmin olmadılar. Sonra kendileri şöyle buyurdu:"
--O kimsenin sabrını kontrol edersiniz. İnsanlarda riyânın karışamayacağı, anlaşılabilir, hakikî tek vasıf sabırdır. Sabır, musibet geldiği an, (ilk darbede) hiç şikayet edilmeden sineye çekebilme halidir. Şayet ilk anda feveran eder de sonra sineye çekerse, ona sabırlı değil, mütehammil insan denir."Tevekkül hususunda da şöyle buyurdukları nakledilir:"
--Bir kimse mütevekkil oldu mu, kendisinden istikbâl endişesi alınır."Mü'minin dünyaya bakışı hakkında da şu görüşü nakledilir:Bir gün şu suali sordular:"--Mü'min dünyaya nasıl bakar?"Herkes bir şey söyledi. Neticede sualin cevabını yine kendisi verdiler:"--Mü'min'in nazarı öyledir ki, dünyadaki zevk ü sefâya bakar; arkasında cehennemi görür. Meşakkate, hizmete bakar; arkasında cenneti görür. Yâni mü'minlerin nazarı bu dünyaya takılmaz."Bir de nefis mevzuundaki sözlerine bakalım. Rifat Tandoğan şöyle anlatıyor:Hocaefendi'yi görüp, sohbetine devama başladıktan sonra, içimden gelen bir hisle dargın olduğum arkadaş ve akarabalarımla barışmayı düşündüm ve gidip özür dileyip, onlarla barıştım. Diğer taraftan da, "İzet-i nefsimi ayaklar altına mı alıyorum?" diye de bir düşünceye kapıldım. Hocaefendi'ye bu durumu anlattığımda gülümseyerek:"--Senin nefsinin izzeti var mı?" dediler. Ben de:"--Evet Hocam, izzet-i nefsimiz yok mudur?" dedim. Onun üzerine:"
--Nefsin izzeti olur mu? Nefis bir hayvandır, onun izzeti olmaz. Ancak vasfın izzeti olur. Meselâ öğretmenlik, babalık ve hocalık gibi. Ve kim ki vasıflıdır, o izzetlidir." buyurdular.Hocaefendi'nin maddi mânâdaki cömertliği ise anlatılmakla bitirilemez. O zamanların 30-40 liralık imamlık mâşının tamamını icabında olduğu gibi muhtaçlara yollar, babasından kendi hissesine düşen geliri hemşehrilerine verir ve gerekirse ihtiyacı olan bir kimseye toplu yardımlar da yapardı.Hanımı nakletmiştir:"--18 senelik evlilik hayatımızda hiçbir geceyi uyuyarak geçirdiğini görmedim. Daima ibadetle meşgul olurlardı."Hasip Efendi Hazretleri'nin de kendileri için:"
--Aziz Efendi geceleri hiç uyumaz, onun işi Allah'ladır." buyurduğu nakledilmiştir.Ancak öğleden biraz evvel (vakit bulurlarsa) kaylule uykusu uyurlardı.Vefatından sonra bir zâtın dediği, "Hocaefendi canına cömertti." sözü onun cömertliğini gayet iyi anlatır. O hakikaten öyle idi ve öyle oldu. Kendini talebelerinin ve toplumun yetişmesi yolunda feda etti.Gündüz demedi, gece demedi, sabahlara kadar oturup, anlattı, izah etti, karşısındakini ikna edip hidayetine ve doğru yola gelmesine vesile olmak için didindi durdu. (7)
d. Hocaefendi'nin Mizacı
Abdül'aziz Efendi, kendilerinde Allah'ın celâl sıfatı tecelli etmiş bir mürşid-i kâmil idi. Abdül'aziz Efendi insanlara karşı gayet mültefit, hoşgörülü, çok cömert, kimsede kusur aramayan ve görmeyen bir yapıya sahipti. Kendisinde Celâl sıfatını tecelli etmiş olduğunu ve bunun Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi'den itibaren nasıl tecelli ettiğini bir kere şöyle anlatmıştı:"Gümüşhâneli Hazretleri'nin kurmuş olduğu dergâh öyle bir dergâhtır ki, burada posta oturan mürşidlere Allah'ın bir tecellisi vardır. Posta oturan hocaefend'nin birinde Allah'ın celâl sıfatı, bir diğerinde Allah'ın cemâl sıfatı tecelli etmiştir. Şöyle ki: Ahmed Ziyâüddin Efendi'de celâl sıfatı, Hasan Hilmi Efendi'de cemâl, İsmâil Necati Efendi'de celâl, Ömer Ziyâüddin Efendi'de cemâl, Mustafa Feyzi Efendi'de celâl sıfatı vardı." (8)Bu hal sonradan da devam etti. Kanaatimizce Hasib Efendi'de cemâl, Abdül'aziz Efendi'de celâl, Mehmed Zâhid Efendi'de cemâl, Mahmud Es'ad Efendi'de de celâl sıfatı tecelli etmiştir. Allah CC hepsine rahmet etsin, şefaatlerini nasib etsin...Dr. Mazhar Özman şunları nakletti:Bir gün Hacı Aziz Efendi Hazretleri'nin yanındaydım ve kendisine cemâl ile celâl sıfatları arasında ne fark vardır diye sordum. Bir taraftan düşünüyordum: Cemâl sıfatı tecelli etmiş Hocaefendi ile, celâl sıfatı Hocaefendi talebesine acaba nasıl muamele eder. O zaman tıp talebesiydim. Hacı Aziz Efendi bana şöyle cevap verdi:"
--Yâni ne zannediyorsun, dahiliyecinin merhameti merhamet de, cerrahın merhameti merhamet değil mi?.." (9)
* * *
H. Nail Sürel anlattı:Bir gün öğleden sonra Hocaefendi'nin yanında iken bana "Nail haydi gel Mustafa Feyzi Efendi Hazretleri'nin hanımını ziyarete gidelim." dedi.Valide hanım o sırada Koca Mustafa Paşa'da oturuyordu. Zeyrek'ten ana caddeye çıkınca Rahmetli Fevzi Çakmak Paşa'nın cenazesine rastladık. Hocaefendi bana:"
--Gel biraz arkasında yürüyelim, sevaptır." dedi.Bir miktar yürüdükten sonra Koca Mustafapaşa'ya yöneldik yayan olarak Valide Hanım'ın evine geldik.Valide Hanım hatm-i hâcegân yapamamaktan şikayet etti, "Bizi takip ediyorlar." dedi. Ve ilaveten:"--Hasan Hilmi Şeyhim derdi ki: 'Allah'tan korkandan korma, Allah'tan kormayandan kork.' biz de bu sebepten biraz çekinmekteyiz." dedi.O zaman Hocaefendi biraz celâlli olarak:"--Biz ne Allah'tan korkandan korkarız, ne de kormayandan..." deyince Valide Hanım:"
--Tabii siz erkeksiniz, sizin mânevî dereceniz başka olur." dedi.Ben o sırada odanın uzakça bir köşesinde konuşulanları dinlemekteydim.Daha sonra oradan ayrıldık. Vakit ikindiye çok yakındı. Camiye yürüyerek yetişmemiz mümkün değildi. Hocaefendi "Benim nasıl gideceğim belli olmaz." deyip benden ayrıldı. Sonradan Hocaefendi'nin camisine ikindi namazına yetiştiğini öğrendim. Allah-u âlem Hocaefendi tayy-ı mekânla namaza yetişmiş olmalıydı." (10)
* * *
Vaktiyle Mahmudpaşa Camii'nin imam ve hatipliğini yapmış ve o zamanki Gümüşhâneli Dergâhı'nın postnişini Hasan Hilmi Hazretleri'ne mensub bir zâttan bahis geçmişti. Hocaefendi bize şunu anlattı:"Bu zât, tekkede Hilmi Efendi Hazretleri'ne uzun bir zaman hizmette bulunmuş. Şeyh Efendi dünyasını değiştirmek üzere bulunduğu bir sırada, bu zâtı yanına çağırarak şöyle demiş:"
--Bize uzun zaman hizmet ettin, bizden ne istersin?"Bu zât da:"
--Şeyh Efendi, bana dua buyurun, çok zengin olayım." demiş.Hocaefendi bunu anlattıktan sonra gözlerinin açarak ve biraz da hiddetlice bir şekilde şöyle dedi:"
--Adamın istediğine bakın, ahiret dururken bakın ne istiyor? İstesene iman selâmetini, istesene Allah'ın rızasını!.."Bu zât hakikaten çok zengin olmuş. Fakat ömrünün sonuna doğru garip ve yoksul bir kimse gibi dünyasını değiştirmişti. (11)
* * *
Sırrı Bey anlattı:Bir pazar günü ikindi üzeri şöyle bir şey içime doğdu:"
--Hocam, senin duydukların bir duyabilsem, senin gibi bir hâlim olsa." dedim.Maksadım şeyhlik filan değildi. "Bu hal nice bir haldir, bir an o hali yaşasam ondan sonra bana birkaç günlük bir ömür yeter." diyordum ve kalktım gittim. Yanına vardğımda Hocaefendi bir hadis kitabı okuyordu. Elini öptüm, oturdum.Bana:"--Sana bir vakıa anlatayım." dedi.Ben de:"
--Buyurun Efendim..." dedim:"
--Oğlum, Buhâra'da bir tekkeye bir yabancı gelmiş. Biraz sohbetten sora yemek zamanı gelmiş. Şeyh efendi misafire, o zamanki Buhâra'nın meşhur yemeği olan ballı paça'dan ikram etmek istemiş. Halbuki tekkede yemek var, misafirini ağırlayabilir, fakat ballı paça yokmuş.Bu düşünce, şeyh efendinin gönlünden geçedursun, müridlerinden kalb gözü açık, hilâfet makamına ermiş birisi, beş-on dakika sonra ballı paçayı getirip, misafir ile şeyh efendinin önlerine koşmuş. Şeyh efendi bu halden pek memnun olarak misafire buyur etmiş. İçinden de "Bu müride ne isterse verelim!" demiş.Misafir gittikten sonra şeyh efendi o müride:"
--Gel oğlum, bizden ne istersin?" demiş.O da:"
--İman selâmeti ve duanız bereketini isterim." demiş.Şeyh efendi:"--Oğlum, gönlünden geçeni söyle bana!.." deyince o mürid:"--Efendim, benim istediğim şeyi bilirsiniz." demiş. Şeyh efendi yine:"--Dışarı çıkar gönlündekini." demiş."--Mürid bu sefer Benim istediğimi verir misiniz?"Şeyh efendi:"
--Söz, vereceğim." deyince, o da:"--Beni kendin gibi yap!" demiş.Şeyh o müride:"
--Oğlum tahammülü zor bir şey istedin ama, söz bir defa bizden çıktı, geri almayız." demiş.Müridi yanına almış. Kırk gün saim-oruçlu bir vaziyette beraber halvette kalmışlar. Sair müridân ikisine de hizmet etmişler.Kırk gün sonra halvetten iki şeyh efendi çıkmış, ikiz kardeş gibi. Müridân, şaşırmışlar ve ayırmaya imkân yok. Nihayet aradan bir kırk gün geçmiş ve birisi vefat etmiş. Geride kalan:"
--Ey müridlerim bu dünyasını değiştiren, arkadaşınız falan efendi idi. Benden benim gbi olmayı istedi, verdik. Fakat ancak kırk gün dayanabildi. Ömrü de tamam olmuştu. Haydi techiz ve tekfinine mübâşeret eyleyiniz!" demiş.Aziz Efendi bunu anlattıktan sonra, bana:"
--Sakın, isteme oğlum, tahammül edemezsin!" dedi. (12)
e. Hocaefendi'nin Rüya Tabir Etmesi
Dr. Mazhar Özman anlattı:Hocaefendi bir gün bize bir ahbabından bahsediyordu. Bu zât Allah düşmanlarını yerermiş. Kendisi bir rüyasını Hocaefendi'ye şöyle anlatmış:"Rüyamda büyük bir camiye girmişim, orada arkası dönük olarak Hazret-i Peygamber SAS Efendimiz oturmuşlar. Büyük bir halka kurup zikir yapıyorardı. Sağ tarafında Hazret-i Ebûbekir RA, sol tarafında Hazret-i Ömer RA oturuyodu. Hazret-i Ebûbekir RA'ın yanında bir kişilik boş yer vardı. Ben içeriye girdiğim zaman Peygamber Efendimiz SAS bana arkası dönük olduğu halde:'
--Filanca oğlu filanca geldi.' dediler. Ve sağa dönerek: 'Yâ Ebûbekir, şimdi gelen zât Allah düşmanlarını sevmezdi. Onu halkaya alınız!' dedi ve beni halkadaki boş yere oturttular."Hacı Aziz Efendi şöyle devam etti: "Bu rüyayı dinledikten sonra kendisine:'
--Yakında vefat edeceksin, gidip insanlarla helalleş.' dedim.Bir hafta sonra hanımı telaşla bize gelerek bana dedi ki: 'Bizim Efendi yandaki odada oturuyordu, yüksek sesle 'Allah' diye bağırdığını duydum. İçeriye girdiğimde vefat etmişti.'"Bunun üzerine Hocaefendi bize:"
--Bu zât hayatı boyunca herkese: 'Allah de dur!' derdi. Bu defa kendisi 'Allah' dedi, durdu." dedi. (13)
* * *
Sırrı Bey'den:Abdül'aziz Efendi hayatta idi. Şöyle bir rüya görmüştüm: Hocaefendi önde yürüyor, ben de arkasından gidiyorum. Hocaefendi yolda üç köşe döndü. Her köşeyi dönerken arkasına bakıyordu. Üçüncü köşeyi dönünce, birden kayboldu.Bu rüyayı Nureddin Bey'le Celâl Hoca'ya anlattık. Celâl Hoca önce düşündü, bazı şeyler okudu ve sonra:"
--O zât senin mürşidindir, üç vakit sonra vefat edecek." dedi.Aynı rüyayı Hocaefendi'ye anlattığımda o da:"
--Oğlum bizim vefatımıza az bir zaman kaldı. Üç vakit var; üç ay mı, üç yıl mı bilmem!" dedi.Hakikaten, o rüyadan üç yıl sonra Hocaefendi vefat etti. (14)
f. Hocaefendi'nin TakvâsıHocaefendi Hazretleri'nin Allah korkusu ve takvâsı sünnetlere düşkünlüğü ve bağlılığı anlatılmayacak kadar büyüktü. Takvâsını anlatmak için sadece şunu nakletmek kâfidir:Birgün uzaktan gelen hilafet arkadaşlarından bir zât bir hatm-i hâcegân sonunda kendisine:"
--Efendim, etrafta sivil polis olması muhtemel insanlar dolaşıyormuş. Tedbir olarak bir müddet hatimlere biraz ara verseniz nasıl olur?" dedi.Hocaefendi buna karşılık:"
--Ben böyle bir emir almadım." dedikten sonra "Biz korkmaktan korkarız." dedi. Ve ilave etti: "Esâsen ipler Allah'ın elindedir. Tedbir alırsan da, o isterse ayağına dolaştırır.""Biz korkmaktan korkarız." sözü ile Hocaefendi kanaatimizce, "Biz Allah'tan başkasından korkmaktan korkarız." demek istemişti. Ve Hocaefendi bize takvayı yâni Allah'tan nasıl korkulacağını böyle güzel bir sözle anlatmıştı. (15)
* * *
Hocaefendi kendisinin o güne kadar hiç diş ağrısı çekmediğini söylemiştir. Bunu bir gün Hocaefendi bize şöyle anlatmıştı:"Ben hayatımda bu yaşıma kadar hiç diş ağrısı çekmedim. Bu şöyle tecelli etti: On-oniki yaşlarındaydım. Rusya'da, Kazan'daki evimize babamın mürşidi ve arkadaşı gelmişti. Misafir odasında toplantı yapıyorlardı. Beni içeriye almamışlardı. Ben kapının dışından konuşanları dinliyordum. Bir ara babamın şeyhi:'
--Veysel Karâni Hazretleri'ne üç İhlas bir Fatihâ okuyan diş ağrısı çekmez.' dedi.Ben hemen kapının dışında Veysel Karâni Hazretleri'ne üç İhlas, bir Fatihâ okudum. O günden bu güne kadar Allah'ın izniyle hiç diş ağrısı çekmedim." (Bu hatıra Prof. Dr. Mazhar Özman tarafından nakledilmiştir.) (16)
* * *
İkinci ve son haclarında (1952) kendilerine yol arkadaşı olan merhum Hacı Fuat Pirinççi şu hadiseyi anlattı:"Hac için Mina'dan Arafat'a çıkıyoruz. Otobüs geldi, hepimiz bindik. Hocaefendi otobüsün en önünde ve sağ tarafta oturuyordu.Şoförümüz sarıklı, sakallı, değişik, garip bir kimse idi. Arabaya binince arabanın içindeki herkesi teker teker çok yakından süzdü. En son Hocefendi'ye sıra geldi. Ona dikatlice baktı. Ve eliyle işaret ederek, (Hàzà hacı) 'İşte tam hacı' dedi.Bu lafın üzerine Hocaefendi otobüsten indi ve yürüyerek Arafat'a gitti. Mekke'ye dönünceye kadar bir daha kendisini göremedim." (17)
g. Tevekkül ve Teslimiyeti
Abdül'aziz Hocaefendi:"Tevekkülün ilk basamağında insanın üzerinden istikbâl endişesi alınır." derdi.Hocaefendi hayatında iki defa hacca gitmiştir. İlk haccı bekârlık zamanında 1930'da olmuştur. Bu yıllarda vatandaşlara Hac için pasaport verilmiyordu. Hocaefendi bu sırada arkadaşlarına "Ben hacca gidiyorum." demiş ve pasaport dahi almadan çıkıp gitmiştir.Bir sohbeti sırasında bize, hududu yürüyerek geçtiğini söyledi. Hududu geçtikten sonra Suriye'de bir köyde gecelemiş. Başlangıçta köylüler kendisinden çekinmişler. Fakat sohbetten sonra kendilerini çok fazla sevmişler. Hacaefendi bu köyde beş gün kalmış. Köyden ayrılırken köylülerin hepsi ağlayarak, "Keşke seni tanımasaydık Hocam." dediklerini evvelce bildirmiştik. Daha sonra Hocaefendi Kudüs'e, oradan da Hicaz'a geçmiştir.Bir gün bize şöyle demişti:"Hacca giderken bir endişem vardı. O da acaba doya doya zemzem içebilecek miyim diye düşünüyordum. Zira bir hadis-i şerifte: 'Münafıklar doya doya zemzem içemezler.' buyurulmaktadır. O zaman zemzem kuyudan kova ile çekilirdi. Zemzem kuyusunun başına gitiğimde bana da bir kova zemzem uzattılar. Kovayı başıma diktim, hepsini içmişim. Rabbime hamd ettim, çok sevinmiştim."
* * *
Tıp talebesi idim. Hocaefendi hastalık hususunda bize şunları söyledi:"Allah CC bir kuluna şifa verecekse sudan da verir. İnsanların hasta olduklarında bir hekime gitmek mecburiyetleri yoktur. Yâni hekime müracaat etmemelerinde mes'ul olmazlar. Fakat ehliyetli bir hekime müracaat ederse, sebebe tevessül etmiştir. Bu durumda hekimin söylediğine uyması gerekir. Yoksa mes'ul olur."İslâm'da her şeyde olduğu gibi hekimlikte de ehliyet aranır. Bu bakımdan kendisine sormuştum: "Kadın, kadın doktora mı gitmelidir?" sualime: "Kadın doktorla, erkek doktor aynı ehliyete sahipse, kadın kadını tercih eder. Erkek daha ehliyetliyse o zaman erkeğe gider." cevabını vermiştir.Hocaefendi'nin o esnada oniki yaşındaki büyük oğlu Mahmud hastalanmıştı. Yüksek ateş ile yatıyordu. Bu hastalık birkaç gün sürdü. Ben tıp talebesi idim. Hocaefendi Mahmud'un hastalığını benimle konuşuyordu. Hastayı ziyarete gelenlerin arasnıda Vedat ağabeyim vardı ve Hocaefendi'ye:"
--İzin verirseniz Mahmud'u bir doktora götürelim." dedi.Hocaefendi ise:"
--Götüreceğim, götüreceğim de Allah'tan utanıyorum." dedi.
* * *Hocaefendi kendisine gelen zekâtı ve yardımı evinde bekletmez, ihtiyacı olanlara hemen o gün dağıtırlardı. Her hususta olduğu gibi bu hususta da Peygamber SAS Efendimiz'in yaşayışına uyuyorlardı.Bir gün kendisiyle otururken bana şu hadiseyi naklettiler:"Dün evde baktım ki hiç erzak kalmamış, yanımda da harcayacak para yoktu. Rabbime iltica ederek dedim ki:'Yâ Rabbi! Vereceksen ver... Artık bakkaldan borç da almayacağım.'Tam o anda bizim hanım yukarıda, seslendi:'
--Hocaefendi, paltonun cebinden 50 lira çıktı. Sen mi unuttun?'
'--Hayır, ama ihtiyaçlar için kullanabilirsin.' dedim."
* * *Bir zamanlar cami tamire muhtaç hale gelmişti. Tavandan kumlar dökülüyordu. bu darum üzerine bir arkadaşımız Hocaefendi'ye namazdan çıktıktan sonra evin kapısında şöyle bir teklifte bulundu:"--Efendim biraz para toplayalım da camiyi tamir edelim!" dedi.Hocaefendi'nin bu teklifine cevabı şu oldu:"
--Bak evlâdım, Şeyh Efendi (Mustafa Feyzi Efendi) derdi ki: 'Para ateştir, ateşe de Rufaîler karışır.' Bizim para ile işimiz yok. Siz işinize bakınız. Bir müslüman çıkar camiyi tamir eder."Bu konuşmadan onbeş gün geçmemişti ki, Hocaefendi ile oturuyordum. Fatih Belediye Doktoru Fuat Bey geldi ve dedi ki:"--Efendi Hazretleri ben emekli oldum ve ikramiye aldım. İzin verirseniz bu paranın yarısı ile camiyi tamir edeyim, diğer yarısı ile de hacca gideyim."Hocaefendi bu teklifi uygun gördü. Cami para toplamaya lüzum kalmadan tamir edilmiş oldu. Cami tamir edilirken Dr. Fuat Bey de hacca gitti ve hacı oldu, döndü.Hocaefendi bir gün bana:"
--Hacı Dr. Fuat Efendi Hac'dan dönmüş, ziyaretine gidelim." dedi.Beraber gittik. Bir hafta sonra yine bir sabah yanına vardığımda:"--Hacı Dr. Fuat Efendi vefat etti. Gidelim cenazesini kaldıralım." dediler.Dr. Fuat Efendi'nin cenazesinin yıkanmasında bulunduk, kabrine gittik. Cenazeyi Hacı Aziz Efendi ile beraber kabre indirdik. Ve talkını bizzat Hocaefendi verdi. Hocamız bize vefalı olmayı, tevekkül ve teslimiyeti, haliyle bir kere daha anlatmıştı.
* * *
Diğer bir misal de şöyle:Hocaefendi'nin ihvanından çok zengin bir kadın bir gün kendisine gelip diyor ki:"
--Hocaefendi kocamdan çok mülk kaldı. Akrabam yok ve çocuklarım yok, yâni varislerim yok. Müsaade ederseniz caminizin biraz ilerisindeki üç katlı bir apartmanımı, çocuklarınızın ihtiyacı olur diye size vermek istiyorum?"Bunun üzerine Hocaefendi:"
--Biz şu anda caminin meşrutasında oturuyoruz. Evsiz değiliz. Siz onu evsiz birisine veriniz." buyuruyorlar.İşte Hocaefendi'nin tevekkül ve teslimiyet anlayışı böyleydi. (18)
h. Sohbetleri ve Sohbet Tarzı
Hocaefendi'nin Cemaatı ve ihvanı ile çok yakın alâkası vardı. Bazı üniversite talebelerinin ricası üzerine "Senirkent" gazetesinde birkaç köşe yazısı çıkmıştı. Bunlar gayet kısa ve özlü idi. Bunları matbaacı bir arkadaşa verdik, maalesef geri alamadık. İşte birinin son pragrafında Hocaefendi hatırladığımıza göre şöyle söylemişti:"Hülâsaten denilebilir ki: Hakk'a kulluğunu idrak eden kimseye, halka hizmet borç olur."İşte Hakk'a kulluğunu hakkıyla idrak eden Hocaefendi cemaatini ve ihvanını yetiştirmek için bu anlayışı içinde borcunu ödemişti.Borç kabul ettiği bir hizmetini yaparken belki de Allah'ın kendisine ilham etmiş olduğu ömrünün kısalığını da düşünerek uyku uyumadan gece gündüz demeden, her zaman cemaati ve ihvanıyla beraber olmuş onlarla sohbet etmiş, onlara Râmûz el-Ehâdis okumuş ve eğitilmeleri için bütün ömrünü harcamıştı.Hocaefendi'nin eğitim sistemi ise sualli cevaplı idi. Kendisi soru sorar ve arkadaşlarından teker teker bu suale cevap vermelerini sabırla beklerdi. Bu bir bakıma Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddîn Efendimizin ve Peygamber SAS Efendimiz'in eğitim sistemine uymaktadır.Bazen bir sabahtan ertesi sabaha kadar 24 saat hiç durmadan sohbet ettiği olurdu. Sohbet odasında ışık yandığı müddetçe, her an, gecenin her saatinde zili çalıp içeri girilebilirdi.Bazen de sohbette gecenin üçte ikisi geçtikten sonra bizlerle hatm-i hâcegân yapar, bazı geceler de sehere yakın bizlerin yalnız başımıza ibadet etmemizi isterdi. Arkadaşların böyle hep beraber bulunup, sonra yalnız başına Allah'ı zikretmelerini bir nükte ile şöyle anlatırdı:"Cemaat ördeklere benzer. Ördekler bir yiyecek ambarına doğru koşarken, kendi paytak yürüyüşleriyle iki yana sallanarak sanki: 'Hep beraber, hep beraber...' diyerek koşarlar.Fakat yeme ulaşınca, yemi yerken de: 'Herkes başlı başına, herkes başlı başına...' dermiş gibi başlarını öne arkaya hareket ettirirler."İşte böylece anlatırdı ki, sohbetten sonra bizler de başlı başına tesbih çekerek Allah'ı zikredelim!Hocaefendi ihvanına, "Mümkün olduğu kadar ehl-i tarîk olmayanla görüşmeyiniz!" tavsiyesinde bulunurdu. Kendisine hikmeti nedir diye sorduğumda:"--Gönlü Allah'la meşgul olmayan insanların, gönüllerinde gafletten dolayı toplanan sıkıntılar, gönlü açık olan kimselerin gönüllerine naklolur. Geçici zaman da olsa onları Allah'tan uzaklaştırır."Bize bunu da tavsiye ederdi:"
--Size Allah'ı hatırlatanlarla arkadaşlık yapınız!"Hocaefendi'nin bize nasihatlerinin arasında dünya ile ilişkimizi tarif ederken şöyle derdi:"
--Dünyaya misafir olarak yerleşiniz, ev sahibi olarak yerleşirseniz gitmeniz çok zor olur. Ve insanlara kendinizi sevdirerek yaklaşınız."Hocefendi'nin ihvanını terbiye ve eğitim metodunun içinde, onları başkalarıyla temas ettirmemesi de vardı. Ancak yetişmiş olanları bal arısına benzetirdi. "Bal arıları her çiçekten bal alırlar ama, bu balı kendi kovanlarına getirmeleri lâzımdır. Şayet başka kovana götürürlerse, o kovanın kapısındaki koruyucu arılar tarafından öldürülürler." derdi.Hocaefendi ihvanına karşı çok zaman mürşidliğin yanında bir babanın evlatlarına gösterdiği yakınlığı da göstermiştir. Talebelerinin mânevi hayatı kadar maddi hayatı ile de meşgul olmuştur.
* * *Ehliyetli olmayan kimselerle ihvanını görüştürmemesine yaşadığımız bir misali verelim:Hasib Efendi'nin sağlığında beş altı kişilik bir arkadaş grubu Hasib Efendi'nin ihvanından olan vaiz Şeref Güzelyazıcı'nın evine haftada bir kez dini sohbete gidiyorduk. Bu arada Hacı Aziz Efendi'nin de sohbetlerine gelmeye başladık. Şeref Hoca'nın anlattıkları zamanla aklımızı karıştırmağa başladı. Son gittiğimizde fenâ fillâh mertebesini tarif etmişti ki, hem anlamamıştık, hem de kafamız iyice karışmıştı.Bir gece yatsı namazında Aziz Efendi'nin camisinde toplandık. Namazdan sonra Şeref Hoca'nın evine gidecektik. Kapıda toplu halde bulunuyorduk ki Hacı Aziz Efendi bize, içeriye girin diye işaret etti. Arkadaşlar: "Efendim biz Şeref Hoca'nın sohbetine gideceğiz." dediler. Hocaefendi biraz sert olarak: "Size içeriye girin dedik ya!" diye buyudular. Onun üzerine içeriye girdik.Hayatımızda bir daha ne o hocaefendiye, ne de başka bir hocaefendinin sohbetine gidemedik. Anlamıştık ki talebeyi mânevî bakımdan korumanın en önemli yolu bu idi.Hocaefendi sohbetlerinin yanına kısa bir müddet sonra Ramûz el-Ehâdis okutmayı ilave etmişti. Pazartesi ve perşembe geceleri evinde; pazar günleri ikindiden sonra camide bu hadis derslerine devam ederdi. Genellikle gece de Ramûz'dan dört ya da beş sayfa okurdu. Hocaefendi fazla açıklama yapmadan hadis-i şeriflere yalnız mânâ vererek okuturlardı. Bu şekilde 562 sayfalık Ramûz el-Ehâdis'i, bir sene üç ay gibi kısa bir zamanda bizlere okuyup mânâlandırmışlardı.
* * *Hocaefendi'ye bir mürşid ile oturma, konuşma, istemek âdâbının nasıl olduğunu sordum. Buyudular ki:"--İnsan mürşidi ile beraber oturduğu zaman önüne veya kalbine bakmalı, mürşidin gözüne bakmamalıdır. Mürşidlerimizden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi ihvanına 'Asla dünyaya ait bir şey istemeyiniz.' buyurmuşlardır.""
--Efendim mürşide sual lisanen mi sorulur, gönülle mi sorulur?" diye sorduğumda ise, şöyle cevap verdiler:"
--Bu soruyu ben de Şeyh Efendi'ye sormuştum. Buyurdular ki: 'Her ikisi de olur, biz gönül yolunu tercih ettik.' Ben de gönül yolunu tercih ettim."Ben de içimden dedim ki: "Ben de gönül yolunu seçeceğim. Hocamın himmet ve kerametiyle gönülden sorduğum her sorunun cevabını aldım.Bir de şu hususu belirteyim ki Hacı Aziz Efendi'ye bir sual sorduğumuzda bize verdikleri cevapta, "Şeyh Efendi bu mevzuda şöyle demişti..." ibaresiyle cevaba başlardı. Hiç bir zaman kendilerinden bir şey söylemezlerdi.
* * *Yine bir gün beraber oturuyorduk. Bize İslâm'da istikameti anlatmak sadedinde şöyle buyurdular:"--İki nokta arasından bir doğru geçer. İkinci bir doğru geçmez. İnsan doğum ve ölüm arasında bu tek doğru üzerinde yürümelidir. Bu doğrunun adı sırat-ı müstakîmdir. Allah'ın müslümanlara tarif ettiği tek doğru yoldur. Ve müslümanların da ayrılmaması gerekli tek doğrudur."Biraz durdu ve ilave ettiler:"
--Şayet insanoğlu bu doğru yolda yürürken başında veya ortasında bu yoldan ufak bir açıyla saparsa, zamanla ilerleyerek hedeften çok uzaklara gider ve bir daha hedefe ulaşamaz.Bu yol, tek yönlü bir yoldur, geriye dönüşü yoktur. İstikametini kaybetmeyen insanlar, bu yolda yüz yüze gelemezler. (Tefrikaya düşmezler.) Ön arka olarak yürürler. Öndekiler güçlü iseler, arkadakileri çekerler. Arkadakiler güçlü iseler, öndekileri iterler. Yâni sırat-i müstakîmde yürüyen müslümanlar asla karşı karşıya gelmezler. Asla tefrikaya sapmazlar. Tefrikalar müslümanların istikametlerini kaybettiklerini gösterir." (19)
* * *
Hocaefendi bize hadiselere ve insanlara nasıl bakılacağını çok zaman anlatıyordu. Bir gün sohbetine gelen meczub yapılı, çok garip sözler söyleyen bir adama istemeyerek uzun müddet güldüm. Hocaefendi güldüğümü görüyordu. Nihayet bu meczub zât gitti. Hocaefendi bana döndü ve dedi ki:"
--Senin bu adama gülmen neye benziyor biliyor musun? Sırtına zor taşıyacağın kadar yük vurmuşlar, bu yükün altında kan ter içinde Zeyrek yokuşunu çıkıyorsun; yanından sırtında hiç yük olmayan, güle oynaya koşarak yokuşu çıkan adama gülüyorsun. Oğlum, akıllı hesap verinceye kadar, meczub çoktan cenneti bulur. Kendisine yük olarak akıl verilmiş adam akılsızlara gülmez, kendi yükünü nasıl taşıyacağını düşünür." (20)
* * *Hocaefendi yine bir sohbetlerinde bir mürşidin tasarrufu kendinden olmayıp, vekili olduğu sâdâttan --kendisinin bağlı olduğu tarikın Peygamber SAS'e kadar dayanan büyüklerinden
-- geldiği hususunu şu sözlerle ifade etmişlerdir:"

--Makamda oturan kimse, bu makama kendi isteğiyle gelmemiştir. Bizim bir hususiyetimiz yoktur. Ben sâdâtın bana emrettiklerini uygulayan bir insanım. Ben kullanılan bir insanım, kullanan değil." (21)
* * *Hocaefendi'ye cezbe hakkında bir sual sorduğumda şunları söylediler:"
--Cezbe bu yolda pek makbul sayılmaz. Bu insanoğlunun Allah'ı gönlüne sığdırmadığı mânâsını taşır. Nitekim Şâh-ı Nakşibend Efendimiz Hazretleri hatm-i hâcegân esnasında yüksek sesle 'Allah!' diye bağıran bir dervişi dışarıya çıkartmıştır. Ve dervişlere dönerek: 'Bizim halkamızda ancak Allah'ı gönlüne sığdırabilenler bulunur.' demiştir."Hocaefendi cezbe hususunda devamla:"
--Cezbeye riya da karışır. Hakiki cezbe çok değişik haller gösterir. Bir kere Beyazıt Camii'nde oturuyor ve Kur'an dinliyordum. Bir sütunun yanında idim. Yanımda bulunan zât birden cezbelendi ve başını olanca şiddetle taşa vurdu. Adam kendine geldiği zaman hiç bir şey hatırlamıyordu. Başında hiç bir iz yoktu.Diğer şahit olduğum bir cezbe hali Galata Mevlevîhânesi'nde vuku buldu. Beyaz şalvarlı bir genç semâ yaparken kendinden geçiyor ve yerden bir metre kadar havalanıp havada dönüyordu. Bunu ayrı ayrı iki defa seyrettim.
* * *Hocaefendi yapılan amelde Allah rızasının dışında hiç bir şey düşünülmemesi gerektiğini sık sık tekrarlardı. Bunun ne incelikte olduğunu bir kere Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî Hazretleri'nin uygulaması ile bize anlatmıştı:"Büyük şeyh Efendi (Gümüşhânelî Hazretleri) yatsı namazından sonra dervişleriyle hatm-i hâcegân yapar ve hatimden sonra dervişlerine birer çay ikram edermiş. Bir gün Hasan Hilmi Efendi'ye (Kendisinden sonra posta oturan ilk halifesi):'
--Bundan sonra hatimden sonraki çay ikramını kaldırınız!' buyurmuş.Birkaç gün sonra da Hasan Hilmi Efendi'ye'
--Çayı neden kaldırttım biliyor musun? Kış günü dervişler uzaktan geliyor. Yolda gelirken, hatimden sonra bir de çay içeriz diye düşünürler, Allah'n rızasından uzaklaşırlar. Onun içi kaldırttım.' demiştir." (22)
* * *Hocaefendi mürşid-i kâmilin dervişe tasarrufunu tarif ederken dervişleri ata benzetmişti:"
--Atların bir kısmı dizginleyip dizginleri elimizde tutarız. Onlar dizginleri bizim elimizde olarak hareket ederler. Bir kısmının dizginlerini çıkarırız. Onlar dizginsiz hareket ederler, onlar eğitildiği için kendilerini kaş göz işaretiyle idare ederiz." buyurmuşlardır. (23)
i. Necdet Oral'dan:Hasib Efendi'nin evindeki hatm-i hâcegân sabaha kadar sürmezdi. Sünnete çok uygun hareket eden insandı. Yatsıdan sonra öyle uzun boylu oturmak yoktu. Aziz Efendi'de oturulurdu ama, Aziz Efendi'nin ömrü kısaydı. O kendini biliyordu. Hasib Efendi de biliyordu bunu...Sohbette sordular:"
--Hoca Efendi, Allah ömür versin ya, hani sizden sonra bizler ne yaparız, nereye gideriz?" dediler.Bunun üzerine dedi ki:"--A be düşünmeye gerek yok, bizden sonra Aziz vardır. Biraz da ona devam edersiniz." dedi.Meğerse bunun daha devamı da varmış. Mehmet Zâhid Kotku Efendi için:"
--A be, ondan sonrakinin ömrü bize uzun görünür." demiş.Bu sözünü de sonradan öğrendim.İnsanlar çeşitli şekilde imtihana tabi olabiliyorlar. Aziz Efendi'nin bir sözü vardır:"
--Şeyh imtihan etmez, imtihan eden ancak mel'undur. Şeyh imtihan etmez. 'Şu adama helâları süpürteyim de, bakayım içinden bir şey geçiyor mu?' demez. Ya küfre düşerse, bunun vebali ne olacak? İmtihan Allah'ındır. Şeyh bu işi yapmaz." dedi.
* * *Hasib Efendi'nin evinde otururken, Aziz Efendi yanı başında bulunurdu. Vefatından evvel her gün Aziz Efendi, bir Kur'an çantası ile sık sık Hasib Efendi'ye giderdi. Karşılıklı Muhammediye, Ahmediye gibi büyük kitaplar okurlardı. Aslında o okuma, bir ilim tahsilinden çok sanki makam teslimiydi.Bir gün ben Hasib Efendi'ye gittiğimde, o okumalarına rastladım. Hasib Efendi oturuyor, yatağının içerisinde ders okuyor Arapça olarak... Aziz Efendi de onu kitaptan takip ediyor. Arapça bir cümle okuyor, ona bazen: "Şurdaki ibâre bu demektir." diyor. Derken Aziz Efendi aniden Hasib Efendi'ye şöyle dedi:"
--Hocaefendi! Bir şeyh vefat etse, mürid üzerindeki tasarrufu azalır mı veya kalkar mı?.."Hasib Efendi:"--Yok yok kalkmaz! Bil'akis derler ki, şeyhin vefatı ile dervişler üzerindeki tasarrufu kınından çıkmış kılıç gibi daha da keskinleşir." dedi.
* * *Aziz Efendi, yokluklar içerisinde cömert bir insandı. Bir şey de kabul etmezdi. En varlıklı bir insan görünümünde idi. Hocaefendilerin her biri yaşayış tarzları ile bizlere çok güzel örnekler vermeye çalışmışlardır.Aziz Efendi o zaman Zeyrek Ümmü Gülsüm Camii'nde imamdı. Maaşı 19 lira imiş. Bu nedenle çocuklarını besleyebilmek için keçi almış, keçilerin sütü ile çocuklarını beslemiş. Keçiler üremiş. O evliya zat, her gün hale gidermiş, pazar dağıldıktan sonra atılmış sebze artıklarını bir çuvala doldurur, eve getirirmiş, keçilerini beslermiş. Bize bunları anlatırken, "O sebze artıklarını, tek tek ellerimle topladım." derken, gözyaşımı tutamadım.Osman Ağabey, bir gün Aziz Efendi'nin oğluna sordu:"--Babandan unutmadığın bir hatıran var mı Mahmud?" dedi.O da:"
--Osman Abi, belki çok şey var ama ben babamın, halin önünden sebze artıklarını toplayıp, çuvala koyup da o yokuştan (Zeyrek yokuşu), burnu yere değecek kadar aşağı çökmüş vaziyette gelişini bir türlü unutamıyorum." dedi.
* * *Bir gün bir kadın gelip, hasta olan çocuğuna okuması için, Aziz Efendi'ye yalvarmış. Rahmetli okumak istemiş, ama sonra düşünmüş; "Ben okuyamam!" demiş. Kadın üzülüp gitmiş.Sonra bize dedi ki:"--Sakalımın altından geç derim ama, yol olur. Bir kişiyi okursam, yarın üfürükçü hoca ismini koyarlar. Allah'ın lütfuyla bir de çocuk iyileşir de, bir de meşhurluk afeti çıkar bize..."
* * *Bir gün Aziz Efendi'ye sordular:"
--Müslüman kadının kıyafeti nasıl olmalı?"Cevap olarak dedi ki:"--Oğlum müslüman kadının kıyafeti görüldüğünde dikkati çekmeyen, ama saygı uyandıran bir kıyafettir. Bu da yüz hatlarını kısm-ı âzamını örten bol bir baş örtüsü, vücut hatlarını göstermeyen bol ve uzun bir manto, müslin çorap, düz ayakkabı pekâlâ olabilir."
* * *Bir başka olayı da Aziz Mahmud'dan dinlemiştim. Kendisi Fatih Camii baş imamı idi. Aziz Efendi'nin arkadaşı idi. O anlattı bize:"
--Ben belediye harasının muhasebesini tutuyordum. Mart ayı geldi. 31 Mart'ta hesaplar bağlanacak, muvazene yapılacak, yani denk gelecek. 31 Mart'a iki gün kaldı, ben hesabı denk getiremiyorum. Müdür beni çağırdı:'--Bu iki gün içinde hesabı denk getiremezsen, sen de iş ara, ben de iş arayayım!' dedi.Bunun üzerine Aziz Efendi'ye gittim:'--Muvazene yapamıyorum, vaziyet kötü... Ufacık bir fark var, tutmuyor hesap!' dedim.Aziz Efendi:'--Sen o defteri getir buraya!..'dedi.Hemen eve gittim. Defteri aldım geldim. Baktım, Aziz Efendi abdest almak üzere kollarını sıvamış, yerde bağdaş kurmuş oturuyor.'
--Gel yanıma otur, sayfaları çevir!' dedi.Ellerini gösünde kavuşturmuş, ben de sayfaları birer birer açıyorum. Bir iki derken, bir sayfaya geldik. Aziz Efendi parmağı ile sayfanın yukarısından aşağı tarayıp bir satırda durdu, o satırdaki rakamın üzerine getirdi:'
--Şu rakama dikkatlice bak!' dedi. Sonra, 'Tamam kapat!' dedi.Kalktım ben eve gittim. Faturaları yeniden aradım, taradım, o faturayı buldum; 69'u 96 yazmışım, takdim te'hir hatası... Ancak Hocaefendi'nin yardımından sonra hesabı düzeltip, hesap bilançosunu denkleştirip müdüre teslim ettim." (24)j. H. Necati Coşan Efendi'den:Velînimet pek muhterem büyüklerimizin hal ve hayatları hakkında zihnimde canlandırabileceğim hatıralarımı, tanımayanlara tanıma, muhiblerine de rahmet ve hayır dua ile anma vesilesi olması ümidiyle dile getirmeye çalışacağım:Aynı ailenin ikiz evlâdı gibi birbirini çok seven Abdül'aziz Bekkine ve Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri ulûm-u dîniyye tahsillerini, bunun yanında öz gayelerine hizmet verebilme yolundaki çalışmayı, yâni halveti yapmışlar; füyûzat ummanı Rasûlüllah SAS Efendimiz'den gelen has ve saf kaynaktan, talib ve lâyık oldukları nasibi de aynı zamanda beraber almışlar. Netice olarak İslâm aleminin mümtaz ve güzîde simaları olan geçmişlerine halef ve sultan namzedi olmuşlardır.Abdullah Hasib Efendi Hazretleri'nin 15 Mayıs 1949 yılında vefat etmesiyle boşta kalan o yüce makàma, tercih mevzu-u bahis olmaksızın merhumun işareti veya tavsiyesi ile, o zaman Ümmügülsüm Camii imamı olan Abdül'aziz Efendi gelmiş idi.Bir arkadaşımız Abdül'aziz Efendi'den bahsetti ve bizi alıp yanına götürdü. Bu sûretle tanımış olduk.O sıralarda kayınbiraderle beraber çalışıyorduk. Kayınbirader dedi ki: "Enişte, ben dükkânı bekliyorum. Sen başka bir iş bulup onunla meşgul olursan, geçimimize destek olur." dedi. Bunun için Abdül'aziz Efendi'ye müracaat ettik:"
--Efendim, işimiz bozuldu, dükkâna devam ihtiyacı yok... Şimdi siz ne buyurursunuz, ne yapalım?" dedik."
--Hazırlan, müezzinlik imtihanına girersin!" dedi.Onun bu tavsiyesi üzerine müezzinlik imtihanına hazırlanıyordum. Ali Rıza Hakses de Fatih müftüsü oldu. Bunun üzerine imtihan açtı. Bu imtihanda biz birinci olmuşuz. Müezzin maaşı 60 lira, benim ev kiram 60 lira... "Bu beni geçindirir mi?" diye içime bir şüphe geldi amma, onların tavsiyesi olduğu için, bu düşünceyi içimden kovdum.İmtihanı kazandıktan sonra, Ali Rıza Hakses beni çağırdı. Bizim kullandığımız kelimeleri ve yazıyı beğenmiş:"--Burada 125 lira ücretli Kur'an kursu kadrosu var... Seni oraya tayin etsek de, sen orada kâtip olarak çalışsan olmaz mı?" dedi.Gittim, Abdül'aziz Efendi'ye sordum. "Pekâlâ..." dedi. Ben de bunun üzerine görevi kabul ettim. Fatih Müftülüğü'nde görev yaptık.Ondan sonra İstanbul müftü kâtipliği intikal etti. Benim tahsilim olmadığı için, orada netice alacağımı ümid etmiyordum. Bu yüzden hiç oranın imtihanına müracaat etmeyi düşünmemiştim. O zamanın İstanbul Müftülüğü mümeyyizi Remzi Bey geldi, benim masamın başına dikildi:"--Bir dilekçe yaz, imtihana gireceksin!" dedi.Ben:"
--Hazırlanmadım, tahsilim yok, belgem de yok... Herhalde yapamam!" dedim.Çok ısrar etti ve dilekçemi aldı. Bir saat sonra da imtihana çağırdı. Bu imtihanda da birinci olmuşuz. Ben kendi halimi biliyorum, bunların Abdül'aziz Efendi'nin duası neticesi olduğuna kànîyim.O mübarek, o kudsî görevi dinlenme ve istirahat payı ayırmadan, gece gündüz kapısını muhib ve ziyaretçilerine açık tutarak, sanki muayyen ve mahdut bir zaman zarfında tesviyeye mecbur olduğu borcunu ödeme veya taahhüdünü yerine getirmenin tâkat üstü âzâmî gayreti içinde hizmetinin sonu gelmiş; ilâhî takdir gereği, her fânî gibi ircii bekà ederek yüce Mevlâsına kavuşmuş, herhalde layık olduğu vuslat saadetine erişmiştir.Kendisi Hazret-i Ali Efendimiz'i hatırlatan bir vücut yapısına sahipti. Saçı sakalı sarışın, kol ve pazuları kalınca, her halde güçlü kuvvetli, göğsü geniş, yüzü heybetli idi. Bazı kere tüyleri ürperten bakışlarına ve ciddî tavırlı görünmesine mukàbil, misafir ve ziyaretçilerine hitab ve iltifatı gayet olgun, latîf ve çok tatlı olurdu.Münazara edası içinde sohbet vesîlesi olan konuşmalardan son derece hoşlanırdı. Gecenin geç saatlerine kadar devam eden konuşmalardan sonra, evde abdest tazeleyip, yatmaya fırsat kalmadan sabah namazı için camiye döndüğümüz zamanlar olurdu.Yalnız olarak yemek yediği herhalde görülmemiştir. Bu sofra arkadaşları olan bizleri, herhalde tevâzu eseri olarak kardeş ve evlât olarak kabul ettiği için, seviyemize iner, kendi kaşığıyla ikram iltifatında bulunurdu. Dünya ve dünyalıklara soğan kabuğu kadar kıymet vermez, elinde ve evinde fazla olanı sabaha bırakmazdı.Bildiğimiz kadarıyla sıkıntılı olan bir hayatın içindeydi. Fakat kendisine çile ve mihneti zevkle kabul ettiği için, durumunu hissettirmez hep mesrûr ve neşeli görünürdü. Yine Hazret-i Ali Efendimiz'in meşhur miskin, yetim ve esir hadiselerini hatırlatan, yâni ailece aç kaldığı, yattığı zamanlar olurdu.Yaz kış giyiminde fark olmayan, yâni soğuk ve sıcaktan etkilenmeyen bu muammâ ve müstesnâ insan, sözle ifadesi zor olan fevkalâde birçok hal ve meziyetin sahibi idi. Her dalda öğrenim yapan öğrenci sorularına cevap vermesinden ve kendisiyle görüşen, şu anda hatırlayabildiğim Nurettin Topçu başta olmak üzere, ilim otoritesi sayılan zevâtın hayranı oldukları itirafını yapmalarından, ulûm-u dîniyyenin haricinde eğitim ve öğretimi yapılmakta olan bütün ilimlere tahsilini yapmadığı halde vukùfu bulunduğunu, ayrıca mevhibe-i ilâhiyeye mazhar olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.Muhterem Abdül'aziz Hocamız, Bursalı ve Bursa'da görevli olduğu için kendisini tanımadığım Mehmed Zâhid Kotku Hocamız'ı bir vesîle ile ben hakîre anlatırken, bazı olgun meziyetleri yanında kelimenin kendisi ile, "Evliyâ nümûnesi!.." buyurmuştu. O zamanın Fatih müftüsü olan Ali Rıza Hakses'in himmetiyle, Bursa'daki Üftâde Camii imamlığından, Zeyrek'teki Ümmügülsüm Camii'ne naklen tayini yapılan muhterem Mehmed Zâhid Hocaefendimiz, 1953 yılının ilk ayında, o mübarek mihrabda muhterem Abdül'aziz Hocamız'ın halefi olarak göreve başlamış, selefinden meydana gelen muazzam boşluğun telâfisi bilütfillâh sağlanmıştı.Konuşması az ve pek mütevâzi olduğu için, aciz bir görüntüye sahibdi. Durumu yadırgayan, merhuma çok yakın olduklarını bildiğimiz kıdemli ve çok sevdiğimiz, fakat ve maalesef aralarında: "Bu makam buna mı kalacak?" diyenlerin bulunduğu bir grup münevver kardeşimiz, o geniş kılıfın içinde ne hazinelerin bulunacağı hesabını yapmadan, sadakat hilâfına müdâvimi oldukları o kapıdan ayrılmışlar ve bizleri mahzun bırakmışlardır."Allah bir kişiyi severse, onu insanlara da sevdirir." hadis-i şerifi gereğince, merhumdan aldığımız bilgi sebebi ve Allah'ın lütfuyla Hocaefendimiz bize sevdirilmişti. Aynı halin içinde görevine devam eden Mehmed Zâhid Hocaefendimiz, hadis-i şerif muktezası olarak, İslâm'ı yaşayanlara ve yaşamak isteyen diğer insanlara sevdirilmiş olacak ki; kendisini sorup arayanların günden güne sayısı artmış ve hakîkaten Allah'ın sevdiği bir kul olduğu zahir olmuştu. Yıllar geçtikçe de muhîti tahminin üstünde genişleyen Mehmed Zâhid Hocaefendimizi hemen tanımayan kalmamış, görülen ve yayılan üstün İslâmî meziyetlerinden dolayı cemiyet arasında ve hattâ memleket çapında farklı bir alâka ve itibarın sahibi olmuştu.Komşu caminin cemaatinin artması ve dolayısıyla semtinin arzu ettiği şerefe ulaşması yolunda, yıllarca taşıdığı niyeti gerçekleştirmek için, Ümmügülsüm Camii hakkında alınan istimlâk kararını fırsat bilerek ve niyetini açıklayan mahalle sakinlerinden Avukat Mazhar Sündüs Bey'in, ciddî ve azimli teşebbüsleriyle 1958 yılında İskenderpaşa Camii'ni naklolunan Mehmed Zâhid Hocaefendimiz, hayatının sonuna kadar imamet görevini burada sürdürmüş; bilindiği gibi o da 13 Kasım 1980 günü sevdiği Mevlâsına kavuşmuş; namzedi olduğu vuslat saadetine herhalde nâil olmuştur.Her ikisinin de makam ve menzilleri âğuş-i Peygamber olsun... (25)
NOTLAR
(1) Prof. Osman Çataklı, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi, s. 37, İstanbul, 2000.
(2) Ahmed Ersöz, Abdül'aziz Bekkine Hazretleri, s. 4, İzmir, 1992.
(3) Prof. Osman Çataklı, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi, s. 40, İstanbul, 2000.
(4) a. g. e., s. 41-42(5) a. g. e., s. 43
(6) Abdül'aziz Bekkine, Râmûzül-Ehàdîs Terc. c.1, s. XV, İstanbul, 1982.
(7) a. g. e., s. XVI
(8) Prof. Osman Çataklı, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi, s. 54, İstanbul, 2000.
(9) a. g. e., s. 54(10) a. g. e., s. 119
(11) a. g. e., s. 126
(12) a. g. e., s. 125
(13) a. g. e., s. 84
(14) a. g. e., s. 123
(15) a. g. e., s. 86
(16) a. g. e., s. 86
(17) a. g. e., s. 87
(18) a. g. e., s. 88-91
(19) a. g. e., s. 92-97
(20) a. g. e., s. 99
(21) a. g. e., s. 101
(22) a. g. e., s. 102
(23) a. g. e., s. 103
(24) Dr. M. Erkaya, Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A, s. 133 - 138, Seha, İstanbul, 1997.
(25) a. g. e., s. 141 - 146
kaynak: www.dervisan.com

Mehmed Zâhid Kotku (ra)


1315 hicrî ( milâdî 1897) yılında Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde Çıkmazı'ndaki baba evinde doğmuştur. Baba ve annesi Kafkasya'dan 1297'de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya'da Şirvan'a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha'dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir.

Babası İbrahim Efendi Bursa'ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamza Bey Medresesi'nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, bir seyyid'dir. 1929'larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.
Annesi Sabîre Hanım, Mehmed Zâhid Efendi 3 yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı Kabristanı'na gömülmüştür.
Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım'la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeş halen hayattadırlar. [1981] Bunlardan Pakize Hanım'ın efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmet Efendi (K.S)'dir.
Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi'nde okudu, Maksem'deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi'ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332'de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye'den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul'a döndü.
10 Temmuz 1335'de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.
Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri
İstanbul'da bulunduğu esnada çeşitli dini toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi'yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü namazı Ayasofya Camii'nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi'ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi'ye intisâb eyledi. Günden güne ahvâlini terakki ettirdi.
Bu zât-ı şerifin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişin-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi'nin yanında tahsil-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü'l-Ehadis, Hizb-i A'zam ve Delâilü'l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya Camii ve medrese-lerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dini hizmet ifâ etmiştir.
Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa'ya dönmüş, evlenmiş, 1929'da vefat eden babası yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i Şerifi'nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46'dan 1952'ye kadar hizmet eyledi.
1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine'nin vefatı üzerine, İstanbul'a nakl olarak Fatih'te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi'nde vazife gördü.
1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi'ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.
<p align="center">
</p>
Ahlâk ve Şemâili
Uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.
Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.
Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.
Fevkalâde mütevâzi idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti àlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.
Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.
Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.
Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.
Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.
Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa çalışırdı.
Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı.
Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A), ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen; şiddetli ağrılarından muzdaribdi. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz'dan, ağır hasta olarak 1980 Şubatı'nda dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.
Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı'nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca'ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüks etmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980'de çok ağır hasta olarak İstanbul'a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980'de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsin'ler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.
<p align="center"><img src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgh_WT3iIE1wb38bbsAB-9Mc69ZQkesfgjPHGXi6rpWdAxfxYvessWJzpiWbuLoSQSxqjzkGm6NIyNz6RkNrNwpGUorl5tqijJootLV95xRdUI0JGc8G7rHVGTVahRm-4VYFDOZjqOSqJD5/s400/mzkkabir1.jpg" alt="MEHMED ZAHİD KOTKU (ra)" />
</p>
Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii'nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kanûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.
ESERLERİ
1. Tasavvufî Ahlâk (5 Cild)
2. Cennet Yolları
3. Mü'minlere Vaazlar (2 Cild)
4. Ehl-i Sünnet Akaidi
5. Ana Baba Hakları
6. Hadislerle Nasihatlar (2 Cild)
7. Nefsin Terbiyesi
8. Tezkiretül-Evliyâ Tercümesi
9. Risâle-i Hàlidiyye Tercümesi
10. Evrâd-ı Şerif
11. Faydalı Dualar ve 32 Farz Mecmuası
12. Yemek Âdâbı
Konuşmalarından Hazırlanan Kitaplar
1. Zikrullahın Faydaları
2. Özel Sohbetler
3. Peygamber Efendimiz
4. Tenbihler

Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi

 


PROF. DR. MAHMUD ES'AD COŞAN RH.A
(14 Nisan 1938 - 4 Şubat 2001)
14 Nisan 1938 yılında, Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdu. Babası Halil Necâti Efendi, annesi Şâdiye Hanım'dır. Anne ve baba tarafından soyu, Buhàra'dan Çanakkale'ye göç etmiş seyyidlere dayanır.
Küçük yaşta iken ailesi İstanbul'a taşındı. 1950'de İstanbul Vezneciler İlkokulu'nu, 1956'da Vefa Lisesi'ni bitirdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi Bölümü'ne girdi. Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ile Türk-İslâm Sanatı sertifikalarını alarak, 1960 yılında Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu.
Aynı yıl, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde açılan asistanlık imtihanını kazanarak, Klasik-Dinî Türkçe Metinler Kürsüsü'ne asistan olarak girdi. Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yaptı. 1965 yılında, XV. Yüzyıl şairlerinden olan Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri konusunda doktora tezi vererek ilâhiyat doktoru ünvanını aldı. 1967-1968 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu'nda Türkçe ve Hümaniter Bilgiler derslerini verdi.
Askerlik görevine Tuzla Piyade Okulunda başladı (15 Ekim 1971). Ağrı Patnos'ta yedeksubay olarak tamamladı (31 Aralık 1972).
1973 yılında, Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât adlı doçentlik tezi ile doçent ünvanını aldı ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü'ne öğretim üyesi olarak tayin edildi. 1977-1980 yıllarında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. Yurtdışında çeşitli üniversitelerde misafir öğretim üyeliklerinde bulundu.
1982 yılında, "İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye" isimli takdim teziyle ilâhiyat profesörü oldu. Sosyal ve kültürel faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek düşüncesiyle, 1987 yılında emekliliğini isteyerek üniversiteden ayrıldı.
* * *
İlk dînî eğitimini ailesinde gördü. Dedesi İstanbul'da medreselerde ilim tahsil etmiş ve Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Hazretleri'ne intisab etmiş bir kimseydi. Çanakkale Savaşı'nda şehid olmuştur.
Babası Halil Necâti Efendi, küçük yaşta köyünde hafızlığını tamamladı. Gençliğinde Gümüşhaneli dergâhına mensub Çırpılarlı Hacı Ali Efendi'nin medresesine devam etti. İlk tasavvuf dersini de ondan aldı. Medreseler kapandıktan sonra tekrar köyüne döndü. Şadiye Hanım'la evlendi (1928). Şâdiye Hanım da aynı sülâleden zikir ehli, bilgili bir hanımdı. Bu evlilikten beşi erkek, ikisi kız, yedi çocukları oldu. Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi, ailenin dördüncü çocuğudur.
Halil Necâti Efendi, çocuklarını okutmak amacıyla 1942 yılında İstanbul'a taşındı. Bir süre ticaretle meşgul oldu. O sırada, Şehzâdebaşı Damat İbrahim Paşa Camii'nde Serezli Hasîb Efendi'nin sohbetlerine devam etti. Onun vefatından sonra, Kazanlı Abdül'aziz Efendi'ye intisab etti. Onun Ümmügülsüm Camii'ndeki sohbetlerine katıldı. Abdül'aziz Efendi'nin tavsiyesi ile girdiği müezzinlik imtihanını kazanarak, Fatih Müftülüğü'nde göreve başladı. Abdül'aziz Efendi'nin vefatından sonra (1952), irşad görevini sürdüren Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin sohbetlerine devam etti. Onun yakın dostlarından oldu.
Bu münasebetle, Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi, küçük yaşta hocaefendilerin meclislerinde bulundu, onların maddî ve manevî ilgilerine mazhar oldu.
* * *
Edebiyat Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, 1960 yazında Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin kızı Muhterem Hanım'la evlendi. Aynı yılın sonbaharında, Ankara İlâhiyat Fakültesi'ndeki asistanlık görevi dolayısıyla Ankara'ya taşındılar.
İlâhiyat Fakültesi'ndeki öğretim üyeliği yıllarında, Hocaefendi'nin kapısı herkese açıktı. Öğrencilerin çok sevdiği ve saygı gösterdiği bir kimseydi. Talebe gelir, kapıyı çalar, derdini anlatır, cevabını alır, müsterih bir çehre ile ayrılırdı. Olaylı ve kavgalı zamanlarda öğrencilerin arasına girer, onları akl-ı selime davet eder, kavgaları önlemeye çalışırdı.
1960'lı yıllarda fakültede resmî ders olarak Kur'an-ı Kerim dersi yoktu. Öğrenciler kendi gayretleriyle, Arapçadan, Farsçadan faydalanarak Kur'an-ı Kerim öğrenmeğe çalışıyordu. Bunu gören Hocaefendi, müsait zamanlarında hasbî olarak, isteyenlere Kur'an-ı Kerim ve Osmanlıca dersleri veriyordu. Öğrencilerini bilimsel araştırmalara, master ve doktora yapmaya teşvik ederdi.
Öğretim üyeleri arasında saygınlığı vardı. Sahasında söz sahibi idi. Özellikle Türk-İslâm edebiyatında, ilk müracaat edilen kimseydi. Kendisinden önce profesör olmuş hocalar bile, ağır bir parça, çetin bir şiir oldu mu, "Es'ad Bey, şuna beraber bakabilir miyiz?" diye kendisine gelirlerdi. Herkese yardımcı olmaya çalışırdı.
İlk yıllar Kurtuluş'ta oturuyorlardı. Daha sonra Kalaba'ya taşındılar (1963). Evlerinin yakınında cami yoktu. Bir mescid açılması için önderlik etti. Daha sonra onun gayretleriyle bir dernek kurulup, cami yeri alındı. Üstte Kur'an Kur'an Kursu, altta cami olmak üzere cami inşaatının yapılmasına gayret etti. Buralarda zaman zaman hadis ve tefsir sohbetleri yaptı.
Komşuluk ilişkileri çok mükemmeldi. Bütün yorgunluklarına ve yoğunluklarına rağmen, komşularına da vakit ayırırdı.
Karşılıklı ziyaretleşmeler olurdu. Ziyaretlerde tebessümü eksik etmezdi. Ziyaret sırasında, kütüphaneden uygun bir kitap alır, orada bulunanlardan birisine bir yer açtırırdı. Sonra oradan bir miktar okuyarak sohbet ederdi.
Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, hemen her yıl Ankara'ya gelir, evlerinde bir süre misafir kalırdı. Ankara'nın çeşitli semtlerinde, çevre ilçelerde sohbetler, ziyaretler olurdu. Bazen da M. Es'ad Hocaefendi'yi de yanına alır, Anadolu'nun muhtelif şehirlerine beraber seyahat ederlerdi.
* * *
Mehmed Zâhid Kotku Efendi'nin bizzat elinden tutarak kürsüye oturtması ile, İskenderpaşa Camii'nde hadis derslerine başladı (1977). Hafta sonlarında İstanbul'a gidiyor, hadis dersini yapıp Ankara'ya dönüyordu.
Mehmed Zâhid Efendi'nin hastalığında, ameliyatında hep yakın hizmetinde bulundu. Son demlerinde de yanıbaşındaydı. Onun arzusu üzerine, 13 Kasım 1980 günü vefatından sonra, cemaatin eğitimiyle ve her türlü meselesiyle ilgilenme, tebliğ ve irşad görevini üstlendi. (5 Muharrem 1401)
Tasavvufî nisbeti; hocası Mehmed Zâhid Efendi vasıtasıyla Nakşibendî Tarikatı'nın, Hàlidiyye kolunun, Gümüşhâneviyye şubesidir. Ayrıca Kàdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Mevleviyye, Halvetiyye ve Bayrâmiyye tarikatlarından da irşada me'zundu.
Onun döneminde hadis derslerine ilgi daha da arttı. Cemaat yer bulamadığı için camiye ilâveler yapıldı, ders dinlenilecek yerler beş-altı kat genişletildi. Caminin yanındaki eski binalar alınarak camiye katıldı. Ayrıca Ankara, İzmir, Bursa, Sapanca, İzmit ve Eskişehir'de mutad hadis dersleri başlatıldı.
Mehmed Zahid Kotku Efendi'nin emri üzerine kurduğu "Hakyol Vakfı"nın çalışmalarıyla bizzat ilgilendi, muhtelif yerlerde şubeler açtırdı. Eğitim ve yardımlaşma faaliyetini yaygınlaştırmak için çalışmalar yaptı. Sanat ve kültürle ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Kültür ve Sanat Vakfı"nı, sağlık hizmetleri için "Sağlık Vakfı"nı kurdurdu. Hanımların eğitimiyle ilgili olarak "Hanım Dernekleri"nin; çevre ile ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Ahlâk, Kültür ve Çevre Dernekleri"nin kurulmasını ve yaygınlaştırılmasını teşvik etti. Bu çalışmalarla toplu-mun güzel amaçlar için bir araya gelmesini, organize olmasını sağlamaya çalıştı.
Vakıflara ait, harabe haline gelmiş birtakım ecdad yadigârı eserlerin tamir ve tecdidiyle ilgilendi. Onların gayesine uygun olarak tekrar faaliyete geçmesini temin etti. (Ahmed Kâmil Tekkesi, Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi, Şeyh Murad Efendi Dergâhı, Şadiye Hatun Şifâ Külliyesi... )
Eğitimin yaygınlaştırılması için basın ve yayın çalışmalarıyla ilgilendi. 1983 Eylülünde İslâm dergisi, 1985 Nisanında Kadın ve Aile ve İlim ve Sanat dergisi yayınlanmaya başladı. Daha sonra Gülçocuk dergisi çıkartıldı. Sağlık ve bilimle ilgili konularda ise Panzehir dergisi yayınlandı. Vefa Yayıncılık adına yayınlanan bu dergilerle yakından ilgilendi ve makaleler yazdı.
Bu dergiler ilgilendikleri sahalarda kamuoyuna önderlik ettiler. Yayınladıkları yazılarla, araştırma dosyalarıyla ve İslâm dünyasından haberlerle halkımızın bilgilenmesine ve bilinçlenmesine katkıda bulundular. İyimser, ümit verici, yol gösterici yazılarla pek çok hayırlı gelişmelere sebep oldular. Haklarında sempozyumlar, doktora tezleri yapıldı. Bir ara İslâm dergisinin tirajı yüzbini aştı. İslâm ve Kadın ve Aile dergileri, 1998 Haziranına kadar aksamadan yayınlarını sürdürdüler.
Kitap yayıncılığı için Sehâ Neşriyat'ı kurdu; çeşitli dinî, edebî, tarihî, kültürel eserler neşredildi. Yayıncılığın geliştirilmesi, haftalık ve günlük yayınlara geçilebilmesi için çalışmalar başlattı. Onun gayretleriyle bir matbaa tesis edildi (Ahsen), dizgi tesisleri kuruldu (Dehâ).
Sesli ve görüntülü yayıncılık alanında hizmet etmek, millî ve mânevî değerlerimize uygun yayınlar yapmak üzere, Ak-Radyo (AKRA) adı altında bir müessesenin kurulmasına öncülük etti (1992). Halen İstanbul'dan radyo yayınları yapılmakta; bu yayınlar uydu vasıtasıyla Türkiye'nin her yerinden, Orta Asya'dan ve Avrupa'dan dinlenebilmektedir.
Onun teşviki ile Ak-Televizyon adı altında Marmara Bölgesine yönelik bölgesel televizyon yayını başlatıldı (1997). Basın-yayın alanında Sağduyu isimli günlük bir gazete yayınlandı (3 Mayıs 1998 - 11 Temmuz 1999).
Kaliteli bir eğitimi temin etmek amacıyla, özel eğitim kurumlarının kurulmasını teşvik etti. Çeşitli illerde ilkokul öncesi, ilkokul ve orta öğrenime yönelik eğitim tesisleri, okullar ve dersaneler kurdurdu. (Asfa)
Halka güvenilir bir sağlık hizmeti verilmesi için poliklinikler ve hastaneler açılmasını teşvik etti. Buna bağlı olarak başta İstanbul olmak üzere bir çok ilde sağlık kuruluşları hizmete açıldı. (Hayrunnisâ Hastanesi, Esmâ Hatun Hastanesi, Afiyet Hastanesi...)
Yurtdışındaki müslümanlarla diyaloğu sağlamak, ziyaretleri kolaylaştırmak amacıyla İskenderpaşa Turizm (İSPA) adı altında bir seyahat acentası kurulmasına öncülük etti. Bu şirket vasıtasıyla hac ve umre programları, çeşitli yurt içi ve yurt dışı geziler; aile ve eğitim toplantıları düzenlendi.
İlmî seviyesi yüksek hocalar yetiştirmek amacıyla İstanbul'da, Ankara'da, Konya'da ve Bursa'da hadis ve fıkıh enstitüleri açtırdı. Buralarda ilâhiyat fakültelerinde okuyan veya mezun olan kimselere, özel hocalardan Arapça, hadis, tefsir ve fıkıh dersleri verdirilmesini temin etti.
Sohbet ve vaazlarına yurt içinde ve yurt dışında büyük ilgi gösterilmesi ve çeşitli yerlere davet edilmesi, onun çok seyahat etmesine neden oldu. Avrupa'da, Kuzey Amerika'da, Afrika'da, Orta Asya'da ve Avustralya'da pek çok ziyaretler, vaazlar, sohbetler yaptı; eğitim programlarına katıldı.
Her yıl hac ve umre dolayısıyla değişik ülkelerden gelen müslümanlarla görüştü, diyalog kurdu. Hakkı ve hayrı, iyiyi ve güzeli tebliğ etme yönünde şumüllü ve verimli çalışmalar yapmaktan bir an bile geri kalmadı. Çevresini de daima bu tür çalışmalara teşvik etti.
1997 Mayıs'ından itibaren hizmetlerini yurtdışında sürdürdü. 1998 yılında Avustralya'nın Brisbane şehrine yerleşti. Tebliğ ve irşad çalışmalarını Avustralya'nın her tarafına yaygınlaştırdı. Pek çok yerde camiler, kültür merkezleri açıldı. Brisban'daki camide, her gün sabah ve yatsı namazlarından sonra, hadis sohbeti yapıyordu.
Radyo sohbetleri yine devam etti. Cuma günleri Ak-Radyo'da yapmakta olduğu hadis sohbetlerine ilâve olarak, salı günleri tefsir sohbetleri yapmaya başladı (29 Eylül 1998). Fâtiha Sûresi'nden başladı. Her sohbette birkaç ayet-i kerime okuyup, izah ediyordu. Vefat etmeden önce yaptıkları son tefsir sohbetinde, Bakara Sûresi 224. ayetine kadar gelmişlerdi.
4 Şubat 2001 (10 Zilkade 1421) Pazar günü, bir cami açılışı yapmak için Grifit şehrine giderlerken, Avustralya yerel saatiyle 12'de (Türkiye saatiyle 04'te) Sydney civarında, Dubbo kasabası yakınlarında geçirdikleri elim bir trafik kazası sonucu, yanında bulunan damadı Prof. Dr. Ali Yücel Uyarel'le birlikte ahirete irtihal eylediler. Ani ölümleri ailesi, yakınları, sevenleri ve bütün müslümanlar tarafından derin bir üzüntüyle karşılandı.
Mübarek naaşları, Sydney'de Auburn Gelibolu Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra Türkiye'ye getirildi (8 Şubat Perşembe). 9 Şubat Cuma günü, Fatih Camii'nde yüzbinlerin iştirak ettiği muhteşem bir cenaze namazından sonra, tekbirlerle, salevatlarla, dualarla, gözyaşlarıyla, Ebû Eyyûb el-Ensàrî Hazretleri'nin kabri civarında, Eyüp Mezarlığında toprağa verildi.

<p align="center"><img src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBOWedZKko4nW_N1QBT-LUqDIXOmEoBAbdHzE3tLs2LP9-PnYuewyfF8shqRACru0L83tC-WCi1o1KCh-QEItjRU0iwkmoV6KwAFduWEnXClptMnMyj8ASnYPj3x8g7GlMXYwhgXzlwOqc/s400/seyyahin_cenaze.jpg" alt="PROF. DR. MAHMUD ES'AD COŞAN RH.A" />
</p>
Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan Rh.A, doğu dillerinden Arapça ve Farsça'yı, batı dillerinden Almanca ve İngilizce'yi bilmekteydi. Yurt içinde ve yurt dışında çok yönlü sosyal faaliyetlerini, tebliğ ve irşad çalışmalarını vefat edinceye kadar devam ettirdi. Kendisinden sonra bu hizmetleri, emir ve işaretleri üzere oğlu Muharrem Nureddin Coşan üstlendi.
Yayınlanmış Eserleri
01. Matbaacı İbrâhîm-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiye (1982)
02. Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât
03. Gayemiz (1987)
04. İslâm Çağrısı (1990)
05. Yeni Ufuklar (1992)
06. Çocuklarla Başbaşa
07. Başarının Prensipleri
08. Türk Dili ve Kültürü
09. İslâm'da Nefis Terbiyesi ve Tasavvufa Giriş (1992)
10. Avustralya Sohbetleri-1 (1992)
11. Avustralya Sohbetleri-2 (1994)
12. Avustralya Sohbetleri-3 (1995)
13. Avustralya Sohbetleri-4 (1996)
14. Yeni Dönemde Yeni Görevler (1993)
15. Haccın Fazîletleri ve İncelikleri (1994)
16. Zaferin Yolu ve Şartları (1994)
17. İslâm, Sevgi ve Tasavvuf (1994)
18. Sosyal Çalışmalarda Organizasyon ve Başarı (1994)
19. Güncel Meseleler-1 (1994)
20. Güncel Meseleler-2 (1995)
21. Hazret-i Ali Efendimiz'den Vecîzeler (1995)
22. Hacı Bektâş-ı Velî (1995)
23. Yunus Emre ve Tasavvuf (1995)
24. Başarı Yolunda Sevginin Gücü (1995)
25. İslâmî Çalışma ve Hizmetlerde Metod (1995)
26. Sosyal Hizmetlerde Hanımlar (1995)
27. Ramazan ve Takvâ Eğitimi (1996)
28. Tebliğ ve İrşad Çalışmaları (1996)
29. İslâm, Tasavvuf ve Hayat (1996)
30. Haydi Hizmete!.. (1997)
31. İslâm'da Eğitimin İncelikleri (1997)
32. Tasavvuf Yolu Nedir? (1997)
33. İmanın ve İslâm'ın Korunması-1 (1997)
34. İmanın ve İslâm'ın Korunması-2 (1998)
35. Allah'ın Gazabı ve Rızası (1997)
36. Mi'rac Gecesi (1998)
37. Doğru İnanç ve Güzel Kulluk (1998)
38. Ramazan ve Güzel Ameller (1998)

Seyyid Muhammed Raşid Erol

 


KISA HAYAT HİKAYESİ
Bağlıları arasında Seyda hazretleri nâmıyla bilinen Eşşeyh Esseyyid Muhammed Raşid Erol (k.s.) hazretleri 23.3.1930 tarihinde Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Siyanüs köyünde dünyayı şereflendirmişlerdir. Babası Gavsi Bilvanisi Seyyid Abdulhakim Hüseyni (k.s.) hazretleri olup Nakşibendi büyüklerindendir. Dedeleri Seyyid Muhammed Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s.) hazretlerinin halifelerindendir. Baba ve dedeleri ilim ve tarikat ehli olan Seyda hazretleri Evladı Resul olup Bilvanis seyyidlerindendir. Hz. Hüseyin (r.a.) soyundan geldiği için de "El-Hüseyni" denilmektedir.
Seyyidlik şeceresi şu şekildedir: 1- Seyyid Muhammed Raşid el-Hüseyni 2- Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni 3- Seyyid Muhammed 4- Seyyid Ma'ruf S- Seyyid Tahir 6- Şeyh Seyyid Kâl 7- Seyyid Hace Ehu Tâhir 8- Seyyid Said Ebu'l-Hayr 9- Seyyid Ali 10- Seyyid Halil 11- Seyyid Hasan 12- Seyyid Mahmud l3- Seyyid Ali l4- Seyyid Taceddin 15- Seyyid Kasım l6- Seyyid İdris l7- Seyyid Ca'fer l8- Seyyid Kasım l9- Seyyid Kemaleddin 20- Seyyid Ebu Firas 21- Seyyid Fellâh 22- Seyyid Muhammed 23- Seyyid Taceddin 24- Seyyid Ebu Firas 25- Seyyid Maceddin 26- Seyyid Muhammed el-Mağfur Ebu Firas 27- Seyyid Şerafeddin 28- Şeyyid İmam Ali 29- Seyyid İmam Hüseyni (r.a.) Dedesi Seyyid Muhammed (k.s.) medreselerde yetişmiş çok büyük bir alimdi. Hüsn-ü hat sanatında çok mahirdi. Hazret'e intisab etmiş, Nakşibendi halifesi olarak icazet ve hilafet almıştı. Fakat kendisi şeyhine "Sizin sağlığınızda kendi halifeliğimi açıklıyamam, sizden sonraya kalırsam, açıklanmasını birisine vasiyyet edersiniz. Aksi takdirde sizin yaşadığınız devirde ben mürşidim ben şeyhim diyemem, lütfen beni gizleyiniz" diye rica etmişti. Şeyhinden önce vefat ettiği içinde halifeliği aşikare olarak ilân edilmeyip gizli kalmıştır. Babası olan Gavs hazretlerini Seyyid Muhammed'in vefatı üzerine Seyyid Maruf (k.s.) (Seyda hazretlerinin dedesinin babası) büyütmüştür. Gavs hazretleri Siyanüs seyyidlerinden olan Fatıma Validemizle evlenmişler, bu izdivactan Seyyid Muhammed (ka.), Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) ve Seyyid Zeynel Abidin isimlerinde üç oğlu ile Halime ve Hatice isminde iki kızı olmuştur. Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir. İlk zevcesinin teşvikiyle evlendiği Taruni köyünden Seyyide olan ikinci hanımı Sıdıka Validemizdende Seyda hazretlerinin diğer kardeşleri, Seyyid Abdülbaki (k.s.), Seyyid Ahmed, Seyyid Ab- dülhalim, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver ile Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye adlı kızkardeşleri olmuştur. Seyda hazretleri 2 yaşlarında iken Seyyid Ma'ruf vefat edince Gavs hazretleri evini Siyanüs köyünden Taruni köyüne taşıdı. Burada 13 sene kaldılar. Daha sonra mürşidi Ahmedi Haznevi'nin (k.s.) izniyle Bilvanis köyüne hicret ettiler. Seyda hazretleri (k.s.) bu köyde yine Seyyide olan Sekine Validemizle evlenmişlerdir. Bu evlilikten Seyyid Fevzeddin, Seyyid Abdülgani, Seyyid Taceddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdurrakib isimli oğulları ile Hasine, Muhsine, Hasibe, Rukiye, Münevver, Mukaddes, Mümine ve Hediye isimli kızları dünyaya gelmiştir. Gavs hazretleri Bilva- nis köyünde 6 sene kaldıktan sonra Seyda hazretleriyle birlikte Bitlis'in Kasrik köyüne tâşındılar. Burada 11 sene kaldıktan soma Siirt'in Kozluk kazasının Gadir köyüne hicret ettiler. 9 sene (Burada iken vatan görevini önce acemi birliği olan Manisa'da, soma Diyarbakır'da tamamladı) kaldıkları Gadir'den hayatının sonuna kadar ikamet edecekleri Adıyaman ilinin Kâhta kazasının Menzil köyüne yerleştiler. Babası Gavs hazretleri 1 Haziran 1972 yılında vefat edince başlıyan irşad görevi 21 sene 4 ay 19 gün devam etmişti.
1968 yılında halifelik icazetini alan 1972 yılında irşad görevine başlayan Seyda hazretlerinin (k.s.) yurtiçinden ve yurdışından aşırı ziyaretçisinin gelmesi 18.7.1983 tarihinde Çanakkale'nin Gökçeada ilçesinde mecburi ikametine yolaçmıştır. Önce Adıyaman'a, soma Adana'ya oradanda Gökçeada'ya götürülen Seyda' hazretleri çektiği sıkıntı ve adanın havasının sıhhatini etkilemesi sonucu 30.1.1985 tarihinde Ankara'ya nakledilmiştir. Burada da 16 ay gözetim altında tutulduktan soma Merkezi idarenin müsadesiyle tekrar Menzil'e dönmüştür. Tekrar tebliğ ve irşad hizmetine devam ederken 1991 yılının Ramazan Bayramı bayramlaşması sırasında içersine zehirli böcek ilacı çekilmiş şırıngayla suikast yapılmış, eline isabet eden zehir etkisini göstermiş, acil müdahaleyle hastaneye yatırılan Seyda hazretleri (k.s.) hayati tehlikeyi atlatmış, fakat elinin üstündeki ve içindeki yaralar sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir. Şeker, damar sertliği, tansiyon ve romatizma hastalıkları nedeniyle uzun yıllar tedavi gören Seyda hazretlerinin ölümünden bir yıl önce ayağı kırılmış çektiği ızdıraplarına bir yenisi eklenmiş, fakat irşad faaliyetleri kesintisiz devam etmiştir. Romatizma sebebiyle her yaz gittiği Afyondaki kaplıcalardan Ankara'ya dönüşünden bir kaç gün sonra 22.10.1993 Cuma günü cuma namazından iki saat sonra 63 yaşında Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur. Vefat haberini alan onbinlerce bağlısının katılı- mıyla ertesi gün Menzilde babasının yanı başında top rağa verilmiştir.

El-Hac Eş-Şeyh Aşkı Muzaffer Ozak

 


Muzaffer Hoca, gençlik yıllarında Ayasofya Camiinde tefsir dersleri alırken çok güzel bir rüya görür. Peygamberimiz, Hz. Ali’nin tuttuğu bir devenin üzerindedir. Hz. Ali’nin diğer elinde ise meşhur kılıcı Zülfikar bulunmaktadır. Efendimiz ona sorar:
-Müslüman mısın?
-Evet.
-İslam için başını verir misin?
Muzaffer Efendi yine “evet” cevabını verir. Peygamberimiz başını kesmesi için Hz. Ali’ye talimat verir. Allah’ın Aslanı da, başını gövdesinden ayırır. Hazret korku içinde uyanır. Rüyayı Kur’an-ı Kerim hocasına anlatır. Hocası bu son derece önemli rüyayı yorumlar ve der ki: “Sen Hz. Ali efendimizin yoluna gireceksin ve bir tarikatın şeyhi olacaksın!”
Gönül insanı ve aşk timsali Muzaffer Efendi’yi neseb itibariyle tanımak gerekirse; O 1916 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Hacı Mehmet Nuri Efendi, annesi ise Ayşe Hanımdır.
Karagümrük’teki Cerrahî tekkesinin bitişiğinde bulunan bir evde dünyaya gelen Muzaffer Ozak’ın babası âlim bir kimseydi. 2. Abdülhamit devrinde huzur hocalığı yapmıştı.
Annesi Ayşe Hanım ise, Halvetî şeyhi Seyyid Hüseyin Efendinin büyük torunudur. Anne tarafından Evlad-ı Rasul’e bağlı olan Efendi hazretleri, altı aylıkken babasını kaybetti. Büyük abisinin de şehid düşmesi neticesinde aile fakir ve çaresiz bir hale düştü.

Beş altı yaşlarındayken babasının arkadaşı Seyyid Şeyh Abdurrahman Efendi’nin himayesine girerek Şeyh efendiden Kur’an dersleri aldı. Ortaokul yıllarında Abdurrahman Efendi’nin vefatı kendisini hayli sarsar. Kur’an eğitimini Fatih Camii Başimamı Mehmet Rasim Efendinin talebesi olarak tamamladı.
Hüsnü Efendi’den sekiz yıl fıkıh ve hadis dersleri aldı. Konumları gereği hem çalışıp hem okuyan Muzaffer Efendi müezzinlik ehliyetini aldıktan sonra Ali Yazıcı Camiinde göreve başladı. Muhtelif camilerde görev yaptıktan sonra Beyazıd Camii’ne tayin edildi. Değişik hocalardan ilahî ve meşk dersleri aldı. Hocası tarafından çok sevdiği Gülsüm Hanım’la evlenirler. Vezneciler Camii’ne imam olarak atanan Muzaffer Hoca bilahare yaklaşık 23 yıl Süleymaniye Camiinde fahri imamlık görevinde bulunur.

Askerliği yapmadan önce, Güzel Sanatlar Akademisi’nin ünlü hocalarından hat ve tezhip dersleri aldı yazmalar hakkında geniş bilgi sahibi oldu. Yirmi yıl süren birinci evliliğinden hiç çocuğu olmadı. İkinci evliliğinden bir kız bir de erkek evladı dünyaya geldi.
Ortadoğu ülkelerinin bir çoğuna defalarca gidip-gelen ve bu arada çok değişik zevatla tanışıp hayli istifade eden Muzaffer Ozak, en ziyade ilk şeyhi Sami Saruhaniyyül Uşşakî’den faydalanır. Nevşehirli Hacı Hayrullah ve Atıf Hoca’dan tefsir dersleri aldı. Bütün bu hocalardan aldığı bilgilerle İstanbul’da tam kırk iki camide otuz yıl vaaz etti.
MUZAFFER EFENDİ AVRUPA’DA
Hiç şüphesiz Muzaffer Ozak Hoca’nın en büyük özelliklerinden biri de dünyanın muhtelif ülkelerinde göze ve kulağa hoş gelen zikir meclisleri oluşturması.
Almanya Berlin’deki opera binasında yaptığı zikir meclisi, kendilerinin dışında bütün izleyicilerin de tevhid getirmesine sebep olur. Devran için ayağa kalktığında salondaki gayr-i müslimler de aynı şekilde hareket edip zikre katıldılar.
Kendisine: “Siz müslüman olduğunuz halde hiçbir fark gözetmeksizin hıristiyanları da meclisinize kabul ediyor, onların da zikretmelerine izin veriyorsunuz. Bunun sebebi ve hikmetini açıklar mısınız?” sorusuna şu karşılığı verdi:
-Ben fakir bir müslüman ve bir şeyhim. Allah diyen herkesi meclisime kabul eder; Allah derim ve Allah dedirtirim!”
Bir çok gazete ve TV bu zikir ziyafetinden övgüyle bahsetmiştir. İstanbul’da çıkan Dünya gazetesi de Paris muhabirine dayanarak “Dervişlerimiz Avrupalıları büyüledi” başlığıyla okuyucularına duyurdu.

Türk Tasavvuf ve Tekke musikisinin göz kamaştıran ritmiyle ve ahengiyle Avrupalıları kendinden geçiren Hacı Muzaffer Efendi, dervişleriyle birlikte Fransa’dan New York’a gitti. Orada yaptığı zikirlerden sonra Amerikalıları kendilerine hayran bıraktılar.
Bilahare New York radyosunda bir programa konuk olarak çağrılır. Önce ezan daha sonra da Kur’an ve akabinden manasını vererek sürdürdüğü programını o kadar insan dinlemiş ki, özellikle Kanada ve ABD’nin diğer eyaletlerinden bir sürü insan Hoca Efendiyi görmeye gelmişler. Bu olayı kendisi şöyle anlatıyor: “Gözyaşlarımı tutamadım ve ağlamaya başladım. Nasıl ağlamasa idim ki, milyonlarca Amerikalı, radyoları başında bizi dinliyorlar ve tevhid etmemizi bekliyorlardı. Tevhid etmeye başladım ve benimle birlikte bütün Amerikalı aşıklar da tevhide iştirak ettiler...”
Müridinin epeycesi Batıdan olan Hoca Efendi bir çok kimsenin ulaşamadığı kişilere el uzatmıştır.
SAHAFLAR ŞEYHİ MUZAFFER HOCA
Beyazıd Camiinin yanındaki sahaflar çarşısındaki kitap dükkanında bulunduğu sürece, birçok kimseyi etkileyen Muzaffer Ozak; bir gün dükkana gelen bir çocuk için ayağa kalkıyor, sevgiyle birlikte saygı da gösteriyor. Etrafındakilerin şaşkın bakışlarını görünce şunları söylüyor:

“Bu çocuk Osmanlı hanedanına mensuptur. Nasıl saygı göstermeyelim ki, bizler onların sayesinde bu topraklarda oturuyoruz.”
Bir akşam üstü de dükkana bir hanımefendi geliyor. “Sizde padişah fermanı var mı?” diye soruyor. Muzaffer Hoca birkaç ferman gösteriyor. Hanım fiyatını sorunca o zamanın parasıyla yüz lira diyor. Kadın, “Şimdi yanımda bu kadar para yok.” Cevabını verdikten sonra çıkıp gidiyor. Tam o sırada biri gelip, “Tanıdınız mı, bu bayan Neslişah Sultan’dı” şeklinde konuşuyor.
Neslişah Sultan birkaç gün sonra gelip parasını vererek fermanları almak ister. Muzaffer Hoca: “Aman efendim! Bunlar sizin dedelerinizin... ne diye para alalım” diyerek para almak istemez. Fakat Neslişah Sultan, indirimi dahi kabul etmeyerek, ilk defada söylenen yüz lirayı ödeyerek fermanları alır ve gidir.
Kendisini bizzat ziyaret edip duasını aldığımdan kendimi bahtiyar hissediyorum. İlk gördüğümde şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Fakat sohbetini dinledikçe merakım arttı. “Aşk Yolu Vuslat Tariki” isimli eserini armağan ederek başımı okşadı. İlim muhibbi genç bir talebe için bu ne güzel bahtiyarlık.
Cesur, hareketli ve atak bir müslümandı. Bunun en bariz örneği, Türkiye’nin mümtaz şahsiyeti Ali Fuat Başgil vefat ettiğinde hiçbir müslüman cenazesini taşımaya cesaret edemiyor. Polis ve jandarma alıp tenha bir yere defnetmeyi tasarlıyorlar. Muzaffer Hoca müridanıyla birlikte, tekbir ve tehlillerle cenazeyi alıp götürmüşler. Kemal-i edeple defnetmişler.

Hacı Muzaffer Efendi 13 Şubat 1985 tarihinde hakka yürüdü. Cenazesini yıkama görevini Kâdirî şeyhi Nazmi Geylan Baba yerine getirdi. Namazını Gönenli Mehmet Efendi Hazretleri kıldırdı. Mübarek nâşını oğlu Cüneyt kabre indirdi. Mezarı Karagümrük’teki Nureddin Cerrahî Türbesindedir.(1)
Allah rahmet eylesin.

1-a) Ayaklı kütüphaneler: Dursun GÜRLEK, Kubbealtı Neşriyat, Ekim 2003 İst.
b) İz Bırakanlar: Vehbi Vakkasoğlu: Cihan Yayınları 1987 İst.

Eserleri
Envaru'l Kulub(3 cilt)
Irsad(3 cilt)
Ziynetu'l-Kulub
Gulzar-i Arifan
Ask Yolu Vuslat Tariki
Ask yoludur Hak dost bizim yolumuz,
Ask yolunda asiklara ar olmaz!
Cerrahiyyul Halvetidir kolumuz,
Dervislere Hakdan gayri yar olmaz!

Pir elinden ask badesi icmisiz,
Dost cemalin gorup serden gecmisiz,
Met-u hayran ask iline gocmusuz,
Fani cihan mulku bize dar olmaz!

Talib-i ask nerde ise kosariz,
Vuslat icin deniz derya asariz,
Ehl-i aska kavusunca cosariz,
Ask yolunda bundan buyuk kar olmaz!

ASKI tutmus ask yolunu gidersin,
Canan icin canin feda edersin,
Can olmadan sen canani nidersin?
Hak'da fani olmayanlar var olmaz!