25 Kasım 2011 Cuma

RABITA (MUHABBET)

Peygamber efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyurmuştur.
Rabteden, bağlayan, yakınlık, sevgi ve muhabbet gibi manalara gelir. Tasavvufta râbıta sâlikin daima huzur-ı ilâhî de bulun­duğunu yakinen bilmesi ve Allah’ı görür gibi ibadet etmesidir. Hidâ­yet-i ha­kîkîye nail olmak; ancak bu duygu ve şuur ile mümkündür.
Mürid, bu irtibat sayesinde her tavır ve hareketinde kendisini şeyhine benzetmeye çalışır ve yukarıda işaret ettiğimiz “Muhabbet râbıtası” sonucunda seven, giderek sevilenin sıfatlarına bürünür.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî’nin beyanı vechile; manevî yolda iler­lemek, kendisine uyulan şeyhe, yapılan muhabbet râbıtasına bağ­lıdır.
Bir mürid, şeyhine karşı olan muhabbeti vasıtasıyla an be an onun boyasıyla boyanır ve in’ikas yoluyla nurlanır. Bu muhabbet ve nur­lanma kâmil mânâda olursa bu hâle fenâ fişşeyh denir. Şeyhin, mü­ridi yetiştirdiğini, müridin de kendi istifadesini bilmesi şart değildir. Ni­tekim güneşin harâretiyle yavaş yavaş yetişen ve günlerin geçme­siyle olgunlaşan nebâtat yetiştiğini bilmediği gibi, onların kemale erme­sine sebep olan güneşinde bunu idrak etmesi gerekli değildir.
Evliyâullah hazerâtı aşk ve muhabbeti şöyle teşbîh etmişlerdir: “El hubbu belâ ve’l aşkı semmül katl”
Allah ve Rasûlüne muhabbet belâ kadar zordur. Onlara âşık ol­mak ise öldürücü zehirdir.
Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor:
يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ
 “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla hemcelis olun”

Bu âyet-i kerîmede müminlere hitap edildiği açıktır. Bu göster­mektedir ki “sıdk” sıfatı, imandan daha husûsî bir manaya sahiptir. Yani sıdk mertebesinde bulunan herkes mümindir, ancak her mümin sıdk mertebesinde değildir.
Bu âyette emir buyurulan “beraberlik” iki şekilde olur:
Cismânî beraberlik: Sâdıkların meclisine bizzat devam ederek, onlardan ilim, fazilet ve feyz almakla olur.
Ashâb-ı kirâm Rasûlullah’ın etrafında pervane olup, sürekli onunla birlikte bulunmaya âzamî gayret ederlerdi.
Uzak beldelerde bulunanlar da fırsat buldukça, yol emniyetini temin ettikçe, her taraftan alemlerin efendisini ziyarete gelirlerdi.
Hz. Ömer (r.a) efendimiz, Medine dışında otururken komşusu ile birer gün nöbetleşerek Allah Rasûlünun yanına gelir, huzûr-ı Rasûlullahta sohbete müdavim olur ve o günkü sohbeti, ahvâli ve hâdiseleri arkadaşına aktarırdı.
Rasûlullahla cismen beraber olmak ashâb-ı kirâmı manen suratli bir şekilde kemâle erdirmiş; cismanî birliktelik yanında Risâlet-penahın halaka-ı tedrîsatında, kalpten kalbe aynel-yakîn ilham olarak ve in’ikas tarikıyla hâl ve nûr mün’akis olmuştur. Bu halde zâhiren ve bâtınen kemâlâta ermişler­dir. Bunun içindir ki, diğer in­sanlar ashâb-ı kirâmın derecesine ula­şamazlar.
Ruhanî beraberlik: Eğer kişi, sâdıklardan cismânî olarak ayrı bu­lunuyorsa ne yapacaktır? İşte bu durumda da onların gidişatlarına uyacak, yaptıklarını yapıp, yapmadıklarını terk edecek; onların hâl, tavır ve sözlerini onların gıyabında hayalinde canlandıracak ve onla­rın hâli ile hâllenecektir.
Ehlullahın meclisinde bizzat bulunmak, kişiye fayda sağladığı gibi, gıyaben şahıslarını ve hallerini düşünmek de fayda verir. Çünkü bir kişi hayalinde, dimağında ve kalbinde neyi tasavvur ederse, fiille­rinde de o tezâhür eder (açığa çıkar) ki, râbıta (muhabbet) de bundan ibarettir.
Nakşibendî meşâyihinden Hâce Muhammed Masum hazretleri köklü bir muhabbete vesile olan râbıtayı özellikle tavsiye etmişlerdir. Zira hakiki sevgi olunca müminin kalbinde bilâ icbar velâ ihtiyar zikrullah vücuda gelir, kalp selâmet bulur, huzur-ı daimîye mazhar olur.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

رِجَالٌ لَاتُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَاِقَامِ الصَّلٰوةِ وَا۪يتَاءِ الزَّكٰوةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ ف۪يهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُ
“Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, na­maz kılmaktan ve zeât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalple­rin ve gözlerin dehşete düştüğü bir günden korkarlar.”

Rabbimiz cümlemizi kendisini çok zikreden kulları zümresine dahil etsin ve kalbimizi iman hakîkatlariyle ve yakîn nurlarıyla tenvîr et­sin. Âmin
Râbıtanın delili Kitap, Sünnet ve imamlarımızın kavilleriyle sabit­tir.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur:
يَااَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ى سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesile arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”

Burada âyetin mefhumu umûmî ise de emredilen şey vesile ara­mak olunca, muhabbet kulu Allah (c.c)’na vâsıl edecek şeylerin en efdali haline gelir.
Çünkü Cenâb-ı Hakk Peygamberimiz sallallâhu aleyhi vesellem ve diğer nebîler hakkında:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْذُنُوبَكُمْ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esir­geyicidir.” buyurmuştur. 
Burada râbıtanın zaruretine işaret vardır. Çünkü tâbi olmak için tâbi olunanı gözle veya hayalen görmek lazımdır. Tâbi olanla olunan ruhen beraber olmayınca ittibâ (tâbi olmak) nasıl gerçekleşecektir. Bi­zim râbıtadan maksadımız muhabbettir. Bu olmazsa ittibâ sayılmaz.
Şeyh Abdulganî Nablusî Risâle-i Tâciyye’ye yazdığı şerhinde der ki: “Eğer râbıta, âdâbına riâyet edilerek yapılırsa maksat tamamen hâsıl olur. Çünkü şeyh-i kâmil müridin Allah (c.c)’na açılan kapısı ve onun vuslat sebebidir.
Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı Kerîm’de:

يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” bu­yurmaktadır. 
Bahru’l-Hakâik tefsirine göre sâdıklardan murad mürşidlerdir. Çünkü ezelde verilen söze en fazla onlar sadakat göstermişlerdir. Onlarla her zaman beraber olmanın yolu râbıtadır, yani muhabbettir.
Fenâfillâhın başlangıcı bulunan fenâfişşeyh mertebesine vasıl ol­manın en yakın yolu muhabbettir. Sâdâtımızın büyüklerinden olan Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s) buyurmuşlardır ki: “Sâdıklarla beraber olmak âyet-i kerîmede emredilendir. Allahu Teâlâ bu kelâmında zâ­hiren ve bâtınen sâdıklarla beraber olmayı emir buyurmuştur. Mânen beraber olmanın yolu muhabbettir, bu da ehlince malumdur. Reşâhât kitabında bu husus açıkca anlatılmıştır. Bu konularla uğraşan bilsin ki evliyaullahın sözlerinde râbıtanın ne olduğu ve onun bütün gü­zellikleri vuzûha kavuşmuştur. Onların kıymetli kelamlarını takip edenlere bu gerçekler gizli değildir. Kokularını bir kere alanın onları bırakması mümkün değildir. Bu mevzuda mutasavvufların delille­rine itimad etmeyen bir kimse bu ümmetin fakihlerinin sözlerine itimad et­melidir. Bu bir kimse bilmeli ki hangisini tercih ederse etsin dört mezhebin de imamlarının aralarında yer aldığı müctehidler râ­bıta ve muhabbetin asıl ve esasının Kitab ve Sünnetle sabit olduğunu söylemişlerdir. Kalbinde bir hastalık bulunmayanla­rın kaynaklara müracat edebilmeleri için bu imamların kavillerinin yerlerini göstere­rek naklediyoruz. Gerçekleri anlamaya muvafık kı­lan ancak Allah’tır. En doğru yolu gösteren de O’dur.
Yine Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu:
وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمٰنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرٖ۪ينٌ` وَاِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبٖ۪يلِ وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ
“Kim Rahmân’ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şey­tanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alı­ko­yarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.”

Cumhur-ı müfessirîn beyânına göre Yusuf sûresinde ki: “Eğer Rabbinin bürhanını görmeseydi” âyetinin tefsirinde rûhâniyeti cismaniyetine galip olan peygamberler ve veliler gibi zatların tasar­ruf ve imdât edebilecekleri hakîkatini açıkça beyan etmişlerdir. On­lardan Keşşaf tefsiri sahibi âyetteki bûrhan kelimesini şöyle tefsir et­miştir: “Yusuf (a.s) Züleyhâ ile imtihan olunduğu zaman “o kadın­dan sakın” sözünü işitmişti. Bir anda kendini toparladı, bir de baktı ki karşısında Yakub (a.s)’ı gördü parmaklarını ısırıyordu. Bir rivâyete göre Yakub (a.s) eliyle Yusuf (a.s)’ın göğsüne vurdu.”
Hanefî imamlarından İmâm Ekmelüddin “Şerhu’l Meşârık” adlı eserinde Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettikleri “Beni rüyada gören kimse uyanıkken de görecektir. (veya beni uyanık halde görmüş gi­bidir) zira şeytan benim sûretime giremez”[10] hadisinin şerhi de şöyle: “Rasûlullah’ı gören uyku ve uyanıklık halinde O’nunla bera­ber ol­duğu için görür. Görenle O’nun arasında bir beraberlik hâsıl olmuş­tur.
Beş asıl vardır ki umumiyetle iştirak mahalli olur. Zat, sıfat, fiil, makam, hâl. Hangi iki şey veya iki kimse arasında ne tür bir müna­sebet olursa olsun muhakkak bu, sözü edilen beş asıldan birine girer. Münasebetin kuvvetine ve zayıflığına göre bu mertebelerden birinde tecelli eder. Münasebet az da olur, çok da olur; muhabbetin kuvvet derecesine göre kuvvet bulur. Bir noktada o dereceye gelir ki iki şahıs sanki bir varlığın ayrılmaz iki parçası olur. Bir müridde muhabbet-i mâneviye galip olursa o daha evvelki evliyâullahın ruhlarıyla mânen irtibat kurabilir. El-Eşbâh kitabına hâşiye yazan El Hamevî hazretleri “Nefehâtü’l-Kurb ve’l-ittisal” kitabında özet olarak şöyle der: “Al­lah’ın velilerinin ruhaniyetleri cismaniyetlerine galip olduğu için de­ğişik sûretlerde görülebilirler.” Şu sahih hadis-i şerifin mefhumu bu manaya alınmıştır.
Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Müslüman olan bir kul, sahip olduğu her maldan Allah yolunda bir çiftini infak ederse, cennetin kapıcıları onu mutlaka karşılar ve her biri kendi beklediği kapıdan girmesi için dâ­vet eder.”

Hz. Ebû Bekir (r.a) sordu: “Ya Rasûlullah, bu kapıların hepsinden de girecek olan var mıdır? Rasûlullah buyurdu ki: “Senin onlardan olacağını ümit ediyorum ey Ebû Bekir”.

Râbıta, ancak velâyet kuvvetiyle tasarruf sahibi olan bir şeyh-i kâmile yapılırsa fayda verir. Çünkü şeyh-i kâmil Hakk Teâlâ’nın ay­nası olan insan-ı kâmildir. Hakk’a onun irşâd-ıyla vâsıl olunur. Kim onun rûhâniyetine basîret gözüyle bakarsa onun irşâd-ıyla hakîkata mazhar olur. Çünkü râbıta, feyz almak isteyeni feyze sebep olacak zâtın ru­hanî velâyetinin tasarrufu altına sokar. Burada tasarruf eden rûhâniyetdir. Feyz almak için râbıta eden, ilâhî kemâlattan rabbânî tecelli ile feyz alır, tefeyyüz edib kemâle erer.
Bu ilâhî düstûr, sevgi ve muhabbetle zuhur eder, mânevî te­rakkî ve teslimiyet ile husûle gelen merâtib-i ilâhîdir. Bu merâtibin evveli fenâ filihvan hâlidir. Hâliyle, kâliyle, özüyle ve sözüyle ihvan karde­şinde fanî olmalıdır. Sâniyen fenafişşeyh, yani şeyhde fânî olmaktır. Sâlisen fenafirrasûl Rasûlullah’da fanî olmaktır. Râbian fenafillah, Allah’ta fanî olmaktır. Ve sonra bekâ billah, yani Allah’ta bâki olma­lıdır ki o sâlikin kendinde matlup ve vuslat arzusu zuhur etsin.
Nebî sallallâhu aleyhi vesellem: “Her asırda ümmetimden sâbikûn bulunacaktır.”buyurmuştur. Ve illâ teklifine mâ lâ yutak (ta­kat getirilemez) olacağı tabiîdir.
Cenâb-ı Hakk kâdir-i mutlak buyuruyor:
قَالَ مَا مَكَّنّى ف۪يهِ رَبّ۪ى خَيْرٌ فَاَع۪ينُون۪ى بِقُوَّةٍ اَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًا
“Dedi ki: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar arasına aşıl­maz bir engel yapayım.”

Zülkarneyn hazretlerinin “Bana kuvvetle yardım ediniz.” âyet-i kerîmesiyle müsbet bulunan istiânesi makul görülüyor. Hâlik-ı Azîm’e secde niyetiyle Beytullahın duvarlarına karşı yere kapan­maya itiraz olunmuyor; esbâba tevessül kabul olunuyor. Erzâk-ı cismâniyelerini ağniyadan teseül eden fukaraya şirk etti denilmiyor.
Bunlardan daha ziyâde mühim olan erzâk-ı rûhâniye ve füyûzâtı ilâhiyeyi tevessül için enbiyâ ve evliyânın vasıta ittihaz olunması ne­den caiz görülmesin?
Enbiyâ, evliyâ ve ulemâyı tevessül (vesile ittihaz etmek) nâss-ı ilâhî ile sabittir.
Cenâb-ı Hakk kâdir-i mutlak Mâide sûresinde:
يَااَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ى سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” buyuruyor.
İsmail Hakkı Bursevî “Sâdıklarla beraber olunuz!” âyetinin tefsi­rinde şöyle buyurmuştur: “Bu âyet-i kerîmede bahsi geçen sâdıklar­dan murad, kâmil mürşidlerdir”.
Bir sâlik onların himayelerinde ciddiyetle hizmet eder ve mu­hab­betiyle nazarlarına kabul olunursa, onların feyz ve bereketiyle masivayı terk etmeye, Allah yolunda istikamet üzere bulunmaya ra­hatlıkla muvaffak olur ve huzur-ı Hakk’a kavuşur.
Hz. İbrahim (a.s)’ın muhabbet hakkında verdiği cevap ne kadar ibret-âmizdir :
“Muhabbetten sual oldu Halîl’e
Mine’l kalbi ilel kalbi sebîle” buyurdu.
Müfessir Âlûsî ise, yukarıdaki âyetin tefsirinde; “Sâdık ve salihlere karışınız (onlarla içiçe olunuz) ki; onlar gibi olasınız, feyz-i felâh bulup feyz-yâb olasınız. Çünkü herkes yakın olduğu kimseye tâbi olur buyurmuştur.
Bu âyet-i kerîmeyi râbıtaya delil olarak ilk defa Pîrimiz Ubeydullah Ahrâr zikretmiştir.
Diğer bir âyet-i celîlede de Mevlâ Teâlâ:
فَادْخُل۪ى ف۪ى عِبَاد۪ى ` وَادْخُل۪ى جَنَّت۪ى
“(Seçkin) kullarım arasına katıl, ve cennetime gir!”  buyuruyor.
Bu âyet-i celîlenin açık beyanından da anlaşılacağı üzere dün­yada, Allahu Teâlâ’ya hakiki kul olmaya çalışan ihlâslı kulların ara­sına girmek, ahirette cennetlere girmeye sebep ve vesîledir.
Tabiî ki, dünyada devamlı o dostlar arasında bedenen bulunmak mümkün olmasa da, râbıtadan ibaret olan manevî beraberlik, ehli için müyesserdir.
Cenâb-ı Hakk âyet-i celîlede şöyle buyuruyor:
 
وَاَدْخِلْن۪ى بِرَحْمَتِكَ ف۪ى عِبَادِكَ الصَّالِح۪ينَ
“...Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat.”

Salih kullar zümresine girmek her iki cihanda da ruh maa’l-ceset saadettir, saadet-i rûhâniyedir, yani ruhun mutluluğudur. Onlarla be­raber cennet ve onun derecelerine kavuşmaktır. Saadet-i cismâniye de bedenin mutluluğudur.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi vesellem efendimiz buyurur ki:
“Bir kimse aşırı sevgiden dolayı Cenâb-ı Hakka kavuşmayı se­verse Cenâb-ı Hakk da onun likasını sever. Kim de Allah (c.c)’na ka­vuş­mayı kerih görürse Allah da o kula kavuşmayı kerih görür.

Amel-i salihin en güzeli ise, Allah dostlarıyla bedenen ve ruhen beraber olabilmektir ki, ruhânî beraberliğin tek yolu muhabbettir.
Bir mürid-i sâdık, sıdk ve ihlâs ile sohbet-i şeyhe müdâvim olursa biiznillâh-i teâlâ kalpten kalbe in’ikas tarikiyle hâl mun’akis olur.
Meşâyih indinde mürid üzerine taalluk eden âdâblardan bazıları şunlardır; Müridin şeyhine teslimiyeti, gassal elinde meyyit gibi ol­malı. “Ben ancak intisab ettiğim şeyhim vasıtasıyla matlubum olan Allah (c.c)’na vasıl olurum” diyerek aksâl gayesi olan arzusunun müntehâsına ulaşır.
İslâm öyle nurlu bir yoldur ki müridi gassal elindeki meyyit tes­limiyetiyle mürşide, mürşidi Kur’an ve Sünnete kâmil manada ittibâsıyla Rasûlullah’a, Rasûlullah’ı da zîr-i himâyesinde olan üm­metiyle Allah (c.c)’na râm eder.
Kulların nefsânî arzu ve cehâlet felâketinden kurtulmaları ve ilim ve marifetle kendilerini yetiştirebilmeleri için sadece kitap okumak kâfi değildir. Her halde bir âlim-i âmilin, bir mürebbî-i kâmilin halaka-i tedrîs ve terbiyesinde bulunmaları zarûreti açık bir hakîkattır.
Bir insan nefsini mezmum sıfatlardan ve şerre sürükleyici duygu ve temayüllerden temizleyip, mânevî nurlarla süslenme ve ilâhî te­cellîlerle hem-hâl olma şerefini sadece Allah’ı zikrederek elde edemiyeceğinden bu mevzuda da o kimsenin bir delil-i râha ve bir mürşid-i dil-âgâha rabt-ı kalp eylemesi gerekir.
Tarikatta ve mânevî terakkîde feyz almak isteyen bir sâlikin mür­şidinin râbıta ve teslimiyetine olan itimadı, ilim öğrenmek isteyen bir öğrencinin hocasının şifâhî (sözlü) ifadelerine olan bağlılığından üs­tün olmalıdır. Râbıta ve teslimiyet bu derecede olunca sâlikin kal­binde zikrullah-ı teâlâ bilâ-icbâr velâ ihtiyar husûle gelir. Hâlık ile mahluk arasında ülfet ve muhabbet zuhur eder.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

صِبْغَةَ اللّٰهِ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ
“Allah’ın boyasıyla boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz (deyin).”

Peygamber efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem hazretlerinden feyz almak Cenâb-ı Hakk’tan feyz almaktır. “Allah’ın boyası ile bo­yanın” âyeti kerîmesine uyarak ahlâk-ı zemîmeden kurtulup Allah ve Rasûlü tarafından istenen ahlâka yani ahlâk-ı hamîdeye sahip olan fenâ-i tam ile fenâfirrasûl ve fenâ-i tam ile fenâ fillah ve bekâ-i tam ile bekâ-billah şerefine vasıl olan mürşid-i kâmile râbıta edilmesi aşağı­daki âyeti kerîmeyle müminlere emir ve ferman buyurulmuştur:

يَااَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ى سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” 
Kendisine râbıta olunacak mürşidin tavır ve ahlâkı Rasûlullahın ahlâkına tâbi olmadıkça râbıtadan beklenen feyzin zuhuru imkânsız­dır. Râbıta eden sâlikin ise, şeyhinin peygamber ahlâkı ile ahlâklan-dığını, şeriat, sünnet ve tarîkat ölçüleriyle tahkîk eylemesi de mürid üzerine vâcibtir. Yoksa râbıta eden de ettiren de perişan olur­lar.
Râbıta edilecek şeyh-i kâmilde bulunması gereken vasıflar vardır, bu vasıflar şunlardır:
1-Ehl-i mücâz
2-Ehl-i selâsil
3-Ehl-i ilim
4-Ehl-i hâl
5-Ehl-i istikâmet
6-Ehl-i infâk
7-Ehl-i safâ olmalıdır.
Bu vasıfları taşımayan kişi eğer şeyhlik iddiasında bulunuyorsa şeriat ıstılahına göre hem dâl hem de mudîldir. Tasavvuf ıstılâhında ise, böylelerine lakıyt denir.
İmâm-ı Rabbânî (k.s) buyurmuştur ki: “Tarîkatımız sahâbe-i ki­râm rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmâin hazerâtının tarîkidir. Bu tarîkde, şeyh-i kâmilde marifet nuru tahakkuk ederse ifâzada hayyen ve meyyiten musâvîdir. Muhabbet tarîkiyle muhakkak ondan istifâde edilir.
Rasûlullah efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem : “İşleriniz çık­maza girdiğinde ehl-i kubûrdan manen yardım isteyin.” buyuruyor.
Himmete nail olmak için mutlaka kabirin yanına gitmek şart de­ğildir, zaten bu herkes için her zaman mümkün de değildir. Bu se­bepten dolayı bulunduğu yerden Rasûlullah sallallâhu aleyhi vesellem’in Medine-i Münevvere’de bulunan ravza-i mutahharasına veya herhangi bir evliyaullahın kabrine, ruhaniyyetine teveccüh ve râbıta yapan kişi muhakkak onlardan istifade ederler. Râbıtadan maksat muhabbet ve sevgidir.
Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem bir hadiste: “Kişi ahirette sevdiği ile beraber haşr olunur.”  buyurur.


MARİFET

Tasavvuf, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi ile ruhu pâk ederek lâ­hût âlemine yükselmek yoludur. Ruh o âlemde Hakk’ın vuslatına kavuşur. Yakîn nurunu örten perdelerin açıldığını görür, böylece ruh nefsin kötü arzularından kurtulur ve hakîkat âlemine yükselir. İşte bu âlemde ruhun tattığı lezzet başka hiçbir lezzete benzemez. Bu makam riyazete, mücâhedeye ve zühde kendini vermekle elde edilir. Aslında nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi de insanı aksâ’l-gayeye ulaş­tırmak için bir vesiledir. Mutasavvıflar maddî basiretlerini bağlayan sebepler dediğimiz emrâz-ı bâtıniyyeden kurtulmak için beden riya­zetine ve bu yolda mücahedeye devam ederler. Gölgenin belirmeden önceki aslına dönmesi demek olan fenâ fillah makamına yükselmek ve Allah (c.c)’ya vuslat için benliklerinden kurtulmak isterler.
Evliyaullah hazerâtı buyurmuşlardır ki: “Marifet iki kısımdır”:
Âlem-i kebîrin mârifeti
Âlem-i sağîrin mârifeti
Bu babların her biri üçer asla ve asıllar da muhtelif fasıllara ayrı­larak mütalaa edilir. Yaratılış hakîkatlerini mümkün mertebe anlat­maya gayret edeceğiz. Fakat her şeyden evvel şunu arz edelim ki; ta­savvuf hâl ilmidir, kâl ilmi değildir. Tasavvuf özdür, söz değildir. Tasavvuf sîrettir, sûret değildir.
Bu sözleri mârifete bir yakîn hâsıl olsun diye sarf ediyoruz. Zira tekemmül ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn ile gerçekleşir.
Âlem-i kebîrin mârifeti: Âlem-i kebîr, cevâhir ve arazdan ibârettir. Yani araz ve cevâhirin mecmûuna “âlem” denir. Âlem de iki kısma ayrılır: Âlem-i gayb, âlem-i şuhûd. Ey Hak talibi insan, ey irfanu is­ti­dadı, meal-i idrakine kabiliyetli ve insanlık sıfatına tam müdrik mahluk! Bil ki sen âlem-i kebîrin bir nüsha ve nümunesisin yani sen bir âlem-i sagîrsin, bu âlem-i kebîrde (kainatta) her ne var ise, âlem-i sagîrde (insanda) mukâbili vardır. Ey insanoğlu, sen kendinin evve­lini, ahirini, zahir ve batınını bilmiş ve anlamış olasın. Zira dünyaya gelmekten murad kesb-i kemal seyr-i cemâl içindir. Nefsi tezkiye edip sonra marifetullaha nâil olmaktır. Hadis-i kutsîde: “Nefsini bi­len Rabbini bilir” buyurulur.
Onun içindir ki Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerîm’de:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” [1] buyu­ruyor.
Başka bir hadis-i kutsîde: “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murad ettim, mahlukatı yarattım”[2] buyurulmuştur.
Hülâsâ her kim kemâl tahsil etmek, kainatı ve içindeki mevcudatı hakkıyla bilip anlamak isterse kendi nefsini bilip anlamaya gayret eylesin. Zira Hakk’ı bilmeye yol buradan gider ve insan için yaratılı­şında ki maksad ve aksâ’l gaye marifetullahdır.
Âlem-i kebîrin evveli bir cevherdir, kezâ âlem-i sagîrin evveli de bir cevherdir. Âlem-i kebîrin evveli olan cevher, âlem-i kebîrin tohu­mudur ve âlem-i sagîrin evveli olan cevher de âlem-i sagîrin tohu­mudur. Yakînen bilmiş olalım ki her iki âlemde ne oldu ve ne ola­caksa ancak bunlar onların tohumlarında mevcuttur. Yani tohum­larda ne varsa âlemde o zâhir oluyor. Misâl: Bir zerdali çekirdeği zümrüt bir toprağa atılsa zirâî terbiyesine dikkat ve ihtimam edilse ancak ondan zerdali ağacı zuhura gelir de başka ağac meydana gel­mez, yani zer­dali tohumundan ceviz ağacı hâsıl olmaz. Zira zerdali tohumunda yalnız zerdali ağacının bütün teferruatı gizlidir. Bu to­humda kendi ağacının bütün fürûu mevcut olmasa idi ağaç meydana gelebilir miydi? Gelemezdi. Şu kadar ki tohumda icmâl idi, ağaçta tafsil oldu. Tohumda bir kuvve idi ağaçta bir fiil oldu. Aslı ne ise seyri o oldu ve başka olmadı.
Âlem-i sagîrin ise cevher-i evveli nutfedir ve her ne ki âlem-i sagîr olan insanda vücuda geldi, zâhir oldu. O nutfede aynen mevcut idi mevcud olmasa vücuda gelir miydi?
Ehl-i Şeriat âlem-i kebîrin cevher-i evveline, yâni tohumuna ruh-ı evvel der. Ehl-i hikmet ise Akl-ı evvel der. Ehl-i vahdet ise, âlem-i kebîrin cevheri evveline sırr-ı evvel der.
Şeriat ehlince âlem-i kebîrin beyânı şöyledir: Mevcûd-i kadîmin evveli ve âhiri yoktur. Mevcûd-i hadis için evvel ve âhir vardır. Bu söz bedîhidir. Zira mevcût, var olan iki halden hâli olamaz. Onun ya evveli olur yahut olmaz. Eğer evveli olmazsa ka­dîm olur. Evveli olursa hadis olur. İşte bu iki mevcûttan mevcûd-i kadîm Allah’tır. İlk mevcût O’dur. Bütün mevcûtların vücuduna sebep olan Hâlık-ı Teâlâdır.
Mevcûd-i hâdise âlem denir. Sonradan zuhura gelmiştir ki mahlukdur. Allah (c.c) yarattığı hiçbir şeye benzemez. Allah âlemden gayridir ve âlem de Allah’tan gayridir. Allah sânidir, âlem masnû­dur. Allah hâlıktır, âlem mahluktur. Allah fâildir, âlem mef’uldur. Allah râzıktır, âlem merzukdur. Allah kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehdir. Allah muhtardır, istediği vakitte dilediği âlemi vücuda getirir, var eyler ve eğer dilerse yine yok eyler. Bu işi işleyip işlememesinde irade sahibi ancak Allah’tır. Hâlık Teâlâ bu âlemi vücuda getirmeyi murad eyledi. Evvelâ kudret eliyle tabii kanunları buyurdu sonra âlem-i kebîrin cevher-i evveli olan rûh-i evveli halk eyledi. Bu rûh-i evvel tohumdur. Bu tohumda vasat ola­rak zaman ve mekanı yarattı. Tohum eriyip cûşa geldi, zübdesinden âlem-i ervah halk olundu. Kışrından âlem-i ecsam vücut buldu. Âlem-i ervaha âlem-i melekût, âlem-i emir, âlem-i nurânî, âlem-i latif, âlem-i gayb denildiği gibi mütekabilen âlem-i ecsâma; âlem-i halk, âlem-i zulmânî, âlem-i kesif, âlem-i şuhûd denilir.
Âlem-i ervah mertebeleri tohumla beraber ondörtdür. Âlem-i ecsâmın mertebeleri de tohumla beraber ondörtdür.
Ruh, âlem-i ervah ve bunların mertebelerinin beyanı şöyledir: Ruh, latif cevherdir, cismin muharrikidir, taksim ve tecezzi kabul et­mez, âlem-i emirdendir. Belki kendisi bizzat âlem-i emirdir.
Cisim kesif cevherdir; taksim, tecezzi kabul eder; âlem-i halktan­dır. Belki kendisi âlem-i halkdır.
Allahu Teâlâ âlem-i ervahı mertebeler üzere halk etmeyi murad eyledi. Cevhere nazar buyurdu ol zübde-i nûr eriyip cûşa geldi. Sâfî­sinden ilk olarak Fahr-i Kâinat Hz. Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi vesellem Efendimizin ruhunu yarattı. Sonra ulülazim pey­gamberlerin ruhları, sonra rasûllerin, sonra nebîlerin ruhları, sonra velilerin ruhları, sonra ariflerin, sonra zâhidlerin, sonra âbidlerin, sonra müminlerin ruhları, sonra bâtıl dinde olanların, sonra kâfirle­rin, sonra hayvanların, sonra nebatların ruhları halk olundu.
Böylece onüç mertebe üzerine âlem-i ervah tamam oldu. Her bir ruh ile nice bin melâike de halk olunarak âlem-i melekût yaratılmış oldu.
Âlem-i ecsâmın mertebeleri: Rabbü’l-âlemin âlem-i ecsâmı halketmeyi diledi; cevhere nazar buyurdu. Bundan iki âlem zuhura geldi. Nuranî, latîf, öz kısmından âlem-i ervah, zulmânî kesif kısmın­dan âlem-i ecsam meydana geldi. Bu cisimler âlemi de onüç mertebe üzre yaratıldı ve cevherle beraber ondört oldu ki ruhlar âlemindeki mertebelere tekabül etmektedir. Hak Celle ve âlâ cevherin kışrına te­celli buyurarak evvela zübde hülasasından Arş-ı Alâ’yı yarattı. Sonra Kürsî’yi yarattı. Sonra yedinci semâyı yarattı, sonra altıncı se­mâyı, sonra beşinci, sonra dördüncü semâyı, sonra üçüncü, sonra ikinci, sonrada birinci semâyı yarattı. Sonra ateş unsurunu, sonra hava un­surunu, sonra su unsurunu, sonrada toprak unsurunu ya­rattı. Böyle­likle âlem-i ervâhın ve âlem-i ecsâmın müfredâtı toplamı yirmisekiz oldu.
Kur’an Allah’ın kitabıdır, bu kainat da Allah’ın kitabıdır. Kur’an harfleri yirmisekiz hece harfdir, kainât mertebeleri de yirmisekiz mertebedir.
Kur’an-ı Kerîm’in harflerinin ondördü noktasızdır. Ondördü noktalıdır. Kainat mertebelerininde ondördü âlem-i ervâha ait, ondördü âlemi ecsama aittir.
Âlem-i sagîrin mârifeti: Ârifler bilirler ki Kur’an’daki İsm-i Âzam kainatta insana tekabül eder, onun için insan mazhar-ı kül, âlem-i sagîr ve nüsha-i kübrâdır. Mücahede, mükaşefe ve müşahede erbâbı olan arifler kitap yapraklarındaki sahifelerle birlikte kâinatın merte­belerini, mürekkeblerini ve onların hikmet ve tekâbüllerini okurlar. Sahifedeki satırları herkes okuyabilir, fakat kainattaki mertebelere te­kabül ettirerek tam mânâsını anlamak, ancak âriflerin kârıdır. Kainat harflerinin herbirinde nice bin esrâr münderic ve her kelimesinde sa­yısız mânâ mündemicdir. Kur’an harfleri kainat harflerinin bir delili­dir, remzidir. Biri lafız, diğeri mânâdır.Biri şekil,biri ruhtur. Biri ilm-i zâhirle biri ilm-i ledün ile bilinir. Fahri Kainat Efendimiz büyük kai­nat kitabını okurdu. Onunla meşguldü. Ancak zahir harflerin ümmîsi idi.
Âlem-i ervâhın mertebelerine tekabül eden âlem-i ecsâmın mer­tebeleri: Âlem-i ervâhın her bir mertebesine, âlem-i ecsâmın merte­belerinden biri tahsis kılındı. Şöyle ki:
Arş-ı Âlâ: Menbâ-i feyz-i Hudâ, Hâtemü’l-Enbiyâ aleyhi ekmelüttehâyâ Efendimizin ibâdetgâhı ve halvethânesi oldu.
Kürsî: Ulül-azm peygamberlerin ruhlarının makâmı ve halvethâ­nesi oldu.
Yedinci kat semâ: Rasûllerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Altıncı kat semâ: Nebîlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Beşinci kat semâ: Velîlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Dördüncü kat semâ: Ariflerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Üçüncü kat semâ: Zâhidlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
İkinci kat semâ: Âbidlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Birinci kat semâ: Müminlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Ateş ve hava unsuru; zındıkların ruhlarına,
Su ve toprak unsuru da; kafirlerin ruhlarına mekân oldu.
Keza hayvanların ve nebâtların cisimleri de, bunlar için makam oldu.
Hülâsâ; kafirler ve zındıklar unsurda ve tabiatta kalmış kimse­ler­dir. Unsurlar makamı ise, esfel-i safilîndir. (En aşağı makam) Aynı zamanda bunlar Vâcibü’l-vücûd hazretlerinin ahsen-i takvim sırrına mazharvemüsemma olarak yarattığı selim tabiatlı insanları Makam-ı Ulyâ’dan, Makam-ı Süflâ’ya indirmeye ve düşürmeye çalı­şırlar.
İnsan Allahu Zülcelâl Hazretleri tarafından teklifât-ı ilâhiyyeye tâbi tutulmuştur. Hiç bir mevcut başı boş olmadığı ve teklifâttan mü­nezzeh bulunmadığı gibi sorumsuzca da kalacak değildir. Ma­kam-ı esfele düşmüş bir kimse bu makamda tevfikât-ı samedâniyye cümle­sinden olarak nefsini ve Rabbini bilirse tekrar makam-ı ulyâya çıka­bilir. Ve bu gibi zevât bu urucda (yükselmede) şeriat ehlince in­sanlar için en yüksek makam diye tarif olunan (Makam-ı Evvellerine) kadar yükselebilirler. Gayretlerinin azlığı, himmetlerinin kısırlığı ve baha­nelerinin çokluğu ile nice kimseler makam-ı evvellerine kadar çıka­mayıp yolda kalmışlardır. Esasen bu yolda kalma keyfiyyeti ol­masa idi, Hâlık Teâlâ tarafından kitapların inzâli, Rasûllerin irsâlı ve mu­allimlerin talimleriyle, mürşidlerin irşâd-ı hep abes gibi görü­nürdü. İşte bu minval üzere âlem-i ervâhın ve âlem-i ecsâmın halk olunma­sından sonra da sıra ile mâdeniyat, nebâtât ve hayvânât âlemi yara­tıldı. Bütün bunlardan sonra Hâlık-ı Zülcelâl Adem (a.s) ile Havva validemizi yaratarak nev’i beşeri, sahâ-yı âleme göndermiş oldu. Her insan için yegâne gâye ve vâzife teklifât-ı ilâhiyyeyi kemâl-i itina ile bi-hakkın yerine getirmeye sayü gayret ve cehd ederek ve bu yolda kalmamaya azmü cezmü kasd eyliyerek makam-ı evveline da­hil ve vasıl olmaktır. Acaba yolda kalmamanın çaresi nedir? İnsan, Hâlik Teâlâ’nın vahdâniyyetini Hâtemü’l-Enbiyâ’nın nübüvvetini tasdik edip kendini ve başkalarını aldatmayacak şekilde yasaklardan ictinap ve emirlere intisap ile güzel sıfatlarla muttasıf bulunmalıdır.
Varlık Hakk'ın varlığıdır. Bizim varlığımız Hakk’a nisbetledir, izâfîdir. Biz varlığımızı Hakk’dan alırız. Yıldızların ve ayın ziyâyı güneşten almaları gibi. Bizi tenvir eden yalnız Hakk’dır, Hakk’ın nu­rudur. Ziyâ-ı ruhumuzu Hüdâ bahşeder, yoksa bizâtihî var değiliz. Hakk’ın varlığı kendinden, halkın varlığı Hâlık’dandır. Bütün kâi­natta tek bir vücut zâhirdir. O da Allah’ın vücududur (varlığıdır). Allah’ın vücûdundan (varlığından) başka hiçbir şeyin hakikî vücûdu yoktur. Eşyanın çokluğunda görünen her şey varlığını tek Hakk’tan alır. Allah bu kâinatın bütün zerrelerine kendi varlığını ve birliğini nakşetmiştir. Bu eşyanın hiçbiri yok iken O “bir” olan zat vardı. Var olan işte hep O zâttır. Ve O‘ndan başka da mevcut yoktur. Şânı mut­lak O’dur. Senin benim varlığım bir hayal ve gölgeden ibarettir. Var sandığın herşeyin aslı yoktur. Aynaya akseden sûretin aslı olma­dığı gibi. Biri vardır ki ezelî ve ebedî olan O’dur. O’ndan başka “var” yoktur. O’da alemlerin Rabbi olan Allah ‘tır.
Bu dünya ve cihan bir varmış bir yokmuş meali arzeder. Yani ezellerin ezelinde bir zat vardı. Ondan başka bir şey yoktu. O Zât’ın bilgisinde, ilminde bu alemin böyle olacağı vardı. Kendi vücudunun nuru ziyâsı ile O zât bu âlemi var eyledi ve bütün mevcutları yoktan var etti meydana çıkardı. O zat yine her anda bütün mevcutları var­lıkla yokluk arasında gezdirerek sanatını kudretini gösterir. Şânı mutlak O’dur. Ezellerin ezelinde yok olan bir şey yine yoktur. İsterse var gibi görünsün. Ezelde var olan zat herşeyi kuşatıcı ve kendisinde helak edici manası ile var olandır. İşte yukarıdan beri andığımız var­lık ALLAH’tır. Başka vücut başka mevcut yoktur. İşte bu mev­cuda bu varlığa iman et. Varlık yalnız O’nundur. Bu varlık mahluka hayy ismi ile tecelli etmiştir, mahlukta hayy ismi ile hayat bulmuş­tur. Ey Mümin! Varlığını kendinden biliyor isen itikadını tashih et. Perdeler açılmadıkça maksud zâhir olup görülmediği gibi, Hakk’ın varlık vü­cudu sana nur bahşetmedikçe sen kendini bulamaz bile­mezsin. Nu­runu güneşten alan ay gibi sen de hayatını Allah’dan al­dığını unutma! Ey insanoğlu varlığını kendinden bilip mağrur olma! Varlık senin değildir, sen bir hiçsin. Varlık Allah’ındır. Kendine bir göz gezdir. Sana ait dünyalık ne bulacaksın.
Hayat: İn’âm-ı Hakk’tır
Vücut: Vücud-ı Bâri’dir
Beden: Binâ-i Sübhanî’dir
Ruh: Emr-i İlâhî’dir
Kuvvet: Kudret-i Sübhânî’dir
Bilgi: İlm-i Alîm’dir
Mâl: Mülk-i Mâlik’tir
Güzellik: Bahş-i Yezdân’dır
Servet: Atây-ı Rahim’dir
Ahlâk: Kerem-i Kerîm’dir
Görüyorsun ki elinde bir şey kalmamıştır. Buna senin ilave ede­ceğin yalnız bir sözün var: “Ya Rabbi ben de seninim. İstersen ihya edersin; dilersen imha edersin.”
Allah cihana hayy ismi ile tecelli etti. Cihan feyzyâb oldu neşv-i hayat buldu. İnsan bu hayat benimdir, dedi. Zavallı insan, “kün” emri ile yok olacağını varlık namına bir şeyi kalmayacağını düşün­medi ki. Ne hilkat ve kanunları ne tabiat ve düsturları. Nâle ve hâ­lede, aşk ve meşkte, çiçek ve böcekte, gül ve bülbülde, hey ve neyde, dil ve gönülde aradığın hep O, hep O’nun varlığı, hep O’nun zuhu­rudur, hep Hakk’tır. Tabiat samûttur. Fakat onu dinleyebilirsen dinle. Hilkat sâkittir. Fakat onu okuyabilirsin. Her güzel şeyde O’nun sırrı vardır. Seni cezbeden O’nun sırrı ve O’nun hakîkatidir. Yoksa güzelin kaşı gözü değil. Hak bin yerden tecelli eyler. Kara balçığa et kemik giydirip sonra ona kıymet verip yürüten ve söyleten Allah’ım ete kemiğe gönül adlı ayna verip âşıklarına görünen Allah’ım. Ma­şukları ile dilsiz, sessiz, sözsüz kelimesiz, gönül lisanıyla konuşan Allah’ım sen ne güzelsin.
Hakk tarif edilemez, tarife sığmaz. Vasıflar kelamlar O’nu tasvir edemez. Kitablar, lügatlar O’nu anlatamaz. Onu daima düşünmek, gönülde O’nu taşımak sûreti ile nisbetini sağla. O’na nisbeti artır. Arif olanlar Allah’ı şöyle bilir Allah zât ile herşeyden âri fakat sıfatla­rıyla her şeye sâridir. Allah vücud ile mevcûd, sıfat ile muhît, esmâsı ile mâlum, ef’âl ile zâhir, A’sâr ile meşhuddur. Allah (c.c)’ya böyle iman etmek ne güzeldir. Hülasa: Varlık senin değildir. Hakk’ındır. Feyyaz-ı mutlak O’dur. Varlığa iman et, başını yere koy, aczini bil, ALLAH de! Vesselam.

27 Mayıs 2011 Cuma

ALİ HAYDAR AHISHAVİ (EFENDİ BABA) K.S. OĞLUNA MEKTUBU


Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.Ve ala men meakum min ibadillahissalihin. (Size ve yanınızdaki, Allahın salih kulları üzerine,Allahın selamı, rahmeti ve bereketi olsun.) Yaramaz babanın yaramaz ananın yaramaz oğlu, Halid’imiz. Gözlerinden öper, dua ideriz. Mektublarini vakti vaktince gönderiyorsun,memnun oluyoruz. Evladım! Bazı kazalar geçirmişsiniz;kendinizin sağlığına ve selametine müteşekkir ve duacıyız. Evladım! Zinhar (sakın ha): Namazını bırakmayasın. Allahını unutmayasın. Asla yalan söylemeyesin. Siğara ve sair meşrubat (gazlı içeçekler) tatmayasın. Ahlaksızlarla karışmayasın. Mushafı şerfini elden, behemahal her gün okuyasın ve hurmet idesin. Tevbe ve istiğfara çok çok devam edesin. Kendini ve lisanını fena fiillerden ve kelamlardankatiyyen muhafaza idesin, sakınasın. İşte bu şartlar ile, seni tanır ve evlad diye severiz ki,ancak sizi halk iden (yaratan), insan iden, iman ve din ihsan idenHazreti Mevla da, böyle olursan sever, dünya ve ahıretini ma’mur ve mes’ud ider. Böyle değilse, dünya ve ahıretini kendin harab etmiş olursun.Ve hiçbir taraftan imdad ve necat bulamazsın. Her işin, her sözün, her hal ve hareketin, amel defterine yazıldığını yakinen bilesin. Yarın mahşerde kendi defteri a’malin ile muamele olunacağını unutmayasın. İşte şu vechile cennet veya cehennemi kazanmak kendi elindedir. Gözünü aç, ayık ol, selamet yolunu anla, öğren. Tedarikini bunda gör, bunda yap evladım! Hazreti Mevla, tevfik ve hidayette, istikamette daim kılsın. Âmîn! Duacınız :

Ananız-babanız: Hanife- Haydar.

ALİ HAYDAR EFENDİ TEKKEYİ İŞGALDEN KURTARDI


İsmet Efendi'den sonra tekkede en etkin olan isim ise Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin hocası Ahıskalı Ali Haydar Efendi oldu. Alim ve sufi kimlikleriyle öne çıkan Ali Haydar Efendi, hem Osmanlı Devleti hem de Cumhuriyet döneminde İsmet Efendi Tekkesi'nin şeyhlik makamında bulundu. Fatih Dersiamlarından olan Ali Haydar Efendi Osmanlı Devleti'nde, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu başkanlığı görevine muadil bir vazife olan "Te'lif-i Mesail Heyeti" reisliği de yaptı. Yüksek derecede bir ilme sahip olan Ali Haydar Efendi'nin diğer Halidi şeyhler gibi Sultan II. Abdulhamid'den yana tavır alması ve İttihatçıların Şeyhulislamlık teklifini geri çevirmesi 5 yıl süre ile tekkesinin işgal edilmesine yol açtı Ali Haydar Efendi'nin müritlerinden Hafız Halil Sami Efendi'nin tekkenin hikayesini yazdığı bir mektup üzerine Padişah'ın devreye girmesiyle 13 Kasım 1919 tarihinde yayınlanan tezkere ile tekke Ali Haydar Efendi'ye iade edildi. Ali Haydar Efendi de tekke ve zaviyeler kapatılıncaya kadar İsmet Efendi Tekkesi'nde irşat faaliyetlerine devam etti. Söz konusu kapatma kanunu çıkınca da tekkeye bir minare ekleyerek hizmetlerini camide devam ettirdi.

EFENDİ BABA K.S. BİR KISSA

Efendi babam başka tekkelere giderdi,bir gün şeyhini ziyarete geldiğinde ,şeyhi ona: “evladım başka tekkelere gitme” dedi.
Ali Haydar Efendi (k.s) babam da ,kendi içinden demi ki: “ Bu, biraz kıskançlık işidir,şeyhim zannediyor ki,ben başka tekkelere giderek buradan soğurum,halbuki ben kat’i olarak kararımı verdim,buradan ayrılmam.
Efendi babam (k.s) anlattı ki: “Ben yine başka tekkelere gitmeye devam ediyordum,bir günü yine şeyhimi bandırmada ziyarete gittiğimde,bütün ihvanlarla birlikte Hatm-i Hâce yapmak için oturduk,ben şeyhimin solunda oturuyordum,Bilal efendi vardı ,Oda şeyhimin sağında oturuyordu,gözüm açık olarak oturuyor ve hatim-i hâce’de okunacak duâları okuyordum.
Şeyhim beni kolumdan tutarak, yaprak gibi kaldırıp ortaya koydu.İhvanların kimi ticaretle uğraşıyordu,kimi bakkaldı,Hatm-i Hâce taşlarını sayarken yorgunluktan kendilerinden geçiyorlar,taşlar ellerinden düşüyordu.
Bu durumu görünce ben:Her tekke bozuldu ,bu tekke bozulmadı diyorlar,halbuki bunların taşları da ellerinden düşüyor bu bozulmak değilmi? Diye içimden geçirdim.
O sırada Buhara Meşayıh ı kapı pencere dururken,duvarları geçerek geldiler,her biri bir müridin önüne geldi,onun eksik olan taşlarını tamamladı,sonrada Meşayıh tan her biri önündeki müride teveccüh etti.Benim önüme de Şah-ı Nakşibendi (k.s) Hazretleri oturmuştu,o da benim eksik olan taşlarımı tamamladı.
Şeyhim Nakşibendi (k.s) Hazretlerine : “oğlum Ali Haydar’a da siz teveccüh edermisiniz?” deyince,Şah-ı Nakşibendi h.z yüzünü Buhara’ya çevirerek “ben ona teveccüh etmem” dedi.
Bu korku ile ben bir sıçradım ki ,az kalsın başımı tavana vuracaktım,bir de baktım ki şeyhimin yanında oturuyorum,
Şeyhim eğilerek kulağıma dedi ki: “Bir daha başka tekkelere gider misin? Bak sahibi razı olmuyor ”meğer benim zuhurat olarak gördüklerimi şeyhim aşikar görüyormuş.

Efendi Baba Ali Haydar Efendi HZ





Efendi Babamız Ali Haydar Efendi HZ
Efendi Babamız Ali Haydar Efendi H.z' lerini Unutmayalım


13. hicri yüzyılda Anadolu’nun gönül iklimlerini coşturan mana erlerinden biri de Ahıskalı Ali Haydar efendidir. O ve emsali “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı sahipsiz bir devletin, değerli, hasta bir milletin ızdıraplarını alabildiğine soluklamış, ayların hep muharrem olduğu günlerde ümidle istikbale dönmüş, gül alıp gül satarak, gönülleri gül-i Muhammedi’nin(aleyhissalatu vesselam) 14 asrın eskitemediği, o taptaze, o dipdiri rayihasiyla (kokusuyla) donatarak, etrafın bir gülşene (gül bahçesi) döneceğini umud etmiş bunun için de insanımıza eğilmeyi, onu eğitmeyi gaye ve hedef seçmişlerdir. Rabbim hepsinden razı olsun. Eslafımıza (öncekilerimize) hayrül halef (hayırlı vekil) olmamızı nasip eylesin. Amin.
13. hicri yüzyılda Anadolu’nun gönül iklimlerini coşturan mana erlerinden biri de Ahıskalı Ali Haydar efendidir. O ve emsali “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı sahipsiz bir devletin, değerli, hasta bir milletin ızdıraplarını alabildiğine soluklamış, ayların hep muharrem olduğu günlerde ümidle istikbale dönmüş, gül alıp gül satarak, gönülleri gül-i Muhammedi’nin(aleyhissalatu vesselam) 14 asrın eskitemediği, o taptaze, o dipdiri rayihasiyla (kokusuyla) donatarak, etrafın bir gülşene (gül bahçesi) döneceğini umud etmiş bunun için de insanımıza eğilmeyi, onu eğitmeyi gaye ve hedef seçmişlerdir. Rabbim hepsinden razı olsun. Eslafımıza (öncekilerimize) hayrül halef (hayırlı vekil) olmamızı nasip eylesin. Amin.
Ali Haydar efendi hazretleri 1870 (1288 Hicri) senesinde Batum’un Ahıska kazasında dünyaya geldi. Pederlerinin (Babalarının) ismi Mehmed Şerif efendi’dir. İki yaşındayken annesini, dört yaşında babasını kaybetti. İlk medrese tahsilini memleketinde yaptı. Daha sonra 1894’te Erzurum’a hicret etti. Medrese eğitimine bir müddet burada devam ettikten sonra Dersaadet’te(İstanbul) ilmin zirvesine ulaşabileceği mülahazasıyla (düşüncesiyle) Payitahta (başkente) geldi. Burada Meşhur Çarşambalı Hoca Ahmed efendi’den 1901 senesinde icazet aldı. Buradaki Medrese arkadaşlarının en ünlüsü merhum ve mağfur İskilipli Muhammed Atıf efendidir.
Daha sonra Fatih’te dersiam olarak (alim - öğretmen) vazifeye başladı. 1909’da Fetvahane’de fetva vermiş, gösterdiği ilmi kudreti dikkatleri çekmiş, 1914 ‘de Sahn Seman medresesinde fıkıh (hukuk) hocası olmuştur.
1915 senesinde şeyhülislamlıkta yeni kurulan Telif-i Mesail (Sorunların yazılması) heyetinin başına getirilmiştir. Bu arada 1916 senesinden Osmanlı devletinin hitamına (bitimine) kadar Huzur derslerine muhatap olarak katıldı. Huzur dersleri, her Ramazan Padişah’ın huzurunda yapılması gelenek olan tefsir dersleri demektir. Ramazan-ı şerifte sekiz defa yapılan huzur derslerine Kur’an-ı Kerim’den birkaç ayeti okuyan bir hocaefendi(mukarrir) ve onu dinleyip, sualler sorarak toplantının ilmi bir müzakere şeklini almasına vesile alan 15 alim(muhatap) katılırdı. Padişah ve davetliler ise samiin(dinleyici) makamındaydı.
İlmi kariyerini tamamlayan Hocaefendi, daha sonra seyr-ü süluk'te (tasavvufta terbiye yolu) ilerlemek için Fatih Çarşamba’da Şeyh İsmet dergahına intisap etti. Şeyhi Bandırmalı Ali Bezzaz efendidir. Ali Bezzaz efendinin vefatı üzerine 1914 senesinde müridanın (tarikat bağlıları) isteğiyle Bu dergahın başına getirildi.
Siyasetten uzak durması, İttihad ve Terakki’ye mesafeli durması sebebiyle onlar tarafından dergahın bu seçimi onaylanmadı. Haydar efendinin postnişinliği (şeyhliği) elinden alındı. Ancak 1919’da tekrar makamına iade edildi.
1926’da Ankara İstiklal mahkemesinde yargılandı. Sebep merhum Atıf Hoca’nın “Frenk mukallitliği (taklitçiliği) ve Şapka” adlı eserinden 100 adet kadar Bandırma’ya damadına satılmak üzere göndermesidir. Ankara’da Tahir-ül Mevlevi ile aynı koğuşu paylaşmışlardır.
Tahir-ül Mevlevi, “Matbuat (basın) alemindeki hayatım ve İstiklal mahkemeleri” adlı kıymetli hatıratında(s:254) Ali Haydar efendiden şöyle bahsediyor: “Şeyh Ali Haydar efendi, kulakları işitmediği için mütalâayı(kitap okumayı) ve tilaveti (Kur’an okumayı) musahebeye(sohbete) tercih ediyor, kendisine tane tane ve yavaş söylenilmek şartıyla bir şey sorulacak olursa müfid(faydalı) ve mukni(ikna edici) cevaplar veriyor, mangalda kendi eliyle kaynattığı çayı sessizce içip hususi aleminde bulunuyor.”
Sonunda 31 Ocak 1926 günü muhakeme edildi. Muhakemesinin bir kısmı Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarından okunabilir.(sh:116-119- İşaret yayınları) Daha sonra ders şeriki (ortağı) Atıf efendi ile yüzleştirmesi yapıldı. (Ne hikmetse bununla ilgili sayfalar Meclis zabıtlarından koparılarak imha edilmiştir. ) Nihayet 3 Şubat 1926’da beraat etmiştir.
Yeri gelmişken şunu da arz edeyim. Ali Haydar efendi ile alakalı bu kısa çalışma sırasında hakkında bir sürü şeyin karıştırıldığını gördüm. Mesela Akit gazetesinin hediye olarak verdiği Yener Dönmez’e ait Son Devrin Kutup yıldızları eserde Ahıskalı Ali Haydar efendi Mecelle şarihi Ali Haydar efendi ile karıştırılmıştır. Vehbi Vakkasoğlu bey de böyle bazı hatalı bilgileri almış, Maneviyat Dünyamızda İz bırakanlar adlı eserinin yeni baskısına koymuştur.
Burada da Ali Haydar efendinin İskilipli Atıf hoca ile aynı koğuşu paylaştığı, beraatine dair şeyhini rüyada gördüğünü Atıf hocaya söylediği (s:130) vs. vs yazıyorsa da yanlıştır.Atıf hoca ile aynı hapiste kalmışlarsa da aynı koğuşları paylaşmamışlardır. Gerçi Tahirül Mevlevi bey bir rüya-yı sadıka görmüş, Ali Haydar efendi de bunu fa’li hayr (iyi alamet) olarak müşterek beraatlarına yorumlamıştır.
(Bkz.T.Mevlevi.age.s:336 ve 345)
Talebelerinden Emin Saraç Hoca şöyle diyor: "Ali Haydar efendi Atıf efendi ile birlikte 6 ay Ankara'da hapiste kalmış. Ne sıkıntılar çekildiğini anlatır, bir taraftan da elini dizine vurarak; "Atıf efendi kardeşimiz kazandı" derdi.
Bu beraatten sonra Ali Haydar efendi bir sessizliğe bürünmüş daha çok has dairede irşad ve sohbet faaliyetinde bulunmuştur. Bunu pasiflik olarak değil “aktif sabır” olarak almak daha uygun olacaktır. Ve “ircii” (dön) emrine inkiyaden (boyun eğerek) arkasında binlerce mahzun gönül bırakarak 1 Ağustos 1960’da Rahmet-i Rahmana vasıl oldu. (kavuştu) Cenaze namazını çok sevdiği Merhum Ramazanoğlu Sami efendi, Yavuz Selim camiinde kıldırmıştır. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır. Allah cc Rahmet eylesin

ŞEMAİL VE AHLAKI
Ali Haydar efendi heybetli, vücutça iri, müşekkel (şekillenmiş) bir zattı. Hitabeti, ilmi, takvası, günde 50 bin kelime-i tevhid çekecek kadar ibadet ve zikre rağbeti ile insanlara örnek olan bir kâmil idi (olgun insan) . Zamanın büyüklerinden hemen hepsi ile görüşürdü. Bunlar arasında iki tanesine hususi (özel) bir sevgi beslediğini müşahede ediyoruz (gözlemliyoruz) . Birincisi Erzurum’un efesi Alvar İmamı Hâce Muhammed Lütfi diğeri ise Merhum Sami efendidir...
Ahıskalı Ali Haydar efendi Sami efendinin kendisini mükerrer ziyaretlerinin birinde oradakilere şöyle demişler: “Bu zatın bizi sekizinci ziyaretidir. Biz henüz bir defa bile gidemedik. İşte Allah için ziyaret budur, kemalat (olgunluk, büyüklük) da budur". Ali Haydar efendi çok sevdiği Sami efendinin kendisinin cenaze namazını kıldırmasını vasiyet etmiş o da adeti olmamasına rağmen kıldırmıştır.
Oğlu Hâlid Gürbüzler babasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir: "Babam kimseyle kötü olmamamızı söylerdi. Oturalım, çaylar, kahveler içelim demez, devamlı ilimle meşgûl olurdu. Erzurum'dan Alvarlı Mehmed Efendi, Ramazanoğlu Sâmi Efendi sık sık ziyaretine gelirlerdi. Hasib Efendi ile Mehmed Zahid Kotku Efendi de gelirlerdi. Devrin bütün âlimleri ziyâretine gelir, sohbet ederlerdi."
Mehmed Zahid Kotku hazretlerine sevgisini de şöyle açıklamıştır: Hasip Efendi'yi tanırım, büyük zattı. Aziz Efendi'yi de okuduğum bir yazısı ile tanıdım, o da büyük bir insandı. Amma şu Bursalı'yı görüyor musunuz, büyükler büyüğü Gümüşhaneli'nin ta kendisi..."
Vaktinin büyük kısmını Tahirül Mevlevi’nin de işaret ettiği gibi Kur’an okumakla geçirirdi. Hayatını ilme ve talebe yetiştirmeye hasretmişti. Talebeleri öz evladından daha değerli idi. Bunu; “Sulbümden (neslimden) değil, yolumdan gelen talebemdir” şeklinde ifade etmişlerdir.
Talebelerinden Emin Saraç hocaefendi Altınoluk dergisinin kendisi ile yaptığı bir röportajda Ali Haydar efendinin ilmi yönü hakkında şunları söylüyor: "Ali Haydar efendi fakih (hukukçu) bir insan. Müthiş bir zekası var. O yaşta, alır meseleleri saatlerce konuşur. Hocamızdı, kendisinden çok dersler okudum. Bana Şifa-i Şerifi ilk defa okutan odur. Şifa-ı Şerifi okutur, hem ağlar hem ağlatırdı."
Dini hizmetlere, emri- bil marufa (iyiliği emir) büyük ehemmiyet verirdi: “Din-i mübin-i İslam’ın devam ve bekası Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker(Allah’ın emirlerini anlatmak, yasaklarından sakındırmak)’in devamına; din-i mübin-i İslam’ın inkirazı(yıkılması) Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker’in terkine bağlıdır” derdi.
Dört mezhepte fetva verme ehliyetine sahip olduğu halde çok mütevazi idi. Devamlı yeni şeyler öğrenme aşk ve iştiyakındaydı. Bundan dolayı talebeliği hiç elden bırakmamış, devamlı okumuştur. Hatta yeni bir malumat edindiğinde hanımına “Hanife! Hanife Yeni bir cahilliğimi daha gördüm, yeni bir şeyler öğrendim” derdi.

Takvimler 1960 Temmuz’unun sonlarını gösterirken Ali Haydar Efendi yeryüzü ızdırabına elveda demeye hazırlanıyordu. Takipler, tevkifler bitecekti. Çünkü dostun dosta yürüyüş zamanı gelmişti.
Yeryüzü hayatının sonlarına doğru takatsizliği arttı. Öyle ki yataktan kalkmaya mecali kalmamıştı. Kalbi zikrullahda, gözleri kapıda ölüm meleğini bekliyordu. Oğlu anlatıyor: “Vefat edeceği an hayret dolu bakışlarımız arasında o heybet dolu vücuduyla yattıkları yerden kalktı, bizim duyacağımız derecede yüksek bir sesle “Onların davalarının sonu Elhamdülillahi Rabbil Alemin demektir” mealindeki ayeti okudu. Babamın son sözü bu ayetti.
Giderken okuduğu ayetle, hamd ediyordu. Çünkü geride İsmet Efendi Tekkesi farklı bir kubbenin altında da olsa yeni mürşidi ile müridanını Hakk’a taşımaya devam edecekti. Bir mürşit için yolunun devam etmesinden daha güzel ne olabilirdi. Bu büyük ihsana hamd ediyordu. Doksanbeş yıllık ömrünü küfürle mücadeleye adama azmini veren Allah’a hamd ediyordu. Hamd ediyordu, çünkü uğruna binbir meşakkate göğüs gerdiği ebedi dost olan Allah’a gidiyordu.
İsmet Efendi Tekkesi’nin bu büyük buluşmaya tanıklık ettiği, yani Ali Haydar Efendi’nin irtihal ettiği gün takvimler 1 Ağustos 1960’ı gösteriyordu.
1960’lı yılların haberleşme imkanı sınırlı olan Türkiye’sinde Ali Haydar Efendi’nin irtihal haberi gönülden gönüle birden on binlere ulaştı. Çarşamba, tarihinin en büyük kalabalığına şahitlik etti. Kalabalık, 60 ihtilaliyle yönetime el koyan askeri idareyi tedirgin etti. Öyle ki çok sayıda güvenlik görevlisi bölgeye sevk edildi. Civardaki konakların çatılarına silahlı güçler yerleştirildi. İsmet Efendi Tekkesi havadan askeri helikopterlerle gözlem altına alındı. Tanıkların ifadesine göre civarda konuşlanan askeri gücün sayısı binlerle ifade ediliyordu.
Tabutun etrafında gözyaşı döken bağlıları manzarayı şu cümlelerle ifade ediyorlar:
“Hayatında olduğu gibi mematında da zavallılar ve sadıklar onu yalnız bırakmadı. İlki korktuğundan ikincisi de sevdiğinden onu takip etti.
Ali Haydar Efendi Fatih Camii’nin haziresine defnedilecekti. Zira Selatin Camileri’nin hazireleriyle ilgili teamül bunu gerektiriyordu. Söz konusu camilerinin hazirelerinde defnedilecek şahısta, camiyi yaptıran kişinin ailesinden, meydan muharebelerine katılma ya da caminin medresesinde dersiam olma şartı aranıyordu. Ali Haydar Efendi Fatih Camii dersiamlarındandı. Dolayısıyla orada defnedilmeliydi. Bu hakkı teyid etmek için 1956’da devrin hükümetine müracaat edilerek izinde alınmıştı.
Herkes defnedileceği ana kadar O’nun Fatih’in haziresinde hocası Ahmet Efendi’nin yanında kendisi için ayrılan yerde olacağını düşünüyordu. Fakat öyle olmadı. İstanbul valisi Refik Tulga değil Fatih’te defnedilmesine orada namazının dahi kılınmasına müsaade etmedi.”
1956 tarihli iznin gereğini yapmak için valilikle tekke arasında gün boyu git-geller devam etti. Fakat bütün turlar nafileydi. Karşı taraf Ali Haydar Efendi’ye karşı olmanın gereğini yapıyordu. Kararlılığını göstermek için de Fatih Camii’nin etrafını ablukaya aldı. Vali cenaze namazı için toplanan cemaatin inkılap hazırlığı içinde olduğunu iddia ediyor, Fatih’te namazın kılınmasını bunun için yasakladığını söylüyordu.

1 Ağustos günü göklerden Ali Haydar Efendi’nin kabrine nur, Valinin yüreğine ise korku yağıyordu. Alarma geçirilen güvenlik güçleri muhtemel bir tehlikeden değil işte bu korkudan dolayı Çarşamba’ya sevk edilmişti.
Doksan beş yıllık ömrünü İslam’a ve bu memlekete adayan bir alimin son yolculuğu böyle mi olmalıydı? Çanakkale cephesinde bu vatan için ölümle yüzleşen alim bir gaziye iki metre karelik yer niçin çok görülmüştü?
Valinin red kararıyla sabrı tükenen kalabalık cemaati yatıştırmak için Bekir Haki ve Mahmud Efendiler yoğun gayret sarf etti.
Bütün bu gelişmeler yirmi dört saate sığmıştı. Ali Haydar Efendi’nin bağlıları Fatih olmayınca defin için Edirnekapı’da acele ettiler. Zira Türkiye ihtilalciler tarafından mezarından alınıp bilinmeyen(!) bir yere götürülen Bediüzzaman Said Nursi tecrübesini henüz yaşamıştı. Kalabalığın ürküttüğü yönetim aynı yolu Ali Haydar Efendi için de pekala deneyebilirdi.
Cenaze namazı Yavuz Selim Camii’nde Mahmud Sami Efendi tarafından on binlerin katılımıyla kılındı. Ve aynı kalabalığın parmak uçlarında Yavuz Selim’den Edirnekapı-Sakızağacı mezarlığına götürüldü.
Nur, Ali Haydar Efendi’ye sağnak sağnak aktıktan, Fatihalar, Yasinler O’na gönderildikten sonra kabri ha Fatih’in Hazire’sinde ha Sakızağacı Mezarlığı’nda olmuş ne değişir ki? Hem şimdi Ali Haydar Efendi hiçbir gücün takip edemediği dolayısıyla da tevkif edemeyeceği ahiret meclislerinde sınırsız hürriyeti yaşıyor.
Allah Resulü’nün etrafında halkalanan sıddıkların, salihlerin meclisinde “cemali ba kemale” tanıklık edeceği günü bekliyor. Ahiret meclislerine hangi güç irtica-mürteci yaygaralarıyla baskın yapıp adam tevkif edebilir? Yeryüzünün mazlumları, irtica suçluları(!) ahiret meclislerinde muteber şahsiyet muamelesi görüyor.
Nakşibendiliğin Halidi koluna mensup bu büyük zat vefat ettikten sonra yerine Oflu Hacı Mahmud Ustaosmanoğlu efendi geçmiştir ve el’an (hala) hayattadır(Cenab-ı Hakk kendilerine acil şifalar nasip eylesin. Amin)