6 Mayıs 2011 Cuma

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (Malatya-Darende)

(1914–1990)

İslam Âlim ve Mütefekkiri Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi Darende’de yaşamıştır. Şeyh Hamidi-i Veli’nin (Somuncu Baba) 12. kuşaktan, Hz. Muhammed’in de 36. kuşaktan soyundan gelmiştir. Babası Es-Seyyid Şeyhzâde Hatip Hasan Efendi, annesi Seyyid İbrahim Taceddin-i Veli soyundan Fatıma Hanımdır. Her iki yönden de Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in soyundandır. 1945–1987 yılları arasında 42 yıl boyunca Somuncu Baba Camisi'nde İmam-Hatip olarak görev yapmıştır.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi aynı zamanda mutasavvıf ve Divan şairidir. Divan şiirinin 20.yüzyıldaki örnek temsilcisi olan Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi’nin; Gazel, İlahi, Kaside, Rubaiyyat ve Müstezat türünden meydana gelen, Divân-ı Hulûsi-î Darendevî adlı eseri ile, yakınlarından başlamak üzere dost ve yarenlerine yazdığı, nazım ve nesir şeklinde mektuplarının toplandığı Mektûbat-ı Hulûsi-î Darendevî ve Hutbeler adlı eserleri bulunmaktadır.
Bu eserler kendisinin kuruculuğunu yaptığı Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı tarafından bastırılarak, neşredilmiştir. Her zaman halkın yanında, Hak'la beraber olma yüceliğini şahsında ve eserlerinde görmek mümkündür.
Hayatı boyunca kendini insanların hizmetine vakfetmiş, gerçek anlamda tasavvufun insanlığa hizmet olduğunu örnek ahlakıyla sergilemiştir. "Allah güzeldir, güzel olanı sever" prensibi ile güzel olan her şeyi öğrenmiş ve insanların hizmetine sunmuştur. Yapılan hizmetleri Allah için yapan ve topluma örnek olan yüce şahsiyetlerden biridir. Bütün hayatını yaratıcının istediği gibi bir kul olmaya vakfetmiştir. Tarihe, topluma ve ülkesine karşı duyduğu sorumluluk ve hassasiyetinin bir ifadesi olarak “Yurdumun her taşını Ka’be sayarım” diyen Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bu özellikleriyle dini liderlik boyutlarını aşmakta, tarih önünde, maşeri vicdanlarda ve toplumsal hafızada yerini almaktadır.
Osman Hulûsi Efendi manevi kalkınmanın yanında maddi kalkınmayı ihmal etmemiş, bunu manevi gelişmenin bir aracı olarak görmüştür. 1960’1ı yıllarda Şeyh Hamid-i Veli Camisi Onarım ve İhya Derneği’ni kurarak hizmetlerin daha iyi şekilde yapılması için çalışmalarda bulunmuş, zamanın imkânsızlıklarına rağmen her türlü fedakârlıktan kaçınmayarak at sırtında çevre kasaba ve köylerden cami onarımına yardım toplamak gayesiyle dolaşmıştır. Yine aynı yıllarda cami derneği yararına sosyo-kültürel bir faaliyet olarak Somuncu Baba adlı kitabın yayınlanmasını sağlayarak Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri ve Darende hakkında ilmi bilgilerin neşredilmesini sağlamışlardır.
Darende ve çevresinin gelişmesi, imarı ve gençlerimizin en güzel bir şekilde yetişmeleri için çalışan Osman Hulûsi Efendi, okul, cami ve benzeri müesseselerin yanında Darende’ye bir fabrika kazandırma gayesiyle 1970’li yıllarda yoğun çalışmalar başlatmış, çimento fabrikası olarak düşünülen bu eserle atıl haldeki maden cevherinin işletilmesiyle memleketin milli gelirine katkıda bulunmayı arzu etmiştir. Bu müessese daha sonra iplik fabrikası olarak 1988 yılında hizmete açılmıştır. Darende Merkez Sağlık Ocağı’na şahsi gayretleriyle bir jeneratör temin etmiş, ayrıca Ambulans alımında katkıları olmuştur. Hassaten Darende’ye 200 yataklı Tam Teşekküllü bir Hastane yaptırmak gayesiyle kendi Divanı’ndan elde edilecek geliri bu amaca tahsis ettirmişlerdir. Kurmuş olduğu Vakfı tarafından arsa temini çalışmaları neticelendirilerek hastanenin proje hazırlıkları tamamlanarak yapımına başlanıp, kaba inşaatı tamamlanmıştır.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin bizzat yaptırdığı müesseseler den bazıları şunlardır;
Abdurrahman Erzincanî Camii ve Külliyesi, Darende İmam Hatip Lisesi, Taceddin-i Veli külliyesi, Kudret Hamamına giden yolun açılarak Havuzun inşa edilmesi, Şeyh Hamid-i Veli Camisi’nin İhya edilerek Tarihi bir çeşme yaptırmıştır. Bunun yanı sıra İplik Fabrikasının yapılmasına, Devlet Hastanesine ambulans ve jeneratör alımına, Endüstri Meslek Lisesi yerinin alınması, Çarşı Camisi (Zaimoğlu) yapımına, Sadrazam Mehmet Paşa Kütüphanesi yerinin alımına, Kudret Hamamı köprüsünün yapılmasına, Zaviye mahallesi su ve elektrik hatlarının çekilmesine öncülük etmiştir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin eğitime yaptığı katkı ve hizmetler dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren tarafından takdirle karşılanmış ve bir plaket verilmiştir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin düşündüğü ama hayatında gerçekleştiremediği bir çok projesi daha bulunmaktadır. Bu projeler Evlatları ve Adını taşıyan Vakıf (Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı) bu projeleri gerçekleştirme yönünde faaliyetlerini sürdürmektedir.
Osman Hulûsi Efendi, 19.02.1938 tarihinde Darende’nin ileri gelen ailelerinden Yenicelioğlu Mehmet Ali Efendi’nin kızı Naciye Hanımla evlenmiştir. Naciye Hanım, daimi olarak Osman Hulûsi Efendi’nin manevi hizmetlerinin yanında olmuş onu desteklemiştir. 52 yıl süren evliliklerinden beşi kız beşi erkek olmak üzere on evlâdı olmuştur. Oğlu Hamid Hamidettin Ateş Efendi, Babası Osman Hulûsi Efendi’nin kurduğu Vakfın Başkanlığını ve manevi hizmetlerini devam ettirmektedir.
Es-Seyyid Hulûsi Efendi Vakfı
Genel Merkezi Malatya’nın Darende ilçesinde olan Vakıf, kurulduğu 1986 yılının ilk günlerinden beri hizmet ve faaliyetlerine buradan yön vermektedir. Osman Hulûsi Efendi’nin arzu ettiği ve planladığı hizmetleri gerçekleştirmek, ebedileştirmek amacıyla kurulan Vakıf memleketin kalkınmasını ve toplumun aydınlanmasını kendine amaç edinmiştir.
Başkanlığını H. Hamidettin ATEŞ efendi’nin yürüttüğü vakfın K.Maraş, Kayseri, Elbistan, Karabük, Mersin, İstanbul, Ankara, Konya, Bursa, G. Antep, Osmaniye, İzmir, Sivas, Malatya, Tokat ve Amasya İllerinde olmak üzere toplam 16 Temsilciliği mevcuttur. Hizmet alanı ise Darende ağırlıklı, ama tüm Türkiye’yi kapsayan bir çizgidedir.
Vakfın Gayesi
Bilgili ve aydın gençlerin yetişmesine katkıda bulunmak,
Gücü yetmeyen öğrencilere burs sağlayarak eğitim eşitsizliğini ortadan kaldırmak.
İlmi araştırmalar yapmak ve yaptırmak.
Tarihi eserlerin onarımını gerçekleştirmek ve korunmasını sağlayarak gelecek kuşaklara aktarmak.
Sosyal yardımlarıyla ve sağlık hizmetleriyle topluma faydalı olmak.
Kültürel ve sosyal faaliyetlerle toplumun kaynaşmasına ve gelişmesine vesile olmak.
Vakfın Kuruluşu
Es- Seyyid Osman Hulusi Efendi Vakfı, Darende noterliğince düzenlenen 18 Şubat 1986 günü ve 449 yevmiye nolu senetle kurulmuş, Darende Asliye Hukuk Hakimliğinin 13 Mart 1986 günü esas No: 1986/33, Karar No: 1986/109 sayılı karar ile Vakıf Senedinin Tesciline karar verilmiştir.
Vakıf Kuruluşu, Vakıflar Genel Müdürlüğünce, Resmi Gazetenin 31.12.1986 sayılı nüshasının 63. sayfasında ilan edilmiştir.
903 sayılı kanunla değişik 73 ve müteakip maddeleri hükümlerine uygun olarak tüzel kişiliğe sahip bir vakıf kurulmuştur.
Vakf, ES-SEYYİD OSMAN HULÛSİ ATEŞ tarafından kurulmuştur.
Vakfın adı ES-SEYYİD OSMAN HULÛSİ EFENDİ VAKFI’dır.
Vakfın Merkezi
Malatya ili, Darende İlçesi, Zaviye Mahallesi, Hacı Hulusi Efendi Caddesi No:71 adresindedir.
Vakfın Amacı
Madde 4 –
Türkiye’nin ilmi, kültürel, sosyal ve ekonomik gelişmesine yardımcı olmak, bilgili ve aydın gençlerin yetişmesine maddeten ve manen katkıda bulunmak,
Eğitim, öğretim, sağlık, sosyal, kültür ve dini alanlarda yasaların öngördüğü ölçülerde tesisler kurmak, kurulmuş olanları desteklemek,
Tarihi ve Kültürel değerlere haiz eski eserler ile doğal çevreyi korumak, yaşatmak, ihya ve imar etmek, bu suretle iç ve dış turizm ile gelecek nesillerin hizmetine sunmak.
İnsanlar arasında, sosyal ve ekonomik yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak, bu amaçlara yönelik faaliyetlerde bulunmak,
Milli, manevi, tarihi ve kültürel değerleri araştırmak, geliştirmek, korumak, yaşatmak, değerlendirmek, yaymak, tanıtmak ve bu suretle milli ve manevi değerlerimizin bütünlüğünün güçlenmesine katkıda bulunmak,
Vakfın Sosyal Yardım Faaliyetleri
Aşure DağıtımıSomuncu Baba’nın hayatında kendi elleriyle yapıp dağıttığı somun ekmeklerinin günümüzde yaşatılması ve o kültürün bugün de devam edebilmesi için "Somuncu Baba" adına izafeten her yıl olduğu gibi bu yılda başta Darende olmak üzere Malatya, İstanbul, Sivas, Konya, Ankara, Karabük, Safranbolu, Bursa, Mersin, Bolu/Gerede, K.Maraş ve Elbistan’da Ramazan ayında "Somuncu Baba Sebil Ekmeği" ve “Ramazan İmsakiyesi” dağıtılmıştır. Her yıl Ramazan ayı içerisinde, Vakfımıza ayni bağış olarak gelen gıda maddeleri, ihtiyaç sahiplerine, oluşturulan Yardım Komisyonu tarafından ayni yardım olarak dağıtımı yapılmaktadır. Yine, Vakfımıza ayni bağış olarak gelen giyim malzemeleri, maddi imkanı olmayan insanlar, oluşturulan Yardım Komisyonu tarafından tespit edilerek dağıtımı yapılmaktadır.
Muharrem ayı münasebeti ile, Vakfımız tarafından aşure yaptırılarak, Darende halkına Somuncu Baba Camii ve Çarşı Camii’nde ücretsiz aşure dağıtımı yapılmaktadır. Toplumda sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik etmek, sosyal yardım ve hizmeti gerçekleştirmek amacıyla, fakir ve maddi gücü düşük, muhtaç ailelere yakacak yardımları yapılmaktadır. Vakfımız tarafından her yıl Kurban Bayramında, ihtiyaç sahibi insanlar tespit edilerek, et yardımı yapılmaktadır.
Vakfın Genel Faaliyetleri
Darende, Konya, Akşehir/Konya, Ilgın/Konya, Karabük, Bursa, İzmir, Kayseri, Amasya, Sivas, Gölcük/İzmit, Tokat ve Mersin İl ve İlçelerinde Vakfımız hizmetlerini tanıtmak ve faaliyetlerimize maddi yardım amaçlı kermesler düzenlenmektedir. El emeği göz nuru el işçilikleri ile yapılan malzemeler fakirin ekmeğine katık, öğrencilerin eğitimine katkı sağlamaktadır.
Vakfımızı destekleyen insanlar tarafından şartlı veya şartsız bağışı yapılan gayrimenkuller Vakfımız amaç ve gayeleri doğrultusunda değerlendirilmektedir.
Vakfımızda çalışan ve Darende de görev yapan kamu personellerine, konut imkânı sağlanarak Vakfımıza gelir sağlanmaktadır.
Turizm
Vakfımız tarafından yaptırılan ve özel bir İşletmeci tarafından işletilen, Tiryandafil Otel, Darende’de turizm akışının artmasına çok büyük katkıları olmuştur. Her geçen yıl yerli ve yabancı ziyaretçi sayısının artması ile Otel, gelen ziyaretçilerine en güzel ortamlar ve hizmetler sunmaktadır. Özellikle yaz aylarında Darende’li yaylacıların konaklayabileceği rahat bir ev ortamındadır.
Vakfın Faaliyetleri
Eğitim
Birgül İlköğretim OkuluVakıf Senedinin, 3-a maddesindeki Vakfın Gayesi başlığı altında belirtilen hususları gerçekleştirmek maksadıyla;
Vakıf senedimizin, Vakfın Faaliyetleri maddelerindeki 21. fıkrasında yer alan ifade doğrultusunda önceki yıllarda olduğu gibi Milli Eğitim Bakanlığına bağlı birçok ilk ve orta dereceli okulların yerel bütçe imkânlarıyla karşılanamayan bazı ihtiyaçları her yıl Vakfımız tarafından karşılanmaktadır.
Darende ve çevre köylerindeki ihtiyaç sahibi insanların çocuklarını okutabilmelerine az da olsa yardım sağlayabilmek için her yıl kırtasiye malzemeleri dağıtılmaktadır.
Darende’de 2 adet, Kahramanmaraş’ta 1 adet ve İstanbul’da 1 adet olmak üzere toplam 4 adet Yüksek öğrenimde ve orta öğrenimde okuyan öğrencilerin hizmetlerine sunulmuş öğrenci yurtları, özel İşletmecilere kiraya verilerek öğrencilerin barınma ihtiyaçları karşılanmaktadır.
Darende’de Vakfımız tarafından eğitim amaçlı yaptırılan eğitim binaları özel İşletmecilere kiraya verilerek Darende eğitimine büyük katkı sağlamaktadır.
Ayşe Sıdıka Hanım Kız Öğrenci YurduVakıf senedinin madde 3-b Vakfın faaliyetleri başlığı altındaki birinci fıkrada yer alan “Bütün Tahsil kademelerindeki talebelerin yetişmeleri hususunda ayni ve nakdi yardımlarda bulunur. Karşılıklı ve karşılıksız burslar verir, pansiyon açar, yurt açar, yabancı dil, üniversiteye hazırlık, ev kadınları ve çalışanlarına yönelik mesleki eğitim kursları düzenler ve yönetir” maddesine istinaden Darende ve çevresinde yaşayan Ailelerin eğitim giderlerine katkıda bulunmak üzere; muhtelif okullarda okuyan öğrencilere ayni ve nakdi yardımlar yapılmaktadır.
Vakfımız Darende merkezi, çevre ilçe kasaba ve köylerindeki ihtiyaç sahibi ve başarılı öğrencileri tespit ederek orta öğrenim bursu ile destekleyerek, eğitim ve öğretimlerine yardımcı olunmaktadır. Bu tür öğrencilerin eğitim giderlerinin yanı sıra yurt giderlerine de katkı sağlanmaktadır. Yüksek öğrenimde okuyan ihtiyaç sahibi insanlar tespit edilerek her yıl düzenli olarak burs verilmektedir.
Arsa mülkiyeti Darende Belediyesine, bina mülkiyeti Vakfımıza ait olan binalarımız şu an İşletmeciye Özel Eğitim Binası olarak kullanma şartı ile kiraya verilmiş ve bu binalarda Özel Lise ve bağlı yurtları açılarak Darende ve çevre ilçelerdeki öğrencilere hizmet vermektedir.
Vakfa Ait Eğitim Binaları
Özel Birgül Lisesi-Dershanesi ve Pansiyonu – DARENDE
Özel Ayşe Hanım Kız Öğrenci Yurdu – DARENDE
Darende İmam Hatip ve Anadolu İmam Hatip Lisesi -DARENDE
Özel Birgül İlköğretim Okulu – DARENDE
İlahiyat Fakültesi Eski Binası - DARENDE
Özel Örnek Yük. Öğr. Erkek Öğr. Yurdu - İSTANBUL
Özel Hulusi Efendi Öğrenim Erkek Öğr. Yurdu – K.MARAŞ
Kültür
Kültür, Edebiyat ve Araştırma Dergisi olan "Somuncu Baba Dergisi" adına Ankara, Kayseri, K.Maraş ve Malatya İllerinde tanıtım geceleri düzenlenerek, hem Somuncu Baba Dergisi, hem de Vakfımız hakkında halkımıza tanıtım yapılmış ve dergimizin Haziran ayından itibaren aylık olarak devam edeceği iletilmiştir. Haziran ayı itibariyle aylık olarak okuyucuları ile buluşan dergimiz için İstanbul The Green Park Hotel’de işadamlarının, basın mensuplarının ve önemli şahsiyetlerinde katıldığı bir tanıtım gecesi düzenlenmiştir. Yayınlanan bu dergilerin okuyucu ve abonelerinin ellerine ulaşması ve tüm Türkiye’ye dağıtımının sistemli bir şekilde yapılmasının sağlanması ayrıca önem arz etmektedir.
Her yıl Vakfımızı tanıtmak maksadıyla 9.000 adet Vakıf takvimi yaptırılarak dağıtımı yapılmaktadır.
Vakfımız tarafından her yıl düzenli olarak çeşitli anma günleri, paneller ve kültürel faaliyetleri düzenlenmektedir. Bu faaliyetler çerçevesinde düzenlenen şiir yarışmalarına Türkiye genelindeki tüm insanlar katılarak bir şiir faslı yaşanmaktadır. Yapılan Kültür faaliyetinden sonraki günlerde şiir yarışması için gelen şiirler ve panelde konuşma yapan akademisyenlerin konularının yer aldığı bir kültür kitabı şeklinde yayın hazırlanarak topluma kazandırılmaktadır.
Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi bünyesinde, Darende kültürünü, gelenek ve göreneklerini ve Vakfımızın hizmetlerini görsel olarak aktarmak amacıyla 25 Haziran 2005 Cumartesi günü Tarım ve Köyişleri Bakanı M. Mehdi EKER tarafından “Darende Somuncu Baba Tanıtım Merkezi” açılmıştır. Yeni tasarım ve eserlerle gelen misafirleri hayretler içerisinde bırakan, tarihi gözlerinin önünde film gibi akışını hissettiren, Vakıf hizmetleri ile insanlığa ve tarihe hizmetin önem ve hassasiyetini anlatan havasıyla, temiz ve nezih bir ortamla insanlığa hizmet vermektedir.
2000 yılında açılışı yapılan Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi Kütüphanesi açıldığı tarihten itibaren, Akademisyen, Yüksek öğrenim, orta ve ilköğretim seviyesindeki okuyuculara hizmet vermeye devam etmektedir. Ayrıca çeşitli konu ve sahalarda değişik kitap ve neşriyatlar zaman içerisinde yayına hazırlayıp, yayınlanarak dağıtımı Vakfımız tarafından yapılmaktadır.
Sağlık
Devletimizin kamu görevleri arasında yer alan sağlık konusunda yardımcı olmak ve Vakıf Senedinde ki Vakıf faaliyetlerinde belirtilen "Hastane, Sağlık Ocağı gibi tedavi kurumları yapar, işletir." gayesine uygun olarak; Vakfımız kurucusu Osman Hulûsi ATEŞ Efendi’nin ismine izafeten, 15.000 m2 kapalı alana sahip ve 5 kattan oluşan“200 Yataklı Tam Teşekküllü Darende Hulûsi Efendi Hastanesinin” Temeli 24 Haziran 2000 tarihinde atılarak kaba inşaatı içerisindeki betonarme ve duvar işleri tamamlanmış olan binanın; Malatya Vakıflar Bölge Müdürlüğü ile gerekli görüşmeler ve yazışmalar yapılmış, Vakfımız tarafından projeleri tamamlanmış olup Sağlık Bakanlığına 49 yıllığına kiraya verilmesi hususunda devir teslim işlemleri tamamlanmıştır. Bu yıl içerisinde inşaatının da tamamlanması planlanan Hastane, Darende ve çevre ilçe, kasaba ve köylerine de 2006 yılında hizmet vermesi planlanmaktadır.
Vakfımıza yazılı olarak talepte bulunan ve sağlık giderlerini karşılayacak maddi imkânı olmayan Darende merkezinde kasaba ve köylerinde, değişik ile ve ilçelerde yaşayan vatandaşlarımızın sağlık giderlerine maddi katkı sağlanmaktadır.
Vakıf Senedimizin 3-b maddesinin 8. fıkrasına istinaden Darende ve çevre köylerinde maddi imkânı olmayan aileleri tespit ederek, çocuklarını sünnet ettirilmekte, bu konudaki tüm ihtiyaçları Vakfımız tarafından karşılanmaktadır.
Vakfın Tanıtım Faaliyetleri
Milli örf ve adetlerin yaşatılmasını sağlamak ve bu sayede Vakfımızın faaliyetlerinin tanıtımına vesile olmak gayesiyle Ramazan ayı içerisinde iftar yemekleri organize edilmektedir.
Vakfımızı, Vakfımız kurucusunu ve İlçemizi tanıtıcı, yazılı ve görsel alanlarda birçok kitap, dergi, kaset, CD ve VCD hazırlattırılarak ücretsiz dağıtımları yapılmaktadır.
Vakfımızın, gerçekleştirmiş olduğu sosyal çalışmaları, yardımları, sesli ve yazılı yayınları, Kültürel Faaliyetlerimizi, Basın Yayın yolu ile çeşitli radyo ve televizyonlarda yayınlatarak toplumda Vakıf Kültürünün yeri ve önemi belirtilmiş ve Vakfımızın faaliyetleri tanıtılmış olmaktadır.
Vakfımızın hizmetlerinin her geçen gün artmasıyla, bu hizmetlerin toplumuza aktarılması, Vakıf anlayışının insanlara benimsetilmesi amacıyla, Darende ve Vakıf Tanıtım Filmi çalışmaları başlatılmış ve kaliteli teknik ekipler vasıtasıyla çalışmalar tamamlanmıştır. Yapılan bu çalışma Ülke genelindeki Temsilciliklerimiz ve Vakıf hizmetlerine saygı duyan insanlar tarafından ilgili Kurum ve Kuruluşlara, TV’lere dağıtımını yaparak, yayınlanması sağlanacaktır.

eş-Şeyh İbrahim İpek el-Mücahid Çorumî

 


20 Eylül 1934 yerli köyde doğdu babasının ismi Mehmet efendi olup, annesi Fatma hanımdır. Anne tarafından seyittirler. Çocukluğunu doğduğu yer olan yerli köyde geçirmiş, 14 yaşında Hüsnü Gülzari hazretlerine intisap etmiş 17 yaşında evlenmiş, İskilipli alimlerden Mekkeli Ömer hoca efendiden Arapça, tefsir ve fıkıh dersleri almış ve bu arada hıfzını tamamlamıştır ve Hüsnü Gülzari hazretlerinden hilafet aldıktan sonra vefatına kadar irşad vazifesini ifa etmiştir. İbrahim İpek efendi uzun boylu iri yapılı ve heybetli idi. Yolda yürürken herkesten yüksek görünür, parmağına yüzük takar, temizliğine çok dikkat ederdi. Geniş pantalon gömlek ve üzerine yelek giyerdi. Camiye ve sohbete giderken pardüsü giyinirdi. Sohbetlerde ve evinde genelde sarık sarınır ihvana bu şekilde görünürdü. Dişlerini fırçalar ve misvak kullanırdı. Sakallarını sabunla yıkar, mis kokular sürünürdü. Kendisi dünya ve Ahiret dengesini kurmuş nadir zatlardandı. Ahlakı peygamberi ile muttasıf bu asırda peygamberin kamil halifesi varisi olan örnek bir insandı. Meclisine hakim kalpten geçenlere vakıf ihvanına hadim bir zat idi. Münkirlere ve müfsitlere celal ile gösterdiği kerametler dillerin bağlanması ilimlerinin ketmolunması gibi şeyler kerameti adiyeden sayılmakta idi. Ziyarete gelenlerin önceden bilinmesi yemek aş hazırlıklarının evvelden yaptırılması ve müşküllerinin halledilmesi bu cümleden sayılır. Çocuk yaşta hıfz ettiği Kur’an-ı kerim ve onun manasına aşinalığı Kur’an ahlakı ve Ahlakı nebeviye ile tahalluku, bütün bu keramet ve kemalatta hal ve tavır ve durumunda yokluğa düşmesi varlıktan sıyrılması her hal ve tavrı ile Rab (c.c.) izhar etmeyi onun zikredilmesini sağlayan hadimi rabbil alemin olması yakınlarınca bilinen hakikatlerindendir. Allah (c.c.) ya gidecek yolda taliplerin yolunu açması, görünen rüyaların önceden bilinmesi sülukun inceliklerine vukufiyeti değişik meşreplerin seyri sülukuna aşinalığı onun kemalinin görünen cüzi parçalarındandı. Ailesine ve yakın çevresine olan müşfikliği ihvanına ve tariki hakka olan hizmetleri ahde vefası kayda değer özelliklerindendir. Erkek evladının sonradan doğması ve ihvanının maddi fakir olması ailesini maişet geçim dertleri meşakkati dünya irşat hizmetlerinin kısmi aksamasına yol açsa da bütün bu olumsuz durum ve şartlarda bu hizmeti can siperane götürmesi onun ayrı bir kemal yönüdür. Bütün bu telaşede kırk küsür hac ve umre yapmaya fırsat bulması onun ne kadar gayretli meczup ve mergup bir zat olduğunun işaretlerinden olsa gerektir. Hayatını müstakilen konu aldığımız ve divanlarınında bulunduğu İpek Yolu adlı eseri okuduğunuzda Şemsi Tuba Tabani Veli İbrahim Rüştü İpek efendiyi daha iyi tanımanız mümkün olabilecektir. Biz burada muhtasar kısa bilgiler ve seçme divanlara yer vermekle yetineceğiz. Bir hoca efendiyi dualatmak isteyen arkadaşı tariki Uşşakinin diğer meşayihlarini ona kabul ettirememiş. En son olarak İbrahim İpek efendiyi görmeye karar kılmışlar. O alim ise benim 10 adet sorum var, o soruları cevaplarsa ben ikna olurum demiş. İkna olsa da tarikata girmeyi düşünmüyormuş. Çorumdan iskilibe gelen dervişler dergaha götürmek üzere çay şeker ekmek almışlar Hoca efendi “Ne o efendiye rüşvet mi götürüyorsunuz” diye takılmış Onlarda biz senden bir şey istemiyoruz sen karışma deyip Yerliköye gelmişler. Efendinin bulunduğu mecliste 30-40 kişi kadar olmuşlar Efendi o alimin arkadaşlarına bile söylemediği soruları sırayla cevaplamış her cevabın sonunda “öyle değimli hoca efendi” deyip onunda tastikini alıyormuş. Bilahare rüşvet nedir diye sormuş “Rüşvet bir kişinin hakkı olmayan bir şeyi üçüncü bir şahıstan başkalarının hakkını gasp ederek menfaat karşılığı almaya çalışmasıdır. Hoca efendi bak bunlar getirdi siz yiyorsunuz sizin getirdiklerinizi başkaları yiyecek burası dergahtır. Bunun adı da hediyedir. Peygamberimiz hediyeyi kabul etmiş rüşveti yasaklamıştır” demiş. Bu olayın üzerine o hoca efendi dualanmış derviş olmuştur. - İhvandan birisi ( Hacı Müdürün Amcası) İbrahim İpek efendinin halifesi Hüseyin efendinin yanına gelmiş bir maneviyat anlatmak istediğini bildirmiş. İzin aldıktan sonra “Efendim kızıl ırmaktaki evimizde gündüz sedirde otururken gönlüm geçmiş. Yakaza halindeyken bir dervişin bizim nahiyeye geldiğini ve alacaklısı olan kişinin kapısını çaldığını kapı açılmadığı için geri döndüğünü gördüm. Dönüşte cadde üzerine Azrail a.s. önüne çıktı elindeki aletle o dervişe vurdu derviş yere yıkıldı. Karşısına şeytan aleyhilane geçti. Elindeki cam kavanozdaki suyu kendisine teklif edip imanını ondan istedi aralarında çekişme başladı. Derviş sağa dönüyor o sağına sola dönüyor soluna geçip aynı talepte bulunuyordu. Bu arada beyaz bir bulut peydah oldu ve içinden İbrahim İpek efendi çıktı ve Azrail a.s.’a “niçin acele ediyorsun bunun bizim dervişimiz olduğunu bilmiyor musun ?” diye sordu. O da “Bilmez olurmuyum onun için son darbeyi vurmadım sizin gelmenizi bekledim” buyurdu. İbrahim İpek efendi geldi, şeytan aleyhilaneye bir tepik vurdu. Elindeki cam kavanoz parçalandı. Kızılırmağa doğru döküldü ve şeytan aleyhilane kaçıp kayboldu. İbrahim İpek efendi dervişin başına geldi hangi esmayı çektiğini sordu. O da hu esması dedi. İbrahim İpek efendi de “hu de bakayım” dedi. Derviş hu demeye başladı hu hu hu derken bütün cihan onunla hu demeye başladı ve derviş bu şekilde ruh teslim etti. İbrahim İpek efendi de geldiği gibi buluta binip kayboldu. Kendime geldiğimde yakaza olduğunu anladım ve çok etkilendiğimden yerimden kalkamadım. Biraz sonra kapı açıldı ve yeğenim içeri girdi. Heyecanla, amca köye bir derviş gelmiş. Alacaklısının kapısını çalmış, evde bulamayınca cadde üzerinde vefat etmiş deyince. Az önce teferruatlı gösterilen olayı anlattığını anladım. Hemen taze bir abdest alarak caddeye indim. Herkes az evvel ölen dervişin başında toplanmıştı. Bende az evvel gördüğün olayı teyit için kırılan cam parçalarını aramaktaydım diye olayı nakletmiştir. - Şeyhliğin kendisine yeni verildiği dönemde, kendisine münkir bir köylü “Ben senin şeyh olduğunu düvenin üzerine ayağını bas, eğer traktör seni yerinden oynatmazsa o zaman anlarım” demiş. Böyle bir iddia üzerine İbrahim İpek efendi ayağını düvenin demirine basmış, traktörün tekerlekleri döndüğü halde düveni bir milim oynatamayan o kişi acizlenip efendiyi tasdik zorunda kalmış. İbrahim İpek efendi bu olayı naklettikten sonra “bu hal acemi şeyhliğimizde oldu. Şimdi olsaydı güler geçerdim” derdi. Hüsnü Gülzari hazretleri bir gün İbrahim İpek efendiye “oğul maneviyatımda bir keresinde hakikat pazarına uğradım. Şu keramet şu baha, bu keramet şu baha diye satıyorlar. Baktım hepsinin ilerisinde ve yükseğinde Allah C.C.’nun baha yetmez rızası var. Sen rızaya talip ol emi” diye irşat ve ikaz etmiş. Bu irşat ve ikaz tüm ihvana ve bize ebedi bir vaizdir. Gaye keşif keramet ve basiret değil Allah C.C.’nun rızasıdır. Mevlam kavuştursun. Amin. Kendisini sizlere tanıtmaya arzu etmiş olduğumuz İbrahim İpek efendi nefsini bilmiş rabbine yakınlık kespetmiş. Allah C.C.’nun ve onun Habibi tarafından insanların Allahu Tealaya marifet kespetmesi için vazifelendirilmiş şahsiyetlerden biridir. İbrahim İpek efendi de bir ömür boyu nefis ile cihat yapmış nefsinin heva arzu ve isteklerine gem vurmuş. Böylece cenabı hakka marifet kespetmiş bu nedenle Allah Resulü SAV. tarafından mana aleminde kendisine Mücahit mahlası verilmiş bir Allah dostudur. Allah C.C. kainatı Habibi edibine duyduğu sevgi ve muhabbet ile yaratmış her zaman diliminde bir kişiyi habibiyet mertebesine çıkararak ve o zata duymuş olduğu muhabbete intizamı alemin devamını sağlamıştır. İnsanı kamil olarak vasf edeceğimiz bu insanları bütün insanlığa ve kainata bu manada faideli olduğu muhakkaktır. Allah C.C. “ben yeryüzü halkına gadap etmek isterim. Lakin o an onların içindeki dostlarım hatırıma gelir. Celalim cemale dönüşür de, onlara rahmet ederim” buyurmuştur. İşte şahsiyetini tanıtmak istediğimiz bu zat şemsi tüba tabani veli İbrahim Rüştü İpek el Mücahit Çorumi efendi yaşadığı dönemde bulunduğu makam itibari ile böyle bir zat idi. Allah C.C. şefaatlerine nail eylesin. İbrahim İPEK efendi Hüsnü Gülzari hazretlerinden icazeti aldıktan sonra Fehmi efendinin ‘de kısa zaman sonra vefat etmesiyle Uşşaki tarikatına üstat olmuş, ser halife olarak hizmetine devam etmiştir. Kendisi Hüseyin Murat efendiye, Hasan Mansur efendiye, Esat Celali efendiye ve Fatih Nurullah efendiye icazet yazmıştır. Bir keresinde bize “12 tarikatın adamı hakikatta gözümün önünden geçmezse derviş olmaz demiştir. Böylece hem Uşşaki tarikinin hem de umum tariklerin reisi olduğunu bizlere beyan etmiştir. Bir keresinde gördüğü bir maneviyatta Allah Resulü S.A.V. ‘in kendisini Ridasının üstüne oturttuğunu 12 tarikatın dervişinin kendisine rabıta edebileceğini ve bu olayla bütün şeyhlerin kendisine muhtaç olduğunu beyanla kemalini bizlere bildirmiştir. Muhtasar bilgi için İPEK YOLU adlı esere başvurulmasını istirham ederek onun birkaç seçme divanına yer verip konuyu bağlamak istiyorum.

Yahya El-Abbasi (K.S)

RABBÂNÎ BİR ÂLİMİN ARDINDAN

Takdim: Geçtiğimiz ay, İslam âleminin nadide âlimlerinden birinin daha ebedi âleme göç edişine şahit olduk. O mütebessim çehreli, o mübarek Rabbani âlimi kaybetmiş olmanın şokunu ve hüznünü yaşadık… Aşağıda okuyacağınız satırlar, 20 yıla yakın bir zaman talebeliğini yapan Süleyman Taş Hocaya ait. (Gülistan) Yahya El-Abbasi Hazretlerinin Hayatı Tam ismi; Şeyh Seyda Molla Yahya b. Molla Abdirrahman b. Molla Ahmed b. Molla Muhyiddin b. Molla İbrahim el-Abbasî eş-Şafi’î en- Nakşibendî’dir. 1940 yılında Batman İlinin, Kozluk İlçesine bağlı Ulaşlı Köyünde dünyaya gelmiştir. Nesebi; baba cihetinden Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in amcası Abbas (radıyallahu anh)a dayanmakta olup, dedeleri hep âlimdir. Annesi Reyhane Hanım ise Hazreti Hüseyin (ra)ın soyundan gelen bir seyyide olup, babası Şeyh Mustafa Efendi, onun da babası Şeyh Ali Efendi’dir. Yahya Efendi, ilk tahsilini âlim ve hal ehli bir şahsiyet olan babası Molla Abdurrahman Efendi’nin yanında yapmıştır. Yedi yaşındayken Kuran-ı Kerim’i yedi ayda hatmetmiş, fıkıh, sarf ve nahiv dersleri almıştır. Daha sonra doğu medreselerinin kıymetli âlimlerinden ders alarak ilmini ilerletmiş, nihayet Gavs-ı Bilvanisî (Kasrevi) namıyla meşhur, gözünün nuru, şeyhi ve üstadı Seyyid Abdulhakim Efendi Hazretleri ile karşılaşmıştır. Gerek ilmen, gerekse manen aradığını bulmuş, ilmini onda tamamlamış, 1957’de Gavs Hazretleri’nin emriyle ilmî icazetini almış ve dergâhın medresesinde müderrislik yapmıştır. 1960–62 yıllarında önce Manisa, sonra da Edirne’de askerlik vazifesini yapan Yahya Efendi, Gavs Hazretleri’nin 1972 yılında Rahmet-i Rahman’a kavuşmasıyla şeyhinin oğlu ve aynı zamanda halifesi olan Seyyid Muhammed Raşid Efendi (Seyda Hazretleri)’ne intisab etmiştir. Yurdun çeşitli bölgelerinde imam-hatiplik yapmış, son olarak 1987 yılında Şanlı Urfa Merkez Hüseyniye Camii’nde görevli iken emekli olmuştur. Yahya El- Abbasî Efendi, 1987 yılında manevi diploması olan halifelik icazetini de alarak Seyda Hazretleri’nin emriyle İstanbul’a hicret etmiş ve oraya yerleşmiştir. Seyda Hazretleri’nin 1993 yılında aniden Refik-i A’lâ’ya ulaşmasıyla bir kez daha yüreği yanan Yahya Efendi, adab gereği, artık manevi irşad vazifesine de başlamak zorunda kalmıştır. Gavs Hazretleri vefat ettiğinde, onun oğlu Seyda Hazretleri’nin emriyle Gavs Hazretleri’ni yıkamış, Seyda Hazretleri vefat ettiğinde ise onun oğlu Seyyid Fevzeddin Efendi’nin emriyle Seyda Hazretleri’ni yıkamış; böylece iki şeyhini de elleriyle yıkama hususiyetine mazhar olmuştur. Seyda Hz. hayatını ilim ve irşada adamıştı. Yurdun çeşitli bölgelerinde yüzlerce âlim yetiştirmişti. Yaşantısı ve sohbetleri Kur’an ve Sünnet çizgisinde olup, hayatı boyunca dünyevi ve siyasi konulardan uzak kalmaya özellikle dikkat etmişti. O, bütün Müslümanları kucaklayabiliyordu. Ahlakı Resulullah (sav)in Ahlakıydı Resulullah’a (sav) senelerce hizmet eden Enes (ra): “On sene Resulullah’a (sa) hizmet ettim. Yapmadığım bir şeyden dolayı bana ‘bunu niye yapmadın’, veya işlediğim bir suçtan dolayı ‘bunu niye yaptın’ demedi, buyuruyor. Ben de yaklaşık yirmi sene Seydamızın yanında kaldım. O da bize böyle bir şey demedi. Bir gün bizi azarlamadı, kızmadı. Görüldüğünde Allah Hatırlanırdı Peygamber (sav): “Sizin hayırlınız, görüldüğünde Allah hatırlananlarınızdır.” buyurmuştur. Onun meclisinde boş konuşulmaz, gıybet asla edilmez, hep Allah’ın sohbeti yapılırdı. Allahın, peygamberin veya sadatın sohbetinin olmadığı mecliste durmaz, hemen kalkardı. Vaktini hiç boşa geçirmez, ya ilim, ya zikir, ya sohbet, ya tilavet veya başka türlü ibadetle geçirirdi. Hz. Peygamber (sav): “Ya Enes! Eğer kalbinde bir müslümana karşı kin veya buğuz beslememeye gücün yetiyorsa böyle yap” buyurmuştur. Bütün Müslümanların Hayrını İsterdi Hiç kimsenin başına bir kötülük veya bela gelmesini istemezdi. Zamanında ona düşmanlık edenlere bile kalbinde bir buğz beslemez, herkese hakkını helal ederdi. Düşmanı bile ona danışsa hep hayır bildiğini söyler, nasihat ederdi. İnsanları hemen affederdi. Çok Vefalıydı Seyyidlere, hele hele Hz. Gavs’ın ve Hz. Seyda’nın (ksm) evlatlarına karşı hayret derecede edep ve saygısı vardı. Gavs’ın evlatlarından biri çağırsa her işini bırakır, sebebini sormadan hemen oraya giderdi. Hz. Gavs’ın aşığıydı. Onun sohbetine doyamaz, 40- 50 sene önceki hadiseleri tam teferruatıyla anlatırdı. Son günlerinde de durmadan Gavs’ı anlattı ve Gavs’ıma gideceğim diye sevinçliydi. Hulasa, Seydamızın güzel ahlakı pek çoktu. Bunlar benim en fazla dikkatimi çekenlerdi. İlmin Zirvelerinden Biriydi İlimden nasibi olan herkes onu tanıyordu. Derslerimiz esnasında çok harikulade olaylarla karşılaşırdık. Soru sormadan cevabını verir, saatlerce düşünüp içinden çıkamadığımız meseleleri bir anda çözerdi. İlmin her dalında uzmandı. Bir okuduğunu bir daha unutmazdı. Çok seri ve keskin bir zekâya sahipti. Bir sayfaya şöyle bir baktığında orada neler olduğunu anladığını söylerdi. Civar ulema ve meşayihin takdirini kazanmış, müşkil meselelerde parmakla gösterilen ilmi bir merci olarak bilinmiştir. Seydamızın İslam’dan başka bir fikri yoktu. Onun tek gayesi insanları Allah’ın dinine ve Resulü’nün ahlakına teşvik etmekti. Bir yandan da talebe yetiştirmekten geri durmadı. Ömrünü bu yolda bezletti. Bizler talebeleri olarak buna şahidiz. Allah (cc) mekânını cennet eylesin. Dünyadayken arzulayıp durduğu sevdiklerine kavuştursun. Cemaline müştak olduğu Rabb-i Rahim’ine (cc), tek kılavuzu Resul-ü Ekrem’e (sav) ve sohbetine doyamadığı Gavs’ına, Seyda’sına kavuştursun. Bizleri de onların şefaatine mazhar eylesin. Amin. VASİYETİNDEN “… Ehlime, evlatlarıma, dostlarıma ve beni tanıyanlara vasiyetim odur ki; hastalığıma ve vefatıma sabredin. Allah ve Rasulünün rızasına ters bir kelime kullanmayın. Ardımdan beni aşırı bir şekilde övmeyin. Beni sevenlerden ricam; affım için dua etmeleri, ruhum için bol bol Kuran okumaları ve güçleri miktarınca sadaka vermeleridir. Kuran okumayı bilen Kuran hatmi, tehlil dersi çeken tehlil hatmi, her ikisini bilen her ikisini, herhangi birini bilmeyen ise; 1 Fatiha, 11 İhlas ve Felak-Nas Surelerini okuyup sevabını ruhuma hediye etmeleridir. …”
Rahmetle Anıyoruz Geçen sene 26 Şubat 2007 tarihinde Hakkın Rahmetine uğurladığımız, alim ve fazıl Seyda İbrahim Belli Hazretlerini rahmetle anıyoruz. El-Fatiha. Kaynak: Gülistan Dergisi 87. Sayı Mart 2008 SÜLEYMAN TAŞ

Alasonyalı Hacı CEMAL ÖĞÜT (1887-1966)


Şark âlemi, Batı Medeniyetini hazmetmek mecburiyetindedir. Bizim dinimize, mukaddesatımıza, ahlâkımıza mani olmayan her şey, bizim için mubahtır. Türk milletinin medeniyetlere erişmesi için müsbet ilim yolunda, gece gündüz çalışması gerekir.

Cemal öğüt Hoca, 1887 yılında Mora Yenişehir'e bağlı Alasonya'da doğdu. Müderris (prof.) ve müftü Ömer Hulusi Efendi'den Arapça ve Arap Edebiyatı okumuş, hafızlığını tamamlamıştır. Orta ve liseyi memleketinde okuduktan sonra, 1903'te İstanbul'a gelmiş ve Darülfünun (üniversite) Hukuk Fakültesi'ni bitirmiştir. Ayrıca, Dere Vekili (rektör) Hacı Ali Efendi'den feyizlenmiş, Fatih dersiamlarından (prof.) İzmirli Halil Efendi ve Düzceli meşhur âlim Zahid Kevseri'den icazet (diploma) almıştır. Cemal Hoca, bunlara ilâveten, Medresetü'l-Mütehassısin'den de mezun olmuştur.
O'na göre, «ilmin sonu yoktu» ve insan bütün hayatı boyunca öğrenmeli ve öğretmeliydi. Gerçekten de, şimdi, vasiyeti icabı İstanbul İlahiyat Fakültesi'ne verilmiş bulunan 6000 ciltlik kütüphanesine, bir ömür boyu onun göz nuru dökülmüştür.
KONUŞMALARINDA HALKIN SEVİYESİNE TAM İNERDİ
Müezzin olarak başladığı dini hizmetleri, büyük bir aşkla vefatına kadar sürdürmüş, hâtırası hâlâ canlı bir İstanbul merkez vaizi olarak yaşamıştır. Fakat Hoca, yapısı, karakteri ve hizmet anlayışı gereği olarak tek başına bir müessese gibi faaliyet göstermiştir. O, hitap ettiği cemaatin seviyesine inerek halkla bütünleşmeyi ve gönüllere girmeyi başarmıştır. Bir camiden çıkan cemaate bakıldığında, bunların Cemal Hoca'yı dinledikleri tebessümlerinden belli olurmuş. Cemaati uyutmamak için, yerine göre kendinden canlı hâtıralar anlatır, yerine göre şive taklitleri yapar, şaka ve nükteleri birbirini  kovalarmış...  O'nun  bu özelliklerini, bir başka hocadan, Sayın Ahmed Şahin'den dinleyelim :
«— Fatih Camii'ndeki nükteli vazlariyle cemaatinin kalbini fetheden rahmetli Cemal Efendi, «iyi komşu aileden, kötü komşu gailedendir» derdi. Senelerce istanbul Müslümanlarının irşadiyle' uğraşmış olan bu muhterem vaizimiz, kendine has bir ifade ve üslûp tarzıyle, dinini diyanetini unutmuşları bile, öylesine tatlı hırpalardı ki, sadece övülenler değil, iğnelenenler bile memnun olur, gülüşürlerdi.
Meselâ, gaileden sayılan bir komşusunu, vaazında şöyle hırpaladığını hatırlatma:
«— Bizim hanım var ya, çok saf bir kadındır. Böylesine saf bir kadınla Hacı Cemal nasıl idare etsin? Neden mi saf diyeceksiniz. Bakın anlatayım da siz hak verin. Dikkat edin, hanımların içinde sakın bizimki de olmasın ha, diyerek şöyle devam ederdi:
— Geçen gün abdestimi alıp buraya vaaza gelmek için pardesümü giydiğim sırada, bizim hanım aniden bir çığlık attı.
— Hayrola Hatun, ne var ki, yangın alarmı gibi bağırıyorsun, dedim.
— Ne olacak, görmüyor musun, kedi iftarlık pideleri yiyor, dedi.
— Yahu, insan bir pide için bu kadar telâşlanır mı? İşte gidiyorum, vaazdan sonra istediğin kadar pide alır gelirim iftara, merak etme...
Fakat baktım, Hanım büsbütün hiddetlendi:
— Ayol ben pidelere acımıyorum. Evde pidemiz var. Benim hayret ettiğim şey, bu kedinin böyle mübarek Ramazan'da oruç tutmayışıdır. Baksana, hayvancağız şıpır şıpır durmadan ekmek yiyor...
Bu sefer de ben hiddetlendim:
— İlâhi Hatun, sen ne kadar da safsın! Bilmiyor musun ki:
Hayvanlar oruç tutmaz! Hayvanlar namaz kılmaz! Hayvanlar açık yerlerini örtmez! Hayvanlar komşu hakkı diye bir şey bilmez!
Nasol, iyi demiş miyim?
Cemaatte kahkahaya yaklaşan bir tebessüm ve birbirlerine bakışmalar olur. Cemal Hoca gaileden saydığı komşusuna dersini vermiştir.»
ÇOK YÖNLÜ BİR HAYAT
Çok yönlü bir insan olan Cemal Hoca, gençliğinde güreşmiş, ney üflemiş, hat san'atıyla meşgul olmuş, astronomiye merak salmış ve dinî konularda değerli, istifadeli eşerler yazmıştır. Allah ve Resûlü'nün aşkıyla dolu yüreği, O'nu dört defa mukaddes beldelere  yollamıştır. 'Sağlığında yayınladığı on beş eserinden başka henüz neşredilmemiş olanları da vardır. Devrinin birçok dergisinde de yazıları yayınlanmış olan Cemal Hoca'yi, Necip Fazıl, Büyük Doğu'da şöyle takdim etmişti:
«— Dinî ve şer'î ilimlerde asrımızın en mümtaz örneklerinden, Fatih Camii vaizi, 77 yaşında, 27 yaşındaki delikanlıdan daha genç Hacı Cemal Öğüt...»
Gerçekten de Hoca, çok hareketli bir hayat geçirmiş, bir yandan İstanbul Îmam-Hatip Okulu'nda Siyer ve Ahlâk okutmuş, bir yandan da çok çeşitli yerlerde, radyoda konuşmalar yapmıştır. Bir ara İmralı açık cezaevinde görevlendirilmiş, o dönemde «İmralı bir ıslahhane oldu» denilmiştir.
HOCA'NIN KURDUĞU  MİLLÎ MÜDAFAA TEŞKİLÂTI
Ancak, Hoca'nın engin vatan sevgisi, asıl önemli etkisini İstanbul'un işgali şuasında göstermiştir. Daha işgalin ilk günlerinden itibaren İstanbul'da kurulan M.M. Grubu'nun (Milli Müdafaa) Beşiktaş semtindeki çalışmalarına katılır. Bu teşkilât, Kurtuluş Savaşı'nın gizli örgütlerinden biridir. Hoca Efendi, Beşiktaş ve civarındaki yakın arkadaşlarını toplayarak müstakil bir faaliyet yapar. Merkezi Anadolu'da olan «Müdafaa-i Milliye»de görev alır. Teşkilâtın Beşiktaş şubesinde çalışanlar bile, birbirlerini ancak belli seviyelerde tanıyabilirler. Müthiş bir gizlilik içinde yapılan çalışmalar, gizli tüzüğünün müsveddesi Cemal Öğüt Hoca'nın el yazısıyla kaleme alman Milli Mü¬dafaa Teşkilâtı'nın esaslarına göre yürütülür. 44 maddeden meydana gelen bu tüzük, «Teşkilâtın maksat ve mesleği» ni açıklayarak başlıyor. Bu kısımda, «muzır* unsurların, müslüman ve özellikle de Türk unsuruna karşı cibüliyetleri gereği besledikleri emel ve niyetler açıklanıyor.»
Bu -imhakâr ve gayr-i insani teşkilât ününde, ismet-i kalbiye ve saf düşünce ile hâdiselerin cilveleri beklenir ve onlara mâni olucu sebebler hazırlanmazsa; (Allah korusun), mukaddesatımız, şahsî ve millî namusumun, çoluk çocuklarımız, meskenlerimiz ve elhâsıl bütün mevcudiyetimiz heder olup» gidecektir.
Buna meydan vermemek için bir Müdafaa-i Milliye Teşkilâtı kurulduğu ve Allah'tan başarı niyaz edildiği açıklanır. Mühim anlarda başsız vo intizamsız kalınanın elim neticeleri belirtilerek, teşkilâtın lüzumu tekrarlanır. Çünkü muzır unsurların Patrikhâne'yi bir silâh deposu haline getirdikleri, ayrıca çeşit çeşit zararlı teşkilâtlar kurdukları ifade edilir. Bunlardan bazıları şöylece sayılır: "ilmî ve dini kisvelere bürünmüş birçok gizli teşkilâtlardan başka, ingiliz Muhibieri Cemiyeti, Nigehban Cemiyeti, Amele Siyanet Cemiyeti, Komünist Cemiyeti...»
Gizli ve muzır gayeler taşıyan bu teşkilâtların görünürdeki programlarına bakarak birçok müslümünanın bunlara aldanabileceği de açıklanıyor. Nifak çıkarmak ve tefrika yaratmak maksadiyle kurulan bu teşkilâtlara karşı, vatanın yüksek menfaatlerini ve milli birliği te'mine çalışacak milliyetperver zatlar, Müdafaa-i Milliye'ye çağrılır.
Elimizdeki vesikalara göre, Cemal Hoca, evini merkez yaptığı gizli teşkilâta yakın dostları Miralay Halil Bey'i, Etfal Hastanesi eczacısı Cemal Bey'i, Sabri Bey'i ve komiser Rİfat Bey'i alır. Fakat kısa zamanda teşkilâta canla başla hizmet edenlerin sayısı artar. Çünkü, Beşiktaş camilerinden başlatılan bir eleman toparlama faaliyeti hızla yürütülür. Bilhassa yatsıdan sonra eve getnecekleri kimselerin güzlerini bağlayıp Kollarına giriliyor ve alt taraftaki kapıdan içeriye sokuluyordu. Bunlar, evin arka tarafındaki diğer kapıdan çıkarılarak geldikleri yeri tanımamalarına çalışılıyordu. Üst kattaki salonda Hoca Eîendi'nin Hanı¬mı, dekoru çoktan hazırlamıştır. Uzunca bir sedirin yarım metre kadar yukarısına değin uzanan birbirine eklemiş yatak çarşaflan sarkıyor. Bu tavandan sarkan çarşafların arkasındaki sedirde oturmuş üç-beş adamın, yüzleri görünmüyor. Önlerindeki masanın üzerinde ise, Kur'ân-ı Kerim, ekmek ve tabanca vardır.
Bu masanın önüne Metinleri adamın gözlerini açan Cemal Hoca, »bak kardeşim', diyor, »vatanımız, milletimiz, halifemiz, namus ve şerefimiz tehlikededir. Şimdi bir teşkilât kurup elbirliğiyle mücadele etmek ve bu suretle vazifemizi yapmak emr-i İlâhi'dir. Şu anda sen beni gördün, istersen ihbaredip yakalatabilirsin. Benim bir kurşunluk işim var. Fakat, bak, şu perdenin arkasında oturanlar da seni gördüler. Şimdi kararın; ver. Kurduğumuz teşkilât içinde bizimle çalışacak mısın?
Bu gelen adam, ya da adamlar, »evet, çalışacağım» deyince, masanın üzerinde bulunan ekmek ve tabancaya el basarak, Kur'ân-ı Kerim'i de öperek şöyle yemin ederler:
- Miiii Müdafaanın yüce gayesine malul' herhangi' bir vazifeyi iktidarım dahilinde ifa edeceğime ve nizamnamesi hükümlerine sâdık kalacağıma yemin ederim, vallahi, billahi, tallahi..."
Bazan, eve getirilenler olur. Fakat hazırlıklar tamam değildir. Meselâ, salonun dibindeki sedirde oturacak yüzleri kapalı adam sayısı yeteri kadar olmayabilir. Halbuki teşkilâtı güçlü gösterebilmek için hiç olmazsa, orada üç kişi bulunmalıdır. Böyle düşünen Cemal Hoca, ortada oturan tek kişinin sağına, soluna iki kişi daha oturtur. Ancak bunlar, teşkilâta alınmak üzere olan adamın gördüğü gibi gerçek adamlar değildir. Hoca Efendi'nin, içi küçük yastıklarla doldurulmuş pantalonu vo gömleğidir. Bu hazırlık, her ihtimale karşı evde hazır bulundurulmaktadır.
MAÇKA SİLAHHÂNESİ'NDEN ÇALINAN SİLÂHLAR
Ne var ki, merhum Cemal Hoca'nm bütün hizmeti sadece teşkilâta- adam kazandırıp teşkilâtı genişletmekle sınırlı kalınıyordu. Anadolu'daki Kuva-yi Milliye'ye silâh ve cephane te'min etmek hususunda da çok mühim çabaları ve başarıları olmuştur. İşte cesur bir plânlama gerektiren bu hizmetlerinden birini, kızları Hikmet Öğüt Hanımefendi'den dinliyoruz :
— Şimdi Teknik, Üniversite'ye ait bulunan Maçka Silâhhânesİ, o zaman işgal kuvvetlerinin çok sıkı kontrolü altındadır. Bu sıkı kontrol altındaki silâhhâneye girmek ve hele do oradan silâh kaçırmak âdeta imkânsız bir iştir. Ama, babacığım kafasına koymuştur; mutlaka oradaki silâhlar alınmalı ve Anadolu'daki mücahitlere sevkedilmeliydi. Ama kuş uçurtulmayan bu binadan silâh nasıl kaçırılacaktı? Efendi Baba, kocaman bir tabut hazırlatır. Etrafına da beş on cemaat... Bullardan birinin Maçka Silâhhânesi'ndeki asker oğlu ölmüştür. Şimdi gidip cenazeyi oradan alacaklar ve gerekli vazifeler yapıldıktan sonra, götürüp defnedeceklerdir. Cenaze sahibi rolündeki zatın eline, mendile sarılmış acı soğan verilir. Adamcağız bunu ikide bir yüzüne gözüne sürüp ağlamalıdır. Tabutun önünde sarığı ve cübbesi ile Hoca Efendi, arkasında da cenaze sahibi ve tabutu taşıyanlar, Maçka Kışlasına girerler. Kapıdaki nöbetçiler durumdan şüphelenmezler. İçeriye giren cemaat, kendi üzerlerini ve o kocaman tabutu ağzına kadar silâhlarla
doldururlar. Ve yine üzgün ve süzgün bir edâ ile çıkıp giderler.»
Kendi ifadesine göre, Hoca Efendi oraya zayıf girip şişman çıkmaktadır. Çünkü, cübbesinin altım, alabildiği kadar silâhlarla doldurmaktadır. Oradan alınan bu tabut, yine aynı cemaatin refakatinde Feriköy mezarlığına getirilmekte ve daha önce hazırlanan mezara gömülmektedir. Hava kararıp ortalıktan el ayak çekilince de Ayazağa köyünden Mandacı Fehmi'Efendi ve adamları gelip, bu taze mezarı kazarak silâhları götürürler. Bunlar, sahile yakın bir yerde toplanabilen diğer silâhlarla birlikte, takalara yüklenip İnebolu üzerinden Anadolu'ya ulaştırılırlar.
Cemal Hoca, Müdafaa-i Milliye Teşkilâtının bütün çalışmalarını büyük bir gizlilik içinde yürütülür. Ancak, her türlü tedbire rağmen, faaliyeti etraftan sezilir. Komşusu olan bir Rum bakkal, bir gün ona gruplar halinde dolaşan İngiliz askerlerini göstererek der ki:
«— Hoca, farkındayım, iyi çalışıyorsun. Şimdi seni şunlara söylesem bir kurşunluk canın var. Fakat söylemiyeceğim, çünkü ben de komitacıyım, sizi takdir ediyorum.»
Hoca, hiç bozuntuya vermez ve tebessüm ederek sessizce oradan uzaklaşır.
TULUMBACILARIN REİSİ
Cemal Hoca, sadece cami cemaatinin değil çevresindeki her çeşit insanın sevgi ve saygısını  kazanan bir sempati merkezi oluşturmuştur. Bunun  bir' işareti olarak, devrin en bıçkın delikanlılarının teşkil ettiği Tulumbacıların da reisliğini kabul etmişti. Tulumbacılar o devrin itfaiye teşkilâtı idi. İşte, bu tulumbacılardan birinin Beşiktaş'la hâlâ bulunan bir Rum birahanesini basması, o günlerde halka moral veren bir hâdise olmuştu. Birahanede Türk bayrağını yere atıp üstünde hora tepen Rumları, tabancasını çekip durduran ve duvarda, asılı duran Yunan bayrağını yere atıp onun üzerinde hepsini tepindiren, sonra da geri geri kapıya kadar giderek, oradan uzaklaşan bu gencin hikâyesi dilden dile dolaşır...
TÜRK MİLLETİ HER ZAMAN MÜSLÜMANDIR VE MÜSLÜMAN  KALACAKTIR
Zafer kazanıldıktan sonra Cemal -Hoca'ya istanbul mebusluğu teklif edilir. Fakat Hoca bunu kabul etmez ve «ben vatanını için çalıştım, vazife istemem der. Ancak, Teşkilâtı birlikte yürüttüğü diğer arkadaşları, çeşitli vazifelere getirilirler. Meselâ bunlardan biri olan komiser Rifat Bey, Emniyet Genci Müdürü olur. Hoca Efendi'nin Rifat Bey'le olan dostlukları, daha sonralar; da devam eder. Hatta bir ara, Türkiye Cumhuriyetinde yapılan inkılâpları islâm Aleminin nasıl karşıladığını öğrenmekle vazifeli olarak, uzun, bir seyahata çıkar. Bu seyahat sırasında Mısır'a da 'uğrar. Orada bulunan son Osmanlı Şeyhülislâmlarından olan Mustafa Sabri Efendi'yi de ziyaref eder. Mustafa Sabri Efendi, Hoca'yı oradaki dostlarına takdim eder. Kendisine, «diyar-ı küfrün vaizi mi olur?- diyen bir Mısırlı hocaya, Cemal Hoca, -her zaman olduğu gibi, Türk milletinin yine müslüman olduğunu ve müslüman olmaya devanı edeceğini»  söyleyerek karşılık verir.

KABUSLU GÜNLER
Bir gün, eski dostu Rifat Bey, Hoca'yı Ankara'ya çağırır. Çok önemli bir mes'ele olmasa böyle bir davet o günkü şartlar altında yapılmayacağı düşüncesiyle, Cemal Hoca Ankara'ya gider. Görüşmeleri sırasında Rifat. Bey, Hoca'ya şöyle der:
— Artık, Esad Efendiyi ziyarete gitme. Çünkü, O'nu istemiyorlar. 70 bin müridi var, diye korkuyorlar. Bu adamın mutlaka ortadan kalkması lâzım diyorlar. Ben, «niçin?" diyorum, «kabahati nedir?», diye soruyorum.
Ve bu makamda kaldığım sürece de, böyle bir işe âlet olmayacağım. Ancak, beni buradan alıp vali yapacaklar ve bu makama da bir adamlarını getirip hu işi halledecekler. Sakın sakın, Esad Efendiyi ziyaret etme... Hatta birkaç ay, evinden dışarı çıkma!

Cemal Hoca, kendisine yapılan bütün sıkı tembihata rağmen, Ankara'dan dönerken Pendik'te trenden iner ve Erenköyü'nde oturan Esad Efendi'ye gider, öğrendiği bilgileri aktarıp aktarmama kararsızlığı içinde iken Esad Efendi, gayet sakin bir tevekkülle, âdeta başına gelecekleri haber verir. Hatta, içinde şöyle mısralar geçen bir de şiir okur;
Esad unuttu Erbil'i,
Kabe'yi Canımı cananıma  vermişim,  artık...
Hoca Efendi, bu durum karşısında öğrendiklerini söylemeye gerek duymaz ve Şeyh'in elini Öperek veda eder. Gerçekten de bu son görüşmeleri olur. Çünkü çok kısa bir zaman sonra meydana gelen Menemen hâdisesi ile ilgili görülen Esad Efendi, için idam karrı verildi. Ancak aynı gece ilahi tecelli gerçekleşti. Erdebilli vefat etti. Onun yerine 65 yaşındaki oğlunu astılar.

Bu bilgileri kendisinden öğrendiğimiz, değerli kızları Hikmet öğüt Hanımefendi, Cemal Hoca'nm o sıralar epey bir müddet evden çıkmadığını ve âdeta inziva bayatı yaşadığını da söylemektedir.
Ne var ki, Hoca Efendi'nin bütün tedbiri onun da zulme uğramasına mani olamamıştır. Mısır'da yaşayan Mustafa Sabri Efendi'nin oğlu İbrahim Sabri Bey'in kendisine yazdığı birkaç mektup bahane edilerek, evi üç defa basdıp aranmış, mühürlenmiş ve kendisine -hilâfeti isteme- ithamı yapılmıştır. Fakat kendisini suçlayacak bir delil de ele geçirilememiştir. Hoca efendi, kendisine yapılan bütün bu kötü muamelelere karşı, sabırla karşı koymuş ve -ne yapalım zulüm her devirde olmuştur» diyerek teselli bulmuştur.
TABUTTA YATAN TALEBE
Ancak, onun bütün gayreti ilme, irfana hizmet istikametinde daima canlılığını korumuştur. Kur'an öğretiminin bile suç sayıldığı bir dönemde, Cemal Hoca, tanıdığı bütün ilim yolcularının elinden tutmuştur.
Bir vaazından sonra yanına mahcup bir delikanlı yaklaşır.' İstanbul'a dini ilimler tahsil etmek için geldiğini söyler. Hoca Efendi hemen nerede ve nasıl kaldığını sorar. Mahcup delikanlı, bir camide müezzinlik yapan bir yakınının yanında barındığım söyler. Cemal Hoca, o zamanki şartlar icabı kendini geçindirmekten aciz bulunan müezzinin ne imkânlar te'min edebildiğini merak eder:
— Evlâdım, yorganın döşeğin var mı?
— Efendim, döşeğim yok ama, yorganım kâfi geliyor.
— Yavrum,  düşeksiz   yorganla  yatılır mı?
— Hocam, yorgan bana kâfi geliyor. Çünkü, bir ucunu altıma alıyorum, diğer tarafını da üstüme çekip camideki bir tabutun içine giriyorum. Kapağını da üzerime çektim mi, sıcacık oluveriyor...
Bu sözler üzerine gözyaşlarını tutamayan Cemal Hoca, bu genci himayesine alır ve iyi bir tahsil yapmasına önayak olur. Böylece, daha sonraları birçok yerde müftülükler yapacak olan bir değerli insan, kazanılmış olur.
YETİŞTİRDİĞİ TALEBELER
Bütün dini eğitim ve öğretim müesseselerinin kapalı olduğu o dönemlerde, Cemal Hoca, meydana getirilen boşluğa kendi özel gayretleriyle bir tarafından doldurmaya çalıştı. Evini bir mektep haline getirdi. Ders verdiği kapının arkasına kalın direkler koyup kapatarak herhangi bir baskına karşı tedbir alır, talebelerini öylece okuturdu. Dini ilimlerde yetiştirip icazet verdiği zatlar arasında, Adalar Müftüsü Fahri Dinçkol, Tayfur Efendi ve Kıbrıslı Şeyh Nazım Efendi gibi değerli insanlar vardır.
MAREŞALİN CENAZE TÖRENİNDE GENÇLİĞİN GALEYANI
Mareşal Fevzi Çakmak, Hoca Efendi'nin yakın dostu idi. Zaman, zaman evine gelerek, onun sohbetlerini dinlemekten derin bir zevk alırdı. Bu bakımdan Mareşalin, hâdiseli geçen cenaze törenine iştirak eden Hoca, bir ara gençler tarafından omuzlara alınarak taşınır. Hükümet erkânının cenazeye karşı ilgisizliğini protesto mahiyetine de dönüşen bu olaylar sırasında, gençliği teskin edici konuşmalar yaparsa da, akşam evine paramparça olmuş üstbaşıyla, döner. Kendisini gayet yorgun ve paralanmış elbisesiyle gören ev halkım,' «müsbet tezahürattan oldu-  diyerek yatıştırır.
RADYODAN İLK MEVLİT YAYINI
Cemal Hoca, Kore'de şehit düşen mehmetçikler için ilk defa radyodan yayınlanan mevlit programına katılarak konuşma yapar. Böylece Süleymaniye Camii'nden naklen verilen ilk mevlit yayınında dinî konuşma yapmak şerefini kazanır (10 Aralık 1950).
Hoca Efendi, çok hareketli ve içtimai münasebetleri çok çeşitli ve zengin bir hayat sürmüştür. Bu balamdan da mevcut evrakı arasında, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, Hayvanları Koruma Derneği vs. gibi çok sayıda teşkilâtın, kendisine gönderdiği tebrik ve teşekkür yazdan vardır.
UNESCO TEMSİLCİSİNİ HAYRAN EDEN KİTAP
Hoca efendi, özellikle sağlık konularına büyük ilgi duymuş ve bu konularda sadece vaazlarıyla değil, yazdığı eserlerle de halkı aydınlatmaya uğraşmıştır. UNESCO'nun katkısıyla Verem Savaş Derneği'nin yaptığı bir toplantıda, «İçtimaî ve Ahlâkî Temizlik: Yerlere ve Yollara Tükürenlerin Suçları» isimli eserini dağıtır. Bir gün sonraki toplantıda, UNESCO temsilcisi olan Doktor, bu kitabı göstererek, «bunu bana kim verdi diye sorar. Hoca Efendi de, "ben verdim der. Fransız Doktor, «kitabın yazarını tanımak istediğini» söyleyince de, Hoca, kendisini, «ben, yobaz» diye takdim eder. Toplantıda bulunan Tevfik Sağlam Paşa, hemen söze girerek:
— Hocam, yobaz olsan seni bu toplantıya çağırır mıydık?» deyince, Hoca taşı gediğine koyar:
— Paşam, maalesef, yıllarca sizin durumunuzdakiler bizlere 'yobaz', bizim durumumuzdakiler de buna tepki olarak sizlere 'gâvur' dediler. İşte şimdilerde ancak birbirimize yaklaşmaya, birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. Sizlerin ve bizim bir ve beraber oluşumuzla ancak millî birlik ve beraberliğimiz sağlanabilir. Ve ancak bu suretledir ki, vatanımızın kalkınması yolunda ciddi adımlar atılabilir. Elbirliğiyle aramızdaki sun'î uçurumları kapatmak bugünümüzün ve yalanımızın en hayati faaliyetidir kanatindeyim.»
Hoca'nın sözlerini hararetle tebrik eden UNESCO temsilcisi Doktor Etienne Berthct ise şu dikkate değer açıklamayı yapar:
«— Hoca Efendi, ben sağlık ve temizlik konusunda UNESCO bünyesinde bazı çalışmalar yapmak istedim. Bu maksatla da, Fransadaki en yetkili Kardinallere ve Hahambaşı'na müracaat ederek, dinimizin bu konulara dair görüşlerini sordum.
Fakat, hiçbirinden sağlık ve temizlik konusunda ciddi bir bilgi alamadım. Sonradan anlattım ki, Hiristiyanlığın bu konuda getirdiği kayda değer bir fikir yoktur. Fakat şimdi sizin kitabınızdan öğreniyorum ki, İslâmiyet, temizlik ve sağlık konusunda incelemeye değer bir hazine gibidir. Bunu anlamama vesile olduğunuz için size çok teşekkür ederim.»
NECİP FAZIL VE CEMAL HOCA
27 Mayıs İhtilâli'nden sonra, Diyanet İşleri Başkanı olması yolundaki ısrarlı talebîeri kabul etmedi. Araya giren dostlarını da hastayım, yapamam» diye ikna etti. Aslında u, 27 Mayıs'ın mağdurlarına daha çok yakınlık duymaktaydı. Meselâ, bunlardan biri olan dostu Necip FazıL Kısakürek, ihtilâlcilerce Balmumcu'da gözetim altına alınmış ve çileli günler yaşamıştı. Kendisine yazı yazması için kâğıt bile verilmeyen. Şairler Sultanı, ailesinin fırsat bulabildikçe içeriye sokabildiği gazetelerin kenarlarına, boş kısımlarına, hatta satır aralarına yazılar yazmış... Sonra da bu gazetelere kirli çamaşırlarım sararak dışarı yollamış... Bu suretle biriken gazetelerden bir kitap hazırlanmış ve bunları tahliye edildikten sonra bir bavul dolusu Cemal Hoca'ya getirerek :
— Hocam, şunlara bir bakınız, âyet ve hadîse aykırı birşey varsa, işaret ediniz» demiş...
Kızları Hikmet Hanmıefendi'nin ifadesine göre, birkaç husus hariç hepsinin isabetli olduğunu tesbit eden Hoca Efendi, Necip Fazıl'ı tebrik ve takdir etmiş.
FEZA İLE İLGİLİ KIYMETLİ BİR ESER
Hoca Elendi'nin, «Kur'ân-ı Azimüşşân'a Göre Maddî ve Manevî Feza Âlemleri isimli eseri konusunda, Üstad Necip Fazıl, şu görüşleri ileri sürer;
— Derin ve gerçek ilim adamlarından merhum Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt'ün son günlerine kadar hazırlamakta olduğu bir eser, 20. asrın en büyük keşif ve hamlelerinden biri olan feza dâvasını ele almakta ve bu bahiste, Kur'an'ın 14 asır evvel açtığı yolu ve sırları güstermekteydi.
Herşeyden evvel insan güzü,  Allah buyruğunun birçok noktasında yerle beraber göğe çekiliyor. Kur'an'da sema kelimesi 119 yerde, semavât şeklinde, çoğul olarak da 135 yerde karşımızdadır.

- En'am sûresinin 59. âyeti, gâibier âlemini Allah'ın emrinde ve nezdinde göstermekle, insanoğlunun gözünde sonsuz bir kâinat açar. Yine aynı sürenin 38. âyeti de, yerde ve gökteki canlı mahlûkların insanlar gibi, Allah'ı anmaya ma'mur ümmetler ve milletler teşkil ettiğini bildirmekle de, hudutsuz kâinat içinde sayısız yaratıkların haberini verir.
- Bakara sûresinin 29. âyeti, yerde ne varsa insan için yaratıldığını, sonra da göklere inayet edildiğini ve onların kat kat düzene sokulduğunu kaydetmekte ve görünür, görünmez âlemlerin Rabbini ve Bilginini hatırlatmakdadır.
İşte Hacı Cemal Öğüt'ün, Fezaya yol açılacağını 1300 küsur yü evvel haber veren Kur'an kaydiyle satırları:
— Şu halde insan, yalnız yere mahsus olarak yaratılmış bîr mahlûk değildir. O, yer kadar göklerden de faydalanmaya mezundur. Fakat, bunun için insanlar, herşeyden evvel, kendi ruhlarına semayîlik hislerini duyurmalı ve Allah'ı tanımalıdırlar.*
Ve işte bir tefsirden verdiği misal:
— Yarın, yerdeki nimetler tükenecek ve biz aç kalacağız diye ağlar dururlar.
Bu son misal gerçekten pek mühim ve asrımızın iktisadi faciasına yüzde yüz uygundur.
Şûra sûresinin 29. âyeti ise demektedir ki:
— Allah'ın varlığına ve birliğine delil, gök ve yerdir. Ve göklerde ve yerde ürettiği canlı varlıklar...
Aynı sûrenin aynı âyetini tefsir eden meşhur İbn-i Kesir, âyetteki 'canlı mahlûk' mânâsına gelen "dabbe' kelimesini, meleklere, ayrı insanlara ve sıfatları bilinmez daha nice mahlûklara kadar şümullendirerek, gökleri, bütün bu sekeneye (sakinlere) mâlik hudutsuz bir sular âlemi diye gösterir.

Merhum Hacı Cemal öğüt'ün, ikmâl edemeden rahmete ikmal ettiği eserini ve onun asrımıza mahsus muazzam tezini böylece özleştirdikten sonra, eski âlim ve ariflerden, Bursa'da gömülü üftade Hazretleri'nin, bağlılarından meşhur Üsküdarlı Mahmud Hüdai Hazretleri'ne verdiği bir cevabı belirtelim:
— Bu kâinatta öyle âlemler vardır ki, onlarda benini gibi nice Üftade'ler ve senin gibi Mahmud Hüdaî'ler mevcuttur.
Eserin tamamlanmamış olsa da, mevcut kısımlarının neşredilmesini, mübarek Zât'ın vârislerinden bekleriz.
Merhum Necip Fazıl Bey'in bahsettiği bu eser tamamlanmış, hatta dizgiye de verilmiş halde, o zamanki İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'ne verilmiştir. Fakat, ne acıdır ki, hâlâ ne orijinal nüshası, ne de matbaadaki hâli bulunamamıştır. Ancak, «Maddi ve Manevî Feza Alemleri, eserinin bir özeti ve fihristi mahiyetindeki Kılavuz 1964 yılında basılmıştır.
29 Mart 19ö6'da İstanbul'da vefat eden Cemal öğüt Hoca, arkasında, hâlâ zevkle okunan değerli eserler bırakmıştır. Meselâ bunlardan biri olan «Kadın İlmihali, 16. baskısını», Fâtımatü'z-Zehra. ise 6. baskısını yapmıştır. Bir de, «benim Fatimam» dediği muhterem kızları Hikmet Öğüt Hanımefendi... Vefatına yakın günlerde Amerika'da bulunan Detroit'li muslümanlar tarafından dini tedrisat için çağrıldıysa da bu hizmet için ömrü vefa etmedi.
CEMAL HOCA ÇOCUKLARI ÇOK SEVERDİ
Cemal Hoca'nın neş'eli vaazları, kahramanlığı, hâlâ istifade edilen ilmî kitapları yanında Önemli bir Özelliği de, kalbindeki engin sevginin İnsanları, özelilkle de çocukları sımsıcak sarmasıydı. Meselâ evinde çalışırken, sokaktan ağlayan bir çocuk sesi duydu mu, mutlaka ilgilenir, odasında bulundurduğu meyveleri bir sepetle pencereden sarkıtır ve onları avutuncaya kadar meşgul olurdu.
Bazı ay sonlarında, maaşından artan parayla kızını, Beşiktaş pazarına gönderip çocuk ayakkabıları aldırır, kenar mahallelerin çamurlu sokaklarında oynayan yavrulara bunları kendi eliyle vermekten büyük bir haz duyardı. Üstü başı perişan çocukcağızların bu beklenmeyen hediyeyi alıp evlerine koşmalarını zevkle seyreder, hemen de -hadi kızım, kimse görmeden kaçalım.- derdi.
İHTİYAÇ SAHİPLERİNE YARDIM EN BÜYÜK ZEVKİYDİ
Yine kızlarının anlattığına göre, bir gün Hacı Osman Bayırı'ndan aşağı doğru inmekledirler. Yokuşu ağır ağır çıkan bir at arabası üstünde uyuyan ihtiyar bir adama rastlarlar. Kızım duruver diyerek arabayı kenara aldırır ve cebinden çıkardığı 10 küsur lirayı bu ihtiyar arabacıya gönderir. Adamcağız daldığı uykudan silkinerek uyanır ve eline sıkıştırılan paraya, ahhh!... diye bir hayret çığlığı ile karşılık verebilir. Yine Hoca Efndi'nin tatlı telâşı vardır; -Haydi kızım, hemen kaçalım buradan...» der.
Bir başka gün de, sokaktan geçen yoğurtçunun sesini duyar ve kızından yoğurt almasını ister, O da, babacığım, yeteri kadar yoğurdumuz var deyince, Hoca, sesine tatlı bir sitem karıştırarak konuşur:
— Kızım, zararı yok, fazla olsun. Sen harcayacak yer bulursun. Hiç satabilse, adamcağız, bu soğukta sokağımızdan üçüncü defa geçer mi?» der.
NEZAKET VE EFENDİLİĞİ
Hoca Efendi'nin gerçek bir İstanbul efendisi olduğunu gösteren bir davranışını, kızları Hikmet öğüt Hanımefendi o günleri âdeta yeniden yaşayarak şöyle anlatıyor:
- Beşiktaş'taki evimizin bahçesinde eski bir bina vardı. Onları biraz düzene sokup, bölümlere ayırdık ve kiraya verdik. Orada oturan kiracılarımız sık sık evimize gelir misafirimiz olurardı. Yine bir gün bizde otururlarken, başka bir tanıdığımız da geldi ve onların kim olduğunu sordu. Ben de, «bunlar bizim kiracılarımızdır dedim. Babam, bunu duyunca, beni çağırarak dedi ki:
— Yavrum, hiç öyle denir mi? Misafirlerimiz demeliydin. Kiracılarımız sözünde bir gurur ve enaniyet havası var.
Sen bu sözünle onları mahcup etmiş olabilirsin. Halbuki Allah bu nimeti bize, başkalarına üstünlük taslamak için vermedi. Olsa olsa nimete şükretmek gerekir."
Ben de bir dalıa onlara daha yakın davrandım ve kat'iyyen kiracılanımız lafını etmedim.
KİMSENİN YANLIŞINI YÜZÜNE VURMAZDI
Soğuk kış yatsılarında camiye ateş dolu bir mangal götürerek, cemaatin sadece gönüllerini değil, vücutlarını da ısıtmaya çalışan Cemal Hoca, meslektaşlarına da azami bir yakınlık içindeydi. Biri gelip 'filân hoca böyle dedi, falan da söyle dedi, hangisi doğrudur?- diye bir mes'ele sorduğu zaman,' kesinlikle yanlışı, o kimsenin gıyabında da olsa açıklamazdı. Sadece, ben bilmem, getir bakalım şu raftaki kitabı, bakalım nasıl açıklıyor? der ve işi kaynağından hallederdi.
MANEVİYAT BÜYÜKLERİNE SAYGISI
Devrin maneviyat büyükleriyle hep iyi ilişkiler içinde olduğu içinde hepsi onu çok sever, sayardı. Meselâ, Tahirü'l'Mevlevi, sen bizdensin, Mevlevisin der... Şeyh Esad Efendi, oğlum Cemal Efendi diye hitap eder. Said Nursî Hazretleri, hasta yatağından doğrulur, tebessümle karşılar; Kenan Rifaî ise, siz tarikat mensubusunuz diyerek eline eğilince, siz de şeriat ilmini haizsiniz diyerek mukabele eder, birbirlerinin elini öpmek gayretiyle âdeta yuvarlanacak kadar eğilirlerdi.
AKTÜEL KONULARDA GÖRÜŞLERİ
Cemal Öğüt Hoca, gayet ileri görüşlü ve kültürlü bir zattı. Zaman, zaman gazete ve dergilerde kendisiyle aktüel ve dini konular üzerine mülakatlar yapılmıştır, Ahmed Emin Yalman'ın çıkardığı Hür Vatan gazetesinde kendisine sorulan bazı soru ve cevaplar şöyle yer almıştır:
— îçtihad kapısı kapalı mıdır?
— Îçtihad kapısı kapanmaz. Kapanırsa, İslâm âlemine cehalet hâkim olur, ahlâksızlıklar başgösterir. Bütün cemiyet kötü bir gidişe yönelmiş olur. Ve dolayısiyle de İslâm hedeften ayrılmış olur.
— Öyleyse neden içtihad kapısının kapalı olduğu söylenir?
— Her mevzuun mütehassısları vardır. Bu mevzuda da, mutlak mütehassıslar var idi. Fakat bunlar zamanla eksildi. Ve bazı yerlerde hiç kalmadı. Binaenaleyh, «içtihad kapısı kapandı» demek, -ehli kalmadı- mânâsına gelir, içtihadın birçok şartları vardır. Meselâ ben bir hocayım diye, apandist ameliyatına çağırılırsam, yapacağım iş, bunu mütehassısına göndermek olmalıdır. Herşey böyledir. Ehil olmayan kimseler, içtihad yapmaya kalkarlarsa, yanlış hükümler verirler.
İki türlü, içtihad yapılır. Birincisi İmam-ı A'zam'-ın içtihadıdır (Dinden müçtehid). İmam-ı A'zam, doğrudan doğruya Kur'an'dan ve Hadis'ten içtihad yapmıştır. İkincisi ise, (Mezhebten müçtehid) tir. İmam-ı A'zam'ın mezhebinden içtihad yapılmıştır. Bunlar da gösteriyor ki, içtihad kapısı kapanmaz. Ehli bulunduğu sürece içtihad kapısı açıktır.
— Günümüzde içtihad yapacak din adamları varmıdıı?
- Günümüzde mezhebten içtihad yapabilecek ulemâ bulunabilir.

Cemal Hoca Batı medeni ye tiyle ilgili fikrini de şöyle açıklıyor:
— Şark âlemi, Batı medeniyetini hazmetmek mecburiyetindedir. Bizim dinimize, mukaddesatımıza, ahlâkımıza manî olmayan herşey, bizim için mubahtır. Türk milletinin medeniyetlere erişmesi için, müsbet ilim yolunda gece gündüz çalışması gerekir.
- Ancak, kanunlar Batı'dan ithal yoluyla alınmamalı; onları biz kendi örf, âdet ve kültürümüze uyacak biçimde hazırlamalıyız. Bizim ithal ettiğimiz kanunlar hazır elbise gibi oluyor; üzerimize tanı olarak uymuyor. Nasıl ki çarşıdan elma alırken bile önümüze geleni hemen kapmayız, çürüğünü çarığını seçerek, güzelini alırız. Dışarıdan aldığımız şeylerin de iyisini, güzelini, kendimize uyanını alalım; çürüğünü, bozuğunu değil...
Merhum Hoca, komünizmi, İslah edilmiş bir haraya benzetir, bu illetin Türkiye'mize yerleşeceğim görmektense, ölmeyi tercih ederim derdi, komünizme karşı olan bu hassasiyeti sebebiyle de, Mehmedçiğin Kore zaferine büyük bir önem vermiş, Süleymaniye Camii'nde bir kadir gecesi sabah namazına kadar büyük bir heyecanla vaaz etmiş ve komünist saldırganları Ye'cüc ve Me'cüc mes'elesi olarak ele almıştır.

Kaynak: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e / İslam alimleri, Vehbi Vakkasoğlu cihan yayınları 1987 / adlı eserin 55-77 sayfalarından alınmıştır.

MUHAMMED İHSAN OĞUZ(K.S)

MUHAMMED  İHSAN  OĞUZ
[ K.S. ]  (1887-1991)
19 Hazîran 1887 - 2 Ağustos 1991
Nakşbendî şeyhi, tasavvuf yazarı. Posta İdaresinde çalıştığı günlerde Millî Mücadele’ye önemli hizmetler yapmıştır. 1938’de memuriyetten emekli olarak sonraki  hayatını irşad çalışmaları ve eserler yazmakla geçirmiş; 104 yıllık uzunca bir  ömrü böylece tamamlamıştır.
27 Ramazan 1304 hicrî, 19 Hazîran 1887 mîlâdî târihinde Kastamonu'da dünyâya gelmiştir.
Babasının adı Atâullah, annesinin adı Hâcer'dir. İlk Mektep'ten sonra orta tahsilini Kastamonu Askerî Rüşdiyesi'nde ve yüksek tahsilini Ziyâiyye Medresesi'nde yapan Muhammed İhsan Beyefendi, büyük bir âlim ve müderris olan eniştesi ve hocası Ahmed Ziyâeddin Efendi'den de husûsî dersler almış; O'nun genç yaşta vefâtı üzerine tek başına ilmî çalışmalarına devam ederek kendisini yetiştirmiştir. Muhammed İhsan Bey, memuriyet hayâtına Posta ve Telgraf İdâresi'nde başlamış; bir ara Sultânî Mektebi'nde Kâtiplik, Askerî Rüşdiye'de Hüsn-i Hat (Güzel Yazı) ve Türkçe Öğretmenliği görevlerinde bulunmuştur. Posta ve Telgraf İdâresi'nde, Muhâbere Memurluğundan Başmüdürlüğe kadar çeşitli kademelerde görev yapmış; İstiklâl Harbi sırasında memleketimiz için değerli hizmetler îfâ etmiş; 1938 yılında emekliye ayrılarak ilmî çalışmalarına hız vermiştir.
Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvuf hayâtı ise çok küçük yaşta başlamış, 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliyâ Efendi'nin terbiyesine girmiştir. İnsân-ı Kâmil olma yolunda senelerce süren mânevî çalışma ve araştırmalardan sonra Harput'ta Seyyid Ahmed Çapakçûrî Hazretleri'ni mânen bularak kendisine intisâb etmiştir. Yazdığı dokuz mektupla ve rûhâniyyet yoluyla irşâd ettiği bu yüksek yaratılışlı talebesine hicrî 1340 ( milâdî 1921 ) yılında "İrşad İcâzesi" veren Seyyid Ahmed Hazretleri , aynı yıl (94 yaşlarında) ebedî âleme göçmüştür. Muhammed İhsan Beyefendi'nin tasavvufî hayâtı son nefesine kadar devam etmiş, çocukluğundan itibâren pek çok Allah Dostundan ve Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in rûhâniyyetinden feyz almış bütün ilim ve feyzini eserleri, sohbetleri ve mektuplarıyla zihinlere ve gönüllere aktarmıştır.
Bir asrı aşan hayatı "Hak ile hakîkatin bilinmesi, yaşanması ve anlatılması" uğrunda geçen Muhammed İhsan Oğuz Beyefendi, 2 Ağustos 1991 (21 Muharrem 1412) Cuma'yı 3 Ağustos Cumartesi'ye bağlayan gece saat 2.15'de aramızdan ayrılıp ebedî âleme intikal etmiş, hasret ve iştiyâkında olduğu Allah ve Resulü'ne kavuşmuştur.
M. Evliya Efendi’den ilk terbiyesini almakla beraber irşad icazetini Seyyid Ahmed Çapakçûrî’den almıştır(1921)  M. İhsan Oğuz'un ilk mürşidi olan Muhammed Evliya Efendi, 1902 yılında hacca gitmiş, hac farîzasını tamamlayamadan (Arafat’a çıkamadan) vefat ederek Cennetü’l Mu’allâ denilen kabristana Hz. Hatice türbesinin yakınına defnedilmiştir. Hayatta iken Hz. Hatice’yi çok andığı ve Mekke’den yazdığı mektuplara (yarım hacı) diye imza attığı belirtilmektedir ki, haccı tamamlayamayacağını bildiğine işarettir.
Basılmış bir çok kitabı vardır.
TASAVVUF YOLUNDA MANEVİ CİHAD
Muhammed İhsan OĞUZ
Oğuz Yayınları
Muhammed İhsan Oğuz'un  tasavvuf yolunda mürşid arayışını ve Seyyid Ahmed Çapakçûrî'yi mânevi bir ikram ile nasıl bulduğunu, Seyyid Ahmed Çapakçûrî'nin kendisine yazdığı 9 mektubu, Aliyyü's-Sebtî Hazretleri ile Seyyid Ahmed Çapakçûrî Hazretleri'nin hayat hikâyelerini içeren bir eserdir.
Eserin orjinal adı Mücâhedât-ı Diniyyedir. Eserde M. İhsan Oğuz hazretlerinin mürşidiyle arasındaki karşılıklı yazmış olduğu 9 mektuba yer verilmiştir. M. İhsan OĞUZ  bu mektuplar vasıtasıyla mürşidiyle haberleşiyor ve icazet alıyor.
M. İhsan OĞUZ 1887 Kastamonu doğumludur. 7 yaşlarında iken Şeyh Muhammed Evliya hazretlerinin terbiyesine giriyor. Hazret çocukluktan bu yana ehlullaha muhabbeti ziyade olmuş biridir. Gençlik yıllarında (1905) birçok kimsenin tavsiyesiyle bir Nakşibendi şeyhine bağlanıyor. Uzun bir takım olaylardan sonra bu zatın gerçek bir mürşid olmadığı ortaya çıkıyor.
Tekrar bir mürşid-i kamil aramaya başlıyor. Bir müddet sonra Allah dostlarından bir zata intisab ediyor. Fakat bu mübarek zat bir kaç ay sonra vefat ediyor. 1917 yılında rebiülevvel ayının Pazartesi gecesi, özellikle efendimizin doğum gecesine rastlaması hasebiyle gusül abdesti alıyor, Allah’a dua ediyor. Kendisine Allah’ın lütfuyla mürşidi kamilin ismi ve cismi bildirilip gösteriliyor.
O gece mana aleminde havada ve boşlukta beyaz bir zemin üzerinde kalın ve siyah bir yazı ile Seyyid Ahmed Kürdi yazılı bir levha gösteriliyor. “Bu isim, mürşid ve insan-ı kamil ismidir” diye sesleniliyor.
Hazret iradesi dışında bütün alemlere hitaben “Ey insanlar! Kutuptaki manevi kuvvetin büyüklüğünü anlayınız ki, tabi olmak üzere kendisini 3-5 adım izlemek, tahammül edilemeyecek feyzlere manevi hallere erdiriyor” sözlerini söylüyor. “Meded ya Seyyid Ahmed Kürdi” diyerek uyanıyor. Bu halin feyizli tesiri aylarca sürüyor. Fakat bu zatın nerede olduğu bildirilmiyor. Tam bu sırada Irak taraflarındaki bir mürşidin durumunu sormak için abid ve fazıl bir şahsiyet olan Harput Ulu Cami imamına mektup yazıyor ve bu rüyasını da ekliyor. Cevapta Seyyit Ahmet Hz. lerini tanıdığını soyu sağlam seyyid bir zat olduğunu bildiriyor. Alim, fazıl, keramet sahibi fakir bir zat olduğunu söylüyor. Mektup Seyyid Ahmed el-Kürdi hazretlerine arzediliyor. Fakat O bu yolun büyüklerinin ruhaniyetlerinden emrolunmadıkça bir şey yapamayacaklarını söylüyor.
Bunun üzerinde uzun bir bekleyiş dönemi başlıyor. Hazrete yazdığı mektuptan tam bir yıl sonra aynı gün kendisine cevap gönderiyorlar. Evet tam 12 yıl süren Mürşid-i Kamil arayışı son buluyor. Bağlılık gerçekleştikten sonra ihtiyaç duyuldukça 3, 5, 6 ayda bir mektuplaşma yapılmış. Kendisi bu yazışmalara “9 mektupta irşad demektedir”.
SEYYİD AHMED ÇAPAKÇURÎ'den M. İHSAN OĞUZ'A GELEN MEKTUPLAR
1.MEKTUP
Kendilerine 50 istiğfar, bir dakika rabıta, 100 ile 300 kelime-i tevhid veriyorlar. Rüyada görmüş olduğun bir zatın kudsi nefesi, senin için yeterlidir. Başka yere ihtiyaç kalmadı buyuruluyor.
Zikri manasını düşünerek yapınız. Yoksa fayda elde edilmez. Mana aleminde görmüş olduğunuz zata rabıta edersiniz. Bu yolda ihlas şarttır.
2.MEKTUP
Özel olarak mübarek vakitlerde size dua ederim. Uzak mesafe olduğu için orada istekli olanlara izin verilmek üzere sana ruhsat verilmiştir. Azizim yaşım doksandır. Bu ana değin kimseyle kaynaşamadım. Her nasılsa kader rast getirdi, sizle kardeş olduk. Soyumuz Hüseyni, yolumuz Nakşi, Şeyhimiz, Aliyyü-s Sebtidir. Aliyyü-s Sebti Hazretleri ise Mevlana Halid’in terbiyesinde yetişmiştir. Gönül ehlinden, hatta peygamberlerden feyz almak 3 şeye bağlıdır. “Edeb, İhlas, Muhabbet” tir. Feyz almaya sebep birdir. O da şeyhe muhabbettir. Çünkü mürşidin kalbinden müridin gönlüne akan manevi bir nehir vardır. Bu manevi nehir sebebiyle müride mürşidin kalbinden devamlı bir feyz akımı olur. Nehrin genişliği, müriddeki muhabbetin çokluğuna veya azlığına göredir. Yoksa, yapılan zikrin çokluğundan değildir. Zira, bir damlada uçsuz bucaksız denizler, bir zerrede gözler kamaştıran güneşler meydana gelir.
3.MEKTUP
Kelime-i Tevhide devam edersin. Kelime-i Tevhidin manasını sürekli düşünmek zordur. Bazı zamanlarda kelime-i tevhidin tekrarında uzuvlarla kalbin birlikte harekete yönelmesi, kelime-i tevhidin manasını derinliğine düşünmekten dolayıdır ve ruh yolundan gelir. Bu durum insanı hızla yükseltir. Vücutta olan uzuv ve organların tamamı ruhun yönetimi altındadır. Ruh onları dinin emirlerine hizmetle yükümlü tutar. Her uzuv yaradılış amacına yönelince mürid şeyh vasıtasıyla Muhammediyyül Meşreb olur. Mürid önce mürşidinde fani olur. Sonra Efendimizde fani olur. Sonra Allah’ta fani olarak nefsani varlığından kurtulur. Mümkün olduğunca kalblerinizin boş manasız şeylerden temizlenmesine çalışınız. Fakat bu yavaş yavaş olmalıdır.
4.MEKTUP
Silsile büyükleri tarafından size manevi bilgi ve sevgi meydana geldi. İlhamlar üçtür. Birincisi vesvesedir ki, hal bakımından bu yolun yolcusunu şüphede bırakır. İkincisi meleklerin ilhamıdır. Bu cins ilhamlar şüpheyi giderir ve ilhamlar verir. Üçüncüsü doğrudan doğruya hakkın ilhamıdır. Bu tür ilhamlar cezbe verir. İcazet zamanı yakındır, vermek lazım gelir.
Ey aziz, bazısı icazet verilmeden önce bazısı icazet verildikten sonra derece kazanır. Çekilen Allah zikrinin sayısı sınırlı değildir. Çoğunda sınır yoktur. Bununla birlikte zaman dağdağalıdır. Meşguliyet çoktur. En azından yükümlü tutmak gerektir. Yoksa Allah zikrinin her latife için miktarı beşbindir. Fakat bu miktar zamanımıza yaramaz. Şeyh kuvvetli olursa bu yolda olana az zikir ile büyük derece aldırır. Uzak yakın birdir. Herkes müridini bilir.
Ey aziz, latifelerin tamamı kalb alemindedir ki, kalb hepsini kapsar. Zira kalp geniştir. Sonu yoktur. Gerek aşağı alem, gerek yukarı alem tamamıyla kalbdedir. Zikrin çoğunda sınır yoktur. Fakat gücünden fazla davranmayasın. Hafif hizmet daha iyidir. (Hazret her latife için 300 Allah zikri veriyor. Bu ise 1500 yapar. Bu en az olan rakamdır diyor.
Latifeler beştir: Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa)
5.MEKTUP
Bundan böyle Nakşibendiyye yolunda yürümek ve bu yola girenleri bildiğin gibi yönlendirip ilerleterek maksadına erdirmek için zaten ve sıfaten Efendimiz (as) ve silsile büyüklerinin izni ile sana icazet verildi.
Zikirlerin her adedi başında “ilahi ente maksudi ve rızake matlubi” sözlerini içtenlikle söyler, zikre devam edersin. Allah kimseye gücünden fazla bir şey yüklemez.
6.MEKTUP
Ey aziz, sona kadar tasavvuf yolundaki say ve ilerlemeniz doğruca gerçekleşti. Bununla birlikte tehlikeden uzak oldunuz. Zira; mürşidin kuvveti bu yola gireni birden irşad edip sonuca ulaştırır. Çünkü Ümmü-l Kül validemiz (Hz. Hatice) bu yüce dinin temelidir. Sizi özel olarak kabul edip saadet fırkasına kaydetmiştir. Hz. Hatice ilk iman eden kadınlardandır. Onun için Haticetül Kübra adını almıştır. Bundan dolayı; bütün seyyidlerin, pirlerin, büyüklerin hatta herkesin büyük annesidir.
7.MEKTUP
Size her hususta ruhsat verilmiştir. Ayrıca icazet zamanıdır. İcazet için gerekli şartların çoğu yerine gelmiştir. Mesela, biri saadet defterine geçmektir ki, Hatice validemiz tarafından O’nun başkanlığı altında saadet ehli olanlar arasına alınarak müjdelendin. Bir de ruhlar alemi arz olunmuştur ki, orada saadet topluluğunu gördün, saadet defterindesin. Bununla birlikte, tarikat imamları da tasdik edip müjdelemişlerdir.
Ey kardeş, meşguliyetin kelime-i tevhiddir. Hak yolcusu için 3 konak vardır. Birinci konak fena (nefsani varlıktan geçmek), ikinci konak cezbe (manevi coşkunluk), üçüncü konak kabza (Allah’ın azameti karşısında kendinden geçme). Fena aleminin zikri kelime-i tevhid. Cezbe aleminin zikri Allah. Kabza alemine gelirse Hu zikrine devam eder.
Bu yolda icazet verildikten sonra kazandığını kendi azim ve iradenle kazanırsın. Kendini hangi alemde hissedersen zikri yaparsın. Tasavvuf yolunda olanların hareket ve davranışları, Hak Teala hazretlerinin hususi tasarruflarının eseridir.
Ey aziz, kelime-i tevhid zikri kalbe kuvvet verir. Allah ismi Ruha kuvvet verir. Hu ismi şerifi sırra kuvvet verir. Sırları çözmek kalb ile olur. Makamları yükselmek ruh ile olur. Hakkın huzuruna ermek sır ile olur.
Fena üç kısımdır. 1. Fiillerin fenası uygunsuz fiilleri bırakıp Hakkın rızasına uygun hareket etmektir. Sıfatların fenası ise herkesin bir sıfatı vardır bunlar: Efendi, ağa ve paşadır. Tasavvuf yolunda olan kişi bu gibi şöhretleri bırakır. Yalnız zat ismiyle baki kalırsa Hakk’ın sıfatıyla baki kalır. Yani kişi hiç olursa gönlünde ve iç aleminde Hakk’ın zatıyla baki kalır.
Seyyid Ahmed K. Hz’leri M. İhsan Oğuz Hz’lerine hatme-i haceganı tarif ediyor ve yazılı olarak icazetnamesini gönderiyor. (1921 senesi)
8.MEKTUB
Ey aziz devamlı huzur şarttırki bütün murakebelerin ve derecelerin neticesi, yükselişi ve inişi bundan dolayı meydana gelir. İhsan Oğuz Hz’leri Şeyhimin himmetiyle meleke kesbetme hasıl oldu, maddi meşgalelerin etkisi kalmadı buyuruyor.(Maddi meşgale Allah’ın bir kul üzerinde afetidir.)
9.MEKTUB
Bildiğin gibi fena üçdür. 1) Şeyhte fena 2) Peygamberde fena 3) Allahda fena
Yine bilesin ki bu fenalar Şeyhe fenanın sonucudur. Peygamber ve Allah sevgisinin yolu şeyhten geçer.
***
Allah’ın inayeti Efendimizin izni ve büyüklerin ruhsatı ile irşadla görevlendirildiğin için tam icazetnameyi gönderiyorum
2.BÖLÜM
Kitabın ikinci bölümünde Aliyyü’s-Sebti ve Seyyid Ahmet Kürdi Hz. anlatılıyor.
M. İhsan Oğuz Hz. Şeyh Ahmed Hazretleri için Kutbiyyet, Gavsiyye ve Ferdiyyeti temsil ettiğini söylüyor. Delil olarak da Kutbiyyet için aralarında geçen diyalogda 1. ve 3. mektuplarda Kutb’ül Aktabı olarak gösterilmesini tasdik buyurmuşlardır. Gavsiyetine delil, vefatına bir yıl kala mana aleminde M. İhsan Oğuz Hz. Ahmed Bedevi Hz. leri Harput'a Ahmet el-Kürdi’yi ziyarete geldiğini görmesi ve kendisine  “Gavs Seyyid Ahmet el-Kürdi Hz. lerini ziyarete geldim” şeklinde hitap etmesidir. M. İhsan Oğuz, Seyyid Ahmed'in ferdiyete dair bütün hususiyetleri de  taşıdığını söylüyor. Ferdiyet makamı sahipleri Kutbun tasarrufuna girmeyen velilerdir. Kutbun irşad ve hidayet ışığı güneş gibi herkesi kapsadığından özellikle bilip tanınmasına gerek yoktur. Kutbun kim olduğunu bilmek ve şahsını görmek herkes için mümkün değildir. Kutupluk mertebesini elde etmek başka, kutupluk görgü ve yetkisine sahip olmak; o makama atanmak başkadır. Fiilen kutupluk makam ve yetkisi elinde olan ve iki cihan tasarrufu bizzat kendisine verilmiş bulunan zat, bu özel ünvanın sahibidir. Yeryüzünde Allah’ın halifesi odur. Zamanın sultanı bu şahsiyettir. O’nun mübarek vücudu kainatın ruhu gibidir. Bilsin bilmesin yaratılmış her varlığın yöneliş ve bağlılığı onadır. Hakkın has nazarının aynası o zatın kalbidir.
Allah dostlarının isim ve özelliklerini anmanın “salih kulların anıldığı yere Allah’ın rahmeti iner” sözü gereğince ilahi lütuf ve rahmete feyz ve berekete vesile olacağından şüphe yoktur.
ŞEYH ALİYYÜ’S-SEBTİ
Halid-i Bağdadi Hz. lerinin halifelerindendir. Diyarbakır’da 1777 yılında dünyaya gelmiştir. Mevlana Halid Hz. leri Abdullah Dehlevi Hz. lerinin emri üzerine Aliyyü’s-SebtiHz. lerini bularak misafir olmuşlardır. Beraber Şam halkını irşada gitmişlerdir. Hazret 5 sene sonra Mevlana Halid Hz. lerinden icazet almışlardır. Mevlana Halid Hz. leri kendine hilafet vermek isteyince kabul etmemiş “ben size bunun için hizmet etmiyorum” demiştir. Hz. Halid “ömrüm az kaldı, bir Halid daha bulamazsın” buyurmuşlar ve emretmişlerdir. Vefatından sonra Palu’ya gitmelerini emir buyurmuşlardır. Mevlana Halid Hazretlerinin emri üzerine Palu’ya gelmiştir.  Kendileri üveysi olarak Abdullah Dehlevi Hz. lerinin terbiyesine mazhar olmuşlardır.
Şeyh Abdullah Dehlevi, Hz. Mevlana Halid Hz. lerini Şam halkının irşadı için görevlendirmiş ve "Diyarbakır’da Aliyyü’s-Sebti’yi bulur, Şam’a beraber gidersiniz" demiştir. Aliyyü’s-Sebti Hazretleri, Abdullah Dehlevi hazretlerinden uveysiyyet yönünden terbiye görmüştür. 5 yıl sonra icazetini alan Aliyyü’s-Sebti Mevlana Halid Hz. leri vefat edene kadar hizmet etmişlerdir. (Üveysiyyet: Ruhaniyyet yönünden terbiye olunmak demektir. Büyüklerin çoğu bu yolla terbiye görmüşlerdir. Üveysiyyet yoluyla terbiye olunanların, kendisini terbiye eden mürşidi görmesine gerek yoktur. Bu yolla kemale ulaşanlar çok yüksek kabiliyet sahibi olanlardır. Bütün büyükler bu yolla terbiye olmayı önemli bir husus saymışlardır. Nitekim Üveys-i Karani Hz. Efendimizin ruhaniyetinden bu yolla terbiye görmüşlerdir. Aliyyü’s-Sebti hicri 1287 yılında vefat etmiş olup kabri Elazığ'ın Palu ilçesindedir.
SEYYİD AHMED ÇapakçurÎ :
1246 yılında Bitlisin Çapakçur ilçesine bağlı Kürd köyünde doğmuştur. Aslen Bağdatlı ve Hz. Hüseyin evladı bir seyyid olup Kürt değildir. 10-12 yaşlarında iken dağlarda koyun otlatırken bir zata rastlıyor. Kendilerinin halini soruyor. Biraz sohbet ediyorlar. Kendisinin her halinden haberdar olduğunu anlıyor. O zaman ancak fatihayı okuyabiliyormuş. İlim öğrenmeye çok arzulu imiş. O zat bu arzusunu anlayınca hemen ağzına üfürüyor. O anda her ilime sahip oluyor. O zat Hızır aleyhisselamdır.  Babası aldığı manevi emir üzerine 12 yaşındaki oğlu Ahmed'i  Aliyyü’s-Sebti'ye teslim eder. Aliyyü’s-Sebti’nin evinde kalıp özel bir  terbiye görmüş ve hilafet almıştır. Eğtiminden sonra aldığı manevi emirlerle değişik yerlerde irşadda bulunmuştur. Fakirane bir hayat yaşamış; birçok Allah dostu gibi kendisini gizlemiştir. Eserde kendilerinin 25 kadar kerameti naklediliyor. 1921 yılındaki vefatı sırasında Efendimiz (as)’den kendisine kadar gelen bütün Nakşbendi silsilesi zevatının ruhaniyetlerinin müşahede edildiği rivayet edilmiştir.
Muhammed İhsan Oğuz'un dİğer kİtapları:
Kur'an Virdi
Küçük boy ve normal kitap boyu olmak üzere iki ebadda basılan ve 40 sayfadan oluşan Kur'an Virdi; "Fatiha" ile başlayıp "Âyetü'I Kürsî, Âmenerrasülü, Kulilâhümme mâlikeimülk, Yâsîn, Lev enzelnâ, Esmâü'I Hüsnâ, Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs" süre ve âyetlerinden sonra yine Fâtiha sûresi ile son bulmaktadır. Kitapta, Arapça hattın yanısıra âyet ve sûrelerle Esmâü'I Hüsnâ'nın Türkçe okunuş ve anlamları da yer almaktadır.
Ârifler Silsilesi
Muhammed İhsan Oğuz'un mensûbu bulunduğu Sıddîkıyye ve Nakşibendiyye yolunun esaslarını, Cenâb-ı Peygamber'den Sıddîk-ı Ekber (Hz. Ebû Bekir) vâsıtasıyla kendilerine kadar gelen ve 33 zâttan oluşan silsile büyüklerinin hayat ve kemâlâtını anlatan, 4 cildlik bir eserdir.
Mektuplar
Muhammed İhsan Oğuz tarafından mânevî talebelerine ve bâzı ilim ehline yazılan, herbiri ayrı bir eser ve mânevî irşad niteliğindeki mektuplardan oluşan iki cildlik bir eserdir.
Yûnus Emre
Büyük Allah Dostu Yûnus Emre'nin tasavvufî hayâtı ile coşkulu hâl ve sözlerini; bağlı bulunduğu silsilede yer alan Hacı Bektâş-ı Velî'nin tasavvufî kişiliğini ve Bektâşîliğin nasıl bozulduğunu anlatan bir eserdir.
Şa'bân-ı Velî ve Mustafa Çerkeşî
Halvetîlik Yolu ve Halvetî pirleri Şeyh Şa'bân-ı Velî ve Pîr-i Sânî-i Şabanî Mustafa Çerkeşî Hazretleri'nin hayatlarını, kerâmet ve kemâlâtlarını anlatan bir eserdir.
12 Büyük Velî
12 Büyük Tarîkat Pîri'nin kısa hayat hikâyeleri ile soy ve tarîkat silsilelerini konu alan; Allah dostlarının hâl ve kemâllerinden örnekler sunarak onların eriştikleri mânâ zenginliğinin zevk ve feyzini taddıran, Allah ve Peygamber sevgisinin ne olduğunu anlatan bir eserdir.
21 Soruda Tasavvufî Gerçekler
Çok önemli ilmî ve tasavvufî meselelere değinerek bunları değişik ve doyurucu bir üslûpla açıklayan; İslâm'ın büyüklüğünü, Allah ve Rasûlü'nün yüceliğini, insanın değerini ortaya koyan, her yönüyle nasıl gerçek bir insan olunacağını göstererek hak ve hakîkat arayan gönüllere ışık tutan bir eserdir.
Vahdet-i Vücûd
Üzerinde çok konuşulan ve tasavvufun en önemli meselesini oluşturan Vahdet-i Vücûd konusunu doğru ve yanlışlarıyla en gerçekçi biçimde açıklayan; ehilleriyle taklitçileri arasındaki farkı ortaya koyan; Vahdet-i Vücûd anlayışının İslâm tasavvufundaki yerini, tasavvuf yolunun insana kazan- dırdığı niteliklerle bu yolun makam ve mertebelerini, hâl ve özelliklerini akıl ve vicdanları tatmin edici bir tarzda anlatan bir eserdir.
İslâm'ın Özü
"1 - İslâm'ın Özü : Lâ ilâhe Illâllâh Muhammedün Rasûlullâh, 2 - Esmâü'I-Hüsnâ Şerhi, 3 - Peygamber Efendimiz'in Fizikî ve Ahlâkî Özellikleri, 4 - Yüce Dînimiz İslâm, 5 - Anne ve Baba Hakkı, 6 - Ellidört Farz" isimli eserlerden oluşan çok faydalı bir kitaptır.
İslâm Îlmihâli
Bir müslümanın bilmesi gereken Îman ve İslâm esasları ile ihlâs ve ahlâkın önemini, ibâdetlerin nasıl yerine getirileceğini, bunlara ilişkin çeşitli meselelerle hikmet ve özellikleri anlatan bir eserdir.
Dünya ve Âhiret Hayatı
Dünyâ hayâtının ne olduğunu, nasıl değerlendirilmesi gerektiğini; âhirette nasıl bir hayat yaşanacağını, cennetin ve nîmetlerinin güzelliklerini, cennette Allâh'ın nasıl görüleceğini ve bu görmenin meydana getireceği saâdetleri anlatan bir eserdir.
İslâm'da Mübarek Günler ve Geceler
Peygamber Efendimiz'in eşsiz kemâlâtını; üç aylarla bu aylarda bulunan mübârek gecelerin ve cumâ gününün fazîletlerini; Kâbe'nin Hazret-i İbrâhim ve İsmâil Aleyhisselâm tarafından Allâh'ın emri üzere inşâ edilişini, kurban olayı ile bu olayın hikmetini açıkla an bir eserdir.
İslâm'da Kazâ ve Kader
Zihinleri fazlaca meşgul eden ve genellikle yanlış düşünce ve davranışlara neden olan "Kazâ ve Kader" konusu ile İslâm âlimlerinin bu konuya ilişkin görüş ve düşüncelerini Kitâb ve Sünnet delilleri ışığında inceleyerek insan irâdesinin değer ve önemini ortaya koyan ve okuyanlara sorumluluk bilinci aşlayan bir eserdir.
7 Önemli Konu
"İslâm'ın temel kaynağı olan Allâh'ın Kitâbı ile Peygamber Aleyhisselâm'ın Sünneti'nin nasıl anlaşılması gerektiği, Kitâb ve Sünneti anlayıp uygulamakta iki önemli delil olan İcmâ ve Kıyâs'ın ne anlama geldiği, İslâm tasavvufundaki Vahdet-i Vücud meselesinin nereden kaynaklandığı, insanlar için Peygamber gönderilmesinin neden gerekli olduğu, kazâ ve kader inancı ile insan irâdesinin özgürlüğü" konularında kısa ve doyurucu bilgiler veren bir eserdir.
Sorular ve Cevaplar
" 1-Şüphelerin Giderilmesine, Kalbin Huzûra Ermesine İlişkin Beş Soru - Beş Cevap,
2 - Sorular ve Cevaplar,
3 - Şaşırmışların Kurtuluşu,
4 - İnsandaki Cüz'î İrâde"isimli eserlerden oluşan ve özellikle gençlerin zihnine ta- kılan soruları cevaplandıran bir kitaptır.
Şerîat ve Tarîkat Kavramları Zikir ve Tasavvuf Yolları

Bayburdî Dede Paşa - HAZRET-İ ŞEYH MUSA BAŞTÜRK

HAZRET-İ ŞEYH MUSA BAŞTÜRK
( Bayburdî Dede Paşa ) [ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]



( Bayburt,1879 - Erzincan, 4 Eylül 1979 )
Asıl adı Musa Baştürk olan bu büyük mürşid manevî alemde Dede Paşa Hazretleri lâkabı ile tanınmaktadır. 1879 yılında Bayburt'un Pulur nahiyesine bağlı Aşağı Lori köyünde dünyaya geldi. Babası Hüseyin Efendi ve annesi Gül Hanım'dır. Soyadı kanunu gereği aile Baştürk soyadını almıştır. Oğlunun Dilinden Hayatından Kesitler: Hayatını babasını anlatırken duygulu anlar yaşayan oğlu Nureddin Baştürk ilerlemiş yaşına rağmen tazeliğini koruyan hafızasından şöyle anlatmıştır: "-Babam okumayı çok severdi, ilk önce sübyan mektebine gitmiş, bu okulda çok başarılı imiş, okul dışında da Bayburt'a bağlı Yukarı Aksüt köyünde Kitapsız Hacı Mustafa Efendi diye bir zattan dersler almış. Bu zat babamın zekasına hayret edermiş. Sürekli "bu çocuk bir başka" diye sağda solda söylermiş, zaten kendilerine "Dede Paşa" adını da bu zat koymuş. Babam sübyan mektebini bitirdikten sonra Bayburt'ta Rüştiye'ye başlamış Burayı da başarıyla okumuş. Daha sonra dedem İstanbuldaki Darul Ülya adlı okula kaydını yaptırmış. Ama dedem vefat bedince babam okulu bırakmış ve köyüne dönmüş. Çünkü bizlerin köyde bir arazisi vardı, bunlarla ilgilenmesi gerekiyordu. Dede Paşa hazretleri köydeki arazi işiyle meşgul olmaktadır. Ancak ne çare ki gönlündeki ateş başka o sürekli okumak istiyor. İşlerden fırsat buldukça Bayburt´ta bulunan hocalardan fıkıh dersleri alıyor. Günlerden bir gün köye gönlündeki ateşi söndürecek belki de daha da alevlendirecek Pir-i Sami hazretlerinin halifesi, Şeyh Muhammed Beşir Erzincani (K.s) geliyor. Gerisini Nureddin Efendi´den nakledelim: "Babam derki ki; 'Bir gün köyümüze bir Nakşibendi şeyhinin geldiğini söylediler. Ben gitmemiştim. Gelen şeyh, Pir-i Sami hazretlerinin halifesi Şeyh Beşir Efendi imiş. Efendi hazretleri, köyümüzde bir evde misafir olmuş. Bu evde Hazret sohbet ediyormuş. Sohbette bulunanlardan biri Beşir Efendiye demiş ki: 'Efendim bizim bir Dede´miz var, o da sohbete katılsın mı?' demişler. Hazret de gelmesini söylemiş. Beşir Efendi dede ismini duyunca yaşlı biri zannetmiş. Babam gidince Beşir Efendi şaşırmış. Bir de ne görsün dede dedikleri 19 yaşında bir delikanlı." Dede Paşa hazretleri Beşir Efendinin sohbetini dinledi, etkilendi. El tuttu, mürid oldu. Beşir Efendi köyden ayrılıp, memleketi Erzincan´a döndü. Dede Paşa´yı bir sevgi hasreti sardı. İşi gücü bıraktı. Ağladı olmadı, güldü olmadı. İçi içine sığmadı. Bir hasret başladı ki sormayın. İşi gücü bırakan Dede Paşa hazretleri Şeyhi Beşir Efendi´ye koştu, hiç ayrılmamacasına. Köydeki arazileri dayılarına bırakıp Beşir Efendi´nin Erzincan´daki dergahına hizmete koşuyor. Dede Paşa Hazretleri böylece Erzincanlı Nakşbendi Meşayihinden Muhammed Beşir Efendi'den tarikat dersi alır. Kendi köyünden Hazret'in Tercan'daki tekkesine sürekli gidip arasıra kendi köyü Aşağı Lori'ye dönermiş. Erzincan'da bulunan Beşir Efendinin dergahında sürekli sohbete katılır, dergahın her türlü hizmetinde bulunur. Şeyhine bağlılığını ve hizmetini oğlu Nureddin Efendi şöyle nakleder: "Babam Beşir Efendi´ye bağlandıktan sonra dünya işleriyle uğraşmamış. Şeyhi Beşir Efendi´nin dergahında sürekli ders almış. Dergahın her türlü hizmetine koşmuş. Ara sıra babam köyüne dönermiş. O zaman şartlar çok sıkıntılı, vasıta yok, at var ama dağları aşmak çok zor oluyormuş. Bizim köyden Hazret´in Tercan´daki tekkesine sürekli gider gelirken çok tehlikeli olaylar yaşamış. Mesela bir keresinde Fırat´ı geçerken suya kapılmış. Su hayli sürüklemiş babamı. Yine bir kaç defa da eşkıyalar yolunu kesmiş. Bir de Ruslar Erzincan´a geliyorlar, harp başlıyor. Babam da asteğmen rütbesinde Halit Paşa komutasında Kop Dağı´nda savaşa asteğmen olarak katılıyor. Daha sonra da Zile´ye muhacir olarak gidiyorlar. Yani Babam, sürekli Zile´den Kırşehir´e giderek, şeyhinden feyz almaya devam ediyor. (O sıra Beşir Efendi, Kırşehir'de Cacabey Medrese Camiinde İmamlık yapmaktadır.) Erzincan´ın düşman işgalinden kurtuluşunun ardından, Babam Zile´den şeyhi Beşir Efendi ise Kırşehir´den Erzincan´a dönüyorlar. Şeyh Beşir Efendi Erzincan´da bulunan Mecidiye Kebir Mahallesi'nde bir tekke inşa ediyor. Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra tekkeler yasaklanıyor." 1932 yılında Şeyh Beşir Efendi yerine Dede Paşa hazretlerini halife olarak bırakarak.ötelere sefer eder. Vasiyeti üzerine Terzi Baba Kabristanı´nda toprağa verilir. Paşa hazretleri, Bayburt´un Aşağı Lori Köyü´ne dönerek burada irşad görevine başlar. "Emir var ; 'Altın Silsile' devam edecek." Nureddin Baştürk, babası Dede Paşa Hazretleri'nden bazı önemli anıları ve son günlerini anlatmağa şöyle devam ediyor: "Köyde 50 kişinin kalacağı büyüklükte bir konağımız vardı. Bu konağın yanında bir konak daha yaptırdı. Gelen giden çoktu. Tarikat ile ilgili ibadetler gizli yapılırdı. Bu dönemde 1939 yılında Erzincan´a beraber gittik. Beşir Efendi hazretlerinin iki oğlu da bu depremde rahmetli olmuşlardı. Babam Erzincan´ın bu durumuna çok üzüldü, günlerce ağladı." Şeyh Beşir Efendi hazretlerinin bağlıları Dede Paşa hazretlerine intisap etmişlerdir. Paşa hazretleri, bazen Erzincan´a geliyor, bazen Ankara, İstanbul´a gidiyordu. Köyü ise binlerce bağlısının toplandığı bir mekan haline gelmişti. Paşa hazretlerinin oğlu Nureddin Efendi o dönemin çok sıkıntılar içerisinde geçtiğinden bahsediyor, ama bu sıkıntılı günlere rağmen Dede Paşa´nın hizmetlerini hiç aksatmadığını söylüyor ve devam ediyor: "Türkiye´nin her yerinde bağlıları olan babamı her gün yüzlerce insan ziyaret ederdi. Ben onbeş yaşında iken Said Nursi hazretleri babamı ziyarete geldi. İlk defa da biz kendisini Ankara´da ziyarete gittik. Benim şahid olduğum önemli konulardan biri de şudur. Babam bir sohbetinde 'Yakında tek partiden kurtulacağız. Yeni bir parti var. Bu parti iktidar olacak ve İslam adına da çok büyük faydaları olacak. Ama ömrü de kısa olacak.' dedi." Dede Paşa hazretleri´nin ilk hanımı Şefika Hatun 1957 yılında vefat etmiş, ikinci izdivacını 1962 yılında Havva Hatun ile yapmıştır. Doksan yılı aşan bir ömrünü Allah yolunda hizmete adayan Paşa hazretleri 4 Eylül 1973 tarihinde Hakk'a vasıl oldu. Son anında dudakları durmadan kıpırdıyor, Rabbı´nın ismini anıyordu. Aile efradını yanına çağırdı ve dedi ki: “Çağırdılar; gidiyorum. Beni Erzincan Terzi Baba Mezarlığı´nda Şeyhim Beşir Efendimin yanında bir yerde toprağa veriniz.” Dede Paşa hazretleri bu vasiyeti üzerine Terzi Baba Kabristanı'nda şeyhinin yanında toprağa verilir..
( KAYNAK : Ünal Tuygun ; Abdurrahim Reyhan kitabından...)

Dede Paşa Musa Baştürk (K.s.)'un Mezartaşı...
"-Bizi bizim vefatımızdan sonra anlarsınız, kılıç kınında iken kesmez ama o kından sıyrılınca turnalar hangi göle konar görürsünüz." Pir-i Sami Erzincani ( K.s)'un silsilesi Dede Paşa hazretleri ve hilafetini verdiği Muhammed Beşir Efendinin torunu Abdurrahim Reyhan Erzincani (K.s.) vesilesi ile dünyaya yayıldı. ***
Fehmi Kuyumcu’nun Tasavvuf Sohbetleri Risalesinden:
DEDE PAŞA (K.s.) ve SOHBETLERİ
Çok sık okuduğu birkaç dörtlük şöyledir: "Bugün bir dilbere eyledim ülfet Halin görmek için çok ettim minnet Yüzünü görenlere hazırdır cennet Yandım ateşine tazeden taze Her türlü ateşle olursun abad Ruz u şeb ciğerin eylersin kebab Nadanlar elinden içmezsin şarab Cananın elinden tazeden taze Öyle bir dilbersin her şey yakışır Seni gören bülbüller durmaz şakışır Pek büyük mürşidsin herkes yapışır Damenin ulyaya tazeden taze” Şerefli ve faziletli altın zincirin, yani silsile-i şerifimizin her halkasının mübarek ismi şerifleri; ilmi ledün sultanı, hatem-il enbiya ve Habib-i Kibriya efendimizden başlayıp elkaba geçen en sonuncusu Dede Paşa Hazretleri ile tamamlanmış, böylece Büyük ve Küçük Silsile-i Şeriflerde tamamen sayılan ve kendisindeki nispet ve veraseti bir evvelkinden alıp bir sonra gelene devreden pirlerimiz, bu devr-i teslim sırasına bağlı olarak, ayrı bir ahenk içindeki ilahi renkleri ile yine ayrı ve özel bir rayiha belirtici manevi ıtırları içinde, taze güllerden destelenmiş bir zarafet buketi halinde gösterilmiştir. Liva-yı Hamd sancağı altında özel kıt’asının başındaki yerlerini alacak bu gerçek kumandanların, Cemal Cennetinde Cemâlullahı bağlılarına ayın ondördü gibi ışıklı yüzlerinden seyrettirecek olan bu Rabbani vesilelerin, bu benzersiz devlet sahiplerinin bir dizisi- zamanımıza kadar belli olan isimleriyle- satıra alınmıştır. Bu altın zincirin kıyamete kadar zuhur ede ede tamamlanacak olan diğer altın halkalarından biri ve şu anda belli olanı, zamanı gelince kendisine ayrılan yere ismi yazılıverecek, elkaba alınacak bulunanı da şüphesiz ki cümlemizce malumdur. Dede Paşa hazretlerince hilâfeti şarkta- garpta açıkça belirtilen, vazife ve selahiyeti pek çok seçkin ihvan içinde tekiden emredilen, bunlara ilâveten yine dört bucaktaki hal sahiplerine manen zuhuratı gösterilen; veraset ve nispet arzının- bizim şubede tek olarak devam edeceği bildirilen- tasarrufu ortak ve çeyrek kabul etmez şehzadesi, mülk ve devletinin idaresinde nispetin devr-i teslime kadir olan amirlerinden başka yerin, emir ve imdadından beri tutulmuş bulunanı Reyhan kokulu Abdurrahim Efendi Hazretleridir.(K.S.) Mensubu bulunmakla iftihar ettiğimiz Halidi kolunun Erzincan Şubesi Dergahındaki –imdad edilmemişlerin asla takat getiremeyeceği- hizmetine ahlâk-ı safiyesi ile şevkle devam eden bu nispet yürütücümüze layık müridler olmaklığımıza, yukarda isimlerini sıraladığımız büyüklerin her birinin himmetlerini ayrı ayrı niyaz ederiz. Canım feda olsun Resulullaha Bizi kabul etti işbu dergaha Emreyledi şeyhim Muhammed Şah’a Çıkardı zulmetten bedraya bizi Pir-i Tagi ile hem Seyyid Taha Kabulü sebebdir Onlar bu raha İltica edelim Sıbgatullah’a Kendi boyası ile boyaya bizi Baisi hayatım Pir-i Sami’dir Şefi-i usatım Pir-i Sami’dir Dilimde evradım Pir-i Sami’dir O’dur cezbeyleyen buraya bizi “Mürşid-i Sakaleyn Hazreti Sani Hadim-i dergah-ı Hazreti Sami Muhammed Beşir-i Erzincani Kavuşturur bab-ı ulyaya bizi Ve ila ruh-i sultan-ı evliya Bi mahremi sırrı esrar-ı enbiya Dede Paşa yakın olmuş Mevlaya Alır safayı kalb-i insana bizi” Nesep ve akrabalık ile, ilim ve maharetle, kuvvet ve cesaret ile, mal ve varlık ile, makam ve şöhret ile, hasılı, maddi ve fiziki hiçbir kuvvet ile elde edilmesi mümkün bulunmayan, sadece Allah’ın ilm-i ezelide seçip ihsanda bulunduğu manevi fütuhat ve ilahi kemal ile kazanılan ve beşer üstü hizmetlerin, sabır üstü çilelerin misilsiz örneğini teşkil eden şubemizin son ve som altın halkası, merhamet ve mahviyet madeni, feyiz ve hikmet okyanusu, velayet ve hilâfetin ufku Dede Paşa Hazretlerinden bir ölçüde bahsederek O’nun emir ve tavsiyelerine gerekli yeri vereceğiz.
* * *
Nüfusa kayıt tarihi 1300 ise de, 1294 veya 1295 Bayburt doğumlu (milâdi 1878 veya 1879). Bayburt ve Aşağı Lori (şimdiki yazıbaşı) köyünde İzni Ağalar diye anılan misafirperver, fukara ve zayıflar dostu, yerleşmiş tabiriyle “hanedan” bir soydan Hacı Hüseyin Efendi ile kendilerine Seyyidler denilen bir aileye mensup Gülhanım’ın kutlu izdivacından doğmuş(*). (*) Bor’da bir sohbette Seyyid olan şeyhini öven bir genç mühendise baba ve anasının her ikisinin de ayrı şecerelerle Seyyidlerden olduğunu ifade ederek Seyyidliğe maneviyatta ulaşmanın makbuliyetini ima etmiştir. Abdurrahim Reyhan Hz.leri de hem baba, hem ana tarafından Hüseynilerden olduğunu kaydetmiştir. İptidai ve rüşdiyeyi bitirdikten sonra, 18-19 yaşlarındayken Beşir Efendi Hazretlerine bağlanarak bütün ömrü boyunca her zevki, her işi bırakıp şeyhine ve tarikatına hizmetten başka her gayeden yönünü ve gönlünü çevirmiş, yaz ve kış, gece ve gündüz şeyhi ile tebliğde gezmiş, geniş arazi ve emlâk sahibi olduğu halde dünya malı ve alayişine meyletmeyerek mevcut serveti ile mükemmel sıhhatini ve çok güzel olduğu bilinen sesi ile sair bedeni kabiliyetlerini münhasıran rabıtasının emrine ve hizmetine feda etmiş.. Mali, bedeni ve ameli bütün varlık ve kuvvasını, ibadet huzur ve üstün gayreti içinde eritip, eşsiz tevazu ve erişilmez mahviyet örtüsü ile gizlemek suretiyle 80 yıla yakın bir altın çağ boyunca dergahın hizmetinde canını vakfetmiş, kendine has benzersiz hizmet ve fedakarlıkların numunesi olmuş.. Yaptığı hizmeti başkaları görüp duymuşsa anlatmış; değilse kademi iktizası kimseye pek bahsetmediğinden, ekseriyeti bilinmeyen gayretler olarak kalmış.. Misaller vererek, izahlar yaparak anlatılması mümkün değil.. Yalnız şöyle bir benzetme ile vakıanın özüne yaklaşılabilir: Kainatı aydınlatacak bir ihlas, bütün alemleri ısıtacak bir aşk ve yaratıkların tamamını rikkat ve muhabbete gark edecek bir teslimiyet! Öyle bir yokluk sahasına ulaşmış ki, Miraçta peygamberimizin Cenab-ı Hakk’a takdim ettiği makbul hediyesine eş olan bir mahviyetin kemaline kavuşmuş. Ahir kelam ve kelamın ahiri budur. Mahviyetin sonu, velayetin de sonudur. İlim, keramet, nazar, feyiz ve himmet, üstün ve mükemmel nisbet zatında tekmil olduğu halde bunların alet olduğunu ima ve işaret ederek: "-Gaye Allah’dır." buyurmuştur. Hali, fiili ve ameli ile sünnet ve şeriatın ıtrından ibaret bir duruma gelmiş; sadakatı onu sireten olduğu gibi sureten de Hazreti Sıddık’a benzetmiş, her hal ve davranışı O’nu Sıddık-ı Ekber Efendimize eş etmiş. Gayeleri islamın zaferi, Müslümanların saadet ve selameti olan bu dede ve torun yan yana gelse birbirinden ayırt etmek güçtür. Bir sahabe efendimiz kalkıp da geriden bakacak olsa, uzunca olan hafif öne eğik, 30-35 kilo gelebilecek vücudunu aniden görse:"-Ya Ebabekir," diye seslenmekten kendini alamayacağı şüphesiz.. Peygamberinin ayak izine basmaktan gayrı amele itibar etmeyen ilk ve son iki halka..
* * *
Bir kimsenin beyanı aynen kendisini, iç alemini aksettirir. Bir şahsın sözü, ilmini irfanını gösterdiği gibi, ihlas ve insanlık derecesi ile manevi mertebesini de aksettirir. Bu bakımdan, ilmi ile amil ve irfanı ile kamil olanların bile nimetinin kırıntılarını toplamaya can atacağı bir ulu devlet sahibi olan Dede Paşa Hazretlerini, kendi üstün beyanları ile tanımaya çalışmak en sıhhatli çare olacaktır. İşte bu sebeple, yıllar boyu dört bucakta banda alınan sohbetlerinden her biri bir bahsi şerheden bölümleri nakletmek suretiyle ihvana lazım olan bilgileri asıl kaynaktan aynen sunuyoruz. Onun beyanı dışındaki yazılar da yine Onun sohbetlerinin özünü ve manasını taşımaktadır. Buradaki her kaydın ona göre değerlendirilmesini ve bu kitabın tamamının kelime kelime nispet yürütücümüze [ Abdurrahim Reyhan Hazretleri (K.S.)] okunduğunu, Onun tasvibinden sonra kat’i şekline girdiğini de belirtmeliyiz.
SOHBETLERİNDEN...
“Tekkelerde olan alemi dil söylemekten acizdir. Emin olun cennetin alemi tekkelerde mevcut idi. Kapıdan içeri girerdin, bir misk rayihası kendini istiab ederdi (kaplardı). Su içerdin kevser, yemek yerdin cennet taamı, yedikçe dimağına bir hayat gelirdi benim sultanım. Biz sözünü söylesek de özünden haberimiz yok. O tekkede meşayihin sohbeti de acaip garaip bir hal ile olurdu. Çünkü o zamanda meşayih ne söylerse o ihvanın kalbinde olan halini kendisine söyler ki, işte halin budur, dermanı da budur.. Biraz gönlüne şek (şüphe) gelen bir ihvanı da hemen ikaz eder gözünü açar, halinin hakikati ne ise o halin hakikatini gösterirdi. Mürid o anda ikaz olup anlardı ki, haa evet bu yaylanın yolu böyle gidermiş. Elhamdülillah şimdi zaman tebdil oldu sultanım.”
*** “
Şimdi mürşidler, yemeği pişirmiş, kaşık elinde:"-Gel yavrum, nimetini ye..." diye nezaketle, ikramla ve lütufla müridine her halinde şefkat ve merhamet göstermektedir.”
***
“Şimdi, mürşid-i kamiller müridini halinden haberdar etmiyorlar. Niye? Senin benim selamet saadetim için. Yaramazlar şerrinden, yaramazlığın künhünden (tamamından) muhafaza için. Şimdi şu zamanda zahir adabı kaldırılmıştır. Zahir adabının takat tahammülü çok zordur beylerim. Şimdi şu zamanda hal yoktur amma meşakkat mihneti de yoktur. Şimdi –seyri ilALLAH makamına kadar- seyr i süluku sokakta ikmal ettiriyorlar. Hal idaresi çetündür. Onun için bu bir ALLAH’ın fazlı, keremidir. Şimdi, insanların muhalifi olan nefsü şeytandır. Rabıta nuru olan yere şeytan yaklaşamaz. Mürşid i kamil, müridin iki küreği arasındaki şeytanın hulül yeri, üfürme yerini kapatır. Senin nefsin de yarıya kadar su dolu tenekeye düşen bir fareye benzer. Ne kadar iktidarı olsa da, mürşidini tanıyan mürid için hükmü tesirsiz kalır. Sıfatı hayvaniye de yine aynı fareye benzermiş. Issız kalıp karanlığın olmasını bekler ki, çıkıp da nimetlerden yesin (harama düşsün, çalıp çırpsın). Seni göreyim; eyvahını unutma, rabıtanı unutma. Ten mezbeleliği battallıktır. Hizmetini ihmal etmezsen bir tesiri yoktur. Anasır zıddiyet ise