6 Mayıs 2011 Cuma

İşte Allah Dostu

 

     Bilmiyorum, Seyda Hz.’ leri hakkında neler yazabilir neler anlatabilirim... Meşrep meselesi ya bu, kiminin bu durumlarda dili tutulur konuşamaz, kiminin dili açılır coşar. .
Galiba ben süslü kelimelerle coşanlardan olamayacağım. Ama, kalemim de tutulmayacak... Yalnız ne varki, kesinlikle Seyda Hazretlerinden, hakkıyla bahsedemeyeceğimden de eminim... Hatta değil ben, hiç kimse Seyda Hazretlerinin zahiri ve manevi güzelliklerini hakkıyla idrak etmemiştir, edemez de...
    Çünkü, Seydamızın cüce akılları aşan manevi gücünün itmesiyle meydana gelen öyle şirin, öyle güzel, ahlak ve davranışları vardı ki, bunları hakkıyla ne ben, ne de onun makamında olmayan hiç kimse kesinlikle anlayamaz, anlayamamıştır da...
    Çünkü, Seyda Hz.leri gerçek bir Allah Dostuydu. Allah-u Teala’nın yirminci asır insanına Seyyid Muhammed Raşid olarak merhametinin, affının ve onları ebedi saadete kavuşturma iştiyakının kul boyutunda yansımasıydı. O, Allah Resulunun ahlakıyla ahlaklanmış, merhamet, şefkat, şecaat, tevazu, vakar dolu bir deryaydı, okyanustu...
O, alemlerin sultanı Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin, zahiri ve batıni gerçek varisi ve en güzel ve en kendine benzeyen kanı, canı ve torunuydu...
Seydamızın irşadını ve manevi tasarruf gücünü, anlatmaya gerek bile görmüyoıum. Çünkü şanlı hizmetleri o kadar net, o kadar açık ve ihtişamlıydı ki, kesinlikle tarihte bir eşi dahi görülmemişti.. Öyle ki, Güneydoğunun kuş uçmaz, kervan geçmez doğru dürüst yolu bile olmayan ücra ve küçük bir köyüne, dünyanın dört bir yanından akın akın milyonları getirten ve taş kalpli yığınları, iki gözü iki çeşme ağlatıp, bulgur çorbası içirip, sonra da kenarlarda köşelerde uyutup, akabinde de hayatlarının akışını en müsbet bir biçimde değiştirip, pamuk gibi yumuşatarak gönderen, bir manevi güç ve hatır vardı onda...
    Vicdanlıca ve sağduyuyla İslam tarihine baktığımızda, biz bu boyutta bir irşadı ve tasarruf gücünü, ne bir evliya ve velide, ne de başka bir alim ve mürşidde görmedik, işitmedik... Ben okudum araştırdım, şu tarihte falanca velide ve alimde, bu ayarda irşadda görülmüştür tebliğde diyen, varsa beri gelsin...
    Gönüller Sultanı Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri, işte böyle büyük bir Allah Dostu veli; işte böyle azametli ve ihtişamlı kamili mükemmil bir mürşid idi... Ne mutlu bir defacık olsun elini öpebilene ve müjdeler olsun dergahının cennet kokuları saçan atmosferinde, kuru yerlerde uyuyup bulgur çorbasını içebilene. Ne mutlu... Ama ne varki, ahir zamanda yaşıyoruz....Ve envai çeşit tip tip ve tuhaf müslümanlarla da, devamlı karşılaşıyoruz...Kimi tipler keramete inanmaz, kimi keşfe binbir isim takar... Kimi evliyayı bile yok sayıp, manevi güç veya ilmi ledün bahsine sadece sırıtır...
    Hatta kimi insan, yüce Allah’ı cüce aklına ve kafasına sığdıramadığı için yok sayıp inkar eder... Kimi de kafasına ve cılız aklına sığdırdığı tanrısını haşa Allah sanır da şirke düşer kafir olur... İşte böylesine pis bir zamanda, Seyda Hz.’lerini ve O’nun anlı şanlı irşadı ve güzel ahlakını, elbette çeşitli adi yorumlarla küçültmeye ve yok saymaya çalışan insanlar yok değildir.
    Bunların çoğu Şeyh’i ne yapsın, zaten akılları ve şeytan şeyhleri olmuş... Bir çoğu da şeytandan da beter, sadece aklına sığdırdığını alan, ama aklını aşanı da atan ve bilerek ya da bilmeyerek, kendine de aklına da İslam adına tapanlar olmuş... Evet tüm bu menfi tiplere ve ön yargılı cahil ve inatçı fanatiklere rağmen, Rabbımıza sonsuz şükürler olsun ki, hizmet aynen devam ettiği gibi, Gönüller Sultanı’nın irşadını çok çok aşan bir boyutta coşan kalabalıklar, bu mübarek ve şerefli yolun sadık yolcuları olmaya devam ediyor... Ve Allah’ın izniyle kıyamete kadar da bu böyle hep devam edecek... Hem de İslam her eve, her çadıra ve her gönüle girinceye dek...
    Daha nasıl anlatalım bilmiyorum; çünkü mübarek Seydamızı körlerin bile net görebileceği bir biçimde anlattığım açık... Ama benim anlattığım Seyda, ancak bu kadar anlatabildiğim Seydaydı... Yani kelime ve kavramlara dökebildiğim, avamın ve gerçekleri görmek istemeyen bakar körlerin bile görmemeye gücünün yetmeyeceği Seyda...
Yalnız ne var ki, aslında gerçek bir mürşid-i kamil’in bile, diğer bir mürşid-i kamil’in manevi özelliklerini ve tasarruf gücünü sınırlı kelime ve kavramlarla asla ve asla anlatamayacağını kabul etmek, akıl ve mantık gereği mecburidir... Zaruridir...
    Kaldı ki, bizim anlattığımız Seyda Hz.’leri asla Gönüller Sultanı Seyyid Muhammed Raşid Hz.’lerinin kendisi değildir... Ancak bizim görebildiğimiz, ‘zahiri ve çok cüz’i algılamalarımızdır, o kadar... Zaten Seyda Hz.’lerini veya bir başka mürşid-i kamili, akla ve algılama gücümüzün sınırları içine alabileceğimizi sanmak, peşin olarak o mürşidi bilerek ya da bilmeyerek inkar etmek olduğu gibi, Allah Dostu mürşidleri ise sadece ve sadece ilmi, irfanı olan bir alim, bir molla, veya sıradan bir hoca durumunda görmek gibi olur ki, bu da katıksız ahmaklıktır... Hatta münafıklıktır. . .
    Ve yine bu garip mantık, evliyaya teslimiyetsizliğin manasız mantığı, veya kendi aklını ve ilmini şeyhi ve üstad yapmak saçmalığı ve enaniyeti olur ki, Allah bizi ve hepimizi bundan korusun ve muhafaza etsin.
    Çünkü, tasavvuf erbabı olanlar çok iyi bilirler ki, tasavvufta en önemli şartlardan biri, müridin mürşidine ölünün ölü yıkayıcısına teslim olduğu gibi tam teslim olmasıdır. Yani, mür-şidinden gelen her emri ve yapılması istenen her şeyi, itiraz ve tereddüt etmeden derhal yapmak ve itaat etmektir. Öyleyse bu şu demektir; kendime mürşid kabul ettiğim kişi, benim asla aklıma sığamayan ve düşünce gücümün ötesinde yani aklımın ve ilmimin sınırlarını aşan, ilim ve kemalat sahibi bir insan olması zaruridir, mecburidir... Yoksa, inkarı küfür olan tasavvuf müessesesinin şayet mürşidlerdeki manevi ilim ve tasarruf gücü nefyedildiğinde, varlığının hiç bir manası ve tutarlı bir mantığı olamayacağı açıktır. Ya da bilinen mürid mürşid ilişkisi, yine çok iyi bilinen hoca talebe ilişkisi gibi kalır ki, bu şekilde icra edilen eğitim biçimine de tasavvuf ve tarikat demekse, sadece akılsızlıktır... Cahilliktir...
    Şunu demeden de geçemeyeceğim; gerçek mürid mürşid ilişkisinde, teslimiyetin en üstünü emredilmekle birlikte, şeriat ve sünnete ters olan hiçbir işte ve davranışta teslimiyet ve itaat kesinlikle söz konusu olamayacağı gibi, gerçek tasavvuf ve tarikata da koskoca islam ve tasavvuf tarihi boyunca, asla böyle bir şey olmamıştır olamaz da... O halde, bir mürşide teslim olurken o zatı aklımızın aldığı ölçüde aklımızı ve ilmimizi kullanacağımız gibi, gerçek bir mürşid-i kamili de aklımızla ve ilmimizle idrak edebileceğimizi sanma mantıksızlığına da, asla düşmeyeceğiz...
    O zaman hem gerçek tasavvufa hakkıyla iman etmiş olur, hem de Allah dostu velilere tam teslim olmanın akıl ve mantığın tâm onay verdiği bir şey olduğunu da, yine aklımızla ve ilmimizle idrak eder anlarız.
    Çünkü, zaten bizim yukarıda anlatmaya çalıştığımız mürşid-i kamillerin akıllara sığdırılamayacak, ama akla ve ilme kesinlikle uyan üstün manevi özellikleri oldukları için onlar mürşiddirler ve irşad etme yetki ve selahiyetleri vardır. Yoksa sadece hoca, sadece molla durumunda olan ve her boyutta çepeçevre kuşatılabilen kişilerden ne mürşid-i kamil ne de evliya ve veli olur...
    Evet Allah dostu veliler alemlerin sultanı Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in gerçek varisleri ve hakiki iman sahibi müslümanlardır. Onlar, “Ömer’in (r.a.) ölümüyle ilmin onda dokuzu gitti” diye nitelendirilen manevi ilim ve yakın sahibidir. Ve en önemlisi de onlar hakikatta Allah’ın habibine bağlı ve ona en sadık mürid ve talebe oldukları için, bu ümmete mürid ve imam olabilmişlerdir...
    Sözün özü: Bazı nasipsiz ve maneviyat fukarası, kalbi kara zatların söylediğinin zıttına, onlar asrımızda da hala vardır ve

Eşşeyh Fatih Nurullah Efendi (K.s.)

Fatih Nurullah efendi 1962 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Hasan Bedrettin Efendi, annesi Bedriye Hanım'dır. Doğumu İstanbul olmakla beraber memleketi Sivas ‘ın Divriği ilçesidir.
1973'de Özdemiroğlu ilkokulu'nu, 1976'da Kemal Atatürk orta okulunu ve 1979 ‘da Haydarpaşa erkek lisesi'ni bitirerek aynı yıl İstanbul Üniversitesi Spor Akademisi bölümüne girdi. 57 kiloda bir çok kez Türkiye şampiyonluğu ve Balkan üçüncülüğünü elde etti. Birçok başarıya imza atan milli bir güreşçimiz olarak, 1983 yılında Akademiden mezunoldu.
1984 yılında askerliğini yapan Efendi hazretleri 1987 yılında Ümran annemizle dünya evine girdiler. Bu evlilikten 1 Kız ve 3 Erkek çocukları oldu.
İlk dini eğitimini ailesinden gördü.Dedesi Abdulkadir efendi Osman Bedreddin Erzuruminin yiğit dervişidir.Oğlu Hasan efendiye bu yüzden şeyhinin künyesi olan Bedreddini ilave etmiştir. Babası Hasan Bedreddin efendi ve annesi Bedriye hanım zikir ehli insanlardır. Babası Hasan Bedrettin Efendi; bir çok alim ve fazıl şeyh efendilerin sohbetinde ve hizmetinde bulunmuş, hal ehli bir kimsedir. Fatih Nurullah Efendi bu vesile ile 1982 senesinde İmam efendinin kamil hulefası babasınında şeyhi olan Nakşi şeyhlerinden Şerif Atalay efendiye intisap edip onun maddi ve manevi ilgilerine mazhar oldu.Şerif efendiye olan tam bir bağlılık ve emirlerine itaat ile kısa zamanda kendisine manevi güzellikler ihsan edildi ve Nakşi sülükunu bu sekilde tamamladı. Ancak Şerif Atalay Efendi icazetini hak etiği halde kendinsinin bunu vermeye yetkili olmadığını icazetini zamanın kutbu olan kişinin vereceğini bildirmiştir.Tevafuken Şerif Atalayın Buhara nakşi dergahındaki şeyhi Feridun babada aynı şekilde kendisine edeben icazet yazmamış zamanın kutbu olan Osman Bedrettin Erzurumiye icazetini almak üzere göndermiştir.Şeyh efendinin vefatından sonra Fatih Nurullah efendi bir arayış içine girer ve gördüğü ve yaşadığı bazı manevi işaretler üzerine Hasan Hüsameddin Uşşaki Hz’lerinin merkez dergahına hizmet etmeye başlar.Naci Eren efendi ile bir müddet irtibatlanan Fatih Nurullah efendi bilahare Hasan Hüsameddin Uşşaki Hz’lerinin kamil halifesi Sahibüzzaman Eşşeyh İbrahim İpek Çorumi Hz leri ile tanışır.Şerif Atalay efendinin de tensibi ile Şemsi Tuba Tabani Veli Kutbul Aktab Hacı Hafız İbrahim İpek Efendi hazretlerine teslim olur.Zaten Amasyada ikamet eden Şerif Atalay efendi ile İbrahim İpek efendi arasında manevi bir irtibat olduğunu anlıyoruz.Şerif atalay efendi Kendi icazetini vefatından çok evvel İbrahim İpek efendiye teslim etmiştir.
İbrahim İpek efendiye olan teslimiyet ve hizmetleriyle üstadın gözdesi olur ve o büyük velinin feyiz neşesiyle dolmaya başlar. Bu hizmetler 2000 senesine kadar bu şekilde devam eder ve İbrahim İpek Efendi hazretleri vefatına yaklaşırken Nurullah Efendi Hazretlerini yanına çağırır ve icazetini yazarak Halveti Uşşaki kolunun ve sair tariklerin icazetini imzalayarak. Her türlü yetkiyi şahitler huzurunda teslim ettiğini beyan etmiştir.
Fatih Nurullah efendi hazretleri vazifeyi aldık tan sonra hiç durmamış ve cemaatinin ve ihvanlarının en iyi yerlerde en güzel hallerde olmaları için koşturmuş ve hala koşturmaktadır (Allah kendisinden razı olsun). Üstadın kendisi artık bir köşeye oturup ihvan bekleyerek şeyhlik yapma dönemi geçti zaman imanı kurtarma zamanı bir kişinin bile olsa imanını kurtarmak için koşturmak ve hizmet etmek gereklidir düsturu ile çalışmakta ve ihvanlarına da bu hali aşılamaktadır.
Fatih Nurullah efendi İbrahim İpek Efendinin vefatından önceki arzusu üzerine İpek Yolu isimli kitabını yazmış ve ihvanlarına feyiz kaynağı haline getirmiştir. Bunu mütakip Gülzari Hüsniya ve Nurdan Doğan nur damlayan Sohbetler isimli diğer eserlerini yazdı. İpek yolu dergisinin çıkmasında öncülük yaparak ihvanlarının ufkunu açmayı gaye edindi.
Feyiz ve bereket dolu bir yaşantıyı ve bu yaşantının güzide insanı Fatih Nurullah efendi Hazretlerini kelimelerle ifade edebilmek elbette mümkün olmayacaktır. Ama biz acizane affına sığınarak haddimiz olmayarak kendisinden biraz bahsederek ihvanlarının ve tanımak isteyen tüm kardeşlerimizi birazda olsa bilgi sahibi yapabilmek gayesiyle bu biyografiyi hazırladık. Bu güzel şahsiyeti kelimeler değil bizzat yaşayabilmeyi nasip etsin inşallah.

MUHAMMED İHSAN OĞUZ [ K.S. ]

MUHAMMED  İHSAN  OĞUZ




(1887-1991)



19 Hazîran 1887 - 2 Ağustos 1991



Nakşbendî şeyhi, tasavvuf yazarı. Posta İdaresinde çalıştığı günlerde Millî Mücadele’ye önemli hizmetler yapmıştır. 1938’de memuriyetten emekli olarak sonraki  hayatını irşad çalışmaları ve eserler yazmakla geçirmiş; 104 yıllık uzunca bir  ömrü böylece tamamlamıştır.



27 Ramazan 1304 hicrî, 19 Hazîran 1887 mîlâdî târihinde Kastamonu'da dünyâya gelmiştir.
Babasının adı Atâullah, annesinin adı Hâcer'dir. İlk Mektep'ten sonra orta tahsilini Kastamonu Askerî Rüşdiyesi'nde ve yüksek tahsilini Ziyâiyye Medresesi'nde yapan Muhammed İhsan Beyefendi, büyük bir âlim ve müderris olan eniştesi ve hocası Ahmed Ziyâeddin Efendi'den de husûsî dersler almış; O'nun genç yaşta vefâtı üzerine tek başına ilmî çalışmalarına devam ederek kendisini yetiştirmiştir. Muhammed İhsan Bey, memuriyet hayâtına Posta ve Telgraf İdâresi'nde başlamış; bir ara Sultânî Mektebi'nde Kâtiplik, Askerî Rüşdiye'de Hüsn-i Hat (Güzel Yazı) ve Türkçe Öğretmenliği görevlerinde bulunmuştur. Posta ve Telgraf İdâresi'nde, Muhâbere Memurluğundan Başmüdürlüğe kadar çeşitli kademelerde görev yapmış; İstiklâl Harbi sırasında memleketimiz için değerli hizmetler îfâ etmiş; 1938 yılında emekliye ayrılarak ilmî çalışmalarına hız vermiştir.

Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvuf hayâtı ise çok küçük yaşta başlamış, 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliyâ Efendi'nin terbiyesine girmiştir. İnsân-ı Kâmil olma yolunda senelerce süren mânevî çalışma ve araştırmalardan sonra Harput'ta Seyyid Ahmed Çapakçûrî Hazretleri'ni mânen bularak kendisine intisâb etmiştir. Yazdığı dokuz mektupla ve rûhâniyyet yoluyla irşâd ettiği bu yüksek yaratılışlı talebesine hicrî 1340 ( milâdî 1921 ) yılında "İrşad İcâzesi" veren Seyyid Ahmed Hazretleri , aynı yıl (94 yaşlarında) ebedî âleme göçmüştür. Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvufî hayâtı son nefesine kadar devam etmiş, çocukluğundan itibâren pek çok Allah Dostundan ve Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in rûhâniyyetinden feyz almış bütün ilim ve feyzini eserleri, sohbetleri ve mektuplarıyla zihinlere ve gönüllere aktarmıştır.
Bir asrı aşan hayatı "Hak ile hakîkatin bilinmesi, yaşanması ve anlatılması" uğrunda geçen Muhammed İhsan Oğuz Beyefendi, 2 Ağustos 1991 (21 Muharrem 1412) Cuma'yı 3 Ağustos Cumartesi'ye bağlayan gece saat 2.15'de aramızdan ayrılıp ebedî âleme intikal etmiş, hasret ve iştiyâkında olduğu Allah ve Resulü'ne kavuşmuştur.



M. Evliya Efendi’den ilk terbiyesini almakla beraber irşad icazetini Seyyid Ahmed Çapakçûrî’den almıştır(1921)  M. İhsan Oğuz'un ilk mürşidi olan Muhammed Evliya Efendi, 1902 yılında hacca gitmiş, hac farîzasını tamamlayamadan (Arafat’a çıkamadan) vefat ederek Cennetü’l Mu’allâ denilen kabristana Hz. Hatice türbesinin yakınına defnedilmiştir. Hayatta iken Hz. Hatice’yi çok andığı ve Mekke’den yazdığı mektuplara (yarım hacı) diye imza attığı belirtilmektedir ki, haccı tamamlayamayacağını bildiğine işarettir.



Basılmış bir çok kitabı vardır. 

TASAVVUF YOLUNDA MANEVİ CİHAD


Muhammed İhsan OĞUZ
Oğuz Yayınları




Muhammed İhsan Oğuz'un  tasavvuf yolunda mürşid arayışını ve Seyyid Ahmed Çapakçûrî'yi mânevi bir ikram ile nasıl bulduğunu, Seyyid Ahmed Çapakçûrî'nin kendisine yazdığı 9 mektubu, Aliyyü's-Sebtî Hazretleri ile Seyyid Ahmed Çapakçûrî Hazretleri'nin hayat hikâyelerini içeren bir eserdir.



Eserin orjinal adı Mücâhedât-ı Diniyyedir. Eserde M. İhsan Oğuz hazretlerinin mürşidiyle arasındaki karşılıklı yazmış olduğu 9 mektuba yer verilmiştir. M. İhsan OĞUZ  bu mektuplar vasıtasıyla mürşidiyle haberleşiyor ve icazet alıyor.



M. İhsan OĞUZ 1887 Kastamonu doğumludur. 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliya hazretlerinin terbiyesine giriyor. Hazret çocukluktan bu yana ehlullaha muhabbeti ziyade olmuş biridir. Gençlik yıllarında (1905) birçok kimsenin tavsiyesiyle bir Nakşibendi şeyhine bağlanıyor. Uzun bir takım olaylardan sonra bu zatın gerçek bir mürşid olmadığı ortaya çıkıyor.



Tekrar bir mürşid-i kamil aramaya başlıyor. Bir müddet sonra Allah dostlarından bir zata intisab ediyor. Fakat bu mübarek zat bir kaç ay sonra vefat ediyor. 1917 yılında rebiülevvel ayının Pazartesi gecesi, özellikle efendimizin doğum gecesine rastlaması hasebiyle gusül abdesti alıyor, Allah’a dua ediyor. Kendisine Allah’ın lütfuyla mürşidi kamilin ismi ve cismi bildirilip gösteriliyor.



O gece mana aleminde havada ve boşlukta beyaz bir zemin üzerinde kalın ve siyah bir yazı ile Seyyid Ahmed Kürdi yazılı bir levha gösteriliyor. “Bu isim, mürşid ve insan-ı kamil ismidir” diye sesleniliyor.



Hazret iradesi dışında bütün alemlere hitaben “Ey insanlar! Kutuptaki manevi kuvvetin büyüklüğünü anlayınız ki, tabi olmak üzere kendisini 3-5 adım izlemek, tahammül edilemeyecek feyzlere manevi hallere erdiriyor” sözlerini söylüyor. “Meded ya Seyyid Ahmed Kürdi” diyerek uyanıyor. Bu halin feyizli tesiri aylarca sürüyor. Fakat bu zatın nerede olduğu bildirilmiyor. Tam bu sırada Irak taraflarındaki bir mürşidin durumunu sormak için abid ve fazıl bir şahsiyet olan Harput Ulu Cami imamına mektup yazıyor ve bu rüyasını da ekliyor. Cevapta Seyyit Ahmet Hz. lerini tanıdığını soyu sağlam seyyid bir zat olduğunu bildiriyor. Alim, fazıl, keramet sahibi fakir bir zat olduğunu söylüyor. Mektup Seyyid Ahmed el-Kürdi hazretlerine arzediliyor. Fakat O bu yolun büyüklerinin ruhaniyetlerinden emrolunmadıkça bir şey yapamayacaklarını söylüyor.

Bunun üzerinde uzun bir bekleyiş dönemi başlıyor. Hazrete yazdığı mektuptan tam bir yıl sonra aynı gün kendisine cevap gönderiyorlar. Evet tam 12 yıl süren Mürşid-i Kamil arayışı son buluyor. Bağlılık gerçekleştikten sonra ihtiyaç duyuldukça 3, 5, 6 ayda bir mektuplaşma yapılmış. Kendisi bu yazışmalara “9 mektupta irşad demektedir”.



SEYYİD AHMED ÇAPAKÇURÎ'den M. İHSAN OĞUZ'A GELEN MEKTUPLAR



1.MEKTUP



Kendilerine 50 istiğfar, bir dakika rabıta, 100 ile 300 kelime-i tevhid veriyorlar. Rüyada görmüş olduğun bir zatın kudsi nefesi, senin için yeterlidir. Başka yere ihtiyaç kalmadı buyuruluyor.




Zikri manasını düşünerek yapınız. Yoksa fayda elde edilmez. Mana aleminde görmüş olduğunuz zata rabıta edersiniz. Bu yolda ihlas şarttır.



2.MEKTUP



Özel olarak mübarek vakitlerde size dua ederim. Uzak mesafe olduğu için orada istekli olanlara izin verilmek üzere sana ruhsat verilmiştir. Azizim yaşım doksandır. Bu ana değin kimseyle kaynaşamadım. Her nasılsa kader rast getirdi, sizle kardeş olduk. Soyumuz Hüseyni, yolumuz Nakşi, Şeyhimiz, Aliyyü-s Sebtidir. Aliyyü-s Sebti Hazretleri ise Mevlana Halid’in terbiyesinde yetişmiştir. Gönül ehlinden, hatta peygamberlerden feyz almak 3 şeye bağlıdır. “Edeb, İhlas, Muhabbet” tir. Feyz almaya sebep birdir. O da şeyhe muhabbettir. Çünkü mürşidin kalbinden müridin gönlüne akan manevi bir nehir vardır. Bu manevi nehir sebebiyle müride mürşidin kalbinden devamlı bir feyz akımı olur. Nehrin genişliği, müriddeki muhabbetin çokluğuna veya azlığına göredir. Yoksa, yapılan zikrin çokluğundan değildir. Zira, bir damlada uçsuz bucaksız denizler, bir zerrede gözler kamaştıran güneşler meydana gelir.



3.MEKTUP



Kelime-i Tevhide devam edersin. Kelime-i Tevhidin manasını sürekli düşünmek zordur. Bazı zamanlarda kelime-i tevhidin tekrarında uzuvlarla kalbin birlikte harekete yönelmesi, kelime-i tevhidin manasını derinliğine düşünmekten dolayıdır ve ruh yolundan gelir. Bu durum insanı hızla yükseltir. Vücutta olan uzuv ve organların tamamı ruhun yönetimi altındadır. Ruh onları dinin emirlerine hizmetle yükümlü tutar. Her uzuv yaradılış amacına yönelince mürid şeyh vasıtasıyla Muhammediyyül Meşreb olur. Mürid önce mürşidinde fani olur. Sonra Efendimizde fani olur. Sonra Allah’ta fani olarak nefsani varlığından kurtulur. Mümkün olduğunca kalblerinizin boş manasız şeylerden temizlenmesine çalışınız. Fakat bu yavaş yavaş olmalıdır.



4.MEKTUP



Silsile büyükleri tarafından size manevi bilgi ve sevgi meydana geldi. İlhamlar üçtür. Birincisi vesvesedir ki, hal bakımından bu yolun yolcusunu şüphede bırakır. İkincisi meleklerin ilhamıdır. Bu cins ilhamlar şüpheyi giderir ve ilhamlar verir. Üçüncüsü doğrudan doğruya hakkın ilhamıdır. Bu tür ilhamlar cezbe verir. İcazet zamanı yakındır, vermek lazım gelir.



Ey aziz, bazısı icazet verilmeden önce bazısı icazet verildikten sonra derece kazanır. Çekilen Allah zikrinin sayısı sınırlı değildir. Çoğunda sınır yoktur. Bununla birlikte zaman dağdağalıdır. Meşguliyet çoktur. En azından yükümlü tutmak gerektir. Yoksa Allah zikrinin her latife için miktarı beşbindir. Fakat bu miktar zamanımıza yaramaz. Şeyh kuvvetli olursa bu yolda olana az zikir ile büyük derece aldırır. Uzak yakın birdir. Herkes müridini bilir.



Ey aziz, latifelerin tamamı kalb alemindedir ki, kalb hepsini kapsar. Zira kalp geniştir. Sonu yoktur. Gerek aşağı alem, gerek yukarı alem tamamıyla kalbdedir. Zikrin çoğunda sınır yoktur. Fakat gücünden fazla davranmayasın. Hafif hizmet daha iyidir. (Hazret her latife için 300 Allah zikri veriyor. Bu ise 1500 yapar. Bu en az olan rakamdır diyor.




Latifeler beştir: Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa)



5.MEKTUP



Bundan böyle Nakşibendiyye yolunda yürümek ve bu yola girenleri bildiğin gibi yönlendirip ilerleterek maksadına erdirmek için zaten ve sıfaten Efendimiz (as) ve silsile büyüklerinin izni ile sana icazet verildi.



Zikirlerin her adedi başında “ilahi ente maksudi ve rızake matlubi” sözlerini içtenlikle söyler, zikre devam edersin. Allah kimseye gücünden fazla bir şey yüklemez.



6.MEKTUP



Ey aziz, sona kadar tasavvuf yolundaki say ve ilerlemeniz doğruca gerçekleşti. Bununla birlikte tehlikeden uzak oldunuz. Zira; mürşidin kuvveti bu yola gireni birden irşad edip sonuca ulaştırır. Çünkü Ümmü-l Kül validemiz (Hz. Hatice) bu yüce dinin temelidir. Sizi özel olarak kabul edip saadet fırkasına kaydetmiştir. Hz. Hatice ilk iman eden kadınlardandır. Onun için Haticetül Kübra adını almıştır. Bundan dolayı; bütün seyyidlerin, pirlerin, büyüklerin hatta herkesin büyük annesidir.



7.MEKTUP



Size her hususta ruhsat verilmiştir. Ayrıca icazet zamanıdır. İcazet için gerekli şartların çoğu yerine gelmiştir. Mesela, biri saadet defterine geçmektir ki, Hatice validemiz tarafından O’nun başkanlığı altında saadet ehli olanlar arasına alınarak müjdelendin. Bir de ruhlar alemi arz olunmuştur ki, orada saadet topluluğunu gördün, saadet defterindesin. Bununla birlikte, tarikat imamları da tasdik edip müjdelemişlerdir.



Ey kardeş, meşguliyetin kelime-i tevhiddir. Hak yolcusu için 3 konak vardır. Birinci konak fena (nefsani varlıktan geçmek), ikinci konak cezbe (manevi coşkunluk), üçüncü konak kabza (Allah’ın azameti karşısında kendinden geçme). Fena aleminin zikri kelime-i tevhid. Cezbe aleminin zikri Allah. Kabza alemine gelirse Hu zikrine devam eder.



Bu yolda icazet verildikten sonra kazandığını kendi azim ve iradenle kazanırsın. Kendini hangi alemde hissedersen zikri yaparsın. Tasavvuf yolunda olanların hareket ve davranışları, Hak Teala hazretlerinin hususi tasarruflarının eseridir.



Ey aziz, kelime-i tevhid zikri kalbe kuvvet verir. Allah ismi Ruha kuvvet verir. Hu ismi şerifi sırra kuvvet verir. Sırları çözmek kalb ile olur. Makamları yükselmek ruh ile olur. Hakkın huzuruna ermek sır ile olur.



Fena üç kısımdır. 1. Fiillerin fenası uygunsuz fiilleri bırakıp Hakkın rızasına uygun hareket etmektir. Sıfatların fenası ise herkesin bir sıfatı vardır bunlar: Efendi, ağa ve paşadır. Tasavvuf yolunda olan kişi bu gibi şöhretleri bırakır. Yalnız zat ismiyle baki kalırsa Hakk’ın sıfatıyla baki kalır. Yani kişi hiç olursa gönlünde ve iç aleminde Hakk’ın zatıyla baki kalır.



Seyyid Ahmed K. Hz’leri M. İhsan Oğuz Hz’lerine hatme-i haceganı tarif ediyor ve yazılı olarak icazetnamesini gönderiyor. (1921 senesi)



8.MEKTUB



Ey aziz devamlı huzur şarttırki bütün murakebelerin ve derecelerin neticesi, yükselişi ve inişi bundan dolayı meydana gelir. İhsan Oğuz Hz’leri Şeyhimin himmetiyle meleke kesbetme hasıl oldu, maddi meşgalelerin etkisi kalmadı buyuruyor.(Maddi meşgale Allah’ın bir kul üzerinde afetidir.)



9.MEKTUB



Bildiğin gibi fena üçdür. 1) Şeyhte fena 2) Peygamberde fena 3) Allahda fena




Yine bilesin ki bu fenalar Şeyhe fenanın sonucudur. Peygamber ve Allah sevgisinin yolu şeyhten geçer.



***



Allah’ın inayeti Efendimizin izni ve büyüklerin ruhsatı ile irşadla görevlendirildiğin için tam icazetnameyi gönderiyorum



2.BÖLÜM



Kitabın ikinci bölümünde Aliyyü’s-Sebti ve Seyyid Ahmet Kürdi Hz. anlatılıyor.



M. İhsan Oğuz Hz. Şeyh Ahmed Hazretleri için Kutbiyyet, Gavsiyye ve Ferdiyyeti temsil ettiğini söylüyor. Delil olarak da Kutbiyyet için aralarında geçen diyalogda 1. ve 3. mektuplarda Kutb’ül Aktabı olarak gösterilmesini tasdik buyurmuşlardır. Gavsiyetine delil, vefatına bir yıl kala mana aleminde M. İhsan Oğuz Hz. Ahmed Bedevi Hz. leri Harput'a Ahmet el-Kürdi’yi ziyarete geldiğini görmesi ve kendisine  “Gavs Seyyid Ahmet el-Kürdi Hz. lerini ziyarete geldim” şeklinde hitap etmesidir. M. İhsan Oğuz, Seyyid Ahmed'in ferdiyete dair bütün hususiyetleri de  taşıdığını söylüyor. Ferdiyet makamı sahipleri Kutbun tasarrufuna girmeyen velilerdir. Kutbun irşad ve hidayet ışığı güneş gibi herkesi kapsadığından özellikle bilip tanınmasına gerek yoktur. Kutbun kim olduğunu bilmek ve şahsını görmek herkes için mümkün değildir. Kutupluk mertebesini elde etmek başka, kutupluk görgü ve yetkisine sahip olmak; o makama atanmak başkadır. Fiilen kutupluk makam ve yetkisi elinde olan ve iki cihan tasarrufu bizzat kendisine verilmiş bulunan zat, bu özel ünvanın sahibidir. Yeryüzünde Allah’ın halifesi odur. Zamanın sultanı bu şahsiyettir. O’nun mübarek vücudu kainatın ruhu gibidir. Bilsin bilmesin yaratılmış her varlığın yöneliş ve bağlılığı onadır. Hakkın has nazarının aynası o zatın kalbidir.




Allah dostlarının isim ve özelliklerini anmanın “salih kulların anıldığı yere Allah’ın rahmeti iner” sözü gereğince ilahi lütuf ve rahmete feyz ve berekete vesile olacağından şüphe yoktur.



ŞEYH ALİYYÜ’S-SEBTİ



Halid-i Bağdadi Hz. lerinin halifelerindendir. Diyarbakır’da 1777 yılında dünyaya gelmiştir. Mevlana Halid Hz. leri Abdullah Dehlevi Hz. lerinin emri üzerine Aliyyü’s-SebtiHz. lerini bularak misafir olmuşlardır. Beraber Şam halkını irşada gitmişlerdir. Hazret 5 sene sonra Mevlana Halid Hz. lerinden icazet almışlardır. Mevlana Halid Hz. leri kendine hilafet vermek isteyince kabul etmemiş “ben size bunun için hizmet etmiyorum” demiştir. Hz. Halid “ömrüm az kaldı, bir Halid daha bulamazsın” buyurmuşlar ve emretmişlerdir. Vefatından sonra Palu’ya gitmelerini emir buyurmuşlardır. Mevlana Halid Hazretlerinin emri üzerine Palu’ya gelmiştir.  Kendileri üveysi olarak Abdullah Dehlevi Hz. lerinin terbiyesine mazhar olmuşlardır.



Şeyh Abdullah Dehlevi, Hz. Mevlana Halid Hz. lerini Şam halkının irşadı için görevlendirmiş ve "Diyarbakır’da Aliyyü’s-Sebti’yi bulur, Şam’a beraber gidersiniz" demiştir. Aliyyü’s-Sebti Hazretleri, Abdullah Dehlevi hazretlerinden uveysiyyet yönünden terbiye görmüştür. 5 yıl sonra icazetini alan Aliyyü’s-Sebti Mevlana Halid Hz. leri vefat edene kadar hizmet etmişlerdir. (Üveysiyyet: Ruhaniyyet yönünden terbiye olunmak demektir. Büyüklerin çoğu bu yolla terbiye görmüşlerdir. Üveysiyyet yoluyla terbiye olunanların, kendisini terbiye eden mürşidi görmesine gerek yoktur. Bu yolla kemale ulaşanlar çok yüksek kabiliyet sahibi olanlardır. Bütün büyükler bu yolla terbiye olmayı önemli bir husus saymışlardır. Nitekim Üveys-i Karani Hz. Efendimizin ruhaniyetinden bu yolla terbiye görmüşlerdir. Aliyyü’s-Sebti hicri 1287 yılında vefat etmiş olup kabri Elazığ'ın Palu ilçesindedir.



SEYYİD AHMED ÇapakçurÎ :



1246 yılında Bitlisin Çapakçur ilçesine bağlı Kürd köyünde doğmuştur. Aslen Bağdatlı ve Hz. Hüseyin evladı bir seyyid olup Kürt değildir. 10-12 yaşlarında iken dağlarda koyun otlatırken bir zata rastlıyor. Kendilerinin halini soruyor. Biraz sohbet ediyorlar. Kendisinin her halinden haberdar olduğunu anlıyor. O zaman ancak fatihayı okuyabiliyormuş. İlim öğrenmeye çok arzulu imiş. O zat bu arzusunu anlayınca hemen ağzına üfürüyor. O anda her ilime sahip oluyor. O zat Hızır aleyhisselamdır.  Babası aldığı manevi emir üzerine 12 yaşındaki oğlu Ahmed'i  Aliyyü’s-Sebti'ye teslim eder. Aliyyü’s-Sebti’nin evinde kalıp özel bir  terbiye görmüş ve hilafet almıştır. Eğtiminden sonra aldığı manevi emirlerle değişik yerlerde irşadda bulunmuştur. Fakirane bir hayat yaşamış; birçok Allah dostu gibi kendisini gizlemiştir. Eserde kendilerinin 25 kadar kerameti naklediliyor. 1921 yılındaki vefatı sırasında Efendimiz (as)’den kendisine kadar gelen bütün Nakşbendi silsilesi zevatının ruhaniyetlerinin müşahede edildiği rivayet edilmiştir.



Muhammed İhsan Oğuz'un dİğer kİtapları:

Kur'an Virdi
Küçük boy ve normal kitap boyu olmak üzere iki ebadda basılan ve 40 sayfadan oluşan Kur'an Virdi; "Fatiha" ile başlayıp "Âyetü'I Kürsî, Âmenerrasülü, Kulilâhümme mâlikeimülk, Yâsîn, Lev enzelnâ, Esmâü'I Hüsnâ, Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs" süre ve âyetlerinden sonra yine Fâtiha sûresi ile son bulmaktadır. Kitapta, Arapça hattın yanısıra âyet ve sûrelerle Esmâü'I Hüsnâ'nın Türkçe okunuş ve anlamları da yer almaktadır.

Ârifler Silsilesi
Muhammed İhsan Oğuz'un mensûbu bulunduğu Sıddîkıyye ve Nakşibendiyye yolunun esaslarını, Cenâb-ı Peygamber'den Sıddîk-ı Ekber (Hz. Ebû Bekir) vâsıtasıyla kendilerine kadar gelen ve 33 zâttan oluşan silsile büyüklerinin hayat ve kemâlâtını anlatan, 4 cildlik bir eserdir.



Mektuplar
Muhammed İhsan Oğuz tarafından mânevî talebelerine ve bâzı ilim ehline yazılan, herbiri ayrı bir eser ve mânevî irşad niteliğindeki mektuplardan oluşan iki cildlik bir eserdir.

Yûnus Emre
Büyük Allah Dostu Yûnus Emre'nin tasavvufî hayâtı ile coşkulu hâl ve sözlerini; bağlı bulunduğu silsilede yer alan Hacı Bektâş-ı Velî'nin tasavvufî kişiliğini ve Bektâşîliğin nasıl bozulduğunu anlatan bir eserdir.



Şa'bân-ı Velî ve Mustafa Çerkeşî
Halvetîlik Yolu ve Halvetî pirleri Şeyh Şa'bân-ı Velî ve
Pîr-i Sânî-i Şabanî Mustafa Çerkeşî Hazretleri'nin hayatlarını, kerâmet ve kemâlâtlarını anlatan bir eserdir.




12 Büyük Velî
12 Büyük Tarîkat Pîri'nin kısa hayat hikâyeleri ile soy ve tarîkat silsilelerini konu alan; Allah dostlarının hâl ve kemâllerinden örnekler sunarak onların eriştikleri mânâ zenginliğinin zevk ve feyzini taddıran, Allah ve Peygamber sevgisinin ne olduğunu anlatan bir eserdir.

21 Soruda Tasavvufî Gerçekler
Çok önemli ilmî ve tasavvufî meselelere değinerek bunları değişik ve doyurucu bir üslûpla açıklayan; İslâm'ın büyüklüğünü, Allah ve Rasûlü'nün yüceliğini, insanın değerini ortaya koyan, her yönüyle nasıl gerçek bir insan olunacağını göstererek hak ve hakîkat arayan gönüllere ışık tutan bir eserdir.



Vahdet-i Vücûd
Üzerinde çok konuşulan ve tasavvufun en önemli meselesini oluşturan Vahdet-i Vücûd konusunu doğru ve yanlışlarıyla en gerçekçi biçimde açıklayan; ehilleriyle taklitçileri arasındaki farkı ortaya koyan; Vahdet-i Vücûd anlayışının İslâm tasavvufundaki yerini, tasavvuf yolunun insana kazan- dırdığı niteliklerle bu yolun makam ve mertebelerini, hâl ve özelliklerini akıl ve vicdanları tatmin edici bir tarzda anlatan bir eserdir.




İslâm'ın Özü
"1 - İslâm'ın Özü : Lâ ilâhe Illâllâh Muhammedün Rasûlullâh, 2 - Esmâü'I-Hüsnâ Şerhi, 3 - Peygamber Efendimiz'in Fizikî ve Ahlâkî Özellikleri, 4 - Yüce Dînimiz İslâm, 5 - Anne ve Baba Hakkı, 6 - Ellidört Farz" isimli eserlerden oluşan çok faydalı bir kitaptır.

İslâm Îlmihâli
Bir müslümanın bilmesi gereken Îman ve İslâm esasları ile ihlâs ve ahlâkın önemini, ibâdetlerin nasıl yerine getirileceğini, bunlara ilişkin çeşitli meselelerle hikmet ve özellikleri anlatan bir eserdir.

Dünya ve Âhiret Hayatı
Dünyâ hayâtının ne olduğunu, nasıl değerlendirilmesi gerektiğini; âhirette nasıl bir hayat yaşanacağını, cennetin ve nîmetlerinin güzelliklerini, cennette Allâh'ın nasıl görüleceğini ve bu görmenin meydana getireceği saâdetleri anlatan bir eserdir.

İslâm'da Mübarek Günler ve Geceler
Peygamber Efendimiz'in eşsiz kemâlâtını; üç aylarla bu aylarda bulunan mübârek gecelerin ve cumâ gününün fazîletlerini; Kâbe'nin Hazret-i İbrâhim ve İsmâil Aleyhisselâm tarafından Allâh'ın emri üzere inşâ edilişini, kurban olayı ile bu olayın hikmetini açıkla an bir eserdir.
İslâm'da Kazâ ve Kader
Zihinleri fazlaca meşgul eden ve genellikle yanlış düşünce ve davranışlara neden olan "Kazâ ve Kader" konusu ile İslâm âlimlerinin bu konuya ilişkin görüş ve düşüncelerini Kitâb ve Sünnet delilleri ışığında inceleyerek insan irâdesinin değer ve önemini ortaya koyan ve okuyanlara sorumluluk bilinci aşlayan bir eserdir.
7 Önemli Konu
"İslâm'ın temel kaynağı olan Allâh'ın Kitâbı ile Peygamber Aleyhisselâm'ın Sünneti'nin nasıl anlaşılması gerektiği, Kitâb ve Sünneti anlayıp uygulamakta iki önemli delil olan İcmâ ve Kıyâs'ın ne anlama geldiği, İslâm tasavvufundaki Vahdet-i Vücud meselesinin nereden kaynaklandığı, insanlar için Peygamber gönderilmesinin neden gerekli olduğu, kazâ ve kader inancı ile insan irâdesinin özgürlüğü" konularında kısa ve doyurucu bilgiler veren bir eserdir.
Sorular ve Cevaplar
" 1-Şüphelerin Giderilmesine, Kalbin Huzûra Ermesine İlişkin Beş Soru - Beş Cevap,
2 - Sorular ve Cevaplar,
3 - Şaşırmışların Kurtuluşu,
4 - İnsandaki Cüz'î İrâde"isimli eserlerden oluşan ve özellikle gençlerin zihnine ta- kılan soruları cevaplandıran bir kitaptır.



Şerîat ve Tarîkat Kavramları Zikir ve Tasavvuf Yolları

"Kibâr-ı Evliyâ, İşte Bu" - Mahmud Sami Ramazanoğlu

Hakîkatte Allah dostlarının insanlar tarafından övülmeye, senâ edilmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü yüce Rabbimiz onları sevmiş, derecelerini âlî eylemiş; onları seveni de kendisini seviyor saymış. Bu sevilenlerden bir tanesi de Sultânü’l-Ârifîn Adanalı Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Hazretleri’dir. ." Zaten onun hayatını dinleyen, yazan ve okuyan herkes, ister istemez büyük bir edep hâline bürünür. İnşâallâh, bu röportajımız da Mahmud Sâmî Efendi Hazretleri’nin özellikle edep hâlinden örnekler almamıza vesile olur.
O mübârek Allah dostunu, şimdiye kadar hep sevdiği müridlerinden ve onların hâtıralarından dinledik, tanımaya çalıştık.
Şimdi de Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’ni, en yakınlarından kendi âile efradından dinleyelim. Onun kıymetli torunları Melâhat ve Şeyma hanımlar, Mahmud Sâmî Efendi’mizin yanlarında bulundukları dönemleri ve geçirdikleri güzel günleri, Medîne-i Münevvere’ye hicretlerini ve ömrünün son anlarını bizimle paylaştılar.
Muhterem Sâmî Efendimizi daha yakından tanımak, sene-i devriyesinde hasretle yâd etmek, iki cihanda himmetlerinden istifade etmek niyâzı ile…
Sâmi Efendimiz, nasıl bir âilede yetişmişler, biraz bahseder misiniz?
Sâmî Dedem Adana’da, 1892 yılında dünyaya gelir. Doğmadan evvel şöyle bir hadise cereyan eder: Büyük ninemiz Ümmü Gülsüm Hanım, dedeme hâmileyken kapılarına yaşlı bir zât gelir. Evdeki yardımcı, kapıyı açınca, bu yaşlı zât, evin hanımı olan Ümmü Gülsüm ninemizi kapıya ister.
Büyük ninemiz, mahremiyete îtina gösterdiği için yardımcı hanıma:
“-Kızım, ne istiyorsa veriniz!..” der.
Fakat kapıdaki zât:
“-Hayır, mutlaka kendisi ile görüşmem lâzım!” diye ısrar eder. Bunun üzerine Ümmü Gülsüm ninemiz, kapının arkasından, ne istediklerini sorar. O yaşlı zât:
“-Kızım, çok büyük bir insana hâmile olduğunuzu biliyor musunuz? İnşâallah dünyaya geldiğinde ismini Mahmud Sâmî koyunuz! Sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben’i olacak.” der ve ardından bir gömlek ister. Gömleği getirdiklerinde o yaşlı zâtı kapıda bulamazlar. (Allâhu â’lem, bu zât Hızır –aleyhisselâm-’dır.)
Dedemin babası Müctebâ Ramazanoğlu, Adana’nın mâruf eşrafından, çok zekî, âlim, mükrim ve nüktedân bir zâttır. Zamanın padişahı, devlet erkânı ve gelen konuklar, Kervansarayında misafir edilip ikramlanır.
Dedemiz, lise tahsilini Adana’da tamamlar. Sonra babası üniversite için İstanbul’a yollar. O günkü ismiyle, “Dâru’l-Fünûn” yani Hukuk Fakültesini birincilikle bitirir. Hocası Ebu’l-Ulâ Mardin kendisine:
“-Senin nâsiyen, ahlâkın, ilmin ne güzel!..” diyerek takdirlerini belirtir. Askerliğini de İstanbul’da tamamlayan dedem, bir müddet Gümüşhanevî dergâhına devam edip sonra mânevî bir işâretle Pirimiz Es’ad Erbili Hazretleri’nin Kelâmî dergâhına intisab eder. Sonra da icâzetini alarak Adana’ya döner.
Mahmud Sâmî Efendimizle Râbia Annemizin izdivaçları, hangi vesile ile ve nasıl olmuş?
Mücteba dedemiz, oğlunu evlendirmek ister. Münâsib olabilecek üç isim tavsiye edilir. Dedem de, pîri Es’ad Erbilî Hazretleri’ne danıştığında; Efendi Hazretleri, Râbia Hacı Annemizi uygun görür.
O zaman büyük konaklarda oğullar ve gelinler ile hep beraber yaşanmaktadır. Fakat dedemiz, aynı evde oturmayı, mahremiyeti muhafaza açısından, uygun bulmadığı için ayrı bir evde oturmak istediğini söyler. Babası ise; bu işi zamana bırakıp, oğlunun aynı evde oturmaya zamanla râzı olacağını düşünür ve böylece tam beş sene, Râbia Hacı Annemle nişanlı kalırlar. Müctebâ Dedemiz, sonunda Sâmî Efendi Dedemizin kararından vazgeçmeyeceğini anlayarak, bahçeye onlar için müstakil bir ev yaptırır. Yemekler konakta pişip, Hacıannemlerin evine de sini ile yollanır. Adana’nın bu meşhur lezîz yemeklerinden dedemiz yemez; bulgur pilavı ve birkaç zeytinle iktifâ eder. Hattâ Râbia Hacı Annem de, efendisi yemediği için, kendisi de yiyemez, her defasında sini geldiği gibi konağa geri döner.. Bunu gören (Ümmü Gülsüm) Ninemiz yanlarına gelip:
“-Oğlum, niye yemiyorsunuz? Babanın kazancının helâl olduğunu bilmiyor musun, çok üzülüyorum, benim de boğazımdan geçmiyor!..” der. Dedem de:
“-Yediğime şükür elhamdülillâh!..” diyerek annesinin gönlünü almaya çalışır.
Bu şükür ifadesi, vefat edinceye kadar hep böyle sürer. Özellikle yemesi için ısrar ettiğimizde; yine mûtâdı üzere:
“-Yediğime şükür elhamdülillâh!..” derdi.
İcazetini alıp Adana’ya dönmüş olan dedem, insanları irşad etmek üzere yurt içi seyahatlerine çıkar. Ve Kayseri’ye gelir. Kayseri ulemasından Ahmet Kirazoğlu, dedemin evine misafir olur. Babam Ömer Kirazoğlu, o zaman küçük bir çocuktur; mevsimlerden kış, her yer karlarla kaplıdır. Dedemin kapı önünde çıkardığı pabuçların üzerinde biriken karları muhabbetle yer. Yıllar sonra da Rabbim onu, o büyük zâta damat eder.
Çok kıymetli babam da dedem gibi yüksek tahsilini İstanbul’da yapar. Teknik Üniversite’den yüksek mimar ve mühendis olarak mezun olur. Ve bütün talebelik hayatı boyunca da genç arkadaşlarını irşada uğraşır. Kayseri’ye döndüğünde evlendirmek isterler. Vâsıtalarla şeyhinin kızına tâlip olunur. Hacıannem, uzak memleket diye tek evladını vermeye gönlü râzı olmaz. Ancak Hacı Sâmî Dedem, bütün ağırlığını koyarak münâsib gördüğünü ve kızını, bu hayırlı namzede vermek istediğini söyler. Bu arada Ahmet Kirazoğlu dedemler, uzak mesafe konusunu hassasiyetle düşünerek:
“-Bin oğlumuz olsa Efendi Hazretlerine fedâ olsun, Ömer Adana’ya gitsin.” derler. Ve böylelikle Hacı Annemin de gönlü olur ve biricik kızlarını, babamla evlendirirler.
Babacığımın da ömrü dedeme, Hacı Anneme ve ihvâna hizmetle geçmiştir. Zaman zaman dedemin, sebebini çözemediğimiz maddî veya mânevî üzgün hâllerinde Hacı Annem, babamı çağırtıp, onu neş’elendirmesini isterdi. O da eski-yeni, güzel havâdislerden anlatarak ihvandan getirdiği iyi haberler ve okuduğu ilahilerle dedemi mesrur ederdi. Bu vazife de babama has bir durumdur!..
Rabia annemizle Sâmî Efendi Hazretleri’nin âile hayatı nasıldı?
Dedem, Hacı Anneme karşı son derece saygılı ve kibardı. Muhabbetini her hâliyle izhar eder, ona kendini hep özel hissettirdi. Odasına dahî girerken kapıyı tıklatırdı. Biz de onu örnek alır; hatta kapı açıkken bile tıklatıp girerdik. Geceleri yatağına geçerken, Hacı Annemin yanına gelir, elini eline alır, tebessümle gözlerinin içine bakarak musâfaha ederdi.
“-Allah, gecenizi, gecemizi hayırlı etsin.” diyerek duâlar ederdi. Bu her gece böyle olurdu! Onların bu sürûr tablosu, bizlere de mutluluk verir, hayatımıza ışık tutardı. Dedemin böylesi muâmelelerinden son derece hoşnut olan Hacı Annem:
“-Kibâr-ı evliyâ işte bu!..” derdi.
Kızına, torunlarına nasıl bir terbiye metodu uygulardı?
Dedem çok ehl-i tertipti. Düzensizlikten rahatsız olur, ancak hiçbir zaman bizi üzerek kırarak ikaz etmez; nazik bir şekilde uyarırdı. Yapılan hata ve olumsuzlukları kesinlikle yüze vurmaz; neden ve niçin kelimelerini aslâ kullanmazdı.
Küçük yaşta anneme, öğretmek istediği her şeyi güzel bir misalle örneklendirerek, yalnız bir defa söylerdi. Annem de, babasından gördüğü ve öğrendiği her şeyi küçük yaşından itibaren hayat boyu kendine düstur edinir.
Bunu herkes yapamaz. Bu da bir sanat… Allah dostları, ahlâklarıyla da sanat harikası gerçekten… Hem uyaracaksınız, hem kırmayacaksınız. Rabbim, bize de bu güzel hâllerle hâllenmeyi nasip buyursun!..
Âmin. Evet, tam ifade ettiğiniz gibi, bu Allah dostlarına has bir durum…
Namaz husûsunda tavsiyeleri nelerdi?
Onun bütün hayatı, ibadet üzre tanzim edilmişti. Namaz hususunda çok hassastı. Namaza vaktinden evvel hazırlanır, ezân okunmadan evvel abdestini almış olurdu. Mutlaka her namaz için abdest tazeler:
“-Nûrun alâ nûr!..” buyururdu.
Kışın biz kıyamaz, içeriye leğen-ibrik getirir, ılık su ile abdest aldırırdık. Ona ibrikle su dökerken bile bilinçli ve mu’tedil bir şekilde olmanız gerekirdi. Eğer hızlı ve bolca dökecek olursak, eliyle ibriğin ağzını kaldırır ve suyun fazla dökülmesinden rahatsız olurdu. Her hâli, tam bir sünnet üzereydi. Ve bu hâli hiç zorlanmadan yaşardı, âdeta artık onun fıtrat-ı tabiîyyesi hâline gelmişti.
Siz, en yakınıydınız. Birinci dereceden hizmet etme imkânı buldunuz.
Elhamdülillah, bütün ev halkı hizmetine büyük bir iştiyakla koşardık. Yapılan her hizmette rahmeti sezer, yorulmaz, hatta güç kazanırdık. Elhamdülillah tırnaklarını kesme hizmeti bana nasip olurdu. Bu, bana özel bir vazifeydi. Ona mahsus takımları alıp gelir, incitmeden dikkatle yapmaya çalışırdım. Her defasında dedeciğim, memnuniyetle gözlerime bakarak:
“-Esteıynu fî külli san’atin bi sâlihi ehlihâ: Her sanatta, o işe ehil olan salih kimseden yardım isteyiniz.” diye beni taltif ederdi.
Cenâb-ı Hak, size çok büyük nimetler vermiş, inşâallah iki cihanda bu nimetlerini arttırarak devam ettirsin.
Elhamdülillah, bunun farkındayız ve şükründen âciziz.
Râbia Annemiz, Sâmî Efendimize çok yardımcı olmuş, değil mi? Biraz da Râbia Annemizden bahsedebilir misiniz?
Hakikaten Hacı Annem, dedeme Allâh’ın ikramı idi. Her hâliyle ona uygun bir hanımdı. Âdeta birbirleri için yaratılmış, birbirlerine nîmet olmuşlardı.
Hacı Annem çok güzel bir müslümandı, hayatı boyunca hiç namaz borcu yoktu, nâmahrem günahı yoktu ve bir defa dahî çarşıya gitmemişti. Son derece temiz, tertipli, cömert; onca ihvana kapısını açmış, köyden, kentten gelen her türlü misafiri yedirmiş, yatırmış, gönüllerini hoş etmişti.
Ramazanlarda ve diğer günlerde evimizde hep dâvetler olurdu. Hacı Annem, mutlaka yemeklerin başına geçer ve çok bol yapılmasını isterdi. Yemekler bolca ikram edilmeli, yenmeli ve de artmalı ki; misafirlere paketlenerek evlerine yollanmalıydı. Hacı Annemin içi ancak böyle mutmain olurdu.
Yola gidenlere, yoldan gelenlere, hastalara tepsilerle yemek yollardı. Muharrem ayında aşûre çok büyük tencerelerle pişirilir ve büyük çorba kaseleriyle dağıtılırdı. Aşurenin üzerine konan yemişler, özenle kavrulur ve bolca kullanılırdı. Herkes onun aşuresini beklerdi.
Siz Râbia Annemizin, Efendisine desteğini anlatırken aklıma Hazret-i Hatice Annemizin Peygamber Efendimiz’e her hâlükârda yapmaya çalıştığı maddî-mânevî yardımları geldi.
Gerçekten aynen onun gibiydi. Şefkatle vakar, bir insana bu kadar mı yakışır?! Dînî hususlarda tavizsiz, sevgi ve ikramda akar su gibiydi.
Râbia Annemiz, Sâmi Efendi Hazretlerinden sonra vefat etmiş, değil mi?
Evet, iki sene sonra… Zaten dedem de arkasından çok gecikmeyeceğini işaret etmişti. Hacı Annemin vefatı da hayatı gibi ibretliydi. Ölüme çok hazırdı ve hiç korkmazdı. Hacı Annem çok güzel yaşadı ve imrenilecek bir şekilde Rabbine kavuştu.
Sene 1986, Kasım ayı, günlerden Perşembe…. Hacı Annem kalkıyor, evin mû’tad temizliği yapılıyor. Çeşitli yemekler hazırlanıyor, kendisi de banyosunu yapıp saçlarını tarıyor, tırnaklarını kesiyor. Tertemiz giyinip, beyaz örtüsünü örtüyor. Sanki her hâliyle gidişe hazırlanıyor. Ve ikindiden sonra bir hasta ziyaretine gidiyorlar. Akşamüstü eve dönüldüğünde sofrayı hazırlatıp, hepimizi yemeğe çağırıyor. Biz de yatsı namazlarımızı kılıp Hacı Annemin yer sofrasının etrafına diziliyoruz. Kendisi de yatsı namazını ezanla kıldığı için son vaktini de edâ etmiş oluyor.
Sofrada Hacı Annem tam karşımda oturuyordu. Daha bir lokma almıştık ki; Hacı Annem gözlerini kapamış, sessiz sedâsız, sağ yana doğru yavaş yavaş eğiliyordu.
“-Hacı Anneme bakın! Bir şey oluyor!..” dememle hepimiz yerimizden fırladık ve onu hemen oradaki yer minderine uzattık.
“-Hak!” dedi ve her şey bitti! Ama inanmak istemiyor; bir şeyler yapmak için çırpınıyorduk. Daha erkekler Harem-i Şerif’ten, yatsı namazından çıkmamışlardı. Kimseye ulaşamıyorduk. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. İkindide hasta ziyaretine gittiği eve, bu acı haber ulaştığında kat’iyen inanmamışlar:
“-İmkânsız, başka Hacı Annedir; Rabia Hacıanne daha ikindi vakti bizdeydi!..” diye bir türlü kabullenememişler.
İşte böyle… Hacı Annem, çok güzel yaşadı ve çok daha güzel bir şekilde Rabbine kavuştu. Allah rahmet eylesin, şefaatlerine nail eylesin.
Sâmi Efendi Hazretleri, Medîne’ye hicrete nasıl karar vermişler? Âilece hep beraber hicret edildi, değil mi? Hicretiniz nasıl oldu?
Hicret!… Âni verilmiş bir karar değildi! Âilemizin bütün fertlerinde Medîne’de yaşama aşkı vardı. Hicret, sürekli konuşulur, hiç gündemimizden düşmezdi. Herkesin hayali, orada yaşamak idi.
Sene 1977 Nisan ayı; hicretten önceki son umreydi. Yine bütün âile fertleri ve ihvanın ileri gelenleri ile Medine-i Münevvere’ye gidilmişti.
Annem:
“-Giderken hazırlıklı olun. Biz büyüklere ve zuhûrâta tâbîyiz. Kalın derlerse, kalırız!..” diye bizi uyarmıştı.
Ama o sene, umre ve Medine ziyaretimizden sonra İstanbul’a geri dönüldü.
Fakat o sefer esnasında çok değişik bir hadise yaşanmıştı. Dedem, büyük bir ihvan grubu ile Medine-i Münevvere’de ikamet eden, Pakistanlı Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretleri’nin evine ziyarete gidiyorlar. Misafirleri, oğlu Fadlurrahman Efendi karşılıyor. Ayakta sarılıp musafahalaşıldıktan sonra oturuluyor ve 45 dakika süresince hiçbir kelime konuşulmadan boyunlar bükülü, gözler kapalı, sükût sohbeti yapılıyor. Kimi sessiz ağlıyor, kimileri kendinden geçmiş vecd hâlinde... Gönülleri çok farklı boyutlara götüren bir âlem yaşanıyor. Sâmî Efendi Hazretlerinden gelen bir sinyalle, herkes bir anda ayağa kalkıp vedâlaşılıp dağılınıyor.
Yıl 1979, 11 Ekim… Günlerden Perşembe... Hüzünlü bir sonbahar günü… İhvan ağlıyor. Bizler çok heyecanlıyız. 12 kişi âile efrâdımız ve yakın ihvan grubu, hava limanına ulaşıyoruz. Uçağa bindiğimizde en önde; Dedem ve Hacı Annem oturuyorlar. Arkasında bizler ve daha sonra da ihvanlar… Koridorun sağındaki en önde ise; Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, âilesi ve arkada da ihvanı oturuyor. Bu nasıl bir tertib-i İlâhîdir?! …..
Dedem, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla iki kaşının ortasını tutarak yol boyu gözyaşı döküyor. Onu daha önce hiç böyle görmediğimiz için, hepimiz üzülüyor ve bir şey de yapamıyoruz. Hacı Annem, annem ve hatta babam, bir türlü gözyaşını dindiremiyorlar. Herhâlde ihvandan ve vatandan son ayrılığın gözyaşları diye yorumluyoruz….
Hicret etmek kolay değil!.. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Medîne’ye hicret ederken Mekke’ye dönerek gözyaşları içinde, “Ey Allah katında, Beldelerin en güzeli!.. Vallâhi, senden zorla çıkarılmış olmasaydım, aslâ çıkmaz, başka bir yeri yurt edinmezdim.” buyuruyor. Belki Efendi Hazretleri de bir hicret mahzunluğu yaşamıştır. İhvânlarından, vatanından ayrılıyordu tabiî... Mahmud Sâmî Efendimizle seyahatleriniz nasıl olurdu?
Yurtiçi seyahatlerimiz, genellikle Afyon Sandıklı Kaplıcaları ya da Bursa’ya olurdu. Arabayı, Hacı Musa Topbaş Bey Amca veya şoförü kullanırdı. Musa Efendi, çok güzel araba kullanırdı. Yollar şimdiki gibi düzgün ve asfalt değil; stablize, çakıl taşlı idi. O, büyük bir dikkat ile yolcularını sarsmadan menzile ulaştırırdı. Büyük Chavrole arabaya babam ortaya oturur; dedem de cam kenarında olurdu. Arkasında Hacı Annem, yanına da annemle ben otururduk. Arabanın içinde çıtımız çıkmazdı. Öksürmek, hapşırmaktan dahî haya ederdik, ama bu bize açıkça tembih edilmemişti. Öyle olması gerekirdi ki; öyle de olurdu! Dedeciğim, seyahatlerde yanında akide şekeri ve küçük nane şekerleri bulundururdu. Babama verir; o da önce araba kullanana ikram eder, sonra bize, arkaya uzatırdı. Biz de sessizce alır ve yerdik.
Mûsâ Efendimiz, Râbia annemizi anlatırken, “O kadar hizmetlerinde bulundum, Hacı Râbia Annemin sesini duymadım.” demişlerdi.
Doğrudur. Evimizde misafir olduğunda, bırakın ses duyurmayı, mutfaktan tabak-kaşık sesi dahî çıkmamasına dikkat edilirdi.
Mahmud Sâmî Efendi Hazretleri ile Mûsâ Topbaş Efendimizin muhabbetleri nasıldı?
Musa Efendi, çok özel bir insandı. Kibar ve zarifdi. Her hafta Dedemle mû’tad görüşmeleri olurdu. Dedeme ihvandan haberler getirirdi. O da büyük bir ilgiyle dinler, gerekli tavsiyelerde bulunurdu. Musa Efendi, ikramı çok sever, getirdiği hediyeleri beyaz kâğıtlara özenle kendisi ambalajlardı. Medine’ye âilemizin bütün fertlerine hediyeler yollar, paketlerin zarâfetinden kendisinin yaptığı anlaşılırdı. Üzerindeki etiketlerde yine onun inci gibi yazısı ile hepimize hitabı olurdu.
Sâmî Efendi Hazretleri’nin âile efradına özel sohbetleri olur muydu? Nelerden bahsederlerdi?
Tabiî olurdu. Zaten onun bütün konuşmaları sohbetti. Her yanına girdiğimizde, özellikle de nefsi tezkiye ve kalbi tasfiyenin zarurî gerekliliğini vurgulardı.
Bunun için de:
1- Namazı huşû ve huzur ile kılmalı,
2- Teheccüde kalkmalı,
3- Zikrullâha devam etmeli,
4- Oruç tutmalı ve az yemeli,
5- Sâlihlerle beraber olmalı.
Ancak bu beş şeye devam ile nefsi tezkiye, kalbi tasfiye etmek mümkün olur, nefis kademe atlar buyururlar:
“Boşuna yaratıldığınızı mı zannediyorsunuz?!” âyet-i kerîmesini de çok okurlardı.
Mahmud Sâmî Efendi’nin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetleri nasıldı?
Muazzam bir sevgisi vardı. Mübarek Medine’de yaşadığı süre boyunca hiç ayaklarını uzatmadı. Hep ayaklarını kıvırarak oturup yattığından, dizleri bükülü bir şekilde kireçlenmişti. Vefatında da sağ yanına dönük, dizleri büküktü. Hacı Musa Efendi gelip bu hâli gördüğünde:
“-Efendimiz edeb üzere yaşadı; edep üzere vefat etti!..” demişti…
Efendi Hazretleri’nin son zamanlarından da biraz bahseder misiniz?
Dedem kerâmetlere çok önem vermez, kendisi de gizli hâlleri, mânevî durumları izhar etmezdi.
Yalnız son zamanlarda, Abdullah bin Mes’ud -radıyallahu anh-’ın, Veysel Karânî Hazretleri’nin, İbrahim -aleyhisselam-’ın, Cebrail -aleyhisselam-’ın kendisini ziyarete geldiklerini söylemiş ve onların durduğu yeri işaret ederek:
“-Beni oraya indirin, namaz kılacağım!..” demişti.
İşaret ettiği yere seccâdesini yaymış, biz de orada namaz kılışını ve uzun uzun dua edişini haşyetle seyretmiştik. Sonra ev halkı olarak bizler de aynı yerde teberrüken namaz kıldık.
İbrahim -aleyhisselâm- teşrif ettiğinde, kendini:
“-Ben Allâh’ın Halîli’yim.” diye takdim etmiş.
Cebrail -aleyhisselâm- da:
“-Ben, Allâh’ın Cibriliyim!” buyurmuş.
Veysel Karânî hazretleri ise:
“-Ben Veysel Karânîyimmm!..” diyerek “mim”i vurgulayarak selamlamış.
Yine son rahatsızlık günleri idi. Dedeme çorba içirecektik. Arkasına yastıklar koyarak onu rahat bir şekilde oturtmak istedik. Her yastık ilavemizde, az daha öne geliyor ve bir türlü yastığa dayanmıyordu. Ben de:
“-Dedeciğim; lütfen dayanın, rahat edin, çorbanızı içirmeye ben yardımcı olacağım.” diye dayanması için ısrar ediyordum. Sonunda gözlerime bakarak:
“-Ben kulum, kul gibi yerim.” dedi.
Bu bile nasihat olarak yeter! Tam bir nebevî ahlâk...
Meğer o günler, dedemin son günleriymiş. Son ânına kadar kulluk bilincinden taviz vermedi. Medine’deki rahatsızlık döneminde zaman zaman doktorlar eve gelir, kontrollerini yapardı. Biz hanımlar dışarıda endişe ile duâlar ederek beklerdik. Doktor ayrıldıktan sonra içeriye girdiğimizde kendisini pırıl pırıl parlayan gözlerle:
“-Elhamdülillah, hâlime şükrediyorum.” diyerek Rabbine şükreder vaziyette bulurduk. Onun bu hâli, bizleri de rahatlatırdı…
Kıymetli torunları, Melâhat Akça ve Şeyma Yalçıntaş hanımlara, bu güzel hâtıraları bizimle paylaştıkları ve bizi de o mes’ud günlere götürdükleri için çok teşekkür ederiz. O kadar hissederek anlattılar ki, sanki o ânları yaşamış gibi olduk. Rabbim, cümlemizi Efendi Babamıza lâyık evlâtlar eylesin. Âmin.
Biz de size teşekkür ederiz. Bu vesileyle, dedemi ve o mesud günleri bir defa daha yâd etmiş olduk. Okuyucularımızdan istirhamımız, muhterem dedemi de duâ ve Fâtiha-i Şerifeler ile anmaları… Cenâb-ı Hak, hepimize, bu güzel hayattan ve örnek ahlâktan hisseler nasip etsin. Âmin.

Her türlü fazîlet ve kemâlâtı üzerinde cemeden bu zâtta, Allah ve Peygamber aşkı o derece kuvvetli tecellî etmişti ki, Rabbimizin izni ile her türlü hâl ve hareketi, Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet ahkâmına uygundu.
Bu bakımdan bu büyük velînin hâllerini abdestli olarak, büyük bir saygı ve itinâ ile okuyan veya dinleyen mü’minlerin, mânen istifade edecekleri muhakkaktır

Ali Ramazan Dinç Hocaefendi ile Yahyalı Hacı Hasan Efendi Hakkında Röportaj

 


Yazan Mahmut BIYIKLI   
Alemdar-<br />             Yahyalılı Aliramazan Dinç HocaefendiMuhterem Efendim Hakiki bir Hak aşığını Zarif bir güzeli, sizin dilinizden dinlemek istiyoruz. Hacı Hasan Efendi hazretlerini bize anlatır mısınız?
Eûzü billâhimineşşeytânirracîym Bismillâhirrahmânirrahim Hacı Hasan Efendimiz müşahhas, şahıs olarak ele alınacak olursa, hususiyetlerini ifade etmiş oluruz.
Bu durumda da velayetin bütün sırları ortaya konmuş olur. Ondaki hususiyetler, sıddıkıyet makamına gelen bir insanın bütün güzellikleridir. Onun için genel olarak anlatayım. Hacı Hasan Efendimiz (k.s.) takva ehliydi. Takva, bildiğiniz gibi şirkten küfürden nifaktan büyük küçük günahlardan ve mâsivadan yani Allah’ımızın (c.c.) razı olmadığı, bütün sıfatlardan kaçmaktır. Her işte rızayı ilahiyi gözetmektir. Bir bardağı dahi alıp ağzına doğru götürürken o suyun içindeki letafeti görmek, Allah’ımızın (c.c.) sırlarını görmektir. Mevlayı Zülcelalimizi razı edebilecek taatlarda bulunabildik mi” düşüncesine dalıp rızayı ilahinin haricine çıkmamaktır. Takva ehli, öyledir ki pikniğe bile gitse âlemde olan hadiseleri gözden geçirip ibret alıyor; Dağlara bakıyor, Cenab-ı Hakkın dağları birbirine nasıl yasladığını düşünüyor. Sulara bakıyor, suların akışını düşünüyor. Acaba bizim gözümüzden neden yaşlar akmıyor diye alemi bu tefekkür içerisinde okuyorlar. Semâya baktığı zaman onun sırlarını seziyor, benim gibi günahkârı nasıl gölgelendiriyor diye tefekkür ediyorlar. Üstadımız da daima bu tefekkür içerisindeydi. Her işleri takva esasına uygun bir şekildeydi. Hacı Hasan Efendimizin şahsında mükerrem insanın sadece takvasını anlatmakla bitiremem.
VERA SAHİBİYDİ
Hacı Hasan Efendimiz (k.s.) vera sahibiydi. Ne demek vera; harama düşerim korkusuyla helale bile dikkat etmek. Ashab-ı Kiram bir harama düşeriz diye on dokuz helali terk ettik diyorlar. Bir alış verişte gösterdiği hassasiyetten dolayı İbrahim bin Edhem Hazretlerinden ademiyet kokusu duyuluyor. Asıl gelmesi gereken koku rahmaniyet kokusudur.
H.Hasan Efendimiz (k.s.) rahmani kokuyu bütün hayatında aile hayatında, ticari hayatta, insanlarla münasebetinde her türlü tavrında gösteren bir kimseydi. Ondan anlatabildiğim bir bal tulumundan sadece dışarı sızanlar. Anlatılmakla bitmez… Niyazi-i Mısrî’nin “Bu Niyazi’den de Mevla görünür” dediği gibi, Hakk onların suretinde zûhur ediyor.
Bir günü nasıl geçerdi?
Evimiz biraz dardı. Biz çocuk olduğumuz için O’nun odasında kalıyorduk. Her ne zaman uyansam kendilerini ayakta görürdüm. Diz kapağını geçip topuklarına kadar uzanan öyle bir iç elbisesi giyerlerdi. Göbek ile diz kapağı arası mutlaka kapalı olurdu. Her gece teheccüd namazına kalkarlardı, evrad ve ezkâr okurlardı. Kadiri evradını Abdülkadir Geylani (k.s.) Hazretlerinin bin tevhidini okurlardı. Kur’anı Kerim’den mutlaka bir cüz her gün okurlardı.
Sabah namazlarına camiye giderlerdi, cemaata iştirak onların en büyük arzusuydu. Bir de sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar mescitte kalıyorlardı. O günlerde kahvaltı sabah namazından sonra hazırlanıyordu. Üstadımız bir türlü gelmiyorlardı, annemiz bizi gönderirlerdi. Biz varırdık, zorla kaldırmaya çalışırdık, öyle gelirlerdi ve sofraya otururlardı.
Kendilerine süt ikram edilirdi. Üzerinde, “Aşıka Bağdat yakındır” diye Arapça bir yazı bulunan bir fincanı vardı, bundan içerlerdi. “Oğlum aşıka Bağdat yakındır” sözünden, ben Allah’ın (c.c.) kuluna yakınlığını düşünüyorum.” “Ve nahnu ekrabu ileyhi min hablilveriyd. (Biz kulumuza şah damarından daha yakınız.) Bu ayeti celileyi tefekkür ediyorum derlerdi. Bir fincandan kahve içerken bile böyleydiler.
Kitaplara olan aşkını biliyoruz. Hangi zaman dilimlerinde kitap okurlardı?
Öğle ve ikindi vakitleri arasında kitap okurlardı, kitapları çok güzeldi. Ev ile bahçemizin arası iki yüz veya üç yüz metre, buraya gidene kadar bile kitap ellerinde okuya okuya giderlerdi. Oradaki ağacın altı temizlenir, sulanır, minder konur orada okurlardı. Yine öğle yemeği hazırlanır, beklenirdi. Kitapları bırakıp gelemezlerdi. Kitap ellerinde, sürekli okumaya devam ederlerdi. Anamız tebessümle “elinden kitabı alın, elinden kitabı alın.”derdi bize. Çocuk olduğumuz için elinden kitabı alır kaçardık Ondan sonra biraz nasihat ederlerdi, sofraya otururlardı. llme de ilim ehline de çok muhabbetleri vardı.
Görüşmeler ne zaman olurdu efendim?
Saat dokuz veya on artık o mevsime göre değişirdi, Çok düzenli ve intizamlıydı. Mesela sözleşilen saat dokuzsa saat dokuzdan sonra gelen içeri alınmazdı, mutlak o saatte gidilecek. Herkes sırayla gelir ve neyi ifade ediyorsa onu konuşurlardı. insanın ruhunu karşısına alıp da konuşur gibiydi. Soru hazırlayanlar oluyordu, mesela birisi geldi, dokuz tane sorum var sorulacak dediler, sekizini sordular, cevaplandı. Biraz sonra istirahat odalarından yürüyerek geldiler, “dokuzuncu sorunuzun cevabı şudur” dediler. Cenab-ı Hak gönül gözlerini açmış. Tabii biz Hacı Hasan Efendimizi kerametleriyle ölçecek değiliz. Ama keramet de istikamet üzere yaşayanlarda olur. Burayı hususen vurguluyorum, “keramet müstakim olan insanlarda zuhur eder.” İtikâd kaidesidir akaidimizde, enbiyalarda mucize, velilerde keramet olur. Ama kerametin gizlenmesi vaciptir. Keramete değer vermezler istikamete önem verirlerdi.
Çok seyahat ederler miydi Efendim?
Seyahatları çoktu. Af buyurun, merkebine binerler, çantasını ellerine alıp köylere kadar giderlerdi. Orda dinimizi anlatmak insanların kalplerini İslama ısındırmak için konuşurlardı. Köyümüze dönmediği günler çoktur. Mesela bir Kayseri’de on beş gün kaldığı oluyordu. Orda yüzlerce insanla görüşürdü. Gitmediği gün yoktu, biz günlerce evimizde yalnız kalıyorduk. Evin ihtiyacı nedir, tesbit eder, onu mutlak bırakır, bizim ihtiyacımızı görür, kendisi de bu hizmetlerden katiyen feragat etmez, ayrılmazdı. Çünkü Üstadı Sami Ramazanoğlu (k.s.) Hazretleri onu teşvik ediyorlardı.
Zamanın büyüklerinden kimlerle görüşürlerdi, diğer cemaatlere bakış açıları nasıldı?
Çok güzel bir soru. Bu soru için özellikle teşekkür ediyorum. Bazı tatsızlıklar duyduklarında “Bu mübarek din yolunda tatsızlık tartışma olamaz” buyururlar “Ben hasetlik nedir bilmem” derlerdi. Evimize Sivas’tan Hafız Hakkı diye bir zat gelmişti, manevi eğitimle meşgul olan bir zat. Hafız Hakkı Efendiye gösterdiği hürmete hayran kalmıştım... Üstadımız bizzat arabaya binip kilometrelerce giderek onu kılavuzlardı. Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerini hususen ziyaret ediyorlar, onunla görüşüp konuşuyorlardı. Seyahate gittikleri yerlerde büyük zatlar varsa onlarla buluşur ziyaretleşirlerdi. Said-i Nursi Hazretlerinden çok bahsederdi, onun eserlerinden misaller verirlerdi. Said-i Nursi Hazretlerini çok sevdiklerini söylerlerdi. Mesela kendi mesleğinden olan Kayseri’de, Sami Efendi Hazretlerinin görevlisi olan Hacı Şaban Kavafoğlu. Kayseri’ye gittiği zaman mutlaka yanına varırdı. Hiçbir kimsenin ayağına gelmelerini beklemediklerini biliyorum, onlar gelmeden kendisi giderdi. Bunun yanında en çok ilim ehline çok saygı duyarlardı. Büyük zâtlar için, ‘’Dinimize hizmet ediyorlar, bizim de her yere yetişmemiz mümkün değil, hepsini sevmeliyiz. Onlar da oralarda halkın ıslahına vesile oluyor, milletimizin birbirini sevmesine, saymasına, kardeşlik esasına özenmesine gayret ediyorlar.’’ derler, sena ile överlerdi.
Said-i Nursi Hazretleriyle görüşmeleri olmuş mu Efendim?
Cisim olarak görüşmeleri yok ama çok güzel sevgi ve muhabbet oluşmuş aralarında. Eserlerini çok okurdu ve ondan çok misaller verirdi.
Sünnete riayet konusunda yaşadığınız bir hatıranızı lütfeder misiniz?
Kendileri çok rahatsızdı, ayağa kalkıp da lavaboda ellerini yıkayacak durumda değildi, buna rağmen bir leğen getirilir ellerini yıkamadan sofraya oturmazlardı. Yemeğe tuz ile başlar tuz ile bitirirdi, yemekten sonra da ellerini yıkarlardı. Mesela son zamanlarında hayatına mal olacak çok hastalıklar vardı, ayağa kalkacak durumları yoktu. Buna rağmen farzı kıldılar, dediler ki: “Rasulullah’ın sünnetini nasıl terk ederim, sünneti de kılacağım” dediler. Çok zor eğilip kalkmasına rağmen sünneti yerine getirdiler. Sünnete çok riayet ederlerdi.
Ağır hastalıklarında bile ibadete olan aşklarından vazgeçmiyorlar. Bu ne büyük aşk efendim?
Hastanede kalp uzmanı Doktor Servet Bey, “merhaba bile deme, kalp damarların durur” diyor. Doktora cevaben “Allah’ımızın (c.c.) bir damarı değil dolu damarları var” diyor. Ondan sonra ziyaretine gelenlerle görüşmeler konuşmalara devam ediyor. Yine doktorlardan biri, Efendimize “secdeye varma çok rahatsızsınız” demiş, “Doktor Bey lütfen bunu bana demeyin, ben secdesiz yaşayamam” demiş. Doktor eve varınca “Böyle hayatına mal olacak hastalıklarda bile taatlerinden vazgeçmiyor, biz sıhhatimizde afiyetimizde ne yapıyoruz” diye düşünüyor ve namaz kılmaya başlıyor.
Çok teşekkür ediyoruz efendim.
Ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.

AHMET ŞEVKİ ERGİN

AHMET ŞEVKİ ERGİN HOCA EFENDİNİN HAYATI VE KİŞİLİĞİ



Dr.Ali Şakir ERGİN'in Dilinden "EFENDİ BABAM"
  
Ailemizin Soy Kütüğü:
Ailenin baba tarafından bilinen en eski kişisi Derviş Süleyman Efendi'dir. Bunun iki oğlu vardır. Birisi sonradan "Büyük Şeyh" diye anılacak olan Ahmet Efendi, diğeri de Mustafa Efendi'dir. Bir de kızı varmış'. Babalan Çalatlı Köyü'nde yerleşmiş olan Derviş Süleyman Efendi, 1700' lü yılların sonlarında çocuklarını okutmak üzere Yozgat 'a göç ederek yerleşmiştir.Şeyh II. Ahmet Efendi'nin Rızaeddin Efendi, Sadreddin Efendi, Muhyiddin Efendi,Hafız Hayredin Efendi ve Abdullah Arif Efendi adlarında beş erkek evladı olmuştur.
Şeylızade Ahmed Efendi diye bilinen babam, Şeyh H.Ahmed Etendi'nin beşinci oğlu Abdullah Arif Efendi ve Hafize Hanım çiftinden olma torunudur. Ahmed Şevki Ergin ve Ömer Faruk Ergin olmak üzere iki kardeştirler.
Şeyh Hacı Ahmed Efendi babasıyla birlikte çok küçük yaşta Yozgat'a gelmiş ve Çamlık altında bugünkü Taşköprü Mahallesi'ndeki yerinde yerleşmiştir. Medrese tahsilini Yozgat'ta tamamlamış, genç yaşta manevî ilimlere ve tasavvuf yoluna merak ederek çalışmaya başlamış', kendisine seyahat emredildiği için yurt içinde ve dışında pek çok seyahatler yapmıştır. Nihayet Horasan diyarından gelmiş ve Çerkeş Şeyhi diye tanınmış "Pîr-i sânî" lakabıyla anılan Çerkeşli Mustafa Efcndi'yc intisap ederek, ondan aldığı icazet ile, Yozgat'ta Halveti tarikatı tekkesini kurar ve maddî manevî ilimlerle halkı irşada başlar. İki defa İstanbul'a gitmiş Padişah Sultan Abdülmecid Han, Hanımı Şevkefza Kadın ve Şehzade V. Murad Han ile görüşmeleri olmuş, padişah ailesinin ilgi ve sempatisini görmüş, atiyye ve ihsanlara mazhar olmuştur.
V, Murad'la mektuplaşmaları olmuş, Sivas Valisi Münip Pasa ve daha başka devlet ricalinden birçok kimse kendisine intisap ederek dervişi olmuşlardır. Kendileri Muammerîndendirler. Yani. yüz seneden fazla ömür yaşayanlardandır. H.1313/ M. 1896 senesinde 123 yaşlarında vefat etmiştir. İki defa evlenmiş, ikinci evliliğinden beş erkek çocuğu olmuştur. Gayet sıhhatli yaşamış, iyi at biner, kılıç kuşanırmış, sportmen vücutlu, pehlivan yapılı olup güreş ve yüzme bilirmiş. Sağlığında üç defa hacca gitmiştir. Üçüncü gidişinde yaya olarak ve hîç-bir azık almadan hacca gidip-gclmiştir. Vefatında, yaptırdığı caminin avlusuna defnedilmiş, bir yıl sonra oğlu Şeyh Muhyiddin Efendi, kabri üzerine şimdiki türbeyi yaptırmıştır.
Çocukluğu:
Efendi Babam, Şeyhzâde Ahmed Şevki Ergin, Yozgat'ta 1322/1906 yılında doğmuştur. Şeyhzade lakabıyla tanınmış olmasına rağmen, kendisi Büyük Şeyh Hacı Ahmcd Efcndi'nin torunu ve beşinci oğlu Abdullah Arif Efendİ'nin büyük oğludur. Anneleri ise Hacıvcli Ağa soyundan Müderris Mehmed A1İ Efendİ'nin kızı Hafize Hamm'dır. Küçük yaşta babasını kaybetmiş; çocukluğu, amcaları ve dayılarının himayesinde geçmiştir. İkİ çocukla dul kalan anneleri Hafize Hanını daha sonraları kayınpederi olacak olan amca-zâdesİ Müderris İ. Ethem Etendi ile evlenerek, onun himayesine girmişlerdir.
Tahsil Hayatı:
Efendi Babam, küçük yaşta Cevheri Ali Efendi Medresesi'ndeki mahalle mektebinde tahsil hayatına başlamıştır. Büyük Ali Efendi ve Derviş Efendi Hocalar'ından feyiz ve ilk derslerini almıştır. Bir ara Sultanîde orta okula başlamış ve Yozgat'ta Demirli Medresc'dc açılan Daru'l-Hilâfe Med-resesi'nİn İptida Hariç üçüncü sınıfına kadar burada okumuş ve bu okulun kapalı imasından sonra tahsiline devam etmek üzere İstanbul Daru'l-Hilafcsi üçüncü sınıf imtihanlarını verip, bir üst bölüm olan İptida Dahil birinci sınıfına devam etmiştir. Bu sınıfta iken, okuduğu bu okullar lağvedilmiş, aynı yıllarda açılan İstanbul İmam Hatip Okulu son sınıfına kabul edilerek, devam etmeye başlamıştır. Bu sırada tutulduğu bir hastalık dolayısıyla ameliyat olup, uzun süreli istirahat aldığı için, okuldan tasdiknamesini alarak Yozgat'a dönmüştür. İstanbul'da bulunduğu sırada da âlim ve fazıl kişilerin peşinde dolaşmış onlardan istifade yolları aramıştır. Fatih Müderrislerinden Gümül-cineli Mustafa Efendi, bir vesile ile kendisine buralarda dolaşmamasını, Yozgat'a gidip Dcdik-hasanlı Şakir Efendi'ye intisap etmesini tavsiye etmiştir. Yozgat'ta 1925 yılında öğretmenlik için müracaat etmiş ve Şakir Efendi'yc yakın olmak amacıyla da merkez Karga Köyü vekil öğretmenliğini tercih ederek göreve başlamış, böylece hafta sonlarında ve tatil günlerinde sıkça ziyaret ettiği, daha sonra ömrü boyunca da unutamayacağı değerli hocası Şakir Efendi'den ilk manevî derslerini ve feyizlerini almaya başlamıştır. Bu görüşmeler 1937 yılında Şakir Efendi'nin vefatına kadar devam eder. Daha sonra Ethem Efendi ve Mehmet Hulusi Efendilerle de görüşmesine rağmen, arayışa devam eden Şeyhzade Ahmed Efendi; birkaç yıl sonra gördüğü bir rüya ve Mehmed Hulusi Efendi'nin de tavsiyesi île, Mustafa Hulusi Efendi ile yine İstanbul'da buluşur. Rüyası gerçekleşir ve Mustafa Hulusi Efendi kısa zamanda bütün Letâif i telkin ile onu yetiştirip olgun hale gelmesine yardımcı olur. Ayrıca kendisi hakkında takdir ve iltifatları da vardır.
Evlilikleri:
Efendi Babam, hanımlarının vefatı dolayısıyla üç defa evlilik yapmıştır. İlk evliliği Vekil Öğretmen olarak görev aldığı sene (17 Haziran 1925' te) Amcazadesi Ethem Efendi'nin kızı Şak ire Hanım'ladır. Bu hanımdan iki kızı, bir oğlu hayattadır. Birinci hanımın 1934 yılında vefatı ile, 6 Ağustos 1934 tarihinde Abdi Ağazâde Ahmed Efendi'nin kızı Müferriha Hanım'la ikinci evliliğini yapar. Bu hanımdan olan iki oğlu hayattadır. 26 Mayıs 1980 tarihinde ikinci hanımının da vefatı ile 19 Şubat 1981 tarihinde Yeşilhisarlı Kadın Ayşe ile üçüncü ve son izdivacını yapmıştır. Bu hanımından çocuğu yoktur ve hamını hayattadır.
Memuruyeti:
Efendi Babanı. İstanbul'da İmam-llatip ve diğer okullardaki öğrenciliği yıllarında, Dedesi Müderris Mehmet Ali Efendi'nin ders arkadaşı olan hocalarının tavsiyesi ve o zamanki İstanbul Müftüsü Mehmet Fehmi Efcııdİ'nİn yardımlarıyla, ilk defa Kapalı Çarşı'daki bir mcscidde aylık iki buçuk lira maaşla imamlık yaptığını zevkle anlatırdı. Yozgat'a döndükten sonra ilk resmî görevi Karga Köyü öğretmenliğidir. Bu köyde 16 yıl kalmıştır. Dört yıl gezici başöğretmenlik yaptıktan sonra, İl Millî Eğitim Müdürlüğü Köy Bürosu'nda görev almıştır. Bu görevde iken Yozgat'la 1953 yılında açılışın da büyük emek ve gayret saıfettiği İmam-Hatip Okulu'nda on yıl kadar (öğretim kadrosu tamamlanıncaya ~ dek) meslek dersleri (Arapça, Akaid, Din Dersi, Siyer ve Ahlâk) öğretmenliği, daha sonra da liseye bağlı ortaokulda din dersi öğretmenliği yapmış, Yozgat 'ta görevde bulunduğu müddetçe 1987 yılı so-ııuna kadar dedesininin adıyla andan camide fahrî olarak imam ve hatiplik görevinde bulunmuştur. Nihayet - 1971 yılında, 47 yıllık devlet . hizmetinden sonra 65 yaşını doldur- - düğü için yaş haddinden emekliye ayrılmıştır. İki defa askerlik görevi yapmıştır. Birincisinde ilk altı aylık kıta hizmetini yapmak üzere Dörtyol'daki 7. Tümen 41. Alaydaki hazırlık kıtasına l Kasım 1929 tarihinde katılmıştır. İstanbul Yıldız İhtiyat Zabit Lv.Yd. Subayı olarak l Nisan 1930 da görev almış ve 41.Tüm. 19. Alay iaşe subaylığından l Nisan 1931 tarihinde terhis olmuştur. İkinci Cihan Harbi yıllarında ikinci bir askerliği daha vardır. Bu askerliğine de 41 .Tüm. 97. Alay 3.Tabur iaşe subayı olarak 10.10.1941 tarihinde katılmış ve 20 Ocak 1942 tarihinde üsteğmenliğe yükselmiş, aynı kıtadan 29 Mayıs 1943 tarihinde üsteğmen olarak terhis olmuştur.
Tasavvııfî Hayatı:
Efendi Babam, tasavvufun her dalında zengin bilgi birikimi ve tecrübe sahibidir. Görüştüğü ve derslerine devam ettiği olgun insanlardan sağladığı yetki ile Nakşı, Halveti ve Kadirî telkinalında kâmil bir mürşiddir. Nakşilik'te Ayazma Camii İmam-Hatibi Mustafa Hulusi Efendi'den; Halvetîlik ve Kadirîlikte ise görevi (ceddinden devam eden kolun son temsilcisi olan) Damatzâde Necip Efendi'den devralmıştır.
Günlük Hayatı:
Efendi Babam, günlük hayatında herkesten farksız sade bir insandı. Toplumun her kesimindeki faaliyetlere katılırdı. Sâde ve gösterişten uzak bir hayat tarzı vardır. Hareketlerinde son derece sükûndu, temkinli bir tavrı vardı. Büyük-küçük karşısındaki kim olursa olsun insan olduğu için saygıya değer görür, konuşurken yumuşak sesiyle, konuştuğu insana doğru dönerek, yüzüne baka baka konuşmasını yapardı. Kılık kıyafetine dikkat eder, temiz giyinir, ev ve dışarı kıyafetini değişik seçer, toplum içine çıkarken genelde ayakkabı dahil, açık renk veya beyaz giyinmeyi tercih ederdi. Anî ve fevrî hareketlerden kaçınır, aheste yürür, yürürken önüne, ayaklarının basacağı yere doğru bakardı. "Koşmak insanın vakarını bozar, der ve hiçbir zaman koşmazdı. Gerektiğinde hızlı yürür, ama telâş etmezdi. Hoşuna gitmeyen söz ve olaylarla karşılaştığında da İtidalle neticeyi bekler ve böyle durumlarda yanındakilere şu iki tavsiyede bulunurdu: "Ya kızmayacaksınız, ya da kızdığınızı belli etmeyeceksiniz." "Kızmak yasaktır, öfkeyi yenmek esastır. Hele öfkeli insanları yatıştırmak için söylediği şu i/ahı ise ayrı bir güzellikledir. "Öfke şeytan işidir, şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ise cehennemin temel maddesidir. Dolayısıyla; öfke, sahibini yakar, dikkatli olmalıdır." derdi. Giyim-kuşamı düzenli olduğu gibi, günlük hayatta zamanı da düzenli kullanır, ibadetlerini belirli zamanlarda yaptığı gibi günlük işlerini de düzenli ve belirli zamanlarda yapardı, inandığı gibi düşünür, düşündüğü gibi yaşamaya gayret ederdi. Kendisine müracaat eden herkese imkân nisbctinde yardımcı olmağa çalışır, kimseyi reddetmemeye gayret ederdi. Kendisine herhangi bir konuda istişare etmeye gelenleri önce dinler; olumsuz cevap vermesi gereken kimselere bile, incitmemek için olumsuz cevabı doğrudan söylemez, bir fıkra, bir hikâye veya büyüklerin hayatlarından alınmış menkîbeler anlatarak muhatabını ikna etmeye çalışırdı. Bir asra yakın yaşadığı acı tatlı hatıralarla dolu bir ömür Osmanlı'nın son döneminden başlayarak Cumhuriycl'c ve iki binli yıllara kadar uzanan hayat görgü ve tecrübesine ilave olarak Anadolu'nun yoksul köy hayatından başlayarak şehirde düğümlenen yarım asırlık dev-lel tecrübesi millî ve manevî değerlere bağlı olarak beraberce yürüttüğü devlet ve memuriyet hayatı onu mükemmelleştirmişti. Aldığı dînî eğilim ve öğretimden sonra bu uzun yıllar içerisinde kendi şahsî gayreti ile çalışması, içinde bulunduğu çevre ve seçerek görüşüp istifade ettiği maddî manevi birikimi O'nu bir kâmil zatın tabiriyle "yeryüzünde insanların imrendiği, ;ökyüzünde meleklerin gıpta ettiği insan; Şeyhzade Ah-mcd Efendi " yaptı. Çocukluğundan beri hiç namaz borcu olmadığını söylerdi. Sabahları erken kalkar, memurken her sabah tıraş olur daireye yürüyerek gider ve gelirdi. Yolda yürürken karşılaştığı herkes büyük küçük ona selâm verir, o da kendine selâm verenlere sözle ve başıyla selâm vererek karşılık verirdi. Okul çocukları ailelerinden veya öğretmenlerinden öğrendikleri şekliyle yol kenarlarında yan yana dizilerek başlarıyla okul selamı verirlerdi. Çocukların selâmına da büyük adamlar gibi tebessümle mukabele ederdi.
Emeklilik Sonrası:
Efendi Babanı, 13 Kasım 1971 tarihinde yarım asra yakın bir zamandır çalıştığı memuriyetinden yaş haddi sebebiyle ve kanuni meeburiyctlc emekli oldu. Emekli olduğunda, üzerinde yılların yorgunluğu bulunmakla beraber sıhhatli idi. Görevden ayrılma kendi isteği değildi. Çünkü O, insana her görevin Allah Teâlâ tarafından verildiğini söyler, o görevi istemiyorum demek de korkarım Allah' (e.c.)ın verdiği bu görevi beğenmiyorum anlamında, isyan mânâsına gelir derdi. Bu sebeple de Erzurumlu İsmail Hakkı Hz.nin :
"Hak şerleri hayr eyler,
Zannetme ki gayr eyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler"
mısralarını sık sık tekrar ederek , "Rabb'imİn seçerek halkettiğinde hayır vardır" diye mırıldanarak tam bir teslimiyet örneği gösterirdi. Emekli olduktan sonra çevresine ve 1947 yılıdan beri fahri olarak yaptığı dedesinin camiindeki imam-hatiplİk görevi ile ibadetlerine daha fazla bir zaman ayırmak için, dünya işlerini tasfiye etti. Bos vakitlerini tam manâsıyla ibadetlerine ve dostlarına tahsis ederek onlarla sohbet imkânı buldu Sohbetlerinde daima Kur'an ve Sünnet ışığında iyîye-doğ-ruya ve güzele karşı sevdirici ve öğretici, aynı zamanda etkileyici bir üslûpla konuşur, lıerkesi de dinletirdi.
Dinî İlimlere Vukııfiytrti:
Efendi Babam, küçüklüğünden beri dinî kültür çevresinin içinde bulunmuş ve tahsil hayatı da bu kültüre paralel olarak gelişmiştir. Osmanlı döneminde ilk olarak başladığı medrese tahsili ve buna dayalı olarak devam ettiği okullar, din kültürüyle eğilim ve Öğretim yapan kurumlardır- Ne var ki, Hoca Efendi, sadece bu okullarda aldığı bilgiyle iktifa etmemiş, "ilim mü'mınin yitiğidir, nerede bulursa alır, "hadisinin mucibince ömrü boyunca kendinden üstün ve bilgili kimseler aramış sormuş ve onlardan istifade yollan aramıştır. Kendisi hâfız-ı Kur'an değildi, ama bir hafız kadar seri okuyabilirdi. Her gün bir cüz okur ve her ay bir hatim yapardı. Kısa veya uzun süreli seyahatlerinde de Kur'an-ı Kerîm'ini beraberinde götürürdü. Okumayı sever, lıerkesi okumaya teşvik eder, kendisi de okuyarak her geçen gün yeni bilgiler öğrenir ve kendini yenilemesini bilirdi. Çeşitli Kur'an tefsirleri ve hadis meal ve şerhlerini okur, Önceden bildiği ve onlardan öğrendiği yeni bilgileri de sohbetlerinde anlatarak dostlarıyla paylaşırdı. Konuşmak istediği her konu ile ilgili âyet ve hadisleri ezberden okur, konuşmalarına okuduğu bu âyet mealleri ile başlar, sonra aynı konuda bir kaç hadis meali de ilave ederek sözlerini daha sonra güzel dilek ve tavsiyelerle bitirirdi.
Hac ve Umre Hatıraları:
Efendi Babam, ilki 1959 yılında olmak üzere, yedi defa hac ve üç defa da umre ziyareti yapmışlardır. Bunlardan ilk haccına yalnız gitmiş, diğerlerinde aile çevresinden ve dostlarından bazı arkadaşlarıyla birlikte olmuştur. İlk hac ziyaretinde bayram öncesi kontrol ve hazırlık yapmak için Kabe'nin içine giren Arap görevlilerle beraber, O da içeri girmek fırsalı bul-mu!j. Kabe binasının içinde dörl yöne de ayrı ayrı nama? kılmış daha sonra Kabe'nin damına çıkmış, içinden ve dışından Kabe'yi yakından inceleme fırsatı bulmuştur. Ben, Efendi'nin hem hac ve hem de umre ziyaretinde beraberinde olduğum oldu. Özellikle hac mevsimindeki o mahşerî kalabalığın arasında yapılan toplu ibadetlere dahi son derece sakin, telâşsız ve gönül huzuru içinde büyük bîr teslimiyetle hazırlanır ve cemaatlere iştirak ederdi. Hele O'nun tavaf esnasındaki huşu içinde yürüyüşü sırasında bütün insanların koşarak, İtişerek birbirine yapıştığı yerde, önden sanki birilerinin yol açıyormuş gibi önü (nün) boşalarak rahatlık içinde tavafa devam ettiğini görmek, insanı hayrete düşürmeğe yeter de artardı bile. Diğer ibadetlerinde olduğu gibi hac ve umre ibadetlerini de: sanki vasadığı dünyayı unutmuş, başka bir dünyadaymış-casına vecd ile yerine getirirdi.
Sünnet Anlayışı:
Efendi Babam'm sünnete uyma konusuna gelince: Sahabe-i Kiramdan bazılarının H?,Âişe validemize gelerek "bize Peygamber Efen-dimiz'in ahlâkını anlatır mısınız?" diye sordular. O da cevap olarak: "Siz hiç Kur'an okumuyor muşunu?.?" diye sormuş. Onlar, evet okuyoruz deyince "İşte O'nun ahlâkı Kur'an'dır" diye cevap vermişti. İşte Efendi'nin ahlâkı Peygamber ahlâkının ve sün-net-i seniyyenin günümüze yansıdığı en güzel bir eanlı örneğini teşkil etmekteydi. Peygamber Efendimiz'in hayata dair tavsiyelerini imkân dahilinde uygulamaya çalışır, ibadetlere taalluk eden kısımlarını îfa etmekte de asla ihmâl ve tekâsül göstermezdi. İbadetlcrindekİ dikkat, ciddiyet ve esasa riayet (ta'dîl-i erkân) nafile ve sünnetlerde de farzlardan farksızdı ve hepsini eksiksiz bir şekilde yerine getirirdi. İbadeti, hakkıyla ibadet olarak yapardı.
Tarih Anlayışı:
Efendi Babam, dinine, milletine devletine ve kültürüne aynı derecede bağlı ve saygılı bir insandı. Kimse hakkında kötü söz söylemediği gibi başkalarının da geçmişle ilgili kötü konuşmasına asla müsamaha etmez derhal müdahale ederek din ve devlet büyükleri hakkında iyi ve olumlu şeyler konuşulmasını lavsiye ederdi. Geçmişteki din. ve devlet büyükleri ile iftihar eder, Osmanlı Padişahlarının memleket ve mukaddesat sevgileri ile ilim, irfan, sanat, edebiyat, hak ve adalete saygı ve bağlılıklarından sitayişle bahsederdi. Ayrıca Osmanlı Padişahlarının devlet yönetimi, Osmanlı-Türk milletini idare ve temsildeki başarı ve kabiliyetlerini İslâm dinine hizmet ve bağlılıklanyla ilgilendirir, herhangi bir itirazda bulunanlara karşı da "Oğlum, oğlum; Osmanlı Padişahlarından gayet başarılı, akıllılarıvardır. Bunun yanında çocuk padişahlar vardır. Hattâ eldi olanlar vardır. Ama toprağına, milletine ve mukaddesatına ihanet eden hain padişah yoktur." derdi ve mecliste bu son söz olurdu... Kırk yedi yıllık başarılı, teşekkür ve takdirle dolu memuriyet hayatı, O'nun devlet ve İdare ile nasıl uyumlu çalıştığının en güzel ifadesidir. O her şeyden evvel karşısmdaki kimseyi insan olarak gördüğü için, millet içinde başka ırk, mezhep ve dinden dahi olsa bütün insanlara insanca davranıp, herkesle kolayca diyalog kurardı.Bu sebeple de herkes tarafından sevilir, takdir görürdü..
Edebiyatla İlgisi:
Efendi Babam, gayet nazik ruhlu, ince zevkli, şiiri, edebiyatı ve bediî sanatları seven bir kişi idi. İlk gençlik yıllarında hece ve aruz vezniyle deneme mahiyetinde birkaç şiir yazmış, şiirlerinde "Şevkiyâ" mahlasını kullanmıştır. Fakat daha sonra buna devam etmemiş, şiirlerinin yayılmasını da istememiştir. Ezberinde pek çok şiir ve vecize mahiyetinde manzumeler bulunup onları konuşmaları esnasında sırası geldikçe yumuşak ifadesiyle tatlı tatlı okuyarak sohbetlerini süslerdi. Özel kütüphanesinde Fuzûlî, Bakî, Kanunî (Muhibbi), Eşref. Esrefoğlu Rumî, Erzurum'Iu Ağlar İrşadı Baba gibi birçok ünlü şairlerin divanı vardır. Konuşurken ve yazarken zorla sanat yapmaktan kaçınır, ancak hutbelerinde sür ahengiyle secî'li cümleler de kullanırdı.
Müsbet İlim Anlayışı:
Efendi Babam, müsbet olan her şeyi tabii karşılar, yüksek ahlâk, kültür ve medeniyet seviyelerine ancak ilimle ulaşılacağını ifade ederdi. İlmin ibadetten önde geldiğini, Allah(cc) Teâlâ'nm Peygamber Efendimiz'e ilk emrinin "Oku" olduğunu, dolayısıyla okuyup "ilim öğrenmenin Müslüman her kadın ve erkeğe farz" olduğunu söylerdi. "İlim ibadet için, ibadet de Önce kişinin kendini ve Yaradan'ını tanıması, sonra da iki dünya huzuru sağlaması için gerekli olduğunu söylerdi Her türlü bilim ve teknolojiye ilimle sahip olunacağını ifade eder herkese okmayı tavsiye eder, Özellikle gençlere de hangi dalda okurlarsa okusunlar sıradan bir okuma değil, okudukları sınıfın en iyisini ve en iyi şekilde okumalarını tavsiye ederdi. Ayrıca ilim sahiplerine, kendinden yasça küçük olsalar bile lâyık oldukları sevgi ve saygıyı göstermekte kusur etmezdi. Dinî inanç ve yaşayışına aykırı düş-meyen teknolojik her türlü gelişme ve yeniliğe gönlü ve zihni açık idi. Kendisiyle her konuda rahat konuşulabilir, kabil-i hitap ve güvenilir bir kişiydi.
Sağlığı ve Son Yılları:
Efendi Babam'ııı hiçbir zararlı alışkanlığı olmadığı, yeme ve içmesine dikkat ettiği için yetmiş beş yaşlarına kadar sıhhatli yaşadı denilebilir. Ancak çocukluk ve gençlik yıllarındaki yaşadıkları mahrumiyetlerin her insanda olduğu gibi onun yaşlılığında da etkisi ağır oldu. 30 Aralık 1992 tarihinde geçirdiği bir çeker komasıyla yatmaya mecbur olduğu yataktan bîr daha kalkamadı. Uzun süren bu yatak hayatında öce eklemlerin kireçlenmesi sebebiyle ayaklan üzerine kalkamaz oldu. Daha sonraki yıllarda görme ve işitme melekelerini kaybetti. Hasta yattığı ilk korna günleri hariç hiçbir zaman şuurunu kaybetmedi ve bitkisel hayal yaşamadı. Bu uzun hastalığı süresinde kendisini ziyarete gelenlere hal hatır sorar "nasılsınız?" diyenlere "ben iyiyim, siz nasılsınız" diye mukabelede bulunurdu. Bir dönem haftanın üç günü uyku halinde, üç günü uykusuz geçerken; uyanık olduğu günlerde dilinden tesbihatını ve tehlilatım eksik etme? ve bu hâl o kadar devam ederdi kî, ağzı içinde dili şişer, kelimeleri telâffuz edemez hale gelirdi. Nihayet üçüncü günün sonunda yorgun ve bîtap düşer, üç günü de uykudaymıs gibi hareketsiz geçerdi.. İrtilıalinden iki gün önce yemeden kesildi. Bir şey yemez ve yiyernez-içcmez oldu. Son saat. son dakikalarına kadar kendisiyle diyalog kurulabiliyor ve refleksleri cevap veriyordu. 7 Ocak 2002 Pazartesi günü öğleden önce saat 10.15 sularında Rabb'İnin davetine radî ve nıerdî olarak göçtü ve gitti. Ruhu şad, cennette makamı yüce olsun. Âmin...
Bundan Sonraki Görevimiz;
Efendi Babam'm ismini yaşatmak için , önce ona lâyık evlatlar olmamız gerekir. Ondan sonra da ona lâyık hizmetler yaparak bizlere ve sevenlerine miras olarak bıraktığı bunca iyi hatıraları yaşayarak ve yaşatarak devam ettirmek esas görevimiz ola caktır. İnanıyorum ki aile içinde herkes bu sorumlu luğu duymaktadır.. [ Maddî hayatını iyi bilen Yo7gatlı hemşehrile- ' rimiz vefatı dolayısıyla O'ııuıı manevî yönünü de çok iyi tanıma fırsatı buldu. Kendisine lâyık olduğu şekilde mükemmel bir cenaze merasimi yaptı ve O'nu maneviyat dünyasında müstesna bir yere yer leştirdi. Nâ müsait kış şartlan-içerisinde tahmin edilemeyecek kadar büyük bir kalabalığın huşu içerisinde, parmaklar üzerinde tabutunu taşımaları. O'na karşı olan son göreve katılma arzu ve iştiyaklarıydı. Bu merasim boyunca en ufak bir taşkınlığın ve düzensizliğin olmaması ise Efcndi'nin olgun manevî kişiliğinin topluma yansımasıdır. Son olarak şunları söylemek istiyorum: Efendi Babam da hepimiz gibi bir insandı. Gerek sağlığında ve gerekse vefalından sonra O'nu insan üstü ulvî bir varlık gibi düşünmek son derece yanlış bir davranıştır. O, İslâm'ın emrettiği, Peygamber Ahlâkı ile ahlâklanrmş, düşündüğü gibi yaşayan, ilmiyle, söz ve davranışlarıyla topluma örnek olan bir insandır. Mükemmel bir insandır, fakat insandır. Hiçbir zaman O'nu insan üstü bir varlık gibi düşünüp ilahlaştırmamak gerekir. Aksi halde bundan en çok O'nun ruhu muazzeb olur. Yüce Mevlâ'dan, O'nu vasî rahmetiyle kucaklamasını diliyor, dost ve yakınlarına sabırlar tavsiye ediyor, hatalarımızın bağışlanmasını cân-ı gönülden niyaz ediyorum.